İRANLI MÜSLÜMANLARA (ŞİA'YA) YÖNELTİLEN İTİRAZLAR

Toprağa ve Yerden Biten Şeyler Üzerine Secde

 

Şüphesiz ki Resulullah (s.a.a) hayatı boyunca hep toprağa ve topraktan biten şeyler üzerine secde etmiştir. Resulullah'ın mescidi de toprak ve çakıl taşlan ile kaplıydı. Peygamber secde ederken sangın bile alından çözülmesini kaldırılmasını emretmiştir. Bu yüzden İranlı Müslümanlar da Resulullah'ın sünnetine uyarak toprağa veya yerden biten şeyler üzerine secde etmektedir. Halı, kilim vb. şeyler üzerine secde etmekten ictinab etmektedirler. Bu hususta Seyyid Rıza Hüseyni Neseb şöyle demektedir:

"Allah'a secdeyi "sünnet ve siret'e" uyarak, sadece yere ve yer­den bitenler üzerine (yiyilecek ve giyilecek dışında) siz bilen Ehl-i Beyt mektebinin takipçileri Allah'ın karşısında daha fazla tevazu göstermek için toprak parçası üzerinde secde etmeyi tercih etmektedirler.

Zira insanın Allah karşısında tevazüsünün mazharı olan topra­ğın üzerine secde etmesi, insana kulluk ve ubudiyyet makamında daha da bir kuvvet ve güç bağışlamakta ve onu yaratılışın yüce hedefine daha da yakın kılmaktadır.

Bazıları türbenin üzerine secdenin bir nevi ona ibadet ve de şirk olduğunu zannetmiş ve "niçin şiiler türbet'e secde ediyorlar?" diye itirazda bulunmuşlardır.

Bu soruya cevap olarak demek gerekir ki, "Es'sucud-i lillah" (Allah için secde etmek) ile "Es'sucud-i alel-arz" (yerin üzerine secde etmek) cümleleri arasında çok açık bir farklılık vardır.

Ama bu itiraz, mezkur iki cümleyi mefhum olarak aynı görüp aralarında fark koymamaktan kaynaklanmaktadır. Halbuki bi­rinci cümlede secdenin Allah'a mahsus olduğu ve ikinci cümlede ise secdenin yerin üzerine yapılması gerektiği beyan edilmekte­dir, Başka bir tabirle biz yerin üzerine secde etmekle Allah için secde etmiş oluyoruz.

Esasen bütün dünya Müslümanları bir şeyin üzerine secde et­mektedirler. Ama secdeleri Allah içindir. Beytullah'ı ziyaret eden­ler de Mescid-ül Haram'ın taşları üzerine secde etmektedirler. Halbuki onların secdeden hedefi, Allah’tır.

Bu beyandan anlaşıldı ki, toprak, bitki ve benzeri şeyler üzeri­ne secde etmek onlara ibadet anlamında değildir. Evet, secde ve ibadet toprağa kapanma haddine kadar varan bir tevazu ve,eğil­me yoluyla Allah için yapılmaktadır. Hakeza anlaşıldı ki, toprak parçası üzerine secde etmek "toprak için secde etmekten" bam­başka bir şeydir.

Burada şiâ'nın görüşünün daha fazla açıklığa kavuşması için, dünya şiilerinin büyük önderi İmam Sadık (a.s.)dan nakledilen bir hadise değinmek yerinde olur. "Hişam b. Hakem diyor ki, İmam Sadık (a.s.)'a üzerinde secde edilmesi caiz olan şeylerin ne olduğunu sorunca, Hazret şöyle buyurdu: "Secde sadece yere ve yerden bitenler üzerine (yiyecek ve giyecek şeyler dışında) caiz­dir. Dedim ki, "Fedan olayım, bunun sebebi nedir?" Hazret şöyle buyurdu: Secde Allah karşısında huzu etmek (küçülmek) demek­tir. Bu yüzden de giyilecek ve giyilecek şeyler üzerine secde doğru değildir. Zira dünya oğullan, (dünya düşkünleri) yedikleri ve giy­dikleri şeylerin kuludurlar.

Halbuki insan secde anında, Allah'a ibadet etmektedir. O hal­de aldanmış dünya oğullarının mabudu olan şeylerin üzerine, sec­de halinde alnını koyması doğru değildir. Yerin üzerine secde et­mek daha efdal'dır. Zira Allah'a karşı tevazu ve huzu içinde ol­makla daha çok uygundur. (1)

Bu hadis, toprağın üzerine sadece yalnız Allah karşısında teva­zu göstermekle daha fazla tanasubü olduğu için secde yapıldığını açıkça beyan etmektedir. Bu esas üzere büyük şiâ alimi Allame Emini (r.a.), kendi değerli eseri "Siretuna ve Sünnetuna" (Siretimiz ve Sünnetimiz) kitabında bu hakikate işaret ekmekte ve şöyle demektedir: "Secde, sadece Allah'ın azamet ve kibriyalığı karşı­sında tevazu göstermek için olduğundan dolayı, yerin secdegah olarak seçilmesi daha uygundur. Secde eden kimse, surat ve bur­nunu yerin üzerine koymalıdır ki kendisinin ilk alçak tabiatını -ki ondan yaratılmış, ona dönecek ve de yeniden ondan dirilecek­tir- hatırlasın ve böylece öğüt almasına ve kendi aslının alçaklığı­nı unutmamasına vesile olsun ve onda Allah'a karşı ruhi bir aşa­ğılık hissi meydana gelsin ve onu Allah'ın kulluğuna ve tekebbür ve bencillikten uzak durmaya şevketsin ve mahlukun toprağa la­yık olduğunu ve yaratılışın zillet ve meskenetle birlikte olduğunu daima göz önünde bulundursun." (2)

Burada şu soruyla karşılaşıyoruz: Şiâ mezhebi niçin sadece yer ye yerden biten şeyler üzerine secde etmeyi caiz bilmekte ve diğer şeyler üzerine secdenin sahih olmadığını söylemektedir?

1-Bihâr'ul Envar C. 82, S. 147:

2-"Suretu na ve sunnetunâ" S. 125:

 

Bunun cevabında hatırlatmak gerekir ki, bu ibadetin aslının mukaddes şeriatın tarafından teşr'i edilmesi gerektiği gibi şart ve hükümlerinin de şeriatın beyan edicisi yâni İslâm Peygamberi'nin (s.a.a.) söz ve emelleriyle belirlenmesi lâzımdır. Zira Resulullah (s.a.a.) Kur'ân'ın buyruğuna göre tüm takva sahihleri için örnek konumundadır ve de tüm Müslümanlar dini hükümlerini ondan almalıdır.

Bu esas üzere, secde konusunda, Peygamber'i Ekrem'in (s.a.v.) bazı rivayet ve ameli siresi ile O Hazretin ashabı ve tabiin'den olanların sözleri ve amel tarzlarından bazı örnekleri -ki çoğunluk­la Ehl-i Sünnet kaynaklarından alınmıştır- siz aziz okuyuculara takdim edeceğiz. Bu rivayetlerin hepsi Resulullah'ın (s.a.a.) ashab ve tabiin'in yer ve hasır gibi yerden biten şeyler üzerine sec­de ettiğini açıkça göstermektedir; aynı günümüzde Şii Müslümanların inandığı ve yaptığı gibi.

Resulullah'ın (s.a.a.) sözleri, dünya Müslümanları açısından (Kur'an'dan sonra) İslâmi yaşamanın asıl kaynağı konumunda­dır. Bütün şeriat takipçileri, bu esas üzere amel etmeyi kendisi için bir farize saymaktadırlar.

Şia'da aynısını kabul etmekte ve de bütün hususlarda bu cüm­leden secde hükümleri hususunda Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetine uymaktadır.

Burada O Hazretin bu konudaki siretini beyan eden hadisler­den örnek olarak bazılarını naklediyoruz: İslâm muhaddislerin-den bir grup, Resulullah'dan (s.a.a.) şöyle rivayet etmişlerdir:

"Yeryüzü bana secdegah ve de temizleyici karar kılınmıştır." 1

Mezkur hadis, çeşitli lafızlarla bir çok hadis kitaplarında yer almıştır ki, bazılarına işaret ediyoruz: Müslim b. Haccâc, kendi "Sahih"inde şöyle rivayet ediyor:

"Bütün yeryüzü bana secdegah ve temizleyici kılınmıştır." 2

Beyhaki de kendi Sünen'inde şöyle rivayet ediyor:

"Yeryüzü bana temiz, temizleyici ve de secdegah kılınmıştır. "

1-"Sahih-i Buhâri" c. l, Kitab-us Selat, S. 91, "Sunen-i Beyhaki" C. l, S. 212, Bab'ut Teyemmüm Bissaid -it Teyyib. "İktiza'us sırat-il müsta­kim" (İbni Teymiyye) S. 332, "Sahih'i Müslim" C. l, S. 371, "Sunen-i Nesai", C. l, "Bab'ut Teyemmüm'ü bissaid" S. 210, "Sunen'i Tirmizi" C. 2, S. 131-133 ve C. 4, S. 123:

2-"Sahih'i Müslim" C. l, S. 371, Aileme Emini "Siretuna ve sunnetuna" Kitabında aynı lafzı, Nesei, Tirmizi ve Ebi Davud'dan da nakletmiştir:

3-"Süneni Beyhaki" C. 6, S. 291:

 

Bihar-ul Envar'da ise şöyle nakledilmiştir:

 

"Bütün yeryüzü sana ve ümmetine secdegah ve temizleyici kılınmıştır." (1)

 

"Misbâh-ul Müsned" kitabının yazan da Peygamber-i Ek­rem'den (s.a.v.) şöyle rivayet ediyor:

 

"Bütün yeryüzü bana ve ümmetime secdegah ve temizleyici kılınmıştır. "(2)

 

Zikredilen bu mütevatir ve de bütün Müslüman âlimlerinin ka­bullendiği hadislerin hepsi beyan etmektedir ki, yeryüzü, taş, toprak, çakıl, ve otlarıyla asıl üzerine secde edilecek şeylerdir ve makbul bir özrü (ki bunlar ileride açıklanacaktır) olmadan onları bırakıp da başka şeyler üzerine secde etmek de caiz değildir.

Hakeza hadislerdeki teşri ve yasama manasına gelen ve (çel) maddesinden türeyen (cuilet) kelimesinden de anlaşıldığı gibi bu mesele bütün Müslümanlar için ilahi bir hüküm konumundadır. Böylece yer ve yerden biten şeyler üzerine secde etmenin meşru olduğu ispatlanmış oldu sanırız.

Bir kısım hadislerde, Peygamber-i Ekrem'in Müslümanlara toprağın üzerine secde edilmesini emrettiği beyan edilmiştir. Bu­rada bu hadislerden bazı örnekler sunmaya çalışacağız:

1- Resulluhın zevcesi Ümmü Seleme, Hazret'in şöyle buyurdu­
ğunu rivayet etmiştir:

"Yüzünü Allah için toprağın üzerine koy." (3)

2- Abdurrezzâk "El Müsannef1 adlı kitabında Halid-i Cehmi'den şöyle naklediyor:

"Peygamber-i Ekrem (Suheyb adında bir sahabiyi) topraktan, sakınır bir halde secde ettiğini görünce şöyle buyurdu. "Yüzünü toprağın üzerine koy ey Suheyb" (4)

3-"İrşâd-us Sâri" kitabında ise şöyle nakledilmektedir: "Pey-
gamber'i Ekrem (s.a.v.), Muâz'a hitaben şöyle buyurdu: "Yüzünü toprağın üzerine sür." (5)

4-Kenz'ül Ümmâl, "El-İsabe" ve "Üsd'ul Gâbe" kitaplarında ise
rivayet şöyledir:

"Peygamber (Ribah adlı şahsa) şöyle buyurdu: Ey Riba, alnını toprağın üzerine bırak" (6)

1-"Bihar'ul Envar c. 83, S. 227:

2-"Misbâh'ül Müsned-şeyh kivamuddin":

3-Kenz'ül Ümmal C. 7, Halep baskısı, S. 465, "Kitab'us Salât:

4-"El Müsannef C. l, S. 392

5-"İrşâad'us Sâri, C. l, S. 405:

6-1-Kenzu'l Ümmâl, C. 4, S. 99, 212 ve başka bir baskıda C. 7, S. 324- 2-"El İsâbe" C.l, S. 502, Hadis: 2562, 3- "Üsd'ul Gabe" C. 2, S. 161:

 

Bu gibi hadisler, Şii ve Sünni birçok hadis kaynaklarında nakledilmiştir.

Peygamber efendimizin hadisinde yer alan (alnını toprağa koy) cümlesinden iki nükte açığa çıkmaktadır:

-Birinci nükte şudur ki, insan secde anında alnını toprağın üzerine bırakmalıdır.

-İkinci nükte ise şudur ki: Bu şekil secde etmek farzdır ve asla terk edilmemelidir, Zira "terrib" kelimesi, "toprak manasına gelen "turab" Maddesinden alınmış ve de emir sığası olarak beyan edil­miştir.

Toprağın üzerine secde edilmesinin tercih felsefesi ise, bu âmelin, insanın alemlerin yaratıcısı karşısında huşu ve tevazu içinde olmasının mazhar ve nişanesidir ve aynı zamanda insanı, tekebbür ve kendini beğenmişlik tuzağına düşmekten de kurtar­maktadır.. Bu yüzden Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) şöyle buyuru­yor: "Sizlerden biri namaz kıldığında alnını ve burnunu yere (top­rağın üzerine) koysun ki, (Allah karşısında huzu ve zeliliği zahir olsun." (1)

Yerin üzerine secde edilmesi gerektiğini belirten delillerden biri de, Resulullah'ın (s.a.a.) secde anında sarık vb. şeylerin alın­dan kaldırılmasını emretmesidir. Îslam muhaddisleri, Resulul­lah'ın secde ederken alnına sarık bağlayıp da öyle secde edenleri, bundan nehyettiğine dâir bir çok hadis nakletmişlerdir.

Burada mezkur hadislerden, bazı örnekleri değerli okuyuculara takdim ediyoruz:

1-       Salih Sibâi şöyle naklediyor:

"Peygamber, (s.a.a.), yanında secde eden bir şahısın (secde ha­linde) alnına sarık bağladığını görünce, sangını alnından çözdü." (2)

2-       Ayaz b. Abdullah-i Kuraşi şöyle diyor:

"Resulullah birini secde ederken sangının üzerine secde ettiği­ni görünce eliyle onun alnına işaret ederek sarığı ahundan kaldır­masını istedi. (3)

3-       "Kenz'ül Ummal" ve "Sünen-i Beyhaki" kitaplarında da
Emir'ul mümin'den (a.s.) şöyle nakledilmiştir. "Sizden biri namaz
kılınca sangını alnından kaldırsın." (4)

1-"En-Nihâye (İbn-i Esir) C. 2, "Rağm" maddesinde:

2-"Sünen-i Beyhaki" C.2, S. 105:

3-"Sünen-i Beyhaki" C.2, S. 105:

4-"Kenz-ül Ummal C. 4, S. 212, Başka bir baskıda ise C. 8,8.86- "Sü­neni Beyhaki" C. 2, S. 105:

4-Bihar’ül Envar kitabında "Deaimu'l İslam" kitabından naklen şöyle yer almıştır: "Resulullah'dan, (s.a.a.) hazretin namaz kı­lanları elbisesine, yenine veya sangın bir parçasının üzerine sec­de ekmekten nehyettiği nakledilmiştir. (1)

Bu rivayetlerden de Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) zamanında toprağın üzerine secde edilmesinin lüzumunun oldukça malum ve kesin bir şey olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, Müslümanlardan herhangi biri secde anında alnını sangın bir parçası üzerine ko­yup da toprağın üzerine secde etmekten çekinince, hemen Pey­gamber tarafından nehyedilip, engelleniyordu. Halbuki eğer her-şeye ve hatta sarık gibi başa sarılan şeylere dahi secde etmek caiz olsaydı, kesinlikle Peygamber bunu engellemez ve nehyetmezdi.

Bütün Müslümanlar, Peygamber'in (s.a.a.) kendilerine tam bir örnek olduğunu ve o hazretin amel tarzının bir meş'âle gibi haya­tın tüm boyutlarında, Müslümanların davranış ve âmel yolunu aydınlatması gerektiğine inanmaktadırlar. Kur'ân'ı Kerim bu hu­susta şöyle buyuruyor.

"Andolsun ki Allah'ın Resulünde sizin için uyulacak en güzel bir örnek var. Sizden Allah'a ve âhiret gününe ümidi olan ve Al­lah'ı çok çok anana da (en güzel bir örnektir.) (Ahzab, 21)

Bu yüzden secde meselesinde de her şeyden önce daha fazla Resulullah'a uymalı ve o hazretin siresini örnek edinmeliyiz.

Şimdi burada hadislerin özellikle Ehl-i Sünnet kitaplarında yer alan hadislerin Resulullah'ın (s.a.a.) ameli suretini incelemeğe çalışacağız.

Bu mevzuda var olan birçok hadislerden istifade edilmektedir ki, Peygamber Ekrem (s.a.a.) yer veya hasır gibi bazı bitkilerden yapılmış, şeylere secde ediyordu. Bu da Şia'nın Resulullah'a uya­rak takip ettiği yolun aynısıdır. Bu yüzden mezkur rivayetleri iki grupta incelemek mümkündür:

1- Resulullah'ın (s.a.a.) yerin üzerine (toprak, taş vb. şeylere)
secde ettiğini bildiren hadisler,

2- Resulullah'ın (s.a.a.) bazı bitkilerden yapılan haşır gibi şey­lere secde ettiğini bildiren rivayetler.

Birinci Grup Hadisler:

Bu rivayetlerin içinden bazılarını örnek olarak siz okuyuculara takdim ediyoruz:

l- Vâil b. Hacer diyor ki:

"Ben, Resulullah'ı secde ederken, alnını ve burnunu yere (top-

1- "Bihâr'ül Envar C. 85, S. 156:

 

rağın üzerine) koyduğunu gördüm." (1)

2- İbni Abbas diyor ki; "Peygamber'! Ekrem taşın üzerine secde etti." (2)

3-Aişe'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Peygamber'in secde ederken alnını herhangi bir şeyle (toprak­tan) koruduğunu görmedim." (3)

Bu söz de Resulullah’ın (s.a.a) (zevcesinin de dediği üzere) dai­ma yerin üzerine secde ettiğini ve de alnıyla yer arasında herhan­gi bir şeyin fasıla ve engel olmamasına şiddetle özen gösterdiğin­den bahsetmektedir.

4-       Ahmet b. Şuâyb-i Nesai, kendi "Sünen"inde Peygamber'in
sahabisi olan Ebu Said'i Hodri'den şöyle naklediyor: "Peygam­
ber'in alnı ve burnunun üzerinde su ve çamurun eserini kendi gözlerimle gördüm." (4)

Bu ve benzeri hadislerden de açıkça anlaşılmaktadır ki, Peygamber'i Ekrem (s.a.a.) yağmur yağarken de yerin üzerine (topra­ğa) secde etmeyi tercih ediyorlardı. Öyle ki, su ve çamurun eserle­ri müşahade edilecek derecede mübarek ahunda iz bırakıyordu."

Aşağıda zikredilen hadis'i şerif de aynı nükteyi vurgulamakta­dır:

5-       "Mecme üz Zevâid" kitabında Ebu Hüreyre'den şöyle nakle­
dilmiştir' "Resulullah (s.a.a.) yağmurlu bir günde secde ettiğinde ben alnında ve burnunda bunun eserini müşahade ettim." (5)

Öte yandan bazı rivayetlerde şiddetli soğuk veya yağmur gibi zorunlu hallerde, Hazretin abasını veya elbisesini sadece elleri­nin ve ayaklarının altına serdiğini nakletmiştir.

Bu hadislerin zahirinden de istifade edildiği gibi O Hazret hat­ta yağmur ve şiddetli soğuk gibi zorunlu durumlarda dahi alnının altına elbise, aba ve bir şeyi sermiyor ve alnıyla yer arasına fasıla bırakmıyordu. Çünkü bu hadislerde yalnız eller ve ayakların altı­na bir şey serdiği zikredilmiştir ve alından herhangi bir söz edil­memiştir.

Burada onlardan bazısını zikrediyoruz:

1-"Ahkâm'ul Kuran, (Cessâs Hanefî) C. 3, S. 209, Beyrut Baskısı.

2-"Sunen-i Beyhaki" C. l, S. 102:

3-"El-Musannef' C. l, S. 397, "Kenz'ul Ummal C. 4, S. 212, ve başka bir baskıda, C. 8, S. 85:

4-"Sunen-i Nesei, C. 2, S. 208: Bu hadisin mazmununu yakın hadisler, Sahih-i Buhari, Sunen-i Beyhaki, Sunen-i Ebi Davud vb. hadis kitap­larında da nakledilmiştir.

5-"Mecme'uz Zevâid, C. 2, S. 126:

 

6-       İbn-i Abbas şöyle diyor:

"Resulullah'ı (s.a.a.) soğuk bir sabah, beyaz bir ridayla namaz kılarken gördüm. Ridasıyla el ve ayaklarını yerin soğuğundan ko­rumaya çalışıyordu." (1)

7-       Başka bir hadisinde ise şöyle diyor:

"Yağmurlu bir günde Resulullah'ı (namaz kılarken) gördüm. Secde ederken üzerindeki ridayı eliyle yer arasında fasıla kılıyor ve bu vesileyle çamurdan korunmaya çalışıyordu." (2)

8-       İbn-i Mâce de kendi sünen'inde Abdullah b. Abdurrah-
man'dan şöyle rivayet ediyor:

"Resulullah bizim yanımıza geldi ve bizim ile birlikte "Beni Ab-dul Eşhel" camiinde namaz kıldı. Ben secde halinde O Hazretin iki elini elbisesinin üzerine koyduğunu gördüm." (3)

9-       Hakeza bir kaç vasıtayla Sabit b. Samitten şöyle rivayet et­mektedir:

"Resulullah (s.a.a.) "Beni Abd-ul Eşhel" camiinde namaz kılar­ken bir ridâ giymişti, (secde ederken) ellerini bir ridanın üzerine bırakıyor ve böylece kendini çakılların soğuğundan korumaya ça­lışıyordu." (.4)

İkinci Grup Hadisler:

Bir takım hadislerde de Peygamber'in hasır gibi bazı bitkiler­den yapılan şeylere secde ettiği nakledilmiştir. Bu çeşit rivayet­ler, Sünni ve Şii muhaddislerden nakledilmiştir ki, biz burada ba­zı örnekleri (özellikle Ehl-i Sünnet kaynaklarından) okuyuculara takdim etmeğe çalışacağız:

1-       Ebu Said diyor ki:

"Resulullah'ın yanına varınca, Hazret'in hasırın üzerine secde ettiğini gördüm." (5)

2-       Enes b. Malik, İbn-i Abbas ve Peygamber'in (s.a.a.) zevceleri
Aişe, Ümmü Seleme ve Meymune'den şöyle rivayet edilmiştin
"Peygamber, hurma lifinden örülü bir hasıra namaz kılıyordu."
(6)

1-"Sunen'i Beyhaki" C. 2, S. 106:

2-"Siretuna ve sünnetuna", 8.132. Ahmed b. Hanbel'den naklen:

3-"Sunen-i İbn-i Mâce" C.l, "Bab'us Sucud-i ale-s Siyahi Filharri velberd", S. 328:

4-"Sunen-i İbn-i Mâce, C. l, S. 328:

5-"Sunen-i Beyhaki C. 2, S. 421, "Kitab'us Salat" Bab-us salati, alel Ha­şir"

6) "Sunen-i ibn-i Mâce" C. l "Ba'us Salat alel humre, S. 328, ve Sünni Beyhaki C. 2, S. 421 ve Musned-i Ahmed, C. l, s. 269:

 

 

3-      Ebu Sâid Hudri'den şöyle nakledilmiştir:

Peygamber (s.a.a.)'i hasırın üzerinde namaz kılıp onun üzerin­de secde ederken gördüm." (1)

4-       Feth'ül Bâri'de Peygamber'in zevcesi Aişe'den şöyle nakledi­yor: "Resulullah'ın bir hasın vardı ki yere seriyor ve üzerinde na­maz kılıyordu." (2)

5-       Bihâr'ul Envâr'da ise Hz. Ali'den (a.s) şöyle nakledilmiştir:
"Peygamber (s.a.a.), hasırın üzerinde namaz kıldı. (3)

6- Enes ise şöyle diyor: "Resulullah hurma lifinden yapılı hası­nın üzerinde namaz kılıyor ve secde ediyordu." (4)

7- Sahih'i Müslim ve diğer bazı kitaplarda da Enes'den şöyle ri­vayet edilmiştir:

"Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) insanların en güzel ahlaklı olanıy­dı. Bazen evimizdeyken namaz vakti oluyordu. O zaman altında­ki sergiyi süpürüp su serpmelerini emrediyor ve sonra da biz, Hazret'in imamlığında namaz kılıyorduk. Sergileri de hurma li­finden örülüydü." (5)

8-       Müslim b. Haccâc, Ahmet b. Hanbel, Ebu Abdullah Buharı
ve diğerleri şöyle rivayet etmektedirler: Enes b. Malik diyor ki:

"Eski olduğu için, siyahlaşmış bir hasın hazırladım su serptim ve Resulullah üzerinde durdu ve bize (imamlık yaparak namaz kıldırdı." (6)

9-       Müslim b. Haccâc, kendi Sahih'inde şöyle rivayet ediyor:
"Ebu Sâid'i Hudri diyor ki:

"Resulullah'ın huzuruna varınca, Hazret'in bir hasırın üzerin­de namaz kıldığını ve secde ettiğini gördüm." (7)

10-Enes b. Mâlik şöyle diyor:

"Peygamber-i Ekrem (s.a.a.), Bazen Ümmü Seleme'yi görmeye geliyordu. Namaz vakti gelince hasırdan olan sergimizi suluyor ve üzerinde namaz kılıyordu. (8)

Resulullah'ın âmelini gösteren bunca hadisden de açıkça anlı-

1-"Siretunâ ve sünnetuna", S. 130, Sahih-i Müslim'den naklen:

2-"Feth-ul Bari, C. l, S. 413:

3-"Bihâr'ul Envar" C. 85, S. 157:

4-"Mücem-ül Evset ve Mü'cem-us Sağır (taberâni):

5-l- "Sahih-i Muslim C. l, S. 457, 2-"Suneni Beyhakı" C. 2, S. 436, 3-"Müsned-i Ahmed", C. 3, S. 212.

6-"Sahih-i Müslim, C. l, S. 457: 2- "Sahih-i Buhâri C.l, S. 107-218" 3-"Musned-i Ahmed", C. 3, S. 130 ve diğerleri:

7-"Sahih-i Müslim, C. l, S. 458:

8- "Tabakât'ı Kubrâ" C. 8, S. 312, ve "Sünen-i Ebi Dâvud", C. l, S. 177:

 

 

yoruz ki, Hazret dâima, yer (toprak) veya yerden biten şeylerden yapılı hasır gibi şeyler üzerinde secde ediyordu. Bu hadislerden hiç birinde yenilecek ve giyilecek türden şeylere secde edildiği yer almamıştır. Bu hakikat ise, şiânın inandığı ve de bu esas üzere yaptığı âmelin aynısıdır. Evet şiâ'ya göre, Kur'ân'ı Kerim'den son­ra İslam ümmetinden bütün âmel ve davranışlarına ışık tutacak şeyin, Peygamber'in sünneti ve âmeli sireti olmalıdır. Hiç bir Müslüman bu çizgiden çıkma hakkına sahip olmadığı gibi tıpa-tıp ona uyması gerekir.

Peygamber'in (s.a.a.) ashabı da hazretin siret ve sünnetine uyarak, Müslümanları, yerin (toprağın) üzerine secde etmeye em­rediyor ve giyilecek-yiyilecek şeylerin üzerine secde etmekten on­ları nehyediyorlardı. Burada ashabın bu konudaki sözlerinden ikisini Örnek olarak okuyuculara aktarmak istiyoruz:

1-       Sunen-i Kubra'da (Beyhaki), Emir'ül müminin Ali (a.s.)den
şöyle rivayet ediyor:

"Sizden her kim namaz kılarsa sangını alnından kaldırsın." (1)

2-       Hâkim-i Nisabım "Mustedrek" de ve Beyhaki Es'sunen-ül
Kubra'da İbni Abbas'dan şöyle nakletmişlerdir:

"Secde anında alnını ve burnunu yerin üzerine (toprağa) koy­mayan kimsenin namazı sahih değildir. (2)

Hakeza İslam muhaddisleri kendi hadis kitaplarında Peygam­ber'in ashabı ve tabiin'in secde meselesindeki âmeli siretini beyan eden bir çok nakiller yapmışlardır. Bu nakillerde de yer aldığı gi­bi ashâb ve tabiin her hangi bir zorunluk olmayan normal haller­de sadece yerin (toprak, taş vb.) üzerine secde edip elbise, kumaş ve diğer giyilecek şeylerin üzerine secde etmekten çekmiyorlardı. Burada bu nakillerin bazısına değineceğiz:

l-Nafi şöyle diyor:

"Abdullah b. Ömer secde anında alnı yere değmesi için sangını kaldırıyordu. (3)

2- İbn-i Sa'd "Tabakat-ül Kubra" adlı kitabında şöyle diyor:

"Mesruk b. Ecda, sefer zamanında gemide üzerine secde etsin diye yanına bir parça kerpiç alıyordu." (4)

Hatırlatmak gerekir ki, Mesruk b. Ecda Peygamber'in tabi-

1-"Es-sunen-ul Kubra (Beyhaki) C. 2, Ş. 105:

2-"Müstedrek-i Hâkini" C.l, S. 270 ve Sünen-i Beyhaki C. 2, S. 103-104:

3-"Sunen-i Beyhaki" C. 2, S. 105, 1. Baskı, Kitabus salât, Bab-ul keşf anissecde fissucud:

4-"Tabakâtul Kubra" C. 6, S. 79, "Beyrut baskısı Mesruk b. Ecda'nın tercümesinde:

 

 

in'inden ve de İbn-i Mesud'un ashabından idi. "Tabakat-ül Kub-ra'nın" müellifi onu Peygamber'den sonra Küfe ehlinin ilk taba­kasından ve de Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali (a.s.) ve Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet eden kimselerden saymıştır.

Sadr-ı İslam'dan bu büyük şahsiyetin (Meşru b. Ecda'mn) ame­li, toprak parçasını yanında bulundurmanın, bir nevi şirk ve bid'at olduğunu zan eden kimselerin sözünü temelsiz ve yanlış ol­duğunu ispat etmekte ve de İslâm tarihinin öncülerinin de böyle bir amelde bulunduğunu göstermektedir. Halbuki eğer her şeye secde caiz olsaydı bu meşhur tabiin'in bir parça kerpici yanına al­masının ne gibi zarureti olabilirdi?! Acaba dünyadaki Şii Müslümanlar da İslâm’ın öncüleri olan bu şahsiyetlerin ameline uy­maktan başka bir şey mi yapmaktadırlar?

3-Kazın şöyle diyor:

"Ali b. Abdullah b. Abbas bana şöyle yazdı" "Bana Merve (dağı) taşlarından düz bir parçasını gönder de üzerine secde edeyim." (1)

Tabiin tabakasından olan Ali b. Abdullah b. Abbas'ın bu sözün­
den de iki nükte anlaşılmaktadır.       -

A- Yerin bir parçası olan taşın üzerine secde etme ve de yanın­
da bulundurmanın, tevhit ve Allah'a ibadet ruhuyla hiç bir çelişkisi ve aykırılığı yoktur ve de taşa ibadet demek değildir hiç bir
zaman.                            ,

B- Asr-ı saadetteki bazı büyük şahsiyetler, (merve gibi) mu­kaddes yerlerden getirilen bir parça taşın üzerine secde etmeyi tercih ediyor ve bu vesileyle ona teberrük ediyorlardı."

Binaenaleyh, toprak ve yerin sair eczasının üzerine secde ettiği ve mukaddes yerlerden alınan bir toprak parçasını, secde etmek için yanında bulundurduğu hasebiyle şiileri şirk ve Allah’tan başkasına tapmakla suçlayanların sözleri tamamen yersiz ve esassızdır. Aynı zamanda onların Asr-ı Saadet'teki Müslümanların amelinden ve İslâm'ın en ilkel usullerinden bile habersiz olduklarım göstermektedir.

4-       Ebu Ümeyye şöyle diyor:

"Ebubekir yerin üzerine secde ediyor veya namaz kılıyordu." (2)

5-       Ebu Ubeyde şöyle diyor:

"İbn-i Mesud yerin üzerinden başka bir şeye secde etmiyordu, (veya namaz kılmıyordu)" (3)

 

 

l- "Ahbar-u Mekke" (Ezrakı) C. 3, S. 151. Razi'den naklen:

 2--El-Müsannef',(C. l, S. 397:

3- "El-Müsannef, C. l, S. 367, ve Mecme-uz Zevaid C.2, S. 57 (Teberani'den naklen):

 

 

6-       Abdullah b. Ömer'den nakledilmiştir ki, sangının bir köşesi­nin üzerine secde etmeyi sevmez ve secde ederken onu (ahundan)
bir kenara iterdi. (1)

7-Beyhaki, Ubadet-ibn-i Sabit hakkında şöyle diyor: 
"O (Ubadet ibn-i Sabit) namaz kılmak isteyince sangını ahun­
dan kaldırdı." (2)

Mezkur hadislerden, asr-ı saadette ve secdenin yaşandığı ilk andan itibaren, Müslümanlar ve hepsinden önce de Peygamber-i Ekrem (s.a.v.) yerin Üzerine secde ediyordu. Secde halinde rutu­betten korunmak için herhangi bir parça üzerine secde edenleri ise bundan nehyediyor, engelliyordu.

Binâenaleyh, Peygamberi Ekrem'in sünnet ve sireti ile, o Hazretin sahabesi ve tabiin'in amelleri de şüphesiz, sadece yerin ec­zasına (toprak, taş ve benzeri) veya hasır gibi bazı bitkilerden el­de edilen şeylerin üzerine secde ettiklerini göstermektedir.

Bu mevzuda rivayet edilen diğer bir çok hadis de, Asr-r Saa­det'teki Müslümanların bu konuda (yere secde etme)ki ısrarlarım bir daha vurgulamakta ve onların hatta Arabistan'ın dayanılmaz sıcaktan sebebiyle yerin yakıcı ve kavurucu bir hale geldiği ve ye­rin Üzerine secde edilmesinin zorlaştığı şartlarda dahi yere veya ellerinde tutup da soğuttukları çakıllara veya secde ettikleri yeri, bir vesileyle serinleterek yerin üzerine secde ettiklerini göster­mektedir. Burada bu rivayetlerden bir kaçım örnek olarak siz okuyuculara takdim ediyoruz:

8-       Cabir b. Abdullah şöyle diyor. Resulullah (s.a.a.) ile öğle na­mazım kılıyordum. Çok sıcak olduğundan dolayı bir avuç çakılı
elimde tutarak serinletiyordum ki, üzerine secde edeyim. (3)

Mezkur hadis, Müsned-i Ahmed, Sünen-i Beyhaki, Kenz-ül Ümmâl, Sünen-i Nesai, Sünen-i, Ebi Dâvud ve benzeri bir çok ha­dis kitaplarında muhtelif lafızlarla, Câbir, Enes ve diğer sahabe­lerden nakledilmiştir.

Beyhaki kanda sünen'inde bu hadis'i, Enes'den naklettikten sonra kendi şeyhinden şöyle naklediyor: Şeyh şöyle buyurdu.

"Eğer insanın giydiği elbise üzerine secde etmesi caiz olsaydı; (bu elbisenin üzerine secde etmesi) çakıl taşlarını serinleterek üzerine secde etmesinden daha kolay olurdu. (4)

l- "Sunen-i Beyhaki" C. 2, S. 105 ve C. l, S. 401: 2-"Sunen-i Beyhakı C. 2, S. 105:

3-"Müsned-i Ahmed, C. l, S. 388-401-437-462: Bunun misli, Sünen-i Beyhaki, C. I, S. 439'da nakledilmiştir.

4-"Sünen-i Beyhaki, C. 2, S. 105-106:

 

 

Buradan da anlaşılmaktadır ki, sadr-ı İslam Müslümanları ve Peygamberin (s.a.a.) sahabesi, elbise ve şâir giyilecek ve örtülecek şeylerin üzerine secde edilmesini caiz bilmiyorlardı. Aksi tak­tirde secde için çakıl taşlarını avuca alarak serinletmeye çalışma­nın bir gereği kalmaz ve kendi elbiselerinin bir köşesinin veya parçadan sergilerin üzerine secde ederlerdi.

9-       Enes şöyle diyor:

"Resulullah'la birlikte şiddetli sıcaklıkta namaz kılıyorduk. Her birimiz bir miktar çakılı avucumuza alarak soğutuyor, sonra da üzerine secde ediyorduk." (1)

Öte yandan İslam muhaddislerinden nakledilen diğer bir çok hadislerde de, ashaptan bazısının, yerin şiddetli sıcağından çek­tikleri zorluğu Resulullah'a (s.a.a.) şikayet edip yerin üzerinden başka şeylere secde etmelerine izin verilmesini istediklerini, fa­kat Peygamber Ekrem'in (s.a.a.) yerin üzerine secde etmekten başka bir teklifte bulunmadığından söz edilmektedir.

insaf sahibi her insan bilmektedir ki, eğer (şiânın caiz bilmedi­ği) elbise, kumaş veya kumaştan sergiler üzerine secde etmek caiz olsaydı, şüphesiz Peygamber (s.a.a.) de Müslümanlara onun üzerine secde etmelerine izin verirdi.

Burada sözü geçen hadislerden sadece iki tanesini örnek ola­rak nakledeceğiz ki, her biri Şii Müslümanların inancını ispatla­maya yeter.

10-     Beyhakî, Habbab'dan şöyle rivayet ediyor:

"Şiddetle sıcaklık nedeniyle (secde halinde) alın ve ellerimizin yanmasını Peygamber'e şikayette bulunduk, fakat Hazret şikaye­timizi kabul etmedi. (2)

11-     Müslim b. Haccâc da kendi sahih'inde Habbab'dan şöyle
nakletmektedir. "Resulullah'ın huzuruna  vararak yakıcı sıcak­lıktan şikayette bulunduk. Ama Hazret şikayetimizi kabul etme
di.(Yani başka bir çare yolunu teklif etmedi.) (3)

Bir yandan -sakaleyn hadisi gereği- Kuran'ın ayrılmaz eşi ve bir yandan da Peygamber'in Ehl-i Beyt'i ve o hazretin sünnet ve âmeli siretine en çok aşina insanlar olan Şia imamları da kendi sözlerinde sadece yer ve yerden biten şeyler (yiyilecek ve giyile­cekler dışında) üzerine secde edilmesi gerektiğini tasrih etmişler­dir.

1-"Sünen-i Beyhakî", C. 2, S. 106:

2-"Sünen-i Beyhakî" C. l, S. 433 ve C. 2, S. 105 107;

3-"Sahih-i Müslim" C. l, S. 433:

 

 

Burada Resulullah'ın (s.a.a.) Ehl-i Beyti'nin rivayetlerini nak­letmeden önce, şiâ'nın Ehl-i Beyt'e uymak gerektiği hususundaki açık delillerini nakletmeyi uygun görüyoruz.

 

Ehl-i Beyt'in Sözünün Hüccet Oluşu ve Onlara Sarılmanın Gerekliliği:

 

 

Sünni-Şiâ Muhaddislerinin rivayetleri gereği Resulullah (s.a.v.) kendisinden sonra iki değerli şeyi miras ve emanet olarak ümmetine bırakmış bütün Müslümanları onlara sarılmaya davet etmiş ve de insanların hidayetinin ancak bu iki değerli mirasa sa­rılmakla gerçekleşeceğini vurgulamıştır. Bu iki değerli şey Kur'an ve Ehl-i Beyt'tir.

Burada bu muhtevayı içeren hadislerden numune olarak bazı­larını naklediyoruz:

1-       Tirmizi kendi sahihinde cabir b. Abdullah'ı Ensari'den, o da peygamberden şöyle naklediyor:

"Ey insanlar ben aranızda (iki) şey bırakıyorum ki, eğer onlara sarılacak olursanız asla sapıklığa düşmezsiniz (Bu iki şeye) Kur'an ve Ehl-i Beyt'im olan itretimdir. (1)

2-Hakeza Tirmizi mezkur kitabında şöyle yazıyor: Peygamber şöyle buyurdu:    

                          .
       "Ben aranızda (iki) şey bırakıyorum ki, onlara sarıldığınız
müddetçe kesinlikle benden sonra sapıklığa düşmezsiniz. Biri di­ğerinden daha büyüktür ki göklerden yere sarkıtılmış bir ip gibi olan, Allah'ın kitabıdır, (diğeri de) Ehl-i beytim olan itretimdir. Bu iki Kevser havuzunun başında bana varıncaya kadar asla bir­birinden ayrılmazlar. O halde bakın benden sonra bu ikisine nasıl davranacaksınız." (2)

 

3-       Müslim b. Haccâc, kendi sahihinde Peygamber'den s.a.a.)
şöyle rivayet etmektedir:

"Ey insanlar bilin ki şüphesiz ben de beşerim. Allah'ın elçisi (ruhları kabzeden), yakında bana gelecek ve ben de ona icabet edeceğim. Ve ben aranızda iki değerli şey bırakıyorum. Bunlar­dan biri Allah'ın kitabıdır ki, onda nur ve hidâyet vardır. O halde Allah'ın kitabını alın ve ona sanlın."

O zaman Peygamber (s.a.a.) halkı Kur'an'a teşvik etti, sonra da şöyle devam etti:

"Ve bir diğeri de Ehl-i Beytim'dir. Sizlere ehl-i beytim hakkın-

1- "Sahihi Tirmizi" "Kitab-ul Menakib" Bâb-u Menâkib-i Ehl-i Beyti'n-Nebi C. 5, Beyrut baskısı, S. 662, Hadis: 3786: 2-Önceki kaynak, S. 663, Hadis: 3788.

 

da Allah'ı hatırlatırım. Sizlere Ehli Beyt'im hakkında Allah'ı ha­tırlatırım.

4- İslam muhaddislerinden bazıları Peygamberden şöyle nakletmişlerdir:

"Ben aranızda iki değerli şey bırakıyorum. Allah'ın kitabı ve Ehl-i Beyt'im. Ve bu ikisi Kevser havuzunda bana varıncaya ka­dar asla birbirinden ayrılmazlar." (2)

Hatırlatmak gerekir ki bu mevzuda nakledilmiş İslami hadis­ler buraya sığmayacak kadar çoktur. Büyük bilgin seyyid Mir hamid Hüseyin "Abakât-ül Envar" adlı büyük kitabın 6. cilt'ini sa­dece bu hadisin senetlerine ayırmıştır.

Mezkur hadislerin ışığında açıkça anlaşılmaktadır ki, Allah'ın kitabı ve Resulullah'ın sünnetinin yanı sıra Peygamber'in (s.a.a.) Ehl-i beyt'ine sarılmak ve onlara tabi olmak da İslam’ın zaruri yatındandır ve Ehl-i Beyt'in sözlerini terk etmek de delalet ve sapık­lığa sebep olur.

Burada şu soruyla da karşı karşıya kalıyoruz: Acaba Resulullah'ın (s.a.a.) emri üzere itaat edilmesi farz olan Ehl-i Beyt kim­lerdir? Bu yüzden de meselenin açıklığa kavuşması için, hadislere ve İslami kaynaklara dayanarak Peygamber'in itret ve Ehl-i Beyt'inin kimler olduğunu incelemeye çalışacağız.

Mezkur rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, Peygamber'! Ekrem (s.a.a.) tüm Müslümanları kendi Ehl-i Beytine tabi olmaya davet etmiş onu Kur'an'la bir arada zikretmiş, ve kendisinden sonra halkın mercii olarak göstererek şöyle buyurmuştur:

"Kur'an ve Ehl-i Beytim asla birbirinden ayrılmazlar."

Bu esas üzere Peygamber'in Ehl-i Beyti, -Resulullah'ın onu Kur'an'ın eşi olarak tanıttığı hasebiyle- ismet makamına sahip olan ve de İslâm öğretilerinin saf ve berrak pınarından beslenen kimseler olmalıdır. Aksi taktirde Kur'an'dan ayrılacaktır. Halbu­ki Peygamber-i Ekrem şöyle buyurmuştur: "Kur'an ve İtretim, Kevser havuzunun başında yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar."

Böylece sadece Şia imamlarına intibak eden -ve hepsi de Pey­gamber'in İtretinden olan- Ehli Beyt'i ve onların seçkin sıfatlarını

1-"Sahih-i Müslim, 7. cüz; Bâb-u fazâil-i Ali b. Ebi Tâlib" Mısır baskısı, S 122-l^S

2-Müstedrek-i Hâkim 3. cüz, S. 148, "Es Savâik-ul Muhrike", 11. bab, 1. fasıl s. 149, Bu hadis bu nakile yakın bir muhtevayla şu kitaplarda da yer almıştır. Müsned-i Ahmed, C. 5, S. 182-189, Kenz-ul Ummâl, 1. cüz, "Bab-ul İtisâmi bil-kitabi ves-sünneti, s. 44.

 

 

dakik bir şekilde tanımanın zarureti ispatlanmış oldu.

Burada büyük İslâm muhaddislerinin rivayetleri ışığında bu mevzudaki açık delillerimizi sizlere sunmaya çalışacağız.

1-       Müslim b. Haccâc, kendi sahihinde sekaleyn hadisin naklet­
tikten sonra şöyle yazıyor

"Yezid b. Heyyân, Peygamber'in meşhur sahabesi Zeyd b. Er-kam'dan şöyle sordu:

"Peygamber'in (s.a.a.) Ehl-i Beyti kimlerdir? Acaba onlardan maksat Peygamber'in zevceleri midir?

Zeyid b. Erkam da cevabında şöyle dedi:

"Hayır Andolsun Allah'a; kadın bir müddet kocasının yanında kalır. Sonra kocası boşayınca yemden babasının ve kavminin ya­nına döner. Peygamber'in Ehl-i Beyt'i, O Hazretin aslı ve de bağ­lıları olan ve Peygamberden sonra kendilerine sadaka haram kılı­nan kimselerdir." (1)

Bu nakilden açıkça şu hakikat ispat olmaktadır ki, Peygamber'i Ekrem'in (s.a.a.) Ehl-i Beyt'inden maksat -ki onlara tabi ol­mak da aynen Allah'ın kitabı gibi vacibdir- onun hanımları değil­dir. Zira Peygamber'in Ehl-i Beytinin Hazretle cismâni bir nisbeti olması gerektiği gibi, Kur'an'ın yanında Müslümanların merci olarak gösterilebilmesi için O Hazretle manevi bir bağlılıkları ol­malı ve özel bir liyaka sahip bulunmaları gerekir.

2-       Peygamber'i Ekrem Ehl-i Beytinin sadece vasıflarını zikret­mekle yetinmemiş, Onlardan imam olanların oniki kişi olduklarını da tasrih etmiştir.

Müslim kendi sahihinde Cabir b. Sumeyre'den şöyle rivayet et­mektedir:

Resulullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim:

"İslam 12 halifeyle aziz kalacak (ve izzetle yaşayacaktır.) Son­ra da Hazret bir şey buyurdu ki ben Babama "ne buyurdu?" diye sordum Babam Hazretin "Hepsi Kureyş'tendir" buyurduğunu söyledi." (2)

Hakeza Müslim b. Haccâc, sahihinin bir başka yerinde Pey-gamber'den şöyle nakletmektedir:

"(Müslüman) halka on iki kişi hüküm sürdüğü müddetçe onla­rın işi iyi gidecektir" (3)

Bu iki rivayet ancak şiâ'nın dediği 12 imama sadıktır. Zira

l- Sahih-i Müslim, 7. cüz, Bâb-u Fezâil-i Ali b. Ebi Talib, Mısır Baskısı, S. 123. 2-Sahih-i Müslim, C. 6, S? 3, Mısır baskısı. 3- Önceki kaynak.

 

Ehl-i Beyt imamlarını çıkarsak İslam'da Peygamber'den hemen sonra Müslümanların işlerinde ve çeşitli sorunlarında onların mercii olan, İslam'a şevket ve izzet veren ve tek kelimede Resulullah'ın bu hadisine gerçek mısdak olabilecek başka on iki kişiyi bulabilmek imkansızdır.

Zira Müslümanların ıstilahıyla Hulefa-i Reşidin'den ilk üç hali­fenin de farzen zahiri icra tını kabul etsek ve hatalarına göz yum-sak dahi, Beni Ümeyye ve Beni Abbas halifeleri, tarihin de şahid olduğu çirkin ve rezil hareketleriyle İslâm ve Müslümanların yüz karası idiler.

Böylece Peygamber'i Ekrem'in (s.a.a.) Kur'an'a eş ve de dünya Müslümanlarına rehber olarak tanıttığı Ehl-i Beytin'den maksadın, Resulullah'ın ilminin hamilleri ve onun sünnetinin hafız ve koruyucuları olan Peygamber'in itretinden 12 imam'ın olduğu an­laşılmaktadır.

3- Emir-ül Müminin Ali (a.s.) de Müslümanların İmam ve reh­berlerinin Beni Haşim'den olduğu söylemiştir ki, bu da Şia'nın Ehl-i Beyt'i tanımlamadaki sözünün doğruluğuna bir başka şahit­tir. Hazret şöyle buyuruyor:

"Kureyş'ten olan imamların hepsi de Beni Haşim taifesindendir. Başkalarının insanlara hüküm sürme salahiyetleri yoktur. Ve diğer hakimlerin hakimiyeti esassız ve bâtıl'dır." (1)

Mezkur rivayetlerden iki hakikat ortaya çıkmaktadır:

1. Peygamber'in Ehl-i Beytin'e tabi olmak da tıpkı kur'an'a tabi olmak gibi vacibdir.

2. Kur'an'ı Kerim'in eşi ve de Müslümanların mercii olan Resulullah'ın Ehl-i Beyt'inin özellikleri şunlardır:

1- Hepsi Kureyş'ten ve Beni Haşim'dendir.

2- Onlar Resulullah'a o kadar yakındırlar ki onlara sadaka haramdır.

3- Hepsi de ismet (masumluk) makamına sahiptirler. Aksi tak­tirde Kur'an-ı Kerim'den amelen ayrılırlardı. Halbuki peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kur'an ve itret Kevser havuzunda yanıma gelinceye dek birbirinden ayrılmazlar."

4- Toplam 12 kişidirler ki, Peygamber'den sonra birbiri ardınca Müslümanların rehberliğini üstlenmişlerdir.

5- Peygamber'in (s.a.a.) bu on iki halifesi, İslam'ın gün geçtikçe şevket ve izzetine sebep olacak kimselerdir.

l- Nehc-ul Belağa, (subhi Salih), 144. hutbe.

 

Mezkur rivayetlerden elde edilen bu vasıflan göz önünde bulu-duracak olursak, Peygamberin kendilerine tabi olmayı emrettiği Ehl-i Beyt'inden maksat Peygamberin itretinden olan 12 pâk imamın aynısı olduğu anlaşılır. Şia da İslam'ı bütün yönleriyle onlardan öğrendiği ve tek kelimede Resulullah'ın emriyle onlara sarıldığı için iftihar etmektedir.

O yüce insanların mübarek isimleri şöyledir:

l-Ali b.EbiTalib(a.s.)

2-Hasan b. Ali Mücteba (a.s.)       .

3-Hüseyin b. Ali (a.s.)

4-Ali b. El Hüseyin (Zeynül Abidin) (a.s.)

5-Muhammed b. Ali (Bakır) (a.s.)
6-Cafer b. Muhammed (Sadık) (a.s.)

7-Musa b. Cafer (Kâzım) (a.s.)

8-Ali b. Musa (Rıza) (a.s.)

9-Muhammed b. Ali (Takî) (a.s.)

10-Ali b. Muhammed (Nakî) (a.s.)
          11-Hasan b. Ali (Askerî) (a.s.)

12- İmam Mehdi (Kâim) (a.s.) ki İslâm muhaddisleri tarafın­dan "Mehdi-i Mevud" unvanıyla Hazret hakkında Peygamberden (s.a.a.) birçok mütevatir rivayetler nakledilmiştir.

Allah'ın Salat ve selamı hepsinin üzerine olsun.

Ehl-i Beyt'in sözlerinin muteber olduğu ve de onlara sarılma­nın lüzumu ispat edildikten sonra, şimdi onların secde konusun­daki bazı rivayetlerini siz okuyuculara takdim etmeğe çalışaca­ğız:

1-       İmam Cafer-i Sâdık (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Secde sadece yeryüzüne ve yerden biten şeylere caizdir, yiyilecek ve giyilecek şeyler hariç." (1)

2-       Başka bir yerde şöyle buyuruyor:

"Yerin üzerine secde etmek ilahi bir farizedir. Humre (bir nevi hasır) üzerine secde etmek ise sünnet'tir. (2)

3-       Yine imâm sadık (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Yer ve yerden biten şeylerden başka bir şeyin üzerine secde etmek caiz değildir; yiyilecekler, Pamuk ve keten hariç." (3)

4-Vesail-uş Şia'da şöyle nakledilmiştir:

"İshak b. Fuzayl imâm sâdık'a (a.s.) hasır üzerine secde etme­nin hükmünü sorunda Hazret şöyle buyurdu: "Sakıncası yoktur.

1-Vasâil-uş şiâ, C.'3, S. 591:

2-Vesâil-uş şiâ, C. 3, S. 593:

3-Vesâil-uş şiâ, C. 3, S. 592:

 

 

Ama yerin üzerine secde etmek bana daha sevimlidir. Zira Resulullah da bunu seviyor ve alnım yere bırakıyordu: Ben de senin için Resulullah'ın sevdiği şeyi seviyorum" (1)

5-       Yine Vesail-üş Şia'da şöyle rivayet ediyor:

"Bir şahıs imam Bâkır'a (a.s.) hasır, hurma lifinden örülmüş şey ve bitkinin üzerine secde etmenin caiz olup olmadığım sorun­ca Hazret, "Evet caizdir" buyurdu." (2)

6-       Halebi şöyle naklediyor:

"İmam Sadık'a (a.s.) kumaş cinsinden yaygı (kıldan örülmüş sergi) ve keçe üzerine secde etmenin hükmünü sordum. Hazret şöyle buyurdu: "Bunların üzerine secde etme! Ama bunların üze­rinde durur da yerin üzerine secde edersen sakıncası yoktur. Ha­keza bunların üzerine bir hasır serer de hasırın üzerine secde edersen bu da sahihtir." (3)

Mezkur rivayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki! Peygamber'in Ehl-i Beytine göre sadece yer ve yerden biten şeyler üzerine (giyi­lecek ve yiyilecekler dışında) secde etmek câiz'dir. Zaten Resulullah’ın hadisleri, sünneti ve sireti ile ashabın amel tarzından isti­fade edilen de aynı şeydir.

Şunu da bilmeliyiz ki, Ehl-i Bey t ve masum imamlar, şer'i hü­kümleri direkt olarak Peygamberden almışlardır. Zira Şia'nın na­zarında beşer toplumu için kanun ve hüküm teşri etmek hakkı sadece Allah'a mahsustur. Bu mukaddes hükümleri Allah'u Tealâ Peygamberi vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Evet Allah ve kul­lan arasında yegane vahiy ve teşri vasıtası Peygamberdir. Şia'nın Ehl-i Beyt'ten nakledilen hadislerin kendi fıkhı kaynaklarından-sayması da bu hadislerin Peygamberin sünnetini ifade ve beyan ettiği içindir, başka bir şey değil.

Bu yüzden îmam Sadık (a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur:

Benim hadisim, babam (imam Bakır -a.s.-)'ın hadisidir; Baba­mın hadisi de, dedem (imam Zeyn-ül Abidin -a.s.-)'ın hadisi, dede­min hadisi de imam Hüseyin'in (a.s.) hadisi, imam Hüseyin'in de hadisi de, imam Hasan’ın (a.s.) hadisi, imam Hasan'ın hadisi de Emir-ul Mu'min'in (a.s.)'m hadisi, Emir-ul Mu'min'in hadisi de Resulullah'ın (s.a.a.) hadisi, Resulullah'ın hadisi de Yüce ve Aziz Allah'ın buyruğudur." (4)

Başka bir yerde de kendisine soran birisine şöyle buyurdu:

1-Vesâil-uş şiâ, C. 3, S. 609:

2-Vesâil-uş şiâ, C. 3, S. 593:

3-Vesâil-uş şiâ, C. 3, S. 594:

4-Câmi-u Ehâdis-iş şiâ, C. l, S. 129:

"Sana verdiğim cevapların hepsi Peygamber'dendir. Biz kendi görüşümüz üzere hiç bir şey söylemeyiz." (1)

Mezkur hadislerden de şu iki nükte elde edilmektedir:

a Resulullah'ın Ehl-i Beyti'nin nazarında sadece yer ve yer­den biten şeyler üzerine (giyecek ve yiyecekler) dışında secde et­mek caizdir. Ama yerin bir parçası olan toprağın üzerine secde et­mek daha faziletlidir. Zira secdenin felsefesi, insanan Allah huzu­runda tevazu ve küçülmesini izhar etmesidir. Bu ise toprağın üzerine secde etmekte daha çok tecelli eder.

b)- Peygamber'in (s.a.a.) Ehl-i Beyti'nin söz ve görüşleri, mütevatir hadisler gereğince muteber ve hüccettir. Onlara muhalefet, Resulullah'a muhalefet etmek demektir. Zira Peygamber'! Ekrem (s.a.v.) -sakaleyn hadisi gereğince- Ehl-i Beyti'nin ismetini ve söz­lerini doğruluk ve itibarını garantilemiştir. Öte yandan Ehl-i Beyt'inde kendi rivayetlerinde tasrih ettikleri gibi, onların sözü Resulullah'ın sünnetinin beyanından başka bir şey değildir. Böy­lece bu açık ve delili mukaddemelerinden Şia'nın secde mesele­sindeki görüşünün sıhhat ve isabeti açıkça ortaya çıkmaktadır.

Önceki bahislerde genişçe üzerinde durduğumuz deliller gere­ğince makbul bir özrü ve de herhangi bir zorlama olmadığı taktir­de mutlaka yer ve yerden biten şeyler üzerine (yiyecekler ve giye­cekler hariç) secde etmek gerekir. Mezkur deliller özetle şunlar­dır:

1-Peygamber'in sünneti buyurukları ve O Hazretin toprağın üzerine secde edilmesini emretmesi,

2-Resulullah'ın amel tarzı ve sireti,

3-Peygamber'in sahabesinin sözleri,

4-Resulullah'ın sahabe ve tabinin'in (sadr-ı İslâm Müslümanlarının) amel tarzı ve sireti,

5-Peygamber'in (s.a.a.) Ehl-i Beyti'nin sözleri.

Ancak burada diğer bir kısım hadisler de vardır ki, aşın sıcak­lık veya soğukluk gibi birtakım zaruri hallerde secdenin keyfiye­tini beyan etmektedir. Bu hadislerin mecmuundan, zaruri du­rumlarda ve makbul bir özrü olduğu takdirde insanın, elbisesinin bir köşesine veya bir parça kumaş üzerine secde etmesinin caiz olduğu istifade edilmektedir.

Evet mezkur hadisler sadece zaruri durumlardaki secdenin keyfiyetini beyan etmektedir. Fakat bazı Müslümanlar (Ehl-i Sünnet) mezkur hadislerinin bütün durumlar için geçerli olduğu-

1- Câmi-ul Ehâdis-iş şiâ, C. l, S. 129:

 

 

nu ve normal hallerde bile halı, kumaş ve benzeri şeyler üzerine secde edilmesinin cevazına delalet ettiğini zannederek Peygam­ber ve sahabenin açıkladığımız sünnet ve siretinden el çekmiş ve her zaman için sergi, kumaş, elbise gibi sıvı olmayan şeyler, hatta yiyecek ve giyeceklere dahi secde edilmesinin cevazına fetva ver­mişlerdir.

Bu yüzden zaruret halinin söz konusu olduğunu bizzat tasrih eden mezkur hadisleri de siz okuyuculara aktarmanın meselenin iyice aydınlanmasına yardımcı olacağını sanırız:

l- Ebu Abdullah Buhâri kendi sahihinin bir kaç yerinde aşağı­daki hadisi Enes'den nakletmiş ve hatta kendi kitabında "şiddetli sıcaklıkta elbise üzerine secde" başlığı altında bir bab tahsis et­miştir. Nitekim bu başlık da bizim iddiamızın doğruluğuna bir başka şahittir. Hadis şöyledir:

"Şiddetli sıcaklıkta Resulullah ile birlikte namaz kılıyorduk. Bizlerden biri şiddetli sıcaklık sebebiyle alnını yere koyamayınca elbisesini seriyor ve onun üzerine secde ediyordu."

2-       Buhâri kendi kitabının başka bir yerinde Enes'den şöyle
nakletmektedir.

"Şiddetli sıcaklıkta Peygamberin arkasında namaz kılarken hararet ve sıcaklıktan korunmak için elbiselerimizin üzerine sec­de ediyorduk." (1)

3-       Müslim b. Haccâc da mezkur rivayeti şöyle nakletmektedir:
"Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) ile namaz kıldığımız zaman, bizlerden biri şiddetli sıcaklıktan alnını yere koyamayınca, elbisesini
yere seriyor ve üzerine secde ediyordu." (2)

4-       Müslim, başka bir yerde sahabeden birinden şöyle nakledil­miştir:

"Şiddetli sıcakta Resulullah (s.a.a.) ile birlikte namaz kılıyor­duk. Bizlerden biri alnını yere koyamayınca elbiselerini yere seri­yor ve üzerine secde ediyordu." (3)

Görüldüğü gibi bütün bu ibarelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, yer ve yerden bitenler dışında başka şeyler üzerine secde et­mek sadece çaresizlik ve zaruret hallerinde caizdir. Zira mezkur cümleler hep aşırı sıcaklık veya soğukluk gibi bir takım makbul özürleri söz konusu etmektedir. Buradan, da anlaşılmaktadır ki,

1-       Sahih-i Buhâri, C. l, S. 143, 107 ve S. 101, Hakeza C. 2, S. 81:

Not: Kaynak aynı kitap olduğu için birinci ve ikinci hadisin kaynağı bir arada zikredilmiştir.

2-Siretunâ ve sünnetuna, S. 131, Müslim'den naklen:

3-Aynı kaynak:

 

 

         Sadr-ı İslâm'daki bazı Müslümanlar yakıcı güneşin vurduğu Hicaz topraklarının aşın sıcağından korunabilmek için elbiselerinin üzerine secde etmekteydiler.

 

Bu yüzden (Ehl-i Sünnet'in büyük alimlerinden) İbn-i Hacer şöyle diyor:

"Mezkur rivayetlerden anlaşılıyor ki, secdede asıl olan secde anında alnı yerin üzerine koymaktır."

Zira elbise üzerine secde etmek, tahammülsüzlük (zaruret) haline aittir." (1)

Şevkani de mezkur rivayeti naklettikten sonra şöyle diyor:

"Hadis sadece hararet ve sıcaklıktan korunmak için elbisesinin üzerine secdenin cevazına delalet etmektedir. Hakeza hadisten secdede asıl olanın alnı yerin üzerine koymak olduğu da anlaşıl­maktadır. Zira elbise üzerine secde tahammülsüzlük ve makbul bir özür olduğu takdirde geçerlidir." (2)

Zaruret halinde elbisenin üzerine secde edebilme hükmü, sade­ce Ehl-i Sünnet'in hadis kitaplarına has bir şey değil, Ehl-i Beyt hadislerinde göze çarpmaktadır, "vesail-uş Şia" adlı hadis kitabı­nın yazan kendi kitabında "zaruret halinde elinin üstüne veya el­bisenin üzerine secde etmenin cevazı" adı altında bir bölüm açmış ve Resulullah'ın (s.a.a.) ve Ehl-i Beyti'nin bu hususta nakledilen hadislerine bir aramaya toplamıştır ki, biz burada örnek olarak bu hadislerden bazısını sizlere aktaracağız:

1-Uyeyne şöyle diyor:

     "İmam Sadık'a (s.a.) şöyle dedim; Oldukça sıcak bir günde mes­cide giriyor ve çakıl taşlarına secde etmek istemiyorum. Acaba el­bisemi yere serip de üzerine secde edebilir miyim? Hazret şöyle buyurdu: "Evet, bunun bir sakıncası yoktur' (3)

2-       Kasım b. Fuzaly diyor ki: "İmam Rıza'ya (a.s.) arzettim: Fedan olayım, acaba sıcaklık ve soğukluk sebebiyle insan elbisesi­
nin kolu üzerine secde edebilir mi?" Hazret, "Sakıncası yoktur."
buyurdu. (4)

3-       İmamiye ashabından bir grup şöyle nakletmişlerdir. "İmam Bâkır'a (a.s.) şöyle sorduk: Acaba kar ve buz olan bir

yerde olduğumuzda onların üzerine secde edebilir miyiz? Hazret şöyle cevap verdi:

1-"El-Feth" C. l, S. 414:

2-Siretunâ ve sünnetunâ, S. 131, "Neyl-ül Evtâri'den naklen:

3-Vesâil-uş şiâ, C. 3, kitab-us Salât, Ebvab-u Ma Yüscedu aleyh, bab. 4, hadis. 1:

4-Aynı kaynak, Hadis 2:

 

 

"Hayır, ama pamuk ve keten gibi bir şey giy onun üzerine koy ve secde et" (1)

 

Binaenaleyh buraya kadar zikrettiğimiz bunca delillerin karşısında, elbise vb. şeyler üzerine secde etmeyi ve herhangi bir za­ruretle şartlandırmadan mutlak olarak nakledilmiş diğer bazı hadisleri de -Usul-i Fıkıh (fıkıh metodolojisi) kaideleri gereğince- za­ruret durumlarıyla şartlanan hadislere hamledilmelidir.

Mezkur hadislerin mecmuundan şu iki nükte açıklık kazan­maktadır.

1- Toprak, taş, çakıl ve yerden bitenler gibi (yiyecek ve giyecekler hariç) bir yer parçası bulabilirse aşın sıcaklık veya soğukluk gibi mecburi bir durumda olmazsa yer ve yerden biten mezkur şeyler üzerine secde etmek gerekir.

2- Sadece makbul bir özrü olur veya bir zaruret içinde bulunur­sa (sıcaklık, soğukluk gibi) veya yerin adı geçen parçalardan biri­ni bulamazsa insan, elbiselerinin bir parçası veya herhangi bir kumaş üzerine secde edebilir. Bu nükte Sünni-Şii her iki grubunda naklettiği rivayetler arasında göze çarpmaktadır.

Bu yüzden Şii Müslümanlar ve Ehl-i Beyt (a.s.) mektebinin takibçileri.  Resulullah'ın sünneti ve sireti ile Sadr-ı İslâm Müslümanlarının ameli tarzı ve Peygamber'in (s.a.a.) Ehl-i Beyti'nin sözlerine uyarak ihtiyar haletinde taş, çakıl, tahta parçaları ve benzeri şeylerin üzerine secde etmekte ve kumaş, elbise ve yiye­cekler üzerine secde etmekten çekinmektedir. Dolayısıyla Allah karşısında daha fazla tevazu ve ubudiyet izhanında bulunmak için de toprağın üzerine secde etmeyi tercih etmektedirler. Bu maksadla da sahabe, tabiin ve Ehl-i Beyti'n siretine uyarak yan­larında bir parça temiz toprak bulundurmakta ve de bu vesileyle alemlerin Yaratıcısı karşısında tevazu ve ubudiyetin en üst mer­tebesini izhar etmektedirler. Hatırlatmak gerekir ki, bu amel sa­dece Şii'lere has bir şey değildir. Çünkü Ehl-i Sünnetin bâzı meş­hur şahsiyetleri de bu yolu seçmişlerdir ki, söz fazla uzamasın di­ye bu konuda yapılan bir sürü nakillerin arasından sadece bazı örnekleri zikretmekle yetiniyoruz:

l- İslâm tarihçi ve muhaddislerinden bir grup şöyle nakletmekdedirler:

"Ömer b. Abdulaziz'in hasırın üzerine secde etmekle yetinmi­yor, bir miktar toprak da hasırın üzerine koyuyor ve üzerine sec­de ediyordu." (2)

1-Aynı kaynak, Hadis. 7:

2-Feth-ul Bari, C. l, S. 410 ve şer-ul Ahvezi, C. l, S. 272:

 

 

2-Urve b. Zubeyr'den nakledilmiştir ki, O yerden başka bir şe­yin üzerinde namaz kılmayı sevmezdi." (1)

3-Daha önce de işaret edildiği gibi "Tabakat-ı Kübra'nın yazan şöyle diyor:

"Mesruk b. Ecda (tabiinden biri) yolculuğa çıkarken gemide üzerine secde etmesi için bir parça kerpiç yanında bulunduruyor­du." (2)

Bu esas üzere, Şii Müslümanların yere ve yerden biten şeylerin üzerine (yiyecekler ve giyecekler dışında) secde etmeyi gerekli görmeleri ve Allah karşısında daha fazla tevazu ve ubudiyet izha­rında bulunmak için mukaddes ve temiz bir toprak parçası yanla­rında bulundurup onun üzerine secde etmeyi tercih etmeleri şirk olmadığı gibi, kamilen tevhit ruhuyla da bağdaşmaktadır.

Bunun hilafına olan görüşler bir nevi asılsız teşri ve bidat ko­numunda olup, Peygamber'i Ekrem'in (s.a.a.) sünneti, tabiin ve sahabenin söz ve amelleri ve hakeza Ehl-i Beyt (a.s.)'in menkul rivayetleri ışığında çürük ve temelsiz olduğu kendiliğinden orta­ya çıkmaktadır. Aşağıda zikredilen söz de bu iddianın apaçık bir delilidir:

"Hafız Ebu Bekir b. Ebi Şeybe kendi kitabında (El-Müsan-nef/C. 2) Said b. Müseyyib ve Muhammed b. Sirin'den şöyle nakletmiştir: "Tenefese" (kürkten bir nevi yaygı) üzerinde namaz kıl­mak sonradan çıkarılmış bir şeydir ve Resulullah'dan sahih bir senedle rivayet edilmiştir ki, "işlerin en kötüsü sonradan çıkan­lardır. (Dinde) Sonradan çıkan her şey de bidattir." (3)

Şii Müslümanlar, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt'in sözlerine ve siretlerine uyarak namazda Allah için secde­nin İslam şehidlerinin efendisi Hz. Hüseyin'in türbeti olan Kerbala toprağının üzerine yapılmasını müstahab biliyorlar.

Burada da şu soruyla karşılaşmaktayız: Niçin şiiler dünyadaki bunca bölge arasında sadece Kerbala toprağını seçmiş ve namaz­da onun üzerine secde edilmesini tercih etmişlerdir. Neden Kerbala toprağından bir parçasını mescidlerde, evlerde veya yolculukta kendi yanlarında bulunduruyorlar?

Burada bu soruya cevap olarak, Resulullah'ın ve Ehl-i Bey-ti'nin sünnet ve sireti ışığında şianın açık delillerini siz okuyucu­lara sunmaya çalışacağız.

1-Aynı kaynak:

2-Tabakât-ul-kubrâ, C. 6, S. 79 Beyrut baskısı, Mesruk b. Ecda'mn ha­yatı bölümünde:

3-Sîretunâ ve sünnetunâ, S. 134:

 

 

l- Malumdur ki şiiler her türlü toprak ve taşa secde etmeyi ca­iz bilmektedirler. Ama sahih İslami rivayetlerin de tasrih ettiği gibi ilahi şiar ve mukaddesata veya Allah'ın velilerine intisabı (nisbetinin olması) sebebiyle bazı yerlerin diğer yerlere göre özel bir kutsallık ve öncelik taşıdığına inanmaktadırlar.

Şüphesiz Mekke-i Mükerreme bünyesinde Beytullahil Müker-reme ve Kabe-i Muazzama'yı bulundurduğu hasebiyle ilahi emni­yet haremi sayılmakta ve de özel bir kudsiyete sahib bulunmak­tadır. Bu temizlik ve kudsiyet sebebiyle de müşrik ve kafirlerin bu mukaddes bölgeye girmeleri yasaklanmıştır. Hakeza Medine topraklan hakkında da nakledilen hadisler ışığında oldukça yüce bir değer ve kutsallığa sahib bulunmaktadır.

İslami rivayetler açısından mukaddes beldelerden biri de Kerbeladır. Kerbala, Resulullah'ın (s.a.a.) evlatlarının (başlarında Hz. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib (a;S.) olmak üzere) Allah yolunda kurban olduğu yerdir. Şimdi de bu hususta her iki Müslüman grubun özellikle de Ehl-i sünnet alimlerinin kitablarmda yer alan muteber hadislerden bazı numuneler vereceğiz. Böylece Kerbala topraklarının kudsiyet ve özel değeri apaçık anlaşılmış olur.

"İbn-i Hacer-i Haysemi Es-sevâik-ul Muhrike" adlı kitabında şöyle naklediyor:

"Hz. Hüseyin (a.s.) Resulullah'ın (s.a.a.) huzuruna vardı ve hız­la Resulullah'a doğru koşup kendini Resulullah'ın üzerine attı. Peygamber'i Ekrem de onu okşayıp öpmeye başladı. Meleklerden biri (ki Hazretin huzurunda bulunuyordu.) O Hazrete "Onu sevi­yor musun?" diye sordu. Peygamber "evet" dedi. Melek şöyle de­vam etti: "Senin ümmetin onu şehid edecektir. Eğer istersen onun şehid olacağı yeri göstereyim sana. Sonra o mekanı Resulul­lah'a gösterdi. O kendisiyle beraber bir miktar çakıl taş veya kır­mızı toprak getirdi. Ümmü Seleme de (Resulullah'ın zevcesi) o toprağı alarak elbisesinin içine koydu: "Sabit diyor, "Biz, o bölge Kerbeladır" diyorduk"

Aynı hadis ibn-i Ahmed'in naklinde şu cümleyle bitmiştir: Pey­gamber (s.a.a.) o toprağı koklayarak şöyle buyurdu: Bu toprak kerb (hüzün keder) ve bela kokusu vermektedir." (1)

Hakeza ibn-i Sad'dan ve o da Şa'bî'den şöyle nakletmektedir:

"Ali b. Ebi Tâlib (a.s.) Sıffın'e giderken Kerbela'ya yolu düştü, Fırat kenarındaki Neyneva köyüne yetiştiği vakit durdu ve o böl­genin adını sordu. Hazret'e oranın "Kerbala" olduğunu söylediler. Emir-el Müminin (a.s.) o kadar ağladı ki, gözyaşlarından yer ıs-

1- Es-Sevai-ul Muhrike, S. 192:

 

 

landı. O zaman şöyle buyurdu: Bir gün Resulullah'ın (s.a.a.) huzu­runa varınca hazretin ağladığını gördüm. Hazret'e "Niçin ağlıyor­sun?" diye sordum, şöyle buyurdu:

"Bir kaç dakika önce Cebraâil yanıma gelerek, bana evladım Hüseyin'in Fırat'ın kenarında Kerbala adında bir yerde öldürüle­ceğini bildirdi. O zaman Cebrail koklamam için oranın toprağın­dan bir avuç bana verdi. Bu yüzden ağlamaktan alamıyorum ken­dimi." (1),

İbn-i Hacer başka bir yerde şöyle rivayet etmektedir: "Cebrail Peygambere 'Senin ümmetin onu öldürecek" diye haber verdi. Peygamber 'Evladımı mı?' diye sordu. Cebrail, 'Evet, eğer istersen onun şehid edileceği yeri göstereceğim." diye cevap verdi. Sonra da "Teff (Kerbelanın diğer adıdır) denilen yere işaret etti. Ora­dan bir miktar kırmızı türbet alarak Peygamber'e gösterdi ve şöy­le dedi: "Bu O'nun şehid düşeceği yerin toprağındandır." (2)

Sihah kitablarında ve Ehl-i sünnet müsnedlerinde yer alan bu ve benzeri bir çok hadislerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Resulullah, Emir-el Mü'min'in ve İslâm muhaddislerinin nazarında Kerbala bölgesi çok mukaddes ve değerli bir türbedir. Oranın pak topraklan da özel bir imtiyaza sahibdir.

Bazı rivayetlerde yer aldığı üzere Peygamber'i Ekrem (s.a.a.) Kerbala toprağım kokladıktan sonra o mukaddes toprağın üzeri­ne gözyaşı döküyor ve şöyle buyuruyor: "Ne mutlu bu toprağa." (3)

Evet gerçi bütün toprak, taş ve temiz yerler üzerine secde et­mek caiz ve meşrudur; ama zahiri nezafet ve temizliğin yanı sıra özel bir manevi değer ve kudsiyeti de olan topraklar üzerine sec­de etmek daha da iyi ve faziletlidir.

Mezkur iki mukaddemeden şu neticeyi alıyoruz ki, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve paklık ve teharetinin yanısı-

1-Es-sevâik-ul Muhrike, S. 193:

2-Es sevâik-ul Muhrike, S. 193: bu hususta Sünni-Şii kitaplarında bir çok hadisler mevcuttur. Daha fazla bilgi edinmek için şu kitaplara müra­caat edilebilir:

Kenz-ul Ummâl, C. 13, S. 111-112, El-Hesâis (suyuti) C, 2, S. 125, Menâkıb-i İbn-i Megâzili ve "Bihâr-ul C. 44 ve El-Mucem-ul kebir (Taberâni), S. 144 ve El ikdul ferid, c. 2 ve Essevâik-ul Muhrike ve benzeri bir çok hadis kitapları:

3-İhkâk-ul Hak C. 11, S. 347   Mucem-ul kebir, Tehzib-üt Tehzib Kifâyet-ut Tâlib (genci-i şafii), Maktel-ul Huseyn (a.s.) (Harezmi) ve benzeri kitaplardan naklen:

 

 

ra manev kudsiyeti de ispat edilen Kerbela gibi bölgelerin İslâm-i mukaddesat veya ilahi veliler ve Allah-u Teâla'nın dergahının azizleri ile bir bağlantı intisabı vardır. O mükerrem türbelerin şerefeti de sahihlerinin ilahi şerefetinden kaynaklanmaktadır. Zira Peygamber'i Ekrem (s.a.a.) insanları Ehl-i Beyt'ine uymaya davet etmiş ve de hükümlerini Kur'an'ı Kerim'in hükümleri yanında hüccet kabul etmiştir.

2- Burada zikredeceğimiz ikinci delil ise Peygamber'in (s.aa.) Ehl-i Beyt'inden olan imamların hadisleridir ki, bunların da Resulullah'ın sünneti açısından muteber ve hüccet oldukları önceki bahislerde ispat edilmişti.

Vesail-uş Şia'da şöyle nakletmiştir:

"İmam Cafer Sadık (a.s.)'ın ipek cinsinden san renkli bir torbası vardı ki, içinde Hz. Hüseyin (a.s.)'in türbesinden bir miktar toprak mevcut idi. Bu toprağı seccadesinin üzerine bırakıyor ve (namazda) üzerine secde ediyordu." (1)

Aynı kitapta şöyle yer almıştır:

"İmam Sadık (a.s.) Hz. Hüseyin'in toprağından başka bir şey üzerine secde etmiyordu. Bu, Allah karşısında daha çok tevazu ve ubudiyet izharında bulunması içindi." (2)

Burada başka iki nükteyi de hatırlatmak gerekir:

1- Ehl-i Beyt imamlarının Kerbela toprağına secde etmesi veya diğerlerinde bunu tavsiye etmeleri, İmam Hüseyin'in (a.s.) topra­ğı üzerine secde etmenin müstehap ve faziletli olduğu içindir. Ni­tekim bütün Şia fakihleri de "İmam Hüseyin'in (a.s.) toprağının üzerine secde etmek müstehab ve faziletlidir" diye fetva vermiş­ler.

2- Ehl-i Beyt imamlarının, Hz. Hüseyinin (a.s.) mukaddes tür­besi üzerine secde etmeye önem vermelerinin sebebi ise O Hazretin Allah'ın gerçek dinini yayma ve tevhid kelimesinin yücelmesi yolunda şahadete ermesi ve Allah'ın özel bir inayet ve lutfuna mazhar olmasıdır. Bu yüzden Şia'nın masum imamları O Hazretin toprağına secde etmeyi başka topraklara tercih ediyor ve bu yolla Allah'ın rızasını daha fazla elde etmek ve Alemlerin Rabbinin karşısında tevazu ve ubudiyet izharında bulunmak istiyorlar­dı.

Nitekim önce de naklettiğimiz gibi İmam Sadık (a.s.) namazda Allah'a tevazu ve ubuduyet izharında bulunmak için sadece İmam Hüseyin (a.s.) türbetinin üzerine secde ediyorlardı.

1-vesâil-uş şia, C. 3, S. 608.

2-Önceki kaynak:

 

Geçen bahislerin ışığından anlaşılmaktadır ki, Peygamberin Ehl-i Beyti'ne göre -ki sekaleyn hadisi gereğince Kur'an-ı Ke­rim'in eşidirler- İmam Hüseyin'in toprağı üzerine secde etmek da­ha faziletli ve uygundur. Bu esas üzere Resulullah'ı (s.a.a.) ve Ehl-i Beyti'n siret ve sünnetini takib eden Şiiler de İmam Hüse­yin'in türbeti olan Kerbela toprağının üzerine secde etmeyi müstehab biliyor, namazlarda alınlarını o pak ve mukaddes topraklar üzerine koyarak Yüce Allah'ın karşısında olan huzu, tevazu ve ubudiyetlerini daha çok artırmak istiyorlar.

3- Resulullah'ın şecaatlı ve yiğit evladı Hz. Hüseyin (a.s.) ve o Hazretin ashab ve çocukları, Beni Umeyye hükümetinin icad etti­ği tahrif ve bidatlar tufanı karşısında İslam ve tevhid dinini hi­maye etmek için kıyam edip bu yolda şahadete erdikleri için o İs­lam ve Kur'an fedailerinin ancak fedakarlık hatıralarını canlan­dırıp yaşatmak onların mukaddes hedeflerini ve kısaca İslam di­nini ihya etmek demektir,

Hz. Hüseyin'in (a.s.) kendisi de Kerbela'ya doğru ilerlerken mukaddes kıyamının hikmet ve felsefesini şöyle beyan etmiştir:

"Ben hedefsiz ve abes olarak veya fesad çıkarmak ve zulüm yapmak maksadıyla kıyam etmedim. Sadece ceddimin ümmetini ıslah maksadıyla kıyam ettim. Ben iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ve de ceddim ve babam Ali b. Ebi Talib'in sireti üze­re amel etmek istiyorum." (1)

Açıktır ki eğer Müslüman bir insan Allah için secde esnasında İslam şehidlerinin efendisi olan Hz. Hüseyin'in (a.s.) toprağını karşısında müşahade eder ve her namazda alnını o mukaddes toprağın üzerine koyup secde edecek olursa o, Allah yolunun aziz­leri ve velilerinin eşsiz fedakarlıklarını hatırlar (ki can, mal, ço­cuklarını ve dostlarını İslam dinin hakimiyeti için feda etmişler­dir.) ve de bu hadiseden özgürlük, şeref, insanlık ve İslam ve Ku­ran'ı himaye dersleri alır.

Bu esas üzere Kerbela toprağının üzerine secde etmek insanı tevhid yolundan çıkarmadığı gibi onun halisane secdesine daha da bir mana kazandırmakta ve Müslümanları Kur'an ve İslam yo­lunda fedakarlıkta bulunmaları için daha fazla bir basiret ve ha­zırlık içinde Allah'a ibadete sevk eder.

Bütün bu açıklamalardan da malum olduğu gibi Şii Müslümanların imam Hüseyin'in (a.s.) türbetinin üzerine secde etmenin müstehab olduğuna inanmaları Peygamber'in sünneti Ehl-i Beyt'in amel tarzı ve akl-ı selim açısından tamamen meşru ve


l- Avalim-ul ulum, C. 17, S. 179, Bihâr-ul Envâr, C. 44, S. 329:

 

mantıki bir şeydir ve tevhid dininin esas ve usulleriyle de tama­men bağdaşmaktadır.

Değerli Allame Hz. Ayetullah Emini (r.a.) "Siretuna ve Sünne-tuna" adlı eşsiz kitabında şöyle buyurmaktadır:

"Acaba Allah'ın dinini, mukaddesatım ve İslami değerleri sa­vunma ve himaye etme dersleriyle dolu olan (Hz. Hüseyin'in) mü­barek türbeti (toprağı) üzerine secde etmek, Allah'a yakınlaşmak, O'nun rızasını kazanmak ve Hak  Teala’nın karşısında tevazu ve ubudiyet izharında bulunmak için daha da uygun değil midir?! Acaba İlahi azamet, büyüklük ve kibriyalık remzi olan ve Allah karşısında en üst mertebede bir kulluk ve tevazu sırlarıyla yoğ­rulmuş bir toprağın üzerine secde etmek yerin üzerine secde et­menin sırıyla daha fazla uyum sağlamaz mı?!

Acaba tevhid ve tevhid yolunda fedakârlık nişanelerini taşıyan bir toprağın üzerine secde etmek daha uygun ve münasib değil midir?! Öyle bir toprak ki, bizleri merhamet, deruni rahmet, şef­kat ve muhabbete davet etmektedir." (1)

Hakeza büyük Şii alimi Allame "Kaşıf-ul Gıta" (r.a.) da bu hu­susta şöyle diyor: "Şia'nın İmam Hüseyin'in toprağının üzerine secdeyi müstahab ve faziletli bilmesinin sebebi bu konuda birçok deliller ve hadislerin bulunduğu ve türbetin genellikle diğer yer parçalarının maruz kıldığı toz, mikrop, kir vb.den uzak ve temiz olmasının yanı sıra bir sebebi de belki bu mukaddes türbetin, yüce hedefler ve ulvi maksatlar için yapılan fadakârlıkları hatırlatmasıdır. Zira şuurla namaz kılan bir insan alnını böyle bir mukad­des toprağın üzerine bırakınca o değerli önderin, Ehl-i Beyt'in ve ashabının İslami usuller ve inancı uğrunda ve de zulüm, fesad ve diktatörlüğü yok etmek için gösterdikleri fedakarlıkları hatırlar. (2)

Burada da başka bir soruyla karşılaşıyoruz; İmam Hüseyin'in toprağının üzerine secde etmek buna ehemmiyet vermek ve müstehab olarak kabullenmek bir nevi Allah'ın velilerinin eserlerin­den teberrük ummaktır. Acaba Allah'ın velilerinden ve onların eserlerinden teberrük ummak tevhidle bağdaşır mı?"

Bu sorunun cevabı olarak imamların ve Allah'ın velilerinin eserlerinden teberrük ummak unvanı altındaki bir bahsi siz oku­yuculara sunmaya çalışacağız.

Allah'ın velilerinin eserlerinden teberrük ummak müslümanlar arasında yeni çıkmış bir şey değildir. Çünkü bu amelin kökle-

1-Siretuna ve sünnetuna. s. 141:

2-El Arz ve Turbet-ul Hüseyniye:

 

rini Resulullah'ın ve sahabenin hayat tarihinin derinliklerinde bulmak da mümkündür. Sadece Peygamber-i Ekrem ve dostları değil, Önceki peygamberler de buna amel etmişlerdir. Şimdi de Allah'ın velilerinin eserlerinden teberrük ummanın Kur'an ve sünnet açısından da meşru olduğunun delillerine geçelim:

 

1-       Kur'an da yer aldığı üzere Hz. Yusuf kendisini kardeşlerine
tanıttığında ve onların hatalarını affettiğinde şöyle buyurdu: "Şu gömleğimi alın da götürün, babamın gözlerine sürün iyileşir gör­
meye başlar." (Yusuf, 93) Bir başka âyette ise şöyle buyuruyor:

"Müjdeci gelip de gömleği gözlerine sürünce Yakub'un gözleri açıldı, görmeğe başladı" (Yusuf, 96)

Kuran'ın bu beliğ sözü Allah'ın bir Peygamber'inin (Yakub'un) başka bir Peygamber'in (Yusuf un) gömleğine teberrük ettiğine apaçık bir delildir. Hatta mezkur gömleğin Hz. Yakub'un yeniden görmesine sebep olduğunu bile âyet-i kerime beyan etmektedir.

Acaba bu iki Peygamber'in sözünün tevhid çerçevesinin dışın­da olduğu söylenebilir mi?!

2-       Şüphesiz Peygamber-i Ekrem de Beytullah'ı tavaf ederken
Hacer-ül Esved'e el sürüyor veya öpüyordu. Buharı kendi sahi­
hinde şöyle diyor: "Bir şahıs Abdullah b. Ömer'e Hacer-ül Esved'e
el sürmenin hükmünü sorunca, kendisine şöyle cevap verdi:

"Resulullah'ı ona el sürerken ve de öperken gördüm." (1) Halbuki eğer bir taşı öpmek veya ona el sürmek Allah'a şirk koşmak olsaydı, tevhidin bir rüknü olan peygamber asla böyle bir işe kalkışmazdı.

3-       Sihah ve Müsned, tarih ve siyer kitaplarında peygamber'in sahabesinin, Hazretin eserlerinden -Elbise, abdest suyu, su taşı vb. şeylerinden- teberrük umduğunu ifade eden bir sürü rivayetlerle doludur. İnsan bu kitaplara müracaat ederse bu amelin meşru olduğu hususunda herhangi bir şüphesi kalmaz.

Bu sahadaki rivayetlerin hepsine yer verebilmek imkansız ol­duğu için onlardan sadece bir kaçma yer vermeğe çalışacağız:

l- Buhari kendi sahihinde Peygamber ve ashabının bazı özel­liklerini şerheden uzun bir rivayetin zımnında şöyle demektedir:

"Peygamber her abdest almak istediği zaman müslümanlar onun abdest suyunu ele geçirebilmek için az kalsın birbirleriyle savaşıyorlardı." (2)

1-Sahih-i Buhari, 2. cüz, kitab-ul Hac Bab-u Takbilil Hacer, S. 151-152, Mısır baskısı.

2-Sahih-i Buhari, C. 3, Bab-u Ma yecuzu min-eş şurut-i fil İslam, Bab-uş şurut fil cihadvel musalaha, S. 195.

 

 

2-       İbn-i Hacer şöyle diyor:

"Peygamber'e (s.a.a.) çocuklan getiriyor ve böylece onlara te­berrük olmasını umuyorlardı." (1)

3-       Muhammed Tâbir Mekki şöyle diyor:

"Ümm-ü Sabit'ten şöyle nakledilmiştir" "Resulullah yanıma geldi ve asılı olan tulumdan ayakta su içti. Ve ben de kalkarak o tulumun ağzını kestim."

Sonra Muhammed Tâhir Mekke şöyle devam ediyor:

Bu hadisi Tirmizi de naklettikten sonra diyor ki,: sahih ve ha-sen bir hadistir. Bu hadis için Riyaz-us Salihin'in yazan şöyle di­yor: "Ümmü Sabit, tulumun ağzını, Peygamber'in mübarek ağzı­nın değdiği yeri korumak ve ondan teberrük ummak için kesdi." Sahabeler de Peygamber'in su içtiği yerden su içmeye çalışıyor­lardı." (2)

"Medine'nin hizmetçileri sabah namazında su kablarıyla Pey­gamber'in yanına geliyorlardı. Peygamber'i Ekrem de mübarek elini o su kablarının hepsine sokuyordu. Hatta bazen soğuk gün­lerde bile sabah erken Peygamber'in huzuruna vardıklarında Peygamber yine de elini su kafalarına sokuyordu." (3)

Böylece Allah'ın velilerinin eserlerinden teberrük ummanın caiz olduğu açıklığa kavuştu. Dolayısıyla Şiayı bu ameli için şirkle suçlayanların da bir yandan ithamda bulundukları, bir yandan da tevhid ve şirkin gerçek manasını tahlil edemedikleri anlaşıl­maktadır. Zira şirkin manası insanın, Allah'ın yanı sıra başka bi­rini de ilah olarak kabullenmesi veya ilahi işlerden birini ona nisbet vermesi ve onu vücut verme ve tesir bırakmada müstakil ve Allah'tan müstağni olarak görmesidir.

Halbuki şiâ Allah'ın velilerinin eserlerini de kendileri gibi, Al­lah'ın bir yaratığı olarak kabullenmektedir. Hem vücut ve yaratı­lış meselesinde hem de eserlere menşe olabilmede Allah'a muh­taç olarak görmektedir onları.

1-El-isâbe, c. 1. kitabın hutbesi, S. 7, Mısır baskısı:

2-Teberrük us sahabe (Muhammed Tahir Mekki) 1. Fasıl S. 29 Farsça tercümesi.                                      .

3-Sahih-i Müslim, 7. cüz, Kitab-ul Fezâil, S. 79: daha fazla bilgi edin­mek için şu kaynaklara müracaat edebilirsiniz:

l-Sahih-i Buharı, kitab-ul Eşrube

2-Muvatta-i Mâlik, C. l, S. 138, Bab-u salavat alen nebi.

3-Üsd-ul Gâbe, C. 5, S. 90.

4^ Mâsned-i Ahmed, C. 4, S. 32.

5- El-istiâb "İsabe" (c. 3, S. 631) haşiyesinde.

6-Feth-ul Bari, C. l, S. 281-282.

 

 

Şia sadece imamlara ve Allah'ın dininin önderlerine saygı gös­termek ve onlara karşı halisane muhabbetlerini izhar etmek için, onların eserlerinden teberrük ummaktadırlar.

Eğer Şiiler Peygamberin ve Ehl-i Beyt'inin türbelerini ziyaret edip onu öpüyor, kapı ve duvarlarına el sürüyorlarsa bu Peygamber'e ve ehl-i Beytine besledikleri derin muhabbetten kaynaklan­maktadır. Bu da aşık ve seven insanların fıtratına koyulan duy­gusal bir olayıdır.

Tatlı dilli bir edip şöyle diyor:

"Selma diyarından geçtiğim zaman

Taşı duvarları öptüm durmadan

Gönlüme taht kuran değildi diyar

Duvarı öptüren diyardaki yâr"

Bu esas üzere İmam Hüseyin'in (a.s.) türbesinin üzerine secde etmek ve de ondan teberrük ummak, Kerbela'da Peygamberin şehid düşen evladı ve fedakâr dostlarının Allah'ın en büyük mahbublarından aldıkları içindir. Onların hatırasını canlandırmak aslında İlahi şiarları ihya etmektir. Kur'an'ı Kerim de İlahi şiar­ları ihya etmeyi övüyor ve şöyle buyuruyor:

"Ve kim Allah dininin hükümlerini ulularsa şüphe yok ki bu hareket yüreklerdeki çekinme duygusundandır." (Hacc, 32)

Takiyye Meselesi

 

Şüphesiz ki İslam'a göre bazı farzlar ve haramlar hususunda Takiyye yapmak haramdır. Nitekim Mes'ade b. Sadaka'dan nakle­dilen bir rivayette şöyle yer almıştır: "Müminin sadece dinde fesa­da sebep olmayacak şeylerde Takiyye etmesi caizdir."

Takiyye Peygamber'in emriyle de onaylanmış Kur'ani bir ilke­dir. Peygamber zamanında sahabeden bir çoğu canım korumak için Takiyye etmişlerdir. Peygamber de onları reddetmemiş bilakis onaylamıştır. Ammar b. Yasir olayında olduğu gibi. Resulullah müşriklerin işkencesine maruz kalırsa tekrar Takiyye yoluna baş­vurmasını emretmiştir.

Ama inhidam ve tahrib amacıyla gizli teşkilatlar kurmak için yapılan Takiyye şia'da da reddedilmiştir. Bu Şiilerin kabul ettiği Takiyye değildir. Ayrıca müfessirler de Takiyye ile ilgili ayetleri tefsir ederken Şia'nın kabul ettiği takiyyenin cevazına hükmet­mektedirler. Ayrıca bilmek gerekir ki Takiyye sadece kafirler için yapılmaz. Kardeşine zulmetmek isteyen zalim ve mutasssıb in­sanlar karşısında da Takiyye yapılır. Bir Müslüman bazı müslümanlar nahiyesinden kendisini tehlikede hissediyorsa Takiyye yapabilir.Elbette Takiyye de teklif hükümleri gibi haram, helal,mekruh, müstahab ve mubah diye beş kısma ayrılır. Ama Takiyye insanın şahsım ilgilendiren hususlar dışında yapılamaz. Şahsi olaylarda da sadece korku olduğu yerlerde kullanılır. Eğer bir Müslüman başka bir Müslüman karşısında korkudan inançlarım gizliyor ve Takiyye yapıyorsa bu Takiyye eden insanın suçu değil­dir. Suç kendisinden inançlarını gizlediği ve Takiyye ettiği kimse­nindir. Zira Müslüman insanların elinden ve dilinden emanda ol­duğu bir kimsedir. Halkın elinden ve dilinden emanda olmadığı ve şerrinden korktuğu bir insan Müslüman olduğunu iddia edi­yorsa kendini yeniden gözden geçirmelidir.

Takiyye konusunda Ayetullah Cafer Sübhani şöyle diyor:

"Takiyye Kur'an'ın birçok ayetinde işlenen Kur'ani bir mef­humdur. Bu ayetlerde, mü'minin bu şer'i ruhsatı kullanarak ha­yatının zor durumlarında kendisinin veya başka bir mü'minin ca­nını, ırzını, malını koruyabileceği yerlere açıkça değinilmiştir. Firavun'un imanlı karısı Asiye'nin Hz. Musa'yı ölüm ve cezadan kurtarmak için yaptığı takıyyeyi veya Hz. Ammar'ın müşrikler tarafından esir edilip ölüm ile tehdit edildiğinde Takiyye yaptığını anlatan ayetler gibi...

Sünnette te Takiyye konusuna dair birçok hadisler nakledilmiş­tir. Onun için bu konuda hüküm ve icra bakımından ifrat ve tefri­te düşmemek için Takiyye konusunu mefhum, hedef, delil ve sınır açısından iyice araştırmamız bir zaruret oluşturmaktadır.

"Takiyye" kelimesi, "itteqa-yetteqi" fiillerinin (Arapça dilbilgisi ıstılahıyla) ismi masdarıdır, Takiyye kelimesindeki "ta" harfi "ve" harfinin yerine oturmuştur. Zira aslı "Vikaye" (koruma) maddesindendir. Allah'a itaat etmek anlamında kullanılan "takva" kelimesi de aynı kökten türemiştir. Çünkü itaat eden kimse, itaatıyla kendisini cehennem ve azaptan korumuş olur.

"Takiyye" bir kimsenin batıl ve gerçek dışı olan bir söz veya ameline görünüşte muvafakat etmekle (uymakla) ondan gelebile­cek bir zarardan korunmaya denir.

Takiyyenin anlamı "serden korunma" olduğuna göre Kur'an ve Sünnet açısından takiyyenin mefhumu: "Küfrü izhar edip, imanı gizlemek" veya "batıl şeklinde gözüküp hakkı gizlemektir. Buna göre iman ile küfür birbirinin karşıtı olduğu gibi Takiyye de nifak meselesinin tam karşı noktasıdır. Zira nifak, içyüzü küfür olduğu halde bunu gizli tutup zahirde kendini imanlı, veya batıl taraftan olduğu halde zahirde kendini hak yanlısı göstermektir. Bu yüz-

1-Kasas suresi, ayet: 30

2-Nahl suresi, ayet: 106

 

den takıyyeyi nifakın bir ferdi ve dalı olarak tanımlamak doğru değildir.

"Nifakı", kayıtsız olarak "zahirin batın ile farklı oluşu" diye açıklayarak Kur'an ve sünnette geçen "takıyyeyi de onun bir ör­neği olarak göstermek, Kur'an dilindeki nifak mefhumuyla bağ­daşmamaktadır. Zira Kur'an münafıkları, "iman maskesiyle orta­ya çıkıp küfürlerini gizleyenler" olarak tanıtmaktadır:

"Münafıklar sana geldikleri zaman: "Biz gerçekten şahadet ederiz ki sen, kesin olarak Allah'ın elçisisin" derler. Allah da bil­mektedir ki sen, elbette O'nun elçisisin, Allah şüphesiz münafık­ların yalan söylemekte olduklarına şahidlik eder."(1)

Kur'an'ın "münafıklar"ın kimler olduğu hakkında bu açık ifa­desiyle birlikte, kâfirlerin ve asilerin karşısında kendi veya diğer müminlerin canını, ırzını ve malını korumak için gerçek imanını gizleyip zahirde kendini onlara mutabık gösteren birisini de mü­nafık kelimesinin kapsamı altına almak hangi delil ve mantığa sığdırılabilir acaba?"

Kaldı ki, biz İslam'da bazı özel ve sınırlı yerlerde de olsa takiyyenin caiz ve hatta vacip olduğuna hükmedildiğini görüyoruz. O halde bunu her halükârda kötü sayılan nifakın bir kısmı olarak göstermek, Hakk Teala'nın kötü ve kabih bir şeyi emretmiş oldu­ğunu kabullenmek demektir. Bu ise hikmet sahibi Allah'a yakış­maz.

"(Ey Peygamber) De ki: "Şüphesiz, Allah fehşayı (açık kötülük­leri) emretmez. Bilmediğimiz şeyi mi Allah'a isnad ediyorsunuz?"

(2)

Takiyye canı, ırzı ve malı koruma hedefiyle yapılır. Kendini hak ve hakikat üzere gören mü'min birisi, zalim, kahhar ve gaddar güçler tarafından gelebilecek ölüm, işkence, sürgün vb. gibi tehlike ve zararlar yüzünden hak görüşünü açıkça ilan edemediği ve mâkul olan herhangi bir çarenin bulunmadığı zor ve tehlikeli durumlarda kendisinin veya başkasının can, ırz veya malını koru­mak için takıyyeyi kendisine bir siper olarak kullanır ve Hakk Teâla'nın yardımını bekler.

Evet Takiyye, zayıf ve zavallı insanların, zalim ve gaddar güçle­rin karşısında kullandıkları bir silah ve siper mesabesindedir. Öyle güçler ki, sırf kendileri gibi düşünmedikleri ve onların birta­kım fikir ve düşüncelerini onaylamadıkları için insanların kanı­na, ırzına ve malına acımasızca kıyıyor ve her ihanet ve hakareti

1-Münafikun suresi, ayet: l

2-A'raf suresi, âyet: 28

 

 

kendileri için caiz biliyorlar.

Takiyye, söz ve amel, görüş ve inanç hürriyetinin kısıtlandığı bir ortamda yaşayan ye kendini ancak susmak veya zahirde ha­kim sultanın istediği şekilde gözükmekle koruyabilecek muhalif birisinin başvuracağı bir çaredir. Bazen de Takiyye, zalimlerin ga­zabına uğrayan mazlum, mustaz'af ve güçsüz birisine, yardım ede­bilmek ve onu kurtarabilmek için zalim sultanın yanında gözük­mekle yapılır.

Takıyyeyi eleştirenlerin çoğu, bu yolla hatmiler ve dinsiz mülhid örgütlerde olduğu gibi birtakım yıkıcı faaliyetleri amaçlayan yeraltı örgütleri oluşturmak istenildiğim zannediyor veya kasden onu öyle göstermek istiyorlar. Halbuki bu, mezkur şahısların kas­den veya cahillikleri yüzünden hiçbir delilleri ve ikna edici her­hangi bir hüccetleri olmaksızın saplandıkları bir hatadan başka bir şey değildir. Görüldüğü gibi takiyyenin gerçek manasıyla bu iddia arasında dağlar kadar fark vardır. Evet, sözü geçen zor du­rumlar ve ağır ve tehlikeli şartlar olmasaydı, bu zayıf düşen ve zalimlerin kahrına uğrayan mü'min cemaatler, hiçbir zaman ta-kıyyeye yönelmezler ve inançlarını saklamaya gereksinim duyma­dan onu açıkça başkalarına da tebliğ ederlerdi. Fakat zorbalık ve kılıcın bir silah olarak zalim ve fasit zorbalar tarafından muhalif­lerine karşı kullanıldığı herkese açıkça malumdur.

Esasen Takiyye, savunma konumuna sahip olup, adı geçen gizli örgütlerin bizzat hakimiyeti ele geçirmek için gerçekleştirdikleri eylemlerden mahiyyeten farklıdır. Onların çoğu plan ve eylemle­rinde herkesçe bilinen meşhur bir prensipleri vardır: "Hedef, vesi­le ve aracı meşru' kılar." Onlara göre aklın kötü saydığı veya şeri­atın yasakladığı her türlü pislik, hedefe ulaşma doğrultusunda caizdir. Halbuki İslam böyle bir şeye kesinlikle karşıdır. Bu yüz­den kendini, kardeşlerini, mallarını, ırzlarını ve esasen varlıkları­nı korumak ve savunmak için takıyyeyi bir siper olarak kullanan kimseleri onlara benzeten kimse ancak iki zıt şeyi birbirine ben­zetmiş ölür.

Eski Sovyetler Birliği'nde yaşayan Müslümanların durumu bu­nun canlı bir örneğidir. Onların çektiği zulüm ve baskılar akıl alacak gibi değildir ve onun haddini yalnızca Allah bilir. Komü­nistler, İslami bölgeleri sultaları altında bulundurdukları süre içerisinde Müslümanlara yapmadıkları hakaretler ve zulümler kalmadı; mal ve servetlerini yağmalayıp, evlerini, medrese ve okullarını müsadere etiler; kütüphanelerini yakıp yıktılar. Onlar­dan bir çoğunun canına vahşice kıydılar. Böylesine bir vahşet or­tamında ancak iman ve itikadını gizleyip zahirde kendini onlardan gösteren ve dini merasimlerini gizlice yapan, namaz ve ben­zeri dini vazifelerini evlerinde ve gizli bir şekilde yerine getirenler kurtuldu.  Ve böylelikle müslümanlar en azından kendi mevcudi­yetlerini koruyabildiler ye bilahare Hakk Teala o kâfir ve gaddar sultayı yıkmakla Müslümanları kurtarıp onları yeniden sahneye çıkardı. Böylece müslümanlar kendi arazi ve varlıklarına sahip çıkıp günden güne haysiyet, şeref ve hakimiyetlerinin iadesine daha çok muvaffak oluyorlar. Bütün bunlar Hakk Teala'nın mer­hamet ve lütfuyla mustaz'aflar için mubah kıldığı takiyyenin ver­diği meyvelerdir.

Görüldüğü gibi bu mefhum ve manayı taşıyan ve bu hedefler doğrultusunda yapılan Takiyye, tamamen fıtri bir şeydir ve her şeyden önce insanı ona sevk eden, insanın aklı ve fıtratıdır. İşte bu yüzden, tarih boyunca, kendi görüş, karar ve menfaatlerinden gayri bir şeye saygı duymayan ve bu yolda her türlü gayr-i insani hareketlere başvuran gaddar ve zalim sultacılara müptela olan müslümanlar, Şiisiyle sünnisiyle takıyyeye sığınmış ve onu ken­dileri için bir korunma vesilesi edinmişlerdir. Bütün bunlar takiyyenin ne derece faydalı bir hüküm olduğunu açığa vurmaktadır. Bu yüzden biz, burada takiyyenin ne derece faydalı bir hüküm ol­duğunu açığa vurmaktadır. Bu yüzden biz, burada takiyyenin Kur'an ve sünnetteki delillerini açıklamaya çalışacağız.

Takiyye hükmü bizzat Kur'an'in nassıyla teşri' edilmiştir. Aşa­ğıda bu konudaki âyetleri getirip hakkında mümkün olduğu ka­dar bahsedeceğiz.

1. Ayet:

"Kim imanından sonra Allah'a -karşı küfre sapıp- kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç küfre göğüs açarsa, işte onların üzerine Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır." (Nahl suresi, ayet: 106)

Görüldüğü gibi Allah Subhanehu ve Teala, zorlanan ve mecbur edilen biri için küfrü izhar etmeyi, korku halinde kafirlerle aynı gözükmeyi caiz kılmıştır. Ancak o halde kalbi imanla tatmin ol­muş olmalıdır. Kur'an müfessirlerinin birçoğu da buna tasrih et­mişlerdir. Biz onların sadece bazılarına değinmekle yetiniyoruz; daha geniş bilgi edinmek isteyenler tefsir kitaplarına müracaat et­sinler:

l- Tebersi (Mecma-ül Beyan): "Bu ayet küfre zorlanan Ammar, babası Yasir ve annesi Sümeyye hakkında inmiştir. Bu hadisede Ammar'ın anne ve babası küfrü izhar ve Peygamber (s.a.a.)'den beraat etmedikleri için öldürüldüler, ancak Ammar onların diledi­ğini yerine getirdiği için onu bıraktılar. Ammar, Resulullah (s.a.a.)'e gelerek durumu anlattı ve böylece bu haber müslümanlar arasında yayıldı. Bazılarının "Ammar kafir oldu" demesi üze­rine Resul-i Ekrem (s.a.a.)'e şöyle buyurdu: "Hiç de öyle değildir; Ammar başından ayağına kadar imanla dolmuş, iman onun eti ve kanma! karışmıştır. (Bütün vücuduna işlemiştir.)" İşte sözü geçen âyet bu hadisede nazil oldu. Bu durum üzerine Ammar gözyaşı döküp ağlamaya başladı. Resulullah da onun gözyaşlarını silip: "Eğer bir daha yakalar ve aynı muameleyi yaparlarsa, sen yine aynı şekilde davran." diye buyurdu ona.(1)

2- Zemahşeri (El-Keşşaf) "Rivayet edilmiştir ki, Mekkelilerden
bir grup İslam'a girdikten sonra kâfirlerin fitneleri neticesinde mürted oldular. Ancak bunlardan bazısı kalplerinde iman bulun­duğu halde dillerinde küfrü izhar etmeye zorlandılar. Ammar b.Yasir, babası Yasir, annesi Sümeyye, Süheyb, Bilal ve Habbab da bu gruptan idiler. Bu zorlama üzerine Ammar onların istediğini
dilinde izhar etti."

3- Hafız ibn-i Mâce (Sünen): "İslamlarını ilk açığa vuran Müslümanlardan bir grubu müşrikler tarafından muhtelif işkencelere tabi tutuldular. İşte o zor durumda müslümanlar Takiyye ederek zahiren müşriklerin istekleriyle mutabık kaldılar. Evet, Takiyye böyle bir durumda caizdir. Zira Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: "Kalbi imanla mutmain olduğu halde (küfrü izhar etmeye zorla­ inan kimse istisna." 3)

4- Kurtubi (El-Cami): "Hasan şöyle demiştir: "Takiyye kıyamet
gününe kadar insan için caizdir." Sonra şöyle eklemiştir: "İlim eh­li (İslam alimlerinin hepsi icma etmişlerdir ki, ölüm derecesine kadar zorlanan kimsenin, kalbi imanla mutmain olduğu halde zahirde küfrü izhar etmesinin bir günahı yoktur ve bununla insan
karısından ayrılmaz. Böyle birinin küfrüne de hükmedilmez. Bu, Malik'in, Kufe'lilerin ve Şafii'nin sözüdür."

5- El Hazin (tefsirinde): "Takiyye, ancak ölüm tehlikesi olduğu zaman imanın niyyetle korunması şartıyla caiz olur. Allah-u Tea­la şöyle buyurmuştur: "Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (küfrü izhar etmeye) zorlanan kimse istisna." Sonra (bilinsin ki) bu Takiyye bir ruhsattır (azimet değil)."(5)

6- Hatib Şirbini (Es-Sirâc-ül Münir): "Ayetten anlaşılıyor ki,

1-Mecma-ul Beyan, C. 3, S. 388.

2-El-Keşşâf u An Hakaik-it Tenzil, C. 2, S. 430.

3-Sünen-i İbn-i Mace, c. l, s. 55, hadis. 150.

4-Eyl-Cami-u Li Ahkâm-U Kur'an, c. 4, s. 57.

5-Tefsir-ül Hazin, c. l, s. 277.

 

 

küfrü dilde ve sözde izhar etmeye zorlandığı halde bunu yapar, ancak kalbi iman ile mutmain olursa üzerine hiçbir sorumluluk gelmez; zira imamın yeri kalptir." (1)

7- İsmail Hakkı (Ruh-ul Beyan): "Ayetteki "zorlanan kimse hariç" cümlesi demek istiyor ki, canına veya bir uzvuna tehlike do­ğuracak bir şeyden korktuğu için dilinde küfrü izhar etmeye mec­bur olan kimsenin, bunu izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Zira küfür bir inanç ve itikattır, mezkur zorlama ise sözedir, itikatla değil. O zaman ayetin manası şöyle olur: "Diliyle küfrü izhar et­meye mecbur edilen, fakat inanç ve itikadı değişmeyen kimse is­tisna..." Ayetten şu nokta da anlaşılmaktadır ki, Allah indinde muteber olan kurtarıcı iman, kalp ile tasdik etmektir. "

2. Ayet:

"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler kendilerine. Kim böyle yaparsa, Allah ile arasında bir bağı kal­maz. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka. Allah sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah'adır."*3

Burada müfessirlerin ayet hakkındaki açıklamalarını verirsek, başka herhangi bir açıklama ya ihtiyaç kalmaz herhalde:

1-   Taberi: "Ebu-1 Âliye şöyle demiştir: "Takiyye dille yapılır amellerle değil. Bana nakledildi ki, Hüseyin Ebu Mua'dan, o da Ubeyd'den, o da Dahhak'tan "Ancak onlardan korunma gayesi ile sakınmanız istisna" ayeti hakkında şöyle rivayet etmiştir: "Takiyye, Allah'a masiyet olan bir şeyi dile getirmeye zorlanan bir kimsenin, can tehlikesi yüzünden, istenen şeyi -Kalbi imanla tatmin olmuş olduğu halde-dile getirmesidir ve bunda bir sakınca ve günahı yoktur. Evet Takiyye ancak dille yapılır."*4*

 

2-   Zemahşeri: "(Ayet-i şerifede Allah-u Teala mü'minlerin kâfirleri veli edinmelerini yasaklamıştır.) Ancak onlardan gelecek bir tehlikeden korktukları durumda buna ruhsat vermiştir. Bu türlü veli edinmeden maksat da zahiri muaşeret ve ilişkiden ibdarettir. Ne var ki onlara karşı kalbi buğz ve düşmanlık devam etmeli, mecburiyet ve korkunun ortadan kalkması beklenilmeli-

3- Fahr-i Razi de aynı Ayetin tefsirinde şu açıklamaları yapmıştır: Bil ki: Takiyyenin, çok hükümleri vardır, ki biz burada on-

1-Es-sirac-ül Münir.

2-Tefîs-i Ruh-ul Beyan, c. 4, s. 84.
3 Al-i İmran suresi, âyet: 28.

4- Cami-ül Beyan, c. 3, s: 153.

 5-El-Keşşaf, c. l, s. 422.

 

 

lardan bazılarını zikredeceğiz:

a)İnsanın, kâfirlerin içinde can korkusundan Takiyye yaparak dili ile onlardan olduğunu ikrar etmesi, yani onlara düşman oldu­ğunu dile getirmemesi, hatta onları sevdiğini ve onlara itaat etti­ğini söylemesi caizdir. Ama şu şartla ki izhar ettiğinin tersi olan asıl görüşünü saklamalıdır. Takiyye, kalpleri etkilememelidir. Yalnız zahirde yapılan bir amel olarak kalmalıdır.

b)Takiyye, canı korumak için caizdir. Acaba malı korumak içinde caiz midir? Caiz olduğuna hükmedilebilir. Çünkü Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: "Müslüman’ın kanı saygın olduğu gi­bi malı da saygındır" ve "Kim malını korumak uğrunda öldürülürse şehiddir."

4-Nesefi "...Ancak onlardan korunma gayesi ile sakınmanız is­tisna..." ayetinin tefsirinde şöyle der. "Yani, eğer kâfirlerden mâkul bir korku ve endişeniz olursa, mesela kâfirlerin size mu­sallat olup can ve malınıza bir karar vereceklerinden korkuyorsa­nız, o zaman onlara dostluk izharında bulunup onlara olan düş­manlığınızı saklamanız caizdir."(2)  

5-Alusi şöyle der: "Bu ayeti kerime, canı, ırzı ve malı düşman­
ların şerrinden korumak diye tanımlanan takiyyenin meşru ve caiz olduğuna delalet etmektedir. Söz konusu düşman iki kısım­dır:

1)       Din esası üzerine düşmanlık edenler: Müslümanlara
kâfirlerin düşmanlığı gibi.

2)      Dünyevi hedefler üzerine düşmanlık yapanlar: Mal, mülk, makam vb,.gibi.

6-Cemalüddin El-Kasımi şöyle der: "Sadece onlardan korunma maksadı ile sakınmanız hariç" ayetinden fıkıh imamları korku esnasında takiyyenin caiz olduğu istinbat etmişlerdir. İmam Murtaza Yemani de "İsar-ul Hakk Ale'l Halk" adlı kitabında korku anında takiyyenin caiz olduğuna dair İslam alimleri arasında icma olduğunu nakletmiştir.

7-Aynı ayetin tefsirinde Meraği şöyle der: "Ayet mü'minlerin
kâfirlere hangi durumda olursa olsun itaat etmemeleri gerektiği­ni vurgulamakta, ancak korku durumunun bundan istisna oldu­ğunu da belirtmektedir. Yani, bu korku devam ettiği müddetçe Takiyye de devam edecektir. Çünkü şeriatta şöyle bir temel kaide

1-Mefatih-ül Gayb, c. 8, s. 13.

2-Tefsir-i Nesefi, Tefsir-i Hazinin hamişinde c. l, s. 277.

3-Alusi/Ruh-ul Meani, C. 3, S. 121,

4-Cemalüddin El-Kasimi Mehasin-ut Te'vil, c. 4, s. 82.

 

vardır: "Fesadı önlemek, maslahatları elde etmekten daha önem­lidir." Zararı defetmek için onlara itaat etmek caiz ise, Müslümanların menfaati için caiz olması .daha makuldür. Buna göre Müslüman olan bir devlet Müslüman olmayan bir devletle bir zarârdan korunmak veya bir menfaati elde etmek için bir antlaşma yaparsa caizdir.

Müslümanlara zarar verecek yerde o devletle ilişki kurup an­laşması caiz değildir. Sözü geçen caiz antlaşma, sadece zayıf du­rumlara mahsus değil, bütün durumlarda caizdir.

İslam alimleri bu ayetten takiyyenin, yani düşmandan cana, ırza veya mala gelecek zararı önlemek için insanın hakka muhalif bir sözü söylemesi veya hakka aykırı bir fiili yerine getirmesinin, cezası olmadığına hükmetmişlerdir. O halde kim canını korumak için istemeye istemeye dilde kâfirliği ikrar eder, ama kalbi iman ile mutmain olursa, kâfir olmaz. O tıpkı Ammar-ı-Yasir gibi özür­lüdür.

Kureyş, Onu küfre zorladığı zaman mecburari onların istediği­ni dile getirmişti. Ama kalbi iman ile mutmaindi. İşte bu hadise üzerine şu ayet nazil olmuştur: "Kim imanından sonra Allah'a karşı küfre saparsa, bunu istemeyerek kalbi iman ile mutmain ol­duğu halde yapan müstesna..." Bu doyurucu cümleler ve ikna edi­ci kelimeler, belirtilen manadaki takiyyenin şer'i olduğu konusun­da herkesi ittifaka zorlamaktadır.

  Hatta takiyyenin mana ve hedefini anlayan hiçbir müfessir ve fakihin onun caiz olduğu hakkında tereddüt etmediğini göreceksi­niz. Aynı şekilde muhterem okuyucu da zor dönemlerde, daha bü­yük bir fesata sebep olmadığı müddetçe, takıyyeden yararlanma­yan bir şahsı bulamayacaktır. Bu konu takiyyenin sınırlan ha-kındaki bahiste açıklanacaktır.

Takiyyenin caiz olduğunu kabul etmeyenler veya onun meşru olduğunda mugalata edenler takıyyeyi Nusayriye, Dürzilik ve Batınilik gibi gizli ve yıkıcı örgütler arasındaki yaygın manasına gö­re tefsir etmektedirler.

Ama müslümanlar tüm yüce faziletleri yok eden böyle bir ta­kıyyeden uzaktırlar.

3. Ayet:

Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Firavun ailesinden imanını gizlemekte olan mü'min bir adam dedi ki: "Siz, "Benim rabbim Allah "dır" diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size apaçık delillerle gelmiştir. Eğer o yalancıy­la, yalanı kendi üzerinedir ve eğer doğru söylüyor ise, vaad ettiklerinin bir bölümüne yetişirsiniz/Şüphesiz Allah, haddi aşıp yalan söyleyeni sevmez." Bu ayetten sonra şöyle buyurmaktadır. "Ve Allah, onu onların hilelerinden korudu ve Firavun'u azabın kötü­lüğü kuşattı." İşte Allah'ın Peygamberi Musa (a.s.) takıyye sa­yesinde ölümden kurtuldu. "Dedi: -"Ey Musa, kavmin seni öldür­mek için anlaştı; öyleyse şehirden çık; ben sana öğüt verenlerde­nim?' Bu ayetten iyice anlaşılıyor ki bir mü'mini, kâfir düşma­nın şerrinden korumak için takıyye yapmak caizdir.

Bu ayetlerde sadece müslümanın kâfirlere karşı takıyye yap­ması gerektiği belirtiliyorsa da, ayetin hükmü yalnızca kâfirlere ait bir şey değildir. Çünkü kâfirlere karşı takıyye yapmaktan amaç, can ve malın çeşitli serlerden korunmasıdır. Öyleyse eğer bir Müslüman bazı fer'i meselelerde farklı bir görüşe sahip olan bir diğer Müslüman kardeşine müptela olur ve kuvvetli olan Müslüman zayıf olan müslümanı ezmekten çekinmezse, mesela ona türlü hakaretlerde bulunup mallarına el koymak veya onu öldür­mek isterse, böyle zor durumlarda insanın aklı, mal ve canım ko­ruması için inancını saklamasına ve takıyyeden yararlanmasına izin vermektedir. Ve eğer burada bir günah söz konusuyla takıyye yapan değil, kendisine karşı takıyye yapılan şahsa yönelmektedir. Eğer bütün İslam mezhepleri ve fırkaları arasında düşünce öz­gürlüğü yayılır ve mezhepler birbirinin görüşlerine saygılı olur, onların muhalif düşüncelerine tahammül eder de, bu görüşlerin onların içtihad tarzından kaynaklandığını kabul ederse, hiçbir Müslüman takıyyeden yararlanmak zorunda kalmaz. Ve her tür­lü sürtüşme ve çatışmanın yerine aralarında kardeşlik bağlan kurulur.

Bunu İslam alimlerinden, birçoğu anlamış ve açıkça beyan et­mişlerdir. Şimdi burada bu beyanlardan bir kısmını sizlere sun­maya çalışacağız.

l- "Ancak onlardan korunma gayesi ile takıyye etmeniz istis­na" âyetinin tefsirinde İmam Razi şöyle söylemektedir: "Ayetin zahirinden de anlaşıldığı üzere takıyye, Müslümanlara galebe ça­lan kâfirlere karşı helaldir. Sadece Şafii (r.a.)'in mezhebine göre müslümanlar arasındaki durum, Müslümanlarla kâfirler arasın­daki düşmanlık gibi olursa, canı korumak için takıyye yapılabilir. Sonra şöyle devam etmektedir: Takıyye, canı korumak için olursa caizdir. Acaba malı korumak için de caiz midir? Caiz olduğuna hükmedilebilir. Çünkü Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur:

1-Mü'min: 28

2-Mü'min: 45

3-Kasas: 20

 

"Müslümanın kanı saygın olduğu gibi malı da saygındır." Ve "Kim malım koruma yolunda öldürülürse şehittir."

2- Cemaluddin El-Kasimi, İmam Murtaza El-Yemâni'nin "İsar'ul Hakk Ale'l Halk" kitabından naklen söyle yazmaktadır:

"İki şey hakkın gizli kalıp tanınmamasına sebep olmuştur. On­lardan birisi: Kur'an'in nassı ve Müslümanların icması üzere ta-kıyye caiz olduğu için, alimlerin azınlıkta oldukları zaman zalim sultanlardan, kötü alimlerden ve halkın şerrinden korkarak ta-kıyye etmeleridir. İşte bu korku her zaman hakkın açıklanmasına engel olmuştur. Zaten genellikle halkın çoğu haklı olan kimseye karşı düşman kesilir."

Nitekim Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediği naklolunmuştur: "O ilk asırda ben, Resulullah (s.a.a.)'den iki dua ezberledim. Biri­ni halka öğretip yaydım, fakat öbürünü gizledim. Çünkü eğer onu halk arasında yaysaydım, benim gırtlağımı keserlerdi."

S- "Kim imandan sonra Allah'a karşı kâfir olursa, kalbi iman ile mutmain olduğu halde (küfrü izhar etmeye) zorlanan müstes­na..." ayetin tefsirinde Meraği şöyle demiştir:

"Eziyetlerden kurtulmak ve ırzı korumak için kâfirler, zalimler ve fasıklarla müdara etmek, onlarla yumuşak bir şekilde konuş­mak, yüzlerine tebessüm etmek, onlar için mal harcamak ve bu­nun gibi şeylerin hepsi takıyyedir. Ve bu Kur'an'da yasaklanan, kâfirleri veli (dost) edinme ile farklıdır ve meşrudur. Taberani ki­tabında Resulullah (s.a.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Mü'min'in, ırzını korumak için harcadığı şey sadaka sayılır."

Doğrusu Sünniler hangi sebeplerle kâfirlere karşı takıyye yapı­yorlarsa Şiiler de aynı sebeplerden dolayı takiyye yapmaktadır­lar. Ancak Şii, eğer kimseye gizli olmayan bazı sebeplerden dolayı Müslüman kardeşinin karşısında da takıyyeye sığınıyorsa, suç onda değil onu takıyye yapmaya zorlayan kardeşindedir. Zira Şii biliyor ki İslam şeriatına tamamen uygun olan inançlarım açık­larsa, ölüm ve diğer eziyet ve işkencelere maruz kalacaktır. Evet Şii müslümanlar, yakın zamanlara kadar "Allah'ın bir cihet ve yo-, nü yoktur." "Allah, kıyamet günü görünmez." "Nebiyy-i Ekrem (s.a.a.)'in irtihalinden sonra dini ve siyasi rehberlik Ehl-i Beyt'in hakkıdır." "Mut'a hükmü kaldırılmamıştır" vb. hak bildiği inanç­larım açıklamaktan çekiniyordu. Çünkü Şiiler, Kur'an ve Sün-net'ten istinbat ettiği bu inançları açıkladığında canını ve malını

1-Râzi, Mefatih'ul Gayb c. 8, s. 13, mezkur ayetin tefsiri.

2-Cemaluddin El-Kasimi, Mehasin-ut Tevil, c. 4, s. 82.

3-Mustâfa Meraği: El-Tefsir, c. 3, b. 136.

 

tehlikeye düşürmüş olurdu. Önceden de açıkladığımız gibi Razi, Cemalüddin El-Kasımi ve Meraği bu tür takıyyenin de caiz oldu­ğunu söylemişlerdir.

Ayetin hükmünün yalnızca kâfirleri kapsadığını söylemek, ayetin zahirinde donup kalınması akıl kapısının kapatılması, ta­kıyyenin teşri olunmasına sebep olan nedenin terki ve "ehemm" (çok önemli bir konu) ile "mühim" (önem derecesi birincisinden az olan bir konu) çeliştiği zaman "ehemm"in muhafaza edilmesi ge­rektiğine dair akli hükmün çiğnenmesi demektir. Oysaki bu şer'i hükmün mezkur akli hükme dayandığı açıktır.

Tarihde de can ve malı tehlikeyle karşılaştığı zamanlarda ta-kıyyeye sığınan Müslümanların ünlü büyüklerinden birçok örnek­ler vardır. Bu konudaki en iyi örnek Taberi tarihindedir, (c. 7, s. 195-206) Olay şöyle:

"Me'mun, zamanın ileri gelen kadı ve muhaddislerini Kur'an'ın mahluk olduğunu söylemeğe zorlamıştı. Me'mun, bu işi onların hepsinin öldürülmesi pahasına da olsa yerine getirmeğe kararlı idi. Bu durumu gören muhaddisler, kılıçların kendilerine doğru yöneldiğini görüp Me'mun'un bu konuda ısrarlı olduğunu anlayın­ca takıyyeye sığınmışlardı. Kendilerine neden bu işe katlandıkla­rına dair sualler yöneltildiğinde, onlar kendilerini "kalbi imanla mutmain olduğu halde şirke zorlanan Ammar'a benzetmişlerdi."

Bu olay çok meşhur olup takıyyenin caiz olduğunu açık bir şe­kilde ifade etmektedir. Bütün bunlara rağmen bazı garez ehli kimseler habire Şia'yı takıyye yapıyor diye suçlamaktadırlar. Sanki Şiiler takıyyeyi hiçbir İslami kaide ve kurala dayanmadan kendilerinden bir bid'at olarak türetmişlerdir.

Şiileri din kardeşlerinin arasında da takıyye yapmaya zorlayan sebep, zalim sulta ve hakimiyetlere müptela olup onların zulüm ve tecavüzlerinden gelen korkudan ibarettir. Önce Emevi, sonra Abbasi ve daha sonra Osmanlı devletlerin hakim olduğu asırlarda Şia'ya bir baskı ve eziyet söz konusu olmasaydı ve tarihin açıkça şahadet ettiği gibi, evleri başlarına yıkılıp da kanlan akıtılmasaydı, Şia'nın "takıyye" kelimesini unutması ve hayat divanından si­lip atması daha makul olurdu. Ama maalesef Şia mezhebini kendi saltanatları için bir tehlike gören Emeviler ve Abbasilerin elinde oyuncak olan kardeşlerinden birçoğu Şiilerin öldürülmesi, malla­rının yağmalanması ve çeşitli işkencelere tabi tutulması konu­sunda tahrik edilmişlerdir. Bu olayların sonucunda Şia ve aklı selime sahip olan herkes iki yoldan birini seçmeğe mecburdur: Ya takıyyeye sığınacak veya canından ve malından daha üstün olan mukaddes inançlarından vazgeçecektir.

Bunun şahidi sayıya sığdırılamayacak kadar çoktur. Biz bun­lardan bazılarına değinmekle yetineceğiz. Bunlardan biri, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın nasıl ve nerede olursa olsun, Şiinin kanının dökülmesinin mubah olduğunu bildiren mektubudur. Ve şimdi sizlere, asıl kaynaklarda da yazılan Şia'nın çektiği eziyetleri anla­tan bu olayı anlatmaya çalışacağız.

"El-Ahdas" kitabından Ebu-1 Hasan Ali b. Muhammed b. Ebi-s Seyf El-Medaini şöyle nakletmektedir:

"Muaviye "Ammu'l- Cemaat" yılından sonra bütün valilere gön­derdiği bir mektupta şöyle yazdı: "Ebu Turab (Hz Ali (a.s.)) ve Ehl-i Beyt'in faziletleri hakkında herhangi bir şey rivayet edenle­rin dokunulmazlığı kaldırılmıştır." Böylece, her gruptan hatipler kalkarak tüm mimberlerde Ali (a.s.)'a lanet okudular. Ve ondan beri (uzak) olduklarım ilan edip kendisine ve Ehl-i Beyt'ine sövmeğe başladılar. Bu konuda en çok belaya uğrayan, Küfe halkıy­dı. Çünkü orada Ali (a.s.)'ın dostları çoktu. Muaviye Ziyad b. Sümeyye'yi Küfe ve Basra’ya vali olarak tayin etmişti. O, Şiileri ta­nıyor ve onları takip ediyordu. Çünkü o Ali (a.s.)'ın hilafeti döşe­minde onlarla birlikte idi. Onları evlerinde barklarında öldürüyor, korkutuyor, el ve ayaklarını kesiyor, gözlerini çıkarıyor ve hurma dallarına asıyordu. Onları Irak'tan uzaklaştırarak sürgün ediyordu. Bu zulüm neticesinde Şiilerden tanınan bir kimse kal­mamıştı. Ayrıca Muaviye tüm valilerine ve adamlarına şöyle yaz­dı: "Ali'nin ve Ehl-i Beyti'nin Şiilerinden hiçbirisinin şahitliğini kabul etmeyin."

Sonra tüm beldelerdeki valilerine bir mektup yazarak şöyle dedi: "Kimin aleyhine "Ali'yi ve Ehl-i Beyti'ni seviyor" diye şahadet
edilirse, onun ismini divandan silin, onun payını ve rızkım vermeyin." Buna daha sonra şöyle bir mektup daha ekledi: "Ve onlara
eziyet ederek evlerini yıkın."     

Bu belaya en çok müptela olan Irak ahalisiydi, özellikle de Kü­fe halkı. Öyleki Ali (a.s.)'ın Şiilerinden biri diğerinin evine geldi­ğinde onunla gizlice görüşür ve hizmetçilerinden ve ev halkından korkar, ona defalarca yemin ettirdikten sonra Ali (a.s.)'ın fazilet­leri hakkında hadis naklederdi ve hadisleri kimseye söylememesi­ni vurgulardı. İbn-i Ebi-1 Hadid şunu da ilave ediyor: "Bu durum Hasan b. Ali (a.s.)'m ölümüne kadar devam etti. Onun ölümü ile bela ve sıkıntılar daha da çoğaldı. Sonunda sürgüne gönderilme­yen veya kanının döküleceğinden korkmayan kimse kalmadı."

Hz. Hüseyin (a.s.)'ın şahadetinden sonra da bu mesele devam etti. Abdulmelik b. Mervan zamanında Şiilere olan baskı daha bir çoğaldı. Sonra Haccac b. Yusuf başa geçti. Çıkar ehli olan din

adamları, Ali (a.s.)'a sövmek, onun düşmanlarını övmek ve insan­lardan ona düşman olduğunu belirten kimseleri sevmekle Haccac'a yaklaştılar. Ali (a.s.)'ın düşmanlarının fazilet ve menkıbeleri hakkında bir sürü uydurma hadisler rivayet ettiler. Ali (a.s.)'ın aleyhinde çok şeyler söylediler. Öyleki bir gün bir adam -Esmei'nin dedesi olduğu söyleniyor- Haccac'a gelerek şöyle dedi:

"Ey Emir! Karım bana karşı çıkıp (beceriksizliğimden dolayı) adımı "Ali" koydu. Ben fakir ve yoksul biriyim ve senin yardımına muhtacım." Haccac gülerek şöyle dedi: "Bu güzel sözünden dolayı seni falan yere vali olarak tayin ediyorum." "*

Ve bunun neticesi olarak, Şii kitleleri zalim sultalar tarafından çok feci ve acı manzaralara şahit olmuşlardır. Onlardan binlercesi öldürüldü, geride kalanlar ise çeşitli korkutma ve yıpratmalar so­nucu köşeye sıkıştırıldılar. Şöyle söylersek daha uygun olur: Tüm bu toplu katliamlara ve çeşitli zulümlere rağmen bu topluluğun ayakta kalabilmesi gerçekten de şaşırtıcı bir olaydır. Bundan da­ha da şaşırtıcı olanı, onların sayılarının gittikçe artarak daha da güçlenmeleri, çeşitli devletler ve medeniyetler kurmaları ve içle­rinden birçok alim ve düşünürün çıkmasıdır.

Eğer Sünni kardeş, takiyyeyi haram biliyorsa, takiyyeyi gerektiren zor şartlan ortadan kaldırmağa çalışmalı ve İslam'ın Müslümanlara tanıdığı özgürlükleri Şii kardeşi için sınırlandırmamalıdır. En azından açıkça Kitap ve sünnete muhalefet eden haksız yere binlerce insanın kanını döken ve binlerce evi yıkan birçok kimseleri mazur kabul ettiği gibi Şiileri de amel ve itikadlarında mazur görmelidir. Kaldı ki Şiiler, onlar gibi ne kan dökmüş, ne de ev yıkmıştır. Bilakis Sünnilerle aynı dini paylaşıp birçok inançlar­da onlarla ittifak halindedirler. Bir Müslüman Muaviye'yi, onun evlatlarını ve Abbasileri zulümlerinde ve muhaliflerinin kanını dökmekte içtihatları itibarıyla mazur görüyor da niçin Şiileri içti­hatları itibarıyla mazur görmüyor acaba?

İlginç şeylerden biri de şudur: Ehl-i sünnet "Hz. Ali (a.s.)'a karşı isyan eden, ayaklanan kimselerin -ki başlarında da Talha, Zübeyr ve Emir-ül Mü'minin Aişe gelmektedir- bu işlerinden dolayı adaletten düşmediklerine veya "sahabe ve tabiinden birçoğunun, Şam ve Irak halkından binlercesinin öldürülmesiyle sonuçlanan Sıffin savaşı gibi büyük bir faciaya sebep olan kimselerin içtihad ettikleri için mazur olduklarına ve bu işin onların takvasına zarar vermediğine hatta içtihad ettikleri için hata etmiş olsalar dahi sevap alacaklarına." inanmalarına rağmen Şia hakkında böyle dü-

1- Şerh-u Nehc-il Belağa, c. 11, s. 44-48.

 

şünmemekte, "müçtehid mazurdur" dememektedirler.

 

Evet, hakim güçler tarafından Ehl-i Beyt mektebine bağlı olanlara uygulanan baskıların azalıp çoğalmasıyla orantılı olarak, ta-kıyyeye başvurma da azalıp çoğalmıştır. Örneğin: Ehl-i Beyt'i metheden şairlere ödül veren ve Peygamber'in soyuna (seyyitlere) ikramda bulunan Abbasi Halifesi Me'mun'un dönemiyle, Ehl-i Beytin faziletlerini dile getirenlerin dillerini kesen Mütevekkilin dönemi arasında takıyye ortamı yönünden büyük bir fark vardır.

îşte Mütevekkil zamanında yaşayan büyük edebiyatçılardan biri olan İbn-i Sikkit! Mütevekkil, iki oğlunun öğretmeni olan bu alime bir gün şöyle der: "Benim iki oğlumu mu yoksa Hasan ve Hüseyin'i mi daha çok seviyorsun?" İbn-i Sikkit şöyle cevap verir: "Vallahi, Ali (a.s.)'ın hizmetçisi Kamber dahi senden ve senin oğullarından daha hayırlıdır." Bunun üzerine Mütevekkil, onun dilinin boynunun arkasından koparılmasını emretmiş, bu emrin infazı sonucu İbn-i Sikkit oracıkta can vermiştir. Bu olay Hicri 244, bazılarına göre de 243 yılı Recep ayının 5. gününde Pazartesi gecesi vuku bulmuştur. İbn-i Sikkit o sırada 58 yaşında idi. Mutekevekkil onun oğlu Yusuf a on bin dirhem vererek: "Bu senin babanın diyetidir." demiştir.

Ve işte şair İbn-ur Rumi'nin Yahya b. Ömer b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali'nin şehadeti hakkında yazdığı mersiyesi:

"Acaba her zaman Allah'ın resulü Muhammed (s.a.a.) için kanlara bulanmış pak şehitleri mi olacak?

Ey Mustafa'nın evlatları! Ne zamana dek halk sizin bedenleri­nizi parçalayıp yiyecek?

Sizi belalardan kurtaracak birisi yakında gelecek.

Acaba Hüseyin adındaki şehidinizden sonra

Gökteki yıldızlar bir daha parlayıp aydınlık saçacak mı?"

Resulullah'ın evlatlarının durumu bu olunca onların Şiilerinin durumu nasıl olur acaba?

Allame Şehristani şöyle diyor: "Doğrusu takıyye, özgürlüğü elinden alınmış her güçsüzün şiarıdır. Şiilerin diğerlerinden daha çok takıyyeyle meşhur olmasının sebebi onlara yapılan zulümle­rin diğer gruplara yapılan zulümlerden daha çok olmasıdır. Emeviler ve Abbasiler döneminin tamamında, Osmanlılar döneminin de çoğunda özgürlükleri tamamıyla ellerinden alınmıştı. İşte bu yüzden Şiiler diğer kavimlerden daha çok takıyyeyle tanınmışlar­dır. Şia Usul-i Dinden olan inançların önemli bir bölümünde ve

l- İbn-i Hallikan, Vefeyat-ül A'yan, c. 3, s. 33; Zehebi, Siyer-u A'lam-in Nübela, c. 12, s. 16.

 

aynı şekilde birçok fıkhı meselelerde diğer fırkalara muhalif bu­lunduğu ve muhalefetin, doğal olarak ve de tecrübeyle de sabit ol­duğu gibi rekabete sebep olduğu için Ehl-i Beyt İmamlarının Şiileri, birçok durumlarda kendine özgü adet, inanç, fetva, kitap vb. şeyleri saklamak zorunda kalmıştır. Bu yolla canını ve malını, di­ğer Müslümanlarla olan kardeşlik ve muhabbet bağını korumak ve kâfirlerin ümmet-i Muhammed arasında fitne çıkarmalarına meydan vermemeyi istemiştir.

Bu amaçlar yüzünden Şiiler takıyyeden faydalanmışlardır. Şia bu konuda Ehl-i Beyt imamlarının suretine ve takıyyenin vücubu hakkındaki emirlerine uymuştur: "Takıyye benim dinim ve baba­larımın dinidir." Çünkü özgürlüğü elinden alınmış olanlar, ancak takıyye sünnetine uydukları takdirde Allah'ın yolunu sürdürebi­lir. Bu konuya Kur'an'ın birçok ayeti de delalet etmektedir.

Sahih hadis kitaplarında îmam Cafer-i Sadık (a.s.)'dan şöyle nakl olunmuştur: "Takıyye benim dinim ve babalarımın dinidir." Ve "Takıyyesi olmayanın dini olmaz."

Takıyye, Ehl-i Beytin, (a.s.) kendilerine ve Şiilerine yönelen bazı zararları defetmek, onların kanlarım korumak, Müslümanların halini ıslah etmek ve vahdeti kelime ile dağınıklıkların bir bü­tüne dönüşmesini sağlamak amacım güden bir şiân idi. Bu Şiileri diğer taife ve mezheplerden ayıran bir özellik idi. Her insan, inancı ile amel etmek istediğinde canını ve malım tehdit eden bir tehlikeyi hissederse, tehlikeli durumlarda takıyye ederek, inancı­nı saklamalıdır. Bu, tüm akılların fıtri olarak hükmettiği bir hu­
sustur.
                   ,

Bilindiği gibi, İmamiyye Şiası ve onların imamları, tarih bo­yunca diğer hiçbir taife ve hiçbir ümmetin maruz kalmadığı çeşit­li eziyetler ve baskılara maruz kalmış dolayısıyla da tarihinin bü­yük bir bölümünde takıyye etmek zorunda kalmış muhalifleriyle müstakim mukabeleden kaçınmış ve kendilerine has inanç ve amellerini gizlemişlerdir. Bu yüzden takıyye ile tanınmış, diğer ümmetlerden bu vasıf ile ayrılmışlardır.

Zarar korkusu olan durumların değişmesine göre takıyyenin vacip olup olmama açısından bazı hükümleri vardır ki fıkıh kitap­larının ilgili bölümlerinde zikr olunmuştur."(1)

Takıyyenin anlamını, hedefini ve delillerini bildiniz. Son ola­rak da onun sınırlarım beyan etmek istiyoruz:

Şiiler, takıyye ile tanınmış, söz ve fiillerinde takıyye yaptıklarıyla bilinmektedirler. Bu ise, bazı sığ düşünceli kimselerde yan-

1- Mecellet-ul Murşid, 3/252 ve 253 Ta'likat-u Evail-il Makalat, s. 96.

 

lış bir zihniyetin oluşmasına sebep olmuştur. Zannetmişlerdir ki, Şiilerin prensiplerinden biri de takıyye olduğuna göre onların ne sözlerine, ne yazılarına ve ne de yayınlarına itimat edilemez. Çünkü bütün bunların sırf bir iddia olması ve asıl görüşlerini giz­lemiş olmaları muhtemeldir.

Bu, onlardan defalarca duyduğumuz bir şeydir ve Pakistanlı yazar "İhsan İlahi Zahir", Şia'ya saldırdığı seviyesiz kitaplarında sürekli olarak bu sözü tekrarlayıp durmaktadır. Ama biz aziz okuyuculardan şu noktaya dikkat etmelerini istiyoruz ki takıyye, ancak cüz'i ve şahsi olaylarda ve de can ve mal korkusunun oldu­ğu bir zamanda söz konusudur. Yani bir yerde Ehl-i Beyt mezhe­bine göre amel etmek veya inancını açıklamak, mü'minin tehlike­ye düşmesine sebep oluyorsa, işte o zaman takıyye söz konusu olur ve akıl ve şeriat da böyle bir durumda mal ve cam korumak için takıyye etmeği caiz bilmektedir. Ama korku çerçevesi dışında kalan külli ve genel konularda takıyye söz konusu olamaz. Şia ta­rafından yayınlanan kitaplar da bu son şekle girmektedir. Çünkü kitap konusunda Şiinin, inancına uygun olmayan bir şeyi yazma­sını gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Takıyyeyi gerekti­recek bir durum söz konusu olduğu zaman da sükut edip bir şey yazmaz.

Bu yüzden onların, Şiilerin yazdıklarının takıyye olduğuna da­ir iddiaları, Şia'daki takıyyenin hakikatini bilmemelerinden kay­naklanmaktadır. Özet olarak diyebiliriz ki: Şiiler, kendilerini ko­ruyacak bir devletleri olmadığı ve onlara yönelen tehlikeleri defe­decek bir gücün bulunmadığı dönemlerde takıyyeden yararlan­maktaydı. Ama artık bu asırda çok özel yerler dışında takıyyeye gerek kalmamıştır.

Şia, daha önce açıkladığımız gibi, ancak mecbur olduktan sonra takıyyeye başvurmaktadır. Duygularıyla değil, aklı ile bu konuyu inceleyen hiçbir kimsenin de buna karşı çıkacağını zannetmiyorum.     

   .

Ancak gerçek şu ki işbu takıyye çoğu zamanlar sadece kitap­larda yazılı olan bir fetva haddinde kalmış ve pratiğe aktarılmamıştır. Tarihin de şahadet ettiği gibi Şiiler, bütün dönemlerde en büyük fedakarlıkları yapan ve en çok şehid veren taife olmuştur. Hicr b. Adiy, Meysem-i Temmar, Reşid-i hicri, Kümeyi b. Ziyad ve diğer yüzlerce Şia ricalinin, Muaviye ve diğer Emevi ve Abbasi hükümdarların karşısındaki tutumları ve genel olarak Alevilerin (Hz. Ali'nin soyundan gelenler) tarihi ve meydana getirdikleri in­kılaplar sözümüzün canlı şahidi konumundadır.

Takıyye farz, haram, mubah, müstehap, mekruh olmak üzere beşe bölünür. Can, ırz ve malı korumak için farz olan takıyye, da­ha büyük bir fesada yol açacak olursa haram olur. Mesela, eğer takıyye dinin yok olmasına, gelecek kuşaklara gerçeğin gizli kal­masına, düşmanların kaderini ele geçirmelerine mukaddesatına musallat olmalarına sebep olacak olursa haram olur. Bu yüzden Şia alimlerinden birçoklarının bazı durumlarda takıyyeyi terkettiklerini, canlarını dinin korunması yolunda feda ettiklerini görü­rüz. Demek ki takıyyenin vücub veya cevazının belirli yerleri var­dır. Aynı şekilde onun haram olan kısımlarının da özel yerleri vardır.

Takıyye, özünde saklı tehlike atlatılana kadar açıklanmasın­dan korkulan bazı şeyleri saklı tutmak anlamındadır. Bu yüzden takıyye, zulümden kurtulmak için en iyi yoldur. Ama bu, Şiilerin zorluklar karşısında kararsız ve korkak olduğu ve bu gibi olaylar ile karşı karşıya gelmekten çekindiği manasına da değildir.

Asla! Takıyyenin sınırlan vardır. Bir yerde vacip olduğu halde başka bir durumda haram olabilmektedir.

Mesela Yezid b. Muaviye gibi zalim bir hakimin karşısında ta­kıyye haramdır. Çünkü böyle bir durumda takıyye zillet, alçaklı­ğa boyun eğmek ve cahiliye dönemine geri dönmek demektir. Ta­kıyyenin caiz olup olmamasını, acizlik ve güçlülük değil İslâm ve Müslümanların maslahatları belirtmektedir. Değerli okuyucula­rın takıyyenin birtakım özel hükümlerinin olduğunu ve bazı du­rumlarda daha yüce bir maslahattan dolayı haram olabileceğini bilmesi için burada İmam Humeyni (r.a.)'ın bu konudaki sözünü naklediyoruz. O şöyle buyurmaktadır:

İslâm'ın nazarında çok önemli olan bazı vacipler ve haramlar konusunda takıyye yapmak haramdır. Mesela Kabe ve mukaddes mekânların yıkılması, Kur'an ve İslâm'a hakaret edilmesi, Kur'an'ı kendi görüşüyle ve ilhada (dinsizliğe) uygun bir şekilde tefsir etmek gibi büyük haramlar konusunda takıyye haramdır. Takıyye, ızdırar ve ikrah delilleri, bu durumları kapsamaz.

Mes'ade b. Sadaka'nın naklettiği muteber hadis de bu konuya delalet etmektedir. O hadisde şöyle buyurulmuştur:

 

 "Mü'minin takıyye etmesi dinde fesada sebep olmayacak şeylerde caizdir."(1)*

 

Aynı şekilde halkın nazarında büyük ve önemli bir yeri olan bir mü'min takıyye olarak bazı haramları yapacak veya bazı farz­ları terk edecek olursa, mesela zorlanarak şarap içecek veya zina edecek olursa, onun bu işi dine zarar verecekse onun da takıyye

l- Vesail-üş Şia, kitab-ul Emr-i Bi-1 Ma'ruf, 25. Bölüm, 6. Hadis.

 

delillerine dayanarak takıyye yapmasının caiz olduğu söylenemez.

 

Aynı şekilde eğer usul-u din ve usul-i mezhepten biri veya di­nin zaruri hükümlerinden biri zeval, yok olma veya değişme tehli­kesiyle karşı karşıya gelirse, mesela sapık tağutlar miras, talak, namaz, hac vs. hükümlerini veya usul-u din, ya da usul-u mezhe­bi değiştirmek isterlerse, bu gibi durumlarda takıyye caiz değil­dir. Çünkü takıyye aslında mezhebin bekası, ilkelerin korunması ve Müslümanların birliğinin muhafaza edilmesi için teşri edilmiş­tir. Onun için de bu durumlarda caiz olmaz. Bu gerçek, önceden zikrettiğimiz hadis-i muvassak'tan da anlaşılabilir."

Böylece, biz takiyyenin gerçek boyutlarını açıklamış olduk ve şu sonuçlan aldık:

1.       Takiyye, Peygamber'in sünnetiyle de onaylanmış olan
Kur'ani bir ilkedir. Peygamberimizin hayatı döneminde, sahabe­den birçoğu canını korumak için takıyyeden yararlanmıştır. Peygamber de takıyye yapanlara itiraz etmediği gibi, onları teyid de etmiştir. Ammar b. Yasir olayında olduğu gibi ki Resulullah (s.a.a.) müşriklerin işkencesine maruz kalırsa tekrar takıyye yoluna başvurmasını emretmiştir.

2. İndiham ve tahrip amacıyla gizli teşkilatlar kurma anlamın­
da takıyye, genelde müslümanlar özellikle Şiiler tarafından terk e­dilmiştir. Bunun Şiilerin kabul ettiği takıyye ile hiçbir alakası yoktur.

3. Müfessirler, tefsir kitaplarında takıyye ile ilgili ayetleri tef­sir ettiklerinde, takıyyeyi caiz bilen Şia'nın görüşünün doğruluğu hakkında ittifak etmişlerdir.

4. Takıyye, sadece kâfirlerden korunmaya mahsus değildir.
Kardeşine zulmetmek ona karşı kötü bir şey yapmak isteyen mu­
halif Müslümanlara karşı da takıyye yapılabilir.

5. Takıyye, fıkhı hükümler esas alınarak beş bölüme ayrılır.
Bazı yerlerde vacip olduğu gibi bazı yerlerde de haram olur.

6. Takıyye, kişinin şahsını ilgilendiren olaylar dışında kullanıl­
maz. Şahsi olaylarda da sadece korku olan yerlerde kullanılır. Ama zulüm ve korku ortadan kalktığı zaman takıyyenin anlamı kalmaz.

Ve sön olarak şöyle söyleyebiliriz: Farz edelim ki takıyye takvalı birinin kendi canını, ırzını ve malını korumak için işlediği bir suçtur. Ama asıl suçlu olan inanmadığı bir şeye inanmış gibi gö-

1- İmam Humeyni / Er-Resail, s. 171-178.

rünme ve ona göre amel etme (takıyye) mecburiyetinde kalan Müslüman Şii değil, bu durumu meydana getirenlerdir. Onun ta­kıyye yapmasını kanayan Müslüman, ona da kendi inancını yaşa­ma hakkını tanımalı ve akla uygun, hareket ederek ona inancının ve amelinin delilini sormalıdır. Eğer ikna edici bir delile dayanı­yorsa, o da kabul etmeli, dayanmıyorsa da içtihadında hataya düştüğü için onu mazur görmelidir. Ben bütün Müslümanları, Şiileri zorlayan sebepler üzerinde düşünmeğe ve herkesin rahatça kendi görüşünü izhar edebileceği bir ortamın oluşturulmasına ça­lışmaya çağırıyorum. Çünkü her Müslüman fakih için ancak ken­di nazar ve görüşü geçerlidir.

Şia, inanç ve amelde Ehl-i Beyt imamlarının yolunu izlemekte ve onların nazarlarını kabul etmektedir. Çünkü Allah her türlü rics ve pisliği onlardan gidermiş ve onları tertemiz kılmıştır. Resulullah'ın da akide ve şeriatte sarılmamızı emrettiği iki ağır emanetinden biri de onlardır. Şia'nın bu inancı herkesçe bilin­mektedir ve herkese de hüccettir, kesin bir delildir. . Allah'tan istiyoruz ki, Müslümanlarının kanını ve ırzını tüm sal­dırganlardan korusun, Müslümanların kalplerini birleştirsin, da­ğınık saflarını birleştirsin, onları düşmanlar karşısında tek saf haline getirsin. Çünkü O buna kadirdir ve duaları icabet etmeye layıktır.

Mut'a Olayı

Biz her şeyden önce amellerin zati bir güzellik ve çirkinliğe sahib olduğuna inanıyoruz. Yani çirkin bir amelin zati bir iticiliği ve güzel bir amelin de zati bir çekiciliği vardır. Şeriat da bu esas üzere aklın da teyid ettiği güzel amelleri güzel saymış, çirkin amelleri de çirkin, ve günah olarak tavsif etmiştir. Ancak bazen güzel bir olay olmasına rağmen bir takım maslahatlara binaen bazı hükümler hükm-i sanevi ile değiştirilmiştir. Örneğin hırsız­lık çirkin bir olaydır. İslam'da gerekli şartlar da tahakkuk ettiği taktirde hırsızın eli kesilir. Ama İslam devleti kıtlık, fakirlik vb. olaylardan ötürü bu hükmü bir süre erteleyebilir, askıya alabilir. Ama bu hırsızlığın iyi bir şey olduğu ve el kesmenin çirkin bir olay olduğu demek değildir. Mut'a olayına da bu çerçevede bak­mak gerekir. Şimdi mut’a olayı hadd-i zatında çirkin bir olay de­ğildir. Eğer zati bir çirkinliği olsaydı, Peygamber asla buna izin vermezdi. Peygamberin buna bir müddet için de olsa izin verdiği kesin bir tarihî olaydır. Sahabiler de bununla amel etmiş belirli bir mihir karşılığında belirli bir müddet için mut'a yapmışlardır. Bunda hiç kimsenin ihtilafı ve şekki yoktur. Ama bu hadd-i zatında hiç bir çirkinliği olmayan amel, belirli maslahatlar sebebiyle Peygamber tarafından yasaklanmışsa buna da hiç kimse itiraz edemez. Zira Resulullah kendine vahyedilenden başka bir şeyi yapmaz ve konuşmaz. Biz buna iman etmişiz. Ama eğer Peygam­ber değil de İslam ümmetinin imamı olacak birisi belirli masla­hatlar üzere hükm-i saneviye (ikinci bir hükümle) bir hükmü bir müddet için askıya alıyorsa bu o hükmün çirkin bir olay olduğu hasebiyle değildir. Zira amellerin zati güzellik ve çirkinliği değiş­mez ve değiştirilemez. Şimdi mut'a meselesine dönelim. Şia'ya gö­re mut'a olayı Resulullah (s.a.a)'ın emriyle değil, 2. Halife'nin emriyle yasaklanmıştır. Yani şer'i bir hüküm değil sanevi bir hükümdür. Ehl-i sünnet ise bunu bizzat Peygamber'in yasakladığım söyle­mektedir. Elbette ki 2. Halife'nin kendisi de "Resulullah zamanın­da iki mut'a vardı. Ben bunları nehyettim. İşleyene de ceza vere­ceğim. Bunlar Mut'a-i hac (temettü1 haccı) ve mut'a-i nisa (kadın­larla mut'a)'dır." demiştir. Bu rivayet şia ve Ehl-i sünnet arasında mütevatir bir rivayettir.

Şimdi bakıyoruz bazı müslümanlar mut'ayı çirkin bir olay ola­rak görüyor ve zinadan başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. Haşa eğer zina olsaydı, zati bir çirkinliği olsaydı, Peygamber bir an bile olsa buna izin verir miydi? Şüphesiz ki hayır. Dolayısıyla bu yasaklanış da hükm-i sanevi konumundadır ve bu amelin çir­kinliğini tescil etmez.

Ayrıca bu mut'a olayı şia'da şer'i bir haram ile yasaklanmamışsa da İran'da toplumsal olarak dışlanmış güzel görülmemiştir. Bugün İran'da öyle sanıldığı gibi her yerde mut'a edilmemektedir. Mut'a merkezleri ve evleri diye bir şey söz konusu bile değildir. Hüccet'ül İslam Rafsancani mut'a için çıkartılacak kanunlar üze­rinde bir açıklama yapınca bunu kesinlikle evliler için yasaklaya­caklarını söylemişti. Yani İslam devleti bir takım maslahatlar se­bebiyle bu hükmü en azından evliler için askıya alacaktır. Zira günümüzde mut'a, bana göre evliler için ocakları söndürücü yuva yıkıcı bir olay haline gelmiştir. Evli erkekler mut'a edecek olursa zaten ailesine pamuk ipliğiyle bağlı olduğundan hemen ailesin­den soğur ve asla ailesine örnek bir baba olamaz. Ayrıca kadınlar da böyle bir meseleyi artık kabul görmemektedir. Örneğin İs­lam'da çok evlilik kesin bir hüküm olmasına rağmen bugün kaç Müslüman kadın kocasının bir başka kadınla evlenmesine razı olabilir. Hatta İslam devleti maslahat gördüğü taktirde bu olayı da bir zamana kadar askıya alabilir ve yasaklayabilir. Dikkat edilsin haram kılar demiyorum. Zira helal ve haram peygamber dışında hiç kimsenin yetkisinde değildir. Ama İslam devleti çok evliliğin yuvalan yıktığını görürse bu hükmü askıya alabilir ve hükm-i sanevi ile yasaklayabilir. İslam'ın çağlar üstü bir din ol­masının ve içtihad kapısının açık olmasının hikmet ve delili de budur. Dolayısıyla bugün İran'da da mut'a olayı toplum olarak çirkin görülmüş ve dışlanmıştır. Mut'a yapanlara toplum hiç de iyi gözle bakmamaktadır. Özellikle evli insanların mut'a yapması oldukça çirkin ve bir suç olarak değerlendirilmektedir. Ama bu­nun ötesinde mut'anın haram olup olmadığı, Peygamber tarafın­dan yasaklanıp yasaklanmadığı hususu İslam alimlerinin ve bü­yük müçtehidlerin hükmüne bağlı bir husustur. Bu hususta ger­çekten de değerli bir araştırmada bulunan Abbas Kazımı şöyle di­yor:

"İslam dininin nurlu ve önemli öğretilerinden birisi de neslin türemesi, türün bekası ve toplumun fesat ve bozukluktan korun­masını amaçlayan nikâhtır ve nikah iki kısma ayrılır:

1- Daimi nikâh: Bu, boşanma veya iki çiftten birinin ölmesi ile
sona eren süresiz evlenmedir.

2- Geçici nikâh: (Mut'a nikâhı): Bu, şartlı ve belli bir süre için
evlenmedir. Buna "muvakkat nikâh" da denir.

Mut'a nikâhı; erkekle kadının nikâhta belirlenen ücret karşılı­ğında muayyen bir süre için evlenmeleridir. Belirli sürenin bitme­si yahut kocanın kalan süreyi bağışlamasıyla nikâh kendiliğinden ve talak verilmesine ihtiyaç kalmadan iptal olunmuş olur.

Bu iki çeşit nikâhın ortak ve farklı yönleri vardır.

Ortak Yönler:

1- Ücret: Her iki nikâhta da bir miktar mehir şarttır. Ancak
mehrin mut'a nikâhında akid içerisinde zikredilmesi şarttır; aksi takdirde nikâh bâtıl olur. Dâimi nikâhta ise bâtıl olmaz ama onun yerine kadının emsali olan diğer kadınların mihir miktarı
tayin edilir.

2-Her iki nikâhla mahremlik vücuda gelir ve dolayısıyla her
iki nikâhta da kadının annesi ve kızı kocasına ve kocanın babası
ve oğlu kadına mahrem olur.

3- Başkalarının, dâimi nikâhla evlenen kadını istemeleri ha­
ram olduğu gibi mut'a nikahıyla nikahlanan kadını da istemeleri haramdır.

4- Daimi nikâhla evlenen kadınla zina yapılması ebedi haramlığa yol açtığı gibi mut'a edilen kadınla da zina yapılması' ebedi haramlığa neden olur.

5-Her iki nikâhta da kadının ikinci bir evlilik için iddetinin
bitmesini beklemesi lâzımdır. Dâimi nikâhta bekleme süresi, üç defa âdet görmesi, mut'a nikâhında ise iki defa âdetten temiz olması veyahut en azından 45 gün beklemesidir.

6- Daimi nikâh ile alınan kadında olduğu gibi mut'a edilen ka­dının da kız kardeşi evli olduğu süre içerisinde onunla evlenen er­keğe haramdır.

7- Her iki nikahta da evlat babasına mülhaktır. Dolayısıyla da
babasından miras alabilir.

8-Her ikisinde de akid okunurken eşlik anlamını sarih bir şe­
kilde ifade eden lafızların kullanılması şarttır. Örneğin kiralama veya satmayı ifade eden lafızlarla akid okunursa batıl olur. Kısacası daimi nikâhtaki delille istisna edilen bazı hükümler dışında bütün hükümler muvakkat nikâhta da söz konusudur.

    Daimi Nikâhla Mut'a Nikâhının Farkları

1- Süre: Daimi nikahta boşama söz konusu olmadığı takdirde
nikâh ebedidir. Mut'a nikâhında ise nikâh süresi eşlerin her ikisi­nin anlaşmasına bağlıdır.

2-  Daimi nikâhta eşler birbirinden miras alırlar. Mut'ada ise
hiçbirisi diğerinden miras alamaz.

3-  Mut'a nikâhında eşler bazı konularda özgürdürler. Yani o
meselelerde bir taraf diğerini mecbur etme hakkına sahip değil­
dir:

a)Daimi nikâhta nafaka, yani kadının elbisesi, evi, sağlık hiz­
metleri ve günlük zaruri masrafları erkeğin üzerinedir. Ama
mut'a nikahında eşlerin anlaşma şekline bağlıdır. Kadın, masraf­ları erkeğin üstlenmesini kabul etmeyebilir ve erkek de masrafla­rı üstlenmeyebilir.

b)Daimi nikâhta, erkek ailenin büyüğü ve sözü geçerli olanı­
dır, ama mut'ada iki tarafın anlaşmasına bağlıdır.

c)  Daimi nikâh ile alınan bir kadın kocasının rızası olmadan
hamilelikten kaçamaz; mutla nikâhındaysa kadının da razı ol­
ması şarttır. Yani her iki tarafın rızası lazımdır.

Mut'anın İçtimai Yönden Tahlili

Bu tür nikâhın gerekliği ve geçmiş zamanla şimdiki zamanın arasında bulunan fark nedir?

İnsan, var oluşuyla birlikte cinsel ve şehvet sorunuyla karşı karşıyadır. Şehvet duygusundan kaynaklanan sorunlar, insanın buluğ çağına ermesi ile daha da büyür. Özellikle de şimdiki za­manda büyük bir sorun oluşturmaktadır. Zira şimdiki zamanda, aile teşkil etme gücüne sahib olma ve diğer bir tâbirle toplumsal olgunluk ile doğal olgunluk arasında uzun bir zaman zarfı vardır. Bu gün tahsil eden genç bir erkek ve kız ancak 30 yaşlarına yakın bir zamanda toplumsal olgunluğa erişirler. 25 yaşlarında tahsilini bitirenler, 4-5 yıl sabit gelir kaynağı bulma ve evliliğe hazırlık peşinde koştururlar. Daimi nikâh her iki tarafa, ağır ve büyük mesuliyetler getirdiğinden, bu tür nikâha hazır olan kız ve erkek pek nadir bulunur. Böylece doğal buluğ (erginlik) ve olgunluk ça­ğında evlenmeye hazır olan erkek ve kız pek bulunmaz. O halde Allah'ın, neslin türemesi ve neslin bekâsı için vermiş olduğu bu duygu ve içgüdünün nasıl tatmin edilmesi gerektiği sorunu orta­ya çıkıyor. Burada bu büyük sorunun çözümü için dört çözüm ve kurtuluş yolu önerilebilir. Seçimi sizlere bırakıyoruz. Çözüm Yollan

1-       Geçici ruhbanlık

Acaba bu çözüm yoluna güvenilebilir mi? Gençlerden bunu yapmalarını isteyebilir miyiz? İstesek te kabul ederler mi? Faraza kabul etseler de ruhbanlıktan' doğacak ruhi ve cismi etkiler ve hastalıklara ne yapmalıyız? Bugünkü psikoloji ilminde cinsel iç­güdü tatmin edilmediği takdirde birçok tehlikeli ve ağır etkilerin meydana geleceği açıklanmıştır.

2-       Cinsel ortaklık ve mutlak serbestlik:

Yâni hiçbir kadının herhangi bir erkeğe sınırlı kalmaması. Bil­diğimiz gibi bütün milletler, cinsel ortaklıktan kaçınmışlardır. Cinsel ortaklık kadın ve erkeğin tekelci ruhuna ters düşen bir şeydir. Bu çözüm yolu, birçok ruhsal ve cismi hastalıklara ye yine insanların soysuzlaşmasına ve soyların karışmasına neden olur.

3-       Batının önerdiği çözüm yolu:

Yâni belirli fertler için devletin yönetimi altında belirli mer­kezlerin oluşturulması, yani fuhuş evlerinin açılması. Bu çözüm yolu, evvela toplumu ahlaki yönden çökertecektir; ikinci olarak bu çözüm yolu, sadece erkeklerin sorununu halledebilir, ama kadın­ların sorununu çözemez.

4-       İslam dininin önerdiği, belli bir süre için mut'a nikâhı.
Batının önerdiği yol doğru olmadığı için Batı bilginlerinden

Russel, kendi kitabında "tecrübe için evlilik" unvanı altında bir fasıl açıyor ve mut'a nikâhına benzer bir evliliği öneriyor. Muvak­kat evlilik birinci derecede kadını tek bir erkekle ilişki kurmaya zorlar. Bu nikâh yalnız tahsil edenler için olmayıp diğer birtakım durumlarda da ondan yararlanılabilir. Mesela birbirleriyle daimi nikâh yaptırmak isteyen erkek ve kadın, ilk önce dene için mu­vakkat nikâh yapabilirler. Muayyen vakit zarfında birbirleriyle uyum sağlar ve birbirlerine güvenirlerse ilişkilerini sürdürürler. Aksi takdirde hiçbir sorun çıkmadan ayrılırlar.

Mut'a Nikâhına Yöneltilen Eleştiriler ve Cevaplan l- Mısırlı Ahmed Emin (Duha-1 İslam, c. 3, s. 259) diyor ki: "Evliliğin daimi olması gereklidir. Evliliğin en üstün örneği, bir erkek ve kadının her zaman için kendilerini birbirlerine bağlı bil­meleridir. Ayrılmak zihinlerinden bile geçmemelidir. Mut'a nikâhı ise iki zevcin arasında sabit bir bağ oluşturamaz."

Cevap: Evliliğin devamlılık üzerine kurulması he.-kes tarafın­dan beğenilmiş ve doğru bir şey olduğu da açıktır. Bu eleştiri mut'a nikâhının, daimi nikâhın yerini alması istenildiği zaman geçerlidir. Halbuki mut'a nikâhı, insanın dimi nikâha imkânı ol­madığı zaman, ruhbanlığa ve cinsel ortaklık kuyusuna düşmesin diye teşri olunmuştur.

2-       însan, bu tür nikâhtan (hatta bunu helal bilen Şiiler) bile
nefret eder.

Cevap: Bu nefret etmenin nedeni mut'a nikâhından hevesine tabi olan insanlar tarafından yapılan su-i istifadelerdir. Kaldı ki, bu tür evliliğin de daimi nikâh gibi kabul görmesini beklemek yersiz bir beklentidir.

3-       Mut'a nikahı, kadının haysiyetiyle oynamaktır. Çünkü bir
nevi kadının kiralanmasına ve satılmasına cevaz vermektir. Kadının erkekten aldığı ücret karşılığında bütün vücudunu ona teslim kılması kadının haysiyetine aykırıdır. Bu gibi nikâh birçok
kadının fasit erkeklerin heveslerine kurban olmasına neden olur.

Cevap: Bu soru bütün sorulardan daha ilginçtir: Evvela Mu­vakkat evliliğin kiralık ve satılık olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Müddetin muayyen oluşu, bu tür nikâhın evlilik şeklinden çıkıp satılık ve kiralık olma şekline girmesine sebep olmaz. Fakihler, mut'a nikâhının da evliliği ifade eden özel kelimelerle yapılması­nın gerekli olduğunu, satış ve kiraya ait lafızlarla okunursa batıl olacağını söylemişlerdir.

Saniyen: Nikahın ücret karşılığında olması, kadının kiralık in­san olmasına neden oluyorsa, öyleyse bütün işçiler, terziler, dok­torlar, teknisyenler, hatta bir ülkenin cumhurbaşkanı bile kiralık insanlardır. Çünkü hepsinin çalışmaları ücret karşılığındadır.

Üçüncü olarak: Bu tür nikâhtan yararlanmak sadece erkeğe mahsus değildir. Gerçekte bu istifadede kadın ve erkek eşittirler.

Dördüncü olarak: Neden bu itiraz, daimi nikâha da edilmiyor? Daimi nikâh daha kolay sorgulanabilir. Çünkü daimi nikâhta ka­dın, erkeğin sözünden çıkamaz. Ama mut'ada kadın serbesttir. Bu iki tür nikâhın hiçbirisinde kadın satılık değildir. Kiralık kadınları Avrupa da, gazinolarda, hotellerde ve film kampanyalarında ara­mak gerekir.

Beşinci olarak: Bir kanundan su-i istifade edilmesi, o kanunun geçersiz kılınmasına sebep olamaz. Zira dünyada kötüye kullanıl­mayan hiçbir kanun yoktur.

Altıncı olarak: Su-i istifade edilmek bir kanunun doğru veya yanlış olmasına delil gösterilmez.

Yedinci olarak: Bu kanunun kaldırılmasıyla su-i istifadelerin önü alınamaz.

4-       Mut'a nikahı, bir nevi eş sayısının çoğalmasına cevaz ver­
mektedir. Çok sayılı evlilik kınandığına göre muvakkat nikâh kı­
nanmış olmaz mı?

Cevap: Evvela, çok sayılı evlilik kınanmaya layık bir evlilik tü­rü değildir. Bilakis, kadının haklarından birisidir. Bu konuda Şehid Murtaza Mutahhari'nin "Kadın Haklan" adlı kitabına müra­caat ediniz.

Saniyen, öyleyse daimi nikâhta da birden fazla evliliğin haram olması gerekir. Halbuki dört kadınla evlenmek Kur'an'ın nassma göre helaldir. Bundan başka talak verip yeniden evlenmenin de haram olması gerekir.

5-       Mut'a nikâhının zinayla hiçbir farkı yoktur. Bu da zaruret
halinde helal kılınan bir nevi zinadır.

Cevap: Zinada nikah okunması ve kadının iddetini beklemesi yoktur. Ama mut'a nikahında, nikah okunması ve iddetin bekle­nilmesi lazımdır. Zinadan olan çocuk, babasına ait değildir ve mi­ras hakkı yoktur. Ama mut'a nikahında çocuk babasına aittir ve miras hakkı vardır. Bunların yanı sıra eğer mut'a nikahı zina ol­saydı Sadr-ı İslam'da teşri olunmazdı.

6-       Zinadan amaç şehvet duygusunu gidermektir. Ama nikah­
tan amaç, neslin çoğalması ve türün bekasıdır. Hal böyleyken
mut'a nikahından amaç da şehvetin tatmini olduğu için zina sa­
yılmaz mı?

Cevap: Eğer mut'a zina kategorisine giriyorsa neden Sadr-ı İs­lam'da mubah edildi? İkinci olarak, mut'ayla nesil türemesi ara­sında herhangi bir zıtlık yoktur. Üçüncü olarak, daimi nikahta zikredilen neslin türemesi ve neslin bekası konusu, nikahın hik­metidir, onun asıl nedeni değildir. Eğer hikmet değil de neden sa­yacak olursak, "akıra" yani doğum yapmayan kadınla evlenmenin haram olması gerekir ve yine doğum kontrolü de haram olmalıy­dı.

7-       Kadın, mut'a nikahında bir yerden bir yere intikal eden metaya benzer. Çünkü devamlı bir erkekten diğer bir erkeğe intikal
ediyor.

Cevap: Öyleyse daimi nikahta da talâk haram olmalıdır, özel­likle de eğer talak tekrarlanırsa, bu husus Ehl-i Sünnet kardeşle­rimiz gibi boşanmayı kolay bir şey sayıp bir defa "Enti tâlikun selasen" demeyi üç kez boşanma olarak kabul edersek.

8-       Mut'a nikahı sürekli olmaması nedeniyle ileride dünyaya ge­lecek çocuklar için uygun olmayacak bir aile yuvasına yol açar. Doğacak çocuklar kendilerini seven bir baba ve yuvasına bağlı bir anneden mahrum kalırlar. Bu da mut'anın doğuracağı kötü ve va­him sonuçlardan birisidir.

Cevap: Eşler, mut'a nikahında çocuğun olmasından sakınabi­lirler. Özellikle de günümüzde doğum kontrolüyle bu mesele ta­mamen halledilmiştir. Eşler çocuk isterlerse, çocukların terbiye ve bakımını üstlenmelidirler; Bu çocuklarla daimi zevceden dün­yaya gelen çocuklar arasında hiçbir fark yoktur. Anne ve babanın bu vazifeden kaçınması halinde kanun müdahale eder ve talak durumunda olduğu gibi, ebeveyni kanuni mesuliyyetini üstlen­meye zorlar.

9-       Geçici nikahı caiz bilmek, zımnen haremliğin kurulmasınada müsaade etmek manasına gelir ki, bu da batı karşısında doğulu için utanç verici bir olay ve önemli bir zaaf noktasıdır. Bunun da Ötesinde, şekli ne olursa olsun muvakat evlilik ahlak ve medeniyete aykırı ve toplumsal çöküşe sebep olan şehvetperestlik ve nefse kulluk etmeyi caiz görmektedir. Aynı ifadeler birden fazla kadınla evlenme konusunda da söylenilmiştir.

Cevap: Bu meseleye iki açıdan yaklaşmak gerekir:

1-   Haremliğin ortaya çıkmasına sebep olan içtimai unsurlar nelerdir ve mut'a nikahının bu konuda bir etkisi olmuş mudur?

2- Mut'a nikahının teşriinden maksat, bazılarının şehvetini tatmin ve nefsani arzularım gidermek midir?

Haremliğin İçtimai Nedenleri

Söz konusu olay, iki temel faktörün el ele vermesiyle ortaya çık­mıştır.

1- Kadının iffet, takva ve namusunu korumasıdır. Belli bir erkeğe ait bir kadın başka bir erkekle gayr-i meşru ilişkiye girmeye hakkı yoktur. Böylece eğlence düşkünü şehvetperest ve zengin bir er­kek, nefsani arzularını gerçekleştirebilmek için bazı kadınları et­rafına toplayıp haremlik kurmaktan başka yolu olmadığını gör­müştür. Kadının iffet, takva ve namusunu koruması olmasaydı ve
erkekler istedikleri zaman istedikleri kadınla ilişki kurabilseler
di, bu tür erkekler uçsuz bucaksız haremlik kurma zahmetine katlanmazlardı.

2-Sosyal adaletin olmayışı Pek çok erkek evlenme imkanın­dan mahrum kalınca, sonuç olarak bekar kadınların sayısında artış olacak ve haremliklerin ortaya çıkmasına elverişli bir ortam doğmuş olacaktır. Sosyal adalet sağlanırsa, eş seçimi için gerekli imkanlar herkese tanınırsa muhakak her kadın muayyen bir erkeğe ait olacak ve haremlikler de ortadan kalkacaktır.

Tarihe kısaca bir göz atılırsa haremlik tesisinde geçici nikahın zerre kadar rolü olmadığı anlaşılır. Bu sahada şöhret kazanan Abbasi halifeleri ve Osmanlı sultanlarının hiçbirisi Şii değillerdi ki, geçici nikaha başvurdukları söylenebilsin.

Geçici Nikah Zevk Tatmini İçin midir?

Semavi dinlerin genelde şehvetperestlik ve beyhude heveslerin tatminine karşı koyduğundan,şüphe edilemez. İslam’ın en aşikâr usullerinden birisi şehvetperestliğe karşı mücadele etmektir. Çe­şitli kadınlarla ilişkide bulunma ve onları tatma gayesinde olan zevkperest kimseler, İslam nazarında melun ve Allah'ın düşmanı sayılmışlardır.

Mut'a Nikahının Şer'i Delilleri

Mut'a nikahının İslam dininde teşri edildiğine dair, İslami mezhepler arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Mutanın Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) zamanında teşri edildiği ke­sin bir şeydir. Bu konuda mütevatir rivayetler vardır. Hatta nâsih olduğu iddia edilen rivayetler de başlı başına mutanın teşri edilişine delildir.

l- Kur'ani Delil:

"(Kendileriyle evlenmeniz helal olan) Kadınlardan bir lezzet al­dığınızda, ücret (mehir)lerini kararlaştırdığınız veçhile verin11 (Ni­sa: 24)

Ayette geçen "îstemta'tum" kelimesinin aslı olan "muta" sözcü­ğü şer'i örfe göre müddete bağlı evlenmek manasına gelir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Kadınlardan biriyle anılan bir müddet zarfında evlenerek faydalandığınız takdirde, ücretlerini kararlaştırdığınız şekilde verin.

Te'yidler

a)Geçici evlilik manasına gelen "muta" kelimesi  peygamber-i Ekrem'den (s.a.a.) naklolunan birçok rivayetlerde ve defalarca sa­habenin sözlerinde kullanılmıştır.*

b)Eğer "istemta'tum" kelimesi, lügatteki manaya yani lezzet bakımından faydalanmak diye tefsir edilirse ayetin manası şöyle olur: "Daimi hanımlarınızdan faydalandığınız takdirde ücretlerini kararlaştırdığınız şekilde verin." Halbuki vermek meşhur kavle göre mehrin tamamı veya en azından yansı daimi nikah akdi okunur okunmaz vacip olur. Daimi nikahta mehrin vacip olma­sında, kadınlardan lezzet bakımından faydalanmak şart değildir.

c)İbni Abbas, Übeyy b. Kâb, Cabir b. Abdullâh-ı Ensâri, İmran b. Husayn, Said b. Cübeyr, Ebu Said-i Hudri, Katade, İbn-i Mes'ud, Mücahid gibi sahabenin büyükleri, tabiin, Ehl-i Sünnet müfessirlerinin birçoğu ve Ehl-i Beyt müfessirlerinin tümü yukarıdaki ayetten mut'a nikahının cevazını anlamışlardır. Hatta Şia'yla ilgili konularda çok hassas olmakla meşhur olan Fahr-i Razi, tefsirinde bu ayet hakkında uzun bir açıklamadan sonra şöyle yazıyor: "Yukarıdaki ayetten mut'anın cevazının anlaşıldı­ğında hiçbir söz ve şüphe yoktur. Ne var ki, bizler bu hüküm bir müddet sonra nesh olunmuştur, diyoruz."

d) Ehl-i Beyt'ten bu ayetin mutla nikahı hakkında nazil oldu­ğuna dair birçok rivayetler nakledilmiştir.

îmam Sâdık (a.s.) buyuruyor:

"Mut'a Kur'a-nı Kerim'de nazil olmuş ve Nebevi sünnet olarak da uygulanmıştır." (el-Burhan Tefsiri, c. l, s. 360)

İmam Bakır (a.s.) Ebu Basir'in mut'ayla ilgili sorusunun ceva­bında şöyle buyurdu:

"Kur'an'da mut'ayla ilgili şu ayet nazil olmuştur: "(kendileriyle evlenmeniz helal olan) kadınlardan bile lezzet aldığınızda ücret (mehir)lerini kararlaştırdığınız veçhile verin"

(Nur-us Sekaleyn, c. l, s. 467)

Velhasıl, söylediklerimizden ayet-i kerime'nin muvakkat evlili­ğe ait olduğu anlaşıldı. Ayetin bu konuda nazil olduğu hususunda hemen hemen icmâ vardır. Fakat Ehl-i Sünnet'ten Cessas gibi (Ahkam-ul Kur'an, c. 2, s. 179-180) birkaç kişi bu ayet-i kerime­nin daimi nikaha ait olduğunu sanmışlardır. Fakat Fahr-i Razi tefsirinde bunların delillerini getirmiş ve hepsini birer birer reddetmiştir.                  .

2-       Peygamberimizin sünneti:

Müslümanlar, Peygamberimizin hayatı döneminde bunu uygulamışlardır. Hatta Ömer'den nakledilen:

"Resulullah'ın zamanında iki mut'a vardı; ben bunları haram ettim. İşleyene ceza vereceğim. Biri mut'a-i nisa, diğeriyle mut'a-i hacdır." şeklindeki söz de bunun açık delilidir. Eğer ayetin mut'aya delaletinde şüphe etsek bile Ehl-i Sünnet'in kabullendiği bu sünnet yeterlidir.

3-       Sünnilerin neshedildiğini iddia ettikleri rivayetler bu hük­mün Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) zamanında var olduğunun diğer net bir delilidir.

Buraya kadar ispat etik ki, mut'a nikahı Asr-ı Saadette teşri edilmiştir ve bu konuda İslam mezhepleri arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ne var ki, İmamiye bu nikahın kıyamete dek meşru olu­şuna ve bekasına inanır; diğerleri ise bu hükmün mensuh olduğu­nu iddia ederler. Ümmet arasında bu husustaki ayrılık, sahabe devrinden başlar.

Mut'a Hükmü Neshedilmiş midir?

Ehl-i Sünnetten çoğu mut'a nikahının neshedildiğini söylemiş­lerdir. Ama nasih hakkında çeşitli görüşler belirtilmiştir.

l- Bazıları bu hükmün Kur'anla neshedildiğini iddia etmişler. Fakat bu hususta da ihtilaf vardır.

a) Bazıları helal olduğu bildirilen "Ancak eşleri veya malik ol­dukları cariyeler müstesna" ayetiyle mensuhtur demişler. (Yani hifz-ul Fere ayetiyle mensuhtur) Ayet şudur: Onlar ırzlarını ko­ruyanlardır; ancak eşleri ve sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar kınanmış değillerdir."

(Mü'minun/5-6, Mearic/30)

Bunu söyleyen grup çoğunluktadır. Bu Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekir ve Aişe'den nakledilmiş ve müteahhirlerden bir grup da buna kaildirler. (2)

Açıklama: Mut'a olunan bir kadına cariye-i mütemattea denil­mez. Nikah-i daimi ile alınan kadın hakkında da durum aynıdır; yani ona metamettea denilemez. Çünkü mut'ada miras, iddet, ta­lak ve nafaka gibi eşlik hakları yoktur. Eşlik haklan olmadığına göre eş olmanın aslı da yoktur. Böylece mut'a edilen kadın, müs­tesna olur ve "Temellük1 edilen zevceleri (eşleri) grubunun hiç bi­rine dahil değildir. Neticede bu ayet, mut'a ayetini neshediyor.

B- Bazıları talak ayeti bunu neshetmiştir diyorlar.

"Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız zaman temiz oldukla­rı vakit boşayın." (Talak/1) Bu ayette talakın zevciyyet levazı­mından olduğunu isbat ediyor. Talak olmayan bir yerde eşlik de yoktur.

c) Bazıları da nasibin, miras ayeti olduğunu; 'Çocukları yoksa zevcelerinizin kalan mallarının yansı sîzindir." der. (Nisa: 12)

Eşlik haklarından birisi de bu ayete göre miras hakkıdır. Öy­leyse mut'a nikahı neshedilmiştir.

1-Bazılarına göre iddeti bildiren ayet bunu neshetmiştir.

2-Bazıları mut'a nikahının icmâ' ile neshedildiğini derler.3

3-Bazılarıysa bu nikahın sünnetle neshedildiğini söylerler.4
      
Kur'an'da Mut'a Hükmünü Nesneden Ayet Yoktur
     
Söz konusu ayetlerde mut'a hükmünü nesheden bir açıklama yoktur. Mut'ayı haram bilenleri çoğusunun delili hifzul fere ayeti­dir. Biz bu ayet hakkında genişçe açıklamada bulunacağız.

Cevap 1: Mut'anın bu ayetlerde haram edilmesine imkan yok­tur. Çünkü mut'a Nisa suresindedir ve bu sure medenidir. Öbür ayetlerde (Müminun ve Mearic) mekkidir.

Binaenaleyh nasibin, mensuba önceliğini gerektirir ki, bu mümkün değildir. Bu itira nasih olduğu iddia edilen bütün ayetler için geçerlidir. Çünkü o ayetlerin tümü Mekkidir.

Cevap 2: Peygamber-i Ekrem'in, (s.a.a.) Sahabenin ve tabiinin dilinde mut'a bakında "Nikah, Zevac ve Zevce" tabirleri kullanıl­mıştır. Böylece mut'a edilen kadına, zevce denilebilir.

Cevap 3: Mut'a ayeti hastır. Ve nesneden ,ayetlerin hepsi umum ve genel manayı ifade eder. Fıkıh ilmindeki kaidelere göre has, umum manayı ifade eden cümleyi tahsis eder (sınırlandırır) yani ondan müstesna olur.

Nitekim Hifz-ul Fere ayetinden diğer bir takım istisnalar olun­muştur. Örneğin: Mevlasının izniyle diğerinin cariyesi inşâna he­lal olur. Ayette zikredilen müstesna iki grubun hiçbirisi için doğ­ru olmamasıyla birlikte böyle izin vermenin cevazına ve cariyenin mubah olduğuna, İbn-i Ab bas ve Tavus fetva vermişlerdir. Ömer demiştir ki: Bu yemekten daha helal bir şeydir." Hatta bazı riva­yetlerden bunun tabiin döneminde yaygın olduğu anlaşılıyor. Bu konuda Ata'nın (Müsannef, c. 7, s. 216) dediklerine bakınız.

Cevap 4: Nitekim talak, nafaka ve farzen iddet vb. eşlik hakla­rının mut'a nikahında olmayışı bu nikahın Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) zamanında teşri olunmasını önlememiştir. Halbuki mut'anın teşri edilmesi iddet ve talak gibi hükümleri bildiren ayetlerin nuzulundan sonradır.

Cevap 5: Eşlik haklarına gelince; Talak, Mut'ada muayyen müddetin kadına bağışlanmasıdır. İddet ise İmamiyyenin icmaiyle en az 45 gün şarttır. Birisiyle mut'a yapıp bu müddeti, mut'a müddetinden sonra beklemeyen kadınla mut'a zinadan ibarettir. Nafaka ve miras mutlak olarak eşlik haklarından değildirler. Ör­neğin, naşizeye (kocasına itaat etmeyene) zevce denilmesiyle bir­likte nafakası vacip değildir. Nasıl ki şeriatta kâfir kadın (Ehl-i sünnete göre Müslüman, kâfir kadınla daimi olarak evlenebilir) kocasını öldüren kadın, efendisinin izniyle nikah edilen cariye mirasdan mahrumdurlar. Özetle, eşliğin mutlak olarak mirasa se­bep olduğuna dair delil olmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca mut'a ayeti mirası bildiren ayetleri sonra nazil olmuştur ki kaide­ye göre miras ayetinden müstesna olması gerekir.

Talak Ayeti

Mut'a ayeti talak ayetinden sonra inmiştir. Talak ayeti daimi nikaha aittir. Mutlak eşlikle ilgisi yoktur. Aksi takdirde talak ayeti, temellükle helal olan grubu neshetmesi ve onunla zina sa­yılması gerekir.

İddet İle İlgili Ayet

Mut'a ayetinin iddeti bildiren ayetle mensuh olduğu sözü çok ilginçtir. Çünkü Şia'da hiç bir kimse mut'a edilen kadını iddetinin olmadığını iddia etmemiştir. Mut'a yapılan kadının iddetiyle ilgili sorular sahabe devrinde çok fazlaydı. Acaba Peygamber zamanın­daki sahabe, iddeti beklemeyen kadınlarla mı mut'a ediyorlardı?

2-       İcma ile Nesh

Şaşılacak konulardan birisi de, bazılarının mut'a teşriinin icma ile neshedildiğini iddia etmeleridir.

Cevap 1: Mut'anın Ömer'in hilafetinin son dönemlerinde ha­ram edilişini ifade eden bir çok rivayetler nakl olunmuştur.

Cevap 2: Sahabeden bir kısmının, tabiin ve Ehl-i Beyt'in hatta dört mezhep fakihlerinin bazısının muhalif olmasıyla icma nasıl gerçekleşebilir?

Cevap 3: Çoğunluk şöyle diyor: Diğer bir şeyin icmaya nasih ol­ması icmanın da herhangi bir şeye nasih olması mümkün değil­dir. Böylece icmayla mut'a nikahı neshedilemez.

Cevap 4: İcmanın delili malumdur. Delili malum olan icma hüccet olamaz. Bilakis delilin kendisi araştırılmalıdır.

3-       Mut'anın Sünnet İle Neshedilmesi

Allame Emini El-Gadir kitabında Ehl-i Sünnet'ten bu hususta 22 farklı görüş naklediyor. Ancak biz onların on ikisine işaret et­mekle yetiniyoruz:

1-Sadr-ı İslam'da helal idi; ancak Hayber fethinde yasaklandı.

2-Önceleri mubah idi. Mekke fethedildiği gün yasaklandı.

3-Önceleri mubah idi. Sonra hicretin onuncu yılı veda haccında neshedildi.

4-Hicretin dokuzuncu yılında Tebuk gazvesinde neshedildi.

5-Fakat Umrat-ul Kazada mubah edilmiştir.

6-Zaruret için mubah edildi. Daha sonra veda haccı yılının sonlarında yasaklandı.

7-Mubah kılındı. Sonra Hayber fethinde kaldırıldı. Daha son­ra Mekke fethinde izin verildi sonra yine haram kılındı.

8-Evtas gazvesinde haram kılındı.

9-Mubah kılındı sonra üç kere neshedildi.

 

10-Mubah kılındı sonra dört kere neshedildi.

11-Sadr-ı İslam'da Evtas gazvesi, Mekke fethi ve Umra-tü kaza'da mubah edildi. Hayber ve Tebuk gazvesi ve Hiccet-ü İslam'da
neshedildi.

12-Yedi kere mubah kılındı. Sonra yedi defa yani Hayber, Hüneyn, Ümret-ül Kaza, Mekke fethi, Evtas gazvesi, Tebuk gazvesi,
Veda Haccında neshedildi.

Eleştiri

l- Ashabın ve Tabiin'in çoğu, Ehl-i beyt imamları ve Şiiler onan neshedilmediğini söylüyorlar.

2- Şafii, bu mezhebe mensub olanların çoğu ve bir nakle göre Ahmed b. Hanbel Sünnetin, Kur'ân'ı neshedemiyeceğine inanıyor­
lar:5
'

3- Zad-ul Mead (c. 2, s. 138) kitabında şöyle diyor: İki üç kere neshedilme şeriatta görülmemiş bir şeydir. Böyle bir şey olmamıştır. Nerde kaldı ki beş altı hatta yedi kere neshedilsin.

 

4- Nesh rivayetleri haber-i vahittir. Peygamberdi Ekrem'den Selmet İbn-i Akvâ, Ebu Hureyre vb. altı kişi nesh rivayetlerini nakletmişlerdir. Bu sahabeden nakleden ravilerin rivayeti de vahittir.6 Kur'ân, haber-i vahid ile neshedilmez. Rivayetlerin farklı oluşu ye birbirine uymayışı da onun neshedilmediğini gösterir.

 

5- Bu vahid rivayetler zaman ve mekân açısından birbirine uymuyorlar. Bazen bir raviden iki yerde neshedildiğini söylediği
nakledilmektedir.

 

6- Bu rivayetler mut'anın helâl olduğunu bildiren rivayetlerle çelişiyorlar. İki grup rivayet çeliştiği ve biri tercih edilemediği
takdirde her ikisi de bir köşeye bırakılıp o konudaki genel beyanata bakılır.

 

Mut'a Ne Zaman Yasaklandı?

 

Mut'a Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) ve Ebu Bekir'in hilafeti dö­neminde yasaklanmadı. Ömer'in hilafetinin son zamanlarında ya­saklandı. Bu hususta bir çok rivayet vardır ki bunlardan otuza yakını sahih ve muteber senetlerle Ehli Sünnet'in önemli hadis kitaplarında yer almaktadır. Bu husustaki rivayetlerin tümü mütevatirdir. Hatta manevi tevatürlerinden öte bazı özel metinleri bile mütevatirdir. Bu rivayetler arasında her hangi bir çelişki de söz konusu değildir. Bu rivayetlerden bir kaçına işaret edeceğiz.

 

1-       Ömer şöyle demiştir:

 

"Rasulullahın zamanında iki mut'a vardı, ben bunları yasakla­dım, işleyene ceza vereceğim. Mut'a-ı hac ve Mut'a-ı nisa."7

 

2-Sahih-i Buhari'de Ebu Recâi İmran b, Husayn'dan şöyle de­diğini rivayet etmiştir: "Allah'ın kitabında mut'a ayeti indi. Resulullah (s.a.a.) bize onu emretti. Resulullah la birlikte mut'a ile amel ettik, haram olduğuna dair Kur'ân'da herhangi bir ayet in­medi, Resulullah da vefatına dek bizi ondan nehyetmedi. Bir zat, kendi re'yiyle nehyetti.8 Bu zatın Ömer olduğu söylenmiştir."

 

3-Ebu Nezre, Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah zamanında mut'a-i nisâ ve mut'a-i hacc ile amel ederdik. Sonra Ömer ikisini de nehyetti, biz de bir daha yapmadık." (Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 325)

 

          4-Ebu Zübeyr, Cabir'den şöyle rivayet ediyor: "Resulullah’ın ve Ebu Bekr'in zamanında bir avuç hurma ve unla mut'a yapardık, Ömer bunu Amr b. Hurays hakkında nehyedinceye dek böyleydi."9

 

5-Ata şöyle rivayet ediyor: "Cabir b. Abdullah-i Ensari, Umre için gelmişti, evine gittik. Bir topluluk ondan bazı şeyler sordu.Sonra mutadan söz edildi. Evet dedi, Resulullah’ın zamanında mut'ayla amel ederdik. Ebu Bekr ve Ömer'in zamanında da öyle."10

6-Ebu Nazra diyor ki: "Cabir'in yanındaydık, birisi geldi ve İbni Abbas'la İbni Zübeyr'in Mut'a hususundaki ihtilaflarını söyledi. Cabir: Resulullah’ın zamanında mut'a-i nisa ve mut'a-i hacla amel ederdik, sonra Ömer ikisini de yasakladı, biz de bir daha yapmadık."11

 

7-Yahya b. Eksem, Basralı bir ihtiyara mutanın cevazı hak­
kında kime iktida ettin? diye sordu. O da Ömer'e dedi. Yahya, na­sıl Ömer'e iktida ettin? Halbuki o bu hususta halkın en sert ola­nıydı dedi. İhtiyar şöyle dedi: Bizlere ulaşan doğru habere göre, Ömer minbere çıkmış ve şöyle demiş: Ey insanlar, iki muta vardı. Allah ve Resulü helal etmişti, ben onları size haram ettim, yapanı cezalandıracağım. Biz de iki helal muta olduğuna dair onun şa­hitliğini kabul edip haram edişini reddettik.12

8-Hakem, b. Cürayh, ve diğerleri Hazreti Ali'den (a.s.) şöyle ri­vayet ederler: "Ömer mutayı nehyetmeseydi sadece şakıy (çok kö­tü) insanlar dışında kimse zina etmezdi.' 3

9-Kays, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: Peygam­berle (s.a.a.) birlikte savaşıyorduk. Eşlerimiz de yanımızda yoktu. Peygamber'e kendimizi iğdiş mi edelim? diye soruldu.

Peygamber bizi ondan nehyetti. Ama bir süre için elbise karşı­lığında kadınlarla nikah etmemize izin verdi. Abdullah b. Mes'ud sonra şu ayeti okudu: "Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanla­rı sevmez."14

Eleştiri

Mütevatir olarak nakledilen Ömer'in aşağıdaki şu sözüyle ilgili bir eleştiri

Resulullah’ın zamanında iki mut'a vardı, ben bunlardan nehyettim, işleyene ceza vereceğim. Muta-i hac ve mut'a-i nisa.

Bu hadiste iki şeye ceza vadesi verilmiştir. (Yani mut'a-i haccı ve mut'a-i nisayı yapana)

Neden Ömer'in mut'a-i haccı nehyetmesinden bunun neshedildiği düşünülmedi de sadece mut’a-i nisa nehyinden neshedildiği düşünüldü? Neden mut'a-i hac nehyinden kerahet (mekruh ol­ması) anlaşılıyor, ama mut'a-i nisa nehyinden hürmet (haram olması) anlaşılmıştır?... Neden mut'a-i hac konusunda Ömer'in ken­di içtihadıdır deniliyor da mut'a-i nisa hakkında denilmiyor? Neden Ömer'in sözleri hüccet oluyor da İbni Mes'ud, Cabir, Ubey b. Kâ'b, Ali (a.s.) ve İbni Abbas'ın sözleri hüccet olmuyor. Halbuki bunlar da sahabidirler. Faraza, Ömer'in sözü Peygamber'in (s.a.a.) hadisi olsa bile, evvela kendi hilafetinin son dönemlerine kadar niçin nakletmedi? Ve (saniyen) haberi vahiddir ve haberi vahid ile nesh ispat edilemez.

Böylece mut'anın Ömer'in hilafeti döneminde yasaklandığını bildiren haberler, mut'anın Peygamber'in (s.a.a.) zamanında neshedildiğini ifade eden rivayetleri iptal eder. Neticede, o husustaki rivayetler hüccet olmaktan çıkar, onlara güvenilemez. Velhasıl mut'anın bütün müslümânlarca meşru ve mubah olduğu sabit ol­duktan sonra neshedilip edilmediği hakkında haberlerde ihtilaf olduğuna göre, şüpheye uymayıp neshedilmediğini kabul etmek gerekir.

Mut'anın Yasaklanış Nedenleri

Ömer, kendi zamanında mut'anın bazı karışıklıklara sebep ol­duğunu görmüş, örneğin evlilerin bu nikahdan daha fazla yararlandığını15 ve bazılarının bu nikahı şahitsiz yaptıklarını16 görmüş ve zamanın maslahatına uygun olarak onu kendi re'y ve içtihadıyla menetmiştir. Bunun için rivayetlerde çeşitli nedenler zikredilmiştir. Bu yüzdendir ki, "Resulullah'ın (s.a.a.) zamanında iki mut'a vardı; ben, bunları haram ettim, işleyene ceza verece­ğim" dediği de tevatürle rivayet edilmiştir. Görülüyor ki Resulullah onları haram etti yahut neshetti demiyor, cezalandırırım di­yor. Anlaşılıyor ki Ömer'in maksadı o zamana ait bir şeydi. Ha­ram sayması ortam ve zamana göreydi, dine göre değildi. Fakat sonra gelenler bu noktayı anlamadılar ve böyle bir kimsenin Al­lah'ın helal ettiğini haram etme makamına sahip olmadığını id­rak edemediler.

Fazl, İmam'ı Sadık (a.s.) dan şöyle rivayet etmektedir: İmam-ı Sadık'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu duydum: Ömer, Irak ehlinin, onun mut'ayı haram ettiğini sandıkları haberini duyunca, birisini gönderip onlara, "Onun mut'ayı haram etmediğini ve Allah'ın he­lal kıldığı şeyleri haram etme hakkına sahip olmadığını sadece onun, mut'adan nehyettiğini haber vermesini söyledi.1'

Mut'ayla İlgili Görüşler

Bazıları İbni Abbas harcinde bütün sahabenin mut'anın haram olduğuna dair ittifakları olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Hatta İbn-i Abbas'in da ilk önce zaruret gereği mubah olduğunu söyledi­ğini göstermeye çalışıyorlar. Bu yüzden sahabenin büyüklerinin daha sonra da Ömer'in mut'ayı tahrim etmesine rağmen mut'ayı helal bilen tabiin ve diğerlerinin hatta dört mezhep imamlarının görüşlerini yazmada fayda görüyoruz. Sahabeden Mut'ayı Helal Bilenler

1-İmran b. Husayn18

2-Cabir b. Abdullah Ensari19

3-Abdullah'b.Mes'ud20
       
6-Abdullah b. Ömer21

7- Muâviye b. Ebu Süfyan22

 8-Ebu Said-il Hudri23

9-Enes b. Malik24

10-Burra b. Azib25

11-Sahi b. Sâd-is Sâidi26

12-Muğiret b. Şu'be27
       
13-Selme b. Ekva28
      
14-Zeyd b. Sabit29

15-Halid b. Abdullah Ensari30

16-Esma bint-i Ebi Bekr31

17-Ubeyy b. Kâ'b32

18-Zübeyr b. Avam

19-Mabed b. Ümeyye33

20-Selme b. Ümeyye34

21-Rabiâ b. Ümeyye
     
22-Amr b. Hurays35

23-Ya'la b. Ümeyye36

24-Safvan b. Ümeyye37

25-Amr b. Huşenb

Tabiin ve Diğerlerinden Mut'ayı Helal Bilen Kimseler

I-Said b. Cübeyr38
         
2-Mücahid39

3-Ata40

4-Tavus41

5-İbni Curayh42

6-Zefer b. Avs-i Medeni43

7-Sudeyy44

8-Nafî45

9-Habib b. Ebi Sabit46

10- Hakem b. Uteybe

II-Cabir b. Yezid47
       
12-Amr b. Dinar48

13-İmam Muhammed Bakır (a.s.)49

14-İmam Cafer Sadık (a.s.)50   

15- İbn-i Ziyad51

16-İbn-i Ziyad52

17-Said b. Habib53

18-İbrahim Nahai54

19- Hasan Basri55

20-İbni Şubreme56

21- Ömer b. Güveyde57

22-Rabi b. Meysara58

23-Ebu Zuheri59  

24-Malik b. Enes
     
25-Ahmed b. Hanbel
     
26-Ebu Hanife

Dört Mezhep İmamlarının Görüşleri Malik mutlaka mut'a nikahının cevazına inanmıştır.60 Ahmed b. Hanbel de zaruret durumunda caiz bilmektedir.61 Ebu Hanife'den şöyle nakledilmiştir: Nikahta belirlenen süre eşlerin genelde yaşayamayacağı bir zaman süreci olursa (örneğin yüz yıl veya yüzden fazla yıl denilirse) nikah sahihtir. Çünkü bu daimi nikah hükmündedir.62 Şafii ise mutlaka haram bilir.63

Dipnotlar

1-Sünen-i İbn-i Mace, 1962. hadis, Müsannaf-ı Abdurrazzak, c. 7, s. 504, Keşşaf, c. 3, s. 177, Beyrut baskısı.

2-Müsannaf-i Abdurrazzak, c. 7, Es-Sünen-ül Kubra: Beyhaki, c. 7, s. 206, Dürrül Mensur, c. 5, s. 5, Müstedrek-ül Hakim, c. 2, s. 393, Et-Teshil.c. 1,8. 137.

3-Evail: Ebu Hilal-il Askeri, c. l, s. 293.

4-Tefsir-i Beyzavi, c. I, s. 259, Teshil, c. l, s. 137, Tefsir-i Hazin. c. l,s. 357 ve Tefsiri Şevkâni, c. l, s. 414'den naklen.

5-Mustafa: Gazali C. l, S. 124, El-İhkam: Amidi, Fevatih-ur Raha-mut Fi Şerhi Müsellem-is Subut Mustasfa Haşiyesi c: 2 s: 78.

6-Sünen-i Beyhakî c: 7 s: 201-207.

7- Sünen'i Beyhaki c: 7 s: 206, Müsned'i Ahmed b. Hanbel c: l s: 52, Şerh-un Nehc lil Mutezili c: l s: 182 ve c: 12 c: 251, Evâil: Ebu Hilal'ü Askeri c: l s: 238, Taberi Haşiyesine yazılı Nişaburi Tefsiri c: 5 s: 17, El'Beyanu Vettebyin c: 4 s: 278 1380 H. B. Zad'ül Mead c: 2 s: 184, Tefsir'i Râzi c: 10 s: 50 B. 1357 H. Sahihi'i Müslim, Telhis'üş Safi c: 3 s: 153 ve c: 4 s: 29, Kenz'ul İrfan c: 2 s: 158, El'İzah s: 443, El'Ğadir c: 6 s: 211 nakline göre El'Beyan'u Vet Tebyin c: 2 s: 223, Ahkam'ül Kur'an: Cessas c: l s: 342 ve "345 ve c: 2 s: 152, Tefsir'i Kurtubi c: 2 s: 370 El'Mebsut Lis Serağsi c: 5 s: 152, Kenz'ul Ummal c: 8 s: 293'de. Ebu Salih ve Tahavi'den s: 294 de Taberi' (Tehzib'ul Asar) ve İbni Asakir'den naklen, Zav'üş Şems c:2s:94.

8-Sahih'i Buharı c: 2 s: 168 ve c: 6 s: 33, Sahih'i Müslim c: 4 s: 168, Sünen'i Nesâi c: 5 s: 155, Müsned'i Ahmed c: 4 s: 236, Feth'ul Bari c: 3 s:338, İrşad'us Sari c: 4 s: 169, Sünen 'i Beyhaki c: 5 s: 20, Tefsir'i Nişabu-ri Taberi Haşiyesi c: 5 s: 17, Bihar'ül Envar c: 8 s: 286 eski b., Tefsir'i Râzi c: 10 s: 49-50 1357 b., Taraif: İbni Tavus s: 141 Hilyet'ül Evliyâ'dan naklen, Delail'us-Sıdk c: 3 s: 191 Ahmed b. Hanbeli’den nak­len, Cevahir c; 30 s: 144, El'"adir c: 6 s: 208 çeşitli tefsir kitaplarından naklen örneğin: Tefsir'i Kurtubi c: 2 s: 365, Tefsiri İbni Kesir c: l s: 233, Tefsir'i Ebi Hayyan c: 3 s: 218.

9-Müsannaf: Hafız Abdurrezzak: c: 7 s: 499, el-İzah. İbni Sazan s:441,Feth-ulBâri,c:9,s:49.                                     '

10-Sahih'i Müslim, c. 4, s: 131, Müsned'i Ahmed b. Hanbel c: 3, s:380, Feth'ul Bari c: 9 s: 149, Nasb'ur Raye, c: 3, s: 181, es-Sire'ul Hale-biyye c: 3 s: 103 Müslim'den naklen.

11-Sahıh'i Müslim c: 4 s: 131, Sünen'i Beyhaki c: 7 s: 206.

12-Muhazırat'ı Râgıb, c: 2, s: 94, Mut'a Fekiki, s: 72, Mir'at'ul Ukul,c: 3, s: 481.

13-Tefsir'i Taberi c: 5 s: 9, Müsannaf: Abdurrezzak c: 7 s: 500, Muntahab'u Kenz'il Ummal, Müsnedin Haşiyesi c: 6 s: 405, Tefsir'i Razi c: 10s: 50, 1357. H.b., Ed Dürr'ül Mensur c: 2 s: 140, Şerh'un Nehc Lil Mütezili c: 2 s: 253, Kenz'ul Ummal c: 8 s; 294, Tefsir'i Ebi'l Hayyan c: 3 s:218, Telhis'uş Safi c: 4 s: 32, El'izah s: 443.

14-Sahih'i Müslim'de c: 4 s: 130. çeşitli senetlerle ve Sahih'i Buhari'de c: 6 s: 66 ve c: 7 s: 5 nakledilmiştir. Ancak Buharı de hadisin sene­dinde İbni Mes'ud, metninde ise "bir süre için" kelimeleri yoktur. Ama bu iki sahih kitaptan mezkur hadisi nakleden kimselerin, hadisi aynen yazdığımız gibi nakletmişlerdir. Nitekim Ayetullah Hoi'nun de söylediği
gibi (el-Beyan, s: 546-547) Buhari'deki bu hadisin tahrif edildiği anlaşı­lıyor. Mezkur hadisi Sahih'i Müslim ve Sahih'i Buhari'den olduğu gibi nakledenler şunlardır:

Sünen-i Beyhaki, c: 7, s: 200, Nasb-urRaye, c: 3, s: 180, Zad-ul Mead, c: 2, s: 184 ve c: 4, s: 6, Ed-Dürr-ül Mensur: Suyuti, c: 2, s: 140, Er-Rav-zet-un Nediyye: Kuşçu, c: 2, s: 16, Cem-ul Ferâid: Muhammedb. Süley­man, c: l, s: 5891

Diğer kaynaklar: Teysir-ul Vusul, c: 2, c: 320, Hindustan b. Cevahir, c: 39, s: 144, Tefsir-i Kurtubi, c: 5, s: 130, Dürr-ül Mensur, c: 2, s: 307, Buharı, Müslim, İbni Ebi Şeybe, Nesâi, İbni Ebi Hatem, Beyhaki, Ebi Şeyh ve İbni Merduye'den naklen, Tefsir-i İbni Kesir, c: 2, s: 87, Ahkam-ul Kur'an, c: 2, s: 151 ve 154, Neyl'ul Evtar, c: 6, s: 268, Müsned'i Ah­med, c: l, s: 420 ve 432, İtibar: Hazimi, s: 176, Delail 'us Sıdk, c: 3, s: 98,

El'İzah, s: 437. Bu hadis Mişkât kitabında, üzerinde ittifak edilen ha­dislerden sayılmıştır. Bihar'ul Envar, c: 8 s: 286 eski b. Müslim ve İbni Esir'in Cami'ul Usul kitabından naklen, Taraif:İbni Tavus, s: 141. *

15-El-Muhalla: İbni Hazım, c: 9, s: 519, 520, Mea-l Kur'an, s: 174.

16-El-Muhalla: İbni Hazım c: 9, s. 519, 520, Mea-l Kur'an, s. 174.

17-Bihar-ul Envar, c: 103, s: 319, Müstedrek 'ul Vesail, c: 2, s: 587.

18-Tefsir-i Nişaburi Taberi Haşiyesi, c: 5, s: 17, Mut'a Fekiki, s: 64.

19-El-Mühalla, c: 9, s: 519, Neyl'ul Evtâr, c: 6, s: 279, Muhalla'dan naklen, Feth'ul Bari, c: 9, s: 150, Serâir, s: 311, Cevahir, c: 30, s: 150,Müstedrek 'ul Vesail, c: 2, s: 595, Mut'a: Fekiki s: 44.

20-Zad'ul Maad, c: 4, s: 6 ve c: 2, s: 184, Şerh-ül Lüma, c: 5, s: 282, El-gadir, c: 6, s: 220, Muhatta, Neyl-ul Evtâr, Feth-ul Bari, c: 9, s: 102 ve 150, Mut'a: Fekiki, Serâir, Şerh-un Nehc-lil Mutezili, Cevahir, Müstedrek-ul Vesail, Şerh-ul Muvatta liz Zürkâni.

21-El'Gadir, c: 6, s: 22, Cevahir, c: 30, s: 150 Ülfet kitabından (Ebul Hasan b. Ali Zeyd) ve Müslimden naklen.

22-Muhalle, Neyl-ul Evtâr, Feth-ul Bari, Fekiki, Zürkâni, Müstedrak-ul Vesail, Mesail-i Sâğaniyyeden naklen, Cevahir Ülfet kitabından naklen.

23-Şerh-un Nehc Ul Mutezili c: 2 s: 254, Ümdet'ul Kâri c: 8 s: 310, Serâir s: 311, Cevahir c: 30 s: 150, Fekiki, Muhalla, Feth-ul Bari, Zeylai, Neyl-ul Evtâr.

24-Şerh-ul Lum'a, c:5, s:282.

25-Cevahir, c: 30, s: 150 Ülfet ve Sahih-i müslim'den naklen.

26-Cevahir, c: 30, s: 150 Ülfet ve Sahih-i müslim'den naklen.

27-Serâir s: 311, Cevahir, c: 30, s: 159, Asl-uş Şia ve Usüluha s: 181, Keşf-ulHak.

28-Fekiki, s: 64, Şerh-ul Lum'a, c: 5, s: 282, Cevahir, c: 30, s: 150,
Şerh'un Nehc: Mutezili, c:2, s:254, Telhis'uş Safi, c: s: 3, Serâir, s:311.

29-Mut'a: Fakikİ, s: 64. 30- Mut'a: Fakiki 64. 31-Muhalla, Neyl'ul Evtâr.

32-Cevahir, c: 30, s: 150, El-Gadir, c: 6, s. 221,

33-Muhalla, Neyl'ul Evtâr, Evtâr, Feth'ul Bari Zürkâni, Cevahir,
Fekiki.

34-Muhalla, Neyl'ul Evtâr, Evtâr, Feth'ul Bari Zürkâni, Cevahir,
Fekiki.
     .

35' Muhalla, Neyl'ul Evtâr, Evtâr, Feth'ul Bari Zürkâni, Cevahir, Fekiki.

36- Müstedrek'ül Vesail, c: 2, s: 595, Cevahir, c: 30, s: 150, Ülfet Kita­bından naklen.

37.- Müstedrek'ül Vesail, c:2, s: 595, Cevahir, c: 30, s. 150, Ülfet Kitabından naklen.

38-Şerh'unNehc, c:2, s:254, Mühalla, Feth'ul Bari, Zürkani Muvat
ta'nın şerhinde, Cevahir, Fekiki.

39-Şerh'un Nehc, c:2, s: 254, Serair, s:311, Tehlis'uş Safi, c: 4, s:32,
Tefsir'i îbni Kesir, c: l, s: 474, Asl'uş Şia ve Usuluha s: 181, Cevahir, c:
30, s: 150, Fekiki.

40-Mühalla, Feth 'ul Bari, Neyl'ul Evtar, c: 6, s: 271, Cevahir, Seriar,El'Gadir, Fekiki, Asl'uş Şia.

41-Mühalla, Feth'ul Bari, Neyl'ul Evtar, c: 6, s: 271, Cevahir, Sara-ir, El-Gadir, Fekiki, Asl'uş Şia.

42-Tehzib-'ut Tehzib, c: 6, s: 406, El'Gadir, c: 6, s: 222, Tezkiret'ul
Huffaz o da Şafiiden naklen, Feth'ul Bari, c: 9, s: 150, Cevahir, c: 30, s:150.

43-El'Bahr'ur Râik, c:3, s: 115, El'Gadir, c: 6, s: 222.

44-Cevahir, c: 3, s: 150.

45-Seyyid Hasan Bahr'ul Ulumun Ulumun Telhis-uş Safiye yazdığı talika, c: 4 s: 32.

46-El'Gadir, c: 6, s:230,Ahkâm'ulKur'an, c: l, s: 162'den naklen,

47-Müstedrek'ul Vesail, c:2, s: 595.

48-Müstedrek 'ul Vesail, c: 2, s: 595, Cevahir, c: 30, s: 150.

49-Neyl'ul Evtar, c: 6, s: 271, El' Bahr'uz 'Zahhar Ul Mehdi, c: 3, s:22.

50-Neyl'ul Evtar, c: 6, s; 271, El'Bahr'uz 'Zahhar Ul Mehdi, c: 3, s. 22.

51-Neyl'ul Evtar, c: 6, s: 272.

52-Cevahir, c: 30, s: 150.

53-Cevahir, c: 30, s: 150.
     
54-Cevahir, c: 30, s: 150.

55-Cevahir, c: 30, s: 150.

56-Cevahir, e; 30, s: 150.
    
57-Cevahir, c: 30, s: 150.
      58-Cevahir, c: 30, s: 150.
    
59'Cevahir, c: 30, s: 150.

60-El'Gadir, c: 6, s: 222, Serahsi'nin Mebsut kitabından naklen,
El'Hidaye Fi Şerh 'il Bidaye, c: l, s: 141, Mecmaül Enhur Fi Şerhi Mültakal Ebhur, c: l, s:270, El'Beyan: Hoi, s; 333, Tıbyan'ul Hâkâi Fi Şerhi Kenzid Dakaik Zeylei şerhul Mekasid Ut Taftazani, Feth'ul Bari, Şerh'u Muhtasarı Ebi'z Ziya liz-Zurkani, Şerhi Muvatta.

61-Tefsir-i İbni Kesir, c: l, s: 474, Eb-Bidaye Ven-nihaye, c: 4, s:194.

62-El-Bahruz, Zahhar, c: 3, s: 22, Hüdel İslam Dergisi, c: 19, Sayı: 2,Say: 79, El-Ahkam-uş Seriyye Fil Ahval-iş Şahsiyye, c: l, s: 28, Mut'a:Fekiki.

 

 

Neden Dört Mezheb?

 

Bilindiği gibi H 676'da ölen Baybaros zamanında dört mezheb resmileşmiştir. Bundan önceki yıllarda Hanefî ve Hanbeli mezhepleri henüz resmiyet kazanmamışlardı. Bu hususta Makrizi "El-Hutat'ul Makriziyye (c. 2, s. 344) adlı eserinde bu gerçeği şöy­le demektedir:

"H. 665 yılında Mısır'da dört mezhebe bağlı dört kadı'nın atanması hareketinin, yavaş yavaş diğer yerlere de sızması üzerine zamanla tüm İslam beldelerinde dört mezhebin dışında resmi ola­rak tanınan başka bir mezheb kalmadı. Öyle ki artık halk diğer mezheplerden yüz çevirmeye başladı. Bu mezheplerden birini taklid etmedikçe hiç bir kadı, işbaşına getirilmedi. Bu müddet zarfında çeşitli fakihler de bu mezheplere; uymanın farz, bunların dışında diğer bir mezhebe uymanın haram olduğuna dair fetva verdiler. Bugüne kadar da bu fetvalara göre amel edilmektedir."

Görüldüğü gibi dört mezheb olayı H. 676 yılında söz konusu edilmiştir. Tarihte varlığını devam ettiremeyen bir çok mezhepler de vardı. Bunlardan bazıları şunlardı. Süfyan ibn-i Said-i sev-ri'nin mezhebi, Hasan b. Yesar El-Basri'nin mezhebi, Evzai'nin mezhebi, ibn-i Sevr'in mezhebi Davud b. Ali-el-İsfahani'nin mez­hebi, Ceriri mezhebi, Eb'ul Harus Leys b. 8a'd b. Abdurrahman-i Fehmi-i Horasani'nin mezhebi, Macişun Abdulaziz b. Abdullah b. Ebi Selmet'il Medeni el-İsfahani'nin mezhebi ve son olarak Osman b. Ömer b. Musa et-Teymi'nin mezhebi.

Dolayısıyla mezheplerin dört olduğu ve bundan başka tüm mezheplerin batıl olduğu görüşü doğru olamaz. Bunun ne Kur'an'da ve ne de rivayetlerde hiç bir dayanağı yoktur. Bu hu­susta merhum Allame M. Muhsin Ağabozorg-i Tehrani şöyle demektedir:

Bazı kardeşler, bende Ehl-i Sünnet mezheplerinin dinin fer'i hükümlerindeki ihtilaflarının sebebi, dört mezhebin ortaya çıkış tarihi, bunların mezhep olarak kabullenilmesinin etkenleri, mez­heplerin dört mezhep olarak sınırlandırılması, bu sınırlandırılmanın başlangıç tarihi ve yine Şii alimlerin fer'i hükümlerdeki ihtilaflarının sebebi ve Şiiliğin doğuş tarihi hakkında bir şeyler yazmamı istediler. Ben de bu isteğe icabet ederek gücüm oranın­da bir şeyler yazmaya çalışacağım.

Büyük alimler geçen asırlarda, bu konularla ilgili birçok kitap ve risale yazarak mezheplerin tarihini ve ihtilafların çıkış neden­lerini, akıl ve vicdanın kabul edeceği sahih nakillere dayanarak herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak ve hakkı herkese güneş gibi aydınlatacak şekilde açıklamışlardır.

Ancak söz konusu asırlarda güvenilir sayılan kitapların genel­de taassuba eğilimli konulan içermesi, bu kitapları, ihtilafların kökünü kurutmak, birlik ve beraberlik ruhunu oluşturmak gibi beklentileri yerine getirmekte etkisiz bırakılmıştır.

İlim nurundan yararlanma ve cehaletten kaynaklanan taklitlerden kurtulma asrı olan günümüzde Allah-u Teâla'nın bizleri kısır bağnazcılıktan ve cahilane taklitlerden sıyrılmaya muvaffak kılmasını umarım. Ümidim şu ki, içtihadın sınırlandırılış tarihiyle ilgili olarak kaleme aldığım bu makale, hak olan içtihat ile ilgi­li kısıtlamaların kalkmasında olumlu etki yapsın. Gayemiz ıslah etmek olup, güvenimiz Allah'adır.

 

Müslümanların şer'i hükümler (füru-i din)de içtihad yapmala­rının Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra başladığı hu­susunda hiçbir şüphe yoktur. Zira Peygamber (s.a.a) hayattay­ken, müslümanlar bütün konularda onun ilim nurundan faydala­nır ve onun görüşüne aykırı bir görüş belirtmeye cüret etmezler­di. Çünkü bu, Müslümanların Peygamber'in (s.a.a) neva ve heves üzerine konuşmadığı, onun konuştuğunun vahye dayalı olduğu hususundaki inançlarıyla çelişmekteydi.

 

Bu yüzden Makrizi'nin fetva verme ye içtihad etmenin çok es­kilere dayandığını isbat makamında "Cennetle müjdelenen on ki­şi Peygamber'in (s.a.a) zamanında bile içtihad edip fetva veriyor­lardı." (1) şeklindeki sözleri Peygamber'in (s.a.a) ve onların maka­mına gölge düşürmektedir. Zira Müslüman olmaları onları böyle bir iş yapmaktan akkordu. Elbette onların Peygamber'in (s.a.a) karşısında değil de onun emri doğrultusunda içtihad yapmış ol­maları mümkündür.

Yine İslam'da çıkan ilk ihtilafın şer'i hükümlerle ilgili olmadığı hususunda hiç kimsenin şüphesi yoktur. Bütün tarihçilerin yaz­dığına göre Müslümanlar arasında ilk ihtilaf, Peygamber'in vefa­tından sonra onun pak bedeni toprağa verilmeden önce başladı. Bu ihtilaf ise "hilafet ve velayet" konusundaydı.

Peygamber'in vefatından sonra ümmetin hepsinin belirli bir şahsın halife olması hakkında oy ve görüş birliği içinde olmadığı
da aşikârdır. Bazıları Peygamber'in vefatından hemen sonra, Ga
dir-i Hum biatini bozarak Hz. Ali'nin (a.s) velayetini inkar ettiler.
İlk ihtilaflar bu olayla başladı ve yavaş yavaş diğer hususlara da sirayet etti.    

                                 .

Muhacir, Ensar ve diğer grupların önde gelen simalarının arasında vuku bulan tartışma, niza ve çatışmalardan sonra ümmet

1-El-Hutat-ül Makriziyye, c, 2, s. 332.

 

 

bilahare "Hasse" ve "Amme" diye iki fırkaya bölündü. Hasse, Peygamber'in (s.a.a) vasisi olan Hz. Ali'ye (a.s) bağlı ve onun velayeti üzere sabit kalan fırkadır. Amme ise onun böyle bir makama sa­hip olduğuna inanmayan gruptur. İşte bu, ümmet arasında ihtilafın ilk çıkış noktasıdır.

 

Hz. Ali'nin imametini itiraf eden, onu masum olduğuna inanan ve itaatini Allah'ın itaati bilen fırka, Peygamberin halk içerisin­de: "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır" (1) buyurarak, din ilminin emini ve emanetçisi olarak tanıttığı şahsa, yani Hz. Ali'ye uymanın gerekliliğine inanıyordu. Bu yüzden Peygamber'den (s.a.a) sonra Hz. Ali'ye (a.s), Hz. Ali'nin (a.s) vefatından sonra ise Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) vasiyeti üzere belirlenen va­silere, yani Hz. Hasan (a.s), Hz. Hüseyin (a.s) ve Hz. Hüseyin'in (a.s) soyundan birbiri ardınca gelen dokuz imama müracaat ediyorlardı.

 

Sayı bakımından azınlık olan bu fırka, Peygamber'in (s.a.a) Al­lah tarafından kendi ümmeti için halife kıldığı ve Kevser havuzu­nun yanına varıncaya dek birbirlerinden ayrılmayacağını açıkla­dığı Sekaleyn'e (Allah'ın Kitabı ve Peygamber'in (s.a.a) (ehl-i Bey­tine) sarılmışlardır. Peygamber'in (s.a.a) Kur'ân ve Ehl-i Beyt'ini iki emanet olarak bıraktığına dair hadisi ise her iki fırkanın mü­tevatir olarak naklettiği hadislerdendir. (2)

1-Bu hadisi Amme (Ehl-i Sünnet) ve Hasse (Şia) Resulullah'tan (s.a.a) mütevatir olarak nakletmişlerdir. Bu hususta şu kitaplara müracaat edilebilir: Tarih-i Bağdad, c. 2, s. 337/Kifayetüt Talip, s. 220, 58. bab/Tezkiret-ül Havas. 8. 47, Hadis-i Medinet-ül timi Zehair-ül Ukba, s. 77/Üsd-ül Ğabe, c. 4, s. 22/Tehzib-üt Tehzib, c. 6, s. 320.

2-Sekaleyn hadisi Şia ve Sünni kaynaklan arasında, mütevatir olup inkâr edilemeyecek kadar kesindir. Bu hadisi iki yüzden fazla alim ve otuzdan fazla sahabeden nakletmişlerdir. Örnek olarak şu kitapla­ra müracaat edebilirsiniz: Sahih-i Müslim, c. 4, h. 36-37/Sünen-i Tirmizi, c. 5, b. 32/Sünen-i Darimi, c. 2, konu: Fezail-ül Kur'an/Hasais-ün Nesai, s. 93 Necef baskısı/Kifayet-üt Talip, birinci bab, s. 50, Necef baskısı/Zehair-ül Ukba, s. 16, bab: Fezail-ü Ehl-il Beyt/Tezkiret-ül Havas, 12. bab. g. 322, Necef baskısı/Yenabi-ül Meveddet, s. 30/Üsd-ül Gabe, c. 2, 5 s. 12/Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 102, Necef baskısı/El-
Müstedrek Ale-s Sahihayn/Ma'rifet-üs Sahabe, Fezail-i Ali, c. 3,
109/Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 17 c. 5, s. 371-c. 5, s 181 yine Şeyh Kıvamüddin Vüşnevi'nin "Hadis-i Sekaleyn" adlı risalesine (Bir bölümünü geçen sayımızda yayınladığımız bu risalenin geriye kalan bölümünde bu sayımızda okuyabilirsiniz.) ve "Abekat-ül Envar" kitabının ikinci cildine müracaat edebilirsiniz.

 

Bu fırka tarih boyunca Teşeyyu ve Şia (uyanlar, takip edenler) diye tanınmışlardır. Bu ise onların İmam Ali'ye (a.s) ve onun ev­latlarından olan masum imamlara uymaları, onları takip etmeleri sebebiyledir.

Bu arkanın Caferi olarak tanınması, Cafer ibn-i Muhammed'in (a.s) bu mezhebin tek imamı obuasından dolayı değil, Emeviler'in çöküşü ve Abbasiler'in başa geçmesi döneminde meydana gelen gevşemenin îmam Cafer Sadık'ın (a.s) yaşadığı döneme rastlama­sı ve iki hükümetin birbiriyle uğraşmasından meydana gelen nisbi bir rahatlıktan yararlanarak Şia'nın inançları ve fıkhi mesele­lerini beyan etmesinden dolayıdır. Böylece Ehl-i Beyt mezhebi imam Sadık'ın (a.s) asrında yayılıp genişledi; bundan dolayı da Şiilik İmam Cafer Sadık'a (a.s) atfedilerek "Caferi" diye anıldı. Caferi deyiminin bazen İsna Aşariye Şia'sını Zeydiyye'den ayırt etmek için de kullanılması bu deyimin yerleşmesine yardımcı olmuştur.

Kısacası şiiler, Kur'an'ın tefsiri ve Peygamber'in (s.a.a) sünneti hakkındaki ihtilaflarda Ehl-i Beyt'e müracaat ederler ve onların sözlerini kabul ederler. İslam Peygamberi'nin (s.a.a) vefatından bugüne kadar Şia'nın tavrı hep bu olmuştur. Onlar Kur'an'ın ze­vahiri ve muhkem ayetleriyle amel eder, müteşabihleri de ehline bırakırlar. Bunun yanı hadis kaynaklarında muteber senetlerle masum imamlardan rivayet ettikleri Peygamber'in (s.a.a) sünnetiyle amel ederler.(l)

Şia alimleri bütün asırlarda geçerli ve muteber içtihad kaidele­rine dayanarak ilahi hükümleri Kur'an ve sünnetten çıkarmakta­dırlar. İçtihad için gerekli önbilgi ilk asırlarda çok sınırlı ve içti­had metodunu öğrenmek hayli kolaydı. O asırlarda normal insan­lar bile kolaylıkla içtihad ediyor ve ilahi hükümleri kaynaklardan çıkarabiliyordu.

Ama o asırlardan sonra, özellikle de Hz. Mehdi'nin (a.s) gaybetinin başlamasından sonra aradan üzün bir zamanın geçmesi, ki­tapların dört bir yana dağılması ve kitap istinsah edenlerin, gü­venilir kimseler de olsalar hata ve yanılgıdan korunmuş olmama­larından dolayı kitaplarda bazı farklılıkların meydana gelmesi iç­tihad için gerekli olan önbilginin yanı sıra diğer bazı şartların da olmasını gerektirdi. Böylece tam manasıyla müçtehid olabilmek, Kitap (Kur'an) ve sünnetin zahirini anlamaya, ravilerin hallerini ve rivayetlerin senetlerini bilmeye ve doğruyu yanlıştan, memdu-

1- Şia'da hadislerin derlenmesi ve günümüze dek korunması hakkında müellifin "Ez-Zeria" adlı kitabına bkz.

 

hu mekruhtan ayırt etmeye, yani bu hususlarla ilgili çeşitli ilim dallarında uzmanlaşmaya bağlı kaldı.

 

Şer'i hükümleri anlamaktaki içtihad, yani delillerin anlamları­nı teşhis ve senedlerinin durumunu tayin etmek için yapılması gereken gayret ve çaba, tüm Şia ulemâsı nazarında, kudreti olan her mükellefe, bu vazifeyi yapabilecek yeterli kimse olmadığı tak­tirde, farz-ı ayrıdır. Eğer bu vazifeyi yapacak yeterli kimseler olursa o zaman bu farz diğerlerinin boynundan kalkar.

 

Şia alimlerinin hükümleri elde etmek için içtihadın farz oldu­ğuna dair zikrettiğimiz icması, amel makamındadır. Çünkü Şia'nın son devir ulemasından bazıları, amelen içtihad ettikleri halde, sözde içtihadı reddetmiş ve "hadisler (ahbar) ile amel edil­melidir." demişlerdir. Bunlar tarihte Ahbariler (hadisçiler) olarak tanınmıştır. Ama biz Ahbarilerle Usulilerin (içtihaddan yana olanlar) arasındaki ihtilafın lafzı bir tartışma olduğu kanısında­yız. Çünkü sözde içtihada karşı olduklarım ve hadislerle amel et­menin gerekliliğini savunan Ahbariler de hadislerin manasım be­lirlemeye çalışıp, tali mertebede onlardan anladıkları manaya gö­re amel etmektedirler. Bu ise hadis hakkında içtihad yapıyorlar demektir. Çünkü içtihad, hadislerin manasını anlamaya, onlar­dan net hükümler çıkarmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Buna göre diyoruz ki, içtihad bütün Şia alimlerinin kabul ettiği bir şeydir.

 

Bütün Şia alimleri re'y, istihsan ve kıyasa göre amel edip fetva vermek manasına gelen içtihadı reddediyorlar. Bunlar, Ehl-i Sün­net alimlerince amel edilen ve caiz bilinen şeylerdir. Ama Şia, Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen delillere dayanarak, kıyası batıl bilir, re'y ve istihsana itimat edilemeyeceğine inanır. Bu te­mellere dayalı içtihad, Şia'nın nazarında batıldır. Hatta Şia'nın büyük alimlerinden olan İbn-i güneydin kitapları bile, kendisine kıyas isnad edildiği için terkedilmiştir.

Zikrettiğimiz şeylerden anlaşıldığı üzere Şia alimlerinin fetvalardaki ihtilaflarının kaynağı, herhangi bir husustaki delilin şer'i bir delil olup olmadığı ve bazı delillere kanaat getirilip getirilme­mesi hususundaki ihtilaflar ile anlayış farklılıklarıdır.

Hz. Ali'nin (a.s) Peygamber'in (s.a.a) tayin ettiği masum vasisi olduğuna inanmayan Müslümanlara göre, Peygamber (s.a.a) ken­di yerine bir halife tayin etmemiş, halife ve önder tayin etmeyi ümmetin reyine bırakmıştır. Bu görüşe göre, Peygamber (s.a.a) dinin hükümleri konusunda belli bir şahsı merci olarak tayin etmediği gibi, bunların açıklamasını kendisinden sonra ashabına bırakmıştır. Ashabın hepsi de adil ve içtihad makamına ermiş kimselerdir. Bu hususta Sünni kaynaklarda şöyle bir hadis nakle-dilmiştir:

"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidayete erersiniz. Bu görüşe bağlı Müslümanlar, şer'i hükümlerde ashabı merci kabul ederek her hususta onlara başvurmuş, onların fetvalarına göre amel etmişlerdir. Onların fetvalarını, ister Peygamber'den (s.a.a) duydukları bir hadise dayalı olsun, isterse kendi re'y ve içtihadlarına dayalı olsun, her hususta geçerli bilmişlerdir. Bu hu-uslar, yani ashabın tümünün müctehid olup ve içtihadlarında mensup oldukları (hata etmedikleri) Ehl-i Sünnet'in usul-i fıkıh ve ilm-i hadis kitaplarında açıkça zikredilmiştir.

Bu görüşlerin sıhhatini ilmi olarak tartışma konusu yapmak, "Ashabım yıldızlar gibidir..." hadisinin mevzu olduğunu açıkla­mak, konumuzun dışında kaldığından şimdilik bu konulara girmeyeceğiz.

Allame Mir Hamid Hüseyin "El-Abekat" kitabının sekaleyn ha-disiyle ilgili olan bölümünün ikinci cildinde "Ashabım yıldızlar gi­bidir..." hadisinin batıl olduğunu isbat etmek için yetmiş delil zik­retmiştir. Ayrıca bu hadisin mevzu (uyduruk) olduğuna dair Ehl-i Sünnet'in büyük alimlerinden iki yüz elli sayfayı dolduran çok sa­yıda itiraflar nakletmiştir. Bu hususu araştırmak isteyenler söz konusu kitaba müracaat edebilirler.

Mezheplerin çıkış ve sonra sınırlandırılış tarihiyle ilgili olarak
bu makalenin başlangıcında söz konusu ettiğimiz soruların bir
kısmının cevabını birtakım Ehl-i Sünnet kaynaklarına baş vurarak elde etmek mümkündür. Biz isteyenlerin direkt olarak ko­nuyla ilgili kaynaklara müracaat etme imkanını sağlamak ve aynı zamanda ileride zikredeceğimiz sözlerimizin kaynağını göstermek için önceden bu husustaki belli başlı kaynaklan aktarmanın
yerinde olacağı inancındayız. Konuyla ilgili önemli kaynaklar
şunlardan ibarettir:             

               

1) Mısır tarihi hakkında olan "El-Mevazi-ü ve-1 İ'tibat Fi-1 Hu-tat-i ve-l Asar" kitabı. Bu kitabı Makrizi(l) lakabıyla meşhur olan "Şeyh Takiyüddin Ebu-1 Abbas Ahmed ibn-i Ali ibn-i Abdülkadir ibn-i Muhammed El-Ba'li El-Kahiri te'lif etmiştir. Mezkur kitap yaygın ve meşhur bir tarih kitabı olup defalarca basılmış ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. Sonra gelen alimler bu kitap-

1- Makrizi, Ba'lebek'deki Harret-ül Makarize ismindeki yere isnad edil­mektedir. H. 766'da adı geçen yerde doğmuş ve H. 845'de Kahire'de vefat etmiştir.

 

 

ta yer alan konulan tereddüt etmeden kabul etmişlerdir. Bu kitabın dördüncü cildinde mezheplerin ihtilafları geniş bir şekilde ele alınmıştır.

 

 

2)"Tarih-i Yakubi". Müellifi Ahmed ibn-i Ebi Yakub-i Bağdadi'dir. Vefatı, H. 296'dan sonradır.

3)"El-Havadis-ül Camia Fi-1 Miet-is Sabia". Bu kitabı Kemalüddin Abdurrazzak İbn-ül Meruzi El-Futi El-Bağdadi te'lif etmiştir. (Vefatı: H. 723) Bu kitap h. 1351'de Bağdat'ta Fırat matbaasında basılmıştır.

4)"El-İnsaf Fi Beyan-i Sebeb-ü İhtilaf ve "Ikd-ül Ciyd Fi Ahkanvil İçtihad-i Ve-t Taklid". Bu kitapları Şah Veliyullah Ahmed
ibn-i Abdurrahim-i Ömer-i Dehlevi (H. 1114-1180 veya 1176) te'lif etmiştir. Bu risaleler Ebu Hayyan Tevhidi'nin "El-Mukabesat" adlı eseriyle ve yine "Keşf-üz Zur-i Ve-1 Bühtan" kitabıyla bir ara
da basılmıştır.

5)"El-İklid Li Edillet-il İçtihad ve-t Taklid" ve "Et-Tarikat-ül Muşla Fi-1 İşaret-i İla Terk-it Taklid". Bu iki eseri Sıddık Hasan
Han-ı Kunuci-i Buhari (vefatı: H. 1307) te'lif etmiştir. Bu iki risale H. 1295 ve h. 1296 yıllarında İstanbul'da basılmıştır.

6) "Husul-ül Me'mul Min İlm-il Usul". Bu kitabı da yine Sıddık Hasan Han-ı Kunuci-i Buhari te'lif etmiştir. H. 1296'da Cevaib'de
basılmıştır. Bu kitabın altıncı bölümü içtihad ve taklid hakkındadır.

7- "Nezret-ün Tarihiyye Fi Hudus-il Mezahib-il Erbaa". Bu ma­kaleyi İsmail ibn-i Muhammed Ahmed Timur Paşa (vefatı: H. 1288) yazmıştır. Bu makale "Ez-Zehra" dergisinin ikinci yılının ilk sayılarında yayınlanmıştır. Daha sonra H. 1344'de Kahire'de Muhibbüddin El-Hatib'in çabasıyla müstakil bir risale olarak ba­sılmıştır. Bu risale dört mezhebin nasıl ve hangi beldelerde orta­ya çıktığı, nasıl gelişip diğer yörelere yayıldığı hakkında bilgi ver­mektedir. Bunun yanı sıra artık bir etkisi kalmamış bazı diğer mezheplerin ortaya çıktı, yayılış ve devam süresi de açıklanmış­tır.

8) Yukarıdaki kitaptan daha geniş bir şekilde Fazıl Muham­med Ferid Vecdi, "Dairet-ül Mearif Li-1 Karn-ir Rabi Aşer El-Hicri (El-Karn-ül İşrin)" kitabının üçüncü cildinde bilgi vermiştir. (Vefatı: H. 1293). Bu kitap ilk olarak H. 1330 yılında basılmıştır. "Cehd" maddesinde bu hususta 60 sayfalık bir yazısı vardır. Ayrıca "Zehebe" maddesinde de konuyu geniş bir şekilde ele almıştır. Bunlar, bu konu hakkında elimize ulaşan kitaplardır. Sıddık Ha­san Han "Husul-ül Me'mul" kitabının üçüncü bölümünde bu ko­nuda diğer birkaç kitaptan söz ederek onlara başvurmayı tavsiye etmiştir. O kitaplardan bazıları şunlardır:

1) "Edeb-üt Taleb ve Müntehe-1 Ereb". Bu kitabı Şevkani te'lif etmiştir.                  

2)"îrşad-ün Nukkad îla Teysir-il îctihad." Bu kitap Seyyid Muhammed ibn-i ismail Emir'in eseridir.

3)"î'lam-ül Mavakkiin An Rabb-il Alemin". Müellifi, Hafiz İbn- i Kayyım'dir.

4)"İkaz-ü Himem-i Uli-1 Ebsar." Müellifi, Salih ibn-i Muham­ med Felati'dir.                                                   .

5)"El-Cennet-ü Fi-1 Üsvet-il Hasenet-i Bi-s Sünnet." Bu kitap da zikredilen şahsın te'liflerindendir.

6)"Dirasat-ül Lebib Fi-1 Üsvet-il Hasenet-i Bi-1 Habib." Allame Muhammed Muin Sindi'nin eseridir.        

7)"Hadis-ül Ezkiya." Müellifi, Seyyid Ahmed Hasan El-Kunuti'dir.

8)      "El-Kavl-ül Müfid Fi Hükm-it Taklid."
Ve diğer birçok kitaplar...

Biz bu kitaplardan mezheplerin ortaya çıkış nedenlerini açıklı­ğa kavuşturacak nitelikte olan bazı sözler naklediyor, teferruatını ise araştırmacıların kendilerine bırakıyoruz.

Adı geçen kitapların hepsi şunda ittifak etmişlerdir ki, Ehl-i Beyt mektebine bağlı olmayan Müslümanlar (Ehl-i Sünet) Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra şer'i hükümlerde sahabeden olan kari (Kur'an hafızlan) ve alimlere müracaat ederek onların Peygamber'den (s.a.a) duydukları hadislere, hadis bulunmadığı takdirde ise onların kendi içtihadlarına dayanan fetvalarına göre amel ediyorlardı. Bu husus açıkça bazı tarih kitaplarında zikrolunmuştur. Örneğin Makrizi şöyle diyor: "Cennetle müjdelenen on kişi Resulullah'ın (s.a.a) zamanında bile içtihad edip fetva ve­riyorlardı." Biz bu sözü daha önce de nakl edip bazı yönlerden eleştirdik. Kısaca Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra dini hü­kümler hususunda ashap merci oldu. Onlar Kur'an ve dinin hü­kümlerini halka öğretmek için çeşitli şehirlere yerleştiler.

Makrizi daha sonra şöyle yazıyor:

"Ashap Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra çeşitli beldelere dağıldılar. Bazıları ise Ebubekir'le birlikte Medine'de kaldı. Ebu-bekir, Kur'an ve Sünnet'ten bildiği şeyle hüküm veriyordu; Kur'an ve Sünnet'ten bir meselenin hükmünü bilemeyince de o mevzunun hükmünü yanındaki ashaptan soruyordu. Onların da konu hakkında bilgileri olmadığında içtihad ediyordu." (1)

l- EI-Hutat-ül Makriziyye, c. 2,8. 322.

 

Böylece görüyoruz ki, sahabe Kur'an ve Sünnet'ten bir mevzu­nun hükmünü çıkaramadıkları zaman içtihad ediyorlardı.

Daha sonra şöyle devam ediyor:

"Ebubekir'den sonra da Ömer'in dönemiyle daha sonraki dö­nemlerde gerçekleştirilen fetihler sonucu sahabenin yakın-uzak şehirlere dağılması daha bir artış kaydetti. Sahabenin bulunmadığı yerlerde o şehrin emrinin kendisi içtihad ediyordu.''(l)

Sahabenin fetvalardaki ihtilaflarının sebebini ise Makrizi şöyle açıklıyor:

"Ashabın hepsi daima Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunup ondan dinin hükümlerini öğrenme imkanına sahip değillerdi, Her Resulullah'ın (s.a.a) ashap tarafından yöneltilen sorulara verdiği ce­vaplan bazıları duyuyor, bazıları ise duyamıyordu. Resuluİlah'ın (s.a.a) vefatından sonra ashabın çeşitli şehirlere dağılmasıyla Resulullah'tan (s.a.a) hadis yoluyla intikal eden şer'i hükümlerle il­gili bilgiler de şehirlere dağılmış oldu. Her şehirde Resulullah'a (s.a.a) ait hadislerin ancak bir kısmı biliniyordu. Çünkü Mısır, Şam, Basra ve Küfe'ye dağılan ashabın hepsi bir arada Peygam­ber'in (s.a.a) meclislerinde hazır bulunamıyorlardı. Dolayısıyla bi­rinin duymuş olduğu bir hadisi diğeri duymayabilirdi. Neticede sahabiler şer'i hükmünü bilmedikleri konularda kendileri içtihad ediyorlardı. Bu müçtehidler ilim, idrak vb. hususlarda eşit olma­dıklarından dolayı ister istemez görüş ve içtihadlar da birbirin­den farklı oldu. Başka bir ifadeyle farklı müçtehidlerin varlığı, farklı içtihadların ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu ihtilaflar sa­habenin asrından sonra daha da çoğalmaya başladı. Sahabeden sonra tabiinden olanlar, genelde sahabenin fetvalarına uydular ve o fetvalardan dışarı çıkmadılar." (2)

Yukarıdaki cümlede yer alan "genelde" tabirinden, tabiinin ba­zen sahabenin fetvasına muhalefet ederek içtihad ettikleri anla­şılmaktadır.

Mevlevi Şah Veliyullah "Ikd-ül Ciyd fi Ahkam-il İçtihad ve-t Taklid" adlı kitabında şöyle diyor:

"Ümmet, şeriatı öğrenmede selefe (geçmişlere) itimad edileceği hususunda icma etmiştir. Tabiin sahabeye, tabiine tabi olanlar da onlara itimad etmişlerdir... Sonradan gelenlerin öncekilere başvurmasının gerekliliği icmaya dayanmanın yanı sıra akılla da desteklenmektedir." (3)

1-El-Hutat-ül Makriziyye, c. 2, s. 322.

2-El-Hutat-ül Makriziyye, c. 2, s, 332.

3-Dairet-ül Mearif, Ferid Vecdi, c. 3, a. 245.

 

Mevlevi Şah Veliyullah bu son sözüyle uzman olan kimseye müracaat etmenin, aklen güzel olduğunu kastediyor. Onun sözlerinden anlaşıldığı üzere Müslümanlar, halifeler dönemiyle ondan sonraki dönemlerde dinin hükümlerini şehirlerine gelmiş olan as­habın alimlerinden ve Kur'an karilerinden öğreniyorlardı. Onlar da Resulullah'tan (s.a.a) duydukları şeyler üzere veya kendi içtihadlarıyla halka fetva veriyorlardı. Ashaptan sonra dinin hü­kümlerini tabiinden ye kendi şehirlerine gönderilmiş olan emir­lerden alıyorlardı. Onların fetvaları ise farklıydı. Bu fetvalar ilk önce fetva sahibinin bulunduğu şehirde, daha sonra yavaş yavaş diğer şehirlerde yayılıyordu. Yıllar boyunca Müslümanların sireti (hareket metodu) bu şekilde devam etmiştir.

Mevlevi Şah Veliyullah "Risalet-ül insaf adlı kitabında da şunları yazıyor:

"Müslümanların birici ve ikinci yüzyılda bir mezhep üzere amel etmek hususunda ittifakları yoktu. Halk, dinin hükümlerini babalarından veya kendi şehirlerinde bulunan alimlerden öğreni­yorlardı.^!)

Bu sözden açıkça anlaşılıyor ki: İslam dininin ortaya çıkışın­dan iki asır sonraya kadar geçen süre içerisinde dünyaya gelen Müslümanlar, hayatlarını İslam dini üzerine sürdürmüşler ve Müslüman olarak ölmüşlerdir. Oysa bu Müslümanlar, mezheple­rin kurucularının hiçbirinin ismini dahi duymamışlardı.

Bu sözlerden anlaşıldığı üzere belli bir şahısa mensup olan herhangi bir mezhebe, veya sadece dört mezhepten birine tabi ol­mak, İslam'da beyan edilmemiş ve onun gereklerinden biri olarak belirtilmemiştir.

Sahabe ve tabiinin asrında takriben iki asır sonrası için Makrizi şöyle diyor:

"Sahabe ve tabiinin asrı geçtikten sonra şehirlerdeki fakihler devreye girdi. Mesela Küfe'de Ebu Hanife, Süfyan ve ibn-i Eb-i Leyla; Mekke'de İbn-i Cerih; Medine'de Malik ve İbn-ül Macişun; Basra'da Osman Teymi ve Suvar. Şam'da Evzai ve Mısır'da ise Leys ibn-i Sa'd halkın mercii oldular. Bu fakihler, ahkamı tabiin­den ve tabiinin tabilerinden alıyor veya içtihad ediyorlardı." (2)

Şehirlerde bu fakihler zamanla çevre toplayıp ün salarak mez­hep imamları olarak tanındılar. Bu mezheplere uyanlar da onla­rın izleyicileri olarak bilindiler. Bu fakihler mezhep imamları ola­rak ortaya çıkmadan önce mezhep diye bir şey bilinmiyordu.

1-Dairet-ül Mearif, Ferid Vecdi, c. 3, a. 221.

2-El-Hutat-ül Makriziyye, c. 3, s. 332.

 

Böylece tabiin asrından sonra mezhep imamlarının ünlerinin -yayılması üzerine mezhepler ortaya çıkmaya başlamış ve bu akım Hicri 4. yüzyılın başlangıcına, hatta ortalarına dek devam etmiş­tir. Bu süre içerisinde mezhep sınırlandırılması diye bir şey söz konusu olmamıştır.

Ahmet Timur Paşa, adı geçen makalesinde varlığını sürdüre­bilen mezhepler hakkında şunları yazıyor:

"Şüphesiz, mezhepler (eskiden) çoktu. Ama bütün Müslüman-ların bugüne kadar güvendiği mezheplerin sayısı dörttür.

1)   Hanefiyye: Bu mezhebin kurucusu İmam Ebu Hanife Nu-
man ibn-i Sabit El-Küfi'dir. H. 80'de doğmuş, H. 150'de vefat et­
miştir.      

2) Malikiyye: Bu mezhebin kurucusu İmam Malık ibn-i
Enes'tir. İmam Malik, H. 93'de doğmuş, H. 179'da vefat etmiştir.

3) Şafiiyye: Bu mezhebin kurucusu İmam Muhammed İdris-i
Şafii'dir. İmam Şafii, H. 105'de doğmuş, H. 204'de vefat etmiştir.

4- Hanbeliyye: Bu mezhebin kurucusu İmam Ahmed ibn-i Han-bel'dir. İmam Ahmed ibn-i Hanbel, H. 164'de doğmuş, H. 241'de vefat etmiştir."

Bu dört mezhep günümüze dek varlığını sürdürmüştür.

Tarihte varlığını sürdüremeyen mezheplerden bazıları şunlar­dır:

1) Süfyan ibn-i Said-i Sevri'nin mezhebi. H. 97'de doğmuş, H.
161'de vefat etmiştir.

2)Hasan İbn-i Yesar El-Basri'nin mezhebi. H. 21'de doğmuş,
H. 110'de vefat etmiştir.

3) Evzai mezhebi. Bu mezhebin kurucusu Abdurrahman ibn-i
Amr'dır. H. 88'de doğmuş, H. 157'de vefat etmiştir.

4)İbn-i Sevr mezhebi. Kurucusu İbrahim ibn-i Halid-i Kel-
bi'dir. H. 246'da vefat etmiştir.

5)Zahiri mezhebi. Kurucusu Davud ibn-i Ali El-îsfahani'dir. H.
201'de doğmuş, H. 207'de vefat etmiştir.

6)Ceriri mezhebi. Kurucusu Muhammed ibn-i Cerir-i Tabe-
ri'dir. H. 224'de doğmuş, H. 310'da vefat etmiştir.

Ceriri mezhebini H. 325'de vefat eden Ebu Bekir ibn-i Ebi-s Se­le, ondan sonra da öğrencisi Kadı Muafi ibn-i Zekeriyya En-Neh-revani (vefatı: H, 390) yaymaya çalışmışlardır.

Makrizi'nin, dinin hükümlerini tabiinden veya tabiinin tabile-rinden alan veya içtihad eden "beldeler fakihleri" olarak zikrettiği bazı mezhep imamları da şunlardır:

1) Ebu-1 Haris Leys ibn-i Sa'd ibn-i Abdurrahman-i Fehmi Horasani. H. 94'de doğmuş, H. 175'de Kahire'de vefat etmiştir. Hadis ve fıkıh alanında yaşadığı dönemde kendi şehrinin imamı ol­muştur.

2) İbn-i Cerih Abdülmelik ibn-i Abdulaziz. H. 80'de doğmuş, H. 150'de vefat etmiştir. Kendi zamanında Hicaz'ın imamı olmuştur.

3) Macişun Abdulaziz ibn-i Abdullah ibn-i Ebi Selmet-il Mede­
ni El-İsfahani. Fakih, haiz ve güvenilir bir alimdi, H. 164'de Bağ-
dat'da vefat etmiştir.

4)Osman ibn-i Ömer ibn-i Musa Et-Teymi. H. 145 yıllarında
vefat etmiştir. Halife Mansur'un asrında kadılık yapmıştır.

Bunlardan başka, ünleri dört bir yana yayılan diğer bazı mez­hepler de vardı. Bu mezheplerin imamlarına, hayatlarında ve ba­zen de vefatlarından sonra bir fetva mercii olarak başvurulmuş, Müslümanların büyük bir kısmı onlara tabii olmuş ve onların fet­valarıyla amel etmişlerdir.

Ancak bu mezhepler, taraftarlarının vefatından sonra terkedil­miştir. Yalnızca imamlarının hayatında birtakım taraftar topla­yan mezhepler sayıya gelmeyecek kadar fazladır. Bunlar taklid edenlerinin ölmesiyle ortadan kalkmıştır.

Şüphesiz, bu imamlar, fetva ve görü açısından farklı olmaları­nın yanı sıra kazandıkları mevki ve itibar yönünden ve ünlerinin dört bir yana yayılması bakımından da farklı idiler. Bu ise şartla­rın, baz mezheplerin yayılmasına elverişli olup, diğer bazısının yayılmasına müsait olmayışından kaynaklanmaktadır.

Bir mezhep imamının öğrencilerinin, taraftarlarının ve mübel-liğlerinin çokluğu, bunların toplumsal mevkii ve iktidarları, o mezhebin yayılma ve ilerlemesinde etkili olan dış etkenlerden sa­yılır.

Aynı şekilde bu etkenlerin olmaması da o mezhebin ilerleme ve yayılmasını engelleyip gittikçe isminin ortadan kalkmasına, izi­nin kaybolmasına ve nihayet tamamıyla yok olup unutulmasına sebep olmaktadır. Hicri ikinci yüzyılın sonlarında ye ondan son­raki dönemlerde ortaya çıkan birçok mezhepler hakkında gerile­me etkenleri daha ağır bastığı halde bu mezheplerden dördünün ilerleme ve yayılma şansı daha çok olmuştur. Tarih sayfalan bazı mezheplerin baki kalmasının nedenlerini ve bu bekanın mezhep mensubu kimselerin gücü ile halife ve sultanların sultasından kaynaklandığını göstermektedir. Biz bunlardan bazısına işaret edeceğiz.

Makrizi "El-Hutat" adlı eserinin dördüncü cildinde özet olarak şöyle diyor:

"Kadı Ebu Yusuf, H. 170'de Harun Reşid tarafından kadılık gö­revine atandı ve işine devam ederek baş kadılığa kadar yükseldi. O, bu makamda Horasan'dan tutun ta Şam'a kadar bütün beldelerde, özellikle Ebu Hanife'yi taklid edenleri bu makama atamayı dikkat ediyordu. Böylece Hanefî mezhebinin yayılmasında Et Yusuf en büyük rolü oynadı.

Doğuda Hanefî mezhebinin yayılmasıyla birlikte Batı Afrika'da Ziyad ibn-i Abdurrahman vasıtasıyla Maliki mezhebi yayılma taydı. Böylece Maliki mezhebini o bölgede yayan ilk şahıs o muştur. Maliki mezhebini H. 163 yılında Mısır'a götüren ilk ise Abdurrahman ibn-i Kasım olmuştur."

Makrizi bu sözünün devamında şöyle diyor:

"Muhammed ibn-i İdris-i Şafii'nin mezhebinin Mısır'da yaşaması da, onun H. 198 yılında o bölgeye gitmesiyle başlamıştır. Fa timi halifesi olan Muizz-ü Dinillah, ebu Temim Muid Cevher komutasında Mısır'a bir ordu (H. 358 yılında) sevk edinceye kadar Mısır'da resmi olan mezhep, Maliki ve Şafii idi. Onlar Mısır'ı el geçirince Şia mezhebini yaydılar; öyle ki, artık Şia mezhebinde! Başka Mısır'da bir mezhep baki kalmadı.

Bu nakilden anlaşıldığına göre Hanefî mezhebi, H. 7. yüz} kadar henüz Mısır'a girmiş değildi. (1) Veya en azından resmi mezhep olarak tanınmamaktaydı. Oysa ki doğuda (Horasan, Irak! Şam vs.) diğer mezheplerden önde gelmekteydi. Bütün bunlar, biri yerde mevcut olup diğer yerde mevcut olmayan etkenlerin tesiriyle olmuştur. Hanbeli mezhebi de Hanefî mezhebine yakın olarak] yayılmıştır.

"Şezerat-üz Zeheb" kitabında, H. 675'de vefat eden Şemsûddini Muhammed ibn-i Abdulvahhab-i Harrani-i Hanbeli'nin tercümesi halinde şöyle deniyor:

"Bu şahıs Mısır'ın bazı şehirlerine kadılar tayin etti. O, Mısır bölgesinde Hanbeli mezhebine göre hükmeden ilk şahıstır. "(2)

Bu gerçek, Makrizi'nin sözünden de anlaşılmaktadır. O önceki sözünün devamında şöyle diyor:

"Daha sonra, Mısır sultanı Barbaros Mısır'a şafîi, maliki, Hanefî ve Hanbelî olan dört kadı tayin etti." (3)

Mısır'da dört mezhebin her birinden bir kadı tayin edilmesin­den anlaşıldığı üzere dört mezhep, 17 Zilkade 658'de saltanatı ele geçiren ve H. 676'da vefat eden Barbaros'un zamanında resmiye­te geçmiştir. Ondan önce Hanefî ve Hanbeli mezhepleri henüz resmiyet kazanmamışlardı.

1-El-Hutat-ül Makriziyye, c. 2, s. 334.

2-Şezerat-üz Zeheb, c. 5, s. 348.

3-El-Hutat-ül Makriziyye, c. 2, s. 344.

 

Bu konuda Makrizi şöyle diyor:

"H. 665 yılında Mısır'da dört mezhebe bağlı dört kadının atan­ması hareketinin, yavaş yavaş diğer yerlere de sızması üzerine zamanla tüm İslam beldelerinde dört mezhebin dışında resmi ola­rak tanınan başka bir mezhep kalmadı. Öyle ki, artık halk diğer mezheplerden yüz çevirmeye başladı. Bu mezheplerden birini taklid etmedikçe hiçbir kadı, iş başına getirilmedi. Bu müddet zarfında çeşitli fakihler de bu mezheplere uymanın farz, bunların dışında diğer bir mezhebe uymanın haram olduğuna dair fetva verdiler. Bugüne kadar da bu fetvalara göre amel edilmektedir." (1)

Daha önce işaret ettiğimiz gibi mezkur sebeplerin dört mezhe­bin yayılmasında büyük tesiri olmuştur. Hatta bu mezhepler, Fa­tımi halifeleri Mısır'da hakimiyeti ele geçirdikten (H. 358) sonra gerilemeye başlamış, ancak H. 567 yılında tekrar canlanmış ve H. 665. yılından "Hutat-ül Makrizi" kitabının telif edildiği yıl olan H. 804'e kadar tanınmış mezhepler olarak muamele görmüşler­dir.

Birçok etken, dört mezhebin hayatını sürdürmesi ve yayılma­sında etkili olmuştur. Bu yüzden mezkur dört mezhep günden gü­ne daha bir ilerleyip yayılırken diğer mezhepler özellikle de H. 665 yılından sonra gerilemiş ve hatta yavaş yavaş yok olmaya terkedilmiştir.

H. 665 yılından itibaren İslam dinine bazı temelsiz şeyler isnad edilmiş ve din adına birtakım bid'atler ortaya çıkarılmıştır. Halbuki mukaddes İslam dini, bütün Müslümanların birlik olma­sını istemekte ve bu birliği gerçekleştirecek ve de koruyacak bir­takım programlar, müessese ve kurumlar öngörmüştür. İslam, insanlar arasında dostluk ve sevgiyi farz kılmış, hayır işlerde yardımlaşmayı, tefrikaya düşmemeyi ve kötülükler karşısında birleşmeyi, bu amaçla da Allah'ın sağlam kulpu olan Kur'an'a sa­rılmayı emretmiştir. Ancak ne yazık ki, bu tarihten, yani dört mezhebin devlet tarafından resmiyet kazandığı H. 665 yılından itibaren Müslümanlar, aralarındaki bâzı cüz'i ihtilaf konularını gündeme çıkararak din adına birbirlerini suçlamaya, bu arada dört mezhebin takipçileri de kendi mezheplerinden olmayan diğer Müslümanlara karşı düşmanlık yapmaya başladılar. Oysa ki hep­si de kelime-i şehadeti söylemekte, Ka'be'ye doğru namaz kılmak­ta, hacca gitmekte ve doğru yollardan kendilerine ulaşan farz ve sünnetlerle amel etmekteydiler.

l- El-Hutat-ül Makriziyye, c. 2, s. 344.

 

Eğer biri çıkıp da: "İslam'da vuku bulan ilk ihtilaf bu değildir ve tarih kitaplarında, özellikle de İbn-i Esir'in "El-Kamil" adlı ki­tabında daha önceki dönemlere ait savaş ve kavgalardan, Bağdat ve diğer şehirlerde dört mezhep arasında çıkan ihtilaf ve anlaş­mazlıklardan, muhtelif mezheplerin mensuplarının birbirine kar­şı duydukları nefret ve düşmanlıklardan söz edilmektedir." derse, deriz ki: "Bütün bunlar doğru ama, H. 665 yılından sonra mez­hepler arasındaki ihtilaflarda yeni bir dönemin başladığına şahit olmaktayız.

Geçmişte vuku bulan savaşların sebebi, avam halkı tahrik eden ve cahil kimseleri bazı çirkin işler yapmaya sevk eden şey, bağnazlıktan ibaretti. Öyle ki, mezheplerin ileri gelenlerinden bu işler sorulacak olsaydı, şiddetle buna karşı olduklarını söyleyip kendilerini bu gibi hareketlerden uzak göstermeye ve bu konuda suçu, cahil kimselere yıkmaya çalışırlardı. Ama H. 665 yılından sonra Müslümanların ileri gelenleri ve otorite sahipleri bir müslümanın dört mezhepten başka bir mezhebi seçmesinin büyük gü­nahlardan olduğunu, gücü yeten herkesin onu bu işten menetme­si gerektiğini, hatta bu işin, onu İslam sınırından çıkaracağını ve dolayısıyla kadılık makamından azledilip şahitliğinin kabul edil­meyeceğini ilan ettiler. Ve, bu ilan (fetva), İslam'ın belkemiğini kırdı, Müslümanların arasına düşmanlık soktu, topluluklarını dağıttı ve birliklerini bozdu. Bu büyük musibet karşısında istirca kelimesini söylesek yeridir: İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Hicri 665 yılından itibaren devletin yanı sıra alimler de dört mezhebe uymanın farz, diğer mezheplere uymanın ise haram ol­duğuna dair hüküm verdiler. Bu ise İslam'a yönelik en büyük musibetlerdendi.

Bu fetva, İslam'ın zuhurundan yedi asırlık bir süre geçtikten sonra ortaya atılmıştır. Bu müddet (yedi asır) zarfında İslam dini üzerine pek çok insanlar yaşamış ve ölmüştür; onların sayısını Allah'tan başka kimse bilmemektedir. İlk iki asırda yaşayanlar­dan hiçbir kimse kesinlikle mezhep diye bir şey duymamıştır. İki asırdan sonra bütün Müslümanlar dinin fer'i hükümleri konusun­da tam bir genişlik ve özgürlük içerisinde itimad ettikleri bir müçtehidi taklid ediyorlardı. Müçtehidler ise yanlarında olan öl­çüler üzere Kitap ve Sünnet'ten şer'i hükümleri istinbat ediyor­lardı. Öyleyse Ehl-i Sünnet'ten olan Müslümanlara (mukallid ve müçtehidlere) mezkur tarihten itibaren illa da dört mezhepten bi­rini taklid etmeyi farz kılan sebep neydi? Hangi şer'i delile daya­narak dört mezhepten birini taklid etmeyi farz-ı muhayyer, bu mezheplerden başkasına rücu etmeyi ise haram ilan ettiler?

Oysaki biz, mezheplerin nasıl ortaya çıktığını, nasıl yayıldığı­nı, hatta bazısının güç kullanılarak öne geçtiğini bilmekteyiz.

Iraklı Tarihçi İbn-ül Futi "El-Havadis-ul Camia" isimli kitabın­da, H. 645 yılı olaylarını anlatırken mezheplerin sınırlandırılış konusuna da yer vermiştir.

645 yılından önce de 631 yılı olaylarını anlatırken, Bağdat'ta "Müstansıriyye Medresesi"nin açılışını şöyle anlatıyor:

"Müstansıriyye Medresesi'nin yapımına, 625 yılında Abbasi halifesi Müstansırubillah'ın emriyle başlanıldı. Yapımını mimar, Müeyyidüddin Ebu Talip Muhammed İbn-i Alkami üstlendi. Müstansır, medresenin açılış günü onu dörde böldü. Ön kısmın sağ yanını şafîilere, sol yanını Hanefîlere, iç bölümün sağ yanını Hanbelilere, sol yanını Hanefîlere, iç bölümün sağ yanını Hanbeli-lere, sol yanını ise Malikilere ayırdı ve her mezhepten fıkıh ve ahkâm okuyan 62 talebe seçti. Böylece o medresede toplam 248 talebe fıkıh üzerine öğrenim görüyordu. Şafii ve Hanefî olan iki de asıl müderris tayin etti. Hanbeli ve Maliki olan iki müderrisi de bunların yardımcısı olarak atadı. Bunların her birine de belirli bir maaş bağladı. Bunların yanı sıra Kur'an kıraati, hadis ve tıp ilimleri dallarında öğrenim gören öğrenciler de vardı. Açılışından 645 yılına kadar Müstansırriyye Medresesi, yöneticileri veya dı­şarıdaki şahsiyetler tarafından çeşitli değişikliklere uğradı. 645 yılında dört mezhebe göre fıkıh tedris etmekle görevli olan dört müderris, yanlarında fıkıh öğrenen talebelere kendi tasniflerin­den (görüşlerinden) bir şey söylememek ve sadece geçmiş şeyhle­rin sözlerini nakletmekle zorunlu tutuldular. Cemalüddin Ebu-l Ferec Abdurrahman ibn-i Muhyiddin Yusuf ibn-ül Cevzi, bu emre uymayı kabul etti. O önceleri Bağdat'ta belediye zabıtası idi; daha sonra ismi geçen medresede babası Muhyiddiri Yusuf ibn-ül Cevzi gibi hanbeli fıkhını tedris etti. Ondan sonra da maliki mezhebinin müderrisi Sıracüddin Abdullah Şirmahi bu fermanı kabul etti. Ama Şafii mezhebinin müderrisi Şehabüddin-i Zenvani ve Hanefi mezhebinin müderrisi Kadı Abdurrahman El-Lemğani bu ferma­nı kabul etmeyip şöyle dediler: "Bizler de eskiler gibi ilim sahibi­yiz; dolayısıyla onlara uymamızı gerektirecek bir gerekçe yoktur." Bunun üzerine mimar olduğu için önceleri medresenin yapım iş­lerini üstlenmiş olan vezir Müeyyidüddin Muhammed ibn-i Alke-mi halifenin emriyle müderrisleri evine çağırtarak onlara, sadece önceki şeyhlerin sözlerini nakletmek ve onların ihtiramını gözet­mek hususunda baskı yaptı. Onlar da bunu kabul etmek zorunda kaldılar.

Makrizi'nin sözlerinden istifade ettiğimiz şeylerin hepsi İbn-ül Futi'nin sözlerinden de istifade edilmektedir; şu farkla ki, Makrizi'nin sözleri sadece Mısır hakkında idi. Bu yüzden dört mezhebin Mısır'da yayılması, resmileşmesi ve halkın bunların birine uy­makla zorunlu tutulması gibi konulan zikretmiş ve bu durumun Barbaros'un zamanında dört mezhepten birer kadı tayin edildiği tarih olan H. 665 yılından itibaren başladığını, bu tarihten önce bu mezheplerin böyle bir resmiliği olmadığını vurgulamıştır. Ama İbn-ül Futi dört mezhebin, hilafet merkezi olan Bağdat'ta resmi­leşmesini, Müstansıriyye Medresesi'nin açılışını, dört mezhep için dörde bölünmesini ve bu durumun 631 yılından itibaren başlayıp müderrislerin, kendi görüşlerini nakletmemekle zorunlu tutul­dukları 645 yılında yeni bir boyut kazandığını açıklamıştır. Hal­buki bu tarihten önce, geçmiş şeyhlerin sözlerinden çıkılmamalı, diye bir zorunluluk söz konusu değildi.

Evet, tarihçi İbn-ül futi dört mezhepten biriyle amel etmek ve diğer mezhepleri tahrim etmek hususunda onları mazur göster­mek için şöyle diyor:

"Onların bunu kabul etmeleri halifenin emri ve icbarı ile ol­muştur; yoksa onlar böyle bir şeyi istemiyorlardı. Nitekim Şafii ve Hanefi mezhebinin alimleri bunu açıkça ifade etmişlerdir." Ama Makrizi Bağdat'ta bulunmadığından ve halifenin icbarı olayından haberdar olmadığından dolayı bunu zikretmemiştir. Bundan dolayı da bunu fakihlere ait bir hüküm ve fetva olarak değerlendirmiştir.

İcbar karşısında kalmanın fakihler için bir mazeret oluşturamayacağına inananlar, onların mezheplerin sayısını dört olarak sınırlandırılmasına dair fetvalarının hata olduğunu kabul etmelidirler.

Halifelere gelince... Onlar için önemli olan, hükümetlerini korumak; onun temellerini sağlamlaştırmaktı. Bu hedef için de ge­rekli olanı yapıyorlardı. Ancak bu arada fakih ve alimlerin de onay ve mutabakatını elde etmeye özen gösteriyorlardı. Örneğin "El-Vasıt Fi Fıkh-iş Şafiiyye" kitabının sarihi ve Melik Eşref tara­fından Dar-ül Hadis'de müderris olan İbn-i Salah Osman ibn-i Abdurrahman ibn-i Osman Eş-Şehruzi, (vefatı: H. 6. 43) Melik Eşrefin işareti üzerine muhakkiklerin icmasını delil göstererek; dört mezhebin taklidinden çıkmanın haram olduğuna dair fetva vermiştir. Bunu Ezher şeyhi Muhammed Mustafa El-Meraği  Bahs-ü Fi-t Teşri-il İslami" isimli kitabında zikretmiştir.

İbn-ül Futi'nin zikrettiği gibi tarihten anlaşıldığı üzere mez­heplerin dört mezhep olarak sınırlandırılmasının başlıca iki etke­ni vardır:

1. Etken:

"Riyaz-ül Ulema" kitabının sahibinin, Seyyid Şerif Murtaza Alemülhüda’nın hal tercümesinde Ebu-l Hasan El-Hüseyni El-Mesevi'nin "Tehzib-ül Ensab ve Nihayet-ül A'kab" adlı kitabın­dan naklen zikrettiği husustur. "Riyaz-ül Ulema'nın müellifi şöy­le yazıyor: "Alimlerin dilinde meşhur olmuştur ki, Ehl-i Sünnet, Abbasi halifeleri zamanında mezheplerin füru'da ayrıldıklarım, fikirlerin haddinden fazla dağınıklığını, ashap, tabiin ve tabiinle-re uyanların her birinin kendine has bir mezhebi olduğunu gö­rünce, bu duruma son vermek için mezhepleri azaltmayı ve bir kısmını eritmeyi düşündüler. Bu yüzden bazı mezheplerde top­lanmaya icma ettiler". (1)

Derken takipçilerinin çok ve servetlerinin bol olduğundan dola­yı bu dört mezhebi seçtiler.

2. Etken:

İhtilaf ve içtihadların yaygınlaşması üzerine halifeler mezhep­leri azaltmayı kararlaştırdılar. Ancak dört mezhepten birini diğe­rine tercih etmenin fitnelere yol açacağından, hatta bağlılarının taassubu yüzünden bunun mümkün olmadığını görünce bu dört mezhebin dördünü de resmi kılmak mecburiyetinde kaldılar. Makrizi "El-Hutat" adlı kitabında halifenin dört mezhepten birisinin terk edilmesini emretmekten aciz olduğuna işaretle şöyle ya­zıyor: "Ebu Hamid İsferaini, H. 393 yılında Sultan Mahmud Sebüktekin'e: "Halifenin emriyle muhakeme işleri Hanefiyye'den alınıp Şafiiyye'ye devredildi." diye yazdı. Bunun üzerine bu iki mezhebin takipçileri arasında büyük bir fitne koptu. Öyle ki, ha­fife kendi re'yinden dönerek Hanefileri bulundukları makamları­na geri çevirdi. Ebu Hamid'e de bu duruma sebep olduğu için çok fazdı." (2)

Mezkur iki mezhebin takipçileri arasındaki şiddetli taassuptan haberdar olmak isteyenler İbn-i Esir'in "El-Kamil" adlı tarihine baksınlar.

Örneğin Mu'cem-ül Büldan'ın birinci cildinde "İsfahan" maddesinde şu bilgilere yer verilmiştir: "Şu anda ve bundan önce Şafiiyye ve Hanefiyye arasında cereyan eden şiddetli taassup ve çatışmalar İsfahan'da büyük tahribata yol açmıştır. Bir grup galip ol­duğunda muhaliflerine ait mahalleleri yakıp tahrip ediyorlar, aralarındaki anlaşmaları görmezlikten geliyorlar." (3)

1-Riyaz-ül Ulema, el yazması s. 530.

2-El-Hutat-ul Makriziyye, c. 2, s. 33.
         
3-Mu'cem'ül Buldan, c. l, a. 209.


Bu fitne ve taassuplar neticesinde halifeler, alimlere baskı ya­parak onları önceki şeyhlerin sözlerinden çıkmamaya mecbur bı­raktılar.

Alimler de halifelerin bu emrine boyun eğdiler. Sonra da dört mezhepten birini taklid etmek gerektiğine dair verdikleri hüküm­lerine birtakım deliller düzüp-koştular. Onlardan birisi de içtihad kapısının eski şeyhlerden sonra kapanmış olmasıdır. Onların ta­kındığı bu tavır insana "İnsanlar padişahlarının dinleri üzeredir." ilkesini hatırlatmaktadır. Mevlevi Şah veliyullah "El-İnsaf' adlı kitabında, Gazali'nin mezkur durumu şöyle açıkladığını nakletmiştir:

"Hulefa-i Raşidin asrından sonra liyakati olmayan ve İslam ahkamını bilmeyen birtakım insanlar hilafeti ele geçirdiler. Bun­lar İslam'dan bir şey bilmedikleri için kendilerini fakihlere muh­taç gördüler. Yüksek mertebeye sahip bazı fakihler çağrıldıkla­rında kaçtılar; bazıları ise halifelere yaklaşarak şartların müsaid olduğu miktarda kelam, cedel ve mezheplerdeki ihtilaflar hakkın­da kitaplar telif ettiler."

Şimdiye kadar zikrettiğimiz güvenilir tarihçilerin, örneğin İbn-ül Futi'nin "El-Havadis" ve Makrizi'nin "El-Hutat" adlı kitapla­rındaki sözlerinden anlaşıldı ki: Mezheplerin yalnızca dört mez­hep olarak sınırlandırılıp onları kabul etmenin farz kılınması ve onların dışındaki bir mezhebi kabullenmenin tahrim edilmesi herhangi bir şer'i delile dayalı değildir. Sadece bazı halifeler ken­di siyasetleri doğrultusunda yedinci asrın ortalarında dört mez­hebi resmileştirip diğer mezhepleri yasakladılar, işte o kadar. Bu yüzden ancak hükümdar ve halifelerin çevresi ve yakınlarından sayılan alimler kadılık, imamlık, katiplik, müderrislik gibi ma­kamlarını kaybetmemek için bunu kabul ettiler.

Ancak nefislerini taklid zilletinden kurtarmış bulunan büyük alimler, her asırda istiklallerini koruyarak kendi fetvalarım söyle­mekten çekinmemişlerdir. Bunlara örnek olarak İmam Carullah Muhmud ibn-i Ömer Ez-Zemahşeri (vefatı: H. 538) ve İmam Muh-yiddin Muhammed ibn-i Ali ibn-i Arabi'yi (vefatı: 638) zikredebili­riz. Bununla birlikte yaşadıkları dönemin şartlan altında zahirde bazı mezheplere mensup görünmüşlerdir. Yine H. 728 yılında ve­fat eden Ahmed ibn-i Teymiyye'nin kendisinden Şafii olduğuna dair bazı izharların var olduğu ve tabilerinin de onun Şafii mez­hebinden olduğunu ileri sürdükleri halde, vahhabiler nezdinde amel edilen ve dört mezhepteki fetvalardan farklı olan fetvaları, onun müstakil olduğunu göstermektedir. Zehebi onu vasfederken şöyle diyor:

"O müçtehitliği hakketmiştir, zira içtihadın şartlan onda toplanmış bulunmaktadır."

Yine o asırdan günümüze kadar gelip geçen birçok büyük alim, mezheplerin sınırlanmasına boyun eğmemiş ve İslami ilkelerden birisinin de bütün Müslümanların dört mezhep imamlarından birini taklid etmek olduğuna ve fer'i hükümlerde onların fetvaları­nın dışına çıkmanın haram olduğuna inanmamışlardır. Zira şer'i delillerin hiçbirisi (ne Kur'an, ne Sünnet, ne icma ve ne de akıl) böyle bir sınırlamaya delalet etmemektedir.

Aslında herhangi bir mezhebi kabullenmek, İslam'ın başlangıcından iki asır sonrasına değin Müslümanlar arasında bilinen bir şey değildi. Mezhep deyiminin kullanılması da bu uzun süreden sonra gerçekleşti.     

                                                   

Daha önce zikrettiğimiz gibi mezheplerin dört mezhep olarak sınırlanması ve yalnızca onlara uymanın gerekliliğine hükmedip diğer mezheplerin tahrim edilmesi, yedinci asırda vuku bulan ha­diselerdendir.

 

Bunu zamanın halifesi, hükümetinin maslahatı gereği icra et­miştir. Yoksa Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'ten hükümleri çıkarma gücü bir şehir veya şahsa mahsus olan bir şey değildir.

 

Ebu-t Tayyib Sıddık Hasan Han "Husul-ül Me'mul Min İlm-il Usul" adlı kitabının 186'ncı sayfasında mezheplerin dörtle sınır­lanmasına itiraz edip, içtihat kapısının açık olduğunu açıklarken şunları yazıyor:

"Allah'ın, fazlını mahlûkatından yalnızca bazısına tahsis ettiği­ni ve bu mutahhar şeriatı sadece önceki asırlarda yaşayan bazı kişilerin kavrayabileceğini söyleyenler, Allah-u Teala hakkında Su-i zanna düşüp, şeriata hakarette bulunuyorlar... Acaba Kur'an ve Sünnet'i anlamak sadece önceki asırlarda yaşayanlara mı mahsustur? Geriye kalanlara ise ancak onları taklid etmek mi düşer? Bunlar Allah'ın Kitabı'ın ve Peygamber'ini Sünneti'ni an­layamazlar mı? Böyle temelsiz ayrıcalığın ve batıl inancın delili ne olabilir? Böyle bir inanç dinin nesh olduğu anlamına gelmez mi? Ey Rabb'nin, sen böyle iftiralardan münezzehsin. Bu apaçık bir iftiradır."

Asrımız bilginlerinden olan Muhammed Ferid vecdi "Dairet-ül Mearif'inin 3'üncü cildinde "cühd" sözcüğünde, içtihad üzerine konuşurken şöyle diyor:

"Müslümanlar çeşitli toplumsal sorunlarla karşılaşıp şeriatın esrarını anlamaktan aciz kalınca, bu eksikliği içtihad ve istinbat kapısının kapalı olduğu iddiasını ileri sürerek örtmeye çalıştılar. Fakat hakikatte Kur'an-ı kerim'in ve Sünnet'in açıkça belirttiği gibi bu kapı kıyamete kadar açıktır." (1)

Mezkur yazar daha sonra içtihadın tahlili tarihi ve nasıl meydana geldiği hakkında yaklaşık altmış sayfalık bilgi vermiştir.

Kısacası içtihadı önceki asırlarda yaşayanlara caiz görüp son­raki asırlarda gelenlere yasaklamak, delili olmayan bir imtiyazdan başka bir şey değildir. Bunu Ebu'l Tayyib Hasan Han'ın "taklid esirleri" diye nitelendirdiği kimselerden başkaları benim­semez. Ebu-l Tayyib bu konuda şunları yazıyor:

"Taklid esirleri, Allah-u Teala'nın yüzlerine ilim ve marifet ka­pılarını açtığı kimselerle mukayese edilemez. Onların ilimden nasipleri ancak diğerlerini taklid ederek elde ettikleri bilgiden iba­ret olur." (2)

Asrımızın önde gelen büyükleri arasında da içtihad kapısının kapandığına itiraz edip taklid zincirinden kurtulanlar bulunmak­tadır. Şimdiki asrın hür dahilerinden olan Şeyh Muhammed Abduh ve öğrencisi veya arkadaşı olan "El-Menar" tefsirinin yazan bunlar arasında yer almaktadır.

İçtihat kapısının kapandığını ve mezheplerin dörtten fazla olamayacağını savunanlar arasında Mevlevi Şah Veliyullah Ahmed ibn-i Abdurrahim Ed-Dehlevi yer almaktadır. Ne var ki, bu şah­sın önce anılan kitabında zikrettiği delil ve burhanları, iddiasının aynısıdır. Geniş araştırmasında hiçbir akli veya nakli delile yer vermeden yalnızca iddialarını tekrarlamıştır. O, kendi araştırma­sında Müslümanları Resulullah'ın (s.a.a) vefatından kendi asrına kadar üç tabaka ve gruba ayırmış ve her biri için ayrı ayrı görevler zikretmiştir:

Birinci Grup: Birinci ve ikinci yüzyıllarda yaşayan Müslümanlardır. Bu asırlarda şer'i hükmü bilmeyenlerin görevinin herhan­gi bir meseleyle karşılaştıkları zaman istinbat gücüne sahip olan bir alime baş vurup ondan öğrenmek olduğunu söylemiş ve belli bir şahsı taklid etmelerini gerekli bilmemiştir. Aşağıda onun sö­zünü aynen aktarıyoruz:

"Birinci ve ikinci yüzyılda halk muayyen bir mezhebi benimsememişlerdir. Bu asırlarda halk şer'i hükümleri .kendi babaların­dan veya kendi şehirlerinde her dalda veya kısmen içtihad dere­cesine erişmiş bulunan alimlerden öğreniyorlardı." (3)

İkinci Grup: İkinci yüzyılın sonundan dördüncü yüzyılın baş-

1-Dairet-ül Maarif, Ferid Vecdi, c. 3, s. 197.

2-Husul-ül Me'mul, s. 186.

3-"El-însaf Fi Beyan-i Sebeb-il İhtilaf'. Ferid Vecdi de "Dairet-ül Mealinde (c. 3, s. 221) bu sözleri bir miktar değişiklikle nakletmiştir.

 

langıcına kadar yaşayan Müslümanlardır. Bu grupta yer alanları üç kısma ayırmıştır. Her dalda içtihad derecesine sahip mutlak müçtehidleri bu üç kısmın ilki olarak zikretmiştir. Bunlar aşağı­daki üç kabiliyeti bir arada kendinde bulunduran kimselerdir:

 

a)Temel usullerden yararlanabilmek.

b)Hadisleri birbiriyle karşılaştırıp anlam çıkarabilmek.

c)Fer'i hükümleri istinbat edebilmek, çıkarabilmek.

 

Bu üç kabiliyeti bir arada bulundurmayan kimsenin, yukarıda anılan kabiliyetlere haiz müçtehidi taklid etmesi gerekir. İster avam halk diye anılan ikinci kısımdan olsun, ister fetvalarında mutlak müçtehidlerden birisine intisap edip onlardan öne geçme­yen müntesip müçtehid diye anılan üçüncü kısımdan olsun. Bu konudaki sözü şöyledir:

"ikinci yüzyıldan sonra mukallidlerin ve müntesip müçtehidle-rin hepsinin, müstakil müçtehidlerin birisinin mezhebine bağlan­maları gerekirdi." (1)

Üçüncü Grup: Bu grupta da dördüncü yüzyılın başlangıcından kendi asrına kadar yaşayan Müslümanların yer aldığını söylemiş­tir. Bunları da iki kısma ayırmıştır.

a)Bilgisi olmayan avam halk.

b)Müntesip olan müçtehidler. Bu dönem için ise şunları yazı­
yor:

"Avam halkın, müntesip olan müçtehidleri taklid etmesi gere­kir; bunun başka bir yolu yoktur. Zira mezkur tarihten sonra ar­tık müstakil müçtehidin olması mümkün değildir." ,

O, müçtehidleri müstakil ve müntesip diye iki gruba ayırmış, dördüncü yüzyılın başlangıcından bu yana müstakil müçtehid ol­madığını ve gerekli şartlar bulunmadığından, bundan sonra da olamayacağını iddia ederek, var olanlarının sadece müntesip müç­tehidler olduğunu ileri sürmüş ve avam halkın onları taklid et­mesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Kısacası "Birinci tabakada herkes istediği herhangi bir alime baş vurabilir, ikinci tabakada ise yalnızca müstakil müçtehide baş vurulmalıdır; üçüncü tabakada ise müntesip müçtehidden gayrisi olmadığına göre sadece onlara baş vurulmalıdır" demiştir.

Daha sonra kendisine şöyle bir itiraz yöneltip cevaplandırıyor:

"İki yüz yıl geçmesinden sonra belli bir mezhebi seçmek nasıl farz oldu, oysa önceden böyle bir şey yoktu?" dersen cevabı şudur:

Asıl farz olan, İslam ümmetinin içinde bütün hükümleri yerli yerinde bilen birisinin olmasıdır. Farzın mukaddemesi ise farz-

1- Aynı Kaynak, s. 227.


dır. Bu durumda eğer farza götüren yollar çok olursa şahıs onla­rın hangisini isterse seçebilir, ama eğer bir yoldan gayrisi kapa­nırsa yalnızca o yolu tutmak farz olur." (1)

Kısacası Dehlevi bu uzun sözünde iki iddiada bulunmaktadır:

1) Birinci ve ikinci yüzyıllarda herhangi bir müctehide başvur­
mak yeterli idi. Ama ikinci yüzyıldan sonra, yani mezhep sahibi müstakil müçtehidlerin varlığı döneminde muayyen olarak onlar­dan birisine başvurmak gerekirdi. Burada, sonraki asrın önceki
asırdan farkının ne olduğu ve önce farz olmayan bir şeyin sonra­dan nasıl farz olabileceği sorulunca, kendi sözlerinden anlaşılaca­ğı gibi bir cevap verememiştir. Eğer bu sözlerinden, daha sonra nakledeceğimiz konuyu kasdetmişse, onun da cevabını orada ve­receğiz.

2) İçtihad yolu, dördüncü asrın başlangıcından itibaren kapanmıştır ve o asırdan sonra Müslümanlar müntesip olan müçtehidlere müracaat etmelidirler. Buna delil olarak da artık müstakil içtihad şartlarının kalmadığını iddia etmiştir. Oysa sırf bir iddi­ayla konu isbat olamaz. Çünkü bu iddiası bu yüzyıllarda yaşayan büyük şahsiyetleri küçümsemeyi de içermektedir. Oysa ki onların ilmi eserleri ve yazdıkları kitaplar, içtihadın en üstün derecesine sahip olduklarını göstermektedir...

Kaldı ki, Dehlevi'nin kendisi de mezheplerin dört mezheple sı­nırlanıp yalnızca onlara müracaat etmenin farz, diğer mezheplere uymanın ise haram olduğunu "El-İnsaf' adlı kitabında zikretmemiştir. "Ikd-ül Ciyd fi Ahkam-il İçtihad ve-t Taklid" adlı kitabın­da ise, mezheplerin sınırlanışı konusunu ele almışsa da, dört mezhepten birine uymanın farz olduğunu açıkça belirtmemiştir. Sadece sözlerinden bu mezheplerden birine uymanın daha iyi ol­duğu anlaşılmaktadır. Bu konudaki sözünün başlığı şöyledir: "Dört mezhebe uymanın ve onlardan dışarı çıkmamanın önemi bölümü". Bu başlık altında şöyle diyor:

"Bilmelisin ki, bu dört mezhebe uymakta büyük bir maslahat vardır, onların tümünden dışarı çıkmakta da çok büyük bir mefsede vardır ki, biz bunu birkaç şekilde açıklayacağız."

Ancak onun bu açıklamaları da iddiasını ispatlamak için asla yeterli olmamaktadır. Biz örnek olarak bu açıklamaların bazısını zikredip eleştiriyoruz:

O diyor ki:

"Aradan uzun bir zaman geçip emanetler zayi olunca artık za­lim hükümdarların kadılığını yapıp heva ve hevesleri gereğince

l- Aynı Kaynak, s. 245.

 

fetva veren fasid alimlerin sözlerine itimad edilemezdi."

Bu sözün cevabı açıktır. Çünkü bu söz, dört imam dışında za­limlerden uzak duran diğer alimlerin sözüne itimad etmenin caiz olduğu anlamına gelir. Zira dört mezhep imamı dışında bütün alimlerin fasid olduğunu kimse iddia edemez. Yine o diyor ki:

"Diğer mezhepler zamanla yok olup gidince halkın büyük ço­ğunluğu bu dört mezhebe meyletti. Resulullah (s.a.a) da "Halkın çoğunluğuna tabi olun." buyurmuştur.".

Bu sözün de cevabı açıktır. Zira Resulullah'ın böyle bir şeyi söylediği nasıl söylenebilir? Oysa Kur'an-ı Kerim çoğunluğun fa-sık olduğunu açıkça belirtmiştir. "Şüphesiz inşaların çoğu fasıktır." (Maide/49)

"Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (A'raf/17) gibi ta­birler, Kur'an-ı Kerim ve hadislerde sayılmayacak kadar çoktur. Öyleyse Peygamber'in (s.a.a) çoğunluğa tabi olmayı emretmesi nasıl düşünülebilir?

Evet, Dehlevi'nin işaret ettiği hadisin şu şekilde rivayet edildi­ği meşhurdur: "Size büyük kalabalığı tavsiye ederim." (1)

Fakat bu hadis sahih olduğu takdirde büyük şehirlerde yaşa­manın, köylerde yaşamaktan daha faydalı olacağını bildirmekte­dir. Zira ilim ve hayırlar daha çok şehirlerde bulunur.

Yine o diyor ki: "Ümmet şeriatı anlamakta geçmişlere itimad etmiştir, biz de onlara başvurmak zorundayız. O halde biz ancak doğru senedlerle geçmişlerden nakledilip meşhur kitaplarda kay­dedilen hadislere, anlamları arasında tercih yapıldıktan, umum­ları tahsis edilip muhtelifleri birleştirildikten sonra tabi olabili­riz. Bu özellikler de ancak dört mezhepte bulunmaktadır. İmamiyye ve Zeydiyye dışındaki diğer mezhepler bu özelliğe sahip de­ğildir. Bunlar ise bid'at ehli olduklarından dolayı sözlerine itimad etmek caiz değildir. Buna göre yalnızca dört mezhebe uymak ge­rekir."

Önce naklettiğimiz "Farz'a götüren yollar çok olursa şahıs mu­hayyerdir, onların hangisini isterse seçebilir, ama eğer bir yoldan gayrisi kapanırsa yalnızca o yolu tutmak farz olur." şeklindeki sö­zünden de bunu kastetmiştir. Kısacası Dehlevi, dört mezheple

l- Sünen-i İbn-i Mace'nin El-Fiten babında 8. hadisin metni şöyledir: "Benim ümmetim dalalet üzere toplanmaz. Bir ihtilaf gördüğünüzde size büyük kalabalığı tavsiye ediyorum."

Ez-Zevaid'de: "Bu hadisin tarikinde Ebu Halef El-A'ma vardır, onun- is­mi Hazim ibn-i Ata'dır ve zayıftır" der.

Birlikte İmamiyye ve Zeydiyye mezhebinin de gerekli şartlan haiz olduğunu kabul etmiş, ama İmamiyye ve Zeydiyye mezheplerinin bid'at içerdiğini iddia ederek onları kenara koymuş ve böylece de dört mezhebe uymak gerektiği neticesine varmıştır.

Bu iddiasının da cevabı açıktır. Zira İmamiyye mezhebinin bid'at içerdiği iddiası apaçık bir bühtandır. Böyle bir bühtandan Allah-u Teala'ya sığınırım.

Evet, mezkur Mevlevi Şah Veliyullah "Et-Tuhfet-ül İsna Aşeriyye" adlı kitabının dokuzuncu babında bu iftiraları yayınlamış ye Allame Dehlevi mezkur kitabın reddine yazdığı "En-Nüzhet-ül İsna Aşeriyye" adlı kitabında bu iftiraları teker teker iptal etmiş ve İmamiyye mezhebinin bid'at ehli olmadığını ve Allah'ın kitabı ve Resulullah'ın sünnetine aykırı olarak herhangi bir hüküm ver­mediğini ispatlamıştır.

İmamiyye mezhebinin bid'attan uzak olduğu ispat olduktan sonra, Mevlevi Şah Veliyullah'in kendi itirafı gereğince İmamiyye mezhebi dört mezheple aynı ayarda olur ve dört mezhebin ona herhangi bir üstünlüğü ve tercihi kalmaz. Hatta İmamiyye mez­hebi, ilimlerini, Allah-u Teala'nın resulü'ne öğrettiği bütün ilim­lerin varisleri olan Ehl-i beyt imamlarından almış olduğundan dolayı tercih ve üstünlük bu mezhebin olmalıdır. Zira bu imam­lar, Allah-u Teala'nın onların cetleri olan Hazret-i Resulullah'a vahyettiği şeylerden başka bir şey söylemez, diğer mezhep önder­leri gibi kıyas ve istihsarı gibi yollara baş vurmazlardı.

Ben bu sözümü taassup yüzünden söylemiyorum. Beni yaratan Allah'a ant olsun ki, ben şimdiye kadar şu kavmin sözlerinde ve yazdıkları kitap ve eserlerinde dört mezhebe uymanın farz oldu­ğunu, onların dışına çıkmanın haram olduğunu ispatlayacak bir tek delile bile rastlamış değilim. Bu yüzden dört mezhebin diğer mezheplere herhangi bir tercihi yoktur. Allah-u Teala bu sözü­mün şahididir. İlkte ve sonda hamt Allah'a mahsustur.

Cebrail'in Fatıma (a.s) ile Görüşmesi

 

Vahy lügatta seri bir işaret manasınadır. Dolayısıyla seri ve hızlı yapılan bir işe "emrun vahy" denilmektedir. Misbah, vahyin işaret, risalet ve kitabet manalarına geldiğini de ifade eder. Yani anlaması için başkasına ilka edilen herşey vahiydir.

Tabersi ise vahyin gizli bir işaret manasına olduğuna beyan eder. Allah-u Teala Nahl suresinin 68. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Rabbin bal ansına vahyetti: "Dağlarda ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin."

Buradaki vahiyden maksad zati bir tefhim ve anlatımdır. Yani

Allah-u Teala arının zatına bal koymuş ve ona bal yapımını öğ­retmiştir. Dolayısıyla Allah-u Teala anların bal yapımının da bir rastlantı işi olmadığını ve sanat olduğunu bu sanatı ona öğrete­nin de bizzat Allah-u Teala olduğunu belirtmektedir.

Allah-u Teala Fussilet suresinin 12. ayetinde de şöyle buyuru­yor: "Her bir göğe emrini vahyetti." Buradaki vahyden maksad da hilkat ve icaddır. Yani her göğde emir ve tedbirini icad etti.

Bazıları burada Allah'ın meleklere vahyettiğini söylemişlerse de bu olay Kur'an'ın zahirine aylandır.

Zilzal suresinin 4. ve 5. ayetlerinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Çünkü senin Rabbin ona vahyetmiştir."

Burada da Allah-u Teala kıyamette yeryüzünün kendisine vah-yedileni söyleyeceğini beyan ediyor. Allah-u Teala Meryem sure­sinin 11. ayetinde ise şöyle buyuruyor: Böylelikle (Zekeriya) mes­citten kavminin karşısına çıkıp onlara (şu anlamlan) vahyetti: "Sabah akşam teşbih edin."

Burada vahyin manası işaret etti manasınadır. Yani ilkönce de dediğimiz gibi lügat açısından vahy, gizli işaret manasınadır. Al­lah-u Teala Kasas suresinin 7. ayetinde de şöyle buyuruyor: "Mu­sa'nın annesine "Onu emzir, şayet onun için korkacak olursan onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu biz sana tekrar ge­ri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız." diye vahyettik."

Burada da vahy gizli bir anlatım ve tefhim manasınadır. Vahy bu manada olunca ister istemez şeytanlar da birbirine veya dost­larına vahyedebilirler. Nitekim Enam suresinin 121. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: "Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele et­meleri için kendi dostlarına vahvederler."

Hakeza "Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler vahyederler." Burada da vahy burada gizli ilka ve tefhim manası­nadır.

Şimdi Allah'ın peygamberlerine vahyi nasıldır, ona bir baka­lım. Allah'ın vahyetmesi de ilka etmesi ve konuşması demektir. Bu vahy üç kısımdır:

1-Kalbine ilka veya vahyedilmesi

2-Perde arkasından konuşması

3-İlahi emirleri iletmesi için melek göndermesi
Peygamberlerin sadık rüyası da birinci kısımda yer alan vahy türündendir. Yani kalbe ilka edilmesidir.

Şimdi bütün bunları niye naklettik? İmam Humeyni (R) konuş­masında "Resulullah'ın vefatından sonra Cebrail Fatıma'ya gele­rek onu teselli ediyor ve ona bir takım gelecekle ilgili bilgiler veriyordu. Hz. Ali de bunları yazıyordu." diye buyuranca bazı cahiller konuşma ve yazılarında hemen İmam'a saldırdılar ve tekfir sila­hına sarıldılar. Bu mushafı Kur'an ile eşdeğer algıladılar. Şia'nın ayrı bir Kur'an'ı olduğunu iddia ettiler. Halbuki bunların hiç biri­si doğru değildi. Zira evvela Hz. Fatıma'ya vahyin indiğini hiç kimse iddia* etmemiştir. Saniyen vahy olayı risalet ye nübüvveti gerektiren bir olay değildir. Nitekim Allah-u Teala arıya, göklere, Meryem'e, Musa'nın anasına da vahyetmiş; ve Zekeriya'nın hanımıyla konuşmuşlar ama hiç kimse onların peygamber olduğunu veya bir Kitabın varlığına delalet ettiğini iddia etmemiştir. Ama bu hasta kalpliler olay Fatıma (a.s) olunca hemen ortalığı velvele­ye verdiler. Halbuki Kur'an dışında bir kitabın olduğunu ve Kur'an'ın reddedildiğini kim iddia etmiştir. Şu anda varlığı bile görülmeyen böyle bir yazıyı kim kalkıp da Kur'an diye ortaya at­mış? İran'daki Şii Müslümanlar sanki Kur'an okumuyor mu? Kur'an ile amel etmiyorlar mı? Vahyin manasını bile bilmeyen bu cahillere laf anlatmanın deveye hendek atlatmaktan daha zor ol­duğunu ben de biliyorum. Ama Müslümanlar bu fitnecilerin oyu­nuna kanmamak ve daima uyanık olmakla yükümlüdürler.

Sahife-i Fatıma diye anılan Kitab ise Peygamber'den duyduğ hadis mecmuasıdır. Bu hususta ilm-i Hadis kitabının yazan Zeyn'ül-Abidin Kurbani şöyle diyor: "Resulullah'ın kızı Fatıma (a.s) hadisleri naklediyor ve bizzat tedvin ediyordu. Bu hadis mec­muasını gelenlere hediye olarak veriyordu. Elbette Fatıma'nın elinde yazılı birkaç kitab vardı. Gerektiğinde bunlara müracaat ediyordu. Ama Mushaf-ı Fatıma diye bilinen kitapta İslam alemi­nin geleceği ile ilgili bir takım olaylar ve ilahi hükümler vardı ve bunu Hz. Ali kendi yazısıyla yazmıştır. Nitekim rivayetlerden de anlaşıldığı Ehl-i Beyt imamları, kendilerine miras kalan bu ki­taptan istifade ediyordu." (İlm-i Hadis s. 50)

Görüldüğü gibi bunun ilahi vahy olduğunu ve artık Kur'an'a ihtiyaçlarının kalmadığını hiç kimse iddia etmemiştir. Öyle ol­mazsa Ayetullah Hasanzade Amuli Kur'an'da bir kelime dahi ek­silme ve artma olmadığını bunun aksine inanan birisi varsa ken­disiyle mübahaleye (lanetleşmeye) hazır olduğunu iddia eder miy­di? Bugün İran'da Kur'an ve Kur'an hafızlarına verilen değer ile Kur'an üzerine yapılan eşsiz ilmi çalışmalar da bu iftiranın doğru olmadığının en büyük kanıtıdır aslında.

Cinsel İlişkinin Adabı

 

Allah-u Teala Bakara suresinin 22. ayetinde şöyle buyurmak­tadır:

"Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi va­rın."

Evvela bilmek gerekir ki bazıları bu ayetten yola çıkarak ka­dınlara önden ve arkadan yaklaşmanın (cima etmenin) caiz oldu­ğunu iddia etmişlerdir. Yani "kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tar­lanıza ister önden ister arkadan yaklaşabilirsiniz." Dolayısıyla ayetteki "enna" lafzını mekan edatı olarak kabul etmişlerdir.

Bunların başında İbn-i Ömer ve İmam Malik gelmektedir. (Tefsir'ul Kebir/Fahr-u Razi c. 6, s. 76) Hatta İmam Malik şöyle demiştir: "Kadına arkadan yaklaşmanın helal olduğunda şekke-den birini görmedim." (Menhec'us Sadıkin c. 2, s. 6)

Ama bazı müfessirler "enna" edatını mekan değil de, zaman edatı olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla bu ayeti şöyle tefsir et­mişlerdir:

"Kadınlar sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz zaman varın." Bunu böyle tefsir edenler, kadına arkadan yaklaşmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu ayetin nüzul sebebi hususunda da ih­tilaf vardır. Bazıları diyor ki: "Yahudiler kadına arkadan yaklaş­manın şaşılığa sebep olacağına inanıyorlardı. Bu ayet yahudilerin bu inancını reddetmek için nazil olmuştur. Bazıları ise Ömer b. Hattab'ın hanımına arkadan yaklaştığını ve "Ya Resulullah helak oldum." demesi üzerine bu ayetin nazil olduğunu söylemişlerdir. (Fahr-u Razi Tefsirinde c. 6, s. 75 Bakara 223. ayetin tefsirinde). Elbette yahudilerin kadına arkadan yaklaşmaktan maksatlarının veya Ömer b. Hattab'ın karısına arkadan yaklaşmasından maksadın keyfiyeti hususunda da ihtilaf vardır. Bazıları kadına arka taraftan, önüne (ferecine) yaklaşmanın murat edildiğini söyler­ken bazısı da kadına arkadan yani makattan yaklaşmanın kastedildiğini nakletmişlerdir. Birinci rivayete göre Ömer b. Hattab karısına makattan yaklaşmış ve sonra da "helak oldum." diyerek Resulullah'a durumu iletmiştir. İkinci rivayete göreyse karısına arkadan ama önüne (ferecine) yaklaşmıştır. Aynı ihtilaf Yahudilerin "arkadan kadına yaklaşmak şaşılığa neden olur." sözünde de geçerlidir. Yani "arkadan" sözü iki ayrı şekilde nakledilmiştir.

Şimdi de bu hususta Şia alimlerinin ne dediğine bir bakalım:

Menhec'us Sadıkin tefsirinin müellifi Molla Fethullah Kaşani bu hususta şöyle diyor: "Bu husustaki bize ulaşan rivayetler iki kısımdır. Bazı rivayetler bunun haram olduğunu söylüyor. Örne­ğin İmam Sadık (a.s) Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

"Kadınlara arkadan yaklaşmak ümmetime haramdır."

Ama bazı rivayetler ise bunun cevazına hükmetmiştir. İmam Sadık (a.s)'a bu mesele iletildiğinde "sakıncası yoktur" diye buyur­muştur.

Elbette kadına arkadan yaklaşmanın caiz olduğunu söyleyen­ler de kadının buna razı olmasını şart koşmuşlardır. Hatta kadın razı olmaz ve kocasına itaat etmezse, naşize yani kocasına itaat etmemiş de sayılmaz. Bu hususta itaat lazım değildir. (Menhecu's Sadıkin c. 6, s. 6-7)

İmam Humeyni (r.a) ise "Tahrir'ul Vesile" adlı kitabında şöyle diyor: "Hayızlı olduğu zaman (yani kadın adetli iken) kadına ar­kadan yaklaşmak caizdir. Ama şiddetli (yani harama yakın) mek­ruhtur. İhtiyat bunu terketmektir." (Tahriru'l Vesile c. l, Haiz Kadının Hükümleri)

Şimdi İmam'ın haşa homoseksüelliği tecviz ettiğini iddia eden­lerin ne kadar büyük yalan attığı ortaya çıkmaktadır değil mi? İmam Malik ve İbn-i Ömer bunun mutlak bir şekilde caiz olduğu­nu söylemektedir. Neden onlara bir şey demiyorlar? Haşa bunlar da mı homoseksüelliği emretmektedirler? Bu mesele fıkhi bir me­seledir. Bir ayetin tefsirinde ihtilaf edilmiştir. Bunun homoseksü­ellikle ne irtibatı var? Özellikle İmam haiz döneminde bile kadına yaklaşmanın harama yakın mekruh olduğunu söylediği halde İmam'ın homoseksüelliği emrettiğini söylerken hiç mi Allah'tan korkmuyorlar?

Neden İbn-i Ömer ve İmam Malik gibi şahsiyetlere değil de İmam'a saldırıyorlar. Belli ki bunların maksadı hakkı ortaya çı­karmak değildir. Maksatları Şii-Sünni ihtilafını ayyuka çıkara­rak sömürgecilerin ve uşaklarının ekmeğine yağ sürmektedir. Zi­ra bunlar ancak bu yolla İslam'ı ortadan kaldırabileceklerine ya-kin etmişlerdir. İngilizlerin "böl-yönet" politikasını takib eden bu uşaklar, böylesi iftiralarla Müslümanları birbirine düşürmek iste­mektedir.

Bana göre ayette geçen "enna" edatını zaman edatı olarak alanlar daha çok isabet etmişlerdir. Yani ayetin manası şöyledir: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Onlara istediğiniz zaman varın." Dolayısıyla burada kadına arkadan yaklaşmanın söz konusu bile edilmesi doğru değildir. Kaldı ki bugün bunun tıbbi zararları da anlaşılmış durumda. Daha çok hayvanlığın ifadesi olan bu tür cinsel ilişki hem aklen hem de örten çirkin bir şeydir. Ayrıca ayet­te "tarlanızdır." diye ifade edilmesi de "enna" edatının zaman edatı olduğunun en açık delilidir. Zira tarla ekin ekmek ve mah­sul almak içindir. Dolayısıyla tarlaya benzetilen kadının rahmin­de nutfenin bağlanması ve çocuk oluşması da önden cinsel ilişki kurmakla mümkündür. Ayrıca bu ilişki türü ne peygamber (s.a.a)den ve ne de tabir imamlardan menkul bir davranış değildir. Dolayı­sıyla Müslümanlar bu davranıştan şiddetle kaçınmak ve Müslüman kadınlar da şehvetine düşkün eşlerinin bu isteğine boyun eğmemelidir, zaten fıkhi açıdan da buna itaat etmeleri gerekme­mektedir. Nitekim Hüccet'ül İslam Seyyid Ali Kureyşi de bu ayet hakkında şöyle diyor: "Bu ayet kadınla önden cinsel ilişkiye geç­menin her zaman caiz olduğunu ifade etmektedir. Kadına arka­dan yaklaşmanın cevazına dalalet etmemektedir. Ayrıca ayetin sonunda yer alan "Kendiniz için takdim edin" cümlesinden mak­sadın da çocuk olduğu söylenmiştir. Dolayısıyla bu da bizim iddi­amızı yani kadına önden yaklaşılması gerektiğini teyid etmekte­dir. Ayetteki "enna" edatını mekan edatı olarak ele alıp kadınlara arkadan yaklaşmanın caiz olduğunu söylemek mümkün değildir. (Kamus-i Kur'an c. l, s. 134)

Son olarak yine diyorum ki fıkhı hükümlerin siyasi hedef ve gayelere alet edilmesi hususunda tüm Müslümanlar uyanık dav­ranmalı, İslam düşmanlarının oyununa gelinmemelidir.

Ebl-i Beyt Kimlerdir?

 

İranlı Müslümanlar bilindiği gibi Ehl-i Beyt dostları olarak ta­nınır. Elbette her Müslüman peygamberi seviyorsa Ehl-i beytini de sevmelidir. Zira Resulullah'ın bizzat kendisi de risaleti karşılı­ğında sadece yakınlarını sevmeyi istemiştir. Ayrıca ümmetine de Kur'an ile Ehl-i Beyt'ini bırakmış ve onlara sıkıca bağlanmayı emretmiştir. Yani Ehl-i Beyt'in İslam'da çok önemli yeri vardır. Ama Ehl-i Beyt kimlerdir? Bazıları Ehl-i Beyt'in Resulullah'ın tüm ashabı olduğunu söylemiştir. Ehl-i Sünnet'ten bazıları da Ehl-i Beyt'in Resulullah'ın eşleri olduğunu söylemektedir. Bu hu­susta Şia ve bu cümleden İranlı Müslümanların görüşü nedir? Ehl-i Beyt Hz. Fatıma Hz. Ali ve evlatları mıdır? Öyleyse bunun özellikle Kur'an'dan kesin delilleri var mıdır? Bu hususta Seyyid Cafer Murtaza Amili şöyle diyor:

"Birçok hadiste geçen Ehl-i Beyt kelimesi Peygamber'e (salla'llahu ayelhi ve alih-i ve sellem) mensup olan özel bir grubu ifa­de etmektedir. Hadislerde Ehl-i Beyt için birçok üstün sıfat zikre­dilmiş, onların yüce bir makam ve dereceye sahip oldukları açık­lanmış ve onlar hakkında ümmete bir çok önemli hak ve sorumlu­luklar yüklenmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de defalarca ve çeşitli tabirlerle Ehl-i Beyt diye tanınan kimselerden söz edilmiştir. Elbette bazen Ehl-i Beyt keli­mesi kullanılmış ve bazen daha başka bir tabir.

Bazılarının Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Beyt kelimesinden neyin kastedildiğini belirlemek hususunda yanlışlığa düştüklerinin bu konuyu ele alıp incelemeyi kararlaştırdım. Yalnızca Allah'tan yardım diler ve yanlızca O'na tevekkül ederim.

Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Beyt kelimesi üç yerde kullanılmıştır.

1-       Hz. Musa (a.s)'ın kıssasında:

Hz. Musa (a.s) bebek iken Allah'ın emri üzere annesi tarafın­dan bir sandık içerisinde bırakılıp Nü nehrine atılmış ve Firavun ailesi tarafından Kur'an'ın ifadesiyle kendilerine bir düşman ve üzüntü kaynağı olsun diye sudan alınmıştı. Bu küçük çocuk hiç bir kadının sütünü emmeyince Firavun ailesi şaşırıp kalmışlardı. O sırada Hz. Musa (a.s)'ın kız kardeşi gelerek onlara: (Kur'an-ı Kerim'de açıklandığına göre)

"...Ben sizin adınıza onun bakımını üstlenecek ve onun hayrını isteyecek bir ehl-i beyti (ev halkını) size tanıtayım mı?" demişti.

Bunun üzerine çocuk annesine iade edilmişti. Bunu Kur'an-ı Kerim şöyle açıklıyor:

"Böylece annesinin gözü aydın olsun ve üzülmesin ve bir de Al­lah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye biz onu tekrar annesine geri vermiştik." (1)

Bu ayet-i kerimede, Hz. Musa (a.s)'ın kız kardeşinin ehl-i beyt tabirinden neyi kasdettiğine açıklık getirecek herhangi bir açıkla­ma yoktur. Acaba söz konusu beyt (ev)le bir yakınlığı olan bütün şahıslan mı yoksa bazılarını mı veya yanlızca soy yakınlığı olan­ları mı yoksa hem soy yakınlığını hem de evlenme yoluyla meyda­na gelen yakınlığı içeren bir anlamı mı veya bunlarla birlikte "ve-la" (kölelik) ve terbiye yönünden bu evle ilgisi olan şahıslan da mı veya bütün bunlardan daha geniş bir anlamı mı kasdetmiştir? Belli değildir.

Ayrıca burada "ehl-i beyt" kelimesi Arabça'da harf-i tarif olan
"elif-lam" takısı olmaksızın nekire (gayr-i muayyen) olarak zikro-
lunmuştur.                                                 

2-       Hz. İbrahim (a.s)'ın kıssasında:

Melekler Hz. İbrahim'in hanımına Hz. İshak ve ondan sonra da Hz. Yakub'un müjdesini verince şaşırmıştı. Melekler de ona şöyle demişlerdi:

"Allah'ın işine mi şaşırıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketi siz "ehl-i beytin" (ev halkının) üzerinedir. Kuşkusuz o övülmeye layık olandır." (2)

Bu ayet, Hz. İbrahim(a.s)'ın zevcesinin de (hanımının da) onun ehl-i beytinden sayıldığını bildirir. Çünkü ayette bizzat ona hitap edilmiştir. Fakat bu, "ehl-i beyt" kelimesinin her yerde, hatta maksadı belirtecek herhangi bir alametin bulunmadığı, yani mutlak olarak kullanıldığı yerlerde de zevcenin bu kelimenin kapsa­mına girdiğine delil teşkil edemez. Başka bir ifadeyle mezkur ayette Hz, İbrahim (a.s)'ın zevcesine hitap edilmesi onun da "ehl-i beyt" kelimesinin kapsamına girdiğine bir delildir. Fakat bu "ehl-i beyt" kelimesinin zevceden daha genel bir mana için vazedilmiş olduğuna ve herhangi bir karine olmaksızın mutlak olarak kulla­nıldığı her yerde zevceyi de kapsamına aldığına delil olmaz. İleri­de bu ayet-i kerime hakkında inşallah genişçe bahsedeceğiz.

3- Ahzab suresinin 32 ile 34. ayetinde:

"Ey Peygamber'in eşleri, siz kadınlardan herhangi biri gibi de­ğilsiniz. Eğer takvalıysanız yumuşak bir tarzda söz söylemeyin, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder; ve maruf (doğru ve güzel) bir söz söyleyin. Evlerinizde oturun ve ilk cahili-ye devrinde olduğu gibi gösteriş yapmayın (süslerinizi açığa vur­mayın); dosdoğru namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Resul'üne itaat edin, Allah ancak siz "Ehl-i Beyt"ten her türlü pisliği gider­mek ve sizi tertemiz kılmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlatın. Hiç şüphe yok ki Allah latiftir, haberdar olandır."

Böylece Hak Teâla'nın "Allah ancak sizi "Ehl-î Beyt"ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor." sözünün Peygamber (s.a.v)'in hanımlarına hitab eden ayetlerin arasında yer aldığını görüyoruz. Bu ise bazıları için Tathir ayeti diye ma'ruf olan 33. ayetin sonundaki bu sözden kimlerin kasdedildiği hususunda şüphe icad ederken, yakında göreceğimiz üzere bazı­larının da ayet-i kerimenin asıl manası konusunda bazı şüpheler ilka etmelerine bahane teşkil etmiştir.

Müfessirler ve diğer alimlerin sözlerini incelediğimizde bu ayet-i kerimedeki "Ehl-i Beyt" kelimesinden kimlerin kasdedildiği hususunda aşağıda değindiğimiz çeşitli görüşlerin olduğunu gö­rüyoruz:

1- İkrime'nin iddia ettiği görüş: İkrime (3) çarşı ve sokakta
yüksek sesle Tathir ayetinde geçen "Ehl-i Beyt" kelimesinden yal­
nızca Peygamber'in (Allah'ın salat ve selamı O'na ve Ehl-i Bey-
ti'ne olsun) hanımlarının kasdedildiğini söylüyor, bunu kabul et­
meyen kimseleri mübahâleye (lanetleşmeye) davet ediyordu. Bu
görüş, İkrime ile Said b. Cübeyr'in rivayetinde İbn-i Abbas'a da
(4) isnad edilmiştir. Yine bu görüş Mukatil, (5) Ata, Kelbi, Said b.
Cübeyr (6) ve bu ayetin Aişe'nin evnide nazil olduğunu iddia eden
Urve b. Zübeyr'e (7) de isnad edilmiştir.

2- Bazıları da: "Ehl-i Beyt, Resulullah (s.a.a), Hz. Ali, Hz. Fatı-
ma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'den (Allah'ın selamı onlara olsun) ibaret olan Ashab-ı Kisa ile Peygamberin hanımlarıdır" demişler­dir. Bazıları ise "Ehl-i Beyt, Peygamber'in zevceleri ile Ashab-ı Kisa'dır" demiş, ancak Peygamber'! (s.a.a) istisna etmişlerdir. Bu görüş, Fahr-i Razi ile Hatib'den nakledilmiştir. Kastallani de bu görüşü Sahih-i Buhari'ye yazdığı şerhinde zikretmişlerdir. (8)

3-       Kimileri ise "Ehl-i Beyt'den maksat Hz. Resulullah
(s.a.a)'dır." demişlerdir. (9)

4-       Bazıları da: "Maksat Beni Haşim'dir, ancak kadınları içine almamaktır" demişlerdir. (10)

Bu arada Ehl-i Beyt'ten maksat "Hz. Resulullah'ın, dedesi Abdulmuttalib'e ulaşan yakınları" veya "Peygamberle aynı soydan olanlar" veya "soy ve hısımlık bakımından Peygamber'in yakını sayılanlardır." diyenler de olmuştur. (11)

5- Ebu Hayyan, "Ehl-i Beyt kelimesi hem Peygamber'in (s.a.a) hanımlarına ve hem de onların babalarına da şamil olduğu için tağlib sanatı esasınca hepsine erkek (müzekker) lafzı ile hitab edilmiştir." demiştir. (12)

6- Bazıları da Ehl-i Beyt'in, Peygamber'in (s.a.a) zevceleriyle kendilerine sadaka haram olan Beni Haşim olduğunu ileri sür­müştür. (13)

7- Bazılan ise Ehl-i Beyt'ten maksat Hz. Ali, Hz. Fatıma (s.a)
Hz. Hasan (a.s) ye Hz. Hüseyin (a.s) olduğunu söylemişlerdir. Bu arada bazı rivayet ve görüşlerde de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) da bunlara dahil olduğu tasrih edilmiştir. (14) Bu görüş Enes b. Malik, Vaile b. Eska (15) Ebu Said'il Hudri, Aişe ve Ümmü Seleme'ye (16) isnad edilmiştir ve bu görüş üzerinde Tahavi, Genci-i Şafii, Zehebi ve Kummi (17) ısrar etmişlerdir. Bu görüş, aynı za­manda Mücahid, Katade, Kelbi (18) cumhur-i ulema (19) ve müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. (20)

Hatta bazıları "Tathir" ayetinin Ashab-ı Kisa (Al-i Aba) diye bi­linen Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (s.a), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyn (a.s) hakkında nazil olmasının bütün müfessirlerin icma ettiği ve cumhur-i ulemanın naklettiği bir ko­nu olduğunu söylemişlerdir. (21) Bazıları da demişlerdir ki: "Mü­fessirlerin icma ettiğini iddia edenlerin maksatları şudur ki, As­hab-ı Kisa'nm ayetin kapsamına girdiği hususunda ittifak vardır. Veyahut da maksatları, nüzul sebebi ve benzeri konularda sözle­rine itibar edilen kimselerin icmasıdır. İkrime ile Mukatil ise on­lardan değildir. Çünkü bu gibi konularda ancak Peygamber'den veya sözüne itibar edilen ashaptan nakledilen rivayetlere itibar edilir. İkrime ile Mukatil ise yalancılıkla itham edilmişlerdir." (22)

Bazı hadisler de on iki imam'ı da bunlara (Ehl-i Beyt'e) ekle­mişlerdir. (23) Bazıları ise İmamiye'nin Tathir ayetinin masum imamların hepsini (on iki imamı) içerdiği hususunda icma ettiği­ni iddia etmişlerdir. (24)

Yukarıda naklettiğimiz görüşleri dikkatle incelediğimizde bun­ları üç temel görüşte toplayabiliriz:

1- Ehl-i Beyt kelimesinin Hz. Peygamber'in zevcelerini yalnız
olarak veya Ashab-ı Kisa ile birlikte veya Haşim oğullarıyla bir­likte veya bundan daha geniş veya dar bir grupla birlikte kapsa­
dığı görüşü.

2- Ehl-i Beyt'in Kisa Ehli'nden başka sadakanın kendilerine haram olduğu Haşim oğullan ile Hz. Resulullah'a (s.a.a) akraba nisbeti olan her şahsı içerdiği görüşü. Bu arada bazıları Hz. Peygamber'in zevcelerini de bunlara eklerken, bazıları da onların Ehl-i Beytin dışında kaldığı hususunda ısrar etmektedirler.

 

3- Ehl-i Beytin yalnızca Ashab-ı Kisa'ya mahsus olduğunu savunan görüş: Elbette bu görüşü savunanların diğer on iki masum
imam'ın da Ehl-i Beyt'e dahil olduklarım, bunu sarih bir şekilde ifade eden birtakım hadislere dayanarak söylediklerini gördüğü­
müzde şaşırmamalıyız.

 

Konu hakkındaki deliller ispatını amaçladıkları bazı cüzi konular nazara alınmazsa, bu üç temel görüşün red veya ispatı et­rafında dönmektedir.

Bazılarının söylediği Tathir ayetinden sadece Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kasdedildiği görüşü, zikredilen bu üç görüşün dışında bir görüşse de bütün araştırmalarımıza rağmen bu görüşü benim­seyip delil ikame eden birisini bulamadık; bu yüzden bu bahsi­mizde mezkur görüşün ret veya isbatına değinmeye bir gerek görmüyoruz.

Buradaki bahsimizde yanlızca mezkur üç temel görüşle doğru­dan doğruya ilişkisi olan konularla yetineceğiz.

Şüphe yok ki Hz. Resulullah (s.a.a) Kur'an-ı Kerim'in anlamı, işaret ve maksadını herkesten daha iyi bilmektedir; açıklama ve beyana ihtiyaç duyan karmaşık ifadeli ayetlerin manasında yega­ne merci ve sığınak konumundadır.

Bu arada dikkati çeken bir nokta şudur ki Hz. Resulullah, ba­zen bilerek, ilk bakışta açık olduğu sanılan konular hakkında bile birtakım açıklamalar yapmış, izahlarda bulunmuştur. İlk bakışta insan bunu garipseyebilir; fakat siyasi birtakım heva ve hevesler ve cahili tutuculuk yüzünden Hz. Resulullah (s.a.a)'in açıklama­ya, isbatlamaya, doğrultmaya çalıştığı şeylerin tahrif edilmeye çalışıldığı dikkate alınırsa, bunun nedeni anlaşılmış olur. Adeta

Resulullah (s.a.a) bu tahrif elini gayıptan gördüğü için açıklama­larda bulunmuş, tahrifi önlemeye çalışmıştır.

Bazı hizipler, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini azaltıp çoğaltma ve­ya tahrif etme gibi bir girişimde bulunmanın muhal denecek ka­dar zor olduğundan kendi hedeflerine ulaşmak için Kur'an'ın aslı yerine, delalet ve anlamını tahrif edip onunla oynamak yolunu seçmişlerdir. Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) Sad'ül Hayr'a yazdığı mektupta buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:

"Onlar onu rivayet ediyor, ama ona riayet etmiyorlardı. Cahil kimseler onların rivayet diye ezberlemelerine şaşırıp kalıyorlar, ama alimler onların riayeti terk ettiklerine üzülmektedirler." (24)

Bu üzücü durum, ne yazık ki Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'i hakkında nazil olan Tathir ayeti için de vaki olmuştur.

Zira Hz. Resulullah (s.a.a) aylarca ve özellikle vefat zamanı yaklaştığı sıralarda Tathir ayetinde geçen Ehl-i Bey t'ten maksa­dın Ashab-ı Kisa (yani Hz. Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn "Allah'ın selamı onlara olsun") olduğunu ve bu ayet gere­ğince onların günahlardan an olduklarım açıklayıp tekid etmiş­tir. Ama buna rağmen Hz. Resulullah'ı (s.a.a) tekzib ve sözünü ustaca reddetmek pahasına bile olsa, bu konuyu gerçeğinden uzaklaştırıp tahrif etmek için İslam tarihi boyunca amansız bir saldırının var olduğunu görüyoruz.

Bu bölümde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Tathir ayeti hakkındaki tefsirine kısaca bir işaret etmeğe çalışacağız, daha sonra da aye­tin manası hakkında ortaya atılan boş iddia ve şüphelere değine­ceğiz ve diğerlerinin konu hakkındaki görüşlerim aktaracağız.

Gerçekten mezkur ayette geçen Ehl-i Beyt'ten maksadın, Kisa Ehli olduğuna dair ve bunu tekid eden birçok hadis vardır. Bu hadisleri muhtelif mezhep ve görüşlere sahip olan muhaddis ve alimler kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Bu hadisler ehl-i sün­net kitaplarında da Şia'da olduğu gibi mütevatir derecesine ulaş­mıştır. Kisa Ehli ise Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn (as.)den ibarettir. Muhakkik Kereki bu konuda şöyle diyor:

"Bu konuda tevatüren nakledilen hadisler yakın ifade etmekte­dir. Şia yoluyla nakledilen sayısız hadisler bir yana, Ehl-i sünnet nezdinde bile bu hadisten daha çok güvenilir bir hadis yoktur. Bu hadisin naklinde hem Ehl-i sünnet ravileri hem de Ehl-i Beyt'in has dostları ve bütün Şia alimleri ittifak etmişlerdir. Eğer böyle bir hadisi Ehl-i Sünnet reddetmeğe kalkışırsa artık reddedilme­yecek hiçbir hadis kalmaz." (25)

Haskani bunu: "Konu hakkında gelen hadisler çok fazladır."


 (26) şeklinde anlatırken diğeri: "Bu husustaki rivayetler sayısız­dır." (27) ifadesini kullanmış, diğer birisi de: "Bu hususta bütün müfessirler icma etmiş ve cumhur-i ulema da nakletmiştir." (28) diyor. Bazıları da demişlerdir ki: "Müfessirlerin icma ettiğini id­dia edenlerin maksadı şudur: Ashab-ı Kisa'nın ayetin kapsamına girdiği hususunda ittifak vardır. Ama Peygamber'in eşlerinin da­hil olup olmadığında ihtilaf vardır, veyahut da maksatları nüzul sebebi ve benzeri konularda sözlerine itibar edilen kimselerin te­masıdır." Bunu daha önce de nakletmiştik.

Allame Tabatâbai konu hakkında şunları yazıyor: "Konu hak­kında yetmişin üzerinde hadis nakledilmiştir. Konu hakkında Ehl-i sünnet kaynaklarında nakledilen hadisler Şia tarikiyle ge­len hadislerden daha fazladır. Bu hadisleri Ehl-i sünnet alimleri Ümmü Seleme, Aişe, Ebu Said-i Hüdri, Sa'd, Vaile ibn-il Eska, Ebu-1 Hemra, îbn-i Abbas, Peygamber'in kölesi Sevban, Abdullah ibn-i Cafer, Hz. Ali ve Hz. İmam Hasan'dan kırka yakın tarik (se­net) ile nakletmişlerdir.

Şia ise otuzun üzerinde tarik ile Hz. İmam Ali, Hz. İmam Seccad, Hz. İmam Bakir, Hz. İmam Sadık, Hz. İmam Rıza, Ümmü Seleme, Ebuzer, Ebu Leyla, Ebu-1 Esved-id Dueli, Amr in-i Meymun-il Evdi ve Sa'd ibn-i Ebu Vakkas'dan nakletmiştir." (29)

Fakat bu hadislere ve senetlerine müracaat ettiğimizde ravilerinin bundan çok daha fazla olduğunu görürüz. Bu sözümüzü ispatlamak için şunu zikretmemiz yeterlidir ki, ulemadan bazısı Tathir ayeti hakkında özel bir kitap yazmıştır.

Dört yüzden fazla sayfası ola birinci cildini sadece bu hadisin çeşitli nakillerine ayırmış ve bu hadisi on iki Ehli Beyt imamları­nın yanı sıra elliden fazla sahabeden ve sonra da tabiinden nakletmiştir. (Bu kitabı Seyyid ali Muvahhid-i Ebtehi yazmıştır. Ki­tabın adı "Ayet-üt Tathir Fi Ehadis-il Ferikayn"dır. Allah, kendi­lerine İslam'a ettikleri hizmet karşılığında en hayırlı mükâfatı versin.)

Bundan ilginç olanı da şudur ki Ehl-i Beyt hakkındaki hadisle­ri inkar etmek hususundaki ısrarıyla tanınan şahıs da bu hadisi inkar etmeyip sıhhatini itiraf etmek zorunda kalmıştır. O bu ko­nuda şöyle diyor: "Kisa hadisine gelince, o sahih bir hadistir." (30)

Biz elimize geçen bu sınırlı fırsattan yararlanarak önce müm­kün olduğu miktarda Kisa hadisine ve kaynaklarına değineceğiz. Daha sonra Tathir ayetinin maksadının yalnızca onlara intibak ettiğini ve bunun, ayetin siyaki (akışı) ile herhangi bir çelişkisi olmadığını aksine, ayetin siyakının da açık bir şekilde bunu te'yid ettiğini açıklıyacağız. Daha sonra da önceki bölümde yaptığımız açıklamaya uygun olarak diğer görüşlerin delillerine işaret edeceğiz.

Kısa hadisi, farklı tabirlerle birçok sahabe ve tabiinden nakle­dilmiştir. (31) Onların hepsi de Hz. Resulullah'ın Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn (a.s)'ın üzerine bir örtü örterek "Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizle­ri tertemiz kılmak istiyor." ayetini okuyup onlara dua ettiğini ifa­de etmektedir.

Bunların çoğuna göre, aynı zamanda Hz. Resulullah (s.a.a) ha­nımlarından birisinin (Aişe, Ümmü Seleme veya Zeyneb'in) Kisa Ehli'yle birlikte örtü altına girmesine izin vermemiştir.

Aziz okurlarımız, inşaallah gelecek bölümlerde bu hadislerin özellikleriyle aşina olacaklardır.

Bu arada Hz. Resulullah'ın Ehl-i Beyt'ten kimlerin kasdedildiği hususunda her türlü şüpheyi gidermek ve gerçeği sabit kılmak için büyük bir ısrar içinde olduğunu görüyoruz. Peygamber cahili-ye bağnazlıkları ve siyasi desiseler neticesinde bu hususta doğa­bilecek her türlü tahrif ve uydurmalara karşı koyuyordu. Resu­lullah'ın bunu, takındığı tavır ve izlediği metodlarda apaçık sergi­lemiş olduğunu görüyoruz. Nitekim Resulullah mübarek ömrünün son altı ayında (32) namaza gittiği her vakit Hz. Fatıma (s.a)'ın kapısına gelerek "Ey Ehl-i Beyt! Namaz'a" diye seslenmesi ve Tathir ayetini okuması da buna bir örnektir. Bu hadisi birçokları nakletmiştir.

Bazıları ise dokuz ay bu işi yaptığını söylüyorlar. (33) Eskiden Arap harfleri noktasız yazıldığından yazılış şekilleri birbirine ya­kın olan dokuz ve altının karıştırılmış olması da mümkündür. Bazıları Resulullah (s.a.a) 'm yedi ay (34), bazıları sekiz ay (35), bazıları bir ay (36), bazıları kırk sabah (37), bazıları on dokuz ay (38), bazıları on yedi ay (39), bazıları da on ay (40) bunu tekrarla­dığını yazıyorlar. Bazı rivayetlerde ise vakit tayin edilmemiştir. (41) Bazısı da mübarek ömrünün sonuna kadar bunu yaptığını kaydediyor. (42) Bu arada bazıları da kitaplarında bu hadisin üç yüz sahabeden rivayet edildiğini yazmaktadır. (43)

Açıktır ki, bu rivayetlerin süre yönünden muhtelif olması hadi­sin zayıflığına ve olayın aslından şüphe edilmesine sebep olamaz. Zira bu, ravilerin her birisinin kendi müşahedesini naklettiğini göstermektedir. Belki de birisi Resulullah (s.a.a) 'in bu hareketini bir ay, bazısı altı ay, bazısı yedi ay, bazısı da ömrünün sonuna kadar müşahede etmiştir. Böylece her ravi başkalarını müşahe­desini takip etmeksizin kendi gördüğünü nakletmiştir.

Hz. Resulullah'ın birkaç ayrı dönemde bir süre bunu tekrarlamış olması da mümkündür. Beşinci faslın evvelinde bu rivayetle­rin arasını cem etmenin yollan daha kâmil, daha mâkul ve daha açık bir şekilde beyan edilecektir, inşaallah.

Hadisler açıkça ayetin Peygamber'in zevcelerine şamil olduğu­nu reddetmektedir. Konu hakkında nakledilen hadisler, Tathir ayetinin Peygamberin zevcelerini kapsamadığını ifade ederek bu konudaki muhtemel her türlü şüpheyi reddetmektir. Zira hadis­ler açıkça Hz. Resulullah'ın Aişe'ye kendileriyle birlikte Kisa (örtü)nın altına girmesine müsaade etmediğini ve onun Ehl-i Beyt'ten olmadığını ifade etmektedir. Ümmü Seleme ve diğerleri için de durum aynıdır. Aşağıdaki rivayetleri gözden geçirdiğimiz­de bu hakikat apaçık ortaya çıkacaktır.

Aişe, Hz. Resulullah'a Kisa olayında: "Ben de senin ehlinden miyim?" deyince Hazret ona: "Uzaklaş, sen de hayır üzeresin" di­ye buyurdu. (44) Ayrı bir rivayette ise Resulullah (s.a.a) Zeyneb'i Kisa altına girmekten men' ederek ona "İnşallah sen hayra doğ­rusun." diye buyurmuştur. (45)

Diğer rivayetlerde bu sırada Ümmü Seleme'nin: "Allah'ım, beni de onlardan karar kıl." diye dua ettiği, Hz. Resulullah'ın ise ona: "Sen kendi yerinde kal. Sen hayır üzeresin." dediği kaydedilmiş­tir. (46) Veya Ümmü Seleme: "Ey Resulullah ben de onlardan mı­yım?" dediğinde Peygamber (s.a.a): "Sen kendi yerinde kal ve sen hayır üzerinesin." diye cevap vermiştir. (47) Veya Ümmü Seleme: "Ben onlarla birlikte olmak için geldim." dediğinde, Resulullah (s.a.a): "Sen kendi yerinde kal; sen hayır üzerinesin." diye buyur­muştur (48) Veya: "Ey Resulullah, beni de onlara kat" dediğinde Resulullah (s.a.a) : "Ey Ümmü Seleme, sen kadınlarımın salih olanlarındansın. Benden olmayanlardan gayrisi bu mekânda cen­nete giremez." diye buyurmuştur. (49) Veya Peygamber (s.a.a) ona: "Sen hayır üzeresin" Veya "Sen hayra doğrusun" diye buyur­muştur. (50) Veya Ümmü Seleme: "Ey Resulullah, ben senin eh­linden değil miyim?" diye sorunca, Peygamber (s.a.a) ona: "Sen hayra doğrusun, sen Peygamber'in zevcelerindensin." demiştir. (51) Veya "Sen hayra doğrusun. Sen en hayırlı zevcelerimdensin." cevabını vermiştir. (52) Veya Ümmü Seleme: "Ben senin ehlinden değil miyim?" diye sorduğunda: "Sen hayra doğrusun, fakat bun­lar benim ehlim ve değerli emanetimdir." diye buyurmuştur. (53) Veya Ümmü Seleme: "Ben Ehl-i Beyt'ten değil miyim?" dediğinde Resulullah ona: "Sen benim hayırlı ehlimdensin, fakat bunlar be­nim Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt ise daha layıktırlar." cevabını vermiştir. (54) Veya Ümmü Seleme: "Beni de onlara kat." deyince, Resulullah da ona: "Sen ehlimdensin." (55) cevabını vermiştir.

Veya Ümmü Seleme: "Beni de kendinle birlikte abanın altına al." deyince, Peygamber (s.a.a) ona: "Ey Ümmü Seleme, sen hayır üzerinesin ve hayra doğrusun; fakat bu ayet ben ve bunlar hak­kında nazil olmuştur." demiştir. (56)

Ayrı bir rivayette ise Ümmü Seleme: "Ben de senin Ehl-i Beyt'inden miyim? Ben de bunlara katılmak için geldim." demiş,
Peygamber ise: "Kendi yerinde ol, ey Ümmü Seleme. Sen hayra doğrusun ve sen Allah Resulü'nün hanımlarındansın." cevabını
vermiştir. (57) Veya Ümmü Seleme: "Ey Resulullah, ben de Ehl-i Beyt'ten miyim?" deyince Resulullah ona: "Allah katında senin
için hayır vardır." demiştir.  

 

Ümmü Seleme şöyle diyor: "Uz. Peygamber (s.a.a) 'in "evet" de­mesini çok isterdim; bu bana güneşin doğduğu ve battığı her şey­den daha sevimli idi." (58) Ayrı bir rivayette ise şöyle geçiyor: "Resulullah "Sen benim salihe kadınlarımdansın." cevabını verdi. Ümmü Seleme şöyle diyor: "Eğer evet deseydi, bu bana güneşin doğduğu her şeyden daha sevimli idi." (59)

Başka bir hadiste de onu men' ettikten sonra ona: "Sen hayır üzerinesin." (60) demiştir. Veya Ümmü Seleme şöyle diyor: "Ben de onlara katılmak için abayı kaldırdım. Peygamber (s.a.a) onu çekip elimden aldı ve bana: "Sen hayır üzerinesin." dedi." (61) Ve­ya Ümmü Seleme şöyle diyor: Resulullah'a: "Ey Resulullah, ben de mi?" dedim, ama Allah'a ant olsun ki o "evet" demedi, "Sen ha­yır üzerinesin" diye buyurdu. (62) Veya Ümmü Selem Resulul­lah'a: "Ey Resulullah! Ben de senin Ehl-i Beyt'inden değil mi­yim?" deyince Resulullah (s.a.a) ona: "Sen hayır üzerinesin, sen Peygamber'in hanımlarındansın." demiştir. Görüldüğü gibi "Sen Ehl-i Beyt'densin" dememiştir. (63)

Veya Ümmü Seleme Peygamber (s.a.a) 'e: "Ey Resulullah! Ben de senin Ehl-i Beyt'inden miyim?" diye sorunca, Peygamber de "Hayır, ama sen de hayra doğrusun" cevabını vermiştir. (64)

Ayrı bir rivayette Peygamber (s.a.a) ona: "Evet" cevabını ver­miş, ama amcasının oğlu (Hz. Ali), kızı ve iki oğluna ettiği duası­nı bitirdikten sonra onu Kisa altına almıştır. (65)

 

Hadisin Tekrar Edilişi

 

 

Açıktır ki, bir olayın farklı nakli olunca olaya bazen özet, bazen detaylı, bazen birçok özellikleriyle, bazen özellikler olmaksızın, bazen kelime, bazen de olayın anlamı dikkate alınarak değişik la­fızlarla nakledilmesi olağan bir şeydir. Bunlar o rivayetin zayıf kabul edilmesine sebep olmaz. Bazıları bu olayın Ümmü Sele­me'nin evinde birkaç defa tekrarlandığını söylemektedir. Nitekim toplanma şeklinin, üstlerine örtülen örtünün, onlara yapılan duanın ve Ümmü Seleme'ye verilen cevabın farklı olması da bunu göstermektedir. (66)

Belki bu olay Ümmü Seleme'nin evinin haricinde de tekrarlan­mıştır. Aişe'nin Hz. Peygamber (s.a.a) 'den Kisa'nın altına girmek için istediği izin ve Peygamber'in ona uzaklaşmasını emrettiğini ifade eden hadisler de bunu göstermektedir. Zeyneb ile ilgili ha­dis için de durum aynıdır.

Hadisler Kuranla Çelişmemektedir

Bazıları bu ayetin sadece Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhimu's-selam)'a mahsus kılınmasının Kur'an'ın nassı ile çe­lişmekte olduğunu iddia etmişlerdir. (67)

İsmail Hakkı Kisa hadisi hakkında şunları yazıyor: "Eğer bu hadislerin, Resulullah'ın kadınlarının Ehl-i Beyt'ten olmadığına delalet ettiği farz edilse bile, onlara itina edilmemelidir, zira bu, Kur'an'ın nassı ile çelişmektedir." (68)

Cevab olarak diyoruz ki:

1- Daha önce de gördüğümüz gibi Resulullah (s.a.a) 'in bizzat kendisi, bu ayetin yalnızca Kisa Ehli'ni içirdeğini ve diğerlerine şamil olmadığını açıkça belirtmiştir. Eğer bu, Kur'an-ı Kerim'in nassına muhalefet ise, Allah korusun, "Hz. Resulullah (s.a.a) bu nassa muhalefet eden ilk kimseydi." demek gerekir.

 

2- Biz bu gibilerinin aksine ve Resulullah (s.a.a) 'a uyarak diyoruz ki: "Bu, Kur'an'ın nassıyla değil, hatta zahiri anlamıyla bile çelişmemektedir. Aksine bu hadis ayetle tam bir uyum içerisinde olup ayetin siyakının delaletinin de gereğidir. Ama ne İkrime ve başkalarının iddia ettikleri gibi hususen ve ne de hitabın mutlak olduğu sebebiyle (mecazen de olsa) Resulullah'ın eşlerinin de kasdedildiği hakkında bir delil yoktur. Bu sözümüz, aşağıdaki konular hakkında tefekkür edilecek olursa, daha iyi anlaşılacaktır.

 

Lügat Yazarları Ne Söylüyor?

 

 

Zübeydi şöyle yazıyor: "Mecaz anlamlardan biri de "erkeğin eh-li"nin zevcesine delalet etmesidir. Ama çocuklar bu kelimenin kapsamına girmektedir." (69)

 

İbn-i Menzur ise şöyle yazıyor: "Hz. Resulullah'a: "Ey Allah'ım! Muhammed'e ve Al-i Muhammed'e rahmet et." sözünde (salavat-ta) geçen Al-i Muhammed'in kimler olduğu sorulunca, orada olan­lardan birisi: "Al-i Muhammed Peygamber'in ehli ve kadınları­dır." cevabını verdi." İbn-i Menzur daha sonra şöyle diyor: "Güya bu şahıs, şu görüşü benimsemektedir ki, birisine "senin ehlin var mı?" diye sorulunca, örneğin "hayır" cevabını verir ve bundan zev­cesinin olmadığını kasdeder. Bu da konuşmada vuku bulabilen bir ihtimaldir, ama bu manaya delalet eden bir karine ve delil olmadığı zaman kendiliğinden anlaşılmaz. Örneğin birine, "tezevvecte?" (evlendin mi?) diye sorulduğu zaman o "ma teehheltu" (ehil sahibi olmamışım) diye cevap verdiği takdirde onun "ma te­ehheltu" kelimesinden henüz evlenmediğini kasdettiği anlaşılır. Veya bir kişi "Ben ehlimden cünüp oldum" derse, "ehil" kelime­sinden zevcesini kasdettiği düşünülür, zira cenabet ancak hanı­mından olabilir. Ama eğer bir delil olmaksızın "Benim ehlim fa­lan şehirdedir" "Ben ehlimi ziyaret ediyorum" ve "Ben ehlime karşı kerimim" derse, bundan sadece evlatları anlaşılır." (70)

Rağib-i İsfehani de "ehil" kelimesinden zevce anlamının kasde-dilmesinin hakiki manasından daha geniş bir mana ifade eden it-lak ve istimal (kullanmak) babından olduğuna işaret ederek şöyle diyor: "Erkeğin ehli, hanımını ifade etmek için de kullanılmıştır." (71)

Bazıları da şöyle diyor: "Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin Ehl-i Beyt'inden olup olmadığı konusunda iki görüş vardır. Her iki gö­rüş de Ahmed'den rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi, eşlerin Ehl-i Beyt'ten olmamalarıdır. Bu görüş, Zeyd b. Erkam'dan da ri­vayet edilmektedir." (72)

 

Daha sonra göreceğimiz üzere Zeyd b. Erkam zahiren hem lügat ve hem de örf bakımından Ehl-i Beytin kadınlara şamil oldu­
ğunu inkâr etmektedir.
                         

 

Resulullah (s.a.a) 'in zevcelerinin Ehl-i Beyt'ten olduğunu inkâr eden Zeyd b. Erkam'ın görüşü daha sonra gelecektir. Ehl-i Beyt'ten, bütün Haşim oğulları'nın kasdedildiğini savunan görü­şü ele alırken bunun birçok kaynaklarını da zikredeceğiz.

 

Bazıları, Tathir ayetinin Peygamber'in (s.a.a) zevcelerine hitap eden ayetlerin arasında yer almasını, bu ayetin yalnızca Peygam­ber'in (s.a.a) hanımlarına mahsus olduğu veya onları da içerdiği iddiası için bir gerekçe ve delil olarak göstermektedirler. Biz bu hususun eleştirisini sonraya bırakıyoruz. Şimdilik şunu söyle­mekle yetiniyoruz ki, bu ayetten yalnızca Kisa Ehli'nin kastedilmesi, ayetlerin siyak ve akışıyla asla çelişmemekte ve ayetler arasında herhangi bir kopukluk ve uyumsuzluk ortaya çıkma­maktadır. Burada hitap Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisine yöne­liktir, zevcelerine değil. Bizim bu görüşümüzü ispatlayan delille­rimiz şunlardan ibarettir:

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Ey Peygamber, hanımlarına söyle: Eğer dünya yaşantısını ve onun süsünü istiyorsanız gelin sizi (dünya malından) faydalandı­rayım ve sizi güzellikle salı vereyim. Ama eğer Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız (biliniz ki) Allah sizden güzel hareket edenlere büyük bir mükafat hazırlamıştır. Ey Peygamber'in hanımları, sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azap iki kat artırılır. Bu, Allah'a pek kolaydır. Fakat sizden kim Al­lah'a ve Resulü'ne itaate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükafatını iki kat veririz ve (cennette) onun için bol bir rızık hazırlamışızdır. Ey Peygamber'in hanımları, siz kadınlardan her­hangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'ın emrine karşı gelmekten) çekmiyorsanız, sözü, yumuşak bir tarzda (tatlı bir eda ile) söyle­meyin, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder; ve sö­zü güzel (kuşkudan uzak) bir biçimde söyleyin. Evlerinizde va­karla oturun, ilk cahiliye (kadınları)nın açılıp gösteriş yaptıkları gibi açılıp gösteriş yapmayın, namazı kılın, zekatı verin ve Allah ve Resulü'ne itaat edin. Muhakkak ki Allah her türlü pisliği siz Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırıp sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti anın. Şüphesiz Al­lah latiftir, haberdar olandır."

Daha sonra ayetlerin devamında şöyle buyuruyor: "Hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendi­sine nimet verdiğin kişiye: "Eşini yanında tut ve Allah'tan sakın" diyordun." (Ahzab/37)

Daha sonra ayetler, Peygamber'in (s.a.a) birtakım özelliklerin­den bahsetmeye devam ediyor. Görüldüğü gibi bu ayetlerden şu. noktalar açıkça anlaşılmaktadır:

1-Allah-u Teala Peygamber'e (s.a.a) hanımlarını Allah ve Resulü ile dünya hayatı ve zinetleri arasında muhayyer bırakmasını emrediyor.

2-Onlara, kadınlardan herhangi biri gibi olmadıklarını bildirmesini istiyor.

3-"Sözü yumuşak ve tatlı bir eda ile söylemeyin; sözü maruf (açık ve hiçbir kuşkuya yol açmayacak) bir tarzda söyleyin. Evle­rinizde vakarla oturun, ilk cahiliye kadınlarının açılıp gösteriş yaptıkları gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Resulü'ne itaat edin" emirlerini onlara iletmesini emrediyor.

4-Allah-u Teala, bu emirlerle vahyin indiği ve meleklerin gelip gittiği nübüvvet evinin kutsallığını korumak istediğini belirtiyor.

 

Elbette bu sonuç, "Ey Peygamber'in hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz..." ayetinin, bu ayetten önce zikredilen "Ey Peygamber, hanımlarına söyle..." ayetinin devamı olup Peygamber'in (s.a.a) söylemekle görevlendiği hususlara dahil edildiği takdirde elde edilir.

Ama eğer "Ey Peygamber'in hanımları..." ayetini "Ey Peygamber, hanımlarına söyle" ayetinin devamı bilmezsek, yani Allah Teala'nın Peygamber'in (s.a.a) hanımlarına yaptığı direkt bir hi­tap olarak kabul edersek bu sonuç elde edilmez. Fakat yine de ayetler arasındaki uyuma bir zarar gelmez. Zira bu, Arap edebi­yatında iltifat diye adlandırılan üçüncü şahıstan söz ederken, sö­zü birden hitap şekline dönüştürme sanatına girmektedir. Örne­ğin Fatiha suresinde yer alan "Ceza gününün sahibidir. Sana iba­det ediyor ve senden yardım diliyoruz" ayet-i kerimelerinde Allah-u Teala'dan söz etme keyfiyeti değişerek hitap şeklini almak­tadır. Bu ayetlerde de ilk önce hitap Peygamber'edir; Peygam­ber'in (s.a.a) zevcelerinden ise üçüncü şahıs olarak söz edilmiştir; sonra "iltifat" yoluyla zevcelere hitap edilmiş ve tekrar hitap Pey­gamber'in (s.a.a) kendisine yöneltilmiştir. Böylece birinci aşama­da Peygamber'in kendisine ve Ehl-i Beyt'ine bağımlı olan kimse­lerin (hanımlarının) ağır vazifeleri açıklanmış, daha sonra Pey­gamber'in (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin üstün ilahi makamları beyan edilmiştir. Neticede önceki ve sonraki ayetlerde yer alan hükümlerin nedeni de açıklanmıştır.

Takva sahibi alimlerin (Allah'ın rahmeti onlara olsun) konu hakkındaki sözlerinden anlaşılıyor ki, "Ancak Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidererek sizi tertemiz kılmayı irade eder." ayetinde zikredilen İlahi irade doğrudan doğruya onlardan pislikleri uzaklaştırmaya ve onları tertemiz kılmaya taalluk et­memiştir.

Çünkü burada iradenin, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in zevcelerine olan emir ve nehiylere yönelik olduğu daha zaruridir. Zira Allah-u Teala, "Ancak Allah Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği uzaklaştırmak için (bunları) irade etmiştir" buyurmaktadır. "Pis­liği uzaklaştırmayı irade etmiştir" diye buyurmamıştır. O halde "ancak" kelimesi Peygamber'in zevcelerine olan emir ve nehiyler-de amacın yalnızca Ehl-i Beyt'i korumak ve onları tertemiz kıl­mak olduğunu ifade etmektedir ve "li yuzhibe" kelimesinde kulla­nılan "Lam" harfine "Ta'lil Lamı" denir ve nedeni belirtir. Yani bu harfden sonra gelen cümle önceki cümlede ifade edilen şeyin se­bebini açıklar. Örneğin: "ci'tü li ükrimeke" (sana ikram etmek için geldim) denildiğinde "Lam" harfinin dahil olduğu ikram keli­mesi ondan önceki cümlenin, yani gelmenin nedenini açıklar.

Buna göre bazılarının iradenin doğrudan doğruya pisliği gider­meğe taalluk ettiğine dair sözleri, görüldüğü şekilde isabetli bir görüş değildir. Çünkü bu söz, sonunda "pisliği gidermek, pişiği gi­dermeyi irade etmenin nedenidir" anlamına geliyor. Bu ise makul bir anlam değildir. O halde Allah-u Teala'nın iradesinin taalluk ettiği şey pisliği gidermek değil, başka bir şeydir (Peygamber'in zevcelerine iletilen hükümlerdir). Bunu irade etmenin nedeni ise Ehl-i Beyt'i her türlü pislikten tertemiz kılmaktır. Başka bir ifadeyle Peygamber'in zevcelerine yöneltilen teklifler, yani Allah-u Teala'nın onlara bu emir ve nehiyleri etmesi, Ehl-i Beyt'ten pisli­ği gidermesi içindir.    

Diğer bir tabirle, Ehl-i Beyt'ten pisliği uzaklaştırmak, Hak Te­ala'nın Peygamber'in zevcelerine falan şeyi yapın, filan şeyden sakının şeklindeki emir ve nehiylerini teşri'en irade etmesine ne­dendir.

Kur'an-ı Kerim'de ve diğer yerlerde "Ta'lil Lamı"nın "En" edatı yerine kullanıldığı diğer benzeri yerleri incelediğimizde bu anlam daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Mesela: Hak Teala abdest ve teyemmüm ayetinin sonunda şöyle buyuruyor: "Allah size güçlük çıkarmak istemez, sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamam­lamak için (bunu) ister." (73)

Yani Allah-u Teala'nın abdeste karşılık size teyemmüm emrini vermesi sizi temizlemek içindir. O halde onlara bu emrin yöneltil­mesini teşri'en irade etmenin nedeni temizliktir.

Diğer bir yerde de Allah-u Teala birtakım şer'i hükümleri açık­ladıktan sonra şöyle buyurmuştur: "Allah, size açıklayarak anlat­mak, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek ve tövbelerinizi kabul etmek için (bunları) ister..." (74)

Yine diğer bir yerde Hak Teala şöyle buyuruyor: "Ancak insan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de fücurla sürdürmek için (bunu) is­ter." (75)

Diğer bir yerde de şöyle buyuruyor: "Şu halde onların mallan ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve onlar küfür içindeyken zor­lukla canlarının çıkması için (bunu) ister." (76)

Aynı konunun iki ayette anlatılıp birisinde "İrade" kökünden gelen fiilin " " (En) harfi, diğerinde ise " " (Lam) harfi ile kulla­nılması, konuya daha fazla açıklık getirmektedir.

Allah-u Teala, Yahudi ve Hıristiyanların Hz. Uzeyr ve Hz. İsa hakkındaki sözlerini Kur'an'da naklettikten sonra şöyle buyuru­yor: "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini Rabb edindi­ler ve Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koşmakta oldukları şeylerden yücedir. Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını iste­miyor." (77).

Başka bir ayette de şöyle buyuruyor:

"İslam'a çağrıldığı halde Allah'a karşı yalan düzüp uyduranlar­dan daha zalim kimdir? Allah, zalim olan bir kavmi hidayete er­dirmez. Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek için (bunu) istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile." (78)

Tevbe suresinin 31-32. ayetlerinde görüldüğü üzere kafirlerin istek ve iradeleri doğrudan doğruya Allah'ın nurunu söndürmeye yönelik olduğundan Allah-u Teala (En) harfini kullanarak "yuridune en yutfiu" buyurmuştur.

Ama Safî suresinin 7-8. ayetlerinde onların iradeleri, doğrudan doğruya Allah'ın nurunu söndürmeye değil, bu amaçla Allah'a if­tira etmeye yöneliktir. Bu yüzden de (Lam) harfi kullanılarak "yuridune li yutfiu" buyurulmuştur.

Rağib-i İsfahani de, zikredilen bu iki ayetteki farka işaret ede­rek şunları yazmıştır:

"Bu iki ayetteki fark şudur: Yuridune en yutfiu" ayetinde onla­rın iradesi doğrudan doğruya Allah'ın nurunu söndürmeye yönel­miştir; oysa "yuridune li yutfiu" ayetinde Allah'ın nurunu söndür­mek için başka bir şeyi irade etmişlerdir." (79)

Söz konusu olan Tathir ayetinde "mefhum-u muvafakat" (80) yoluyla anlatım mevcuttur ve bu kesin bir şekilde Ehl-i Beyt'in masum olduğuna delil olmaktadır.

Bunu bir örnekle aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:

Bir kimsenin diğer birinin halk nezdindeki itibarını yitirmeme-sine özen gösterdiğini düşünelim. Böyle bir şahsın, makamının korunması ve saygınlığının kökleşmesine önem verdiği kimsenin çocuğunun bile davranışlarını düzeltmeye çalışması, onun, baba­sına leke getirecek yanlış bir harekette bulunduğu gördüğünde ikazda bulunması gerçekte babasının itibar ve saygınlığının ko­runmasına olan özenini ifade eder ve çocuğa karşı özel bir ilgisini olduğunu göstermez. Şayet bu çocuk o adamın evladı olmasaydı, belki de onunla hiç ilgilenmez ve ona tavsiyede bulunmaya gerek duymazdı. Ayet-i kerimede de durum aynıdır. Allah-u Teala'nın, Peygamber'in (s.a.a) zevcelerine emir ve nehiyde bulunması, on­ların yaptıkları hataların daha sonra nübüvvet Ehl-i Beyt'ine yansıyacağından dolayıdır. O halde Hak Teala'nın nezdinde önem taşıyan şey; Ehl-i Beyt'in (a.s), yani Kisa Ashabı olan Resulullah (s.a.a), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'in ihtiramı­nın korunmasıdır. Bunlara en küçük bir lekenin gelmesi istenmi­yor. Bu ilahi iradenin anlatılması için Allah-u Teala Ehl-i Beyt'ten olmayan ama onlarla bir nevi irtibatları olan Peygamber'in zevcelerine kötülüklerden sakınmalarını emrederek başka­larının davranışları yüzünden bile olsa Ehl-i Beyt'e bir leke gel­mesini istemiyor. Böylece önceden açıkladığımız mefhum-u mu­vafakat (kesin evleviyet, öncelik) gereği, sorumluluğu başkaları­na ait bir lekenin bile Ehl-i Beyt'e gelmesine razı olmayan Allah-u Teala'nın Ehl-i Beyt'e ait olabilecek her türlü leke ve pisliği gi­dermeyi irade edişi iyice anlaşılır.

Başka bir ifadeyle Allah-u Teala onlara herhangi bir leke gel­mesini, Peygamberin (s.a.a) zevcelerine iki kat azap ve iki kat sevap vaad etmek yoluyla önlemeye gittiğine göre bu, Ehl-i Beyt'e is­ter arızi ve ikinci derecede olsun, ister doğrudan doğruya olsun hiçbir leke ve eksikliğin gelmemesine dair olan ilahi karan gös­termektedir.

Önemin zevcelere değil de nübüvvet Ehl-i Beyt'ine verildiğine ve zevcelerin normal insanlar gibi olduklarına işaret eden ayrı bir nokta da söz konusu ayetlerden önceki ayetlerde bahsedilen ko­nulardır. Allah-u Teala Peygamberine, onları dünya hayatı ve ziynetleriyle Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yaşantısını seçmek ara­sında muhayer kılmasını, dünyayı seçtikleri takdirde onlara bir miktar dünya metası vererek onlardan ayrılmasını, Allah'ı, Resu­lü'nü ve ahiret gününü seçtikleri takdirde de onlardan hayır amel sahibi olanlarına büyük mükafatlar hazırladığını bildirmesini emrediyor. Bu muhayyer bırakılmaları, Tathir ayetinde zevcelere özel bir önem verilmediğini gösterir. Yine bu ayetler şunu gösteri­yor ki, Allah ve Resulü'nü seçenler muhsine (hayır amel sahibi olan) ve gayr-i muhsine (hayır amel sahibi olmayan) olarak iki gruba ayrılıyorlar.

Üstelik bu surenin kendisi, Hz. Resulullah'ın onlardan hangisi­ni isterse kendisinden uzaklaştırmada serbest olduğunu açıkla­maktadır.

Bütün bunlar, özel ilahi mevkinin yalnızca Hz. Resulullah'a ve Ehl-i Beyt'ine verilmiş olduğunu ve zevcelere yapılan emir ve ne-hiylerin onlarda bulunan üstünlüklerden kaynaklanmadığını, ayetlerin onları normal insanlar olarak değerlendirdiğini göstermektedir.

Başka bir ifadeyle, Hz. Peygamber'e (s.a.a) bir peygamber ve resul olarak verilen önem ve özellik, risaletin korunması içindir. Bu yüzden de Hak Teala, Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerine, Pey­gamberin zevceleri olmaları itibarıyla özellik tanınmış ve itaat ettikleri takdirde iki kat sevaba, günah işledikleri takdirde ise iki kat azaba erişeceklerim ve aynı hanımların, Peygamberin (s.a.a) hanımları olmaktan çıktıkları takdirde, diğer Müslüman kadınlardan birisi gibi olacaklarını beyan etmiştir.

Diğer ayet-i kerimelerde, Peygamberin hanımlarından bazıla­rım Resulullah'a (s.a.a) itaatsizlik ettiklerinden dolayı kınandık­ları ve tehdit edildiklerini de nazara alırsak bu husus iyice açık­lık kazanır. Örneğin, Talak ve Tahrim surelerinde bu tür kına­malar mevcuttur.

Halbuki Kur'an-ı Kerim ve Peygamber'in sünnetinde, Ehl-i Beyt'i yeren hiçbir ayet ve hadis mevcut değildir. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de ve Peygamber-i Ekrem'in diliyle defalarca onları her türlü pislik ve günahtan tertemiz kıldığını açıkça beyan etmiştir. Hz. Resulullah (s.a.a) onları, Kur'an'dan sonra en büyük emanet, kurtuluş gemisi, sağlam kulp gibi isimlerle anmıştır.

Şimdiye kadarki açıklamalarımızdan şu gerçeğe varıyoruz ki, bu ayette birinci derecede görülen irade, Hz. Peygamber'in (s.a.a) zevcelerine yönelik plan emir ve nehiyleri açıklayan teşrii irade­dir. Fakat bu irade, bundan önceki derecede yer alan ve Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği giderip, onları masumiyet derecesinde tertemiz kılmaya taalluk eden diğer bir iradeden kaynaklanmış­tır. (Böyle bir iradenin de var olduğu, önceden işaret ettiğimiz meftum-u muvafakat (kesin öncelik) yöntemiyle açıklanmıştı.) Hiç şüphesiz bu irade ötekinden daha şiddetli, daha güçlü ve da­ha derindir.

Daha açık bir tabirle, bu âyeti kerime, Hak Tealanın Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği, hatta arızi pislikleri bile uzaklaştırarak tertemiz kılmak istediğini ve bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Eğer Hak Teala.onlarda kamil bir temizlik görmeseydi, onları böylece övmez ve bu yüce makamı onlara tahsis etmezdi. Allah-u Teala'nın onları övmesi, diğerlerinin değil de yalnızca onların, her türlü pislikten uzak ve masum olduklarını bildiren ilahi bir delildir. (81) Buna Tathir ayetini şahid göstererek Hz. Resulullah'ı (s.a.a) kendisi de bizzat tasrih etmiştir: "Ben ve Ehl-i Beyt'im, günahlardan arınmışız." (82)

Allah-u Teala'nın Ehl-i Beyt'ten bütün pislikleri uzaklaştıra­rak onları tertemiz kıldığına dair, on iki Ehl-i Beyt imamından gelen çok sayıda hadis vardır. Bu konuda on iki imamdan gelen dualara, ihticaclara, münazaralara ve diğer sözlerine müracaat edilebilir. (83) Örneğin Hz. İmam Ali ibn-i Hüseyin Zeyn-ül Abidin (a.s) Arife duasında şöyle diyor: "Onları (Ehl-i Beyt İmamla­rım) pislik ve lekelerden kendi iradenle temiz kıldın ve onları bi­rer vesile yaptın." (84)

Bütün bunlardan başka bizzat Tathir ayeti dahi Kisa Eh-li'nden başkalarıyla uyum sağlamaz. Zira bu ayet, Ehl-i Beyt'in (a.s) bütün günahlardan masum olduğunu bildirmektedir.

Oysa Hz. Peygamber'in (s.a.a) zevceleriyle ilgili bölümler, onla­rın günah işlemelerinin mümkün olduğunu bildirmektedir.

Bunun açıklaması: Zeccac ye diğerlerine göre "İnnema" kelime­si Arap dilinde "leyse" kelimesinin nefyettiği şeyin isbatını ifade eder. Örneğin "İnneme-s sadakatu li-1 fukara" ayetinde "İnnema" kelimesi bu görevi yapmaktadır. Tathir ayetinde ise pislik anla­mını veren "errics" kelimesi, herhangi bir kaydı olmadığı ve "elif ve lam "la kullanıldığı için, manevi pislik denen her şeyi-içerir ve bütün bunların Ehl-i Beyt'ten uzak olduğunu bildirir. Neticede ise bu, onların masum olduklarını isbat eder.

Bir de Allah-u Teala, her türlü pisliğin yalnızca Ehl-i Beyt'ten giderildiğini ifade eden "İnnema" kelimesini zikretmenin yanı sı­ra tekrar ayetin devamında, onları tertemiz kılmayı irade ettiğini açıklamış ve bunu, ta'zim veya tenkir tenvini taşıyan "tathiren" kelimesiyle daha da bir güçlendirmiştir. Bütün bunlar, bu husus­taki her türlü yanlış ihtimallerin önüne geçebilmek içindir. Semhudi'nin deyişi ile bütün bunlar, Hak Teala'nın yalnızca onları te­mizlemeyi irade ettiğini ifade etmek içindir. Daha sonra da onla­rın temizliğinin tam manasıyla en yüce bir şekilde gerçekleştiğini ifade eden kelimelerle bunu tekid etmiştir. (85)

Bu dediklerimizden anlaşılıyor ki, Tathir ayetinde geçen irade­nin, sadece pisliğin giderilmesine olan teşrii bir iradeden ibaret olduğuna dair ortaya atılan görüş, doğru bir görüş değildir. Çün­kü Allah-u Tealâ bütün halkın ilahi teklif ve hükümlerle amel et­melerini istiyor. Bu, Peygamber'in zevcelerine veya Ehl-i Beyt'e (a.s) mahsus olan bir şey değildir. Bu takdirde ise artık ayet-i ke­rimede geçen bu tahsis, tekid, teşrif ve tekrim ifadelerine yer kal­maz ve onların bütün halktan üstün olduklarını bildirmek -neuzu billah- yersiz olurdu.

İşte bunun içindir ki, bazı alimler Tathir ayetinde geçen irade­nin, muraddan ayrılması muhal (imkansız) olan tekvini irade ol­duğunu, bu yüzden de onların manevi pisliğe bulaşmalarının ve temizliğin onlardan ayrılmasının muhal olduğunu söylemişlerdir. (86) Hatta bazıları bu ayet-i kerimeden, Ehl-i Beyt'in nisyan ve hata gibi şeylerden bile masum olduklarını istifade etmişlerdir. İleride bunun açıklaması gelecektir.

Bu yaptığımız açıklamalardan sonra burada cevap vermemiz gereken bir soru var: Tathir ayetinde geçen, Peygamber'in hanımlarıyla ilgili hükümler hususundaki irade, teşrii bir iradedir. Fa­kat bu irade, Ehl-i Beyt'in (a.s) tertemiz edilmelerine yönelik olan, başka bir tabirle, Ehl-i Beyt'in bilfiil bütün günahlardan masum olduklarını ifade eden diğer bir iradeden kaynaklanmış­tır. O halde acaba bu masumiyet, ihtiyar dahilinde olan bir şey midir? Yoksa zorunlu bir şekilde onlarda yaratılan, onları tekvinen hayır işleri yapmaya mecbur eden ve kötü fiillere yönelmele­rine engel olan bir irade mi?

Cevap: Şüphe yok ki, insanlara ve var olan her şeye varlığı ve­ren Allah-u Teala'dır. Şu halde eğer Hak Teala devamlı olarak in­sanların kendilerine ve fiillerine varlık ifaze etmezse, bunlar ken­diliklerinden var olamazlar. Ama herhangi bir fiili seçip yapmak için hareket eden, kulların kendileridir. Allah-u Teala da, insan­lara ve fiillerine vücud ifaze etmeyi esirgememektedir. O halde Tathir ayeti şunu ifade etmektedir ki, Allah-u Teala, "hidayete uyanların hidayetlerini artırıp takvalarını verdiği", "cihad edenle­re yollarını gösterdiği ve ihsan edenlerle beraber olduğu" ilkeleri gereği, masum imamlara bağışladığı zati istidatlar, nefsi melek­ler ve ilahi tevfiklerden dolayı O'nun teşri ettiği ye rızası olduğu şeylerden gayrisini seçmeyeceklerini de biliyordu. Buna göre Ehl-i Beyt (a.s) hususunda, tekvini iradesiyle rızasına uygun ve sevdi­ği amellerden gayrisine 'varlık vermeyeceğini biliyordu. Sonuç olarak da Allah-u Teala'nın tekvini iradesiyle Ehl-i Beyt'ten pis­likleri giderip, onları tertemiz kılmayı irade ettiğini bize haber vermesi yerinde ve hak olan bir haberdir.

Peygamberlerde de durum aynıdır. Zira onlar da masumdur­lar. Yani Allah-u Teala tekvini iradesiyle, peygamberlerin seçtik­lerini irade eder. Ancak onlar hayır, salah, kurtuluş ve saadetin bulunduğu şeylerden başkasını seçip benimsemezler.

Kısacası, eğer bir şahıs yakin, ihlas ve ruhi temizlik yönünden Allah'ın razı olduğu o yüce mertebede yer alır, cahiliye pislikle­rinden hiçbiri ona bulaşmaz, sevilip övülen sıfatlar ve üstün özel­likler irsi olarak geçmişlerinden kendisine intikal eder, bir önceki masumun denetimi altında en güzel şekilde terbiye edilir ve mümkün olan en yüce insani ahlak ve özellikleri kazanır, güçlü bir zekaya sahip olup ilahi marifet, şeriat ve ahkamın bilincinde olur, diğer taraftan da kötü bir fiil işlemek düşüncesini bırakır ve kötü işlerden nefret edip nefsine hakim olacak kadar güçlü irade­ye sahip olursa, böyle bir şahsın, şartlar ne olursa olsun, iğrenç ve kötü bir harekete teşebbüs etmesi mümkün değildir. Her za­man bir kimsenin bir şeye gücünün yetmesi, onu bilfiil yapmasına sebep olmaz. Nitekim Allah-u Teala bütün güçlere sahip oldu­ğu halde kimseye zulmetmez. "Senin Rabbin kimseye zulmet­mez." (87)

Akli dengesi yerinde olan bir şahsın zehir içmeye teşebbüs etmemesi, bir annenin kendi çocuğunu kesmemesi, insanın kendi fıtratına ve şahsiyetine aykırı gördüğü birçok fiilleri yapmaması, bu hususa bir örnektir.

Biz, masumiyetin ihtiyari oluşu konusu hakkında "Es-Sahih Fi Siret-in Nebi" adlı kitabımızın üçüncü cildinin sonlarında yeterli derecede bahsetmişiz. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek iste-enler, o kitaba müracaat edebilirler.

Bu açıklamalarımızdan, ulemamızın Tathir ayetinde olan ira­denin teşrii değil, tekvini irade olduğuna dair olan sözlerinden neyi kastettikleri belli oldu. Bilindi ki, onların maksatları, İmam­lar da bunun zorunlu olarak yaratılmış olduğu ve tekvini olarak onların günahlara muhalefet edip emirlere itaat etmekte herhan­gi bir güç ve iradeye sahip olmadıkları değildir.

Biz, takva sahibi alimlerimizin masumiyetle ilgili olarak orta­ya atılan cebr eleştirisine verdikleri cevabın doğru olduğunu ka­bul ediyoruz. Fakat bu ayeti kerimenin cebr ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisinin olmadığını, bu yüzden mezkur eleştiri ve cevabın bu ayet hususunda temelden söz konusu olamayacağını vurgula­mak istiyoruz. Aslında ayetteki iradenin insanın ameliyle bir iliş­kisinin olmadığının ortaya çıkması için onda, açıklanması gere­ken ayrı bir yönün bulunduğuna inanıyoruz. Şöyle ki:

Ayet-i kerimede geçen "li yuzhibe" ve "yutehhire- kum" kelime­lerinde Ehl-i Beyt'ten (a.s) her türlü manevi pisliği gidermenin ve onları tertemiz kılmanın Allah'a isnad edilmesinden ve "yuridu en yuzhibe" tabiri yerine "yuridu li yuzhibe enkum-ur ricse" tabiri kullanılmasından şunu elde ediyoruz ki, Allah-u Teala'nın iradesi bizzat ve birinci derecede manevi pisliği gidermeye taalluk etmiş­tir; Ehl-i Beyt'in iradelerini etkisiz bırakarak, onları temiz kılma^ ya ve onların pisliğe doğru hareket etmelerini önlemeye değil. Başka bir ifadeyle, bu ayete göre ilahi iradenin birinci derecedeki etki alanı, Ehl-i Beyt'in kendileri veya iradeleri değil, manevi pis­likleri uzaklaştırmak ve böylece Ehl-i Beyt'i (a.s) temiz kılmaktır. Yani Allah-u Teala her türlü pisliği Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırmayı irade etmiştir. Zira Allah-u Teala katında, hem pisliğin Ehl-i Beyt'te olması ve hem de onların pisliğe yaklaşmaları mebğuz-dur. Aynen "Çirkinliklerin (fuhuşun) açığına da, gizli olanına da yaklaşmayın." (88) ve "Zinaya yaklaşmayın, şüphe yok ki o, çirkin bir hayasızlık ve kötü bir yoldur." (89) ayetlerinde ve buna benzer birçok âyetlerde olduğu gibi.

Hiç şüphesiz bu uzaklaştırma, o mebğuz işe karşı korunma de­recesini artırır, ona bulaşma ihtimalini de büyük bir ölçüde azal­tır. Oysa ki pisliklerin kenarında olup, pislik ortamında yaşayan bir insan için böyle bir durum söz konusu değildir.

Buna göre Allah-u Teala, gerçekte Ehl-i Beyt'ten olmayan Hz. Peygamberin zevceleri aracılığıyla bilaraz ve ilineksel olarak ge­lebilecek' eksiklikler dahil olmak üzere her türlü pislik ve eksikli­ği Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırmayı irade etmiş, bununla birlikte on­ların kendisine olan marifetlerini arttırmak, hayır amel meleke­lerini güçlendirmek ve onlara kötü işleri ve etkilerini bildirmek yoluyla onlardaki korunmuşluğu artırmıştır.

Bütün bunlar, onların pisliklerden uzak kalmasını gerektir­mektedir. Bu yüzden onlar pisliği (günah vs.) seçmez ve onu yap­mayı da düşünmezler. Hatta ondan nefret eder ve iğrenirler. An­cak bu, 'onların hür bir iradeye sahip olmalarına engel teşkil etmez.

Bu ayeti kerimede, "İnnema yuridullah..." cümlesiyle açıklanan ve Hz. Peygamber'in zevcelerine yönelik olan emir ve nehiylerdeki teşrii iradenin varlığı söz konusudur. Bu irade ise Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidererek, onları tertemiz kılmaya yöne­lik olan tekvini bir iradeden kaynaklanmaktadır. Bu ikinci konu­yu "yuzhibe arikum" ve "yutahhirekum" kelimelerinden anlıyo­ruz. Zira bu iki yüklemin de öznesi, önceki yüklemde, yani "İnne-ma yuridullah" da zikredilen Lafz-ı Celaleye (Allah'a) ait olan zamirlerdir.       

Bu tekvini iradede, pisliğin onlardan uzaklaştırılmasına ve onları temizlemeye taalluk etmiştir, Ehl-i Beyt'in yaptığı işlere değil. Zi­ra Allah-u Teala onlara, "şunu yapıp bundan kaçınmanıza karar vermişim" buyurmamıştır. Böylece de onların iradelerini özgür­lüklerini ellerinden alan tekvini bir irade söz konusu değildir. Burada söz konusu olan irade onların iradesine dokunulmaksızın, kötülüklerin onlardan uzaklaştırılmasına taalluk etmiştir.

Burada değinmek istediğimiz en son nokta şudur: Allah-u Tea­la, Hz. Peygamber'in (s.a.a) zevcelerinin temizliğinden bahseder­ken onların temizliğini kendi irade ve isteklerine bağlayarak: "Eğer dünya hayatını ve ziynetini istiyorsanız..." diye buyurmuş­tur. Ama Ehl-i Beyt'in temizliğinden bahsederken, onların temiz­liğini kendi iradesine bağlamıştır. Bu da Peygamber'in hanımla­rının Ehl-i Beyt'ten (a.s) olmadığını göstermektedir.

Geçen açıklamalarımızdan Tathir ayetindeki hitabın Ehl-i Beyt'e (a.s) yönelik olmasının, Kur'an ayetlerinin akışıyla (siyak ve sibakıyla) herhangi bir çelişkisinin olmadığı, aksine onunla tam bir uyum içerisinde bulunduğu, herhangi bir şüpheye yer kalmayacak şekilde açıklığa kavuştu. Bu konunun daha da açıklığa kavuşması için geçen .açıklamamıza şunları da ekliyoruz:

        a) Herhangi bir sözün akışının (siyak ve sibakının) delil olabilmesi için konuşanın sözünün başlangıcından sonuna kadar tek bir konuyu açıklamak istediği bilinmelidir. Çünkü ancak bu takdirde bir sözü öteki sözünün açıklayıcısı olabilir. Bu durumda o sözlerin akışına ters düşen bir anlam çıkarılmak istenirse belagat ve fesahat açısından bunun bir eksiklik olduğu söylenir.

b)Eğer konuşan tek bir konuyu beyan etmek istemez ve açık­lanan konular şeriat ve benzeri genel bir maksad dahiline girerse bu genel maksad o çeşitli konulara değinmek için bir gerekçe teş­kil eder; ve böylece muhtelif konuların tek bir mihver etrafında toplanması sağlanır. Bu takdirde değişik konulara değinmek, so­run akışıyla çelişmeyip, fesahat ve belagat açısından da bir eksik­lik söz konusu olmaz. Fakat bu arada o içerik ve genel amaç çerçe­vesine girmeyen bir konu açıklanmak istense açıktır ki bu, fesa­hat ve belagata bir eksiklik sayılır.

c)  Sözün akışı konunun ve hükmün de tek bir şey olmasını ge­rektirmez. Zira bazen söz konusu edilen konular asıl konuyla ma­hiyet açısından farklı olmamasına rağmen onunla uzaktan bir ilişkisi olan konulara da değinmeyi gerektirir.

Hz. İmam Sadık (a.s): "Ey Cabir, Kur'ân'ın batını vardır; batı­nın da bir zahiri vardır. Kur'ân'dan insanların aklına daha uzak bir şey yoktur. Ayetin evveli bir şey, ortası ayrı bir şey ve sonu ise başka bir şey hakkında nazil olur. Kur'ân çeşitli yönlere yorumla­nabilecek bir sözdür." (90) diye buyurmuştur. İlginç nokta şudur ki, İmam Sadık (a.s) bu konuya, bahis konusu olan Tathir ayeti­nin kendisi örnek olarak zikretmiştir.

Zira İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) nakledilen bir hadiste Hz. İmam (a.s): "Kur'ân'ın tefsirinden insanların aklına daha uzak bir şey yoktur, zira âyetin başı bir şey hakkında, ortası bir şey hakkında ve sonu da bir başka şey hakkında nazil olur" de­dikten sonra, "Ancak Allah, siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gi­derip tertemiz kılmak istiyor." ayetini tilavet ederek; Bu ayetten cahiliye pisliklerinden temizleme kasdedilmiştir." buyurmuştur. (91)

Fakat bu sözün anlamı şu değildir ki, bu muhtelif konulan bir araya toplayan genel bir konu mevcut olmasın.

Bu açıklamalarımız, Tathir ayetinin baş bölümünde beyan edi­len kısımdan olduğunu göstermektedir. Zira ayetler Hz. Resulullah (s.a.a) hitaben nazil olmuş ve nübüvvet ailesini korumak için zevcelerine bazı emir ve nehiyler iletmesini istemiştir. Elbet­te sonraki bölümde açıklanan ikinci kısma da Tathir ayetini tatbik etmek mümkündür. Şöyle ki, genel bir maksat olan Ehl-i Beyt'in şanını korumak, Resulullah'ın zevcelerine yönelik birta­kım emir ve nehiylerin açıklanmasını gerektirmiş olduğu nazara alınabilir.

Dolayısıyla eğer birisi, Kur'ân-ı Kerim'in beyan üslubunun ba­zı yerlerde ikinci bölümde açıkladığımız türden bir üslup olduğu­nu iddia ederse, çok uzak bir fikir ortaya atmış değildir. Gerçi Tathir ayetinin tefsiri hakkında önce yaptığımız açıklamalar ge­reğinde Tathir ayetinde böyle bir üslubun uygulanmış olduğu gö­rüşünü biz onaylamıyoruz.

Biz Tathir ayetinde hitabın Resulullah'a (s.a.a) ve yüce nübüv­vet ve risalet evine yönelik olmayıp ilk baştan hanımlara yönelik olduğunu kabullensek bile bundan, ayetin Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarına özgü olduğu ve hatta onları da içerdiği sonu­cuna varılamaz. Zira ayet-i kerimenin yalnızca Kisa asabına (Ehl-i Beyt'e) mahsus olduğu ispatlayan iki ayrı yöntem daha vardır ki, o yöntemleri nazara alırsak artık ne Kur'ân ayetlerin-deki akış bozulur ve ne de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin bu ayetin dışında kaldıklarına dair ısrarlarını tekzib etmiş olu­ruz. O iki yol şunlardan ibarettir:

l-Teveccüh ve İltifat yöntemi

Söz arasında kendisinden söz edilen üçüncü şahsa hitap etmek yöntemi halkın konuşmalarında istifade ettikleri üsluplardan bi­ridir. Bu yöntem edebi açıdan söze daha fazla bir güzellik ve par­laklık kazandırır. Ayrıca bu yöntem dinleyiciyi söze daha çok bağ­lar ve onun ilgisini fazlalaştırarak iyice dinlemesini ve yeni söze tam bir ilgiyle dikkat etmesini sağlar.

Daha önce açıkladığımız gibi, Kur'ân-ı Kerim birçok yerlerde ve hatta Fatihat-ül Kitab'da (Hamd suresinde) bile bu yöntemi kullanmıştır.

Tathir ayetinin arasında Ehl-i Beyt'e teveccüh edip hitap etme­nin hikmeti.  İse, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerine terbiye tavsi­yesinde bulunmanın Ehl-i Beyt'ten bütün pislik ve kötülüklerin giderilmesinin bir gereği olduğuna işaret etmek ve böylece Ehl-i Beyt'in keramet ve azamet sahibi olduklarını belirterek onlara zevceler tarafından herhangi bir leke gelmemesi gerektiğine tekid etmektedir. (92)

2. Cümle-i Mu'terize yöntemi

Eğer geçmiş ve sonraki ayetleri tek tek nazara alırsak "Ancak Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği giderip tertemiz kılmak istiyor." cümlesinin önceki ve sonraki ayetlerde açıklanan hü­kümlerin neden ve amacına işaret eden bir mu'terize cümle olduğunu da söyleyebiliriz,

Bu mu'terize cümle, mâkul ve makbul olduğu gibi, hatta bu önemli konuya, yani ilahi iradenin Ehl-i Beyt'i temiz kılmaya taalluk ettiğine ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hakiki Ehl-i Beyt'i ile ismet ve taharet bakımından Ehl-i Beyt haddinde oldukları sanılan

zevceleri arasında olan büyük farka işaret etmenin hikmet ve nüktesi için zorunludur bile. Ayrıca, mu'terize cümlelere Kur'ân-ı Kerim'de çok rastlanmaktadır. Örneğin; "Onun (Yusuf un) gömle­ğinin arkadan çekilip-yırtıldığını görünce (kocası): "Doğrusu bu sizin hilenizdendir, gerçekten de hileniz pek büyüktür." dedikten sonra "Ey Yusuf, bundan vazgeç." diyor ve şöyle devam ediyor: "Ve sen (ey kadın) günahlarından tevbe et." (93) Diğer bir ayette de "Gerçekten o pek büyük -eğer bilseniz- bir anttır." (94) diye bu­yurmuştur. Görüldüğü üzere "eğer bilseniz" cümlesi bir başka cümlenin içerisinde yer almıştır.

Yine; "Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki: Ey oğ­lum, Allah'a şirk koşma; şüphesiz şirk pek büyük bir zulümdür." dedikten sonra arada, "Ve biz insana annesi ve babasını tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır." cümlelerine yer vererek şöyle devam ediyor: "Ey oğlum, eğer yap­tığın iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa da (bu), bir kaya parça­sında ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde bulunsa bile, Al­lah onu ortaya çıkarır. Hiç şüphesiz Allah latifdir (her şeyden ha­berdardır)." (95)

Kısacası bunlara benzer örnekler Kur'ân'da az değildir.

Eğer Kur'ân ayetlerindeki söz akışı gereği hitabın Hz. Resulul­lah'ın (s.a.a) hanımlarına yönelik olduğunu kabul etsek bile, hila­fına olan birçok karineler gereği bu tür söz akışından anlaşılan anlamdan vazgeçmekte hiç bir mahzur yoktur.

Geçen açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi bizzat ayetin kendi­sinde bulunan birçok karinelerin yanı sıra mütevatir, sahih ve sa­rih olan rivayetler Ehl-i Bey i'in, Hz. Resulullah'ın (s,a.a) zevceleri olmayıp yalnızca Kisa ehli olduğunu belirtmektedir. Bunun fesa­hat ve belagat üslubuyla hiç bir çelişkisi yoktur. Üstün fesahat ve belagat sahibi olan kimselerin bir makamda yaptıkları konuşmalarında kapsamlı ve genel bir yön söz konusu olduğu takdirde bir söz akışı ile çeşitli konulara değinmelerine defalarca şahit olmu­şuz ve bu normal bir şeydir.

Söz akışından anlaşılan anlamdan çıkmak için birtakım diğer karineler de vardır ve onlar şunlardan ibarettir:

l- Zamir Değişikliği

Tathir ayetinden önce ve sonra yer alan "Karne, buyutikunnela teberrecne, ekımne, atiyne, eti'ne, ve'zkurne" kelimelerinde ol­duğu gibi zamirlerin müennes (kadınlar için) olarak kullanıldığı halde Ehl-i Beyt'ten söz edilince "ankum ve yutahhirekum" keli­melerinde olduğu gibi zamirlerin müzzekker zamirlerine dönüş­mesi, söz akışından anlaşılan anlamdan çıkıldığına bir delildir. (96)

Bazıları bunu Tathir ayetinden Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ha­nımlarının kastedilmediğine bir delil kabul ederken bazıları da bunun, İkrime ve benzerlerinin aksine, Tathir ayetinin Hz. Resu­lullah'ın (s.a.a) hanımlarına mahsus olmadığına delalet ettiğini söylemişlerdir. (97)

Ayetin kadınlara da şamil olduğunu veya yalnızca onlara özgü olduğunu iddia edenler, bu itirazdan aşağıda açıklanan birkaç şe­kilde cevap vermeye çalışmışlardır:

l- Tağlib Yöntemi

Zamirlerin müzekker zamirlere dönüşmesi, Ehl-i Beyt içinde erkeklerin de bulunduğu ve Arapçada zamir kullanımında erkek­lerin öncelik taşıdığından dolayıdır. Buna ıstılahta "tağiib ve ga­lebe" denir. Ama buna rağmen kadınlar da kasdedilmiştir. (98)

Böyle bir yorumun yeterli ve kamil bir te'vil olmadığı açıktır. Zira bu görüş birkaç yönden doğru değildir.

a)      Galebe yöntemi, ancak konuşanın nazarında tarafların içeri­sinde hiç birisinin bir özellik taşımadığı, aksine hükmün onların hepsini kapsamına aldığı ve bunun hilafına bir karine olmadığı ispatlandığı takdirde söz konusu olabilir.

Oysa bahis mevzümuzda hükmün genel olduğunun ispatlanmamış olması bir yana, hatta birçok karine ve şahid bu iki grup arasında fark gözetlendiğini göstermektedir.

Önce zikrettiğimiz Ehl-i Beyt kelimesinden yalnızca Kisa As­habı kasdedildiğine delalet eden birçok sahih ve sarih hadis bu sözümüzü ispatlamak için yeterlidir. Söz konusu hadislerin çoğu-sunda Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının Ehl-i Beyt'ten olma­dıkları açıkça belirtilmiştir. (99)

b) Allame Meclisi de şöyle demiştir: "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarına yönelik olan hitaplar tenkit, kınama ve tehdit içerik­lidir. Bunun aksine Ehl-i Beyt'e yönelik olan hitap taltif ve tekrimlerle süslenmiştir. Dolayısıyla dikkat edildiğinde Ehl-i Beyt'e yönelik olan hitaptaki söz akışıyla ondan önce ve sonra olan hi­taplarda bulunan söz akışı arasında tam bir ayrılık mevcut oldu­ğu açıkça görülmektedir." (100) O halde Tathir ayetinden Hz. Re­sulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin de kastedilmiş olması mümkün de­ğildir.

c) Ehl-i Beyt kelimesinde geçen "beyt" kelimesinden maksadın,
içerisinde yaşanan normal ev değil, risalet ve nübüvvet evi olduğu önceki açıklamalarımızdan anlaşılmıştır. Bundan vazgeçip
"beyt" kelimesinden oturulan evin kasdedildiğini kabullensek bile
Kisa hadisinden anlaşıldığı üzere ondan maksad yalnızca Hz. Re­sulullah'ın (s.a.a) Kisa Ehli'ni topladığı evdir, diğer evler değildir. Zira ayet-i kerime onların hakkında inmiştir; dolayısıyla "el- Beyt" kelimesinde geçen Elif ve Lam harfleri söz konusu belirli bir evi ifade etmektedir. Bundan Allah Teala'nın Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarına hitap ederken çoğul olan "büyüt" kelimesini, yine çoğul müennes zamirine izafet ederek "buyutikunne" derken Ehl-i Beyt'e gelince "beyt" kelimesini tekil olarak kullanıp "Ehl-i Beyt" demesinin sırrı da anlaşılıyor.

d) Önceki açıklamalarımızdan, Ehl-i Beyt kelimesinin yalnızca
Kisa Ehli'nin kasdedildiği halde söz akışına da tam manasıyla ri­vayet edildiği anlaşılmıştır. Dolayısıyla artık erkeklere öncelik
vermek vb. iddialara bir gerek yoktur.

Erkeklere öncelik tanınarak müzekker zamiri kullanılması hakkındaki red veya kabule dair geçen bahsimiz Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin de Kisa Ehli ile birlikte kastedildikleri-ne ilişkindir. Yoksa Kisa Ehli'nin kendisi içerisinde erkekler göz önünde bulundurularak müzekker zamirinin kullanılmış oldu­ğunda bir şüphe söz konusu değildir. Zira mütevatir rivayetlerde açıklandığı üzere Hz. Fatıma-ı Zehra (a.s) da Kisa Ehli'ndendir ve o da kasdedilmiştir.

2- Beyt Kelimesinin Genel Oluşu

Ehl-i Beyt'in Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarına da şamil olduğu görüşünü savunmak için zikredilen ayrı bir iddia da ayette geçen "beyt" kelimesinin genel bir anlam taşıması ve onların hepsini içermesi iddiasıdır. (101)

Buna cevap olarak da deriz ki:

1- Önceki delilin cevabında açıkladığımız delillerin bazısı ay­
nen burada da geçerlidir.

2- İlim ehli olanların görüşü gereğince "beyt" kelimesinin genel
bir anlam taşıdığı iddiası doğru değildir.

3- Kesin karineler, Tathir ayetinden Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
hanımlarının kastedilmediğine delalet etmektedir.

4-Bu yorum faydasız bir çabadır. Zira ayetin kendisinden
"beyt" kelimesinden maksadın yerleşme evi değil de nübüvvet ve
risalet evi olduğu anlaşılmaktadır. Allah-u Teala'nın aynı ayet
içinde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının evinden bahseder­ken "beyt" kelimesinin çoğulu olan "büyüt" kelimesini kullanarak

"evlerinizde oturun" (102) "evlerinizde okunan..." (103) buyurması buna işaret etmektedir,

Buna karşılık, Tathir ayetinde "beyt" kelimesi "el-beyt" müfred ve ahdi belirten Elif ve Lam harfleri ile kullanılmıştır. Dolayısıy­la eğer ondan da maksad Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının oturdukları evleri olsaydı ondan önce ve sonraki "beyt" kelimesin­de olduğu gibi onun da çoğul olarak kullanılması daha uygun olurdu. O halde Tathir ayetinde geçen "beyt" kelimesinden mak­sad, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Kisa Ehli'ni topladığı özel bir beyit­tir. Sonuç olarak "beyt" kelimesinde kullanılan Elif ve Lam, be­lirli bir eve delalet etmektedir ve ondan önce ve sonra çoğul lafzı (buyutikunne) ile sözü edilen Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımları­nın, evlerinden başkasını ifade etmemektedir.

Kisa hadisinin bazı rivayetleri de bu manayı teyid etmektedir. İsteyenler, bu hadisin muhtelif rivayetlerini kaynak kitaplardan inceleyebilirler.

Bir İhtimal

Bazıları şöyle diyor: Allah Teala'nın "büyüt" kelimesinin Hz: Resulullah'a (s.a.a) değil de hanımlarına izafet edilmesinden an­laşılıyor ki, "büyütün" Hz. Resulullah'a (s.a.a) izafet edilmesinde çok büyük bir şeref vardır ki, Allah Teala Peygamber'in zevceleri­nin bu yüce şerefe mahsus kılınmalarını istememekte ve onlarla Kisa Ehli'nden ibaret olan hakiki nübüvvet Ehl-i Beyt'inin birbir­lerinden ayrı olduklarım belirtmek istemektedir; ta ki, kimse on­ların hepsinin aynı ayarda olduklarını zannetmesin.

Tathir ayetinde müzekker zamirlerin kullanılmasını te'vil ederken bazıları bunun aynen iki meleğin Hz. İbrahim'in (a.s) zevceleriyle olan konuşmaları hikâyesinde "Allah'ın işinden taacup mu ediyorsunuz? Allah'ın rahmet ve bereketleri siz ehl-i bey­tin üzerinedir." (104) ve Hz. Musa'nın hanımına hitaben: "ve Eh­line, bekleyiniz, dedi." (105) dediği sözünde olduğu gibi "ehil" laf­zının müzekker oluşunu ortaya sürüyorlar.

Yine birisi arkadaşının hanımını kastederek "Ehliniz nasıl­dır?" diye sorduğunda o cevaben: "Onlar iyidirler." (106) der ve müzekker zamirini kullanır; bu da "ehil" lâfzının müzekker olu-şundandır. Açıktır ki, bu yorum da aşağıda değineceğimiz birkaç delil yüzünden doğru bir yorum değildir.

l- Zemahşeri'nin "ehli zalim olan bu ülkeden..." (107) ayetinin tefsirinde söylediği gibi "ehil" lafzı hem müzekker ve hem de müennes olarak kullanılır. O halde Tathir ayetinde de önceki ve sonraki ayetlere uygun olarak müennes zamirlerinin kullanılması daha uygun olurdu.

460

 

2-Bilindiği kadarıyla "ehil" lafzı her ne kadar anlam bakımından çoğul ise de lafız yönünden tekildir, dolayısıyla eğer "ehil"
lafzına riayet etmek nazara alınış ise niçin "ehil" lafzının bu yönüne de. riayet edilerek zamirler tekil değil de ("ankum ve yutah-
hirekum" örneklerinde olduğu gibi) çoğul olarak kullanılmıştır.

 

3-"Ehil" kelimesi Tathir ayetinde "ankum" kelimesine1 tabidir. Tabi olan lafız ise tabi olduğu lafız üzerinde müzekker ve müen-
nes olmak yönünden bir etki yapamaz.(108)

 

Burada "ankum" lafzının da ayetin evvelinde geçen "nisa" keli­mesinden intiza olunan (çıkarılan) takdirdeki ayrı bir "ehil" lafzı­na tabi olduğunu ve dolayısıyla müzekker zamirini aldığını da id­dia etmek doğru değildir. Zira eğer bu doğru olsaydı ayette bulu­nan önceki zamirlerin de müzekker olmaları gerekirdi. Oysa za­mirlerin hepsi müennes olarak kullanılmıştır.

4-       Hz. İbrahim'in ailesinin meleklerle olan kıssasını açıklayan "Allah'ın rahmet ve bereketleri siz ehl-i beytin üzerinedir." Ayetine gelince Tathir ayetini onunla kıyas etmek doğru değildir. Zira o ayette, Hz. İbrahim'in (a.s) ehl-i beytinin tümünden ibaret olan ayetteki zikredilen şahıslar kastedilmemiştir. Hz. İbrahim'in (a.s) hanımı ise mecaz ve galebe babından onlara dahildir. Karine olduğu yerde bunun sıhhatini kimse inkâr etmemektedir. Dolayı­sıyla Tathir ayetini bununla kıyas etmek isabetli bir görüş değil­dir. Hz. Musa'nın (a.s) sözünü nakleden "Ehline, bekleyiniz, dedi" ayetinde de durum aynıdır.

Yine biri arkadaşının hanımını kastederek "ehlin nasıldır?" dediğinde onun "iyidir" diyerek verdiği cevapta müzekker zamir­lerini kullanması örneği de bunun dışında değildir. Zira bu tür yerlerde maksadın kim olduğunu belirleyen karine mevcuttur. Karine olduğu yerlerde herhangi bir mahzur olmadığı gibi, bu yerler bahis konumuz da değil.

5-"İnsanın ehli" ile "ehl-i beyt" tabirinin kullanışında fark var­
dır. Dolayısıyla "ehil" kelimesinin zevceye denilmesinden "ehl-i
beyt" kelimesinin de zevce anlamına kullanılmasının doğru olma­
sı lazım gelmez.

Kisa hadislerinde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ümmü Seleme'nin Ehl-i Beyt'ten olmadığını, ancak onun ehlinden olduğunu buyur­duğunu görmüştük.

6-       Hz. İbrahim'in (a.s) ehl-i beytiyle ilgili olan "Allah'ın rahmet ve bereketleri siz ehl-i beytin üzerinedir." ayetine gelince Hz. Sare'nin ehl-i beytten oluşu belki de onun Hz. İbrahim'in (a.s) amca­sı kızı olduğundan dolayıdır. (109) O halde onun ehl-i beyte dahil olması, onun Hz. İbrahim (a.s) ile aynı soydan olduğu içindir, onun hanımı olduğu için değil ve en azından meselenin bu yönü ispatlanmış değildir.

Bazıları söz akışından anlaşılan anlamla istidlal ettikten sonra şöyle diyorlar: "Söz arasında cümle-i mu'terize ile bir karine ol­maksızın ve önceki sözün kesilip yeni bir söze başlandığına tem­bih etmeksizin diğerinin haline değinmek Allah Teala'nın kelamındaki üstün fesahat ve belagata muhalif düşmektedir. Allah-u Teala'nın kelamında böyle bir kusur söz konusu olmadığına göre de mezkur ayetin böyle bir eksiklikten uzak olduğuna inanmak gerekiyor." (110)

Bu sözde vurgulanan temel noktanın, bu konuyla ilişkisi naza­ra alınmaksızın değerlendirmek istesek, doğru olduğunu söyle­memiz gerekir. Ama bu noktanın Tathir ayetinde benimsediğimiz tefsirle bir irtibatı yoktur; çünkü Tathir ayetinde hem mu'terize cümleyle önceki bölümler arasında uyum ve münasebet vardır ve hem de karine mevcuttur. Bu uyum şöyle açıklanabilir: "Kur'ân-ı Kerim, Kisa ehlinin bütün pisliklerden uzak olduğunu açıklamış ve bunların kerametlerini hıfzetmek için Resulullah'ın (s.a.a) ha­nımlarının bir takım emir ve nehiylere boyun eğmeleri gerektiği­ni bildirmiştir.

Söz akışından anlaşılan anlamdan vazgeçtiren karineye gelin­ce, daha önce açıkladığımız sahih ve sarih hadislerin yanı sıra birçok diğer karineler de vardır ki inşaallah daha sonra açıklaya­cağız.

Bütün bunların yanı sıra önce yaptığımız açıklamalarımızda görüldüğü üzere bizim açıkladığınız anlamın ayetteki söz akışıyla herhangi bir çelişkisi de yoktur. O bahisleri tekrar iade etmeğe bir gerek duymuyoruz.      

Bütün bunların yanı sıra, bütün Ehl-i Sünnet ulema ve mu­hakkiklerin de söylediği ve önce naklettiğimiz Kisa hadisinin ri­vayetlerinde tasrih edildiği üzere, Hz. Resulullah'a (s.a.a) Tathir ayeti şamil olmaktadır.

Öte taraftan -bazılarının iddia ettikleri gibi- ayette hitabın ga­lebe babından Hz. Resulullah'a (s.a.a) yönelik olduğunu farz etsek bile konuya daha çok eleştiri yönelecektir. Zira eğer önceki ve sonraki hitapların hem Hz. Resulullah'a (s.a.a) ve hem de hanım­larına yönelik olduğu söylenirse Hz. Resulullah'ın (s.a.a) da evin­de oturup, süslenerek dışarı çıkmamaya memur olması ve onun da azap ve sevaplarının iki kat artan kimselerden olması gerekir. Oysa Tathir ayetinden önce ve sonra olan zamirlerin hanımlara mahsus olan zamirler oldukları nazar-ı itibara alınınca bu sözün açıkça batıl bir söz olduğu görülmektedir.

 Ama eğer önceki ve sonraki hitaplar Hz. Resulullah'a (s.a.a)  şamil değilse bundan söz akışının düzenli olmaması ve Allah Tealanın özel bir gruba hitap ettiği halde, daha sonra muhataplarını ve hitaplarındaki söz akışını, müenes zamirlerini müzekker zamirle-dönüştürerek, değiştirmiş olması gerekir.

Geçen açıklamalarımıza ek olarak şu nokta da nazara alınma-ki, pislikleri gidererek tertemiz kılma iradesi çerçevesi dahilinde Resulullah (s.a.a) ile hanımlarının bir arada yer aldıklarını söylemek, yukarıdaki kelimelerin (pislikleri gidererek tertemiz Uma) iki tür anlamı birlikte taşıdıklarını söylemeyi gerektirir; ara söz konusu irade hanımlara nispet hakiki anlamda gerçekleşir. Çünkü bu onlarda, onlara yönelik olan emirlere itaat etmeleri ve nehiylerden de sakınmalarıyla gerçekleşir. Ama Hz. Resulullah'ta (s.a.a) başka bir şekilde gerçekleşir; yani hanımlardan do­layı ona bir lekenin gelmemesiyle ilgili temizleme iradesi Resulullah’a (s.a.a) isnad edilmektedir. Çünkü açıktır ki, ayet-i keri­mede zikredilen evde oturmak gibi hükümler Peygamber (s.a.a) ile ilişkili değildir. Dolayısıyla Tathir ayetinin Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerini de içerdiği söylendiği takdirde "pislikleri gide­rerek tertemiz kılma" kelimelerinin birbirinden farklı iki ayrı an­lamda kullanılmış olması gerekir. Bu ise doğru değildir.

Kur'ân-ı Kerim tedrici olarak nazil olmuştur ve şimdiki toplu halindeki düzeni nazil olduğu tertip üzere düzenlenmemiştir.

Zira Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi nazil olan ayetlerin kon­ması gereken yerleri sonradan tayin ederek, şu ayeti bu sureye, şu ayeti o sureye bırakınız, diyor. Dolayısıyla belki de Hz. Resulullah (s.a.a) Tathir ayetini, Kur'an-ı Kerim'in hainler tarafından tahrife uğramasın diye, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarına hi­tap eden ayetlerin arasına yerleştirmiştir. Zira eğer Hz. Resulullah (s.a.a) bunu yapmasaydı, diğerleri imamet makamının gerek­tirdiği taharet ve masumluk hususiyetleri konusunda, Kur'an-ı Kerim bu konuda açık nassını görünce büyük zorluklarla karşıla­şırlardı.

O halde taarruz söz konusu olduğu zaman söz akışı, sarih ve sa­hih olan deliller karşısında bir delil sayılmaz. Zira bu takdirde ayetin böyle bir söz akışı üzere nazil olduğuna güvenilemez. Aksi­ne, ayetin onların zannettiği anlamda zahir olduğunu kabul.etsek bile, kesin delile teslim olmak gerektiğinden, böyle bir söz akışın­dan anlaşılan anlam kenara itilmelidir. Bu, fesahat ve belagat il­kesiyle çelişmediği gibi Kur'an'ın mucize oluşuna da halel getir­mez. (111)

Osman'ın veya diğerinin Kur'an'ın tertibi hususundaki içtihadı gereği Tathir ayetinden Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının kastedildiğini zannederek onu oraya yerleştirmiş olduğu da muh­temeldir.

Kur'an-ı Kerim'in tertibi hususunda büyük çapta ihtilafların olduğunu ve sonunda halkın Osman'ın mushafının tertibi üzerin­de anlaştıkları bilinmektedir. Hatta Kur'an'ı bir araya topladıkları zaman Ahzab suresinden bir ayetin kaybolduğunu ve daha son­ra Huzeyme b. Sabit'in nezdinde bulunduğunu birçok kimse rivayet etmiştir. (112)

 

Tathir Ayeti Ne Zaman Nazil Olmuştur?

 

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) birkaç ay boyunca veya vefat ettiği za­mana kadar her namaz vaktinde Hz. Fatıma'nın (s.a) evinin önü­ne gelip "essalat es-salat" deyip Tathir ayetini (Ancak Allah siz Ehl-i Beyt'ten pislikleri giderip tertemiz kılmak istiyor) tilavet et­tiğine dair rivayetler, Kisa olayının daha sonraları vaki olduğuna ve dolayısıyla Tathir ayetinin Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek hayatının sonlarına doğru nazil olduğuna delalet etmektedir.

Oysa Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerine hitap eden ayetler Ahzab suresinde olup ondan yıllar önce nazil olmuştur. Aişe Hz. Resulullah'tan (s.a.a) mal istediği zaman Hazret'in zevcelerine hi­tap eden ayetin ilki olan Tathir ayeti nazil olmuştur.

Açıktır ki, bu hadisler her ne kadar Tathir ayetinin sonradan nazil olduğu ihtimalini güçlendiriyorsa da istidlal makamında ona itimad etmek için yeterli bir sebep teşkil etmemektedir. Ama şüphesiz Kisa hadisi olayı Hz. İmam Hasan ve İmam Hüseyn'in (a.s) doğumlarından sonra tahakkuk bulmuştur.

Fakat bu taraftan mezkur ayetin Tathir ayetiyle olan uyumları ve Tathir ayetinin, ayetin bir bölümü olduğunu ve öte taraftan Kisa hadisinin, ayetin tathir ile ilgili bölümünün diğer bölümle­rinden ayrı olarak nazil olduğuna delalet ettiğini ve yine Hz. Re­sulullah'ın (s.a.a) Hz. Fatıma'nın (s.a) Hz. Ali ile evlenmesinden sonra kırk sabah Hz. Ali'nin (a.s) kapısına gelerek "Es-selam-u aleykum ey Ehl-ül Beyt ve rahmetullahi ve berekatuhu, namaz vaktidir; Allah size rahmet etsin." (113) diyerek Tathir ayetini tivalet ettiğine delalet eden rivayeti nazara aldığımızda, Tathir ayetinin daha önceleri hicretin ilk yıllarında nazil olduğuna ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu ayeti o zamanlardan beri Ehl-i Beyt'in o zamanda mevcut olan fertlerine (kendisiyle birlikte olan Hz. Ali ve Fatıma'ya) tatbik ettiğine dair itminan da güçlenmektedir biz­lerde.

Sonraları Hz. İmam Hasan ve Hüseyin (a.s) doğduktan sonra da onları da Kisa altında toplayıp bu ayeti okuyarak o ikisinin de ayetin kapsamına girdiğini açıklamıştır. Rivayetlerden anlaşıldı­ğına göre bu olayı Hz. Resulullah (s.a.a) birkaç defa tekrarlamış­tır.

Hatta bu ayetin hicretin ilk yıllarında birkaç defa nazil olup, daha sonra Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'ini Kisa altında topladığı zaman nazil olmuş olması da muhtemeldir. Belki bu olay da defalarca tekrarlanmış ve her defasında Cebrail (a.s) bu ayeti getirerek hiç bir kimseye herhangi bir gerekçe kalmasın di­ye ayette geçen Ehl-i Beyt'ten kimlerin kastedîldiğinin bilinmesi için Peygamberin onu tilavet etmesi gerektiğini bildirmiştir.

Hatta, belki Hz. Resulullah (s.a.a) her türlü şüpheyi gidermek amacıyla her namaz vakti veya her sabah ezanında Hz. Fatı-ma'nın (s.a) evine gelme işini birkaç dönem tekrarlamış ve her dönemde de bu işe bir süre devam etmiştir ve nihayet en son de­fasında vefat ettiği zamana kadar bunu sürdürmüştür. İşte bu yüzdendir ki, hatta Hz. Ali (a.s) ve onun Ehl-i Beyt'ine muhalif olarak tanınan kimseler bile bütün ulema ve müfessirlerin nak­lettiği bu hadisin sahih bir hadis olduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Acaba Ehl-i Beyt'ten pislikleri gidermekten maksat onu vaki olmadan önce önlemek midir, yok­sa vaki olduktan sonra gidermek midir? Eğer birinci anlam kas-dedilmiş ise Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin ayetin hükmü dışında kaldığı açıktır. Zira onların hepsi de olmasa, çoğu İs­lam'dan önce küfür pisliği içindeydiler. Ama eğer ikinci anlam kastedilmiş ise, zorunlu olarak Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ayetin hükmü dışında kaldığını söylemek gerekir. Zira İslam ümmeti, hep birlikte, Resulullah'ın (s.a.a) hem İslam'dan önce ve hem de İslam'dan sonra her türlü pislikten uzak olduğu hususunda görüş birliği içindedirler,. Oysa bütün ulema Hz. Resulullah'ın (s.a.a) da ayetin kapsamına girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ayetin hükmü dışında kaldığını söyleye­meyiz. Böylece birinci anlamın doğru olup ikinci anlamın yanlış olduğu ve neticede Hz. Resulullah'ın (s.a.v) zevcelerinin ayetin hükmü dışında kaldıkları isbatlanmış olur." (114)

Seyyid Abdulhüseyin Şerefüddin (r.a) şöyle diyor: "Sonra ken­disini ve onları, diğer erkek, kadın ve çocuklara olan üstünlükle­rini bildirtmek için o kisayla (abayla) örttü. Aile fertlerinin içinde yalnızca onlar kisanın altında yer alıp ümmetin geri kalanından örtünür örtünmez Allah Teala Tathir ayetini onlara iblağ etti ki, sahabe ve diğer aile fertlerinden bir kimse onlarla bu haslette or­tak olmak zannına kapılmasın. İşte Allah Teala onların bütün halktan koptukları bir halde onlara hitap ederek buyurdu ki: "Ancak Allah siz Ehl-i Beyt'ten bütün pislikleri gidermek sizi ter­temiz kılmak istiyor." (115)

Merhum Seyyid Şerefüddin'in bu sözleri, hiç bir şüphe kaldır­mayan hak bir söz ve kaçınılmaz bir gerçektir ve taassubuyla ta­nınmış bir şahıs olan Dehlevi'nin konuyla ilgili, "Tathir ayetini yalnız Kisa altında bulunan şahıslara tahsis etmek, Kisa altında toplanma olayı için başka bir fayda zahir olmadığı takdirde doğru olabilir; oysa bu olay için başka bir fayda vardır, o da ayette mu­hatapların, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevceleri olduğu nazara alın­dığı takdirde bu şahısların Ehl-i Beyt'ten olmadıkları zannını gi­dermektir." (116) şeklindeki sözü aşağıda zikredeceğimiz birkaç delil gereğince doğru değildir:

1- Gördük ki, bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi Ümmü Seleme, Aişe ve Zeyneb'in Ehl-i Beyt'ten olmadıklarım açıkça beyan etmiş, onları Ehl-i Beyt grubundan dışarı çıkarmıştır. Oysa eğer durum Dehlevi'nin dediği gibi olsaydı böyle bir hadisenin olmaması gerekirdi.

2- Gördük ki, Ehl-i Beyt kelimesinin insanın hanımlarını da içermesi belli değildir. Hatta bazı lügat yazarları ve Zeyd b. Erkarri bunu inkar etmişlerdir. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bazı hanım­larının Resulullah'tan (s.a.a) kendilerinin de Ehl-i Beyt'ten olup olmadıklarına dair sordukları sual de bunu göstermektedir.

 

3- Hz. Resulullah (s.a.a) yalnızca Kisa ashabını Ehl-i Beyt'ine dahil etmeye önem göstermiş ve amcası Abbas'ı, amcası oğlu
Akil'i ve onların çocuklarıyla diğer akrabalarından bir kimseyi dahil etmemiştir.

 

4- Bütün bunların yanı sıra, aslında daha önce genişçe açıkla­dığımız üzere Tathir ayetinden Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımla­rının kastedilmesi, ayetteki söz akışıyla bağdaşmamaktadır.

O halde bu ve daha sonra açıklayacağımız deliller, Dehlevi'nin bu sözünün, sağlam bir ilmi temelden yoksun boş bir iddiadan başka bir şey olmadığını kesin olarak açıklığa kavuşturmaktadır. Sonuç olarak Şerefüddin'in sözü sağlam ve tutarlı bir görüş ola­rak ortaya çıkmakta.

Bu konuya daha bir açıklık getiren Hz. İmam Sadık'tan (a.s) nakledilen şu rivayettir: "Eğer Hz. Resulullah (s.a.a) sussaydı ve Ehl-i Beytini tayin etmeseydi Abbas'ın, Akil'in, filanın ve falanın çocukları da Ehl-i Beyt'ten olduklarını iddia ederlerdi. Fakat Al­lah Teala, Kitabında Peygamberi tasdiki ederek "Ancak Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor." ayetini indirmiştir... (117)

Burada merhum Allame Emini'nin başından geçen bir olayı anlatmakta yarar görüyorum. Olay özet olarak şöyledir: Merhum Emini, Ehl-i Sünnet alimlerinin birisiyle bir araya geldiklerinde o alim, Tathir ayetinin kimin hakkında nazil olduğu, (acaba Hz. Resulullah'ın (s.a.v) zevceleri hakkında mı, yoksa diğerleri hak­kında mı nazil olduğu) sorusunu ona yöneltiyor.

Allame Emini, özet olarak ona şöyle cevap veriyor:

"Tathir ayeti Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hanımları hakkında na­zil olsaydı ve onların bu ayetten en küçük bir paylan olsaydı aca­ba Ümmül Mü'minin Aişe bu konuyu görmezlikten gelir miydi? Ve onu, Cemel harbinde binip halkı Emir-ül Mü'minin Ali'nin (a.s) aleyhine harb etmeye teşvik ettiği devenin alnına yazmaz mıydı?"

Sonunda mezkur soruyu yönelten alim de bunu tasdik ediyor.

Burada dikkati çeken diğer bir nokta da şudur ki, Hz. Resulul­lah'ın (s.a.a) zevcelerinin birçoğu, bu ayetin Kisa ashabı hakkında nazil olduğunu ve hatta zevcelerinin özellikle belirli şahısların Ehl-i Beyt'in dışında kaldığını açıkça belirtmişlerdir. Ve diğer zevcelerin Kisa ashabından olduğunu veya ayetin onları da içer­diğini iddia etmemişlerdir.

Şehr b. Havşeb'in Ümmü Seleme'ye Hz. İmam Ali ve Ehl-i Beyt düşmanları olan Emevi yanlısı kimselerin bu konudaki geniş çaba­larını haber verdiğinde, o tam bir ihlas ve imanla hakkı müdafaa etmeye kalkıp Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in Tathir ayetinin kapsamına dahil olduklarını ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zevcelerinin ayetin kapsamı dışında kaldıklarını açıkça belirttiğini görüyoruz.

Oysa onun bu sözleri onun toplumsal mevkisine zarar verebi­lirdi. Ama yine de Ümmü Seleme bu zalim güçlere itina etmeyip hakkı savunmaya kalkışmıştır.

Şehr b. Havşep, ona "Ey Ümmü-1 Mü'minin, bizim yanımızda bazı insanlar bu ayet hakkında birtakım şeyler söylüyorlar" dedi­ğinde, Ümmü Seleme; "Ne söylüyorlar?" diye sordu.

Şehr b. Havşeb şöyle dedi: "Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor." ayetini okuyup bazıları onun Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zevceleri hakkında nazil olduğunu söylerken diğer bazısı ise Ehl-i Beyt'ine mahsus olduğunu söylüyorlar."

Ümmü Seleme buna şöyle cevap veriyor:

"Ey Şehir b. Havşeb Allah'a andolsun ki, bu ayet benim bu evimde namaz yerimde nazil olmuştur. Bir gün Resulullah (s.a.a) gelip benim bu namaz yerimde ve şu seccadem üzerinde oturdu..."

Ümmü Seleme daha sonra Kisa hadisini, Tathir ayetinin nasıl nazil olduğunu ve kendisinin Hz. Resulullah'tan (s.a.a) kendisine de onlarla birlikte başını Kisa altına dahil etme iznini vermesini istediğini ve Resulullah'ın (s.a.a) bunu kabul etmeyerek ona, "sen hayır üzeresin", diye cevap verdiğini anlatıyor. (118)

Beyhaki ve diğerlerinin naklettiği bir rivayette şöyle yazıyor: "Aişe'ye, Emir-ül Mü'minin Ali b. Ebi Talib hakkında soruldu­ğunda şu cevabı veriyor: "Onun hakkında ne diyebilirim "ki?! O, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en çok sevdiği kimsedir. Ben gördüm ki, Hz. Resulullah Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn'i topladı ve şöyle dedi: "Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Ey Allahım, onlardan her türlü pisliği gider ve onları tertemiz kıl."

Bu arada Aişe'ye; "Öyleyse niçin onunla savaşa kalkıştın?" de­nildi. Aişe şu cevabı verdi: "Ben, bundan dolayı pişmanım ve bu olması gereken mukadder bir işti." (119)

Dipnotlar:

   l-Kasas/12

   2-Hud/73

3-Bkz: Cami-ül Beyan, c. 22, Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 98 (Cami-ül Beyan İkrime ve İbn-i Merduye'den naklen) Feth-ül Kadir, c. 4, s.278-279, Et-Tibyan, c. 8, s. 308, Siyer-u A'lam-i Nübelâ, c. 8, s. 208, Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 483, Et-Tefsir-ül Hadis, c. 8, s. 263-268 (İkrime'den naklen) Tehzib-i Târih-i Dimeşk, c. 4, s. 206, Tefsir-i El-Mizan, c. 16, s. 310, Mecma-ül Beyan, c. 8, s. 356, Esbab-ün Nüzul,s. 204, El-Mevahib-ül Ledünniyye, c. 2, s. 122, Nur-ül Ebsar, s. 110, Es-Sevaik-ül Muhrika, s. 141, Hazin-in Lübab-üt Te'vili, c. 3, s. 366, Nur-ül Ebsar'ın hamişinde basılmış olan İs'af-ür Rağibin, s. 108, Cesas'ın Ahkam-ül Kur-ân'ı, c. 5, s. 230, Zehebi'nin Tarih-ül İslam'ı, s.
133, (Muaviye dönemi) Mirkat-ül Fusul, s. 106 ve El-Cami-u Li Ah­kam-ül Kur'ân, s. 14-182.

4-Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198, (Ibn-i Ebi Hatem, İbn-i Asakir ye İbn- i Merduye'den naklen) Feth-ül Kadir, c. 4, s. 278-279, Zehebi'nin Ta­rih-ül İslam'ı (Muaviye dönemi) s. 133, Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 483, Siyer-ü A'lam'in Nübelâ, c. 2, a. 208-221, El-Mevahib-ül Le­dünniyye, c. 2, s. 122, Esbab-ün Nüzul, s. 203, Nur-ül Ebsar, s. 110,Es-Sevaik-ul Muhrika, s. 141, Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 208, Lübab-üt Tevil, c. 3, s. 466 ve Nur-ül Ebsar'ın hamişinde basılmış olan İs'af-ür Rağibin, s. 108.

6-Feth-ül Kadir, c. 4, s. 278, Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 206, (Kelbi
ve İbn-i Cübeyr'den naklen) El-Cami-u Li Ahkam-il Kur'ân, c. 14, s.
182. (Atâ'dan naklen)

7-Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198 (İbn-i Sa'd'den naklen) Feth-ül Kadir, c. 4, s. 279, Mirkat-ül Vusul, a'. 10 ve Tefsir-i El-Nizar, c. 16, s. 310.

8-Bu konuda bkz: Es-Sünen-ül Kubra, c. 2, s. 150, Tehzib-i Tarih-i Di­meşk, c. 4, s.208-209, El Mevahib-ül Ledünniyye, c. 2, s. 123, Feth'ül Kadir, c. 4, s. 280, Nur-ül Ebsar'ın hamişinde basılmış olan İs'af-ür Rağibin, s. 108, Mirkat-ül Vusul, s. 107-108, El Cami-u Li Ahkam-i Kur'ân, c. 14, s. 183, Delail-üs Sıdk, c. 2, s. 94, Nazariyyet-ül İmamet, s. 181-182 ve Et Tuhfet-ül İsna Aşeriyye, s. 202.

9-Es-Sevaik-ül Muhrika, s. 141.

10-Bkz: Feth-ül Kadir, c. 4, s. 280, El-Cami-u Li Ahkam-il Kur'ân, c. 4,
s. 183, (Salebi ve Zeyd b. Erkam'dan naklen), Tefsir-i El-Mizan, c.16, s. 310, Hazin'in Lübab'üt Tevü'i, c. 3, s. 466, Nur-ül Ebsar'ın hamişinde basılmış olan İs'af-ür Rağibin, s. 107-108.

11-El-Mevahib-ül Ledünniyye, c. 2, s. 127.

12-Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 209.

13-Bkz: Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 108, Et-Teshil Li Ulum-it Ten­zil, c. 3, s. 137, Nur-ül Ebsar'ın hamişinde basılmış olan İs'af-ür Ra­ğibin, s. 108 ve Es-Sevaik-ül Muhrika, 141.

14-Bkz: Yenabi-ül Mevedde, s. 294, Es-Sevaik-ül Muhrika, s. 141, El-Mevahib-ül Ledünniyye, c. 2, s. 123, Feth-ül Kadir, c. 4, s. 279, Teh­zib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 208, İs'af-ür Rağibin, s. 108, Tefsir-iKummi, c. 2, s. 193-194, El-Keşşaf, c. 3, s. 538, Müşkil-ül Asar, c. l,s. 332-339, El Mu'tesar Min'el muhtasar, c. 2, s. 266-267 ve daha sonra zikredilecek diğer kaynaklar.

15-Mecma^ül Beyan, c. 8, s. 356.

16-Tehzib-i Tarih-i Demeşk, c. 4, s. 208, Mecma-ul Beyan, c. 8, s. 386,Nur-ul Ebsar'ın hamişinde 'basılını olan İs'af-ür Rağibin, s. 108,(Ebu Said-il hudri ve diğerlerinden naklen.)

17-Müşkil-ül Asar, c. l, s. 332-339, Kifayet-üt Talib, s. 54, Hulasat-üAbekat-il Envar, c. 2, s. 67-371, Zehebi'nin Tarih-ül İslam'ı, (Hulefa-iRaşidin dönemi) s. 44, Tefsir-i Kummi, c. 2, s. 193-194.

18-Feth-ül Kadir, c. 4, s. 279, Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 208, El-
Cami-u Li Ahkam-il Kur'ân, c. 14, s. 182, (Kelbi'in de içlerinde bu­
lunduğu bir gruptan naklen) Nur-ul Ebsar'ın hamişinde basılmış
olan İs'af-ür Rağibin, s. 108, (Katade ve Mücahid'in de içinde bulun­
duğu bir grup tabiinden.)

19' Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 108, Feth-ül Kadir, c. 4, s. 179 ve El-Mevahib-ül Ledünniyye, c. 2, s. 123.

20- Yenabi-ül Mevedde, s. 294 ve Es-Sevaik-ül Muhrika, s. 141. 21-Nehc-ül Hak, s. 173 ve İhkak-ül Hak, c. 2, s. 502.

22-Bkz: İhkak-ül Hak, c. 2, s. 502'de (Ayetullah Mer'aşi-i Necefı'nin düştüğü dipnot) ihkak-ül Hak, c. 2, s. 565 ve Delail-üs Sıdk, c. 2, s.95.

23-Bu hadisleri Ebtehi'nin "Ayet-ut Tathir Fi Ehadis-il Ferikayn" ese­
rinde görebilirsiniz. Yine bkz. Kitab-ı Selim İbn-i Kays, s. 150.

24-Bu konuda bkz. Cevami-ül Cami, s. 372 (dipnot).

25-Bkz. El-Kafi, c. 8, b, 53, Bıhar-ül Envar, c. 75, s. 359, El-Vafi, c. 5, s. 274, El-Mehaccet-ül Beyza, c. 2, a. 264 ye Ayetullah Hoi'nin yazdığı El-Beyan kitabı, s. 294.

26-Nefahat-ül Lahut, s. 85.

27-Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 10.

28-Te'vil-ül Ayet'iz Zahire, c. 2, s. 456.

29-Nehc-ül Hak, a. 173. El-Mizan tefsiri, c. 16, s. 311.

30-îbn-i Teymiye'nin yazdığı Minhac-üs Sünnet, c. 3, s. 4 ve c. 4, s. 20.

31-Bu hadisler muhtelif tabirleriyle aşağıdaki kaynaklarda yer almış­tır: Cami-ul Beyan, c. 22, s. 5-9, Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198-199 ki Cami-ul Beyan, îbn-i Munzir. İbn-i Ebi Hatem, Taberani, İbni Merduye, El-Hatib, Et-Tinnizi ve El-Hakim (bu son ikisi bu hadisin sahih olduğunu da kaydetmişlerdir). El-Beyhaki kendi sünen'inde İni Ebu ... be, Ahmed ve müslüm'den nakletmiştir. Feth'ül Kadir c. 4, s. 279-280 Cevami-ül Cami s. 372,Et-Teshil Li Ulum-it Tenzil c. 3, s. 137, Te'vil'ül Ayat-iz Zahire c. 2, s. 457-59, Et-Tavaif b. 122-130, İbni Meğazili'nin yazdığı El-Menakib s. 301-307, evahid-üt Tenzil c. 2, s. 11-92- Müsned-i Et-Tayalisi s. 274. İbn-i Batrik'in yazdığı El-Umde s. 31-46, Mecme-üz Zevaid c. 7, s. 91 ve c. 9, s. 119-121-146-167-169472 Usd-ül Gabe c. 4, s. 49, c. 2, s. 9-12-20, c. 3, s. 413, c. 5, s. 66-174-521-589 Ayet-üt Tathir Fi Ehadis-il Ferikayn kitabının tümü, Esbab-ün Nüzul s. 203 Mecme-ul Beyan c. 9, s. 138, c. 8, s. 356-357 El-Bihar, c. 35, s. 206-223, c. 45, s. 199, c. 37, s. 35-36, Nehc-ül Hak, 173-175 El-Cami'ü Li Ehkam-il Kur'an, c. 14, s. 182, Sahih-i Müslim, c. 7, s. 130 Sâd-üs Suud s. 106-107-204 Zehair-ül Ukba s. 21-15-87 Keşf-ül Yakin Fi Fezail-i Emir-ül Mü'minin s. 405 İbni Şazan'ın yazdığı El-İzah, s. 170 Müsned-i Ahmed İbni Hanbel, c. 4, s. 107 c. 3, s. 259-285, c. 6, s. 292,298-304 c. 1s. 331 Tefsir-ül Kur'an-il Azim c. 3, s. 483-486 Kifayet-üt Talib, s.54-242-371-377. Tarihi Demeşk'in (Mahmudi'nin tahkikiyle yayınla­nan) Hz. Ali İbn-i Ebu Talib'in hayatı bölümünün tercümesi c. l, s.
183-184 El-Mu cem-üs Sağir c. l, s. 65-135 El-Cami-üs Sahih c. 5, s.351-352-663-699, Nesai'nin yazdığı Hasais-ül İmam Ali, s. 49-63 El-Müstedrek Ala-s Sahihayn c. 2, s. 416, c. 3, s. 133*146-147-158-172Tefsir-ül Kummi'nin hamişinde basılan Zehebi'nin yazdığı Telhis-ülMüstedrek, c. 2, s. 193 Et-Tibyan c. 8, s. 307-309, Et-Tefsir-ül Hadis,c. 8, s. 261, Muhtasar-i Tarih-i Dimeşk c. 7, s. 13, El-Bürhan tefsiri,c. 3, s. 309-325, "Furat tefsiri" s. 332-340 Vefa-ül Vefa c. l, s. 450 Nezhet-ül Mecalis, c. 2, s. 222, Taberi'nin yazdığı Zeyl-ül Müzeyyel s. 83 Habib-üs Siyer, c. l, s. 407, c. 2, s. 11 Ayaz'ın yazdığı Eş-Şifa c.1s. 48 Siyer-ü A'lam-ün Nübela c. 10, 8. 346-347, c. 3, s. 270-351-385-254, El-Gadir, c. l, s. 50, c. 3, s. 196 İhkak-ul Hak (mülhakat bölümü) c. 19, s. 69 c. 3, s. 513-531 c. 2, s. 502-573, c. 14, s. 40-105, c.18, s. 359-383 (Bir çok kaynaklardan naklen Süleym İbn-i Kays'ınkitabı s. 52-53-105-100, Nüzul-ül Ebrar, s. 102-104-108, Kenz-ul
Ummal c. 13, s. 646 Nevadir-ül Usul s. 69-265 Sirat-ül Müstakim, c. 1s. 184 Ayrıca bu kitapta şunları yazıyor: "Bu ayetin Kisa Ehli hakkında nazil olduğunu Ayat-ül Müntezaa kitabının yazan müsneden rivayet etmiştir. Bu kitabı El-Müntensir kendi medresesine vak­fetmiş ve ordan dışarı çıkarılmamasını şart koşmuştur. Bu kitabı
İbn-ül Bevvab kendi eliyle yazmıştır. Bu kitapta Ali İbn-i Hilal El-katib'den duyduğunu kaydetmiştir. Hiç kimsenin onun yazısını uy­durabileceği düşünülemez. Ve yine Mirkat-ül Vusul, s. 105-107, Zikr-i Ahbar-ı İsfahan, c. 2, s. 253 ve c. l, s. 108 Tehzib-üt Tehzib, c.1s. 297, Riyazün Nazre, c. 3, s. 152-153 İhkak-ül Hak ile birlikte basılan Nehc-ül Hak c. 2, s. 502-563 Beğavi'nin yazdığı. Mesabih-üs
Sünnet c. 4, s. 183 El-Keşşaf, c. l, s. 369, El-lttifak c. 2, s. 199-200
Tezkiret-ül Havas, s. 233 İbn-i Arabi'nin yazdığı Ahkam-ül Kur'an c. 1s. 1538 İbn-i Sebbağ'ın yazdığı El-Fusül-ül Muhimme, s. 7-8 El-
İsabet c. 2, s. 509, c. 4, s. 378, El-Mahmudi'nin tahkiki ile basılan îbn-i Asakiri'nin yazdığı Tercüme-i Hasan İbn-i Ali (a.s) s. 63-70 Sevaik-ül Muhrika, s. 137-141-143 Müteşabih-ül Kur'an ve Muhtelefih c. 2, s. 52 Tefsir-i Nur-üs Sekaleyn c. 4, s. 270,277 Nur-ul Ebsar'ın hamişinde basılan İs'af-ür Rağibin s. 106-107 Nur-ul Ebsar, s. 110- 112 Fezail-ül Hamse Min Sihah-is Sitte c. l, s. 224-243-253 El-İsa-be'nin hamişinde basılan El-İstiab, c. 4, s. 46, c. 3, s. 37 Feraid-üs
Süntayn c. l, s. 316-368, c. 2, s. 10-19-22-23 Yenabi-ül Meveddet, s. 107-108-167-228-229-230-260-15-8-174-294-193 İkd-ül Ferid c. 4, s.311 El-Harezmin yazdığı Maktel-ül Hüseyin c. 2, s. 61-62 Buhari'nin yazdığı Tarih-ul Kebir c. l, İkinci Bölüm, s. 69-70-110 ve 197 Buha­ri'nin El-Küna kitabı s. 25-26 Nezmud Dürer us Simtayn s. 133-238-239 Tehzib-u Tarihi Dimeşk c. 4, s. 207-209 En Nihayet Fil Lügat, c. l, s. 446, Lübab-üt Te'vil c. 3, s. 466 El-Keli-met-ül Ğarra Fi Tefzil-iz Zehra (El-Fusul-ül Muhimme Eki) s. 203-217, Ensab-ül Eşraf c. 2, s. 104-106 El-Mahmudi'nin tahkiki ile bası­lan Tarih-i Dimeşk'ten İmam-ül Hüseyin bölümünün tercümesi s. 60-76 Mü'tesar Min'el Muhtasar, c. 2, a. 266-267 El-Mevahib'ül Le-dünniye c. 2, s. 122, El-Mehasin vel Mesavi c. l, s. 481 Nefahat-ül Lahut s. 84-85 Teysir'ül Vusul c. 2, s. 161 El-Kafi c. l, s. 287, Müsned-i Hanbel'in hamişinde basılan Müntahab-ü Kenz-ül Ümmal, e. 5, s. 96 (İbni Eb-i Şeybe'den naklen) Kenz-ül Ummal, c. 16, s. 257, El-Hind ve İttihaf s. 18, Zehebi'nin yazdığı Tarih-ül İslam (Hulafa-i Raşidin bölümü) s. 44 Cessas'ın yazdığı Ahkam-ül Kur'an c. 5, s. 230, Tarih-u Bağdad c. 10 s. 278, c. 9, s. 126-127, El-Harezmi'nin yazdığı El-Menakıb s. 23-224, Dehlan'ın yazdığı Es-Siret'ün Nebe-viyye, c. 2, s. 300, Müşkül-ül Asar, c. l, s. 332-339. Es Sünen-ül Kubra, c. 2, s. 146-152, c. 7 s. 63 El Bidaye ve'n Nihaye, c. 5, s. 321, c. 8, s. 35-205 El Bidaye ve'n Nihaye (Zehair'ül Mevaris'den naklen) c. 4, s. 293 (yine Mizan'ül İ'tidal'dan naklen) c. 4, s. 17 Minhac us Sünnet, c. 3, s. 4, c. 4, s. 20.

32-Bkz: Cami-ül Beyan, c. 22, s. 5, Kenz-ül Ummal, c. 16, s. 257, Müsned-i Hanbel'in haşiyesinde basılan Müntahab-u Kenz-il Ummal, c.5, s. 96. (İbn-i Ebi Şeybe'den naklen), Lübab-üt Tevil, c. 3, s. 466, Et-Tefsir-ül Hadis, c. 8, s. 262, Ed-DünMil Mensur, c. 5, s. 199, Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 483, El-Fusul-ül Muhimme Lil Maliki, s. 8,Yenabi-ül Mevedde, s. 108-193-260, Mecme-üz Zevaid, s. 121-168, El-Burhan (Tefsir) c. 3, s/ 324, Et-Teraif, s. 128, Müsned-i ahmed, c. 3, s. 259-285, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 11-15-48-50-92, El-Bihar, c.
35, s. 223-227, El-Cami-üs Sahih, c. 5, s. 352, Müstedrek-ül Hakim, c. 3, s. 158, Siyer-i A'lam-in Nübela, c. 2, s. 104, (Mahmudi'nin tahki­ki ile basılan) Zehair-ül Ukba, s. 24 ve El-Bidayet ve'n-Nihayet, c. 8,
s. 205.

33-Bkz: Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 199 (İbn- Merduye'den naklen) Et-Taraif, s. 128, El-Harezmi'nin yazdığı El-Menakib, s. 23, El-Bihar, c. 35, s. 223, İhkak-ül Hak, c. 9, s. 63 (Tefsir-i Salebi'den naklen) Nehc-ül Hak, s. 179 (İhkak-ul Hak kitabıyla birlikte basılan) Nehc-ül Hak, s. 563, El-Burhan (Tefsir) c. 3, s. 323, Tefsir-i Furat, s. 339, Müşkil-ül Asar, c. l, s. 338-339, Yenabi-ül Meveddet, s. 174-193, Buhari'nin yazdığı Et-Tarih-ül Kebir (Kitab-ül Küna), s. 25-26, İbn-i Batrik'in yazdığı El-Umde, s. 41-45, Zehair-ül Ukba, s. 24-25 (Abd
İbn-i Hamid'den naklen) Şevahid-üt Tenzil, c. 4, s. 29-52, Kifayet-üt Talib, s. 376, Keşf-ül Yakin Fi Fezail-ü Emir-ül Mü'minin, s. 405, El- Bihar, c. 35, s. 214-223.

34-Cami-ül Beyan, c. 22, s. 6, Feth-ül Kadir, c. 4, s. 280 (Cami-ül Beyan ve îbn-i Merduye'den naklen), Vefa-ül Vefa, c. 2, s. 450-467, Taberi'nin yazdığı Müntahab-u Zeyl-il Müzeyyel, s. 3, Şevahid-üt Tenzil,
c. 2, s. 50-91, Nur-ül Ebsar, s. 122, Nur-ül Ebsar'ın hamişinde bası­
lan, İs'af-ür Rağibin, s. 108, El-Bidayet ve'n Nihayet, s. 321, Tefsir-
ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 483.

35-Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 199 (îbn-i Cerir ve İbn-i Merduye'den
naklen), Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 28-50-51-89-91, Kifayet-üt Talib,
s. 376, Yenabi-ul Meveddet, s. 260, Nur-ül Ebsar, s. 112 ve Nur-ül
Ebsar'ın hamişinde bulunan İsaf-ür Rağibin, s. 107.

36-Müsned-i Et-Tayalisi, s. 274, Usd-ül Gabe, c. 5, s. 66.

37-Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 199 (İbn-i Merduye'den naklen), Harezminin yazdığı El-Menakib, s. 23, Vefa-ül Vefa, c. 2, s. 450-467, Şeva­hid-üt Tenzil, c. 2, s. 27-28-51, Mecma-üz Zevaid, c. 9, s. 169, Es-Sirat-ül Müstakim, c. l, s. 188, Nur-ül Ebsar, s. 112, Tefsir-i Furat, s.338-339, El-Burhan (tefsir) c. 3, s. 313-324, Emali-i Şeyh Tusi, c. l,s. 257, El-Bihar, c. 35, s. 209-213-215-216.

38-Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 169, Es-Sırat-ül Müstakim, c. l, s. 188,
İbn-i (Kurta'nın Merasid-ül İrfan kitabında naklen, O da İbn-i Ab
bas'dan nakletmiş ve benzeri rivayetin Enes, Ebu Berde ve Ebu Said Hudri'den nakledildiğini de söylemiştir.)

39-Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 169, Şeahid-üt Tenzil, c. 2, s. 50.

40-Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 50, Yenabi-ül Meveddet, s. 260, Tefsir-i Furat, s. 339, İhkak-ül Hak kitabıyla birlikte basılan Nehc-ül Hak, c. 2, s. 563, Ayrıca bkz. Müstakil olarak basılan Nehc-ül Hak, s. 174, Keşf-ül Yakin Fi Fezail-i Emir-il Mü'minin, s. 405 ve El-Bihar, c. 35,
s. 214.

41-Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 199, İbn-i Ebi Şeybe, ibn-i Cerir, Tirmizi
(ki bu hadisin hasen olduğunu da kaydetmiştir.) Ahmed, İbn-i Mün-
zir, Taberani, El-Hakim (ki bu da hadisin sahih olduğunu kaydet­
miştir.) İbn-i Merduye'den O da Enes'ten naklen, El-Burhan (tefsir)
c. 3, s. 313, Nur-ül Ebsar, s. 112,- Nur-ül Ebsar-m hamişinde basılan
İs'af-ür Rağibin, s. 108, Feth-ül Kadir, c. 4, s. 280 (Suyuti'nin biraz
önce zikrettiği şahıslardan naklen) Emali Şeyh Müfîd, s. 328, Emali-
i Şeyh Tusi, c. l, s. 88, Usd-ül Ğabe, c. 5, s. 174, (Ayrıca her üç hadis
muhaddisin de bunu tariç ettiğini kaydetmiştir.) Nezhat-ül Mecalis,
c. 2, s. 179, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 47-50, Nezm-ü Dürer-is Sim­
tayn, s. 239, Yenabi-ül Meveddet, s. 8-9, El-İsabe'nin haşiyesinde ba­
sılan El-İstiab, c. 4, s. 46, Müşkil-ül Asar, c. l, s. 338, El-Mu'tesar
Minel Muhtasar, c. 2, s. 267, El-Bihar, c. 35, s. 208 ve c. 37, s. 36.

42-El-Burhan (tefsir) c. 3, s. 317, El-Bihar, c. 35, s. 207, Tefsir-ül Kum-
mi, c. 2, s. 67.

43-Yenabi-ül Meveddet, s. 260.

44-Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 485, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 37-38-39 (Bu kitapta Aişe'nin dilinden "Beni onlarla birlikte Kisa'nın altı­na sokmadı" tabirim naklediyor) ve Feraid-üs Simtayn, c. l, s. 368, Sırat-ül Müstakim, c. l, s. 185-187, Kifayet-üt Talib, s. 323, Et-Tefsir-ül Hadis, c. 8, s. 262 (Tabersi ve İbn-i Kesir'den naklen) İbn-i Batrik'in El-Umde Kitabı, s. 40, Mecma-ül Beyan, c. 8, s. 357, Bihar, c. 35, s. 222.

45-Bihar, c. 35, s. 222-223, Et-Taraif, s. 128, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 19, Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 485, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 32, Es-Sırat-ül Müstakim, c. l, s. 187, İn-i Batrik'in El-Umde kitabı, s. 40, (aynı zamanda bu hadise Nefahat-ül Lahut kitabının 84. say­fasında işaret edilmiş) ve İhkak-ül Hak kitabı mülhakat (ekler) bö­lümünde, c. 9, s. 52'de Salebi'nin tefsirinden nakletmiştir.

46-Cami-ül Beyan, c. 22, s. 7, Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198.

47-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198, (İbn-i Merduye ve El-Hatib'den naklen) Usd-ül Ğabe, c. 2, s. 12, Tirmizi'nin yazdığı El-Cami-ül Sahih, c. 5, s.351-663 El-Tefsir-ül Hadis, c. 8, s. 261 (Et-Tac'ül Cami li Usul, c. 3, s. 308-309'dan naklen), Nüzul-ül Ebrar, s. 103-104, Yenabi-ül Me­veddet, s. 107-230, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 69-70, Bu kitabta "kendi yerinde kal, sen hayır üzeresin" tabiri de yer almaktadır, El-Camila Ehkam-il Kur'ân, c. 14, s. 183, El-Bihar, c. 35, s. 227, Muhteser-üt Tuhfet-il İsna Aşeriyye, s. 151.

48-Zehair-ül Ukba, s. 21, îbn-i Asakir'in yazdığı Tercümet-ül İmam'il Hüseyn, s. 64, Yenabi-ul Meveddet, s. 107-28, Dulabi ve Tirmizi'den naklen, ayrıca ondan "sen yerinde kal" tabiri de vardır. El-Bihar, c. 35,8.223.

49-Tefsir-i Furat, s. 335 ve ayrıca bkz. s. 337 bu kitapta ayrı bir hadis ve bir takım açıklamalar da yer almıştır ve El-Bihar bunu 35. sayfa­sında da nakletmiştir.

50-Bu tabir önceki ve sonraki kaynakların hepsinde bulunmasa da on­ların çoğunda mevcuttur. Bununla birlikte aziz okuyucular aşağıda zikredilen kaynaklarda bunu görebilirler, Ed-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198, (Taberani İbn-i Merduye, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, Ebi Ha-
tem ve El-Hatib'den naklen), Feth-ül Kadir, c. 4, s. 279, Cami-ül Be­
yan, c. 22, s. 6-7, Cevami-ül Cami, s. 372, Fusul-ül Mühimme, s. 8,
Te'vil-ül Ayat-iz Zahire, c. 2, s. 457-458-459, Kifayetüt Talib, s. 112-
372, Nur-ül Ebsar'ın Hamişinde basılan îs'af-ür Rağibin, s. 106, Tef­
sir-i Furat, s. 332-340, Mecma-ül Beyan, c. 8, s. 356-357, Usd-ül Ğa-
be, c. 3, s. 413, c. 2, b. 12, c. 4, s. 29, El-Cami-üs Sahih, c. 5, s. 351-
663-699, Müşkül-ül Asar, c. l, s. 333-336, Nur-üs Sekaleyn, c. 4, s.
270-277 El-Burhan (tefsir) c 3, s. 309-325, Zehair-ül Ukba, s. 21-22,
Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 23-24-31-55-58-62-64-65-67-71-73-79-90,
İbn-i Batrik El-Umde kitabında, s. 33-39, Et Taraif, s. 124-126, El-
Bihar, c. 35, s. 207-220-226-209-231-214-219, Tarih-i Bağdad, c. 9, s.
126-127 ve c. 10, s. 278, Habib-üs Siyer, c. l, s. 304 ve c, 2, s. 11, Ye-
nabi-ül Meveddet, s. 107-228-294-310, Müstedrek-ül Hakim, c. 2, s.
416, Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 483-484-485, El-mevahib-ül Le-
dünniyye, c. 2, s. 122, Esbab-ül Nüzul, s. 203, El-Tefsir-ül Hadis, c.
8, s. 261-262, Nüzul-ül Ebrar, s. 103-104, Muhtesar-i Tarih-i Di-
meşk, c. 7, s. 13, Tehzib-ü Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 207, İbn-i Meğazi-
li'nin yazdığı Menakib-ül İmam Ali, s. 303-305, Es-Sevaik-ül Muhri-
ka, s. 141-227, Lübab-üt Te'vil "Lîl Hazin" c. 3, s.466, Müsnet-i Ah-
med c.6 s.292-304, Es-Sünen-ül Kübra, c.2, s.150, El-Kâfi, c. l, s.
287, Nazm-ü Dürer-is Simtayn, s 133-238-239, Feraid-üs Simtayn,
c. l, s. 316, El-Mahmudi'nin tahkiki ile basılan Tarih-i Dimeşk'in
TercümetTÜl Hasan bölümü, s. 62-64ı66-67-71-73 ve Tercümet-ül
İmam Hüseyn bölümü, s. 66-68-70, Süleym îbn-i Kays'ın kitabı, s.
53-150, Nefahat-ül Lahut, s. 84, Tefsir-ül Kummi, c. 2, s. 193, Mir-
kat-ül Vusul, s. 106. Dehla'nın yazdığı Es-Siret-ün Nebeviyye, c. 2, s.
300, İhkak-ül Hak, c. 2, s. 568, Mecma-ül Beyan, c. 8, s. 357.

51-Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 198, (İbn-i Merduye'den naklen), Müşkül-ül Asar, c. li s. 334, Mahmudu'nin tahkiki ile basılan Tarih-i Dimeşk'in Hayat-ül İmam-il Hasan bölümü, s. 70, Cami-ül Beyan, c. 22, a. 7, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 55-56-57-58-60-71, İbn-i Batrik'in yazdığı El-Umde kitabı, s. 44, Lübab-üt Te'vil (Hazin'in yazdığı), c. 3, s. 466, Tefsir-ül Kur'ân-il Azim, c. 3, s. 485, Nüzul-ül Ebrar, s. 103, Teysir’ül Vusul, c. 2, s. 161, Nefahat-ül Lahut, s. 84, Mirkat-ül Vusul, s.106, El-Bihar, c. 35, s. 217-218,

52-İhkak-ül Hak, c. 2, s. 568.

53-El-Kâfi, c. l, s. 287, Tarih-i Bağdad, c. 10, s. 278, Dehla'nın yazdığı Es-Siret-ün Nebeviye, c. 2, s. 300, El-Bihar, c. 35, s. 211, Tefsir-ül
Ayyaşi, c. l, s. 250-252.

54-El-Müstedrek Ala's-sahihayn, c. 2, a. 416, Zehebi'nin yazdığı Talhis’ül Müstedrek.

55-Cami-ül Beyan, c. 22, s. 7.

56-Süleym, b. Kays'ın kitabı, s. 53.

57-Emali-i Şeyh Tusi, c. l, s. 387, El-Bihar, c. 35, s. 208.

58-Müşkil-ül Asar, c. l, s. 336, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 88, Tefsir-i Furat, s. 337.

59-El-Bihar, c. 35, s. 316.

60- Sevaik-ül Muhrika, s. 227.

61-Nefahat-ül Lahut, s. 84.

62-Cami-ül Beyan, c. 22, s. 7, Tefsir-ül Kurân-il Azim, c. 3, s. 483.

63-Mahmudi'nin tahkiki ile basılan Tarih-i Dimeşk'in Tercümet-ül İmam-il Hüseyn bölümü, s. 69, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, 8. 82, Nazm-ü Dürer-is Simtayn, s. 238, Tefsir-i Furat, s. 334, El-Burhan (tefsir), c. 3, s. 313, Te'vil-ül Ayat-iz Zahire, c. 2, s. 459, El-Bihar, c. 35, s. 209, El-Hısal, c. 2, s. 403.

64-Et-Tibyan, c. 8, s. 308, Mütaşabih-ül Kur'ân ve Muhtelefih, c. 2, s. 52, El-Bihar, c. 35, s. 231.

65-Müşkil-ül Asar, c. l, s. 335 ve 33, Tefsir-i Furat, s. 335, El-Burhan (tefsir) c. 3, b. 321, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 74-75, Et-Taraif, s. 126, Zehair-ül Ukba, s. 22-23, îbn-i Batrik'in yazdığı El-Umde, s. 34, Yenabi-ül Meveddet, s. 228-229, El-Bihar, c. 35, s. 221 ve c. 45, s. 199, Es-Sevaik-ül Muhrika, s. 142, Mahmudi'nin tahkiki ile basılan Ta­rih-i Demeşk'in İmam Hüseyn'in hayatı bölümü, s. 65 ve Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 298.

66-Zehair-ül Ukba, s. 22, Yenabi-ül Meveddet, s. 108-109-249, Nur-ül Ebsar, s. 112, ayrıca onun hamişinde basılan İs.-Rağibin, s. 107, Es-Sevaik-ül Muhrika, s. 142. Bu hadis hakkında daha geniş bilgi isteyenler Ayet-üt Tathir Fi Ehadis-il Ferikayn kitabının birinci ve
ikinci cildine müracaat etsinler.

67-Tehzib-i Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 208, Ruh-ul Beyan, c. 7, e. 171.

68-Ruh-ul Beyan, c. 7, s. 171.

69-     Tac'ül Arus, c. 7, b. 217.
     
70-Lisan-ül Arab, c. 11, s. 38.
      
71-Müfradat-ür Rağib, s. 29.
       
72- Minhac-üs Sünne, c. 4, s. 21.
      
73-Maide/6.

74-Nisa/26.

75-Kıyamet/5.

76-Tevbe/55.
     
77-Tevbe/31-32
     
78-Saff/7-8.

79-Müfredat-ı Rağib, s. 305.

80-Mefhum-u muvafakat (kesin evleviyet, öncelik) Kur'an-ı Kerim'in ve
halkın konuşmalarında kullandıkları bir anlatım yöntemidir. Örneğin "Anne ve babana öf bile söyleme" buyuran ayet-i kerimeden an-
ne-babayı dövmenin de öf demek gibi yasaklandığı mefhum-u muva­
fakat (kesin evleviyet, öncelik) yoluyla anlaşılır.

81-Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) da Fedek olayında, bu ayetin, Ehl-i
Beyt'in tertemiz olduğuna dair ilahi bir tanıklık olduğunu bildirmiş­
tir. Bkz. İlel-üş Şerayi, c. l, s. 198. îhticac-ı Tusi, c. l, s. 123 ve Tef-
sir-ul Kumi, c. 2, s. 156,157.

82-Bu hadisin kaynaklan makalenin sonunda gelecektir.

83-Bkz. Sahife-i Seccadiye, 47. dua.

84-Bkz. Ayet-üt Tathir Fi Ehadis-il Ferikayn, 1. ve 2., cild.

85-Bkz. Semhudi'nin "Yenabi-ul Mevedde" adlı kitabındaki sözüne, s.
109.

86-İradenin tekvini olup olmadığı ve zikrettiğimiz diğer özellikler hak­
kında, bkz. Müteşabih-ul Kur'an c, 2, s. 53. El-Tibyan, c. 8, .s. 108.
Mecma-ul Beyan, c. 8, s. 357. Bihar-ül Envar, c. 35, s. 233. Te'vil-ul Ayat-iz Zahire, c. 2, s. 457. El-Usul-ul Amme li-1 Fıkh-il Mukarin, s.149-150.

87-KehC'49. 88-En'am/151.

89-İsra/32.

90-Vesail-üş Şia, c. 28, s. 150 ve Tefsir-ül Ayyaşi, c. l, s. 11.

91-Tefsir-ül Ayyaşi, c. l, s. 12 ve Bihar, c. 89, s. 110.

92-Nefehat-ül Lahut, s. 85 ve Delail-ül Sıdk, c. 2, s. 72.

93-Yusuf/28-29.

94-Vakıa/76.                                .

95-Lokman/13-16. Cümle-i mu'terize konusunda bkz. Tefsir-ül Kummi,
c. 2, s. 193-194 ve El-Kelimet-ül Garra (El-Füsul-ül Mühimme ile
birlikte basılan), s. 213-214 ve Nehc-ül Hakk'ın hamişi, s. 174.

96-Et-Teshil Li Ulum-it Tenzil, c. 3, s. 137 ve El-Kelimet-ül Garra (Fusul-ül Mühimme ile birlikte basılan), s. 213-214, Et-Tibyan, c. 8, s. 38, El-Mevahib-ül Lednniye, c. 2, s. 123 Zeyd b. Erkam'dan naklen; yine Bihar, c. 35, s. 207, El-Burhan tefsiri, c. 2, s. 319, Nefehat-ül Lahut, s. 85 ve Nehc-ül Hakk'ın hamişi, s. 174, Tefsir-ül Kummi, c. 2, s. 194, Feth-ül Kadir, c. 4, s. 279, Müşkül-ül Asar, c. l, s. 338-339, El-Muteser min-el Muhtasar,, c. 2, s. 267, Es-Sırat-ul Müstakim, c. l, s. 185, Nevadir-ul Usul, s. 266, İhkak-ul Hak, c. 2, s. 566, El-Mizan, c. 16, s. 310, Ezva Ala Müteşabihat-il Kur'an, c. 2, s. 117, El-Usul-ül Amme Li-1 Fıkh-il Mukarin, s. 158, Cevami-ul Cami, s. 372; Nazariyet-ül İmamet, s. 182; El-Münazarat-ul Kazimi, s. 9; El-Cami-u li ahkam-il Kur'an, c. 14, s. 182-183, Es-Sevaik-ul Muhrika, s. 147 ve Yanbi-ul Meveddet, s. 294.

97-Aynı kitaplar.

98-El-Mevahib-ül Ledünniye, c. 2, s. 123, Tehzib-ü Tarih-i Dimeşk, c. 4, s. 208, Es-Sünen-ül Kubra, c. 2, s. 150, Et-Tibyan, c. 8, s. 208-209, Tefsir-ül Kebir, c. 25-29. Garaib-ul Kur'an (Cami-ul Beyan'ın hami­şinde basılmıştır), c. 22, s. 10, El-Camiu Li Ahkam-il Kur'an, c. 14, s.183, Delalil-üs Sıdk, c. 2, s. 64 ve İhkak-ul Hak, c. 2, s. 564.

99-Et-Tibyan, c. 2, s. 308-309.

100-Bihar, c. 35, s. 235.     

101-Bkz. Nazariyet-ül imamet, s. 182 ve Muhtasar-ut Tuhfet-il İsna aşeriyye, s. 151.

102-Ahzab/33.

103-Ahzab/34. 104-Hud/73.

105-Kasas/29.

106-Feth-ül Kadir, c. 4, s. 279, Nevadir-ul Usul, s. 266, El-Camiu li Ah­kam-il Kur'an, c. 14, s. 189, Muhtasar-ut Tuhfet-il İsna Aşeriyye, s.150, Nazariyet-ül İmamat, s. 182 Tuhfet-ül İsna Aşariyye'den nak­len.

107-Ayet, Nisa suresinin 75. ayetidir ve söz, Zemahşeri'nin Keşşaf adlı tefsirinin 1. cild, 535. sayfasında mevcuttur.

108-Bu üç Cevabı Seyyid Muhammed Ali Kadı Cevami-ul Cami tefsirine olan haşiyesinde zikretmiştir, s. 372.

109-Kasas-ul Enbiya Li-n Neccar, s. 100.

110-Muhtasar-ul Tuhfet-il İsna Aşeriyye, s. 149.

111-El-Kelimet-ül Garra fi Tafzil-iz Zehra (Fusul-ül Muhimme ile basıl­mıştır) s. 213-214, Es-Sırat-uI Müstakim, c. l, s. 185, El-Mizan tef­siri, c. 16, s. 312, El-Usul-ül Amme li-1 Fıkh-il Mukarin, s. 158.

112-İhkak-ul Hak, c. 2, s. 670, Bihar, c. 16, s. 234, Ama El-Mizan tefsi­rinin sözü bu konuda mutlaktır.

113-Bu bölümle ilgili kaynaklar için bu kitabın ikinci faslında Hz. Resulullah'ı (s.a.a) Hz. Fatıma'nın (s.a) evine giderek bu ayeti tilavet ettiğine dair yaptığımız açıklamaya bakınız.

114-Cevami-ul Cami Tefsiri'nin hamişinde basılan Seyyid Muhammed Ali Kadı'nm talikatı, s. 372.

115-El-Kelimet-ül Garra Fi Tafzil-iz Zehra (El-Füsul-ül Muhimme ile basılmıştır), s. 205- El-Usul-ül Amme lil fıkh-il Mukarin, s. 150.

116-Muhtasar-ut Tuhfet-il İsna Aşeriyye, s. 152.

117-Kâfi, (Mektebet-üs Sadık yayın evi), c. l, s. 287, Tefsir-ül Furat, s.110, Tefsir-ül Ayyaşi, c. l, s. 250, Bihar, c. 35, s. 211.

118-Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 72-73.

119-El-Mehasin ve-1 Mesavi li-l Beyhaki, c. l, s. 481, Şevahid-üt Tenzil, c. 2, s. 38-39, Nur-us Sekaleyn tefsiri, c. 4, s. 276, Mecma-ul Beyan, c. 8, s. 357, Bihar, c. 35, s. 223, et-Teraifden naklen, s. 30.

 

 

İranlı Müslümanlar ve Sahabe

 

 

İranlı Müslümanlar ashab hakkında ifrat ve tefrite düşmeme­ye oldukça özen göstermektedirler. Takva ve adalet sahibi saha­bileri sever, sayar ve sevgi izharında bulunurlar. Ama Resulullah zamanında veya daha sonra bu yoldan dönen sahabileri ise ayrı tutar, eleştirirler. Zira ne de olsa sahabiler de insandır ve insan olduğu hasebiyle masum olmadıkları için de günah işleyebilir bir konumdadırlar. Semere b. Cündeb sahib olduğu bir hurma ağacı karşılığında Resulullah'ın kendisine cennette vereceği bir ağacı bile istemeyecek bir düşüklük içindeydi. Resulullah'ın torunu Hz. Hüseyin'in katledenler arasında böyle sahabiler de vardı. Dolayı­sıyla İranlı Müslümanlar her sahabiyi değil, hayatı boyunca Resulullah’a itaat etmiş sahabileri sever sayarlar. Resulullah'a muha­lefet eden sahabileri ise şiddetle reddeder ve kınarlar. Zira bilin­diği gibi Allah-u Teala'nın hiç kimse ve hiç bir kavimle özel bir il­gi ve irtibatı söz konusu değildir. Allah katında en değerli insan­lar şüphesiz ki en takvalı olanlardır. Bir zamanlar Allah-u Teala İsrail oğullarını diğer tüm insanlardan üstün kılmıştı. Ama takva­dan uzaklaştıktan ve ilahi emirleri çiğnediği için bugün dünyanın en alçak ve zelil insanları haline gelmişlerdir. Dolayısıyla değer ve büyüklüğün yegane ölçüsü takvadır. Takva ise Allah'a ibadet sayesinde elde edilebilen bir sıfattır. Allah'a ibadet etmeyen bir insanın takva sahibi olduğu asla düşünülemez. Allah'a ibadetin yolu ve yordamı ise Peygamber'e itaat etmek ve ona nazil olan ilahi emirlere teslimiyetle mümkündür. Nitekim Allah-u Teala da Nisa suresinin 115. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet ederse ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa onu döndüğü şeyde bırakırız."

Yani Peygamber'e muhalefet eden bir insanın artık ne takvası ve dolayısıyla ne de adaleti düşünülebilir. Masum olan zatların ilahi koruma altında olması ve Allah ile farklı bir irtibat içinde bulunması yine bu mukaddes zatların şahsiyetinin yüceliği ve azametinde gizlidir. Yani burada yine bir liyakat ve salahiyet söz-konusudur. Bu liyakat ve salahiyet çizgisi dışında hiç bir insanın ilahi dergah ile özel bir referans içinde olduğu söylenemez.

Bu esas üzere bir insan olan ashab için de durum aynıdır. Sırf ashab olmak ve peygamber'i görüyor olmak insana hiç bir ayrıca­lık kazandırmaz. Takva ve adalet gibi yüce kavramlar daha çok insanın ameliyle bağlantılı bir şeydir. Salt görmenin veya duyma­nın takva ve adaletin mahiyetinde hiç bir müdahalesi yoktur. Takva insanın ilahi emirlere muhalefetten çekinmesi adalet ise insanın her şeyi yerli yerine koymasıdır. Bu yüzden bir şeyi baş­ka bir yere koyan veya ilahi emirlerden birini çiğneyen bir sahabi salt Resulullah'ı gördüğü hasebiyle takva ve adalet sahibi ola­maz. Zira bunlar birer melekedir ve murakabeyi gerektirir. Ashab içinde birçok münafık mevcuttu. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, biz onları biliriz." (Tevbe/110)

Abdullah b. Mes'ud, Huzeyfe, Enes b. Malik, Sahl-i Saidi, Ebu Said-i Hudri, Ebu Hureyre ve Esma binti Ebi Bekr gibi sahabiler-den Resulullah'ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

"Ashabımdan bir grubu Kevser havuzunda bana gelecekler, on­ları tanıdıktan sonra benden ayırarak uzaklaştıracaklardır. Ben orada diyeceğim ki "Ya Rabbim ashabım, ashabım".

Allah-ü Teala'dan bir hitab gelecek ve bunların senden sonra ne gibi bid'atlar bıraktıklarını bilmiyorsun sen. Onlar geri (cahili-yete) döndüler. Denilecek; "(bunun üzerine ben de) benden sonra (dinini) değiştirenler uzak olsun, uzak olsun diyeceğim." Bir baş­ka rivayette ise "onları cehenneme atacaklar." denilmiştir.

Resulullah, Tebuk savaşından dönüşte Cuhfe yakınlarında bir yere geldiğinde ashaptan bir grup gecenin karanlığından yararla­narak Resulullah'ı öldürmek bile istemişlerdi.

Hatta Sahih-i Buhari'de yer aldığı üzere bazı sahabiler Resulullah'ın hanımlarının odasını gözetleyecek derecede takvadan mahrum kimselerdi. Bazı sahabiler Ümm'ül Mü'minin Aişe'nin, Safvan-ı Muattel ile ilişki kurduğunu iddia etmiş ve Peygamber'in mukaddes makamını lekelemeye çalışmışlardı.

Bazı sahabiler Kureyş müşrikleri için casusluk ediyordu. Bazı sahabiler içki içtiği için kırbaçlandı. Kureyş'ten ve Mahzum kabi­lesinden olan bir kadının hırsızlık suçundan eli kesildi. Bir sahibi beşinci defa hırsızlık yapınca öldürüldü. Bir erkek ve bir kadın sahabi taşlanarak recmedildi. Evli olduğu halde zina eden bir sa­habi taşlanarak öldürüldü. Bir sahabi katliamdı suçundan kısas edildi. Bazı sahabiler mezarlıkları eşerek ölülerin kefenini çalıyor ve hatta ölülere tecavüz ediyordu.

Ama bütün bunlara rağmen hayatı boyunca Resulullah'a itaat etmekten ayrılmamış örnek sahabiler de vardı. Bu sahabiler can­larıyla ve mallarıyla Allah yolunda çalışmış fedakarlıklarda bu­lunmuştu. Sahabe hakkında çok titiz çalışmalarda bulunan Alla-ne Seyyid Murtaza Askeri değerli bir araştırmasında şöyle diyor:

İbn-i Hacer "İsabe" adlı kitabının önsözünde bir bölümü ashabı tanıtmaya ayırmıştır.

"Sahabi", Resulullah'ı (s.a.a) görerek iman eden ve Müslüman olarak ölen kimseye denir, ister uzun bir zaman Resulullah'ın (sallahu aleyhi ve alih) huzurunda olsun, ister kısa bir zaman. İs­ter Resulullah’san (s.a.a) bir hadis işiterek rivayet etsin ve ister etmesin. İster Resulullah'ın (s.a.a) ordusunda yer alıp müşrikler­le savaşmış olsun isterse olmasın. Sâdece Resulullah'ın (s.a.a) za­manında yaşamak yeterlidir. Resul-i Ekrem'in yanında olması, huzurunda ve meclisinde bulunmuş olması gerekmez; Resulul­lah'ın huzuruna çıkarsa ancak körlük, hastalık gibi sebepler veya diğer engeller yüzünden onu görememiş olsa bile yeterlidir.1'

Ayrıca, İbn-i Hacer, sahabiyi, sahabi olmayan diğer kimseler­den ayırt edebilmek için bir ilke daha zikrederek şöyle söylemek­te:

"Resulullah’san (s.a.a) sonra vuku bulan savaşlarda ordunun kumandanlığını sadece ashaba bırakıyorlardı."2

O halde İbn-i Hacer'e göre, ridde ve fetih savaşlarının büyük-küçük hepsinin komutanlığını ashab üstlenmiştir.

Dolayısıyla, "Yüz elli uydurma sahabi" adlı kitaba müracaat edecek olursanız, sahabiyi tanıma ve belirlemede ne kadar tutar­sız ve ciddiyetten uzak olunduğu sonucuna varmak mümkündür. Ayrıca bu yolun İslam tarihiyle Resulullah'ın hadis ve sünnetine getirecek zararları açıkça görebilirsiniz.

Ehl-i Sünnet bilginlerinin sahabiyi tanımak için ileri sürdükle­ri kuralları tanıdıktan sora burada ashabın adaleti konusunda Ehl-i sünnetin getirdiği delilleri incelememiz uygun olacak.

İbn-i Hacer şöyle diyor:

"Ehl-i Sünnet Resulullah'ın (s.a.a) bütün ashabının adil olduğu konusunda ittifak etmiştir ve bu konuda sayılan az olan bidatçı-lardan başka hiç kimse muhalefet etmemiştir."

Ehl-i Sünnet bilginleri, Resulullah'ın (s.a.a) ashabının tamamı­nın adil olduğunu, İslami hüküm ve bilgileri elde etmek için onla­rın hepsine müracaat ederek İslam akidesini onlardan almayı şart koşmuşlardır.

Ehl-i Sünnet mektebinde, Diraye ve Hadis ilmi bilginlerinden

1-el-İsabet-u fi Temyiz-is Sehabe, (İbn-i Hecer-i Askalani, c. l, s. 10.)

2-el-İsabet-u fi Temyiz-is Sehabe, (İbn-i Hacer-i Askalani, c. l, s. 13; c.1,8.16.)

*-Bu kitapta, Allame Seyyit Murtaza Askerî, adları kitaplarda sahabi olarak geçen 150 uyduruk insan üzerinde duruyor ve bunların sadece hayali isimlerden ibaret olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu kitap Arapça ve Farsça olarak yayınlanmıştır.

 

birisi olan Ebu Hatem-i Razi, kitabının önsözünde Resulullah'ın (s.a.a) ashabının adaleti konusunda şöyle yazmaktadır:

"Resulullah'ın (s.a.a) ashabı, vahyin ve Kur'an-ı Kerim'in inişi­ne şahid olan, onun tefsir ve te'vilini bilen kimselerdir. Allah Teala onları Peygamberine yardımcı olmaları, dini ayakta tutmaları ve tanıtmaları için seçip, beğenmiş ve bizlere rehber kılmıştır.

Onlar, Resulullah'ın (s.a.a) Allah Teala tarafından kendilerine tebliğ ettiği şeyleri, sünnet bıraktığı metodları, vaaz ettiği kanun­ları, verdiği emirleri ve yine iyi bilip emrettiği veya nehyettiği, ta­lim verdiği ve terbiye ettiği şeylerin hepsini bütün varlıklarıyla öğrenmiş ve dinde bilgin ve fakih olmuşlardır.

Onlar, Resulullah'la (s.a.a) olan irtibatları vasıtasıyla dini iyice kavramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in tefsir ve tevilini doğrudan, va­sıtasız olarak ondan almış, Allah Teala'nın emir ve nehiylerini ve ayetlerin her birinin maksat ve anlamını Resulullah'ın (s.a.a) kendisinden öğrenmişlerdir.

Allah Teala, onları ümmetin önderliği ve rehberliğine seçerek şüphe, terdid, yalan, hata, kötü zan, egoistlik, başkalarını çekiş­tirme ve dedikodudan uzak kılmıştır.

Onlara ümmetin adilleri adını vererek Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat-orta yolu izleyen- bir ümmet kıldık" (Bakara/143).

Resulullah (s.a.a) bu ayette geçen "vasat" kelimesini "adiller" olarak tefsir etmiştir. Buna göre, ashab bu ümmetin adilleri, ön­derleri, doğru yolun göstericileri, din konusunda Allah'ın hücceti, Kur'an ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini nakledenlerdir.

Allah Teala, bize ashaba sarılmamızı, onların metodunu örnek edinmemizi ve onların yolundan hareket etmemizi emretmiştir. Bu konuda Nisa suresinin 115. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

"Kimde kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygamber'e muhalefet ederse ve mü'minlerin1 yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız..."

Hadislerde, Resulullah'ın (s.a.a) halkı sözlerini diğerlerine ulaştırmaya teşvik ettiğini, bu konunun ne kadar önemli olduğu­nu ashabına vurguladığını ayrıca konuşmalarını diğerlerine teb­liğ edenler hakkında ise şöyle dua ettiğini görmekteyiz:

l- Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri, bu ayetten maksadın ashabın mümin­leri olduğuna ve sıradan her sahabenin kastedilmediğine inanmaktalar; zira ayette mümin kelimesi de sarih olarak geçmiştir.

"Allah Teala, benim sözlerimi işiterek diğerlerine ulaştırmak için aklına yerleştiren kimseyi hoşnut etsin."

Ve yine bir hutbesinde de şöyle buyurmaktadır:

"Hazırdakiler bu sözlerimi gayıptakilere -burda olmayanlara-ulaştırsın."

Yine buyurmuştur ki:

"Kur'an-ı Kerim'den bir ayet bile olsa benim dilimden diğerleri­ne ulaştırın ve hiç bir şeyden korkmadan sözlerimi rivayet edin."

Dolayısıyla Resulullah'ın (s.a.a) ashabı bütün şehir ve bölgele­re dağılarak savaşlara ve zaferlere katıldılar. Kumandanlık, da­valarda kadılık mevkilerini, idari ve hükümet makamlarını üzer­lerine aldılar.

Şehirlerde ve gittikleri veya ikamet ettikleri her yerde Resulullah’san (s.a.a) öğrenip akıllarına yerleştirdikleri şeyleri diğerleri­ne ulaştırarak onları yayıyorlardı.1

Yine kendilerinden sorulan her soruyu Resulullah'ın (s.a.a) benzeri meselelere verdiği cevaplardan yararlanarak cevaplandı­rıyor ve kendi görüşlerim belirtiyorlardı. Böylece ashap tertemiz niyetle, Allah Teala'ya takarrub ve yakınlık kastıyla kendilerini sadece ahkamın farzlarını ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetlerini, helal ve haramı öğretmek için hazırlamışlardı.

Onlar Allah Teala'nın davetine icabet ederek O'na dönünceye kadar böyleydiler. Allah'ın bağışı, rahmeti onların cümlesinin üzerine olsun ve onları cennet ile mükafatlandırsın."2

îbn-i Abdulbir de, meşhur "İstiab" adlı kitabının önsözünde şöyle demektedir:

"Ashabın hepsinin adaleti ispatlanmıştır." Sonra da, daha önce Razi'den naklettiğimiz ashabın müminleri hakkında gelen ayet ve hadisleri kaydetmiştir.3

İbn-i Esir de "Usd-ül Gabe" adlı kitabının önsözünde şöyle yaz­maktadır:

"Şer'i ahkamın bilinmesi, helal ve haramın tanınmasında eksen olan temel sünnetin ispat ve kabulü, o sünnetin ricalini, senet ve ravilerini tanımaya bağlıdır ve onların başında Resulullah'ın (s.a.a) ashabım tanımak yer almaktadır. Buna göre, Resulullah'ın (s.a.a) ashabını tanımayan kimse, hadis ve sünnetin ravilerini as-

1-Halifeler, bütün güçleriyle Hicri birinci yüzyılın sonlarına kadar, Re­sulullah'ın (s.a.a) hadislerinin yayılmasını, rivayet edilmesini ve özellikle yazılmasını engellediler.

2-Takdimet-ül Marife, c. 7, s. 9.

3-el-İstiab fi Marifet-il Ashab (İbn-i Abdulbir), s. 2.

 

la tanıyamaz, onlar o kimse için her zaman meçhul ve yabancı kalacaklardır. O halde, Resulullah'ın (s.a.a) ashabının neseb ve tarihlerini tanımak gerekir..."

Sonra sözüne şöyle devam etmektedir:

"Resulullah'ın (s.a.a) ashabı, hadis ve sünnet senetlerinde yer alan diğer ravilerle cerh, ta'dil ve onların durum ve davranışları hakkındaki eleştiriler dışında her açıdan eşit ve beraberdirler; zi­ra ashabın hepsi adildir; onlara kusur bulmak, onları eleştirmek imkansızdır..."1

Hadis Hafızı İbn-i Hecer de bu konuda İsabe adlı kitabının ön­sözünde şöyle yazmaktadır:

"Ehl-i Sünnet bilginleri, Resulullah'ın (s.a.a) ashabının hepsi­nin adil olduğu konusunda ittifak etmişlerdir ve bu konuda, bidatçilerden olan küçük bir grup dışında hiç kimse muhalefet et­memiştir."2

Hadistiler, İmam Ebü Zar'e'nin şöyle dediğini rivayet etmişler­dir:

"Bir kimsenin ashaba kusur bulduğunu ve ashabı eleştirdiğini görürsen bil ki o zındık ve kafirdir!3 Zira Allah'ın hak olduğunu^ Kur'an-ı Kerim'in ve hakkında nazil olduğu her şeyin hak ve doğ­ru olduğunu biliyoruz ve bunları bizlere ulaştıran ise Resulullah'ın (s.a.a) ashabıdır.

Buna göre, Resulullah'ın ashabına kusur bulmaya kalkışanlar, bütün bu konulan ve tanıklarımızı itibarsız ve önemsiz addede­rek rahatça Kur'an-ı Kerim ile sünnetin batıl ve itibarsız olduğu­nu söylemeye çalışmaktadırlar; halbuki ashaba kusur bulmaya

1-Usd-ül Gabe fi Marifet-is Sahabe (İbn-i Esir), c. l, s. 3.

2-el-İsabet-u fi Temyiz-is Sehabe, c. l, s. 17, 22.

3-Acaba, imam ve sığa (güvenilir) olan Ebu Zer'a, Resulullah'ın asha­bından olan ve ayet-i kerimenin ortaya koyduğu gibi Allah'tan başka hiç kimsenin kendilerini tanımadığı münafıklar hakkında görüşü ne­dir?

Acaba onları tanıyor muydu? Acaba, kardeşi olan diğer bir sahabeyi fa-sık sayan veya diğer bir sahabeyi sürgün ederek şehrinden uzaklaştı­rarak ölümüne sebep olan diğer sahabe hakkında görüşü nedir?

Öfkelenerek diğer bir sahabeyi küfür ve çirkin sözlere tabi tutan veya eli diğer bir sahabenin kanına bulanan sahabenin hakkında ne de­mektedir?!

Ebu Zer'a'nın dediği bu sözler sadık sahabenin müminleri hakkındadır, münafıklar hakkında değil. Bu tür taşkınlık ve sapıklıkların örnekle­rine, "Nakş-i Aişe der Tarih-i İslam" ve "Abdullah b. Seba" kitapla­rında çokça rastlamak mümkündür.

 

çalışan bu zındıklar çirkinlik ve kötülüğe herkesten daha layık­tırlar."1

İslam dininde "halife", "imam" ve "sahabi kavramlarının an­lamlarını dakik bir şekilde incelemek için, bu terimlerden biraz bahsetmek gerekmektedir.

l-Şer'î Terim

İslam'ın zuhuruyla Araplar arasında o zamana kadar eşi olma­yan özel isimlendirmeler yapıldı. Örneğin Arapçada özel bir anla­mı olan bir kelime İslam dininde bambaşka bir anlam buldu. Arapçada dua ve yakarış anlamında olan "salat" kelimesi gibi; İs­lam dininde salat dua ve özel bir takım hareketlerin birleşimi olan namaza denir.

Salat kelimesi İslam dininde bir süre yeni anlamda kullanıl­dıktan sonra yavaş yavaş lügat anlamı kayboldu; öyle ki, Kur'an-ı Kerim'de, hadislerde ve Müslümanların arasında bu kelime ne zaman ve nerede kullanılsaydı, özel birtakım hareketlerle belli başlı sözlerden ibaret olan namaz akla geliyordu. Böyle bir keli­meye İslam bilginleri şer-i ıstılah demekteler ve biz ona İslam'ın icat ettiği terim deriz.

2- îstılah-ı Müteşerria veya Müslümanlar tarafından icad edi­
len terim:                           ,

Bazen bir kelimenin Arap edebiyatında özel bir anlamının ol­duğunu, Kur'an-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde de aynı anlamda kullanıldığını, ancak bir müddet sonra Müslümanların onu başka bir anlamda kullandıklarını görüyoruz. Arapçada çaba ve çalışan kişi anlamında olan içtihad ve müçtehid kelimele­ri gibi; Kur'an'da ve sünnette de bu anlamda kullanılmıştır. An­cak Müslümanlar Hicret'in ikinci yüz yılından sonra onu, İslam fıkhında alim ve profesör olan kimse anlamında kullanmışlardır ve günümüze kadar da Müslümanlar arasında bu anlamda kulla­nılmış ve halen de bu anlamda kullanılmaktadır.

Böyle kelimelere İslam bilginleri "müteşerria ıstılahları" derler ve biz ona Müslümanlar tarafından icat edilen terim diyoruz.

3-Arap lügati ve Arap örfü

Günümüzde Arap Müslümanlar arasında kullanılan çoğu keli­meler Arap lügatinde özel bir anlam taşır. Bu kelimeler Kur'an-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde olduğu gibi günümü­ze kadar Müslümanlar arasında aynı anlamda kullanılmaktadır; "birr-i valideyn" ve "sıla-i rahim" terimleri gibi.

Anlam ve mefhumlarında bir değişiklik olmayan böyle kelime-

1- el-İsabet-u fi Temyiz-is Sahabe, (İbn-i Hecer-i Askalani), c. l, s. 18.

 

lere Arap lügati veya Arap örfü denilmektedir.

Arapça kelimeleri toplayarak lügat kitaplarım derlemeye baş­ladıkları Hicretin ikinci ve üçüncü yüz yıllarında her kelime ve terimin açıklamasında, o kelimenin cahiliyet devrinden o güne kadar taşıdığı farklı anlamlarının hepsini bir araya topladılar, o kelimenin anlamlan olarak birbirinin peşine yazdılar ve örneğin falan kelimenin hangi zamanda ve hangi devirde falan anlamda kullanıldığını belirtmediler. Sonuçta, o lügat kitaplarında o keli­menin cahiliyet devrindeki anlamı ve şer-i ıstılahı yani İslamî özel terim olarak taşıdığı anlam ve Müslümanlarca icat edilen te­rimler (yani müteşerria ıstılahı) fıkıh konulan dışında birbirin­den ayırt edilmedi. Fıkıh konularında yer alan kelimelerin bu im­tiyazının sebebi de, fakihlerin Resulullah'ın (s.a.a) zamanından günümüze kadar salat, hac vb. gibi fıkhı ıstılahlar ve onların an­lamlan hakkında araştırma yapmalarıdır.

Ancak dediğimiz gibi diğer terimler hakkında böyle bir araştır­ma yapılmış değil; üzerinde araştırılması gereken bu kelimeler­den biri de "sahabe" ve "sahabi" kelimesidir. Burada biz bu keli­me üzerinde duracağız.

Arapçada sahabe ve ashap kelimesi görüşen kimse anlamında olan ve bazen de dost ve yardımcı anlamında kullanılan sahip ke­limesinin çoğuludur.

Sahib ve sahabi kelimesi, iki veya ikiden fazla kişinin bir müd­det birbirinin yanında olup görüştüğü ve bazen de arkadaşlık edip yardımlaştıkları durumlarda kullanılır. Dolayısıyla bu keli­me her zaman başka isme eklenerek bir isimle birlikte kullanıl­maktaydı; örneğin "falancanın ashabı" derlerdi, ve hiç bir zaman tek başına kullanılmazdı. Kur'an-ı Kerim'de, hadis ve sirette de bu kelime Resulullah'ın (s.a.a) asrından bugüne kadar, bu anlam ve mefhumda kullanılmıştır. Örneğin: Resulullah'ın sahibi, Resu­lullah'ın ashabı, sahib-i sicn ve ashab-ul cenne ıstılahları gibi; bu­rada sahib kelimesi Resulullah, sicn ve cennet kelimelerine izafe olmuştur.

Ancak daha sonraları "Resulullah'ın ashabı" terimi Ehl-i Sün­net bilginleri ıstılahında hiç bir şeye izafet olmaksızın "sahabi" ve "ashab" şeklinde kullanıldı. Dolayısıyla ashab ve sahabi kelimele­rinin böyle kullanılışı Müslümanlar tarafından türetilmiş bir terimdir, şer'i bir terim değildir.

Daha önce de dediğimiz gibi Ehl-i Sünnet mektebinde sahabiyi tanıma konusunda çok müsamaha edilmiştir. Zira onlar demişler­dir ki:

"Müslüman olarak bir kez dahi olsa Resulullah'ı gören ve Müslüman olarak ölen kimse Resulullah'ın ashabıdır."

Lügat yazarları da sahabi kelimesini, kitaplarında böyle açık­lamışlardır.

Örneğin Mu'cem-ul Vesit'de şöyle geçmiştir:

"Sahabi Resulullah'a iman ederek onu gören ve Müslüman ola­rak ölen kimseye denir. Bu kelimenin çoğulu ise Sahabedir."1

Ehl-i Sünnet mektebinde ashabın tanıtımı konusunda yapılan bu müsamaha yüzünden de varlığı olmayan ve kendilerine sadece efsanelerde rastlanan birçok kimseler (hakkında müstakil bir ki­tap yazdığımız yüz elli uydurma sahabi gibi)2 Resulullah'ın (s.a.a) ashabının safında yer almış, yazarlar onlar için şerh-i hal yazmış ve bin yılı aşkın bir zaman boyunca onlara Resulullah'ın (s.a.a) ashabı arasında yer vermişlerdir!

Sahabe, sahabi ve sahib, Arapçada kendisiyle görüşülen kimse anlamına gelir. Bu kelimeler, Kur'an-ı Kerim'de ve sünnette de bu anlamda kullanılmıştır. Ancak Ehl-i Sünnet mektebinde, bir kerede olsa Müslüman olarak Resulullah'ı gören ve Müslüman olarak ölen herkese sahabi denilmektedir. O halde, bu adlandır­ma şer'i bir ıstılah değildir; bilakis, müteşerria ıstılahı olup Ehl-i Sünnet mektebinin izleyicilerinin adlandırmağıdır. Bu kelimenin Kur'an'da ve sünnetteki kullanışı, Arap lügatinde mevcut bulu­nan anlamındadır.

Ehl-i Bey t mektebi izleyicileri sahabi olma konusunu örfi bir şey bilmektedir. Şöyle ki; örf bir kişinin uzun bir zaman diğer bi­risinin yanında olup onunla muaşeret ettiği takdirde onun sahabisi bilmektedir. Sadece bir kişiyi görmekle o kimseye, o kişinin musahibi ve sahabesi denilmez. Resulullah'la (s.a.a) muaşeret et­mek de böyledir; Resulullah'ın (s.a.a) etrafında bulunanlar, örfün nezdinde, Resul-i Ekrem'le bir müddet beraber oldukları takdirde onun sahabisi sayılabilirler.

Ehl-i Beyt mektebinin izleyicileri şöyle demekteler:

Resulullah'ın (s.a.a) ashabı, adalet ve takva açısından hepsi bir ayarda ve bir derecede değillerdir. Onlardan bazıları gerçekten sakınan ve takvalı kimseler olup hakiki müminlerken diğer bazı­ları riyakâr, iki yüzlü olup İslam'a ve Resulullah'a (s.a.a) gizlice düşmanlık ve nifak etmekteydiler. Onlar o kadar kurnaz Ve uya­nıklardı ki, sadece Allah Teala onları tanımaktaydı ve diğerleri

1-Mucem-ül Vesit, Mısır baskısı, c. l, s. 510.

2-Varlığı olmayan uydurma sahabelerin sayısı bundan çok daha fazla­dır, ancak biz bu kitapta onlardan sadece yüzellisini tanıtmakla yetindik.

 

Onları tanımaktan acizlerdi. 8u münafıklar Kur'an-ı Kerim'de tanıtılmaktadır:

"Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır, -onlar öy­le uyanıktırlar ki- Sen onları bilmezsin, biz onları biliriz..."13

Münafıklar hakkında inen bu ayetin anlatım tarzına dikkat et­tiğimizde Medine'de Resulullah’ın (s.a.a) çevresinde toplananlar­dan bazılarının zahiri yollarla tanınmayan münafıklar oldukları anlaşılır. bunların tanınması ancak Allah Teala'nın onları tanıt­masıyla mümkün olur. İşte bunun içindir ki, müminlerle münafıkların bir safta yer almaması ve hepsine bir ayarda itimad edil­mesin diye Kur'an-ı Kerim'de ölçü ve özel bir takım isimler kulla­nılmıştır. Örneğin, Kur'an-ı kerim'de Resulullah'ın (s.a.a) ashabı övüldüğü zaman, bu övgünün sadece ashaptan mümin olanları kapsadığının ve münafıklara şamil olmadığının anlaşılması için *iman" kelimesiyle birlikte getirilmiştir.

Bu konuda getirebileceğimiz diğer bir örnek de "Şecere bi'ati" veya "Bi'at-ı rıdvan" hikayesidir. Özellikle Ehl-i Sünnet mektebi bilginleri çoğu yerde ona istinad etmekte ve onunla delil göstermekteler.

Hicret'in altıncı yılının Şevval veya Zilkade ayında, Resulullah (s.a.a) ashabından bin üçyüz ve diğer bir rivayete göre ise bin altı yüz kişiyle birlikte Umre haccı için Medine'de ihram giyerek yedi yüz kurbanlıkla birlikte Mekke'ye doğru yola çıktı ve Medine'den dokuz mil uzaklıkta olan Hudeybiyye'de konakladı.

Resulullah’ın (s.a.a) Medine'den Mekke'ye doğru hareket ettiği haberi Kureyş'e ulaşınca Kureyş Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'ye girmesine engel olmak için savaş hazırlıkları yapıp bir orduyla Mekke'nin dışında Müslümanları beklemeye koyuldular.

Müslümanlar susuz olduklarını Resulullah'a (s.a.a) bildirdiler. Resulullah (s.a.a) bir ok çıkararak onu, dibi rutubetli görünen bir çukura sokmalarım emretti. Oku çukura sokunca çukurun dibin­den su kaynamaya başladı. Resulullah'ın (s.a.a) yanında olan her­kes ve hatta kurbanlık için getirdikleri develer ve diğer hayvan­lar kana kana su içtikleri halde o su hala kaynamaya devam edi­yordu. Bu hayret verici olaya, Ged b. Kays, Üveys oğlu Huli ve Künyesi Ebu-1 Habbab olan Abdullah b. Ubey adlarındaki müna­fıklardan üç kişi şahid olmuşlardı. Bu arada Üveys Abdullah'a dedi ki: -Ey Ebu Habbab! Acaba basiretli olmanın zamanı gelme­di mi? Acaba bundan daha büyük bir mucize olabilir mi?

Abdullah: Bence pek önemli değil; ben bundan daha büyükleri­ni gördüm.

487

Kays Abdullah'a dedi ki:               ,

-Allah seni ve düşüncelerim rezil etsin.

Allah Teala, Peygamber'i bu üç münafığın macerasından har berdar kıldı. Abdullah Resulullah'ın (s.a.v) huzuruna gidince Pey­gamber ona sordu ki:

-Ey Ebu-1 Habbab! Sen bugün gördüğün şeyin benzerini nerede gördün?!

-Hiç bir zaman böyle bir şeyi görmedim.

-O halde neden böyle dedin.

-İstiğfar ediyorum ve Allah'tan beni affetmesini diliyorum.

Daha sonra Abdullah'ın oğlu Resulullah’san rica ederek, "Ey Allah'ın resulü, Allah'tan babam için bağış dile", dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) Allah Teala'dan onun için ba­ğış diledi.

Sonunda orada Kureyşli müşriklerle Resulullah’ın (s.a.v) asha­bı arasında çatışma başladı. Neticede her iki taraftan bir kaç kişi yaralandı ve bir kaçı da esir düştü.

Bu olay karşısında Resulullah (s.a.v) savunma hazırlığına geçti ve orada bulunan bir ağacın altında Kureyş'le savaşmak için ken­di ashabından bi'at aldı. Üç münafıktan birisi olan Ced b. Kays dışında orada bulunanların hepsi Resulullah'a (s.a.v) bi'at ettiler. Ced b. Kays bir devenin altına gizlenerek Resulullah'a (s.a.v) bi'at etmedi.

Kureyşli müşrikler Abdullah b. Ubey'e haber göndererek, "se­nin Mekke'ye girmen için bir engel yok, istersen gelip Umre tava­fım yerine getirebilirsin", dediler.

Abdullah'ın oğlu babasının Kureyş'in önerisini kabul etmesine mani oldu ve Resulullah (s.a.v) da Abdullah'ın Mekke'ye gidişim istemedi.

Nihayet Resulullah'la (s.a.v) Kureyş müşrikleri arasında ant­laşma imzalandı. Bu antlaşma uyarınca Müslümanlar o yıl Mek­ke'ye gitmeyecek gelecek yıl umre için gelebileceklerdi. Ömer bu antlaşmaya çok şaşırarak itiraz etti, ancak Ebu Bekr ve Ebu Ubeyde onu susturdular. Müslümanlar da Resulullah'ın (s.a.v) emriyle develerini orada kestiler, başlarını tıraş ettiler ve ihram­dan çıktılar. Allah Teala bu hikaye hakkında bu ayeti indirdi:

"Andolsun, Allah, sana o ağacın altında bi'at ederlerken mü­minlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üze­rine güven duygusu ve huzur inmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılığı) olarak vermiştir."1

l- Feth/18.

Bu olay o gün Hudeybiyye'de vuku bulduğu için "Hudeybiyye sulhu" diye adlandırılmış ve Resulullah'a (s.a.v) bir ağacın altın­da bi'at edildiği için de "şecere (ağaç) biati" ve Allah Teala'nın o vakıada bulunan müminlerden hoşnutluğunu belirten ayet indiği için ise "Rıdvan biati" denilmiştir. Sonuçta orada bulunarak Resulullah'a (s.a.v) biat edenlere de "Rıdvan bi'atı ehli ve Şecere bi'atı ehli" ismi verilmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, bu ayette "radi-yallah" şeklinde geçen Allah Teala'nın övgü ve hoşnutluğu sadece müminleri kapsamına almaktadır. Buna göre, orada bulunan ve Resulullah'la (s.a.v) bi'at da eden, sahabeden olan münafıklara şamil olmamaktadır; Münafikun suresinde kınanan Abdullah b. Ubeygibi.

Bu ayete benzer bir çok ayet mevcuttur ki hepsinde aynı ger­çek açıklanmıştır. Bu konuda mu'teber Ehl-i Sünnet ve Şia kay­naklarında Resul-i Ekrem'den (s.a.v) nakledilen birçok hadis var­dır. Biz burada Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilen bir hadis­le yetiniyoruz:

Bu hadis, sahih senetlerle Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sü-nen-i Tirmizi, İbn-i Mace, Müsned-i Ahmed vs. gibi bir çok mute­ber Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilmiştir.

Bu hadis, Sahih-i Buhari'de muhtelif bablarda gelmiştir. Buna "Havuz" babını örnek verebiliriz.1

Abdullah b. Mes'ud, Huzeyfe, Enes b. Malik, Sahl-i Saidi, Ehu Said-i Hudri, Ebu Hureyre ve Ebu Bekir kızı Esma gibi sahabiler-den naklen bu hadis şöyledir:

Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:

"Ashabımdan bir grubu Kevser havuzunda bana gelecekler, on-lan tanıdıktan sonra benden ayırarak uzaklaştıracaklardır. Ben orada diyeceğim ki, 'Ta Rabbim, ashabım, ashabım."

Allah Teala'dan bir hitap gelecek ve "bunların senden sonra ne gibi bid'atlar bıraktıklarını bilmiyorsun sen. Onlar geri (cahiliyete) döndüler!" denilecek. (Bunun üzerine) ben de, "benden sonra (dinin hükümlerini) değiştirenler uzak olsun! Uzak olsun! diyece­ğim."

l- Sahih-i Buhari, c. 4, s. 94-95, "Fil Havzi Minel Kitab-ir Rikak" babı; fiten kitabı, bab: 1; Enbiya kitabı, bab: 8 ve 48; beşinci surenin tefsi­ri, bab: 14.

Sahih-i müslim, Kitab-ı Fezail, 26, 29, 32 ve 40. hadisler.

Sûnen-i ibn-i Mace, Kitab-ı Menasik, 76. bab.

Müsned-i Ahmed, c. l, s. 453, c. 3, s. 28, c. 5, s. 48-50.

 

 

Başka bir rivayet ise şöyledir:

"Onları cehenneme atacaklar"

Şimdi konunun ne denli hassas olduğu açıklığa kavuşması için Resulullah'ın (s.a.a) zamanındaki sahabeden bazılarının kısa da olsa siretlerine bir göz atılması uygun olacak.

Her konudan daha önemlisi Resulullah'a (s.a.a) suikast girişi­midir. Bu üzücü olay sağlam Ehl-i Sünnet kaynaklarında şöyle geçmektedir:

Tebuk savaşından dönüşte, Cuhfe yakınlarında ashaptan bir grubu gecenen karanlığından yararlanarak Resulullah'a (s.a.a) suikast düzenleyerek ortadan kaldırmayı kararlaştırdılar.

Allah Teala onların maksadını Resul'üne bildirdi. Resulullah (s.a.v) ordunun yönünü değiştirdi ve İslam ordusuna dağın ete­ğinden hareket etmelerini emretti ve kendisi de "Haşeri" geçidin­den geçti.

Ammar Resulullah’ın (s.a.a) devesinin yularını çekiyor ve Huzeyfe de arkadan sürüyordu.

Resul-i Ekrem'i (s.a.v) terör etmek isteyen sahabiler o geçitte Peygamber'in yolunu keserek gecenin karanlığında Peygamber'e saldırdılar; tahtırevanın iplerini keserek ellerinde olan şişlerle deveyi ürküttüler. Maksatları Resulullah'ı tahtırevanla birlikte dereye yuvarlamak idi.

Resul-i Ekrem'in (s.a.a) eşyalarından bir kısmı yere düşerek: dağıldı. Peygamber (s.a.a) Huzeyfe'ye onlara saldırmalarını em­retti.

Huzeyfe elindeki sopayla onların develerinin başına vurmaya başladı ve nihayet onlar kaçmak zorunda kaldılar.

Resulullah'ı (s.a.a) terör etmek isteyenler kaçarak hemen ken­dilerini İslam askerlerinin arasına gizlediler ve askerlerden hiç kimse onların bu hareketlerinden haberdar olmadılar.

Sabah olunca Peygamber (s.aa) geçen akşam olup bitenleri ve saldıranların kaçışım ashabından bazılarına anlattı. Bunun üze­rine Useyd b. Huzeyr konuşmaya başladı.

-Ey Allah'ın Resulü, emredin onları öldürelim.

-Halkın, Muhammed'in düşmanlarla savaşı bitince kendi asha­bını öldürmeye başladı, demesinden hoşlanmıyorum.

-Onlar sizin ashab ve dostlarınız değiller.

-Onlar "şahadet ederiz ki, Allah birdir" demiyorlar mı?

-Evet, ama bu şehadeti inanarak demiyorlar.

-Gösteriş için de olsa "şahadet ederiz Muhammed Allah'ın resu­lüdür" demiyorlar mı?

-Evet, ama gerçekte böyle bir şahadete inanmıyorlar.

-Ben böyle kimseleri (kelime-i şehadeti söyleyenleri) öldürmek­ten nehyedildim.1

Bunun dışında sahabelerden münafık olanlar Resulullah'a (s.a.a) birçok eziyetler etmiş ve Peygamber'i (s.a.a) incitmişlerdir. Aşağıdaki olay bunun küçük bir örneğidir:

Sahih-i Buhari'de şöyle nakledilmektedir: Resulullah (s.a.a) hanımlarından birisiyle odasında olduğu hâlde adamın birisi yük­sek bir yerden Peygamber'in odasının içine bakıyordu. Resulullah (s.a.a) bunun farkına varınca savaş aletini ona doğru fırlatarak gözünü hedef aldı ve o adam kaçıverdi.2

Resulullah'a (s.a.a) yapılan en çirkin eziyet hanımlarına yapı­lan iftiradır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de ona işaret ederek bu­yuruyor ki:

"Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden bir­likte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şey say­mayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her birine kazan­dığı günahtan (dolayı cezalar) vardır. Onlardan (iftiranın) büyü­ğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır. Onu işittiğimiz za­man, erkek müminlerle kadın müminlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup, bu açıkça uydurulmuş iftira bir söz­dür, demleri gerekmez miydi? Ona karşı dört şahidle gelmeleri gerekmez miydi? Şahidleri getirmediklerine göre, artık onlar Al­lah katında yalancıların ta kendileridir." 3

Ümm-ül Müminin Aişe, bu ayetlerin, Beni Mustalika gazvesin­de sahabilerden bir kaç erkek ve kadının kendisine iftirada bulu­narak Safvan-ı Muattel'le ilişkide bulunduğunu söylemeleri üze­rine kendisini temize çıkarmak için nazil olduğunu söylemekte­dir.

Başka rivayetlerde de bu ayetlerin, Resulullah'ın (s.a.a) tek oğ­lunun annesi olan Mariye-i Gıbtıyye'yi kendisine edilen iftiradan

1-Bu hakiye İmta-il Esma-il Mukrizi'de ve diğer Ehl-i Sünnet kaynak­larında, Resulullah'ın (s.a.a) Tebuk gazvesinden dönüşünde kaydedilmiştir. Halbuki Şii kaynaklarında bu hikaye Resulullah'ın (s.a.a) Veda Hacc'ından dönüşünde kaydedilmiş ve onların, "Gadir" olayın­dan rahatsız oldukları bildirilmiştir. Velhasıl, olayın nasıl olduğu
pek önemli değil; önemli olan Resulullah’ın (s.a.a) canına suikast edi­lişi ve bu suikasta sahabeden bazılarının şahsen katılmalarıdır ve bunu da her iki mezhep teyid etmektedir.

2-Sahih-i Buhari, c. 4, s. 128, Kitab-ı Hudud, men ittalee fi beyti kav­min fe'kau ayneh babı.                      

3-Nur/11.

 

temize çıkarmak için nazil olduğu nakledilmiştir.

Her halükarda,, bu ayetler ister Aişe'yi temize çıkarmak için nazil olmuş olsunlar ve ister Mariye-i Gıbtıyye'yi pek önemli de­ğil. Önemli olan sahabeden olan bir grubun (Ehl-i Sünnet'in sa­habe için söz konusu ettiği terimi dikkate alırsak) Resulullah'ın (s.a.a) kutlu ailesine ve muhterem haremine iftira ederek Peygamber'in hanımını zinayla suçlamalarıdır.

Resulullah (s.a.a) Mekke'yi fethetmek üzere yola koyulduğun­da etrafındakilerden bu haberin gizli kalmasını ve Mekke'ye doğ­ru yola çıkışının Kureyş müşriklerine ulaşmamasını istedi. İslam Peygamber'i müşriklerin haberdar olarak Müslümanlarla karşı­laşmak için aralarında antlaşma olan kavimlerden bir ordu hazır­layarak savaşa hazırlanmamalarını ve savaşta Müslümanlardan bir grubun ölmemesi için ansızın düşmanı bastırmak ve müşrik­leri Mekke'de gafil avlamak istiyordu. (Resulullah (s.a.a) düşma­nı gafil avlayarak bu hedefine ulaştı.)

Ancak Muhacir ashaptan olan ve Bedir savaşında da Peygamber'in emri altında savaşan Biltae oğlu Hatib Kureyş'le antlaşma­sı olan Araplardan olduğu için Kureyş müşriklerine bir mektup yazarak Resulullah'ın (s.a.a) hedefini ve kendilerini gafil avlamak istediğini onlara bildirdi ve mektubu bir kadınla Mekke'ye gön­derdi. Ancak bu mektup müşriklere ulaşmadan önce Allah Teala durumu Peygamberine bildirdi. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Mikdad ve Zübeyr'le birlikte o kadının arkasından gönderdi. On­lar kendileri kadına ulaşarak mektubu ondan alarak Medine'ye geri çevirdiler.1

Resulullah'ın (s.a.a) zamanında ashaptan bazıları bir takım günahlar işlemişlerdi ve bu yüzden kendilerine şer-i had veya kı­sas uygulanmıştır. Örneğin:

Şarap içme haddi,2 Kureyş'ten ve Mahzum kabilesinden olan bir kadının hırsızlık suçuyla elinin kesilmesi,3 beş kere hırsızlık yaparak kendisine dört had uygulanan bir adamın bu çirkin ame­le devam ve ısrar etmesi yüzünden idam edilmesi.4

Zina suçuyla bir erkek ve bir de kadın sahabinin taşlanması!

1-      Sahih-i Buhari, Ma Câe Fi Muteevvilin, c. 4, s. 132-133. Feth-ül Bari, c. 15, s. 339.

2-Sahih-i Buhari, Kitab-ı Hudud; ez-Zerb-u bil Cerid ven Neal, c. 4, s.114.

3-Sahih-i Buhari, Kitab-il Hudud, "Kerahiyyet-üş Şefaet-i fil hadd" babı, c. 4, s. 115 ve "Tevbet üs-Sarik" babı, s. 116.

4-Sünen-i Ebi Davud, "es-Sarik-u Yesriku Miraren" babı, c. 4, s. 142.

 

 

Zina-i muhsine (evli kimsenin zinası) suçuyla bir erkeğin idamı.

Kasıtlı kati yüzünden bir şahabının idamı.2

Resulullah (s.a.a) döneminde bazı ashaba uygulanan kısaslar da vardır.3

Ayrıca Sahabeden bazılarının, ömrünün son anlarında Resulullah'a (s.a.a) karşı yapılmaması gereken hareketleri yaptıkları­nı görmekteyiz.

Resulullah (s.a.a) çok yoğun bir çalışmayla mübarek ömürleri­nin yirmi üç yıllık bölümünü insan toplumunun kurtuluşu için harcadı.

O, fedakarlık, tahammül edilmez zorluk ve güçlüklere taham­mül ederek, gece-gündüz demeden çalışıp risalet görevini yerine getirmişti.

Şimdiyse Peygamber (s.a.a) hastalanmıştı, acı çeken ve ateşler içinde yatan vücuduyla yatağında ebedi aleme irtihal vaktinin gelmesini bekliyordu; her gruptan ashabı ise onun yatağının etrafını sarmıştı.

Ashap ve yaranının Peygamberle (s.a.a) son oturumlarını Sa­hih-i Buharı, Sahih-i Müslim gibi muteber Ehl-i Sünnet kaynak­larından izleyelim:

İbn-i Abbas diyor ki:

"Perşembe günü... ahhh! Ne gündü o?

Daha sonra gözyaşları, önündeki kumlan ıslatıncaya kadar ağ­ladı ve şöyle devam etti:

Resulullah’ın (s.a.a) hastalığı ağırlaşmıştı. O haliyle buyurdu ki:

"Bir kağıt parçası getirin, benden sonra asla sapmamanız için bir şey yazayım size."

Hiç bir peygamberin yanında tartışmak ve cedelleşmek caiz ol­madığı halde orada bulunanlar arasında tartışma ve gürültü baş­ladı; daha sonra ise "Peygamber sayıklıyor, dediler!" 4

Diğer bir hadiste İbn-i Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir:

Resulullah’ın (s.a.a) hastalığı şiddetlenince şöyle buyurdular:

"Benden sonra asla sapmamanız için bir kağıt parçası getirin de size bir emir yazayım."

 

l- Siret-ü İbn-i Hişam, c. 4, s. 127, Sakif gazvesinden önce. 2-Feth-ül Bari, c. 15, s. 249 ve 271.

3-Sahih-i Buhari, kitab-ud Diyat, "es-Sin-u bis-Sin" babı, c. 4, s. 127.

4-Sahih-i Buharı, c. 2, s. 120, Kitab-ul Cihad ves-Siyer, "Cevaiz-ul Vefd" babı; Sahih-i Müslim, Kitab-ul Vasiyye, "Terk-ul Vasiyye" babı, hadis: 21.

 

Ömer dedi ki:

"Şüphesiz hastalık Resulullah'a (s.a.a) galip geldi! Kur'an yanımızdadır; o bize yeter!"

İhtilaflar, boş tartışma ve gürültüler fazlalaşınca Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Kalkın ve yanımdan dışarı çıkın, zira peygamberin huzurunda tartışma ve cedelleşme yakışmaz."

İbn-i Abbas der ki:

"Acı ve musibet, bütün acı ve musibetler Peygamber'in mektu­bunu yazmasına engel olmalarıydı."1

Her müslümanın İbn-i Abbas gibi bu çok acı vakıadan dolayı kendi kendine kıvranarak Resulullah’ın (s.a.a) derdine sıkıca ağ­laması yersiz değil. Resulullah’san (s.a.a) muteber Ehl-i Sünnet kaynaklarında ashapla ilgili bir çok öngörüler nakledilmiştir. Biz, Sahih-i Buhari'de, Fitne babında, Ömer b. Abdullah, Ebu Bekr'in şahsından, ibn-i Abbas ve Cerir'den nakledilen şu hadisi zikret­mekle yetiniyoruz: Resulullah (s.a.a) veda baççında şöyle buyur­dular: "Benden sonra küfre geri dönerek sizlerden bazınız bazısı­nın boynunu vurmasın!"2

Şimdi Resulullah'ın (s.a.a) öngörüsünün nasıl gerçekleştiğine bakalım. Resulullah'ın (s.a.a) irtihalinin ilk yılından itibaren sa­habesi birbirlerinin canına düştüler ve Ebu Bekr'e bi'at etmeyen Müslümanları öldürmeye başladılar. Takriben onların hepsini kı­lıçtan geçirdiler! Muhacirlerden olan Halid b. Velid, ashaptan olan Malik b. Nuveyre'yi akrabalarının bütün erkekleriyle birlik­te öldürerek aynı gece Malik'in karısıyla zina etti.3

Resulullah (s.a.a) tarafından Kinde kabilelerinden zekat topla-

1-Sahih-i Buhari, c. l, s. 22-23, Kitab-ul İlm, "Kitabet-ül İlm" babı, ondan daha geniş olarak, Sahih-i Buhari, hadis: 22. Biz burada sadece özetiyle yetindik. Bu konuda, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, vs. gibi Ehl-i Sünnet'in muhtelif sahih kaynaklarında diğer rivayetler de kaydedilmiştir. Onlardan bir bölümü için bkz. Abdullah b. Seba, c. l, s. 91 ve 96.

2-Sahih-i Buhari, c. 4, s. 149, Kitab-ul Fiten ve Kitab-ul İlm, 44. bab ve
Kitab-ul Ezahi, 5. bab.

Sahih-i Müslim, Kitab-ul İman, hadis: 118-120. Kitab-ul Kasamet, ha­dis: 29; Sünen-i Ebu Davud, Kitab-us Sünnet, 15. bab. Sünen-i Tirmizi, Kitab-ul Fiten, 28 bab. Sünen-i Daremi, Kitab-ul Menasil, 76. bab. Müsned-i ahmed, c. 2, s. 85, 87 ve 104; c. 5, s. 37, 39, 44, 45, 49 ve 68.

3-    Bu hikayeyi Abdullah b. Seba Masalı kitabında ve Ehl-i Sünnet kay­naklarından genişçe naklettik.

 

 

inakla görevlendirilen ensardan olan Zeyd b. Lübeyde1 Resulul-lah'ın (s.a,a) irtihalinden sonra da Ebu Bekr tarafından aynı işle görevlendirilmişti.

Ziyad, Ebu Bekr'in adına zekat toplamaya başladı. Tesadüfen halife adına toplanan zekat mallan arasında bir gence ait olan bir deve yavrusu vardı. O genç bu deveyi çok seviyordu, bu yüz­den Ziyad'a onun yerine başka birini almasını rica etti.

Ziyad, bu öneriyi kabul etmedi ve sonuçta Kinde kabilesinin reislerinden olan Serake'nin oğlu deve yavrusunu zorla geri aldı. Onlardan sonra Ziyad b. Lübeyde ve Kinde kabilesi arasında Ebu Bekr'in hilafeti hakkında tartışma başladı ve Ziyad'a dediler ki:

-Niçin Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'ini hakimiyetten uzak-laştırdınız?!

-Muhacir ve Ensar ne yapacaklarını sizden daha iyi bilir.

-Hayır, vallahi sizin kıskançlığınız yönetimi Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inden almanıza sebep oldu. Peygamber'in kendi­sinden sonra yerine birini tayin etmemesi mantığa uygun düşmü­yor."

Ziyad'la Kinde halkı arasındaki tartışmalar uzadı ve sonunda onlardan bazıları Ebu Bekr'e biat ettiler ve bir çokları da biattan sakınarak muhalefet ettiler. Ziyad durumu Medine'ye bildirdi. Halife Ebu Bekr, muhalifleri bastırmak ve Ziyad'a yardım ama­cıyla dört bin savaşçı gönderdi Kinde'ye.

Ziyad, bu orduyla Yemen'in Hazremut bölgesinde yaşayan Kin­de kabilelerine ansızın saldırdı, onların bir grubunu kılıçtan ge­çirdi ve bir grubunu da kadın ve çocuklarla birlikte esir aldı, mal­larını yağmaladı. O mallardan askerlerin payını çıkarıp gerisini Medine'ye Halife'ye gönderdi. Bu saldırıda büyük hasarlar gören ve telafi edilmez zararlara uğrayan kabileler, Hindoğulları, Asoğulları, Haceroğullan ve Humeyroğullarından ibarettirler.

Kinde kabilesinin reislerinden olan Eş'as b. Kays bu amansız saldırıya karşı koymak için Kinde kabilesinin adamlarını topla­yarak Ziyad'a karşı direndi. Ziyad bu konuyu da halifeye bildirdi ve ondan yardım istedi. Ebu Bekr de Kureyşli sahabelerden olan Ebu Cehl oğlu İkrime'yi diğer bir orduyla Ziyad'a yardıma gön­derdi ve ona, yol üstünde, kendisiyle muhalefet eden ve zekat ver­mekten kaçınan Dubba Müslümanlarını yatıştırmasını emretti.

İkrime ilk önce Dubba'ya giderek onlarla savaştı ve onlardan yüz kişiyi öldürdü. Dubba halkı İkrime'nin karşısında direneme-

1- Ziyad b. Lübeyd'in tercümesi, İstiab, Usd-ul Gabe, İsabe ve ashabının tarihini anlatan diğer kaynaklarda geçmiştir.

 

 

yeceklerini görünce kaleye sığındılar, îkrime de kaleyi muhasara etti ve Dubba halkı teslim oluncaya kadar orada kaldı. Sonra İkrime erkekleri öldürdü ve geri kalanları esir etti ve mallarını da ganimet aldı! Askerlerin hakkını verdikten sonra kalan kısmını ganimet olarak Medine'ye Ebu Bekr'e gönderdi. Ebu Bekr esirleri köle etmeye karar verdi, ancak Ömer onların Müslüman oldukla­rına yemin ettiklerini vurgulayarak buna engel oldu.1

Daha sonra İkrime halifenin emriyle Ziyad'ın yardımına koştu ve Kinde kabilelerinin bazısıyla savaştı.

Ziyad'ın karşısında direnemiyeceğini gören Eş'as, Necir kalesi­ne sığındı ve İkrime de kaleyi muhasara etti. Nihayet kıtlık ve açlık yüzünden Eş'as kendisi ve yardımcılarından bir kaçı için eman alarak teslim oldu. İkrime seksen kişi dışında tüm savaş erlerini kılıçtan geçirdi ve geriye kalanları kadın ve çocuklarıyla birlikte savaş esiri diye halifeye gönderdi.2

Hazreç kabilesinin reisi olan ve ilk önce hilafet davasında bu­lunan Şad b. İbad, Sakife olayında rakibi olan Ebu Bekr karşısın­da yenilgiye uğradı ve neticede Ebu Bekr'e ve onun yerine geçen Ömer'e bi'at etmedi. Ebu Bekr Medine'den Şam'a hicret eden Sad'ı kendi haline bıraktı. Ancak Ömer'in hilafetinin başlarında halife tarafından onu idam etmekle görevlendirilen bir kişi iki ok­la onu terör etti ve daha sonra halk arasında onu cinlerin öldür­düğünü yaydılar!3

Üçüncü halife Osman'ın hilafetinin son dönemlerinde fitne ve karışıklık vasıtasıyla Müslümanlar ve sahabe feci bir şekilde öl­dürüldüler.

Osman ve taraftarları ile Ammar, Ebuzer, Abdullah b. Mes'ud ve Ümm-ül müminin Aişe'nin emrinde olan diğer sahabe arasın­da çıkan anlaşmazlıklar neticesinde bu olaylar vuku buldu ve ni­hayet Aişe Osman'ın ölümü için fetva vererek, "kafir olan Ne'sel'i öldürün" demişti.

Aişe'nin Ne'sel'den maksadı halife Osman'ın şahsıydı. Aişe'nin bu fetvasıyla halifenin azl ve katli kesinleşti.

Talha, Osman aleyhine savaşanların başına geçti. Ayaklanan halk suyolunu Osman'ın üzerine kapayarak onu muhasaraya aldılar.

1-Tarih-ul Redde, Talhis-ul Kelâi, s. 147-150. Futuh-ül A'fem, c. l, s. 72.

2-Tarih-i A'sem^c. l, s. 56-87; Futuh-ül Belazuri, Redde-i beni Velia ve Eş'as. Mucem-âl Belazuri Hamevi, "Necir" ve "Hazremut" kelimeleri.

3-İkd-ul Ferid, s. 260. Ensab-ul eşraf-i Belazuri, s. 588. Muruc uz-Ze- heb Mes'udi, c. 2, s. 301.

Osman'ın hilafetten azli konusunda o kadar direndiler ki, nihayet onu öldürdüler.1

Hz. Ali'ye (a.s) bi'at ettikten sonra Talha ve Zübeyr Aişe'nin rehberliğinde savaştılar ve Basra'da Osman'ın kanını isteme ba­hanesiyle Hz. Ali (a.s) ile muhalefetlerini ilan ettiler ve meşhur Cemel savaşını meydana getirdiler.

Bu savaşın rehberliğini şahsen üzerine alan Aişe devenin üze­rinde bu savaşa geldiği için, bu savaşa Arapçada deve anlamında dan Cemel savaşı ismi verilmiştir.

Bu savaşta Aişe'nin yardımına koşan Zübeyr, Hz. Ali'nin (a.s) savaş meydanında kendisine hatırlattığı bir konuyla İmamla sa­vaşmayı bırakıp bir kenara çekildi.

Ancak Talha, ashaptan bir grubu ve Abdullah b. Zübeyr Mervan b. Hakem ve Muhammed b. Talha gibi önde gelenler Hz. Ali'ye (a.s) karşı çetin bir savaş başlattılar.

Bu savaşta muhacirlerden, ensardan, Bedir ve Uhud savaşına katılan savaşçılarla, diğer Irak ve Hicaz Müslümanlarından yüz­lerce kişi Hz. Ali'ye (a.s) yardım ediyorlardı.

İmam'ın ordusunda Rıdvan bi'atı sahabelerinden yedi yüz kişi, ensardan yedi yüz kişi ve Bedir savaşçılarından yüz otuz savaşçı bulunuyordu.

Bu iki ordu bu halleriyle savaştılar, öldürdüler ve öldürüldüler. Nihayet Aişe'nin devesinin yere yıkılmasıyla savaş alevi sönmeye yüz tuttu ve kılıçlar kınlarına konuldu. Bu savaş neticesinde sa­habeden ve diğer Müslümanlardân otuz bin kişi kılıçtan geçiril­di.2

Cemel savaşından sonra Muaviye b. Ebi Süfyan makam ve mevkiye ulaşmak için Osman'ın kanını bahane ederek Amr-ı As, Nu'man, Beşir ve Müslim b. Muhallid gibi sahabiler, ashaptan olan diğer bir grupla Sıffin'de Hz. Ali'ye (a.s) karşı savaştı. Bu sa­vaşta içlerinde Hz. Ali'nin (a.s) safında savaşan Ammar Yasir ve Huzeyme zuş-Şehadeteyn gibi parlak sahabe bulunan yetmiş bin kişi öldürüldü.

Bu savaşta da Rıdvan bi'atı ehlinden yedi yüz kişi ve yetmişi Bedir ashabından olan diğer sahabeden dört yüz kişi Hz. Ali'nin

1-       Tarih-u Taberi, c. 5, s. 113, 117 ve 140. Tarih-u A'sem, c. l, s. 156.

Ensab-ul Eşraf lil Belazuri, c. 5, s. 68; c. 5, s. 90. Tarih-i İslam, c. l, s. 267 ve 275.

2-       Tarih-i Halife b. Hayyat, c. l, s. 164. Tarih-i Zehebi, c. 2, s. 171; Tarih-i Yakubi.

 

 

 (a.s) tarafında yer alarak kılıç sallıyorlardı.1

Zahirde Osman'ın kanını isteyen, fakat perde arkasında ise hi­lafet makamına göz diken şahabının meşhurlarından Ebu Süfyan oğlu Muvaviye, Sıffin savaşından sonra sahabiden olan Nü'man b. Beşir'i bin savaşçıyla beraber, Hz. Ali'nin (a.s) hükümeti dahi­linde olan bölgelerde Müslümanları öldürmek, onların mallarını yağmalamak, kargaşa çıkarmak, sebatsızlık ve emniyetsizlik icad etmek üzere görevlendirdi!2

Yine Süfyan b. Avf-i Gamidi'ye de altı bin savaşçının berabe­rinde Nu'man'a verdiği görevin benzerini verdi ve ona dedi ki:

"Seninle (Ümeyyeoğullarıyla) aynı görüşte olmayanlarla karşı­laştığında boynunu vurmakta hiç tereddüt etme!

Geçtiğin bütün bayındır yerleri viran et ve ahalilerinin malla­rını yağmala...!"3

Süfyan b, Gamidi, Muaviye'nin emrine itaat ederek amansız saldırılarıyla sınır şehri olan Enbar'a ulaşınca o şehrin halkının çoğusunu öldürdü ve şehri yağmaladı.4

Abdullah b. Mes'ade adındaki diğer bir sahabiye de tepeden tırnağa donanmış bir orduyla benzeri görevi verdi ve Müslümanları katletmek üzere gönderdi.5

Zahhak b. Kays adındaki başka bir sahabiyi de, üç bin kişiyle beraber Müslümanlar arasında vahşet ortamı yaratarak içlerine korku düşürmek ve mallarını yağmalamak üzere görevlendirdi. O, bu görevini yerine getirebilmek için hacılar kafilesine saldıra­rak bir grubu öldürdü ve mallarını da yağmaladı.6

Busr b. Ertat adındaki diğer bir sahabi ise Muaviye’nin emriy­le bir ordu hazırlayıp Mekke, Medine ve Yemen’e hücum etti.

1-Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 288.

2-Tarih-i Taberi, Hicri 39. yılın olayları.

Tarih-i İbn-i Esir, İbn-i Kesir, Şerh-i Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebi-1 Hadid-i Mû’tezili, c. L, s. 212-213, eski baskı.

3-Garat-ı Sakafi, Şerh-i Nehc-ül Belağa-i İbn-i Ebi-1 Hadid, c. 2, s. 85 ve 90.

4-Tarih-i Taberi, c. 6, s. 80 ve 87. Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 150-153.  Ağani, c. 15, s. 43.

5-Tarih-i Taberi, c. 6, s. 78. Tarih-i İbn-i Esir, c, 2, s. 150.

Şerh-i Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebi-1 Hadid-i Mu'tezili), c. 2, s. 111,117. 6- Tarih-i Taberi, c. 6, s. 78.   Garat-us Sakafî; Şerh-i Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebi-1 Hadid) c. 2, s. 3 ve 14.

 

 

Oralarda katliamlar yaparak bölgeyi yaktı, yıktı, mallarını yağ­maladı ve bayındır yerleri de viraneye çevirdi.

Busr, Hz. Ali'nin (a.s) taraftarları olan kabilelerden bir grubu için kimseye acımadan öldürdü ve Abdullah b. Abbas'ın iki çocu­ğunun başlarını annelerinin kucağında bedenlerinden ayırmakla ne kadar taş kalpli ve son derece acımasız olduğunu göstermiş ol­du.

Muaviye'nin meşhur, kana susamış cellat memuru Busr b. Er-tat da otuz bin masum müslümanı kılıçtan geçirdi.1

Ehl-i Sünnet mektebine göre, bir kere ve bir an bile olsa Müslüman olarak Resulullah'ı (s.a.a) gören herkes Peygamber'den hiç hadis rivayet etmese ve onunla birlikte savaşa katılmasa dahi sahabidir. Oysa ki, Kur'an-ı kerim'de ve hadislerde sahabe, kendi­siyle yakın ilişkide olunan kimse, ve bazen de dost ya da arkadaş anlamında, yani lügatteki anlamı kullanılmıştır.

Ehl-i Sünnet mektebinde, sahabiyi tanımadaki bu müsamaha, isimlerine sadece efsane veya masallarda rastlanan, varlığı ve gerçeği olmayan kimselerin ashabtan sayılmasına sebep oldu.

Ehl-i Sünnet mektebinin izleyicileri Resulullah'ın (s.a.a) asha­bının hepsini adil bilerek, İslam ahkam ve akaidini onlardan al­maktalar ve buna delil olarak da Resulullah'ın (s.a.a) ashabının mümin olma şartıyla övülen ve methedilen Kur'an-ı Kerim ayet­lerini göstermekteler. Halbuki, Kur'an-ı Kerim'de çok net bir şe­kilde açıklanmıştır ki, bedevi Arapların ve devamlı Resulullah'ın (s.a.a) yakınında olan ve kendilerine Müslüman da denilen Medi­ne halkı arasında öyle münafık ve iki yüzlü çehreler vardı ki, Re-sula-i Ekrem (s.a.a) ancak Allah-u Teala'nın tanınmasıyla tanıyabi­liyordu onları.

Sahabenin Kur'an-ı Kerim'de "iman" şartıyla övüldüğü yerler­den biri de "Şecere bi'atı veya Rıdvan bi'atı" olayıdır. Ayeti keri­mede Allah Teala'nın, iman edenlerden razı olduğu şartı şöyle geçmektedir:

"Andolsun, Allah sana o ağacın altında bi'at ederlerken mü­minlerden razı olmuştur."

Belli oluyor ki, sahabe için iftihar ve onur sayılan Allah Tea-la'nın rızası, aynı yerde ve aynı ağacın altında Resulullah'a (s.a.a)

l- Tehzib-ut Tehzîb, c. l, s. 436; Muhtasar-ut Tarih-i İbri-i Asakir, c. 3, s.222.

Ağanı (Rağib-i İsfehani), c. 15, s. 45; aynı kaynak, c. 26, s. 66 ve 73. Tarih-i Sıffeyn-i îbn-i Muzahim, Abdussalam-i Harun'un araştırması, s. 643.

 

 

bi'at ettikleri halde, Abdullah b. Ubey ve onun gibi münafık olan­lara şamil değildir.

Ayetin şamil olduğu mümin sahibiler için de ahdi bozmak teh­likesi söz konusudur. Yani onlar ahitlerinde sadık kaldıkları sü­rece Allah'ın rızasını kazanıp ona mazhar olurlar. Kur'an-ı Kerim bu tehlikeyi bir çok ayette açıklamıştır; örneğin şu ayeti kerime "Şüphe yok ki seninle biatleşenler, ancak Allah'la biatleşmişlerdir, Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedir ve kim Allah'la ahidleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir verilecektir." (Fetih/10)

Ayrıca Resulullah'ın (s.a.a) buyruğu da bunu teyid etmektedir:

"Kıyamet günü ashabımdan bir grubunu bana getirecekler, on­ları tanıyınca benden uzaklaştıracaklar. Allah Teala'dan onların benim yanımda tutmasını isteyince bir hitap gelecek, "onlar sen­den sonra bid 'atlara daldılar, cahiliye devrine geri döndüler ve fe­satlar çıkardılar, denilecektir. Ben de onları lanetleyeceğim, son­ra onları cehenneme götürecekler."

Ehl-i Beyt mektebinin izleyicileri, bu senetlere dayanarak bü­tün bunlarla birlikte Resulullah'ın (s.a.a) ashabının, istisnasız hepsinin adil ve takvalı olduğu görüşünü kabul etmemektedir.

İslami ahkam ve inançlarımızı bu kişilerden alamayız ve onla­ra itaat edemeyiz, demekteler.

Ehl-i Beyt mektebinin izleyicileri, sorumluları hepsi ashaptan olan bu vakıalara dikkat ederek diyorlar ki:

İslamiyet’e aykırı öylesine cinayetler işleyen bir ashab-adil sa­yılamaz, dini, itikadi konu ve hükümler onlardan alınamaz.

Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri, bu ilkeye dayanarak din ve dün­ya işlerini öğrenmek için sahabenin mümin ve adil olanlarına müracaat etmişler ve sahabenin münafık olanlarından ise uzak durmuşlardır.

"Çevrenizde bedevilerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır. Sen onla­rı bilmezsin; biz onları biliriz." (Tevbe/101)

Daha önce de değindiğimiz gibi Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri, ahkam, akaid, 4ini ve dünyevi konulan sadece ashabın adil ve müminlerinden almaktalar ve ashaptan münafık olanlardan uzak durmaktalar. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"...Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır. Sen (ey Peygamber) onları bilmezsin; biz onları biliriz..."

Yani Resulullah bile normal beşeri vesilelerle onları tanımıyor­du onları sadece Allah Teala biliyordu.

Resulullah (s.a.v) hiç bir zaman kendi yanından, heva ve hevesine uyarak konuşmamıştır. Bu konuda Allah Teala şöyle buyur­maktadır:

"O (Peygamber), hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir." (Necm/3-4)

Resulullah (s.a.a) ümmetinden ve ashabından münafık olanları mümin olanlardan ayırt edebilme yollarını beyan etmiştir. En mu­teber Ehl-i sünnet ve Ehl-i Beyt mektebi kaynaklarında Resulullah’san (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir.

"Ey Ali, seni müminden başka kimse sevmez ve sana münafıkdan başka kimse düşmanlık etmez."

Diğer bir yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Ali'yi (a.s) seven kimse şüphesiz mümindir ve onun düşmanı da münafıktır."1

Resulullah'ın (s.a.a) mümini ve münafığı tanıma konusundaki bu buyruğunun kendi hayatı zamanında çok meşhur olduğu bilin­mektedir.

Ashaptan birçokları, mümini ve münafığı tanıma konusunda ölçünün Hz. Ali'yi (a.s) sevme olduğunu belirten Resulullah'ın (s.a.a) buyruğunu rivayet etmişlerdir. Biz burada meşhur ve her­kes tarafından tanınan ravilerin rivayet ettiği hadislerden bir ka­çını zikretmekle yetineceğiz:

l- Ümm-ül müminin Ümmü Seleme Resulullah’san (s.a.v) şöyle bir rivayet nakletmiştir:

"Ali'yi (a.s) ancak mümin sever ve ona ancak münafık düşmanlık eder."2

l- Sahih-i Müslim, "ed-Delil-u ala enne Hubb-el Ensar-ı ve Aliyy'in min-el İman ve Buğzehum min Alamatin Nifak" babı, c. l, s. 61. Sahih-i Tirmizi, c. 13, s. 117. Sûnen-i İbn-i mace, 11. babın mukaddimesinde.

Sönen-i Nisai, c. 2, s. 271, Kitab-ı İman ve İşetayi, "Alamat-ül Mümin ve Alamat-ül Münafık" babı.

Hasais-ün Nisai, s. 38. Müsned-i ahmed, c. l, s. 84, 95,128. Tarih-i Bağ-dad, c. 2, s. 225; c. 8, s. 417; c. 14, s. 426. hilyet-ül Evliya (Ebu Nuaym), c. 4, s. 185; Tarih-i Zehebi, c. 2, s. 198; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 7, s. 354; Ystiab, c. 2, s. 461) İmamın hayâtı; Usd-ül Gabe, c. 4, s. 292; Kenz-ül Ummal, c. 15, s. 105 ve 157; er-Riyaz-ün Nazire, c. 2, s. 284=

2- Sahih-i Tirmizi, c. 13, s. 68; Müsned-i ahmed, c. 6, s. 292.

istiab, c. 2, s. 460; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 7, s. 354; Kenz-ül Ummal, bi­rinci baskı, c. 6, s. 158; Usd-ül Gabe, Ümmü Seleme'nin hayatı; Cevamü-üs Sire, s. 276; Tarrib-üt Tehzib, c. 2, s. 617.

 

 

2-Abdullah b. Abbas'tan şöyle nakledilir: "Biz Resulullah'ın (s.a.a)zamanında münafıkları Ali b. Ebi Ta­lib'e düşmanlık etmeleriyle tanırdık."1

3-    Ebuzer-i Gifari'den şöyle nakledilir:

"Biz münafıkları, Allah ve Resulü'nü yalanlamalarıyla, namaz kalmayıp Hz. Ali b. Ebi Talib'e (a.s) düşmanlık etmeleriyle tanır­dık."2

4-      İbn-i Hacer-i Heysemi, İmran-i Haşin aracılığıyla Resulullah'ın (s.a.a)Hz. Ali'ye (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Seni müminden başkası sevmez ve sana münafıktan başkası düşman olmaz."3

5-    Ebu Said-i Hudri'den ise şöyle nakledilir:

"Biz ensar, münafıklan Ali b. Ebi Talib'e düşmanlık etmeleriy­le tanırdık."4

6-    Cabir b. Abdullah-i Ensari der ki:

"Biz münafıklan Ali b. Ebi Talib'e (a.s) düşmanlık etmeleriyle tanırdık."5

Bütün bunların dışında Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:      

"Ey Allah'ım, ali'yi seveni sev ve Ali'ye düşman olana düşman ol."

Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri, dini meselelerini almakta Hz. Ali'ye düşman olan, onun velayetini görmezlikten gelen, o hazrete eziyet eden ve inciten sahabenin, Allah'tan başka hiç kimsenin tanımadığı münafıklardan olmalarından korkarak onlardan ciddi bir şekilde uzak durmaktalar.

Daha önce geçen noktalara dikkat edecek olursak, dikeni gül, münafığı, dinlerinde gevşek olanları mümin ve takvalı bilmemiz,

1-Mecma-üz Zevaid, İbn-i Hecer-i Heytami, c. 9, s. 133; Kenz-ül Um­mal, birinci baskı, c. 7, s. 140.

2-Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3, s. 129; Kenz-ül Ummal, ikinci baskı, c.15,8.92.

3-Sahih-i Tirmizi, c. 13, s. 167.

4-İstiab, c. 2, a. 464; er-Riyaz-ün Nazire, c. 2, a. 284; Tarih-i Zehebi, c.
2, s. 198; Mecma-üz Zevaid, c. 9, s. 133.

Bu konuda müracaat edilebilecek diğer kaynaklar şunlardan ibarettir: Sahih-i Tirmizi, c. 13, s. 165; Menakib-i Ali; Sünen-i İbn-i Mace, "Fazl-u

Aliyyin" babı, hadis: 116. Hasais-ün Nisai, s. 4 ve 30. Müsned-i Ahmed, c. l, s. 84, 88, 118,119,152, 330; c. 4, s. 281, 368, 370,

372; c. 5, b. 347, 350, 358, 361, 366, 419. Müstedrek-üs Sahihayn

 

 

hakikati kesinlikle değiştirmeyecektir.

Ashabın arasında kendilerini Allah'tan başka kimsenin tanı­madığı münafıklar vardı. Vahiy dışında konuşmayan Resulullah (s.a.a) ise Hz. Ali'ye (a.s) düşmanlığı münafıklık olarak tanıtmış­tır.

Sırf sahabî olduğu için birini adil ve masum bilemeyiz. İslam Kur'an-ı Kerim ve Resulullah'ın (s.a.a) sünneti aracılığıyla tanın­ması gereken bir mektebdir. Kur'an'ın müteşabihatının tefsirini de Resulullah'ın (s.a.a) şahsından öğrenmemiz gerekir; biz Müslümanlar Resulullah'ın (s.a.a) kendi diliyle münafık olarak tanıtı­lan bu düşmanlar ister sahabe, tabiin, isterse diğer hadis ravileri olsun hiç farketmez.

Resulullah'ın (s.a.a) getirdiği gerçek İslam'a ancak bu yolla ulaşmak mümkündür ve Müslümanlar arasında gerçek vahdet ancak bu vesileyle gerçekleşebilir.

Dolayısıyla, dünya Müslümanlarına hitab ederek şefkatle şöyle söylüyoruz:

Gelin kardeşçe Resulullah'ın getirdiği gerçek İslam dinini sahiplenerek Müslümanlar arasında söz birliğini gerçekleştirelim, gerçek İslam kardeşliği ve birliğini ayakta tutalım; zira Allah ve Resulünün rızası da bundadır.

"Sözü işiten ve en güzeline uyan kullanma müjde ver." (Zü-mer/18)

Ric'at inancı

 

Hz. Mehdi'nin zuhurundan sonraki olayları haber veren hadis­ler, bazı insanların da o dönemde yeniden bu dünyaya döndürüle­ceğini beyan etmektedir. Ric'at inancı şia mezhebinin inkar edil­mez zaruri inançlarından biri konumundadır. Bazı muhaddisler bu husustaki rivayetlerin tevatür derecesinde olduğunu söylemiş­tir. Şia alimleri bu hususta ittifak içindedirler. Bazı alimler bu hususta ayrı kitaplar bile kaleme almışlardır. Öyle ki İmam Sa­dık (A) şöyle buyurmuştur:

"Ric'ata inanmayan ve müt'a nikahını kabul etmeyen kimse bizden değildir." (El-İkaz s. 300 1. Hadis)

Elbette ricat olayı, batıl reenkarnasyon (tenasüh) inancı demek değildir. Zira reenkarnasyon inancında herkes sonsuz bir şekilde ölüp dirilmekte ve dünyaya geri gelmektedirler. Ric'at olayında ise sadece belirli kimseler yeniden bu dünyaya döndürülecek ve bu dönüş kendileri için de son bir dönüş olacaktır. Onların başka bir dönüşü söz konusu değildir. Hatta İmam Sadık (A) "O günde her ümmetten bir grubu haşredeceğiz.3 (Nemi/83) ayetinin ric'at inancına işaret ettiğini söylemiştir. Bu ayet kıyamet gününe işa­ret ediyor olamaz. Zira Kıyamette her ümmetten bir grubu değil
herkes haşrolacaktır. Ric'at inancı Şia'nın kesin inançlarından biridir. Ama bu inancın teferruatı ve ayrıntıları hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Ayrıca kimlerin ric'at edeceği de açıkça belir­lenmemiştir. Bir çok rivayetler Hz. Ali ve Hüseyin'in ric'at edeceğini beyan etmiştir. Bazı rivayetler Resulullah ve diğer Peygam­berler ile oniki imamın ric'at edeceğini beyan etmektedir. Kesin olan şey Hz. Mehdi'nin imamet yıllarının sonunda imamlar ile bazı kimselerin ricat edeceğidir. Bunun dışındaki ayrıntılar ihtilaflıdır. Elbette ki ric'at olayı aklen muhal değildir. Zira ric'at da kıyamette dirilişin bu dünyadaki örneğidir. Bu yüzden rivayetleri incelemeden ve selim bir akılla ele almadan reddetmek doğru bir tutum değildir. Bu inancın İslam'a da hiç bir aykırılığı düşünüle­mez.    

Ric'at hakkında Prof. Dr. Ticani ise şöyle diyor: "Ric'at konusu yalnızca Şia'nın inandığı bir konudur. Ben Ehl-i Sünnet kitaplarından buna dair bir şey bulamadım. Onlar bu ko­nuda Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen ahiretten önce dünya­da da mu'minlerin ve Allah'ın düşmanları olan zalim ve müfsitlerden intikam almaları için Allah-u Teâlâ'nın bazı mü'minlerle bazı zalimleri yeniden dirilteceğini bildiren hadislere dayanmak­tadırlar. Şii'lerin nezdinde sahih ve mutevatir olan bu hadisleri, Ehl-i Beyt imamları cedleri Hz. Resulullah’san nakletmiş olması­na rağmen bundan habersiz olan bazı sünnilerin söz konusu ha­dislere inanmaması tabiidir. Çünkü biz bahsimizde taassuptan kaçınıp insaflı olmayı kararlaştırdık. Bu nedenle onları kendi sa­hihlerinde tahriç ettikleri şeylerden gayrisine inanmaya zorlayamayız. Şia hiç bir kimseyi bu rivayetleri kabullenmek zorunda bı­rakmıyor ve bunları tekzip edenleri de tekfir etmiyor. O halde bu kadar Şia'ya saldırıp itiraz etmenin bir yeri yoktur. Özellikle bazı ayetler de bu manaya uygun olarak tefsir edilmiştir. Örneğin Nemi suresinin 83. ayeti:

"Ve o gün ki, ayetlerimizi tekzip eden her bir ümmetten bir grup hasredeceğiz ve onlar bekleyeceklerdir." Tefsir-i Kummi'de Hammad'ın İmam Sadık'tan naklettiği bir hadiste şöyle diyor: "İmam Sadık (a.s), benden "O gün ki, ayetlerimizi tekzip eden her ümmetten bir grup hasredeceğiz..." ayeti hakkında halkın ne de­diğini sordu. Ben, "Bu ayetin kıyametle ilgili olduğunu söylüyor­lar," dedim. İmam "Hayır" dedi, "söyledikleri gibi değildir. Bu ayet ric'ati açıklamaktadır. Allah-u Teâlâ kıyamet günü her üm­metten bir grubu hasredip diğerlerini kendi haline mi bırakacak?

  Kıyamet gününün ayeti:

"Onların hepsini hasrettik ve bir tanesini bile bırakmadık"

(Kahf/47) ayetidir."

Şeyh Muhammed Muzaffer, Akâid'ul İmamiyye adlı kitabında şöyle yazıyor: "İmamiyye Şia'sı Ehl-i Beyt imamlarından gelen hadislere dayanarak inanmaktadırlar ki, Hz. İmam Mehdi (Allah onun zuhurunu yakınlaştırsın) zuhur ettiği zaman, Allah-u Teâlâ bir grubu bulundukları asıl suretlerinde tekrar dünya hayatına dönderecektir. Onlardan bir kısmını aziz, bir kısmını da zelil kıla­caktır. O zaman haklılar haksızlardan ve mazlumlar zalimlerden haklarını geri alacaklardır. Elbette, imanda yüksek dereceye ula­şanlarla fesatta son dereceye varanlar ric'at edecekler ve daha sonra da tekrar ölecekler, sonra da müstahak oldukları sevap ve­ya azaba uğramak üzere kıyamet günü. Haşr edileceklerdir. Allah-u Teâlâ

"Dediler: "Ey Rabb'imiz, bizi iki defa öldürüp, iki defa dirilttin; biz de kendi günahlarımızı itiraf ettik; kurtuluş için bir yol yok mu?" (Mu'min/11)

Ayetinde bir kez ric'at edip de İslah olmayan, dolayısıyla Al­lah'ın itabına erişenlerin bir daha ric'at etmek istediklerini açık­lamaktadır." (1)

Elbette Ehl-i Sünnet mezhebine bağlı olan Müslümanlar, Ehl-i Beyt imamları tarafından açıklanan hakikat ve marifetlerden mahrum kaldıkları için ric'ate inanmıyorlarsa bu tabii bir şeydir; ama ric'ate sağlam delillere dayanarak inanan Şia'ya da saldır­mak hakkına sahip değillerdir. Çünkü bilmeyenin bilene ve cahi­lin alime bir hücceti olamaz. Bir mezhebin bir şeye inanmayışı o şeyin batıl olduğuna delil olamaz. Özellikle ric'atın bazı şahıslar hakkında gerçekleştiğini isbatlayan hem Kur'an-ı Kerim'den ve hem de sünnetten deliller bulunmaktadır. Ve bu Allah için mu­hal, imkansız bir şey değildir. Allah-u Teâlâ Bakara suresinin 259. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Veya o kimse ki, yıkılmış bir beldeye geldiğinde "Allah bunu
nasıl (tekrar) diriltecek?" dedi. Allah da onu yüz yıl öldürdükten
sonra tekrar diriltti."
          

Ve yine Bakara suresinin 243. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Görmedin mi onlar ki binlerce oldukları halde ölüm korkusun­dan memleketlerinden göç ettiler, Allah da onlara "ölün" dedi ve daha sonra onları diriltti?"

Yine Allah-u Teâlâ Beni İsrail'den de bir kavmi öldürdükten

l- Akaid'ul îmâmiyye, s. 80, 32. inanç bölümü.

sonra tekrar diriltmiştir. Bu konuda Bakara suresinin 56. ayetin­de buyuruyor ki:

"Bir zamanlar yâ Musa demiştiniz Allah'ı apaçık görmedikçe inanmayız sana. Derken bakınıp duruyordunuz, bir yıldırım düş­müş de sizi yakıvermişti. Sonra da gene şükredesiniz diye ölümü­nüzden sonra sizi dirilttik."

Yine üç yüz yıldan fazla mağaralarda ölüler gibi kalan Kehf as­habı hakkında Kahf suresinin 12. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Daha sonra o iki gruptan hangisinin daha iyi vakti saydığını bilmek için onları uyandırdık."

Kur'an-ı Kerim'in geçmiş ümmetlerde ric'atin vuku bulduğunu naklinden de anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetinde de vuku bulması muhal değildir. Özellikle de bunun vuku bulaca­ğını Ehl-i Beyt imamları nakletmişlerdir. Onlar ise hem alim ve hem de sadıktırlar. Ama bazılarının ric'atın ateistlerin inandıkla­rı tenasüh akidesi gibi bir akide olduğunu iddia etmelerine gelin­ce bunun açıkça bir yalan ve temelsiz bir iddia olduğu ortadadır. Onlar bu iddiaya dayanarak Şia'yı kötülemek ve ona itiraz etme­yi amaçlıyorlar. Tenasühe inananlar insanın ruh, ceset ve bütün hakikatleriyle tekrar dünyaya döndüğünü ileri sürmüyorlar. On­lar ölen bir insanın ruhunun tekrar yeni doğan ayrı bir insan ce­sedine veya hatta bir hayvanın cesedine intikal ettiğine inanıyor­lar. Elbette bu, Allah'ın, kabirde bulunanları ruh ve cesediyle bir­likte tekrar dirilteceğine inanan Müslümanların inancından tam manasıyla farklıdır. O halde tenasühün ric'atle bir ilgisi yoktur. Bu ikisini bir kabul edenler de ya bir şey bilmeyen cahil insanlar­dır veya da takvasız kasıtlı olan kimselerdir.

Mehdilik inancı

 

İranlı Müslümanlar gerçekten de Hz. Mehdi'nin aşığı duru­munda. Kendi ülkelerini de "Mehdi'nin ülkesi" olarak adlandır­maktadırlar. Mehdilik inancı Sünni-Şii tüm Müslümanlar arasın­da yaygın olan bir inançtır. Bu husustaki rivayetler ise mütevatir derecesindedir. Örneğin Abdullah b. Ömer imam Hüseyin'den şöyle nakletmektedir: "Eğer dünyanın ömründen sadece bir gün bile kalmış olsa Allah-u Teala o güne kadar uzatır ki benim nes­limden bir kişi kıyam ederek yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dol­duğu gibi tekrar adalet ve eşitlikle doldurur. Ben ceddim Resulul-lah'ın da böyle buyurduğunu bizzat kendim duydum."

Evet bazılarının dediği gibi Mehdilik inancı sonradan Müslümanlar arasında ortaya çıkmış bir inanç değildir. Bizzat asr-ı sa­adette de konuşulan mevzu bahis edilen bir inanç idi. Bizzat pey-gamber (s.a.a) bu hususta bir takım açıklamalarda bulunmuştur. Bu konuda daha tafsilatlı bir açıklama isteyenler yazarın "İslam ve İrfan" isimli kitabına müracaat etmelidirler. Biz burada hatırlat­mak isteriz ki mehdilik inancı öyle bilindiği gibi insanları uyuştu­ran ve pasifleştiren bir inanç değildir. Bunun böyle olmadığını Iran İslam Devrimi en açık bir şekilde göstermiştir bizlere. Meh­dilik inancı aksine bir ümit ışığıdır. Umut kaynağıdır. Teselli ve kıyam gücüdür. Günün birinde zulmün yok olacağını bilen insa­nın bitmek bilmeyen bir sabrıdır. Bekleyişidir. Mehdilik inancı yakında doğacak olan bir sabahın müjdecisidir. Zaten böyle yakın bir zafere ümidi olmayan ve gırtlağına kadar karamsarlığa gömü­len bir insanın insanlığa verebileceği hiç bir şey olamaz. İslam devrimi bunun en açık delilidir. İmam Humeyni hayatı boyunca Hz. Mehdi'nin bir askeri olmakla övünür hep "Ruhum ona feda olsun." diye bahsederdi.

Mehdilik inancı hakkında Ahmed Sabri Hamedani şöyle diyor:

"İslami hadisleri araştıran her araştırmacının da bildiği gibi peygamberlerin hatemi Hz. Muhammed-i Emin (Allah'ın salat ve selamı ona ve onun pak Ehl-i Beytine olsun) davetinin başlangı­cında ümmetini, "müşrikler istemese de Allah-u Teala dinini bü­tün dinlere galip kılacaktır" diye müjdelemiştir. Sonraları bu müjdeyi açıklayarak adı ve künyesi kendi adı ve künyesiyle aynı olan birinin zuhur ederek yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi eşitlik ve adaletle dolduracağını ve onun mehdi (Allah’ın se­lamı ona olsun ve Allah onun zuhurunu yakın eylesin) olduğunu bildirmiştir.

Bu konuda birçok kitaplar yazılmıştır. Bu kitapları İslam üm­metinin büyükleri olan Şia ve Ehl-i Sünnetin önde gelen alimleri yazmışlardır.

Hz. Resulullah'dan (s.a.a) sonra da ashabının ve zürriyetinden olan imamların, yaşadıkları dönemlerde halkı bu konu hakkında aydınlatmaya çalıştıklarım görüyoruz. Masum İmamlar (a.s) ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabından, Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) şemaili, ahlakı, azameti, gaybeti, zuhur alametleri ve doğum za­manı hakkında nakledilen rivayetler bunun açık şahitleridir.

Bu arada Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) Şia ve Ehl-i Sünnet kay­naklarında nakledilen çeşitli konularla ilgili hadisleri bir araya topladığımda Hz. İmam Mehdi (a.s) hakkında, Hz. İmam Hüse­yin'in (a.s) hem dedesi Hz. Resulullah (s.a.a) ve babası Hz. İmam Ali'den (a.s) çok sayıda hadis naklettiğini ve hem de bizzat kendi­sinin hayli söz buyurmuş olduğunu gördüm. Dolayısıyla aziz oku­yucuları ve Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) zuhurunu bekleyenleri sevindirmek ve onlara yararlı olması gayesiyle bu hadisleri bir ara­ya topladım...

Bu yazının Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) 8. kuşaktan babası sayı­lan Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) nakledilen rivayet ve hadislerden oluştuğu dikkate alınırsa, okuyucunun rağbetini kazanacağı mu­hakkaktır.

1. Bölüm

Müjdeleyen Hadisler:

1-Abdullah b. Ömer'den Hz. İmam Hüseyn'in (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"Eğer dünyanın ömründen sadece bir gün bile kalmış olsa Allah-u Teala o günü o kadar uzatır ki, benim neslimden bir kişi kı­yam ederek yeryüzünü, zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi, tekrar adalet ve eşitlikle doldurur. Ben ceddim Resulullah'ın (s.a.a) böy­le buyurduğunu bizzat kendim duydum." (1)

2-Şeyh Saduk kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) o
da babası Hz. İmam Ali'den (a.s) Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor:                

"Benden sonra on iki imam gelecektir. Onların ilki, sensin ya Ali. Sonuncusu ise Allah-u Teala'nın onunla yerin doğusuyla batı­sıyla her tarafını fethedeceği kıyam sahibi olan Mehdi'dir."(2)

3-"İhkak-ul Hak" kitabının yazan, kendi senediyle Hz. İmam
Hüseyin'den (a.s) o da babası Hz. Ali'den (a.s) Hz. Resulullah'ın
(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Mehdi (a.s) benim evlatlarımdandır. Onun, milletleri hayret ve şaşkınlığa düşürecek bir gaybeti olacaktır. O peygamberlerin miraslarının varisi olarak gelip yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi tekrar eşitlikle dolduracaktır." (3)

4-Abdurrahman b. Salt'tan Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) şöyle
buyurduğu rivayet olunmuştur:

"On iki Mehdi" (Hidayet edilmiş İmam) bizdendir. Onların ilki Hz. Emir-ul Mü'minin Ali b. Ebu Talib (a.s)dır. Sonuncusu ise be­nim dokuzuncu çocuğumdur. Hak üzere kıyam edecek İmam odur. Allah-u Teala yeryüzünü öldükten sonra tekrar onunla di­riltecek, onunla İslam dinini galip kılıp hakkı müşrikler isteme­seler bile, bütün dinlere isbatlayacaktır. Onun, bir çoğunun mürted olup diğer bir grubun dinde sabit kalacağı bir gaybeti olacak­tır. O zaman onlara hitap edilerek, eğer doğru söylüyorsanızsa bu vad ne zaman gerçekleşecek, şeklinde söylenilecektir. Bilin ki, o hazretin gaybet zamanında eziyyet ve yalanlamalara sabreden bir kimse Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzurunda kılıcıyla Allah yo­lunda cihad eden bir insan gibidir." (4)

5-Hz. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Hz. İmam Hasan'dan (a.s), oda babası Hz. İmam Ali'den (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Hak üzere kıyam edecek olan Mehdi" kıyam etmedikçe kıya­met olmayacaktır. O Allah'ın izin verdiği bir zamanda kıyam ede­cektir. Ona uyanlar necat bulacak, ona sırt çevirenler helak ola­caktır. Ey Allah'ın kullan, Allah'ı anın ve kar üzerinde emekleyerek bile olsa ona gelin. Zira o Allah'ın ve benim halifemdir." (5)

6-       Yine Hz. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Hz. İmam Hasan'dan (a.s) o da babası Hz. İmam Ali'den (a.s) Hz. Resulullah'ın (s.a.a)şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Dünya; Hüseyin'in neslinden bir kişinin ümmetimin ıslahı için kıyam ederek onu zulümle dolduğu gibi tekrar adaletle dol­durmadıkça "sona erip" gitmeyecektir." (6)

7-       Hz. İmam Hüseyin'den Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyur­duğu rivayet olunmuştur:

"Sonra bizim kıyam edenimiz kıyam edecek ve yeryüzünü zu­lüm ve tecavüzle dolduğu gibi -adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Böylece onun şiası olan mümin grubun kalbi rahatlayacaktır." (7)

8-Şuayb b. Hamza'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Hz.
Hüseyin İbn-i Ali'nin (a.s) huzuruna giderek ona bu işin (kıya­
mın) sahibi sen misin? diye sordum İmam, "Hayır" dedi. Bunun üzerine ona öyleyse senin oğlun mudur? diye sordum. İmam "Ha­yır" dedi. Öyleyse o kimdir? dedim. İmam; "O yeryüzünü zulüm aldığı gibi, adaletle dolduran kimsedir. Resulullah’ın (s.a.a) uzun bir fetretten sonra meb'us olduğu gibi o da uzun bir süre (zahir olan bir) İmam boşluğundan sonra gelecektir." dedi. (8)

9-Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) "Acaba Mehdi doğmuş mu? Diye soruldu. İmam; "Hayır, eğer onun zamanında olsaydım hayatım boyunca ona hizmet ederdim." dedi." (9)

10-  Abdullah b. Serik'ten şöyle rivayet olunmuştur:

Bir gün Hz. İmam Hüseyin (a.s) Hz. Peygamber'in (s.a.a.) mes­cidinde toplanmış olan bir grup Beni Ümeyye'nin yanından geçti­ğinde onlara hitap ederek şöyle dedi:

"Allah-u Teala benim neslimden olan bir kişiye meb'us kılıp, o sizden binlercenizi öldürmedikçe dünya sona ermeyecektir."

Ravi diyor, Ben o hazrete "Sana feda olayım, bunlar falancala­rın çocuklarıdır; sayıları o kadar değildir" dedim. Bunun üzerine İmam "yazıklar olsun sana o zaman bir kişini neslinden falan ka­dar türeyecektir. Ayrıca bir kavmi seven de onlardandır" dedi." (10)

2.    Bölüm

Hz. Mehdi'nin (a.s) Hz. Fatıma'nın (a.s) Nesliden Oluşu:

11-     Hz. îmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
Ben, Resulullah'ın: "Mehdi Fatıma'nın neslindendir" söylediği­
ni duydum." (11)

12-     İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuş­
tur:

"Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma'ya hitap ederek: "Ey Fatıma sana müjde vereyim! Mehdi senin neslindendir" dedi" (12)

13- Hz. imam Hüseyin'den (a.s) şöyle dediği rivayet olunmuş­
tur:  .

"Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma'ya hitab ederek şöyle dedi: "Ey kızım! Mehdi senin çocuklarındandır." (13)

3.    Bölüm

Hz. İmam Mehdi (a.s)ın Hz. İmam Hüseyin (a.s)ın Neslinden Oluşu:

14-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:

"Bu ümmetin kaimi (hak üzere kıyam edeni) benim dokuzuncu çocuğumdur. Örtün bir gaybeti olacak ve onun kendisi hayatta iken mirası bölüşülecektir." (14)

15-     Şeyh Saduk kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Benim dokuzuncu çocuğumda bir haslet Yusuf Peygamber'den ve bir haslet de Musa Peygamber'den vardır." (15)

16-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Benim dokuzuncu oğlumda bir haslet Yusuf Peygamber'den,

bir haslet de Musa İbn-i İmran'dan vardır. O biz Ehl-i Beyt'in kı­yam edecek olanıdır. Allah-u Teala onun işini (kıyam etme orta­mım) bir gecede doğrultacaktır." (16)

17-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) rivayet olunmuştur ki:
"Ceddim Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna gitmiştim o beni

dizi üzerinde oturtarak şöyle dedi: "Ey Hüseyin Allah-u Teala senin neslinden dokuz imam seçmiştir; onların dokuzuncusu onla­rın kıyam edecek olanıdır. Ama Allah katında derece ve fazilet bakımından hepsi eşittir" (17)

18-Hz. îmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olun­
muştur: "Hz. Resulullah (s.a.a) bana hitab ederek şöyle dedi: "Ey Hüseyin sen kendin imamsın, imam kardeşi ve imam oğlusun, se­nin neslinden dokuzu emin ve masumdurlar. Onların dokuzuncu­su Mehdi'dir, Ne mutlu onları sevenlere ve ne yazık onlara buğzedenlere"(18)

19-Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Annem Fatıma (a.s) bana dedi ki, seni doğurduğunda babam Hz. Resulullah gelince, ben seni san bir bez içerisinde ona verdim. Resulullah o bezi atıp beyaz bir bez alarak seni onunla sardı. Sonra sağ kulağına ezan sol kulağına da kamet okudu ve bana yönelerek "Al bunu ey Fatıma, bu imamlar babasıdır. Bu­nun neslinden dokuz fazilet sahibi imam gelecektir. Oların doku­zuncusu, onların Mehdi olanıdır." dedi. (19)

20-     Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Hz. Resulullah (s.a.a) beni müjdelediği bir sözünde şöyle bu­
yurdu: "Ey Hüseyin (a.s) sen efendisin; efendinin oğlusun; efendi­ler babasısın. Senin neslinden dokuzu, fazilet sahibi emin ve ma­sum olan imamlardır. Onların dokuzuncusu kıyam edecek olan Mehdi'dir. Ve sen imam, imam oğlu ve imamların babasısın. Senin neslinden fazilet sahibi dokuz imâm gelecektir. Onların doku­zuncusu Mehdi'dir. O yeryüzünü kist ve adaletle dolduracaktır. Benim kıyam ettiğim gibi o ahirüzzamanda kıyam edecektir." (20)

21- Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Ben ve kardeşim (Hasan) ceddim Resulullah'ın (s.a.a) nezdine gitmiştik. Resulullah (s.a.a) beni bir dizi, kardeşimi de diğer dizi üzerinde oturtarak, bizi öpüp şöyle dedi:

"Size babam feda olsun ey iki imam, ey iki salih peygamber to­runları. Allah-u Teala sizleri ceddiniz, babanız ve anneniz arasın­dan seçmiştir. Ey Hüseyin Allah senin neslinden dokuz imam seç­miştir. Onların dokuzuncusu kıyam edecek olanlarıdır. Ama Al­lah katında fazilet bakımından hepiniz eşitsiniz" (21)

4. Bölüm

Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) Gaybeti:

22-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet edilir:

"Bu işin (kıyamın) sahibinin iki gaybeti olacaktır. Onların biri çok uzun sürecek, hatta bazıları o ölmüştür, bazıları o öldürül­müştür, bazıları da yok olup gitmiştir diyeceklerdir. Onun işinin gerçeğini, emrine muta olan hizmetçisinden gayri hiç bir kimse bilemez" (22)

23-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:

Hz. Emir-ül mü'minin Ali (a.s) bana buyurdu ki: Senin ­ doku­zuncu çocuğun hak üzere kıyam ederek dini galip kılan ve adaleti yayan kimsedir. Bunun üzerine "acaba bu gerçekleşecek mi?" diye sorunca Hz. İmam Ali şöyle cevap verdi: "Elbette, and olsun Muhammed'i peygamberliğe meb'üs kılarak onu bütün yaratıklardan eşref kılan Allah'a ki bu gerçekleşecektir. Ancak hayret verici bir gaybetten sonra o dönemde yakin ruhunu taşıyan muhlis insan­lardan gayrisi dünde sabit kalamaz. Onlarla Allah-u Teala bizim velayetimize ikrar misakı bağlamıştır. Kalplerine iman yerleştir­miş, kendi katından olan bir ruhla onları teyid etmiştir." (23)

24-     Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
Babam Ali (a.s); "Ve onu kendisinden sonrası için baki bir keli­
me olarak bıraktı belki onlar dönerler diye" (24) ayeti hakkında
şunları söyledi:

"Bu ayetin nazil olması, Allah-u Teala'nın imameti kıyamete kadar Hüseyin'in (a.s) neslinde karar kıldığını belirtmiştir. Biz­den kıyam edecek olan imamın, birisi diğerinden uzun olan iki gaybeti olacaktır. O gaybet döneminde onun imam olduğu inan­cında yalnızca güçlü imanı ve doğru marifeti olan kimse kalacak­tır." (25)

5. Bölüm

Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) Oniki İmamdan Biri Oluşu:

25-    Yahya b. Cude b. Hubeyre'den şöyle dediği rivayet olun­muştur.

"Biri Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) İmamlar hakkında soru so­runca İmam Hüseyin (a.s) şöyle cevap verdi: "İmamlar, Beni İsra­il Nükabalan gibi oniki kişidir. Onların dokuzu benim neslimden-dir ve sonuncusu kıyam edecektir.

Ben kendim Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duy­dum: "Müjde olsun size müjde olsun size. Benim Ehl-i Beytimin misali aynen bir bahçeye benzer ki bir grup insanlar onun ürün­lerinden yararlanıp yemekteler. Sonda gelen grup onu, daha ge­niş, daha derin, çok ürünlü ve daha güzel bir deniz gibi bulacak­tır. İlkinde ben, sonunda ise benden sonra gelecek akıl sahibi on iki İmam ve Meryem oğlu Mesih'in (a.s) bulunduğu bir ümmet nasıl helak olabilir. Fakat arada ağırlığa sahip olmayan bir grup insanlar helak olacaklardır ki, onlar benden değil ben de onlar­dan değilim." (26)

26-     Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Hz. Emir-ül Mü'minin Ali b. Ebi Talib'den (a.s), Hz. Resulul­
lah'ın (s.a.a.) "Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve benim itretim" şeklindeki hadisinde geçen "itretinden maksadı kimlerdir?" diye sordu. Hz. Ali (a.s) şu cevabıverdi:

"İtret", ben, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in neslinden olan do­kuz imamdır. Onların dokuzuncusu onların Mehdi'si ve kıyam edenidir. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Havzu üzerinde tekrar o hazret dönünceye kadar, onlar Allah'ın kitabından, Allah'ın kitabı da on­lardan ayrılmayacaktır." (27)

27-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:

"Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna gitmiştim. Resulullah'ın (s.a.a) düşünceli ve üzüntülü bir halde olduğunu gördüm. Resulullah'a; (s.a.a) "Sizi böyle üzen şey nedir?" diye sordum. Resulul­lah (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Ey oğlum, Ruh-ul Emin (Cebrail) nazil oldu ve bana dedi ki: "Ey Resulullah, yüce Allah sana selam ederek artık senin ömrü­nün geçip vaktinin sona erdiğini bildiriyor. Bundan sonra İsm-ül Ekber-i, ilim mirasını ve nübüvvet ilmi kalıntılarını Hz. Ali İbn-i Ebi Talib'in nezdinde bırak. Zira ben yeryüzünü benim itaatimin ve velayetimin tanınması vasıtası olan bir alimden boş bırak­mam. Ben gaybdan gelen nübüvvet ilmini seninle baban Adem Peygamber arasında bulunan diğer Peygamberlerin zürriyetin-den kesmediğim gibi senin de zürriyetinden kesmiyeceğim" dedi. Ben, bu sırada Hz. Resulullah'a (s.a.a) o halde senden sonra bu işin sahibi (bu ilahi 'ilmin varisi) kimdir? diye sordum Resulullah (s.a.a) şöyle cevap verdi:

"Baban Ali İbn-i Ebi Talip (a.s), o benim kardeşim ve halifem-dir. Ali'den sonra bu işin sahibi Hasan (a.s)dır. Ondan sonra sen ve senin neslinden olan dokuz kişi bu işe sahip olacaktır. Bu şe­kilde on iki imam hakim olacak ve sonra bizim kıyam edenimiz kıyam edip yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Ve taraftan olan mümin grubun kalbine rahatlık verecektir." (28)

28- Yahya b. Yamur'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Ben Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) nezdindeydim. Yüzünü örtmüş esmer bir Arap gelip İmam'a selam verdi ve İmam'ın cevabından sonra şöyle devam etti "Ey Peygamber'in oğlu bir sorum var, sorayım mı? İmam: "sorun neyse sor" dedi.

Bunun üzerine mezkur şahıs şu soruyu sordu: "İmanla yakin arasında ne kadar bir fasıla vardır?

İmam: "Dört parmak kadar"

O şahıs: "Bu nasıl olur açıklar mısın?"

İmam: "Zira iman, duyduğumuz bir şeydir "duyulana inanmak­tır" yakin ise gördüğümüz bir şeydir. Kulakla göz arasında fasıl ise dört parmaktır."

O şahıs: "Doğu ile batı arasında ne kadar fasıla vardır?"

İmam "Güneşin bir günde katettiği mesafe miktarıncâ."

O şahıs: "Gökle yer arasında ne kadar fasıla vardır?"

İmam: "İcabet olan bir duanın bekleme süresince."

O şahıs: "İnsanın izzeti ne ile olur?"

İmam: "Halka ihtiyacını arzetmemekle.

O şahıs: En kötü şeyin ne olduğunu bana açıkla."

İmam: "İhtiyar olan birinin fişka düşmesi, hükümdarın sinir­lenmesi, soylu bir insanın yalan konuşması, zenginin cimri olma­sı ve alimin dünyaya hırsı olması kötü olan şeylerdir."

Bunun üzerine o şahıs şöyle devam etti: "Ey Resulullah'ın (s.a.a) oğlu, doğru söyledin, bana Hz. Resulullah (s.a.a) dan sonra olan imamların sayısını bildir."

İmam: "Beni İsrail'in nakipleri gibi on iki kişidir." dedi.

O şahıs: "Onların isimlerini bana bildir."

Bunun üzerine İmam bir süre başını önüne eğip düşündükten sonra şöyle dedi: "Evet ey Arap kardeş, onların isimlerini sana bildireyim."

"Hz. Resulullah’san (s.a.a) sonra İmam ve halife Emir-ül Mü­minin Ali, Hasan, ben ve benim neslimden olan dokuz şahıstır.

Benden sonra oğlum Ali, ondan sonra onun oğlu Muhammed, Muhammed'den sonra, oğlu Cafer, Cafer'den sonra oğlu Musa, Musa'dan sonra oğlu Ali, Ali'den sonra oğlu Muhammed, Muham­med'den sonra oğlu Ali, Ali'den sonra oğlu Hasan, Hasan'dan son­ra Mehdi olan oğlu imam olacaktır. O benim dokuzuncu çocuğum-dur. O ahırüzzamanda din uğrunda kıyam edecektir."

Ravi diyor: İmamın bu cevabından sonra o Arap kalkıp şu şiiri okuyarak gitti:

"Peygamber alnına elini çekmiş, onun parlaklığı yüzünde görü­lür. Babası ve annesi Kureyş'in en yücesi ve soylarının en hayırlısıdır."(29)

29- İsmail b. Abdullah'dan (*) Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"Akrabalar birbirine daha evladır" (30)

Hz. Resulullah'dan (s.a.a) bu ayetin te'vilini (batini anlamı) sordum. Resulullah şöyle buyurdu:

"And olsun Allah'a ki, sizden gayrisi kastedilmemiştir. "Ulu-1 erham" "akrabalar" sizsiniz. Ben vefat ettikten sonra, baban Ali (a.s) bana daha evladır. Ve benim verimdedir. Baban vefat ettik­ten sonra kardeşin Hasan (a.s) ona daha evladır. Hasan da vefat etti mi sen ona daha evlasın".

Bunun üzerine Resulullah'a "Ey Allah'ın Resulü, benden sonra bana kim daha evladır?" dedim.

Resulullah şöyle cevap verdi: "Oğlun Ali senden sonra sana da­ha evladır. O vefat etti mi oğlu Muhammed ondan sonra ona da­ha evladır, o da vefat ettiğinde oğlu Cafer ondan sonra ona daha evladır ve onun yerindedir. O da vefat etti mi oğlu Musa ona da­ha evladır ve ondan sonra onun yerindedir. Musa de vefat ettiğin­de oğlu Ali ona daha evladır ve onun yerindedir.

Ali de vefat ettiğinde ondan sonra oğlu Muhammed ona daha evladır. Muhammed de vefat ettiğinde oğlu Hasan ondan sonra ona daha evladır. Hasan da vefat ettiğinde senin dokuzuncu çocu­ğunun gaybeti başlayacaktır. Bu dokuz imam senin neslindendir. Allah-u Teala onlara benim ilim ve fehmimi vermiştir. Onların toprağı benim toprağımdan kılınmıştır. Bu kavim bana eziyet edecektir. Allah onlara benim şefaatimi nasip eylemesin" (31)

30-     Hz. İmam Hüseyin ve Hz. İmam Hasan'dan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"Benden sonra gelecek imamların sayısı Beni İsrail'in ve İsa'nın havarilerinin sayısıcadır. Onları seven kimse mümin, on­lara buğzeden ise münafıktır. Onlar Allah'ın halka olan hüccet ve önderleridir." (32)

31-     Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) şöyle bu­yurduğu rivayet olunmuştur:

"Ben mü'minlere onların kendi nefslerinden daha evlayım. Sonra ey Ali sen müminlere onların kendi nefislerinden daha ev­lasın. Sonra Hasan müminlere kendi nefislerinden daha evladır. Ondan sonra Hüseyin müminlere kendi nefislerinden daha evla­dır. Ondan sonra "onun oğlu" Ali müminlere kendi nefislerinden daha evladır. Ondan sonra "onun oğlu" Muhammed müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Cafer müminlere kendi nefislerinden daha evladır ondan sonra "onun oğlu" Musa müminlere kendi nefislerinden daha evladır*, ondan sonra "onun oğlu" Ali müminlere kendi nefislerinden daha evla­dır, ondan sonra "onun oğlu" Muhammed müminlere kendi nefis­lerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Ali müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Hasan müminlere kendi nefislerinden daha evladır, Hasan'dan sonra Al­lah'ın hücceti olan onun oğlu müminlere kendi nefislerinden daha evladır.

Bunlar ihsan ehli olan imamlardır. Hak onlarladır onlar da hakla." (33)

32-     Abdurrahman b. Salt'tan Hz. İmam Hüseyin'in şöyle bu­
yurduğunu rivayet ediyor:

"Hidayet eden on iki zat bizdendir. Onların ilki Emir-ül-mümi-nin Ali İbn-i Ebi Talip'tir, sonuncusu ise benim dokuzuncu çocuğumdur. O hak üzere kıyam edecektir. Allah onunla yer yüzünü öldükten sonra tekrar diriltecek ve müşrikler istemeseler bile onunla dinin hepsini aşikar kılacaktır." (34)

33-     Abdullah b. Sa'd Hz. İmam Hüseyin'den Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Cebrail bana haber verdi ki, Allah-u Teala Muhammed (s.a.a) ismini Arşın eteğine yazdığında ben dedim: "Ey Rabbim! Arşınla yazılan bu ismin sana en aziz olan mahluk'un ismi olduğunu görüyorum. Bu sırada Allah-u Teala gökle yer arasında ruhsuz iki beden misalini bana gösterdi. Bunun üzerine ben "Ey rabbi onların senin katında olan makamı hatırına onların kim olduğunu bana bildir" dedim. Bu sırada Allah-u Teala teker teker onları göstererek "Bu Ali îbn-i Ebi Talib'in nurudur, bu Hasan ve Hüseyin'in, bu Ali b. Hüseyin'in nurudur, ve Muhammed b. Ali nurudur, bu Cafer b. Muhammed'in nurudur, bu Musa b. Cafer'ül nurudur, bu Ali b. Musa'nın nurudur, bu Muhammed b. Ali nurudur, bu Hasan b. Ali'nin nurudur bu ise kıyam edecek ol Hüccet'in nurudur. Daha sonra İmam devam ederek şunları al dedi: "Hz. Resulullah buyurdu: "Her kim Allah-u Teala'ya bunları vasıta kılarak yaklaşırsa Allah-u Teala onu cehennem ateşinde kurtarır." (35)

34-  Musa b. Abdi Rabbih'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Henüz Hz. İmam Ali (a.s) hayatta bulunduğu bir dönemde ben duydum ki, Hz. Hüseyin (a.s) şöyle diyordu: Ben Hz. Resulul lah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah-u Teala'nın yarattığı şey kendi hicaplarıdır. O hicapların direklerine "Lailah illellah Muhammed-ün Resulullah, Ali-yün vassiyyühü" (yani Allah’tan gayri bir mabud yoktur Muhammed Allah'ın resulüdür Ali de onun vasisidir.) yazmıştır. "Allah-u Teala" sonra arşı yarat mistir. Onun da direklerine aynı şeyi yazmıştır. Sonra yerleri yaratmıştır. Onların da "direkleri olan" dağlarına aynı şeyi yazmış tır. Sonra levhi yaratmıştır. Onun da sınırlarına aynı şeyi yaz mistir." Buna göre onun vasisini sevmediği halde peygamberi sevdiğini sanan kimse, yalan konuşuyor... Sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Bilin ki, benim Ehl-i Beyt’im size bir sığınaktır. Benim sevgim için onları sevin ve dalalete düşmemeniz için onlara sanlın Bu sırada Hz. Resulullah'dan senin Ehl-i Beyt'in kimlerdir? diye soruldu. Resulullah şöyle cevap verdi:

"Ali, iki torunum ve Hüseyin'in (a.s) neslinden dokuzu masum emin ve imam. Bilin ki, onlar benim Ehl-i Beytim ye itretimdi Onların eti benim etimden ve kanları benim kanundandır" (36)

35-  Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur.
"On iki hidayet eden imam bizdendir, onların ilki Ali ibn-i Eh

Talip sonuncusu da kıyam edecek olan Mehdi'dir..." (37) 6. Bölüm İmam Mehdi'nin (a.s) Alametleri:

36-    Haris b. Muğıyre en-Nazri'den"*" şöyle dediği rivayet olun­
muştur: "Ben, Hz. İmam Hüseyin'e (a.s) "Hangi alametle İmam
Mehdi'yi (a.s) tanımak mümkündür?" diye sordum.

İmam; "Helal ve harama marifeti olması ve halkın ona muhtaç olduğu halde onun kimseye muhtaç olmamasıyla" dedi." (38)

37-    Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olun­muştur:

"Niçin bu kadar Mehdi'nin kıyam etmesi için acele ediyorlar? And olsun Allah'a ki b kalın kaba elbiseden gayri elbise giymez. Arpa ekmeğinden gayri bir yemek yemez. Ve o kılıçtan ve kılıç al-tında ölümden başka bir şey değildir." (39)

38-    Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olun­muştur:

"Mehdi (a.s) kıyam ettiğinde halk onu tanımıyacaktır. Zira o halka güzel şimali bir genç olarak gelecektir. Gerçekten de halkın onu yaşlı bir ihtiyar olduğunu sandıklan halde sahiplerinin bir genç olarak onlara gelmesi en büyük imtihanlardan biridir." (40)

7. Bölüm

Hz. Mehdi'nin (a.s) Zuhur Alametleri:

"Muhammed b. Samit'ten rivayet olunmuştur; diyor ki: İmam Hüseyin b. Ali'ye (a.s) "bu işten "yani Mehdi'nin zuhurundan" ön­ce belirecek bir alamet var mı?" diye sordum.

İmam: "Evet vardır" dedi.

Ravi diyor; "o alametler nedir?" diye sordum.

İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: "Beni Abbasın helak olup gitmeleri, Süfyani'nin huruç etmesi, Beyda çölünde "bir grubun" yere batması."

Ravi diyor; "ben İmam Hüseyin'e (a.s) sana feda olayım bunun çok uzun çekmesinden korkuyorum" dedim İmam; "Bunlar aynen bir teşbih taneleri gibi düzenle dizilmiştir biri diğerini takip ede­cektir." dedi." (41)

39-     Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olun­muştur:

"Mehdi'nin (a.s) "zuhurunun" beş alameti vardır. Süfyani'nin huruç etmesi, Yemeni'nin huruç etmesi, bir grubun Beyda çölün­de yere batması, Nefs-i Zekiyyenin katledilmesi" (42)

40-     Ikd-üd Dürer kitabının yazan kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (as) naklettiği bir hadiste İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor:

"Bir kaç gece peşpeşe doğu tarafından doğan büyük bir alame­tini gördüğünüz zaman halkın kurtuluş zamanı yani Mehdi'nin (a.s) zuhur etme zamanıdır." (43)

8.    Bölüm

Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) Zuhurundan Sonraki Durumu:

41-    Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Mehdi zuhur ettiğinde onunla Araplar ve Kureyş arasında kılıçtan (harpten) başka bir şey olmayacaktır. Niçin bu kadar Meh­di'nin zuhuru için acele ediyorlar? And olsun Allah'a ki, giyimi kaba elbise, yemeği de arpa ekmeğinden gayri bir şey değildir. Ve o kılıç ye kılıç altında ölümden gayri bir şey değildir" (44)

Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur: "Birbirinizin halini sorup birbirinize ihsan edin. Andolsun ta­neyi yarıp yeşerten ve canlıları yaratan Allah'a ki öyle bir zaman gelecek ki hiç bir kimse bir dinar ve dirhem harcamağa bir yer bulamayacaktır." (Yani Mehdi'nin zuhur ettiği zaman Allah-u Te-ala'nın ve velisinin fazla fazlından dolayı hiç kimse parasını har­cayacak bir yer bulamayacaktır). (45)

9.    Bölüm

Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) Sireti:

42-"Hasan b. Harun'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ben Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) nezdinde oturmuştum. Bu sırada Muella b. Hanıs İmam'a" Acaba Mehdi (a.s)ın Hz. Ali'nin (a.s) siretiyle farklı olan bir hareketi olacak mıdır?" diye sordu. İmam (a.s) "Evet olacaktır. Çünkü Hz. Ali (a.s) kendisinden sonra onların(düşmanların) şiasına galip olacağını bildiğinden onlara yumuşak davranır ve onları öldürmezdi. Ama Mehdi (a.s) kendisinden son­ra onların şiasının asla galip olamıyacaklarını bildiğinden onları öldürüp, esir etmekten geri kalmayacaktır." dedi." (46)

10.  Bölüm

Hz. Mehdi'nin (a.s) Hükümdarlık Süresi:

43-    Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olun­muştur:

"Mehdi (a.s) on dokuz sene hükümdarlık yapacaktır." Burada şunu belirtmeliyiz ki, Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) hüküm­darlık süresiyle ilgili muhtelif rivayetler gelmiştir. Hz. İmam Hü­seyin (a.s) dan naklettiğimiz bu rivayetin karşısında diğer imam­lardan gelen rivayetlerin bazısında hazretin hükümdarlık süresi on sene, bazısında otuz sene bazısında kırk sene, bazısında yedi sene, bazısında yetmiş sene vb., zikredilmiştir. Biz bu tür rivayet­lerden bir kaçını örnek olarak zikrettikten sonra bu rivayetlerin bir diğeriyle uyumuyla ilgili ulamanın bazı sözlerine işaret ede­rek bu veciz risaleyi sona erdireceğiz.

44-    Nuaym b. Hammad Hz. İmam Emir-ül Müminin Ali'nin
(a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Mehdi (a.s) Kostantaniyeyi, Çini ve Deylem dağlarını fethede­cek ve her yılı sizin senenizden on sene miktarında olan yedi sene kalacaktır" (hükümdarlık yapacaktır)

Böylece bazı rivayetlerde otuz, bazısında da kırk yıl olarak be­lirtilirken Ikd-üd Dürer kitabı yazarının Hz. İmam Muhammed Bakır'dan (a.s) naklettiği bir hadiste "...üçyüz dokuz sene hüküm­darlık yapacaktır" denmiştir.

El-Burhan kitabının yazan, El-Kavl-ül Muhtasar fi-Alamet-il-Mehdi kitabının yazan Şeyh Ahmed b. Hacerin mezkur kitabında bu rivayetlerin uyumu ile ilgili şunları yazdığını kaydediyor:

"Bu rivayetlerin doğru oldukları takdirde onlar arasında şu şe­kilde uyum sağlamak mümkündür ki, o hazretin hükümdarlığı zuhur ve güç bakımından değişmektedir. Buna göre en çok süreyi belirten hadis o hazretin hükümdarlığının aslına, en az süreyi be­lirten hadis o hazretin hükümdarlığının en parlak dönemine, orta süreyi belirten hadisler de o hazretin hükümdarlığının bu iki hal arasında kalan dönemlerine işaret ettikleri söylenebilir."

Bihar-ül En var kitabının yazan da konu hakkında şunları ya­zıyor:

"Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) hükümdarlığıyla ilgili gelen bu muhtelif rivayetlerin bazısı, hazretin hükümdarlık süresinin tü­müne, bazısı devletinin istikrar bulduğu süreye, bazısı bizim bil­diğimiz seneler ve aylara, bazısı hazretin zuhur zamanında ola­cak uzun ay ve yıllara yorumlanarak aralarında görülen çelişki giderilmiştir."

Mehdilik hakkında Prof. Dr. Ticani ise şöyle diyor:

"Ehl-i Sünnet'in Şia'ya karşı tenkit mahiyetinde ileriye sür­dükleri konulardan birisi de beklenilen Mehdi (a.s) konusudur. On iki asır boyunca bir insanın halkın gözünden uzak yaşayabile­ceğini uzak,bir ihtimal gördüklerinden ve hatta bazıları bunun muhal olduğuna inandıklarından bu konuda Şia'yı alaya ve istih­zaya almaktadırlar. Hatta bazı çağdaş yazarlar "Şiilerin, tarih bo­yunca başta bulunan hükümdarlar tarafından çeşitli zulüm ve te­cavüzlere maruz kaldıklarından kendilerine teselli vermek ama­cıyla onları bu zulümlerden kurtararak düşmanlarından intikam alacak ve yeryüzünü adaletle ve eşitlikle dolduracak Mehdiy-i Muntazar inancım geliştirmişlerdir." diyecek kadar ileri gitmiş­tir.

Şu son zamanlarda özellikle de İran İslam İnkılabı'ndan sonra Mehdiy-i Muntazar (a.O hususundaki söz ve konuşmalar çoğaldı­ğından her yerde Müslümanlar ve bilhassa da kültürlü gençler Mehdi inancının hakikatinin ne olduğu ve bunun İslami bir inanç olup olmadığım sormağa başlamışlardır.

Mehdi konusunda eski ve yeni Şia alimleri tarafından geniş ki­tap ve eserler yazılmış olmasına (47) ve bazı münasebet ve yerler­de teşkil edilen çeşitli konferanslarda ulema tarafından yapılan açıklamalara rağmen yine de bu konu Ehl-i Sünnetten bir çokla­rının nezdinde belirsiz ve karışık bir mevzu olarak değerlendiril­mektedir. Nedeni ise onların bu husustaki hadisleri duymaya adet edinmemiş olmalarıdır. O halde İslami inançlarda Hz. Meh­di (a.f) inancının hakikat ve yeri nedir? Bu konuyu iki bölümde inceleyeceğiz:

a)Kitap ve Sünnet'te Hz. Mehdi'nin (a.f) yeri.

b)Hz. Mehdi'nin (a.f) hayat, gaybet ve zuhuru.

Birinci konuya gelince Şia ve Ehl-i Sünnet Hz. Resulullah'ın ashabını Mehdi ile müjdeleyerek onun ahir zamanda zuhur ede­ceğini bildirmiş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Şia ve Ehl-i Sünnet Hz. Mehdi (a.f) ile ilgili hadisleri kendi Sihah ve Müsnetlerinde tahriç edip nakletmişlerdir. Bu konuda da ben taahhüt et­tiğim üzere sadece Ehl-i Sünnet'in kendi nezdinde sahih ve sabit olan hadislere istinat edeceğim:

Ebu Davud'un Sünen'inde bu konuda Hz. Resulullah’san (s.a.a) nakledilen bir hadis şöyledir:

"Eğer dünyanın ömründen bir gün bile kalsa Âllah-u Teâla o günü uzatacak ve benim Ehl-i Beyt'imden ismi benim ismim, ba­basının ismi de benim babamın ismi olan birisini gönderecektir. O, yeryüzünü zulüm ve tecavüzden doldurduktan sonra tekrar adalet ve eşitlikle dolduracaktır." (48)

Ayrı bir rivayete göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

"Biz öyle bir Ehl-i Beyt'iz ki, Allah-u Teâlâ dünya yerine ahire-ti bizim için seçmiştir. Benden sonra benim Ehl-i Beytim şiddetli bela ve zulümle karşılaşacaklardır. Sonra doğru tarafından siyah bayrakları olan bir kavim gelecektir. Onlar hayrı talep edecekler, ama onlara verilmeyecektir. Onlar harp edip zafere ulaşacaklar. O zaman onların istedikleri şeyi verecekler, ama onlar kabul etmeyeceklerdir. Onlar onu (o siyah bayrağı) benim Ehl-i Beyt'im­den olan birisine verecekler. O yeryüzünü zulümle doldurduğu gi­bi adaletle dolduracaktır."

İbn-i Mace de Sünen'inde yer alan bir hadise göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

"Mehdi biz Ehl-i Beyt'tendir; Mehdi Fatıma'nın evlatlarındandır."

Yine İbn-i Mace'nin nakline göre Resulullah (s.a.a) buyurmuş­tur ki:


"Ümmetimde Mehdi olacaktır. Eğer süresi kısa olursa yedi yıl ve eğer uzun olursa dokuz yıl hüküm sürecektir. O zaman ümme­time hiç bir zaman verilmediği bir nimet verilir, yeryüzü bütün zenginliklerini ve nimetlerini ortaya çıkarır hiç bir şeyini sakla­maz. O zaman mal ayak altına dökülecektir. Birisi gelip "Ey Meh­di, bana vef" dediğinde "al" diyecektir." (49)

Sahih-i Tirmizi'de de bu konuda Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle bir hadis nakledilmiştir:

"İsmi benim ismim olan Ehl-i Beyt'imden birisi hükümdarlığa erişecektir. Eğer dünyanın ömründen bir gün bile kalmış olsa, Al­lah o günü onun hükümdar olması için uzatacaktır." (50)

Yine Tirmizi'nin naklettiği bir hadise göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

"Araplara benim Ehl-i Beyt'imden olan ve ismi benim ismim olan birisi hükmedinceye kadar dünyanın ömrü sona ermeyecek­tir."

Buhari de kendi Sahih'inde ve Ebu Hureyre yoluyla Resulul­lah'ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Nasıl bir durumda olursunuz; Meryem'in oğlu size indiğinde ve imamınız da sizden olduğu zaman..." (51)

Gayet'ul Me'mul kitabının sahibi şöyle diyor: "Selef ve halef ulemâsı arasında, âhirüzzamanda Ehl-i Beyt'ten Mehdi diye ad­landırılan bir kişinin zuhur edeceği meşhurdur. Mehdi'nin hadis­lerini sahabenin seçkinleri nakletmiş, Ebu Dâvud, Tirmizi, İbn-i Mâce, Taberani, Ebu ya'la, Bezzaz, Ahmed ibn-i Malik ve Hakim gibi büyük muhaddisler ve husustaki hadisleri kendi kitaplarında tahriç etmişlerdir. Buna göre Mehdi hadislerini tümüyle zayıf sa­yan şahıs hataya düşmektedir.

Hafız, Feth-ul Bari kitabında şöyle diyor: "Mehdi'nin bu üm­metten olduğu ve İsa ibn-i Meryem'in inip onun arkasında namaz kılacağı hususundaki hadisler mütevatirdir." (52)

İbn-i Hacer el Haysemi de Savaik'ul Muhrika adlı kitabında şunları kaydediyor: "Mehdi'nin zuhur edeceğine dair hadisler çok­tur ye mütevatirdir." (53) Şevkani ise "Mehdi, Deccal ve İsa ile il­gili hadislerin tevatürü hakkında açıklama" adlı risalesinde Meh­di (a.f) hakkındaki hadisleri saydıktan sonra şöyle diyor: "İlim eh­linin de bildiği gibi bu konuyla ilgili saydığımız hadisler tevatür haddini aşmaktadır."

Şeyh Abdullahakk da "El Lemaat" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Mehdi'nin Ehl-i Beyt'ten ve Fatıma'nın evlatlarından olduğu hakkındaki hadisler tevatür haddini aşacak derecede çoktur." (54)

Sabban ise "İs'afur Rağibin" adlı kitabında yazıyor ki: "Me di'nin huruç edeceği, Ehl-i Beyt'ten olduğu ve yeryüzünü adalet dolduracağı hususunda Hz. Resulullah’san gelen hadisler tevat re ulaşmıştır.(55)

Yine "Sebâik'uz Zeheb" kitabının yazan Suveydi mezkur kitabında şunları yazıyor: "Ulemâ ahiruzzamanda kıyam edecek şahsın Mehdi olduğu ve onun yer yüzünü adaletle dolduracağı hususunda ittifak etmişlerdir. Onun zuhuru hakkındaki hadisler ise çoktur." (56)

İbn-i Haldun da "Mukaddime"sinde şunları yazıyor: "Bilmeli­sin ki, asırlar boyunca bütün İslam ehli arasında ahiruzzamana Ehl-i Beyt'ten bir kişinin zuhur edip dini teyid ederek adaleti yaygınlaştıracağı ve onun Mehdi diye isimlendirildiği meşhur bir konudur."

Çağdaş alimlerden de İhvan'ul müslimin'in müflisi seyit Sabık  "Akaid'ul İslamiye" adlı kitabında Mehdi ile ilgili hadisleri tahriç ederek, Mehdi düşüncesinin tasdik edilmesi gereken İslami inançlardan olduğunu kaydediyor,

Şia kitaplarına gelince, Mehdi ile ilgili hadislere bu kitaplarda  genişçe yer verilmiştir. Hatta hiç bir konuda Hz. Resulullah (s.a.a)'tan bu kadar hadisin nakledilmemiş olduğu söylenmektedir.

Müntehab'ul Eser'in yazan Lütfüllah Safî mezkur kitapta! Mehdi ile ilgili hadisleri Sihah-ı Sitte de dahil olmak üzere altmıştan daha fazla Ehl-i sünnet kaynağından ve Kutub-i Erbaa dahil olmak üzere doksandan daha fazla Şia kaynağından nakletmistir.

ikinci bölüm olan, Hz. Mehdi (s.a.a)'nin doğum hayat, gaybet ve hayatta oluşu konusuna gelince, Ehl-i sünnet alimlerinden küçümsenemeyecek bir grup Hz. Mehdi'nin Ehl-i Beyt imamlarınım on ikincisi, Hz. İmam Hasan Askeri'nin oğlu olduğuna o Hazret'in dünyaya gelmiş olduğuna henüz hayatta olduğuna ahiruzzaman­da zuhur ederek yeryüzünün adalet ve eşitlikle dolduracağına Allah'ın o Hazret'in eliyle dinini muzaffer kılacağına inanmaktalar ye bu hususta Şia'yla aynı görüşü paylaşmaktalar. Bu alimlerden bazıları şunlardır:

1-Muhyiddin Arabi "Futuhat-i Mekkiye" adlı kitabında.

2-Sibt'ul Cevezi Tezkiret'ul Havass" adlı kitabında.

3-Abdulvahhab eş Şa'rani "Akaid'ul Ekabır" adlı kitabında.

4-İbn-i Haşşab "Tevarih-u Mevalid'il Eimme ve Vefeyatihim"
adlı kitabında.

5-Muhammed Buhari Hanefî "Fasl'ul Hitab" adlı kitabında.

6-Ahmed ibn-i İbrahim el Belaziri "El Hadis'ul Meteselsü" adlı
kitabında.

7-İbn-i Sabbağ Malik "Füsul'ul Muhimme" adlı kitabında.

8-Arif Abdurrahman "Mirat'ul Esrar" adh kitabında.

9-Kemaluddin ibn-i Talha "metalib'us Süul Fi Menakib-i Al'ir Resul" adlı kitabında.

10- Kunduzi Hanefi "Yenabiu'l Mevedde" adlı kitabında. Eğer bir insan araştırma yapacak olursa Hz. Mehdi'nin doğduğuna ve Allah'ın onu zahir edinceye kadar da hayatta olduğuna inanan Ehl-i sünnet alimlerinin şu saydıklarımızın birçok katı fazla oldu­ğunu görür.

Elbette Ehl-i sünnet'ten sadece Hz. Mehdi ile ilgili hadislerin doğruluğunu itiraf etmekle birlikte o Hazret'in dünyaya geldiğini ve bu kadar uzun süre hayatta olduğunu inkar eden grup ortada kalıyor, ama malumdur ki, onlar, o Hazret'in doğup hayatta oldu­ğuna inananların aleyhine bir hüccet sayılmamaktalar. Kur'an-ı Kerim'de, Şia'daki olan inancı nefyedecek bir ayet bulunmamak­tadır. Hatta Kur'an'daki bazı ayetler bu inancın doğruluğuna ve sağlamlığına delildir. Allah-u Teâlâ nice-nice misallerle Allah'ın her şeye kadir olduğunu açıklamış ve böylece insanları donuk fi­kirle meselelere bakmaktan men'etmiştir. Bu yüzden kalbi iman nuruyla dolmuş olan bir Müslüman, Allah-u Teâlâ'nın Üzeyr pey­gamberi öldürerek yüz sene sonra diriltmesini onun merkebini kemikleri çürüyüp kül halini geldikten sonra tekrar diriltmesini ve bu süre içerisinde yemeğinin henüz bozulmamış olarak kalma­sını Kur'an-ı Kerim'de okuduktan sonra Allah'ın her şeye kadir olduğuna inanması gerekmez mi?

Kur'an'a inanan bir Müslüman Hz. İbrahim (as)in bir kaç kuşu öldürüp parçalayarak etlerini birbirine karıştırdıktan sonra par­çalarım bir kaç dağın başına koyduğunu ve daha sonra onları ça­ğırdığında kuşların dirilip uçarak kendisine geldiğini Kur'an-ı Kerim'de okuduktan sonra nasıl bu konuyu tuhaf sayabilir? Müs­lüman birisinin Hz. İbrahim ateşe atıldığında Allah-u Teâlâ'nın "Soğuk ve selamet ol" emri üzere ateşin peygamberi yakmamasını tuhaf sayması düşünülemez.

Müslüman birisinin Hz. İsa (s.a)m babasız bir şekilde annesin­den doğmasına, ölmediğine şu anda hayatta olduğuna ve yere tekrar döneceğine şüpheli bakamaz ve bunları tuhaf sayamaz. Müslüman olan şahıs Hz. İsa (a.s)nın ölüleri diriltip anadan doğ­ma körleri ve cüzzam hastalarını iyileştirmesini denizin Hz. Mu­sa (a.s) ve Beni İsrali için yarılarak ıslanma bile söz konusu ol­maksızın karşıya geçilmesi ve Musa (a.s)'ın asasının ejderhaya dönüşmesini ve Nil nehrini Hz. Musa (a.s)nın kana dönüştürme­sini tuhaf sayması düşünülemez.

Yine Hz. Süleyman (a.s)ın kuşlarla, cinlerle ve karıncalarla ko­nuşmasını ve rüzgara hamlettirerek, Belkıs'ın tahtını bir an içeri­sinde getirtmesin! Hiç bir Müslüman imkansız .ve tuhaf bir şey sayamaz? Yine Allah-u Teâlâ'nın Ashab-ı Kehf i üç yüz veya do­kuz yüz yıl öldürdükten sonra tekrar diriltmesini ve neticede to­runundan ve büyük babanın büyük babasından daha fazla yaşlı olmasını hiç bir Müslüman inkar edemez.

Yine Hz. Musa (a.s)’nın mülakat ettiği Hz. Hızr (a.s)ın şimdiye kadar hayatta olmasını hiç bir Müslüman inkar etmemektedir. Yine her Müslüman şahıs inanmaktadır ki, Adem Peygamber'den önce yaratılıp beşerin hayatını yaratılışın evvelinden sonuna ka­dar adım adım onları izleyen mel'un şeytan, şimdiye kadar haya-tına devam etmektedir ve kimse de onu açıkça görmüyor, ama o bütün insanları görmektedir. Bütün bunlara inanıp vuku bulma­sını garipsemiyen Müslüman bir kimse, Allah-u Teaİa'nın istediği bir hikmet gereği bir süre Hz. İmam Mehdi'nin gaybet yaşantısını sürdürmesini garipser mi? Oysa buna dair açık deliller mevcut­tur.

Aslında burada zikrettiğimiz şeylerin kaç katı Kur'an-ı Ke­rim'de zikredilmiştir ve bütün bu konuların özelliği insanların ta­bii gücünü aşan harikulade şeylerdir, öyle ki, bütün halk bile top-lansalar o işlerden birini yapmağa güçleri yetmez. Onlar ancak yerde ve gökteki hiç bir şeyin aciz kılmadığı Allah-u Teâlâ'nın kudretiyle gerçekleşmektedir. Bir kişinin Müslüman olabilmesi için Kur'an'ın getirdiği her şeye istisnasız inanması gerektiğine göre Müslüman olan bir şahıs Kur'an'da yer alan bu konulara inanmaktadır.

Hatırlatılması gereken bir nokta ise şudur ki, Şia'nın Mehdi (a.s) ile ilgili konulara daha vâkıf olması tabiidir. Zira ö, onların imamıdır; onlar onu ve onun babalan olan diğer Ehl-i Beyt imam­larını kendilerine önder kabul etmiş ve devamlı onların huzurun­da ve emirleri doğrultusunda yaşamışlardır. Şia Ehl-i Beyt imam­larına (a.s) büyük bir ihtiram kaildir. Onlar hatta Ehl-i Beyt imamlarının mezarlarını ziyaret için en güzel şekilde hazırlamış ve teberrük için devamlı o mezarların ziyaretine gitmeyi kendile­rine bir vazife olarak telakki etmişlerdir. Eğer onikinci imam olan Hz. Mehdi (a.s) vefat etmiş olsaydı, o Hazret'in de tanınmış bir kabri olurdu; kıyamını ise tekrar dizilerek kıyam edecek şek­linde yorumlamayabilirdi. Özellikle bunun mümkün bir şey oldu­ğu Kur'an-ı Kerim'de de açıklanmıştır. Bilhassa Şia ric'ate de inanmaktadır. Oysa Şia, Hz. mehdi (a.s)nin hayatta olduğunu ıs­rarla savunmakta ve Allah'ın istediği bir hikmet gereği gaybette olduğuna inanmaktalâr. Onlar namazlarında Allah-u Teâlâ'ya yalvararak o Hazret'in zuhurunu yakınlaştırmasını istiyorlar. Zi­ra o Hazret'in zuhuru ile Müslümanlar izzet, saadet ve zafere eri­şecek, kafirler istemeseler de Allah onun vasıtasıyla nurunu ta­mamlayacaktır.

Ehl-i sünnetle Şia'nın Hz. Mehdi (a.a) konusundaki ihtilafla­rın köklü bir ihtilaf olarak değerlendirilmemesi mümkündür. Zi­ra her iki grup da o Hazret'in ahiruzzamanda cubur edeceğinde, Hz. İsa (a.s)nın nazil olup o Hazret'in arkasında namaz kılacağın­da, yeryüzünü zulümle dolduktan sonra tekrar adalet ve eşitlikle dolduracağında, onun zamanında İslam'ın bütün yeryüzüne ege­men olacağında ve bir fakirin kalmayacağı ölçüde her şeyin bol olacağında ittifak etmektedirler. İhtilaf ettikleri tek konu şudur ki, Şia, o Hazret'in doğduğunu ve dünyaya gelmiş olduğunu söy­lüyor, Ehl-i sünnet ise daha sonra dünyaya geleceğini iddia edi­yor. Ama her iki fırka da o Hazret'in zuhurunun ahiruzzamanda olacağında ittifak etmişlerdir.

O halde Şia ve Ehl-i sünnet'in hak kelimesi üzerine toplanarak hep birlikte namazlarında, dualarında hulus-i niyetle Allah'a yal­vararak o Hazret'in zuhurunu tacil etmesini istemeleri gerek­mektedir. Zira İslam ümmetinin kurtuluş ve zaferi Hz. Mehdi (a.s)nin zuhuruyla tahakkuk edecektir.

Dipnotlar

1-Muhammed b. Ali Es-Saduk el-Kummi Ikmalüddin c. l, s.318

2-Muhammed b. Ali Es-Saduk el-Kummi Uyun-ul Abar-i Rıza s. 65.

3-İhkak-ul Hak c. 13, s. 177

4-Muhammed b. ali Es-Saduk İkmal-ud Din c. l, s. 317, Uyun-ul-Ahbar c. l, s. 18 Bihar-ül Envar c. 51, s. 133.

5-Delail-ül İmamet s. 5.

6-Kifayet-ül Eser s. 5.

7-Ikd-üd Dürer kitabının 158. sahifesinde bu hadisi Şuayb'ın Hz. İmam Hüseyin (a.s)dan naklettiğine teşrih edilmiştir. Fakat Bihar-ül Envar kitabının 51. cildinin 39. sahifesinde bu hadisi yalnızca Ebu Abdullah künyesine iktifa ederek nakletmiştir. Ebu Abdullah ise hem Hz.
İmam Hüseyin'in (a.s) ve hem Hz. İmam Sadık'ın (a.s) künyesidir. Ben
bu imamların ashabı arasında böyle isimli bir şahsı görmemişimdir.

8-Ikd-üd Dürer s. 160.

9-İsabet-ül-Hudut c. 6, s. 397. Bihar-ül Envar c. 51, s. 133. Bu hadi­sin ravisi olan İsa el-Haşşabı ve ondan rivayet eden Saad İbn-i Muham­medi, rical kitaplarında bulamadım.

Hadiste geçen "mevtur biebihi" kelimesi "Şehid edilmiş olan, babasının intikamını almamı  olan kimse" maksad kendi babası Hz. İmam Hasan-i Askeri (a.s) olabileceği gibi, Hz. İmam Hüseyin (a.s) da olabilir. Veyahut baba kelimesi cins anlamında kullanılıp ondan bütün imamlar kastedilebilir.

Amcasının künyesiyle künye alan tabiri ise belki de o hazretin amca­larından bazısının künyesinin Ebu-l Kasım olduğuna veya o hazretin kendisinin amcalarının künyesi olan Ebu Cafer, Ebu-l Hüseyin ya da Ebu Muhammed künyesiyle de künye aldığına işarettir.

B- Şeyh Tusi El-Gaybet s. 228.

Abdullah b. Şerik, El-Amiri olarak tanınan kimsedir. O Hz. İmam Seccad ve Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s)dan rivayet ediyor. Onun Hz. İmam Hüseyn'i (a.s) de görerek vasıta olmaksızın hadis almış olma­sı da uzak bir ihtimal değildir. Bazıları onu Hz. İmam Sadık'ın (a.s) as­habından da saymışlardır.

10-Suyuti'nin El-Cami-üs Sağır adlı kitabının hamişinde basılan Kenz-ül Hedaik c. 2, s. 128 ve El-Mehdi'yyül-Mev'ud c. l, s. 116.

11-El-Burhan s, 94.

12* Uref-ül Verd kitabı, s. 66 ve Mehdi'yyül Mevud c. l, s. 116.

13-Şeyh Saduk İkmal-üd Din c. l, s. 317. ispat-ül-Hdat c. 6, s. 397, Bihar-ül Envar c. 51, s. 134.

14-Şeyh Saduk İkmal-üd Din c. l, s. 317, Nur-üs Sekaleyn (tefsir) c.2, s. 213.

15-ispat-ül Hüdat c. l, s. 397, İkmal-üd Din c. l, s. 117

16-Yenabi-ül Meveddet s. 393. Bihar-ül Envar c. 51, s. 110

17-Kifayet-ül Eser s. 30.

18-Kifayet-ül Eser s. 197.

19-Kifayet-ül Eser, s. 176.

20-İkmal-üd Din c. l, s. 269.

21-Ikd-üd Dürer s. 134, İkmal-üd Din, c. l, s. 317, ispat-ül Hüdat, c.6, s. 397 Bihar-ül Evar c. 51, s. 133.

22-İkmal-üd Din c. l, s. 304, Bihar-ül Envar c. 51, s. 110.

23-Zuhruf Suresi Ayet: 28.

24-Yenabi-ül Meveddet, s. 327.

25-Kifayet-ül Eser s. 230.

26-İkmal-üd Din c. l, s. 240 Bu hadiste işaret edilen sekaleyn hadisi­ni bir çok Ehl-i Sünnet hadis yazarları çeşitli tariklerle kendi sahih ve sünenlerinde nakletmişlerdir. Biz önceki sayılarımızda bu hadis ve kay­naklarıyla ilgili geniş bilgi vermişiz. Aziz okurlardan bu konuda daha geniş bilgi edinmeleri için dergimizin önceki sayılarına başvurmalarını tavsiye ediyoruz.

27-Kifayet-ül-Eser s. 178.

28-Kifayet-ül-Eser 323. "ismail b. Abdullah b. Cafer-i Tayyar Hz. İmam Seccad'ın (a.s) ashabındandır. Ama onun Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) da hadis nakletmesi uzak bir ihtimal değildir. Hadisi babası Abdullah aracılığıyla Hz. İmam Hüseyin (a.s)dan almış olması, fakat hadisi naklederken babasını zikretmemesi de mümkündür. 29-Enfal/75.

30-Kifayet-ül Eser s. 175.

31-Kifayet-ül Eser s. 166.

32-Kifayet-ül Eser s. 177.

*Ata b. Riyah Hz. Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) ashabındandır.

33-İkmal-üd-Din c. l, s. 317 Uyün-ül-Ehbar c. l, s. 18.

34-Kifayet-ül Eser s. 169.

"'Zahiren Yezid-i El-Semman İmam Hüseyin (a.s) ashabından olan İbn-i Sabit denilen şahıstır. Bu şahsın Hz. Ali'nin (a.s) ashabından Yezid b. Ceble Yezid b. Hatem de olabilir.

35-Kifayet-ül Eser s. 117.

36-Bıhar-ül Envar c. 51-s. 133.

*-Ikd-üd Dürer kitabının sahibi Ebu Abdullah künyesinden sonra Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) ismini kaydetmiştir. Fakat bunun bir hata oldu­ğunu zannediyorum. Zira Haris b. El-Muğeyre el-Nazri Hz. Ebu Abdul­lah İmam Sadık'ın (a.s) ashaplarındandır.

Onun vasıtasız Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) hadis alabilmesi uzak bir ihtimaldir.

37-Ikd-üd Dürer s. 41.

38-Ikd-üd Dürer s. 228.

39-Ikd-üd Dürer s. 41.

40-Ikd-üd Dürer s. 41. Bu rivayetin ravisi olan Muhammed b. Samit
Hz. Ebu Abdullah İmam Sadıkın ashaplarındandır. Buna göre Ikd-üd
Dürer kitabının sahibinin Ebu Abdullah künyesinden sonra Hz. İmam
Hüseyin'in (a.s) ismini yazması ya onun hatasından kaynaklanmıştır ya
da Muhammed b. Samit'ten önce olan ravi atılmıştır."

41-El-Burhan. s. 113.

42-Ikd-üd Dürer s. 106, El-Burhan s. 109.

43-Ikd-üd Dürer s. 208. Bu hadisin bir bölümü altıncı bölümde geç­miştir.       .

44-Ikd-üd Dürer s. 171.

*Kırkısya Habur nehriyle Fırat nehri arasında yer alan bir bölgedir.. Merasid-ül İttila kitabının 1. cildinin 444. sahifesinde şöyle yazıyor: "Habur nehri, Cezire bölgesinden Fırata döküle bir nehirdir. Onun üze­rine Urban... ve Kırkısya gibi şehirler ve geniş vilayetler yer almıştır. Kırkısya Habur nehrinin Fırata döküldüğü yerde vakidir,

*Her ne kadar Ikd-üd Dürer kitabının yazan bu hadisi Hasan b. Ha­run'un Hz. İmam Hüseyin'den naklettiğini yazıyorsa da şüphesiz bu bir hatadır. Zira mezkur ravi Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık'ın (a.s) ashaplarındandır. Dolayısıyla vasıtasız olarak Hz. İmam Hüseyin (a.s) dan hadis nakletmesi mümkün değildir. O halde Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) ismini Ebu Abdillah künyesinden sonra kaydetmek mezkur yazarın ya­nılgısından kaynaklanmıştır. Rivayette soru soran Mualla b. Hanis de bunun ayrı bir delilidir. Zira mezkur şahıs da Hz. İmam Sadık'ın (a.s) ashabındandır.

45-Ikd-üd Dürer, s. 236.

46-Ikd-üd Dürer, s. 239.

47-Örneğin şehid M. B. Sadr'ın yazdığı "Yaşayan Mehdi" kitabı.
48-Sünen-i Ebu Davud, c. 2, s. 422.

49-Sünen-i İbn-i Mâce, 4086. hadis.

50-Tirmizi'nin "El Camiu's Sahih" adlı kitabı, c. 9, s.74-75.

51-Sahih-i Buharı, c. 4, s. 143 "İsa ibn-i Meryem'in nüzulü" bölümü.

52-Feth'ul Bari, c. 5, s. 362.

53-Savâik'ul Muhrika, c. 2, s. 211.

54-Sahih-i Tirmizi'nin haşiyesi, c. 2, s. 46.

55-İs'af ur Rağibin, c. 2, s. 140.

56-Sebaik'uz Zeheb, s. 78.        

            

Ehl-i Beyt'i Sevmekte Aşırı Gitmek;

 

 

Aşırıya gitmekten maksadımız, haktan çıkarak mahbubunu tapılan bir mabud haline getirecek derecede heva ve hevese uyma! değildir. Çünkü bunun küfr ve şirk olduğunda bir şüphe yoktur! Hz. Resulullah'ın (s.a.a) risaletine inanan hiç bir Müslüman buna itikat edemez. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi bu muhabbeti ya­saklamış Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurmuştur:

"Sende iki grup helak olacaktır; seni sevmekte aşın gidenle sa­na buğzedip düşmanlık besleyen."

Ve yine şöyle buyurmuştur:

"Ey Ali, seninle İsa arasında bir benzerlik vardır; Yahudiler ona düşman kesildiler, hatta annesine bile iftirada bulundular Hristiyanlar ise onu hakkı olmayan makama ulaştıracak kadar sevdiler." (1) .

Şia, Hz. Ali ve onun neslinden olan imamları sevmetmekte aşı­rıya gitmemişlerdir. Şia, onları Hz. Resulullah'ın onlara tayin ettiği makamda karar kılmış ve onların Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vasi ve halifeleri olduğuna inanmışlardır. Hiç bir Ca'feri mezhebini bağlı Şii, değil onların ilahlığına Peygamberliklerine bile inanma mistir. Şia'nın Hz. Ali'yi ilahlaştırarak rububiyetine itikat ettiği­ni iddia eden bazı sapıkların sözleri hakikatsiz bir iddiadır. Eğe; böyle kimseler var ise onları hesabını uleması kitapları, ilmi merkezleri, itikatları ve amelleri gözler önünde bulunan Caferi mezhebine mensup İsnâ aşeriyye Şia'sından ayrı tutmak lazımdır Ehl-i Beyt'i sevmekte Şia'nın ne suçu olabilir? Oysa Allah-u Teali Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor:

l- Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 123-Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 234-Buhari'nin "El Tarih'ul Kebir" adlı kitabı, c. 2, s. 281- Suyuti'nin "Tarihul Hulefâ", s. 173 - Hasais-i Nisai, s. 27 - Zehâir'ul Ukba, s. 92< Savâik'ul Muhrika, s. 74.


"Söyle ben sizden yakınlarımı sevmekten gayri bir karşılık is­temiyorum."

Bilindiği üzere, bu ayet-i kerime'de geçen meveddet kelimesi muhabbetten daha şiddetli bir sevgiye denir. Ve Allah Peygam­berin Peygamberliğinin mükafatı olarak yakınlarım böyle bir sevgiyle sevmeyi emretmiştir. Şia'nın ne suçu vardır? Çünkü Hz. Resulullah'da (s.a.a) buyuruyor ki:

"Ey Ali, sen hem dünyada efendi ve büyüksün, hem de ahirette. Seni seven beni sevmiştir; sana buğzeden bana buğzetmiştir. Senin dostun Allah'ın dostudur; senin gazabınla Allah gazap eder. Sana buğzedene eyvahlar olsun."

Ve yine buyurmuştur ki:                        ;            .

"Ali'nin muhabbeti iman; buğzu ise nifaktır." Ve yine buyuru­yor ki:

"Biliniz ki, her kim Al-i Muhammed'in (Ehl-i Beyt'in) sevgisiyle ölürse şehit olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Al-i Muham­med'in muhabbetiyle ölürse bağışlanmış olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Al-i Muhammed'in muhabbetiyle ölürse tövbe etmiş olarak ölmüştür. Biliniz ki, her kim Al-i Muhammed'in muhabbe­tiyle ölürse imanı kamil olan mu'min olarak Ölmüştür. Biliniz ki, her kim Al-i Muhammed'in muhabbetiyle ölürse ölüm meleği onu cennetle müjdeler..." (1)

Hz. Resulullah'ın Hz. Ali (a.s) hakkında:

"Yarın bayrağı öyle bir kişinin eline vereceğim ki, o Allah'ı ve Resul'ünü sever, Allah ve Resul'ü de onu sever" (2) diye buyurdu­ğu bir kimseyi sevmenin sakıncası ne olabilir? O halde Ali'nin dostu Allah'ın ve Resul'ünün dostu olan hakiki mu'mindir ve Ali'ye düşman olan Allah ve Resul'üne düşman olan münafıktır.

Şafii Ehl-i Beyt'in muhabbetiyle ilgili olarak şöyle söylüyor:

"Ey Resulullah'ın Ehl-i Beyt'i, sizi sevmek

Allah tarafından Kur'an'da farz kılınmıştır

Size bu kadar büyüklük ve fazilet yeter ki

Size salavat göndermeyenin namazı batıldır"     ,

Ferazdak maruf "Mimiyye" kasidesinde bu hususta şöyle diyor:

"Öyle bir topluluk ki, onları sevmek iman onlara düşmanlık ise küfürdür;

1-Sa'lebi'nin "El Kebir" adlı tefsiri, Meveddet ayetinin tefsirinde. Yine zemahşeri'nin "El Keşşef' tefsiri- Fahri Razi'nin "El Kebir" tefsiri, c.7, s. 405-Yine İhkak'ul Hakk, e. 9, s. 486.

2-Sahih-i Buhari, c. 4, s. 20 ve c. 5, s. 76- Sahih-i Müslim, c. 7, s. 120, "Ali ibn-i Ebutalib'in faziletleri" bölümü.

 

Onlara yaklaşmak da kurtuluş vesilesidir.

Eğer takva ehlini sayarlarsa onlardır önderleri.

Eğer "yeryüzünün en hayırlıları kimlerdir" diye sorulursa on­lardır denilir."

Şia, Allah ve Resul'ünü sevmekte ve Allah'a ve Resul'üne olan muhabbetleri Ehl-i Beyt'i (Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hasan ve Hüse­yin'i) sevmelerine sebeb olmaktadır.) Bu konudaki hadisler sayıl­mayacak kadar fazladır. Ehl-i Sünnet onları kendi Sihah'larında nakletmişlerdir. Biz ihtisar olsun diye onlardan sadece bazılarına işaret ettik.

Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'i sevmek Allah ve Resul'ünü sevmek oldu­ğu hususu anlaşıldıktan sonra şimdi de bu muhabetin sınır ve de­recesini açıklayalım ki, bazılarının hayal ettiği aşırılık olup olma­dığı ortaya çıksın. Hz. Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki:

"Ben sizden birisine kendi çocuklarından, babasından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça, o mü'min sayılmaz." (1)

Buna göre, Müslüman birisi Hz. Ali ve onun neslinden olan pak imamları içlerinde kendi aile ve çocuktan olmak üzere bütün halktan daha fazla sevmelidir. İman ancak bununla kemale erir. Çünkü Hz. Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:

"Ben sizden birisine kendi çocuklarından... sevimli olmadıkça o mü'min sayılamaz." Buna göre, Şia bu konuda aşırıya gitmemek­tedir. Aksine onlar her hak sahibine kendi hakkını veriyor. Zaten Hz. Resulullah'da (s.a.a) Hz. Ali'nin bedene oranla baş ve başa oranla iki gözler mesafesinden tutulmasını emretmiştir. Acaba başından ve iki gözlerinden vazgeçen bir kimse olabilir mi?

Ama buna karşılık Ehl-i Sünnetin sahabelerin sevgi ve takdi­sinde aşırıya giderek onları layık oldukları mevkiden daha yük­seklere çıkardıklarını görüyoruz. Bunun ise bütün sahabelerin adaletine inanmayan Şii'lerin hareketine karşı bir aksülamel ol­duğu sanılmaktadır. Örneğin, Emeviler sahabelerin derecesini yücelterek Ehl-i Beyt'in derecesini düşürmeğe çalışıyorlardı. Hat­ta salavat getirdiklerinde bütün sahabeyi de Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inden sonra zikrettiler. Çünkü Ehl-i Beyt'e salavat getirmek konuş böyle yüce bir fazilet idi ki, ona daha ön­ceden kimse ulaşamamış ve daha sonra da kimse ulaşamayacak­tır. Bu hareketleriyle sahabeleri de bu yüce makama ulaştırmak


l- Sahih-i Buhari, c. l, s. 9 "Hz. Resulullah'ın sevgisi imandandır" bölü­mü Sahih-i Müslim, c. l, s. 49 "Resulullah'ı eşinden çocuklarından, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmenin farz olduğu" bölüm ve Sahih-i Tirmizi.

 

 

istemişlerdi. Ama şunun farkına varmamışlar ki, Sahih-i Buhari, Müslim ve diğer kaynaklarda yer alan kesin bir hadise göre Allah-u Teâlâ sahabeler başta olmak üzere bütün Müslümanlara Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Patıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e
(diğer masum imamlarla birlikte) salavat getirmeyi farz kılmıştır. Ve muteber hadisler, yalnızca Hz. Resulullah'la yetinerek
Ehl-i Beyt'e salavat göndermeyen kimsenin namazının kabul olmayacağım beyan buyurmuştur.   

 

Buna göre Allah-u Teâlâ ve Resulullah'ın da (s.a.a) şahadette bulunduğu üzere sahabelerin içerisinde fasık, münafık ve mürtedler olmasına rağmen bütün sahabelerin adaletine kail olan Ehl-i Sünnet aşırılığa kaçmaktadır.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hataya düştüğünü ve bir sahabenin o Hazret'in hatasını düzelttiğini sözlerinin ve yine şeytanın Hz. Re­sulullah'la şaka yapıp oynadığı halde Ömer'den kaçtığı sözlerinin aşırılık olduğu açıktır.

Yine "Allah-u Teâlâ Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi de dahil olmak üzere tüm Müslümanları bir musibete duçar kılsa bile Ömer yine kurtulur" sözlerinin aşırılık olduğu açıktır. Özellikle de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetini bir kenara bırakıp sahabe­nin ve bilhassa Hülefa-i Raşidin'in sünnetlerine uyulması bir aşı­rılık örneklerinden sayılmaktadır. Biz bu gibi gayri usuli tavırlar­dan bazılarına işaret ettik. (Örneğin teravih namazı, mut'a vb.) Daha fazla haberdar olmak isteyenler geniş kaynaklara baş vura­bilirler.

Selman Rüşdi ve Fikir Özgürlüğü

 

14.2.1989 günü dünya İmam Humeyni'nin yayınladığı şu me­sajla yeniden inkılap rehberinin azametini ve İslam inkılabının dünyadaki gizli gücünü gözler önüne serdi.

"Allah'ı adıyla.

İnnalillah ve innaileyhi raciun.           

Tüm dünyanın gayretli Müslümanlarının İslam peygamberi ve Kur'anın aleyhine Kitab düzenleyip yayınlamış bulunan "şeytani Ayetler" kitabının yazan ve Kitabın muhtevasından bilgisi olan yayıncılar derhal idam edilmelidirler. Gayretli Müslümanlardan her nerede onları bulurlarsa hemen idam etmelerini istiyorum. Ta ki başkaları Müslümanların mukaddes değerlerine hakaret et­meye cesaret etmesinler ve her kim bu yolda öldürülürse inşallah şehiddir.

Ayrıca bir kimse yazarın yerini bilir, fakat öldürme kudretine sahib olamıyorsa onu halka haber versin ki suçunun cezasını bulsun. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun."

Asr-ı saadette de Asma binti Mervan, Ebu Afek, Ka'b b. Eşref vb. şahıslar Resulullah'a dil uzattıkları için öldürülmüştür.

İmam (R) de bu asr-ı saadette uygulanan bir sünneti ihya et­mek istemiştir. Çünkü hiç kimse bir milyar insanın inancına dil
uzatamaz. Bunun fikir özgürlüğü ile hiç bir ilgisi yoktur. Başka­larının inanç ve fikirlerine saygı duymayan birinin hiç bir fikir ve
özgürlük hakkı olduğu söylenemez. Başkalarını öldürenin yaşa­
maya hakkı olamaz. Dolayısıyla bir milyar insanın mukaddes de­ğerlerine saldıran bir mürtedin hiç bir değerine saygı gösterile­mez. Bu mürtedin yolunu takib eden Aziz Nesin, İlhan Arsel vb İslam düşmanları da hiç bir saygı beklentisi içinde olamazlar. Ol­maya hakları yoktur. Kendilerine yapılan en küçük bir baskı kar­şısında ortalığı velveleye veren bu mürtedler istiklal mahkemele­rinde idam edilen yüzbinlerce insan için büyük bir soğukkanlılık içinde "onlar devlete karşı suç işlemişlerdi." diyebiliyorlar. İran'da devlete karşı bir suç işleyen herhangi bir din düşmanının kılına dokunulsun tüm dünya ayağa kalkar. Belli oluyor ki bunla­rın özgürlük, fikre saygı ve düşünce hürriyeti diye bir dertleri yok. Bunların kalbi hasta Allah da hastalıklarını arttırmış bu mürted bozuntularının. Kendisine fikir özgürlüğü isteyen mürted Aziz Nesin acaba Müslümanlar için de aynı özgürlüğe razı olur mu? Kesinlikle hayır. Bunun olmayacağı gerçeği bugün Ceza­yir'de tecrübe edildi.     

The Sunday Times gazetesi sapık yazarın psikolojik portresi hakkında şöyle bir betimleme yapmıştı: Selman Rüştü aşağılık duygusuyla Allah'ı inkar eden bir kişidir."

Selman Rüşdü adlı bu mürted Kur'an'ın Hz. Muhammed tara­fından yazıldığını iddia etmektedir. Bir rüya sahnesinde peygam­ber'in eşlerini, "sokak kadım" olarak takdim etmiştir.

Hint asıllı mürted yazar hakeza 550 sayfalık bu romanında peygamberin kadınlara iyi davranmadığını, İslam'da eşcinselliğin kabul edildiğini ve Resulullah'ın hayvanların yavaş yavaş öldü­rülmesini emrettiğini yazıyor. Müslüman kadınların giydiği "hicab" adı verilen elbiseyi romanında bir genelevin adı olarak kulla­nıyor. Bu genelevdeki kadınlar Hz. Muhammed'in eşlerinden ba­zılarının isimlerini taşıyor.

Evet işte böyle soysuz ve şereften yoksun bir mürted tüm dün­yanın gözleri önünde bir milyar müslümanın inançlarına, mukad­des değerlerine saldırıyor.

Bu haksız saldırılara seyirci kalan Avrupa Topluluğu üyesi 12 ülke İmam'ın haklı fetvası karşılığında Tahran'daki büyükelçiliklerini danışmalarda bulunmak için geri çağırma karan aldı. Bu­nun üzerine İran da İngiltere ile diplomatik ilişkilerini kesti. Mürted Selman Rüştü'nün başına 2.6 milyon dolar ödül koydu.

Ama bütün bunlar olup biterken bir zamanlar övüle övüle biti­rilemeyen ve göklere çıkarılan Roger Garaudy bakın İmam'ın fet­vası için ne diyordu: "Müslüman olarak daha da kuvvetli bir nef­ret duyuyorum. Çünkü Kur'an din konusunda sadece maddi (po­lis ve askeri) değil manevi zorlamayı da yasaklar. Kur'an şöyle der: "İnanmak isteyen inansın. İnanmak istemeyen inanmasın. Din için kıyım öngörülemez. Eğer tarihte bu yapıldıysa Kur'an'a aykırı olarak yapılmıştır."

Ömrünü cahiliye dünyasında geçirmiş bir insandan bundan da­ha fazlası zaten beklenemez. Ama ihsanı asıl üzen şey bazı Müslümânların böylesi insanları göklere çıkarması ve örnek Müslüman diye takdim etmesidir.

Bu arada Mekke'de Dünya Fıkıh Konseyi toplandı. Toplantıya Yusuf Kardavi, Mahmud Şit Hattab, Ebu Hasan en-Nedvi vb. şahsiyetler de katıldı. Bu konsey Reşat Halife ve Selman Rüş­tü'nün kafir olduğuna hükmetti. Bu arada eski pop şarkıcısı Yu­suf İslam da örnek bir kişilik sergileyerek mürted olanların ölü­mü hakkettiğini ifade etti. Günahkar Müslüman olduğunu her defasında beyan eden Cengiz Çandar ise "İran-Batı geriliminde mümkün olabildiği ölçüde sessiz kalmak akıllıcadır." diyerek pragmatist bir tavır sergiliyordu. Yusuf Bozkurt Özal ise "Selman Rüştü olayı Allah'ın bize bir lütfü. İhracatın tam geliştirileceği zaman Selman Rüştü olayı tam zamanında patlak verdi. Alışveriş zamanı, hazırlanın." diyerek babasında neler miras aldığını en güzel şekliyle gözler önüne seriyordu.

Çetin Altan ise, "Adamın savunması bile alınmıyor, yargısız karar veriliyor. Bunun ne İslam tarihinde ne İslam hukukunda yeri yok." derken acaba Ka'b-b. Eşrefin yargılandığını veya sa­vunmasının alındığını mı iddia ediyordu. Ama hiç olmazsa Bosna Hersek teki Müslümanların katline şahid olduğuna göre yargı­sız ve savunması alınmaksızın öldürenlerin sadece Müslümanlar olmadığını artık anlamış olsa gerek.

Eski Devlet Bakam ve Diyanet işleri eski başkanlarından Dr. Lütfü Doğan, Selman Rüşdü hakkında verilen fetva için şöyle de­mişti:

"Humeyni'nin fetvası İslam'a aykırıdır. Bu fetva İslam'a ters düşmüş ve zararlı olmuştur."

Diyanet işleri eski başkanlarından bundan fazlasını beklemek herhalde iyimserlik olurdu. Ama en azından Ali Bulaç'ın "Bu tepkinin çok sağlıklı olduğunu sanmıyorum. İran'ın tepkisinin temel nedeni Selman Rüştü'nün "Şeytan Ayetleri" adlı kitabında değini­len Hz. Ali'dir." demesi bizi hayrete düşürmüştü. Zira Selman Rüştü olayı İran'da gündeme geldiği günden beri Hz. Ali'nin adı bile geçmemişti. Halk sırf Peygamber'e yapılan saldırılara tepki göstermiş ve galeyana gelmişti. Hatta dikkat ederseniz İmam da Rüştü hakkında verdiği tarihi fetvasında bu mürtedin İslam Pey­gamberi ve Kur'an'a hakaret ettiğini vurgulamıştı.

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Ruhi Fığlalı ise Rüştü'nün idamına fetva veren İmam (R) hakkın­da "Müslümanlığın yüzkarası" diyerek asıl kara yüzünü ortaya çıkarmıştı.

Evet imam bu fetvasıyla Müslümanların çiğnenmekte olan iz­zet ve onurunu kurtardı. Dünyada özgür olması gerekenlerin sa­dece kafirler ve mürtedler olmadığını ortaya koydu. Madem ki aklınız var gelin akıl ve mantıkla konuşalım. Saldırmak hakaret etmek ve sövmek acizlerin işidir. Ama bunu yapan acizlere de haddini bildirmek her müslümanın boyun borcudur. Hiç kimse Allah'a dine, Kur'an'a ve peygamber'e dil uzatamaz. Hiç kimsenin başkalarının inançlarına saldırmaya hakkı yoktur. Herkes inanç­larını ortaya koyma ve beyan etme özgürlüğüne sahib olmalıdır. Ama bu hak insanlara başkalarının inançlarına saldırma hakkını vermez.

"Şeytan Ayetleri" kitabı hakkında güzel bir çalışma yapmış olan Hüccet'ül İslam Muhammed Ali Tashiri şöyle demektedir:

Şeytan ayetleri kitabının yazan olan Selman Rüştü Hint asıllı: bir yazardır. 1947 yılında Hindistan'ın Bombay şehrinde Müslüman bir ailede dünyaya geldi; öğrenimini İngiltere Üniversitele­rinde yaptı. O İngiltere "filim" "yeni sanatlar" kurumlarının ve "İngiltere edebiyat cemiyeti'nin üyesidir. Onun yayınlanmış eser­leri arasında "Utanç" kitabı ve inceleme konusu yaptığımız "Şey­tan Ayetleri" kitabı yer almaktadır.

Kitapta, hayal ürünü bir öykü akıcı bir üslupla kaleme alın­mıştır. Öykü uçak olayıyla başlıyor ve hayali müzakerelerle sona eriyor.

Bu kitapta en çirkin iftiralara başvurularak mukaddes dini şahsiyetlere küstahça saldırılmış ve onlar en ağır suçlamalara maruz kılınmıştır. Allah'ın mukarreb meleği Cebrail Emin ve Hz. İsmail'den tutun Resûli Ekrem'e (s.a.a), hanımlarına ve ashabı­na kadar yalan, iftira ve töhmet esirgenmemiş ve onlar layık ol­mayan vasıflarla nitelendirilmiştir.

Yazar, Peygamber-i Ekrem'in yaşadığı dönemi, fuhuş cinnetini, yaşayan Batı'nın bugünkü dönemine benzetmeye kalkışarak Resul-i Ekrem ve hanımlarının isimlerini bu tür işlerle ilgili olarak sık-sık söz konusu etmiş Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerini alay konusu ederek İslam'ın mukaddes hükümlerine hakaret etmiştir.

İslam'ın en mukaddes şahsiyeti olan Resulullah (s.a.a) töhmet
altına alınarak âdi bir şahıs olarak tanıtılmaya çalışılmıştır. Böy
lece siyonist bir hedef uğruna tüm mukaddesata hakaret edilmiş­tir,

Bu komplonun korkunç boyutlarını anlamak için şu noktalara dikkat etmek gerekir:

1- Batı ülkeleri ve siyonist çevreler bu kitabı yaymak ve çeşitli
dillere çevirmek uğruna geniş boyutlu bir kampanya başlatmış,
ayrıca bu iş için Batılı kapitalistler tarafından bol maddi destek
sağlanmıştır.
                                                 .

2- Mezkur kitap İngiltere'de 1988 yılının kitabı olarak ilan
edilmiş ve Batılı muhtelif kurumlar tarafından ödüllendirilmiştir.

3- Batı bloku ve özellikle Avrupa ülkeleri topluluğu siyasi ve
propaganda gücünü seferber ederek mezkur kitabı savunmaya
kalkışmış ve bu hususta her türlü tenkite kulak tıkamışlardır.
Hatta bu kitabı kınayanlara karşı çeşitli siyasi ve güvenlik yaptı­rımları uygulamak karan alarak onları çeşitli hukuki ve ekono­mik cezalandırmalara tabi tutmakla tehdit etmişlerdir.

4- Fikir özgürlüğü maskesi altında söz konusu kitabın yazarım
savunmak içi onlarca yazar ve yayın merkezini devreye sokmuş
lardır.

İmam Humeyni, İslam'ı hedef alan bu komployu etkisiz bırak­mak için karşı söz konusu kitabın yazan olan Selman Rüştü'nün ölümüne dair fetva verdi.

Bu girişim, dünya çapında geniş yankılar uyandırdı; ve özellik­le ataist ve kafir çevrelerde büyük tedirginliğe yol açtı; bu fetva
üzerine dünyadaki küfür cebhesi tek bir vücut halinde kitabın savunucuları kesildiler. Elbette söz konusu kitabın yazan küstahcasına Müslüman olduğunu iddia ediyordu. Oysa ki, onun gibilerin İslam düşmanı olduklarında hiç bir şüphe yoktur. Bu arada Batı devletleri ve Siyonistler çeşitli diplomatik girişimlerle kitabı ve yazarına destek sağladılar.       

Bununla da yetinmeyerek, sömürgeciler, bazı satılmış veya al­datılmış şahıs ve kesimlerin de sözlü veya yazılı desteğini almaya yeltendiler. Bu vesileyle de Peygamber (s.a.a) ve İslam'a içten darbe vurulması isteniyordu.

Bu sebeplerden dolayı Selman Rüştü gibi birinin cezasının İs­lam fıkhı açısından ölüm olduğu hususunda her türlü tereddütün yok olması ve bu hükmün delillerinin bilinmesi için, konuyla ilgili bir takım nasları açıklayacağız:

Hadis, fıkıh ve siret kitapları araştırıldığında görülür ki İs-lam'da Resulullah'ın (s.a.a) şahsiyetine dil uzatan, O'na seb eden kişinin öldürülmesinin gerektiği ile ilgili şer'i hüküm açık ve ke­sindir.

Kazf (zinayla suçlama) gibi dil uzatmalar da aynı cezayı gerek­tiren suçlardandır.

Selman Rüştü olayında ise yüzlerce Batı yayın organları tara­fından yayınlanan ve desteklenen Resulullah'a ve zevcelerine karşı tüy ürpertici bir saldın, seb ve dil uzatma söz konusudur.

Bu olay şahsı ve ferdi bir dil uzatmadan öte, siyonizm ve Hristiyanlık aleminin küfür cephesi olarak hesaplı bir şekilde tertip­ledikleri geniş boyutlu bir komplodur. Bu komplonun hedefi, Peygamber'in nurlu ve mukaddes şahsiyetini lekelemek ve insanla­rın nazarında onu küçük düşürmektir.

Şimdi, İslam uleması, muhaddisi ve tarihçilerinin bu meseleyle ilgili görüş ve fetvalarım kısaca aktaralım:

l- Ehl-i Beyt Mektebinin Fakihlerinin Görüşleri:

Şeyh Saduk (vefat: 381 hicri-kameri) el-Hidaye adlı kitabında şöyle diyor:

"Kim Resulullah'a (s.a.a) veya Emir-ül Müminin Ali (a.s) veya diğer Ehl-i Beyt İmamlarından birine seb ederse onun kanı o an­dan itibaren heder olur."1

Ebu-s Salah Halebî (vefat 447 h.k) "el Kafi Fil Fıkh" adlı kita­bında şöyle diyor:

Kim Resulullah'a (s.a.a) veya Ehl-i Beytinden olan İmamlara veya Peygamberlere seb ederse, sultan (yönetici) onu öldürmelidir. Eğer bir mümin onun sebbettiği duyar ve öldürürse sultan onu tutuklayamâz. Eğer biri bu mukaddes zatlardan birini kötü bir işi yapmakla suçlarsa şiddetle kırbaçlanır; çünkü bu zatlar mukaddes kimselerdirler ve üstelik masumdurlar. Emir-ül Mü­minin Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olmuştur: Eğer Davud Peygamberin Urya adlı bir hanıma aşık olduğunu söyleyen birini tutuklayıp benim yanıma getirseler ona iki had vurdururum; biri İslam'la muhalefet ettiği, biri de Peygamber'e dil uzattığı için."2

Şeyh Tusî (vefat: 460 h.k) Nihaye adlı eserinde şöyle diyor:

"Kim Peygamber'e (s.a.v) veya Ehl-i Beyt İmamlarından birine seb ederse kanını dökmek mubah olur, onu duyan herkes kendi

1-el-Yenabi-ül Fıkhiyye, c. 23, s. 20.

2-el-Yenabi-ul Fıkhiyye, c. 23, s. 74; el-Kafi fil Fıkh, s. 416.

canına veya diğerine zarar gelmesinden korkmuyorsa onu öldüre­bilir."1

İbn-i zühre (vefat: 585 h.k) Serair adlı eserinde, İbn-i Hamza el Vesile adlı eserinde aynı hükmü beyan etmişlerdir.2

Muhakkik Hilli (vefat: 676 h.k) Şerayi-ul İslam adlı eserinde mezkur hükme şöyle değinmiştir:

"Peygamber'e (s.a.a) sebbeden ve aynı şekilde Ehl-i Beyt İmamlarından birine sebbeden öldürülür. Onun sebbini duyan herkese sebbedeni öldürmek caiz olur; eğer tehlikesi olmazsa."3

Allame'i Hilli, (vefat: 726 h.k) Kavait kitabında şöyle diyor:

"Peygamber (s.a.v) veya Ehl-i Beyt İmamlarından birine sebbe­den kişi öldürülür; bunu duyan herkese, kendisi ve malı ve diğer müminler için bir tehlike olmadığı takdirde sebbedini öldürmek caiz olur...'"*

Şehideyn'in eseri olan el Luma'tut Dımışkiyye ve onun şerhi olan er Revzetul Behiyye de ise şu ibaret yer almıştır:

"Peygamber (s.a.a) veya Ehl-i beyt İmamlarından birine sebbe­den birisi Öldürülür; kim birinin onlara sebbettiğinden haberdar olursa, İmam ve Hakim'den müsaade almaksızın kendi canı, malı veya diğer bir mümin için bir tehlike söz konusu olmasa, sebbede­ni öldürebilir."

Ve Allame Necefi Cevahir-ul Kelam kitabında şöyle demiştir:

"Kim Peygamber'e (s.a.a) sebbederse onun sebbettiğini duyan kimsenin onu öldürmesi caizdir; hatta farzdır. Bu hususta ulema arasında bir ihtilaf yoktur. Hatta bu hükümde her iki türlü icma (hem nakledilen icma, hem bilfiil gözlemlenen icma) mevcuttur."5

2. Diğer İslam Mezheblerine Mensub Fakihlerin Sözleri

İbn-i Kudame el Muğni kitabında şöyle diyor:

"Peygamber'i (s.a.a) veya annesini zinayla suçlamak İslam'dan mürted olmaya ve dinden çıkmaya sebep olur; aynı şekilde zinay­la suçlamak dışında sebbetmek de aynı hükmü taşır."6

Ebi-1 Abbas, Es Sarim ul Meslul Ala Şatım-ir Resul adlı eserin­de şöyle diyor:

"Kim Peygamber'e (s.a.a) seb ederse Müslüman olsun veya ka­fir, öldürülmesi farzdır. Bu bütün ehl-i ilmin görüşüdür."

1-el-Yenabi-ul Fıkhiyye, c. 23, s. 107.

2-el-Yenabi-ul Fıkhiyye, c. 23, s. 201, 293, 320, 391.

3-el-Yenabi-ul Fıkhiyye, c. 23, s. 341. 4-el-Yenabi-ul Fıkhiyye, c. 23, s. 416.

5-Cevahir-ul Kelam, c. 41, s. 432.

6-el-Muğni H ibn-i Kudema, c. 10, s, 231.

İbn-i el Münzir de şöyle diyor:

"İlim ehlinin tümü peygamber'e (s.a.a) seb eden şahsın cezası­nın öldürülmek olduğunda ittifak etmişlerdir."1

Kitabının diğer bir bölümünde ise şöyle diyor:

"Diğer peygamberlerin sebbi konusundaki hüküm bizim Pey­gamberi sebbetmenin hükmünü aynısıdır.

Hz. Muhammed'in makamı diğer peygamberlerden daha üstün olduğu için, ona dil uzatmanın suçu daha ağır olmasına rağmen İslam peygamberi dahil olmak üzere her hangi bir peygambere seb eden kişi kafirdir ve kanını dökmek caizdir."2

Kadı Ebu Yala da şöyle demiştir:

"Peygamber'e (s.a.a) sebbetmek hususunda iki hakkın ihlali söz konusudur. Allah hakkı, bu da Allah'ın gönderdiği risalet, ki­tap ve dine darbe vurmaktır; ve insan hakkı bu da seb yoluyla peygamber'e (s.a.v) bir eksiklik getirmektir. Bir suçta eğer hem Allah hakkı ve hem insan hakkı söz konusu olursa, tevbe etmek o cezanın affına sebep olmaz: Muharib'in haddi gibi, Onun cezası öldürülmektir."

Alauddin Eb-il Hasan el Merdavi el Hanbelî "el İnsaf fi Ma'rife-tu er Racih..." adlı eserinde şöyle yazıyor:

"Peygambere (s.a.a) sebbeden şahsın öldürülmesi gerektiği söylenmiştir. Bana göre bu görüş doğrudur, irşad kitabında da bu görüş kabul edilmiştir. Ve İbn-il Benra, el Hisar'da ve sahib-i Muştavib, el Muharrir ve Kazi el Hilaf adlı eserinde bu görüşü kabul etmişlerdir. Şeyh Tekiyuddin de Hanbeli mezhebine göre bu görüşün doğru görüş olduğunu söylemiştir."

Zirişki de, "Mezhebimize göre Müslüman olsa bile öldürülmesi gerekir" demiştir.

Maliki fakihlerinden olan Eb-il Berakat Ahmed ed-Derdir, eş Şerh-ul Kebir adlı eserinde şöyle demiştir:

"Bir mükellef (buluğ çağına ermiş bir şahıs), eğer peygamberli­ğinde ittifak edilen bir peygamber veya melek olduğunda ittifak olan bir meleğe sebb ederse veya onlardan söz açıldığında onları suçlarcasına konuşursa, veya onlara lanet okursa veya onlara bir eksikliği isnat ederse veya onları zinayla suçlarsa veya onların hakkını küçümserse,-örneğin ben onların emir veya nehiylerine aldırış etmiyorum derse veya onlara vücutlarında bile olsa bir ek­sikliği isnat ederse mesela şaş veya sakat idi derse veya onlara cimrilik gibi kötü bir huy atfederse veya yüce makamlarını kü-

1-es-Sarim-ul Meslul Ala Şatm-ir Resul (Ebi-1 Abbas), s. 5.

2-es-Sarim-ul Meslul Ala Şatm-ir Resul, s. 70.

çümserse mesela ilimlerinin zühtlerinin az olduğunu söylerse ve­ya tebliğ görevini yerine getirmemek gibi caiz olmayan bir işi on­lara malederse veya onların makamına layık olmayan bir hareke­ti onlara isnat ederse tevbe istenmeden öldürülür. Tevbe ettiği takdirde bu ceza onun şer'i haddi sayılır; eğer tevbe etmezse kafir olduğu için öldürülür. "f

İbn-i Hazm, Muhalla adlı kitapta Muhammed ibn-i Sahl'den şu hadisi naklediyor:

"Ali ibn-i Medini'nin şöyle dediğini duydum: Ben Emir-ül Mü-minin'in yanına gittiğimde bana peygamber'e (s.a.a) seb eden şahsın öldürülmesi gerektiği hakkında senetli bir hadis biliyor musun? dedi. "Evet" dedim. Sonra Abdurrezzak'ı naklettiği hadisi söyledim. Abdurrezzak Muammer'den o da Semak ibn-i Fazl'den o da Urve ibn-i muhammed'den o da Belkınli bir kişiden şöyle ri­vayet etmiştir: "Bir adam Peygamber'e (s.a.a) sövüyordu. Pey­gamber (s.a.a) kim benim düşmanımın hakkında gelebilir? dedi. Halid ibn-i Velid de; "Ben" dedi. Peygamber (s.a.a) onu adamın peşine gönderdi. Ve Halid onu öldürdü."

Sonra İbn-i Hazm şöyle diyor: Bu hadis senetli ve sahihtir. Bu hadisi Ali ibn-i Medini, Abdurezzak'tan nakletmiştir. Senette yer alan sonuncu şahıs ise sahabeden birisidir. O kendi ailesi ve çev­resince Belkinli adıyla çağrılırdı. Buna göre, Peygambere (s.a.a) sabbedenin küfrü ve Allah'ın düşmanı olduğu ispat olur. Çünkü, Peygamber (s.a.a) hiç bir müslümana karşı düşmanlık beslemez­di. Allah Teala buyurmuştur ki, "Müminler birbirlerinin dostları­dırlar." Bu delile istinaden Allah'a sebbeden veya O'nu alay konu­su eden veya bir meleke sebbeden veya onları alay konusu yapan ve keza peygamberlerden birine sebbeden veya onu alay konusu eden şahıs veya Allah'ın ayetlerinden birine sebbeden veya onun­la alay eden kişi bu işiyle kafir olur ve hakkında mürtedin hükmü uygulanır. Bütün şeriatler ve Kur'an-ı Kerim Allah'ın ayetle­rinden sayılır."     :

İbn-i Hacer Askalanî de Feth-ul Bari kitabında şöyle diyor:

"İbn-i Muzir Peygamber'e (s.a.s) açıkça seb eden kişinin öldü­rülmesinin farz olduğu hususunda ulemanın ittifak içerisinde ol­duklarını nakletmiştir."

Şafii Mezhebi'nin önderlerinden biri olan Ebu Bekir el Farisi de "el İcma" adlı eserinde şöyle demiştir:

l- eş-Şerh-ul Kebir (Ebi Berakat ed-Derdir. Bu kitap, Devsuki'nin Şerh-ul Kebir'e yazmış olduğu haşiyenin hamişinde basılmıştır, c. 4, s. 309.

"Kim Peygamber'i (s.a.a) açıkça zinayla suçlamak şeklinde sebbederse bütün ulemanın ittifakı gereğince kafir olur tevbe etse bi­le, ölüm cezası düşmez; çünkü bu onun kazf etmesinin (zinayla suçlanmasının) cezasıdır; ve kazfın cezası tevbeyle düşmez, el Hitabî ise şöyle demiştir:

"Böyle birisi Müslüman ise öldürülmesinin farz oluşunda şüp­he yoktur."

İbn-i Battal da şöyle demiştir:

"Peygamber'e (s.a.a) sebbeden şahsın öldürülmesi gerektiğinde ulema ihtilaf etmişlerdir; eğer zimmilerden veya Müslümanlarla muahedesi olan kafirlerden olursa İbn-i Kasım (İmam) Malik'ten onun İslam dinine girmediği taktirde öldürülmesi gerektiğini ri­vayet etmiştir; ama eğer kendisi Müslüman ise o zaman tevbe is­tenmeden öldürülür."

İbn-i Kayyım Cavziye Zad-ul Mead adlı eserinde şöyle demiş­tir:

"Peygamber'in (s.a.a) Umm-u Veled'il A'ma'nın öldürülmesine müsaade etmesi sabittir; onu mevlası, Peygamber'e (s.a.a) sebbetmek suçuyla öldürülmüştür. Yine Yahudilerden bir grubu Pey­gamber'e sebbetmek ve eziyet etmek suçuyla öldürülmüştür. Yine Peygamber (s.a.v) Mekke'yi fethettiğinde herkese güvence verdi sadece kendisine eziyet eden ve onu şiirle yeren altı kişi hariç; bunların dördü erkek ve ikisi kadın idi. Peygamber; "Kim Ka'b ibn-il Eşref in uhdesinden gelir; o Allah'a ve Resulü’ne eziyet et­miştir" diye buyurmuş ve onunla Er-Rafi'in kanını heder ilan et­miştir. Birinci Halife Ebu Bekir de kendisine sebbeden birini öl­dürmek isteyen Ebi Berzet-ul Eslemi'ye şöyle demiştir: Bu hü­küm Peygamber'den başkasına sebbeden için geçerli değildir. Onun, ondan sonraki halifelerin ve ashabın hükmü işte budur. Ashabtan hiç bir kimse bu hükme muhalefet etmemiştir. Allah onları bu hükme karşı çıkmaktan korumuştur.

Ebu Davud kendi süneninde Hz. Ali'den rivayet etmiştir ki: "Bir Yahudi kadını peygambere söverdi. Bir kişi boğuluncaya dek onun boğazını sıktı ve öldürdü. Peygamber (s.a.a) onu kanının bir değeri olmadığını bildirdi... "Bu hususta bazıları sahih bazısı ha­san ve bazısı meşhur olan onlarca hadis mevcuttur. Ayrıca bu ko­nuda ashab ittifak etmişlerdir. Yine Harb kendi Mesail'inde riva­yet etmiştir ki, "Ömer'e, Peygamber'e seb eden bir adamı getirdi­ler. Ömer onu öldürdü. Sonra şöyle dedi: Kim Allah'a, Resuluna veya Peygamber'den birine seb ederse onu öldürün."

Kuveyt'te Yayınlanan Fıkıh Ansiklopedisi'nde, İstihfaf madde­si ile ilgili olarak şöyle yazılmıştır:

"Ulema peygamberleri istihfaf etmenin (alay etmek küçümse­menin) haram olduğu ve küçümseyenin mürted olduğu hususun­da ittifak etmişlerdir. Bu peygamberliği kesin delil ile ispat olan peygamber için geçerlidir. Çünkü Allah Ter la Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Gerçek şu ki, Allah ve Resulüne eziyet edenler; Allah, onlara dünyada da ve ahirette de lanet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azah hazırlamıştır." (Ahzab/57)

Ve yine Allah ve Allah'ın ayetleri ve Resulü’yle alay edenler hakkında şöyle buyuruyor:

"Özür belirtmeyiniz siz imanınızdan sonra küfre saptınız" (Tevbe/66)

Küçümseme ister ciddi olsun ister şaka çünkü Allah Teala:

"...De ki; "Allah ile O'nun ayetleriyle ve Resulüyle mi alay et­mekteydiniz? Özür belirtmeyiniz, siz imanınızdan sonra küfre saptınız..." diye buyurmaktadır. (Tevbe/65)

Ulema böyle biri hakkında ölüm cezasını uygulamadan tevbe etmesi istenip istenmemesinde ihtilaf etmişlerdir. Hanefîlerin ya­nında tercih edilen görüş ve Malikilere göre de kısmen benimse­nen ve Hanbelilerin sahih bildiği görüş şu ki; Hz. Resulullah (s.a.a) ve diğer peygamberleri küçümseyen onları hafife alan kişi tevbe etmesi istenmeden öldürülür. Onun dünyada tevbesi kabul olmaz. Çünkü Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Gerçek şu ki, Allah ve Resulüne eziyet edenler; Allah onlara dünyada da ahirette de lanet etmiş ve onlara aşağılatıcı bir azab hazırlamıştır." (Ahzab/57)

Maliki'lerin nazarındaki yaygın olan görüş ve Şafiilerin görüşü ve Hanbeli ve Hanefilerden de bazılarının görüşü şudur ki mür­ted gibi tevbe etmesi istenir; eğer tevbe ederse ve dönerse tevbesi kabul olur; çünkü Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Kafir olan şahıslara de ki, eğer vaz geçerlerse önceden yaptık­ları bağışlanır." (Enfal/38)

Yine hadiste; "Eğer La ilahe illallah deseler kendilerini benden korurlar" diye buyurmuştur. Dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, bu fetva ferdi olarak yapılan seblerin cezasıdır, ama büyük komplolar neticesinde yapılan küstahlıkların cezası elbette daha ağırdır."

Abdulkadir Udeh Teşr-ul Cınaî adlı eserinde şöyle diyor: Kim bir peygambere veya meleke seb eder veya imayla ona bir kötülük (zina) isnat ederse veya ona lanet okursa ya da onu ayıplar veya onu zinayla suçlar ya da değerini küçümser veya bunlara benzer bir şey söylerse tevbe istenmeden öldürülür. Tevbe ettiğini ilan etse durumu tesbit edilmeden önce tevbe etmiş olsa bile tevbesi kabul olmaz. Çünkü bu durumda kati özel bir haddir gerçi irtidat çerçevesine girse dahi.

Hadis kitaplarında Peygamber'e (s.a.a) sebbedenin hükmünün öldürülmek olduğunu bildiren çok hadis vardır. Bu hadisler icmalen tevatür haddine erişecek derecede çoktur, ayrıca bazılarının senetleri de sahihtir. Biz bu hadislerden bazılarına işaret ediyo­ruz:

1- Kuleynî, Ali ibn-i İbrahim'den, o da babasından, o da İbn-i
Ebi Umeyr'den, o da Hişam ibn-i Salim'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ediyor: Peygamber'e (s.a.a) söven şahsın hakkında sorulunca İmam Cafer Sadık şöyle buyurdu: "Onu gücü yeten ilk şahıs öldürür, o öldürmese diğerlerine sıra gelir, İmam'a meseleyi götürmeden önce."1

2- Kuleynî, ashaptan olan bir grup muhaddisten, onlar da Sehl ibn-i Ziyad'dan, o da Ali ibn-i Asbat'tan, o da ali ibn-i Cafer'den şöyle rivayet etmiştir:

Kardeşim Musa bana şöyle dedi: "Babamın başı ucunda bulun­duğum bir zaman Medine valisi plan Ubeydullah oğlu Ziyad el-Harisi'nin elçisi gelerek valinin kendisini çağırdığını söyledi. Ba­bam hasta olduğunu bildirdi. Elçi gitti kısa bir süre sonra tekrar geri dönüp, "yolun kısa olması için maksure kapısının açılmasını emrettim", dedi. Babam kalkıp, bana yaslanarak hareket etti ve valinin yanına vardı. Valinin huzurunda bütün Medine fakihleri bulunuyordu. Valinin önünde bir şahsın Peygamber'e sebbettiğine dair bir belge vardı. O adam Peygamber'e dil uzatmıştı. Vali, babama "Ey Ebu Abdillah bu belgeye bak" dedi.

Babam Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu söyledi:

"İnsanlar benim hakkımda eşittirler; kim, birinin bana dil uzattığına (sövdüğüne) şahit olursa onu öldürmesi farzdır. Yöne­ticiye meseleyi götürmesi gerekmez; eğer yöneticiye mesele götürülürse yöneticinin bana şoveni öldürmesi farzdır."

Vali "Bu adamı götürün Ebu Abdillah'ın (Cafer Sadık'ın) hük­müyle öldürün," dedi.2

3-       Kuleynî Ali ibn-i İbrahim'den, o da babasından o da Hammad ibn-i İsa'dan o da Muhammed ibn-i Müslim'den o da İmam Muhammed Bakır'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

"Hüzeyl kabilesinden birisi Peygamber'e (s.a.a) sövüyordu. Bu haber peygamber'e ulaşınca "Kim bu adamın hakkından gelir?"

1-el-Vesail, c. 18, s. 554.

2-el-Vesail, c. 18, s. 459, hadis: 2.

dedi. Ensar'dan iki kişi kalkıp "Biz, ya Resulullah." dediler. Hare­ket edip bir çimenlik bölgeye geldiler. O adamın nerede olduğunu sordular ve nihayet onu koyunlarını yaydığı bir otlakta buldular. O adam, "Siz kimsiniz?" diye sordu. Bunlar, "Sen falan oğlu falan mısın?" diye sordular. O, "Evet" dedi. Bunun üzerine inip başını kestiler. Muhammed ibn-i Müslim diyor ki: "Ben İmam Muhammed Bakır'a "Acaba bir kimse şimdi Peygamber'e sövecek olursa öldürülür mü?" diye sordum. O "Eğer kendi canım tehlikeye gir­mesinden korkmazsan onu öldür" dedi.1

4-       Bihâr-ül Envar kitabında Şeyh Tusi'nin Emali kitabından naklen İmam Rıza babalarından naklen Peygamber'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim bir peygambere sebbederse onu öldürün, kim bir vasiye sebbederse o peygamber'e seb etmiş sayılır."2

5-Beyhakî Sünen-i Kubra'da ve Ebu Davud kendi süneninde
Hz. Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir yahudi
kadını Peygamber'e sövüyordu ve ona dil uzatıyordu. Bir adam
onu boğarak öldürdü. Resulullah (s.a.a) kadının kanını heder bil­
di."3

6-Müstedrek-üs Sahihayn'de Ebu Burze'tül Eslemi'den rivayet
etmiştir ki: "Bir adam Ebu Bekr'e çok şiddetle çıkıştı. Ebu Burze,
ey Resulullah'ı halifesi bu adamı öldürmeyeyim mi?" dedi. Ebu
Bekir "Bu hüküm yalnız Peygamber'e söven içindir," dedi.4

7-Sünen-ül Kubra ve el-Mühezzeb kitaplarında rivayet edil­
miştir ki:

"Bir adam Abdullah b. Ömer'e: "Bir kahinin Peygamber'e söv­düğüne şahit oldum." dedi. Abdullah: "Eğer ben duysaydım onu öldürürdüm; biz onlara bunun üzere eman vermişiz" dedi."5

8-Süneni Beyhaki'de Ebu Hüreyre'den rivayet olunmuştur ki:
"Bir şahıs birine sebbetme suçundan öldürülemez. Peygamber'e sebbetme hariç." 6

Tarih ve siret kitaplarında yukarıda açıklanan hükmün tatbiki hususunda birçok örnekler mevcuttur. Ka'b b. el-Eşref le ilgili kıssa da bundan ibarettir. O ilk önce kafirlerin lehine birtakım şi-

1- el-Vesail, c. 18, s. 460, hadis: 3. 2-Fıkh-ır Rıza, s. 285.

3-Bihar-ül Envar, c. 79, s. 221, hadis: 5.

4-es-Sünen-ul Kubra, Kitab-un Nikah, c. 7, s. 96, hadis: 13376. Dar-ul Kutub-ul İlmiyye, Beyrut baskısı, Sünen-i Ebi Davud, c. 4, s. 129.

5-el-Muhazzeb, c. 2, s. 258; es-Sünen-ul Kubra, c. 9, s. 200.

6-Sünen-il Kubra, Kitab-un Nikah, c. 7, s. 97, hadis: 13378.

irler okudu. Sonraları Müslümanların hanımlarına şiirle laf at­maya başladı. Peygamber birini onu öldürmek için görevlendirdi.

Yine Selam b Ebi-l Hakîk Peygamber'e düşmanlık yapıyordu. Peygamber (s.a.a) onun öldürülmesine müsaade etti.

Yine Peygamber'i (s.a.a) şiir ve şarkıyla hicveden, yeren iki ca­riye hakkında Resulullah öldürülmelerini emretti.

Bu kadar naslar ve İslam ulemasının fetvası ortada mevcut iken acaba mezkur hükmü kabul etmemek için bir mazeret kalır mı?

Bize göre İslam dünyasının bütün alimleri, yazarları ve müslümanım diye övünen herkes tek vücut olarak Selman Rüştü'ye destek sağlayan küfür cephesinin karşısında yer almalıdırlar ve küfrün bu teşebbsünde başarıya ulaşmasına engel olmalıdırlar. Müslümanlar, bütün varlıklarıyla Peygamber'e ve İslam'ın diğer mukaddesatına sahip çıktıklarım dünyaya bildirmeli ve kimsenin bir daha bu tür küstahlıkları tekrarlanmaya cesaret etmesine izin vermemelidirler.

Allah-u Teala buyuruyor ki:

"Kafirler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur." (Enfal/73)

Umarız Müslümanların gayreti sayesinde bu küstah mücrim hakkında da bu ilahî hüküm uygulanır, inşaallah.

Türkiye'deki Alevilik ve Şia'nın Farkı

 

Bilindiği gibi Şia mezhebi de dört Ehl-i Sünnet mezhebi gibi İslami mezheplerden biri sayılmıştır. Ezher Üniversitesi reisi mer­hum Mahmud Şeltut Caferiye (Şia) mezhebinin de dört mezheb gibi İslami bir mezheb olduğuna ve bu mezhebe göre amel etme­nin caiz olduğuna dair yıllar önce fetva vermişti. Şii Müslümanlar da namaz kılar, hacca gider, zekatını verirler.. Kısacası onlar da Kur'an'a inanır ve İslam'ın hakimiyeti için çalışırlar. Ama Türkiye'deki Alevilik bundan farklı bir olay. Bu aleviliğin İslam ve gerçi çek Alevilikle hiç bir bağı kalmamıştır. Namaz kılmaz, oruç tut­maz ve hacca gitmezler. Yıllarca Osmanlı istibdadı altında alim­lerden mahrum kalan bu Alevilerin artık İslam ile hiç bir bağlan kalmamış. İslam'dan sapmış durumdalar. Alevi demek Ali gibi ol­mak, Ali gibi yaşamaktır, amelsiz bir sevgi boş bir iddiadır. Dola­yısıyla Şia ile Türkiye'deki Alevileri birbirinden ayrı tutmak la­zım. Atatürk'e "Çağın Ali'si" diyecek kadar zavallılaşan Türkiye Alevileri artık sapık ve İslam'dan kopuk bir grup haline gelmiş­tir. Türkiye'deki Aleviler'in Şia ile hiç bir bağı kalmamıştır. Ali'yi sevmek dışında hiç bir ortak yönleri yoktur. Kaldı ki bu iddiaları da boş bir iddiadır. Zira Ali'nin yolunda olduğunu söyleyip Muaviye ve Yezid'in yaptıklarını yapmak ne akla ne de dine sığar. Bazı­ları sadece İranlı Müslümanların da bizim Aleviler gibi olduğunu sandıklan için onlardan uzak durmaktadırlar. Bu mesele anlatıl­malı ve İranlı Müslümanların hakkı iade edilmelidir. Vahhabiler ne kadar İslam'dan uzak ve İslam'ın ruhuna ters düşüyorlarsa, Türkiye'deki Aleviler de bu kadar İslam'dan ve doğal olarak Şia'dan uzak düşmüşlerdir. Bu Alevileri İslam dairesi içinde bir yere oturtmak oldukça zor. Ne doğru dürüst inançları, ne görülür bir amelleri, ne mezhebi bir öğretileri olmayan ve ne dediği belir­siz kimseleri toplumda İmam Cafer-i Sadık ve Ali'nin dostları di­ye takdim etmek ve algılamak aslında Hz. Ali ve İmam Sadık'a zulüm sayılır.

Heykeller olayı

 

Bilindiği gibi Şia'da sadece gölgeli ve kabartma resim yapmak haramdır. Bunun dışında canlı dahi olsa her türlü resim yapmak caizdir. Bu esas üzere heykeller de gölgeli resimler olduğundan yapılması haramdır. İran'da şah vb. İslam düşmanı kimselerin heykelleri devrim ile birlikte yıkılmış, yok edilmiştir. Ama fîrdevsi, Hafız ve Sa'di gibi büyük şair ve edebiyatçıların heykellerine dokunulmamıştır, Bu şahısların İslam'a hiçbir düşmanlığı olma­dığından ve halk tarafından sevilen birer şair ve edebiyatçı ol­duklarından ötürü heykelleri olduğu gibi bırakılmıştır. İnkılabçı Müslümanlar heykel yapmamış, ama İslam düşmanı olmayan in­sanların heykeline de dokunmamışlardır. Zira İslam'da haram olan da heykel yapmaktır. İslam'a düşmanlığı olmayan birinin heykelini kırmanın ve yok etmenin hiç bir dini gerekçesi yoktur. Bu heykellere ne tapılmakta ve ne de mukaddes bir gözle bakıl­maktadır. Dolayısıyla birer sanat eseri olmaktan başka hiç bir değer ifade etmemektedir. Bu yüzden bazı Müslümanların "Ne­den bu heykeller yok edilmemiş?" diye itiraz etmeleri gereksiz bir itirazdır. İslam'da haram olan heykel yapmak ve İslam düşmanı kimselerin heykelini korumaktır. İslam'a hiç bir düşmanlığı ol­mayan halk şairlerinin yapılmış heykellerini yok etmek hiçbir di­ni zaruretin gerektirmediği bir şeydir. Kaldı ki bunun dünya ge­nelinde de kötü yankılan olur. İslam düşmanları bu olaydan su-i istifade eder ve İslam'ın sanat düşmanı olduğunu lanse ederler. Müstehcen heykelleri yok eden Müslümanların başına kopartılan yapay kıyamet bu husustaki hassasiyeti ve ciddiyeti en açık şekil­de ortaya koymuştur. Gereği olmayan bir hususta ısrar etmek ise hiçbir müslümana yakışmaz.

Müslüman İslami hükümlerin açıkça çiğnendiği yerlerde sessiz durmamalı, itiraz sesini yükseltmelidir. Aziz Nesin ve Selman Rüşdü gibi mürtedlerin karşısında haykırmak ve İslami hüküm­leri savunmalıdır. Bu gibi. önemli ve gerekli olaylar varken kafayı gereksiz ve önemsiz meselelere takmak, basiretli bir müslümanın işi olamaz. Hem örneğin domuz etini yemek haramdır. Ama bu hüküm gereğince tüm domuzlan öldürmemiz mi gerekir. Bu dini bir gerekçesi olmayan bir şeydir.

Bir şeyin haram olup olmaması bizim öngörü ve onayımıza bağlı bir şey değildir. Helal ve haram tümüyle şeriat sahibi Al­lah'ın ve Resulü'nün iradesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla heykel yapmak haram olsa da İslam düşmanı olmayan birinin heykeline dokunmamak haram değildir. Nitekim zaten İmam'ın fetvası da böyledir. Bebek vb. gölgeli oyuncaklar için de aynı hüküm geçerli­dir. Yani yapmak haramdır. Ama almak, evinde saklamak haram değildir. Haram olmayan bir şey hususunda ayak diretmek de iyi bir şey olamaz.

Savaş ve Barış Günleri

Allah-u Teala cihad hakkında şöyle buyurmaktadır: "Sizinle harp edenlerle Allah yolunda çarpışın. Ama ileri gitmeyin. Çünkü Allah aşın gidenleri sevmez." (Bakara/190)

Hakeza: "Haram ay haram aya karşılıktır. Bütün hürmetler karşılıklıdır. O halde kim size saldırırsa siz de ona aynen söze yaptığı tecavüz gibi saldırın. Ama Allah’tan korkun ve bilin ki Al­lah takva sahipleriyle beraberdir." (Bakara/194)

İşte görüldüğü gibi Allah-u Teala Müslümanlara haram aylar­da bile saldırıya uğradıkları taktirde kendilerini savunmalarını ve saldırganı cezalandırmalarını emretmektedir. Habire "barış" türküsünü tutturup savaşa karşı olan Hasan-ı Basri'ye Hz. Ali (a.s) "Bu ümmetin Samirisi" dememiş miydi? Müslüman elbette ki barışçıdır. Barışı arzular. Ama saldırıya uğrayınca barış adına zillete ve esarete tahammül edemez. Müslüman onurludur, şeref­lidir. İslam'a ve Müslümanlarla aynı masaya oturup muhabbet edemez.

İranlı Müslümanlar da işte bu ilahi haklan hasebiyle Saddam güçlerinin saldırısına uğrayınca hemen kendilerini savudular. İs­lam yolunda izzet içinde cihad bayrağını açtılar. Tüm dünyanın arkasında yer aldığı Saddam'a karşı tarihte eşine az rastlanır destansı bir direniş örneği sergilediler. Bu savaş şüphesiz ki İslam ve küfür savaşıydı. Kafirlerin tümü Saddam cephesinde birleşmişti. Ya Müslümanlar ne yaptılar? Onlar da ya sessiz ve tarafsız kaldılar ya da "İran şiidir." diyerek tarihin en mazlum Müslümanlarını yalnız bıraktılar. Onları kaderleriyle baş başa koydular. Ama İranlı Müslümanlar kararlıydı, azimliydi. Kanla­rının son damlasına kadar İslam'ı ve İslami vatanlarını savundu­lar.

Kafir ve fasıkların. barış şarkılarına kulak bile vermediler. Asıl bansın İslam'da olduğunu bilerek sahte barış havarilerine kan­madılar. Masum yüzlü canilere aldanmadılar. Asr-ı saadetteki gi­bi İslam'ı ihya yolunda büyük bir mücadele örneği sergilediler. İmam've Ümmet olarak 20'nci yüzyıla İslam mührünü vurdular. Fedakarlık, aşk, kardeşlik ve şahadet ruhunu aşıladılar.

Daha düne kadar sokaklarda serserilik eden hippiler İslam mücahidleri haline geldi. Şarkıcılar tövbe edip şahadet meydanla­rına koştular. Kısacası onlar değişti Allah da onları değiştirdi. Kendini değiştirmeyen bir kavmi Allah da değiştirmez, İranlı Müslümanlar tam sekiz yıl boyunca cihad ve fedakarlık gösterdi­ler. Mallarıyla canlarıyla Allah'ın dinini savundular. Kafirlerin tehditlerinden korkmadılar. Böylece Allah da onlara yardım etti. Onlara sükunet ve huzur indirdi. Kalplerine güven verdi.

Bu İranlı mücahidler, başlarında imamlarıyla tüm dünyaya ci­had ve fedakarlık dersleri verdiler. Tüm uluslararası komplolara karşı koydular. Yüzbinlerce şehid verdiler. Evleri başlarına yıkıl­dı. Şehirleri bombalandı. Yıllarca ülke içinde göç olayı yaşandı ve halk uzun süre sığınaklarda yaşadı. Müslüman halk uluslararası ambargolar ve komplolar sebebiyle bir çok yiyecek dahi bulama­manın sıkıntısını yaşadılar. Genç ihtiyar herkes cephelere koştu. Kadınlar cephe gerisinde mücahitlere yiyecek ve giyecek şeyleri ambalajlıyordu. Ördükleri her şeyi bu İslam kahramanlarına gön­deriyordu. Evde olan iki yumurtasından birini bu cihad ve şahadet meydanlarına yolluyordu. Memur ve işçiler maaşlarının bir kısmını cephelere ayırıyordu. İşte bu halk böyle bir kahramanlık örneği sergileyince Allah da onlara yardım etti. Sonunda işgalci güçler işgal ettikleri tüm topraklardan geri çekilmek zorunda kal­dı.

Dolayısıyla savaş bir çok yıkıcılığına ve kayıplarına rağben da­ha yeni tağuti bir rejimin sultasından kurtulmuş olan İranlı Müslümanları terbiye etti. İranlı Müslümanların tümü cihad ve şahadet üniversitesinden bir çok dersler almışlardı. Onlar cihad ve şahadet okulundan mezun oldular. İşte bu ortamda İran'a gelenler ve İranlı Hizbullah halkı görenler derinden etkileniyordu. Komü­nistler bile bu halkı görünce gözyaşlarını tutamıyorlardı. Ayaklarındaki yırtık çoraplarıyla tüm dünyaya kök söktüren İranlı Müslümanlar görenleri derinden etkiliyor ve değiştiriyordu. Dolayı­sıyla İran halkım o şartlarda görenler heyecanlarım gizleyemiyor ve etkileniyordu. Ama savaştan sonra ne oldu? Şüphesiz ki bir rahmet olan cihad olayı bitince insanlar da a.-tık günlük yaşamla­rına, işlerinin başına döndüler. Halk yıkık evlerini tamir etmeye, eksiklerini gidermeye, eskilerini yemlemeye kısacası artık kendi hayatım yaşamaya koyuldu. Şimdi savaşa karşı olanlar bu defa da İran halkının değiştiğini ve inkılabı ruhtan uzaklaştığını iddia etmeye başladılar. Daha düne kadar savaştığı nedeniyle İranlı Müslümanları kınayanlar, İran halkının savaştan sonraki doğal değişimine karşı çıktılar. Halbuki İran halkı yine aynı halktır. İmamlarına itaatkardır. Rehber bugün emretsin tüm İran halkı tek vücud halinde yine kıyam ve cihad kemerini kuşanır. Ama böyle bir ortam olmayınca ister istemez insanlar kendi hayatları­nı yaşayacaklardır. Zaten cihadın ilahi bir rahmet oluşu da bu­nun ifadesidir.

Cihad ümmetin ölü ruhunu diriltir. Cihad karanlıkları aydın­latır. Cihad tembellikleri ve dünyevi korkuları giderir. Cihad in­sanı tabiata ve benliğine hakim hale getirir. Cihad bir ümmet ye­tiştirir.

Ama demek gerekir ki ne inkılap rehberi, ne ülke idarecileri ve ne de halk İmam'ın yolundan sapmamışlardır. Sâdece yaşam bi­çimleri değişmiştir. Halk kendi içine kapanmıştır. Ama bugün ay­nı cihad nidası duyulursa yine İranlı Müslümanlar tek vücud ha­linde birleşir ve kafirlere karşı dururlar. Allah-u Teala'nın dini yolunda cihad her müslümanın en büyük arzusudur. Düşman in­sanın ifadesi ve hızıdır. İnsan gecenin gündüze gerekliliği gibi düşmanın da varlığının gereksinimini duyar. Düşman olmayınca cihad da olmaz ve cihad olmayınca doğal olarak mücahid de ol­maz.

Kısacası İran halkı, rehberi ve idarecileri zerre kadar olsun İmam'ın yolundan sapmamışlardır. Değişen insanlar değil, ya­şam koşullandır. Ama elbette ki insan yaşam koşullarım değiştir­melidir, yaşam koşullan insanı değil. İranlı Müslümanlar da şu anda dünyaya kendi inançlarıyla inşa ettikleri bir dünyayı tak­dim etmeye çalışıyorlar. Bu dünya, gırtlağına kadar fesat ve kö­tülüğe batmış eski dünyanın bir alternatifi olarak ortaya çıkıyor ve bu dünyada modern dünyanın realitesi olan fuhuş, hippilik, vurdumduymazlık, zulüm, rüşvet, hırsızlık, çevre ve ruh kirliliği vb. sayışız çarpıklıkların da olmamasına çalışıyor. Başarı Al­lah'tandır.

Başta da sonda da hamd Allah'adır.

Mesh Olayı

 

Allah-u Teala Maide suresinin 6. ayetinde şöyle buyurmakta­dır:

"Ey inananlar namaza kalktığımız zaman yıkayın yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere dek ve meshedin başınızın bir kısmını ve ayaklarınızı iki topuğa dek"

Bu ayetin tefsiri hususunda İslam alimleri ihtilaf etmişlerdir. Evvela "ilelmerafık" (dirseklere dek) edatında ihtilaf vardır. Ehl-i Sünnet'e göre "ila" (dek) edatı yıkamanın ölçüsü ve hududunu de­ğil, abdestin keyfiyetini beyan etmektedir. Şia'ya göre ise "ila" edatı burada hududu beyan etmektedir. Dolayısıyla Şia "ila" eda­tının abdestin hududunu beyan ettiğine inandığı için ellerini yı­karken yukarıdan aşağıya doğru yıkamaktadır. Ehl-i Sünnet ise "ila" edatının keyfiyeti beyan ettiğine inandığı için elleri yıkarken aşağıdan yukarıya (dirseklere) doğru yıkamaktadır. Ayetullah Mekarim Şirazi bu hususta şöyle diyor: ""İla" edatı burada yıka­manın hududunu beyan etmektedir. Örneğin bir boyacıya odanın duvarlarını yerden bir metre yükseklikteki noktaya kadar boya­masını beyan ederken boyacıya boyayacağı yerlerin hududunu be­lirtmiş olursunuz. Yoksa boyacıya duvarı aşağıdan yukarıya doğ­ru boyamasını söylemiş olmazsınız. Zaten bu örfe de aykırı bir hu­sustur. Dolayısıyla abdest hususunda da "ila" edatı sadece hudu­du belirlemekte ve ellerin parmak uçlarından dirseklere kadar yı­kanmasını beyan etmektedir." (Tefsir-i Numune c. 4, s. 286)

Ayrıca "Erculikum" kelimesinde de İslam alimleri ihtilaf etmiş­lerdir. Fahr-u Razi'nin kıraat imamlarından ibn-i Kesir, Humza, Ebu Amr ve bir rivayete göre Asım, bu lafzı esreyle yani "erculi-kum" diye okumuştur. Nafi, İbn-i Amir, ve bir başka rivayete göre de Asım, üstünle yani "erculekum" diye okumuştur. Bilmek gere­kir ki "erculikum" diye okunursa meshi "erculekum" diye okunur ve kelimenin harf-i atıftan önceki kelimeye atfedildiği söylenirse yıkamayı iktiza eder. Ama Ayetullah Mekarim Şirazi "erculekum" okunduğu taktirde bile bu kelimenin "biruusikum" kelimesinin mahalline atfedildiğini, zira "biruusikum" kelimesi lafzen mecrur olsa bile "vemsehu"nun mefulu olduğundan mahallen mensub ol­duğunu, dolayısıyla ayette meshin gerekliliğinin istinbat edildiği­ni söylemektedir.

Velhasıl bu ihtilaf esasınca Ehl-i sünnet abdestte ayakların yı­kanması hususunda ittifak etmişlerdir. Bu husustaki rivayetler ise Amr b. As ve Osman'ın kölesi Humran tarafından nakledil­miştir. Davud b. Ali ve Zeydiye'den Nasırlilhak ise hem ayakların yıkanmasını, hem de meshedilmesini doğru bulmuşlardır. Ayrıca bîr takım rivayetlerden anlaşıldığı gibi bu ihtilaf Hz. Peygamber'den pek az bir zaman sonra ortaya çıkmış ve Müslümanlar bu hususta ayrılığa düşmüşlerdir.

Hasan-i Basri ve Muhammed b. Cerir-i Taberi ise bu hususta abdest alanın muhayyer olduğunu yani isterse abdest isterse de mesh ile amel edebileceğini söylemişlerdir.

Ebi Habbe'nin "Ali'nin abdest alırken ayaklarım topuklarıyla beraber yıkadı." demesi ise kabul edilir bir şey değildir.

Zira evvela bu hususta Hz. Ali'den bunun tersi rivayet edilmiş­tir. Ayrıca Zehebi de "Mizan" kitabının Künyeler bölümünde "Ebi Habbe için "Tanınmamıştır" diyor, îbn'ül Medyeni ve Eb'ul-Velid de Ebi Hubbe için "Meçhuldür." diyor. Ebu Zer'a ise "Adı anılmaz" diyor. Ayrıca bu hadis haberi vahiddir.

Şia ise ayakların meshedilmesinin gerektiğine inanır. Bu hu­susta bir Ehl-i sünnet kitabı olan Kenz'ul Ummal'de (2213. hadis) Abdullah b. Abbas'dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Allah (abdestte) iki yıkamayı, (yani yüzü ve elleri) ve iki de meshi (yani başı ve ayaklan) farzetti. Görmez misin teyemmümü zikrederken de iki yıkama yerine iki meshi zikretmiş, öbür iki meshi (başı ve . ayakları) ise terk etmiştir."

İbn-i Abbas ise Kenz'ul Ummal'de yer alan bir rivayette (2211. Hadis) şöyle der: "Abdest iki yıkayış ve iki meshediştir." der.

Bu hususta Abdulbaki Gölpınarlı şöyle diyor:

"Ensar'dan Muavviz b. Afrâ'nın kızı, Resûlullâh’ın (S.M), ayak­larını yıkadıklarım sanmış, işin aslını öğrenmek için İbn Abbas'a başvurmuştu. İbn Abbas, abdestte ayaklarını yıkayanlara şaştığı­nı söyleyip "Allah'ın kitabında ben, yalnız meshi buldum" demişti (İbn Mâce'nin "Sünen"inde, "Ayakları yıkama" bölümünde). Şeykânî, "Neyl'ül-Avtâr"ı 1. cildinde, Emîr'ül-Mü'minîn'in (a.s) ve İbn Abbâs'ın, abdestte ayaklarını methettiklerini Nevevî'den nakleder. Şa'rânî'nin "Mizân"ında da İbn Abbâs'ın, ayakların meshini farz bildiği, Kurtubî'nin, "Rahmet1 ül-Ümme fi İhtilâf il-Eimme"sinde, "Abdest, iki yıkayış, iki de meshediştir" dediği zikredildiği gibi bu, İbn Kesir'in "Tefsir"inde, "Hâzin" ve "E'd-Dürr'ül-Mensûr"da da kayıtlıdır.

Abbâd b. Temîm, babasından rivayet ederek Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), abdestte, ayaklarını meshettiklerini bildirmektedir. Tabarânî, "El-Mu'cem'ül-Kebîr"inde, bu hadîsi tahric ettiği gibi Şevkânî de "Neyl'ül-Avtâr" da, "Mu'cem"den nakleder; İbn Hacer, Temîm'in hâl tercemesini kaydederken "El-İsâbe fi Temyîz'is-Sahâbe" de, bu hadîsi alır; Aliyy'ül-Müttekıy, "Kenz'ül-Ummâl"de; Sakallarını da meshettiklerini" eklemek suretiyle alırsa da Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde bu kayıt olmadığı gibi diğer hadis kitaplarında da yoktur.

Enes b. Mâlik'e, "Yâ Ebâ Hamza, Haccac, Ehvâz'da okuduğu hutbede, abdest hususunda "Ademoğluna, ayaklarının pisliğinden daha yakın birşey yoktur, ayaklarınızın üstlerim, altlarını, ökçe­lerini yıkayın" dediği söylenmiş, Enes, bu söze "Allah doğru bu­yurdu, Haccac yalan söyledi; Allah başlarınızın bir kısmını ve ayaklarınızı meshedin buyurmuştur" diyerek karşılık vermiştir. Bunu, Taberî, "Tefsir" inde zikreder; Enes'in, ayaklan meshetmeyi kabul ettiğini ve Kur'ân'ın bunu emrettiğini söylediğini Kurtubî ve îbn Kesîr, "Tefsir" lerinde bildirdikleri gibi bu, "E'd-Dürr'ül-Mensûr" da da kayıtlıdır.

Bedir Ashabından olan, Harre faciasında şehîd düşen, Vâkıdî'ye nazaran, Müseyleme'yi öldüren ve Temîm'in kardeşi olan Abdullah b, Zeyd'il-Mâzinî, Resûlullâh’ın (s.a.a), abdestte, başlarını ve ayaklarını meshettiklerini rivayet eder; bu hadis, "Kenz'ül-Ummâl"de de vardır.

Evs b. Ebî-Evs-i Sakafî, Tâif te, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), abdest alırlarken ayaklarını meshettiklerini söyler. Bu rivayet, Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde, Ebû Dâvud"un "Sünen"inde, "Üsd'ül-Gabe, Neyl'ül-Aytâr, Kenz'ül Ummâl"de "Ayaklarını ve na'leynleri-ni mesnettiler" tarzındadır ki bu hususu sonra arz edeceğiz. Taberî de "Tefsîr"inde bu hadîsi tahric eder; orda "Na'leynleri" kaydı yoktur.

Osman'ın kölesi Hamran'dan, Halife'nin, abdest alırken ayaklarını yıkadığını bildiren hadîse karşılık, gene Ham­ran'dan tahric edilen ve Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde de bu­lunan bir hadiste, Osman'ın, abdestte ayaklarının üstlerim meshettiğini bildiren bir hadis var, "Kenz'ül-Ummâl"de, İbn Ebî Şey-be'nin "Sünen"inden aynı mealde bir hadis nakledilir ki bu da Hamran'dan tahric edilmektedir; ayrıca Müttakıyy-i Hindî, aynı kitapta, "Müsned"de, İbn Ebî-Leylâ'nın "Müsned"inden, "Hıl-yet'ül-Evliyâ"dan, aynı mealde ve gene Hamran'dan tahrîc edilen bir hadis daha var. Büsr b. Saîd'den de, Osman'ın, abdestte ayak­larını meshettiği, "Rasûl-i Ekrem’i (s.a.a) gördüm; böyle abdest al­madaydılar" dediği, görenlerin de "Evet" deyip tasdik ettikleri tahrîc edilmektedir. "Müsned"de, Hamrân'ın, Osman'ın abdestte ayaklarını meshettiğine dâir bir rivayeti daha var ki râvîsi Eban'dır.

Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde, Ebû Mâlik'ül-Eş'ari Haris b. Hâris'in, kavmine, Toplanın da size Resûlullâh’ın (s.a.a) kıldığı namazı kıldırayım dediği, kavmi toplanınca, içinizde, sizden başkası var mı diye sorduğu, yalnız bir tane, kız kardeşimizin oğla var dedikleri, Kız kardeşin oğlu, o kavimdendir deyip su istediği, başını ve ayaklarını meshettiği tahrîc edilmektedir.

"içinizde..." diye sorması, Haccâc'ın abdest hakkındaki emri yüzünden, bir çeşit çekinme olsa gerek.

Süyûtî Celâlüddîn, "Hasâis'ül-Kübrâ"sında, Cenâb-ı Peygamber'in (s.a.a) davete memur olmalarını, Bayhakıy'nin "Sünen"in-den ve Ebû Nuaym'in kitabından nakleder ve Urve b. Zübeyr'den tahrîc edilen hadisi şöyle zikreder:

"Cebrail (A.M), Hz. Peygamber'e (s.a.a) inince, orda coşan kay­naktan, yüzünü, dirseklerle beraber kollarım yıkayıp başını ve ayaklarını, topuklarıyla beraber meshederek abdest aldı; Hz. Pey­gamber de (s.a.a) Cebrail'den (A.M) gördükleri gibi abdest aldı­lar." (Hayderâbâd Basımı-1319; I, s. 94).

Halebî de "İnsân'ül-Uyûn"unda, halkı davete memur edildikle­ri zaman aldıkları abdesti anlatırken bunu, "Ayaklarını mesnetti­ler" diye kaydeder (E's-Sîret'ül-Halebiyye; Mısır B. 1330; s. 290).

Kurtubî'nin "Tefsir"inde, Neseî ve Dârukutnî'nin, Rıfâa b. Râfi'den, Alî b. Ebdül-Azîz vasıtasıyla tahric ettikleri hadis de şu­dur:

"Bir kişi mescide girip namaz kıldı; sonra Resûlullah’a (s.a.a) ve mescittekilere selâm verdi. Resûlullah (s.a.a), o kişiye, git, na­maz kıl, sen namaz kılmadın buyurdular. Adam gidip tekrar na­maz kıldı; gelip selâm verdi. Fakat Resûlullah (s.a.a) gene, sen namaz kılmadın, git namaz kıl dediler. Bu, iki, yahut üç kere tek­rarlandı. Adam, namazımın neresini kusurlu gördün deyince Cenâb-ı Peygamber (s.a.a) Hiçbirinizin namazı, abdest alırken, Allah'ın emrettiği gibi suyu, yıkanacak uzva akıtıp iyice temizle­medikten, yıkamadıktan, yüzünü, ellerini dirseklerle yıkayıp ba­şını, ayaklarını, topuklarla meshetmedikten, sonra, Allâhu Teâlâ'yı tekbir edip Ümm'ül-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) ve kolayına gele­ni (kolayına gelen Sûreyi) okumadıktan, tekbîr getirip rükûa va­rarak ellerini dizlerine koyup mafsalları tam bir sükûna ermedik­ten, rükû'dan kalkıp dümdüz durarak Semi'Allâhu li men hami-deh demedikten, boyu düzene girip bütün kemikleri sükûna ulaş­madıktan, sonra gene tekbir getirip güzelce secdeye varmadıktan, secdede alnı yere değmedikten, vücudunun eklemleri düzene, sükûna erişmedikten, sonra gene tekbir getirerek güzelce oturma­dıktan sonra, namazı sahih olmaz buyurdular ve dört rekat na­mazı tarif ettiler ve sonra gene, böyle yapmadıkça buyurdular, hiçbirinizin namazı tam olmaz".

Kurtubî, bu hadisi zikrettikten sonra, bu hadîse benzeyen bir hadisi de der, Müslim, Ebû-Hüreyre'den tahric etmiştir.

Bu hadis, lâfızları muhtelif,4akat konusu, anlamı aynı olarak birçok muhaddis tarafından tahric edilmiştir ki onların biri de Hâkim'dir; "El-Müstedrik"inde bu hadisi alır ve Şeyheyn'in şartlarınca da sahihtir" der. Zehebi de "Telhîs"ine almıştır. "Kenz'ül-Ummâl"de Ebû-Dâvûd'un, Neseî'nin, İbn Mâce'nin "Sünen"Ierin-den ve "El-Müstedrik"ten bu hadisi alır ve abdestte, baş ve ayak­ların meshedilmesi de hadiste alınır; Süyûtî'de "E'd-Dürr'ül Mensûr"unda, bu hadisi, ihtisarla zikreder.

Hadisteki, ayaklan meshin, yıkamayı bildirdiğini, bu suretle yorumlanması gerektiğini, İslâm'ın ilk zamanlarında abdestte, ayaklara meshedildiğini, sonra neşholunduğunu söyleyenler bu­lunmuşsa da, Berâe Sûresi müstesna, "Mâide Sûresi", "E'd-Dürr'ül-Mensûr"da da bildirildiği gibi Kur'ân-ı Mecid'den inen son sûredir ve hiçbir âyeti, hiçbir hükmü mensûh değildir; bunda bütün müfessirlerîn, bütün muhaddislerın ittifakı vardır; Kurtubî de, "Tefsir"inde bunu açıklamaktadır; Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) "Ey insanlar, Mâide Sûresi, son inen sûredir; onun helâlini helal, haramını haram bilin" buyurduklarım rivayet etmektedir.

Emîr'ül-Mü'minm'den (as), Resûlullâh’ın aldıkları abdest, şu suretle rivayet edilmektedir.-Tâbünden Abdu Hayr, "Alî'yi abdest alırken gördüm. Abdest almak için su istedi; su getirilince abdest aldı ve abdestte ayaklarını meshetti de sonra dedi ki: Resûlullâh’ın (S. M) ayaklarını (böyle) meshettiğini görmeseydim, bence ayakların altını meshetmek daha yerinde olurdu." (*)

Ahmed b. Hanbel, Süddî vasıtasıyla bu hadisi Abdu Hayr'dan tahric eder ve "Müsned"e alır. Abdestten sonra Emîr'ül-Mü'minin sözleri, bilhassa dikkate değer; İmâm'ül-Müttakıyn (a.s), bu söz­lerle, nassa (Kitaba ve Sünnete) karşı rey ve içtihadın olamayaca­ğını da anlatmış oluyorlar.

Gene Ahmed b. Hanbel, Seriyy vasıtasıyla Abdu Hayr'dan,

(*) Abdu Hayr, Yezîd'ül-Hayrânî oğludur. Hz. Emîr'ül-Mü'minîn'den (A.M), İbn Mesud'dan, Ebû-Bekr ve Aişe'yle diğer Sahabeden hadis rivayet etmiştir. Müslim, onu, Tabiinin ilk tabakası arasında zikre­der. İbn Muin, Neseî ve içli, onu doğrulardan sayarlar; İbn Habban , ve Ahmed b. Hanbel de sikadan olduğunu bildirmişlerdir. "Üsd'ül-Gaabe", Resûlullâh’ın (S. M) ashabından olduğunu, Ebû Amâre künyesiyle anıldığını, kendisine, yaşı sorulduğu zaman, yüz yirmiyi bul­dum dediğini nakleder. Hemdan Boyunun Hayran b. Nevfe mensup bölüğünden olan ve Câhiliyye devrini de idrâk eden Abdu Hayr, Küfe'ye yerleşmişti. Rical bilginleri, bu zâtin, inanılır kişi olduğunda ittifak etmiştir.

Emîr'ül-Mü'minîn'in (a.s) su isteyip ayakta içtiklerini, sonra ab-dest aldıklarını, abdestte, ayaklarının üstlerini meshettiklerini bildirir.

Ahmed b. Hanbel "Müsned"inin 1. cildinde iki yerde, cüz'î fark­la şu hadisi Ebû-Matar'dan (*) tahric eder:

"Emîr'üî-Mü'minîn'le (a.s) Rahbe kapısındaki mescidde oturu­yorduk; birisi geldi; bana Resûlullâh’ın abdestini göster dedi. Zeval vaktiydi; Emîr'ül-Mü'minîn (a.s), Kanber'i çağırdı, bana bir kırba su getir buyurdu, (Su getirilince) Ellerini, yüzlerini ve kollarını yıkayıp bir kere olmak üzere başlarını ve topuklarıyla beraber ayaklarını mesnettiler; Nerde Resûlullâh’ın (s.aa) abdes­tini soran buyurdular; Allah'ın Peygamberinin abdesti böyleydi işte."

Aliyy'ül-Muttakıy de, "Kenz'ül-Ummâl"de Ebû-Matar'dan tahrîc edilen hadîsi, şöyle alır:

"Alî (a.s) ile mescidde oturuyorduk; birisi geldi ve Ali'ye, bana Resûlullâh’ın (s.a.a) abdestini göster dedi. Ali, Kanber'i çağırıp bana bir kırba su getir dedi. Su gelince, ellerim, yüzünü ve kolla­rını yıkayıp başını ve topuklarıyla beraber ayaklarım meshettı."

Önceden de işaret ettiğimiz gibi, Emîr'ül Mü'minin'in (s.a) hilâfetleri zamanında da, abdestte ihtilâf meydana geldiği anlaşı­lıyor; bu ihtilâf, bilhassa ayakların meshedilmesi, yahut yıkanma­sı hususunda. "Müsned" deki hadiste, "bir kere olmak üzere baş­larım ve topuklarıyla beraber ayaklarını mesnettiler" dendiğine göre yüzü ve kollan birer, yahut ikişer, üçer kere yıkamak, meshi tekrarlamak hususlarında da ihtilâf olduğunu sanıyoruz.

Kurtubî, "Tefsîr"inde, İmâm Hasan ve Huseyn'in (a.s), abdes­ti emreden âyet-i kerimedeki, "ayaklarınızı" mealini veren lâfzı, "Ercüliküm" okumak suretiyle meshin vücûbunu bildirdiklerini kaydeder; Suyûtî, "E'd-Dürr'ül Mensûr"unda, Taberî, "Tefsir"inde aynı şeyi söylerler.

Ebû-Ca'fer Muhammed b. Ya'kub-ı Küleynî, "Furû'u Kâfi"de, İmâm Muhammed'ül-Bâkır'ın (a.s), abdestte, yüzlerini, dirsek­lerle kollarını yıkayıp ellerinin ıslaklığıyla başlarını ve ayakları­nın üstlerini meshettiklerini bildirir (İran-1312 H. I.C. S. 8-9).

(*) Ebû-Matar Ömer b. Abdullâh'il -Cüheni'nin, "Tehzip'üt-Tehzîb"in 10. cüz'ünde, Muhtar b. Nâfi'ut-Temimi'nin üstadlarından olduğu "Müsned"de, muhtar vasıtasıyla ondan hadisler rivayet edildiği bildirilir; 13. cüz'ünde de İbn Habbân'ın, onu, inanılır kişilerden (sikadan) saydığı zikrolunur. "Kenz'ül-Ummâl" abdest hadisini ondan tahric etmiştir.

İmâm Ca'fer'us-Sâdık (a.s), abdestte, yüzü ve kollan birer ke­re yıkamayı buyurmuşlar, "Bir kereye kanâat etmeyen, ikişer ke­re yıkar; iki kereden fazla yıkayan, bir ecre nail olmaz; iki kere yı­kamak, abdestte son haddir; bu haddi aşan, suç işlemiş olur ve onun abdesti, tahareti makbul değildir; o, öğle namazını beş rekat kılan kişiye benzer" demişlerdir (Aynı; s. 9).

Ayağa giyilen temiz ayakkabının üstüne, abdestte mesh etme­nin caiz olduğu da Ehl-i Sünnet kardeşlerimizce kabul edilmiştir. Ancak ayağa giyilen şeyin şekli, tarzı, abdestli, yahut abdestsiz giyilmiş olması, bu takdirde hükmü, ayaktan çıkarılınca abdestin bozulup bozulmayacağı, bu tarzda abdestin yolculukta, yahut her halde caiz olup olmadığı, ayakkabı yırtılsa, bu husustaki hüküm v.s. hakkındaki ihtilâf, fıkıh kitaplarında bulunduğu için bunları anlatmaya lüzum duymuyoruz.

Evs b. Evs'is-Sakafî'nin, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), Tâif te, ab­dest alırlarken "Na'leynlerini ve ayaklarını mesnettiler" demesi, Taberî Tefsiri'nde, Müsned'de, Ebû-Dâvud'un Sünen'inde ve Kenz'ül-Ummâl'de, "Na'leynlerini Mesnettiler" mealindeki hadis­ler, na'leynleri ayaklarında olduğu halde ayaklarını mesnettiler anlamınadır; meselâ Nezzâl b. Sebre'den ve Ebû-Zabyan'dan tahric edilen hadislerde de Hz. Emîr'ül-Mü'minin'in (a.s), abdest al­dıkları, "Na'leynlerine ve ayaklarına meshettikleri, sonra na'leyn-lerini çıkarıp mescide girerek namaz kıldıkları" bildirilmektedir. Ayaklarım meshetmeyip yalnız na'leynlerini meshetselerdi, ayak­kabıya meshi caiz bilenlerce, onları çıkarınca abdestin bozulması gerekirdi.

Hicrî 1041'de (1630-1631 M.) vefat eden ve El-Mukrıyy'ül-Mâlikî diye tanınan Şeyh Ahmed b. Muhammed'il-Mağrıbiyy'il, Mâlikî'nin "Fetlul-Makaal fî Vasfin-Nıâl"de tesbît ettiği gibi Cenâb-ı Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) na'leynlerinin üstü açıktı; önden, sağ ve solda iki, yahut üç boğuma mübarek parmaklan takılırdı; orada, ayaklarının çıkmaması için bir tutanak olduğu da rivayet edilmiştir. Anlaşılıyor ki Emir'ül-Mü'minin'in de (a.s) na'leynleri, o zamanda, oralarda âdet olduğu gibi bu çeşitti, üstleri açıktı. Bu bakımdan, na'leynleri ayaklarında olduğu hâlde, ayaklarına mes­nettiler; böyle olmasaydı, gerek bu, gerek diğer hadislerde, yalnız na'leynler anılır, "ayaklarına" kaydı eklenmezdi.

Müslim'de, Cerîr'in, "Rasûlullâh'ı böyle gördüm" deyip, gören­leri hayrette bırakarak ayakkabılarının üstünü meshetmesi, Mu-gıyra'dan, gene bu çeşit bir hadis rivayet edilmesi, bu hususta ittifakı sağlayamamıştır. Meselâ İbn Abbas, Fahr-ı Râzî'nin, "Tefsîr"inde de bildirdiği gibi, "Ayakkabılarıma meshetmektense, ayaklarımın kesilmesi, bence daha sevimlidir" demiştir. (Cüz': III; S. 381), Cerîr'in, Emîr'ül-Mü'minîn'in mektuplarını Muâviye'ye götürüp uzun müddet Şam'da kalması, dönüp geldikten sonra da tekrar Şam'a kaçıp Muâviye'ye sığınması ve Mugıyra'nın ahvâli esasen malûmdur.

İmâmiyye'ye göre, ayakkabının üstünü mesih caiz değildir; son inen sûrenin, Mâide Sûresinin bütün emirleri muhkemdir; bu sûrede ayakkabına nesih yoktur. Zâten bu da, usûl-i dîn'e ait bir-şey değildir; caiz bilinse de, bilinmese de bunun, imâna tesiri ola­maz.

Ayakkabına meshi caiz görenler, başa giyilen şeye de meshedilebileceğini söylemişler, başın mesih yerine yıkanabileceğim, bü­tün başı mesih icâbettiğini, kulakları, içleriyle, dışlarıyla meshetek lüzumunu, boynu meshetmeyi gerekli bulunanlar, bulma­yanlar olmuş, bu hususta çeşitli hükümler ve re'yler meydana çıkmıştır.

İmâmiyye, başa giyilen şeyi meshetmekle abdestin olamayaca­ğını, başın ön kısmının, eldeki rutubetle meshedilmesini ve bu­nun, sağ elle yukarıdan aşağıya doğru yapılmasını, başa, ıslak parmaklarla dokunmanın da mesih olduğunu, yıkamanın, mesih yerine geçmeyeceğini, kulaklarla, boynun meshedilmesinin abdes-te dâhil olmadığım kabul eder ve bu hususlarda müttefiktir."

Şia ve İslamî İlimler

 

Şüphesiz ki Şia alimleri tefsir, kıraat, Kur'an-ı Kerim'in hü­kümleri, garaib'ul Kur'an, Kuran'ın manaları, nasih ve mensuh, nevadir-i Kur'an, müteşabih ayetler, maktu ve mevsul ayetler, Kur'an i'rabı, Kur'an mecazları hadis, rical bilgisi, fıkıh fıkıh usu­lü, kelam ilmi, fırkalar, mezhepler bilgisi, ahlak siyer, tarih, coğ­rafya ve edebiyat gibi birçok İslami ilimler sahasında gerçekten de çok değerli hizmetler vermişlerdir. Bütün bu hizmetleri ve ilmi çabalan görmezlikten gelmek için insanın kör ve akıldan mahrum olması gerekir. Ama bilmek gerekir ki güneş, balçıkla sıvanmaz. Er veya geç hakikatler ortaya çıkacaktır.

Bu hususta merhum Abdulbaki Gölpınarlı yaptığı geniş araş­tırmasında şöyle demektedir:

"Cenâb-ı Peygamberin (s.a.a) vefatlarından sonra Kur'an-ı Mecîd'i ilk toplayan, Mushaf hâline getiren, Emir'ül-Mü'minin Aleyhisselâm'dır; bu mühim işi, Peygamber'i Ekrem'in (s.a.a) rıhletlerinden sonra, evlerine çekilip altı ay çalışarak başarmışlar­dır. (Suyûtî'nin "El-İtkaan"ından naklen Allâme-i Tabâtabâî'nin "Kur'an der İslâm"ı; s. 191 ve aynı sahifedeki notlar);

Tefsîr.

Kur'ân-ı Mecîd'in, Cenâb-ı Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) ve Ehlibeytinden (a.s) sonra ilk müfessiri, Suyûtî'nin "İtkaan"da, Kataade'den naklettiği gibi, Tabiinden Said b. Cübeyr'di; İbn Ne­dim de "Fihrist" inde bunu zikreder. Said b. Cübeyr, doksan dört hicride (712 M) şahâdet şerefine nail olmuştur. Emir'ül-Mü'mi-nin'in (a.s) ve Ehlibeytin (a.s) Şia'sındandı; bu yüzden de Haccâc tarafından şehid edildi.

Saîd b. Cübeyr'den sonra "Süddî-i Kebîr" diye anılan İsmail b. Abdurrahmân-ı Kûfî, tefsirde ün salanlardandı. Necâşî ve Şeyh Tûsî, Süddî'yi Şia müelliflerinden olarak zikrettikleri gibi İbn Kutaybe ve Askalânî de onun Şiiliğini tasrîh ederler. Süddî, İmâm Seccâd'la (a.s) İmâm Bakır (a.s) ve Sâdık'ın (a.s) ashâbındandır.

146 hicride (763 M.) vefat eden ve İmâm Seccâd'la (a.s) Bâkır'ın (a.s) ileri gelen ashabından Muhammed b. Sâib-i Kelbî de tefsiriyle şöhret kazanmıştır. 127de (744 M.) vefat eden ve İmâm Bâkır'ın (a.s) ashabından olan Câbir b. Yezîd-i Gu'fi de müfessirlerin muktedâsıdır. İmâm Muhammed'ül-Bâkır'ın (a.s) tefsirinden de "Fihrist'te bahsedilmekte, Ebû-Basîr ve Yahya b. Kasım-i Esedî gibi Şia'nın güvenilir ricali, bu tefsirden rivayetlerde bulunmaktadır.

Kıraat bilgisi.

Kıraat bilgisini ilk tedvîn eden, Ebû-Ümeyme-i Kufi diye ta­nınmış Ebû-Saîd Ebân b. Taglib'dir. İbn Nedîm "Fihristinde onu Kıraat bilginleri arasında anar ve "Maâni'l-Kur'ân, Kitâb'ül-Kırâa" ve Şîa mezhebine göre yazılmış olan "Kitâbün min'el-Usûli fi'r-Rivâye" adlı kitaplarını zikreder. İmâm Sâdık'ın (a.s) râvilerinden olan ve övülen Ebân, 141 hicride vefat etmiştir (758).

Ebân'dan sonra Kur'ân'ın yedi tarzda okunuşunun birini tem­sil eden Hamza b. Habib, "Kitâb'ül-Kıraâ" adlı bir kitap tedvin et­miştir. Bu zât, İmâm Sâdık'ın (a.s) ashâbındandır; Şeyh Tûsî de "Rieâl"inde bunu açıklar.

Zehebî, "Mîzân"da, Suyûtî, "Tahakaaf'ta, Ebû Ubeyd Kaasım b. Selâm'in, Kırâata dâir ilk kitabı yazdığını söylerlerse de bu, Ehl-i Sünnetten ilk kitabı yazanı bildirmek kastiyledir. Çünkü Ebû-Ubeyd, 224 hicride (838) vefat etmiştir. Ebân'ın vefâtıysa bundan seksen üç yıl öncedir; Hamza da Ebû-Ubeyd'den önce ya­şamıştır; doğumu 80 hicridedir (699); vefâtıysa 154; yahut 156 da-dır (770, 772). Bu bir yana, ayrıca hicretin ilk yüzyılının başların­da, vefat eden ve "Kitâb'ül-Vakfı ve'1-İbtidâ', Kitâbu İ'râb'il Kur'ân, Kitab'ul-Hümüz" gibi telifleri olan, Kisâî ve Ferrâ'nın üstadı ve İmâm Bâkır'ın (a.s) ashabından bulunan Kûfe'li Ebû-Ca'fer Muhammed b. Hasan b. Ebû-Sâre-i Revvâsî de, Necâşi'nin ve diğerlerinin bildirdikleri gibi Şia'dandı; bunlardan başka 80 hicrîde (699) doğup Hişâ b. Abdülmelik'in zamanında, 122de (740) şehid edilen Zeyd b. Alî b. Huseyn de (a.s), ataları Alî b. Ebû-Tâlib'in (a.s) okuyuşunu temsil etmedeydi.

Bütün bu saydıklarımız, Ebû-Ubeyd Kasım'dan önce yaşamış kişilerdir; bu bakımdan Kıraat bilgisinde ilk adım atanlar Şia mezhebindendir.

Kur'ân-ı Mecîd'in hükümleri.

Kur'ân-ı Mecîd'in hükümlerine dâir ilk kitap yazan, İmâm Muhammed'ül-Bâkır'ın (a.s) ashabından olan Muhammed b. Sâib-i Kelbî'dir; İbn Nedîm, "Fihristinde, Kelbî'nin, "Ahkâm ul-Kur'ân" adlı bir kitabı olduğunu ve bu kitaptaki hükümleri İbn Abbâs'tan rivayet ettiğini bildirir. Kelbî, 146 hicride vefat etmiştir (763). Bu bakımdan Sûyûtî'nin, Şâfiî’yi ve Kasım b. Asbag'ı, bu hususta ilk kitap yazanlar tanıtması bir zühuldür; çünkü Şafiî, 204'te (819), Kasım'sa 340 da ölmüştür (951).

Garâib-i Kur'ân.

Bu hususta ilk kitap, Ebân b. Taglib'in kitabıdır; Sûyûtî, "Bugyet'ül-Vuât'ında, Yâkuut-ı Hamavî, "Mu'cem'ül-Udebâ"sında bu­nu açıklarlar. Sûyûtî'nin, "Kitâb'ül-Evâil"de, bu hususta ilk eseri Ebû-Ubeyde'nin yazdığını söylemesi Ehl-i Sünnetten ilk yazanı bildirmek kastiyledir; çünkü kendisi, Ebân'ın hâl tercemesinde, "Kitâbü Garib'il-Kur'ân" sahibi olduğunu bildirir. Ebû Ubeyde'yse gene Sûyûtî'nin tasrihine göre 208, yahut 209'da diğer rivayetlere göreyse 210, yahut 211'de ölmüştür (823-826).

207'de (822) vefat eden Ferrâ'da bu bölüme dâir eser vermiştir. Ebû Osman-ı Mâzenî'nin, (248 H. 862), İbn Düreyd'in (321 H. 933) ve diğer Şia bilginlerinin de bu bölümde eserleri vardır.

Kur'ân-ı Kerîm'in mânâları.

Bu hususta ilk te'lîf, Ebân b. Taglîb'in "Maân'il-Kur'ân"ıdır, İbn Nedîm "Fihrit'inde onu andığı gibi Necâşî de Şia müellifleri arasında onu zikreder. İbn Nedim, Ferrâ'ın, Ömer b. Bekr adına yazdığı "Meân'il-Kur'ân" ile Revvâsî'nin bu adda birer te'lifi oldu­ğunu da söyler; bu iki zât da Şia'dandır; Ebân'sa bunlardan önce yaşamıştır.

Nâsih ve Mensûh,

Kur'ân-ı Mecîd'deki Nâsih ve Mensûh âyetlere dâir ilk kitabı yazan, imâm Sâdık'ın (a.s) ashabından ve Şia ulularından Basralı Abdullah b. Abdurrahman Asamm-ı Mesmai'dir. İmâm Rızâ'nın (a.s) zamanını idrâk etmiş olan ve "Kitâb'ül-Vücûhi v'en-Nezâir"le "Kitâb'ün-Nâsihi v'el-Mensûh" müellifi bulunan Ebül-Hasan Dârim b. Kubıysat'üt-Temimî de, Necâşî'nin "Fihrist'inde bildirdiği gibi Şia'dandır. 223 hicride (837) vefat eden ve İmâm Rızâ'nın (a.s) ashabından bulunan Hasan b. Alî b. Faddâl ve gene İmâm Rızâ'nın (a.s) ashabından olup İmâm Hasan'ül-Askerî'nin (a.s) zamanına dek yaşayan Ahmed b. Muhammed b. İsa'l-Eş'ariyyi'l-Kummî de Nâsih ve Mensûha ait eser sahibidir.

Nevâdir-i Kur'ân

Bu bölümde ilk olarak eser tedvin eden, "Fihrist" te bildirildiği gibi hicrî üçüncü yüzyılda yaşayan Şeyh Ali b. İbrahim b. Hâşim'le Alî b. Hasan b. Faddâl ve Ebû-Nasr-ı Ayyâşi'dir ki üçü de Şia'dandır. Gene İbn Nedim'in "Nevâdir'ül-Kur'ân" müellifi olarak bildirdiği Basralı Ahmed b. Muhammed-i Seyyârî'de Şia ulularındandır ve kitabım, Hârisî diye tanınan Tâhir ve Ebû'l-Ha-san Muhammed b. Ahmed b. Muhammed adına te'lif etmiştir.

Müteşâbih âyetler.

Müteşâbih âyetlere dâir ilk kitabı yazan Hamza b. Habib-i Zeyyât-i Kûfî, İmâm Sâdık'ın (a.s) ashabından olup 156 hicride (772), Halvan'da vefat etmiştir. İbn Nedim, Kur'ân'in yedi meşhur kaariinden biri olan ve "Meteşâbih'il-Kur'ân" müellifi bulunan Hamza'nın, İmâm Sâdık'ın (a.s) ashabından olduğunu kaydeder. Şeyh Tûsi ile çağdaş olan Muhammed b. Ahmed-i Vezîr'in "Müşteşâbih'ül-Kur'ân" adlı bir kitabı olduğu gibi 588'de (1192) vefat eden Şeyh Reşîd'üd-Din Muhammed b. Alî b. Şehr-Aşûb-ı Mâzenderânî de bu bölüme dâir kitap yazan Şia ricâlindendir.

Kur'ân'ın Maktu ve Mevsûl Ayetleri.

îbn Nedîm, bu bölümde ilk kitap yazanın Hamza b. Habib ol­duğunu bildirir.

Kur'âna ilk nokta koyan.

Birçok eleştiriciye göre i'râbı belirtmek için Kur'ân-ı Mecîd'e ilk nokta koyan Ebû'l-Esved'üd-Düelî'dir. Bunu onun şâgirdlerinden Yahya'ya atfedenler de olmuştur; ancak her ikisi de Şia'dandır.

Kur'ân Mecazları.

Kur'ân-ı Kerîm'deki Mecazlara dâir ilk kitabı Yahya b. Ziyâd-ı Ferrâ' yazmıştır; bu zât Nahiv bilgisinin de ileri gelenlerindendir. "Riyâz'ül-U'emâ". Ferrâ'ın Şîa-i İmamiyye’den olduğunu bildirir. Suyûtî'nin, onu İ'tizâle meyyal göstermesi, bazı bilginlerin, Usûl dolayısıyla Şia'yı, Mu'tezileyle aynı sanmalarından meydana gel­miştir. Kur'ân-ı Mecid'deki Mecazlara ait yazılan ilk önemli ki-tapsa İmâm Mûsa'l-Kâzım'ın (a.s) soyundan Seyyid Radıy'nin "Mecazât ul-Kur'an"ıdır.

Kur'ân-ı Mecîd'i ilk tefsir eden ve tefsirini yazdıran İbn Abbâs'tır. Hicrî 67 yılında (686) vefat eden Abdullah b. Abbâs'tan sonra gene sahâbe'den Gâbir b. Abdullâh-i Ansârî ve Ubeyy b. Ka'b, müfessirlerin ilklerinden sayılır. Sahâbe'den sonra Tâbiin'den Said b. Cübeyr, Katade'nin de bildirdiği gibi tefsirde ileri bir zâttı. Bunlardan sonra Yahya b. Ya'mur, hicri 90 yılında vefat eden (708) ve tefsiri bizzat Emir'ül-Mü'minin'den (a.s) ve İbn-i Abbâs'tan öğrenen, savaşlarda dâima onun maiyyetinde bu­lunan Saîd b. Müseyyib, hicri 70. yılından sonra (689) vefat eden ve Kur'ân-ı okuyuşta Asım'ın üstadı bulunan Ebû Abdurrahmân-ı Şulemi, İbn Abbâs'ın talebesinden sayılan ve 106 hicrîde (724) vefat eden Ebû-Sâlih, İbn Kutaybe ve Şehristâni'nin de Şia'dan saydıkları A'meş-i Kufi (148 H. 765), tefsir sahibi Süddî-i Kebîr, Muhammed b. Sâib, Zurâre b. A'yen'in kardeşi Hamrân, Ebâ b. Taglîb, yedi Kıraat İmamlarından biri olup okuyuşta Emir'ül-Mü'minin'in (A.M) okuyuşunu kabul eden Asım (128 H. 745), Kur'ân bilgisinde ileri gidenlerdendir ve bunlar da Şia'dandır.

Kur'ân'ın üstünlüğü hakkında ilk kitabı sahabeden Ubeyy b. Ka'b yazmıştır ki Emir'ül-Mü'minin'in (a.s) Şiasındandır. İmâm Rızâ ile (A.M) çağdaş olan Hasan b. Ali b. Ebû-Hamza-i Batâinî, Muhammed b. Hâlid-i Barkıy, İmâm Askerî'nin (a.s) zamanında sağ buluna Ahmed b. Muhammed-i Seyyâri, Ebu-Abdullah Kâtib-i Bısrî, Muhammed b. Mes'ûd-i Ayyâşî, Kuleynî'in üstadı Alî b. İbrahim b. Hâşim ve 346 hicride (957) vefat eden Ahmed b. Mu­hammed b. Ammâr Ebû Aliyy-i Kufi, bu konuyu işlemişlerdir.

Kur'ân'ın bölümlerini vaz'eden ve bu hususta "Kitâbu Esbâ'il-Kur'ân"ı yazan da, yedi kaari'den biri olan Hamza b. Zeyyât-ı Kûfi'dir. İmâm Muhammed'ül-Bâkır'ın ashabından Ebû-Hamza-i Sümâlî Sabit b. Dinar (150 H. 767), tefsire ait bir te'lifı bulunan Ebû-Basir Yahya b. Kaasım-ı Esedi (148 H. 765), yedi Kıraatten birinin imâmı bulunan ve Nahivde en ileri bilgin tanınan Kisai Ali b. Hamza (189 H. 804)... tefsir sahibi Alî b. Musa b. Babeveyh-i Kummî (329 H. 941) ve adlan sahifeleri dolduracak kadar çok olan Şia ricali, Kur'ân-ı Mecîd'e ait bilgileri işlemişler, Kur'ân'ı
tefsir etmişlerdir. :

Kur'ân-ı Mecid'e ait bütün bilgileri ihtiva eden tefsirler.

1)Hicrî 206'da (821) Sâmerrâ'nın Asker şehrinde vefat eden Ebû-Abdullah Muhammed-i Vâkıdî'nin "E't-Tergib fî Ulûm'il Kur'ân"ı. İbn Nedim "Fihrisf'inde. Vakıdî'nin Şiî olduğunu tasrih eder. 207, 208, yahut 209 Zil'Ka'de yahut Zi'1-Hiccesinde vefat edilmiştir (823-825).

2)Hicrî 460 Muharremini yirmi ikinci Pazartesi gecesi (1067) yetmiş beş yaşında vefat eden ve kırka yakın eseri bulunan, "Şeyh'üt-Tâife" ve "Şeyh'ul-İmâmiyye" diye anılan Ebû-Ca'fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy'it-Tûsî'nin "E't-Tibyân'ül-Câmi1 li Ulûm'il-Kur'ân"ı.

3)404, bir rivayette de 406 Muharreminde, yahut Saferinde (1013, 1015) Bağdad'da vefat eden ve Hazret-i Emir'ül-Mü'minin'in (A.M) hutbelerini, hitabelerini, mektuplarını ve vecizeleri­ni, "Nehc'ül-Belâga" adıyla toplayan, birçok eseri bulunan Seyyid Radıy Muhammed'in "Hakaaık'ut-Tenzil ve Dekaaik'ut-Te'vü"i.

Seyyid Radıy'nin, bundan başka Kur'ân bilgilerine dâir "Ki-tab'ül-Müteşâbih fi'1-Kur'ân, Kitâbu Mecâzât'il-Kur'ân" gibi kitap­ları da vardır.

4)Hicrî Altıncı yüzyılda yaşayan Ebû'1-Fütûh-ı Râzi Huseyn b. Alî'nin "Tefsîru Ebû'l-Fütûh" adiyle tanınan "Ravz'ül-Cinân fî Tefsir'il-Kur'ân"ı. Ebul-Fütûh Huseyn b. Ali, 552 hicrîde (1157),
talebesinden bazılarına icazet vermiş, bu büyük tefsirini de 510 la 556 yılları arasında yazmıştır (1116-1160); vefatı 556'dan sonra­dır.

5)Zamanına dek yazılan bütün tefsirleri, müfessirlerin yorum­larını ihtiva etmesi bakımından gerçekten de eşsiz olan ve 548 hicride Zilhiccenin onuncu gecesi (1154) Sebzevar'da vefat eden, mübarek naşı Meşhed'e nakledilip defnolunan Şeyh Emin'üd-Dîn
Ebû-alî Fadl b. Hasan-ı Tabrısî'nin "Mecma'ul-Beyân li Ulûm'il-Kur'ân"ı.

Hadis bilgisinde Şia.

Kitabımızda, önceden bildirdiğimiz gibi Hz. Peygamberin (s.a.a) zaman-ı saadetlerinden sonra hadis rivayet edilmesi, hadisle­rin yazılması yasaklanmıştı. Fakat Emir'ül Mü'minin (a.s) ve ona uyanlar, bu yasağa uymamışlardı. Nitekim Ehli beytten, Selmân, Ebû-Zerr, Mikdâd ve Ammâr'dan sonra Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) azatlı köleleri Ebû Râfi'de hadis yazanlarındandı; Ebû-Rafi'in, "E's-Süneni v'el-Ahkâmi v'el-Kazâyâ" adlı bir de kitabı vs dır(*).

(*) Ebû-Râfi'in adı İbrahim, yahut Eslem'dir. Mekke'de İslâm'la müşer­ref olmuş, bir müddet İslâmını gizlemiş, hicretten sonra Uhud, Hen­dek ve Hayber savaşlarında bulunmuştu. Hayber savaşında, Emir'ül-Mü'minin'in (a.s), yere düşen kalkanını bir yahudinin ka­pıp kaçması üzerine, kalenin kapısını yerinden söküp savaşın sunu­na dek kalkan olarak kullandıklarını, savaş bitince fırlatıp bir yana attıklarını nakl ve rivayet eden Ebû-Râfi', benimle beraber, biri ka­dın olmak üzere yedi kişi, kapıyı kaldırmaya çalıştık; yerinden kıpır­datamadık bile der (Müsned'den naklen Yenâbi'ül-Mevedde; s. 208). Ebû-Râfi', Hz. Rasûl'e (s.a.a), amcaları Abbas tarafından verilmişti. Abbas'ın İslâm olduğunu müjdeleyince Rasûl-i Ekrem (s.a.a) onu azad etmişler ve cariyeleri Selmâ ile evlendirmişlerdi. Ebû-Râfi'in oğlu Ubeydullah'ın oğlu Abdullah şu olayı rivayet eder: Birgün Rasûl-i Ekrem'in yanlarına vardım; Rasûl-i Ekrem uyuyorlardı, yâhud da kendilerine vahiy gelmekteydi. Huzurlarına engel olmak istemedim; yavaşça yürüdüm, o sırada odanın bir köşesinde bir yıla­nın bulunduğunu gördüm. Gene huzurlarını bozmamak için yılanı öldürmeye kalkışmadım; Rasûlullâh'a bir ziyan vermemesi, bir kötü­lük yaparsa bana yapması için Rasûlullâh'tan biraz ileride büzüle­rek oturdum. Rasûl-i Ekrem, (s.a.a) bir müddet sonra kalkıp "Ancak ve ancak sizin dostunuz, sahibiniz, yardımcınız Allah'tır ve Resûlüdür ve inananlar, namaz kılanlar ve rüku' haildeyken zekât (sadaka) verenlerdir" âyet-i kerimesini okudular (V; Mâide, 55), son­ra da "Allah'a hamd olsun ki" buyurdular "Ali'nin dileğini verdi; Al­lah onu üstün ettiğinden dolayı ne mutlu ona" sonra bana dönüp "Ne diye büzülmüşsün Ey Ebâ Râfi" buyurdular. Hâli anlattım. "Bir top­luluk, Ali ile savaşınca, o Hak üzere, onlarsa bâtıla uymuş olunca ve onlarla savaşmak iktizâ edince, kişi, onlarla savaşır; imkân bula­mazsa hiç olmazsa gönlüyle onlara karşı durur; bundan öte de birşey olamaz; sen bu halde ne yaparsın" buyurdular. "Böyle bir zamana ulaşırsam onlarla savaşmam için beni kuvvetlendirsin, Allah'a dua et" dedim. Hz. Rasûl, (s.a.a), "Allâh’ım" buyurdular, "O zamana ula­şırsa sen ona kuvvet ver, yardım et." sonra dışarıya çıkıp "Benim eminimi görmek isteyen Ebû-Râfi'e baskın; Ebû-Râfi' benim eminim-dir" dediler. Ebû-Râfi'in oğlu Abdullah'ın oğlu Avn der ki: Hz. Ali'ye bey'at edildi; Aişe, Talha ve Züdeyr'le Basra'ya Ali de Küfe'ye gitti. Ebû-Râfi, Rasûlullâh’ı buyrukları çıkıyor dedi; Hayber'deki yerini-yurdunu sattı, seksen beş yaşında olduğu halde Küfe'ye göçtü. "Hamd olsun ki iki bey'atte bulundum; biri Akabe, öbürü Rıdvan bey'ati. İki Kıble'ye, Mescid-i Aksâ'ya ve Kâ'be'ye namaz kıldım; üç kere de göçtüm" dedi. Üç göçüşü soranlara, "Habeşe'ye" Mekke'ye, şimdi de Kûfe'ye göçtüm cevabını verdi.

Ebû-Râfi'in oğlu Ali'nin, fıkha ait kitapları, öbür oğlu Ubeydullâh'ın, Emir'ül-Mü'minin (a.s) hükümlerine, Cemel, Sıffin ve Nehravân savaşlarında bulunan sahabeye dâir telifleri var­dır.

Bunlardan sonra Emir'ül-Mü'minin'in (a.s), oğullan Muhammed b. El-Hanefiyye'ye vasiyyetleriyle Mâlik ul-Eşter'e, Mısır'a vali tâyin ettikleri zaman yazdıkları Emîr-Nâme'yi rivayet eden Asbag b. Nübâte, Selmân, Ebû-Zerr, Mikdâd ve Ammâr'dan ve Sahabenin ulularından rivayetlerde bulunan Süleym b. Kays-i Hilâlî, Kûfe'de Ubeydullâh b. Ziyâd tarafından şehid edilen Meysem-i Temmâr ve daha birçokları, bilhassa İmâm Ca'fer'us-Sâdık'ın (a.s) ashabı hadis rivayet etmişlerdir; İmâm Ca'fer'us-Sâdık'tan (a.s) hadis rivayet edenlere dâir ayrıca bir kitap da ya­zılmıştır.

Şia-i İmâmiyye'nin ana kaynağı bulunan ve "Kütüb-i Erbaa-Dört Kitap" denen hadis kitapları ve yazanlarıysa şunlardır:

1) Ebû-Ca'fer Muhammed b. Ya'kub-i Küleynî'nin "Kâfi" adlı, Usûl ve Fürû-i Dîn'e ait kitabı.

İslâm âleminde "Sikat'ül-İslâm" lâkabıyle ilk tanınan Ebû-Ca'fer Muhammed b. Ya'kuub-i Küleynî, "Kâfi" adını verdiği kita­bını, Usûl ve Fürû'a dâir iki bölüme ayırmış, her iki bölümü de mevzulara göre bablara bölmüştür. Bu kitabı, tam yirmi yılda ta­mamlamıştır. "Kâfi"de, senedleriyle 16199 hadis vardır. Küleynî, hicretin 329 yılı Şabanında, Bağdad da vefat etmişler (941 M.), Küfe kapısındaki meşhur köprüye yakın ve hâlâ ziyâretgâh olan yere defnedilmişlerdir. Gaybet-i Sugrâ zamanını idrâk ettikleri ve bu zamanda Şia'nın, Süferâ'yı Erbaa vâsıtasıyle İmâm-ı Zaman'la (A.F) irtibatı bulunduğu bakımından "Kâfinin İmâm (A.F) tara­fından görülmüş olduğu ve "Kâfî, Şia'mıza kâfidir" buyurdukları hakkındaki rivayet doğrudur; kitabında, "Alim dedi ki, Bir başka hadiste" gibi kayıtlarla İmâm-ı Zaman'ı (A.F) kastettikleri, fakat takıyyeye riâyetle ve emirlerine imtisâlen adlarını anmadıkları anlaşılmaktadır.

Küleyni'nin "Kâfi"den başka, Karamıta'yı redde ait kitabı,

Kûfe'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından Beytülmâle me'mûr edildi; bütün savaşlarında maiyetlerinde bulundu. Emir'ül-Mü'minin'in (a.s) şahâdet-lerinden sonra İmam Hasan'la (a.s) onu bir müddet Hazret-i Emir'in evlerinde oturttu; sonra Sünuh'ta bir yer alıp ona bağışladı. Hicretin kırkıncı yılı sonlarında vefat etti. Oğullan Ali ve Ubeydullâh da, Emir'ül-Mü'minin'in kitabet hizmetlerinde bulun­muşlardır (Tenkıyh'ul-Makaal fi Ahvâl'ir-Ricâl; I, s. 9-10).

"Kitâb ur-Ricâl, Vesâilul-Eimme" gibi eserleri ve İmamlar (a.s) hakkında söylenen şiirlere dâir bir telifi ve başka kitapları da vardır.

2) Ebû-Ca'fer Muhammed b. Alî b. Huseyn b. Musa b. Bâbeveyh'il-Kummî'nin "Men La Yahzuruh'ul-Fakıyh"i.

"İbn Bâbeveyh" ve "Sadûk" lâkaplarıyla da anılan Ebû-Ca'fer Muhammed b. Ali'ye, "Ebû-Ca'fer-i Sânî"de denir. Şeyh Müfid'in üstadıdır. 355 hicride (966) Bağdad'a gelmişler, 381'de (991) Rey'de vefat etmişlerdir; Şâh-Zâde Abdülazıym'in (a.s) merkadlerine yakın bir yere defnedilmişlerdir; merkadleri ziyâretgâhtır. Büyük, küçük, üçyüze yakın, tefsire, hadise, akaaide, fıkha, târihe, ricale ait eseri vardır. "Reyhânet'ül-Edeb", altmışaltı eseri­nin adlarını kaydeder.

"Men La Yahzurruh'ul-Fakıyh" de 9044 hadis mevcuttur ve Şîa-i İmâmiyye'nin hadise dâir ikinci ana kaynağı bu kitaptır.

3 ve 4) Ebû-Ca'fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy-i Tûsî'nin "Tehzib'ül-Ahkâm"ı ve "El-İstibrâu fî Ma'htelefe fîhi mine'l-Ahbâr"ı.

"Şeyh'ut-Tâife, Şeyh'ul-İmâmiyye" ve "Şeyh Tûsî" diye anılan Muhammed b. Hasan'a "Ebû-Ca'fer-i Sâlis" de denir. "Tehzib'ül-Ahkâm", üçyüz doksan üç baba ayrılmıştır ve 13059 hadisi ihtiva eder. "El-İstibsâr", dokuz yüz yirmi babtır, 5511 hadisi muhtevi­dir.

Necef-i Eşrefi ilk olarak dini merkez hâline getiren Şeyh Tûsî'nin, bu iki ana kaynaktan başka, Akaide, Fıkha, Tefsire, Târihe ait birçok eseri vardır ki "Reyhânet'ül-Edeb", bunlardan otuz yedi tanesinin adlarını kaydetmektedir. "E't-Tibyân'ül-Câım" li Ulûm'il-Kur'ân" adlı tefsiri, Tabrısî'nin "Mecma'ul-Beyân"ına aslî bir kaynak olmuştur.

Şeyh Tûsî, hicrî, dört yüz altmışıncı yılı Muharreminin yirmi kinci Pazartesi gecesi yetmiş beş yaşlarında vefat etmişlerdir (1067). Sahn-ı Murtavi'ye bitişik olan merkadleri ziyâretgâhtır.

Bunlardan başka 413 Ramazanının üçüncü günü vefat eden (1022) ve Şeyh Tûsi'nin üstadı olan Şeyh Müfid Muhammed b. Muhammed b. Nu'mân, 1019da vefat eden (1610) Molla Muhsin Feyz-i Kâşânî, 1110 Ramazanı'nın yirmi yedinci günü vefat eden (1699) Meclisi Muhammed Bâkır-i Isfahanı, 1158'de (1745) vefat eden Abdüllâtif b. Ali b. Ahmed-i Hârisiyy-i Amulî, 1242'de (1826) vefat eden Seyyid Abdullah b. Seyyid Muhammed Rızâ-yı Kâzımî. 1320'de (1904) vefat eden Huseyn b. Allâme-i Nûrî, İmâmiyye'nin, hadiste eşsiz bilginlerindendir. Bilhassa Meclisi'nin "Bıhâr'ül-Envâr"ı, aynı zamanda büyük ve geniş, örneği bulunmayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. 1359 Zilhiccesinin yirmi üçüncü günü Neeef-i Eşrefte vefat eden (1940) Şeyh Hacc Abbâs-ı Kummî, "Bıhâr'ul-Envâr"da bulunan bahislerle şahıslan alfabetik tertiple ihtisar ederek iki ciltlik bir kitap meydana getirmişler, adını "Se-finet'ül-Bıhâr ve Medinet'ül-Hikemi v'el-Asâr" koymuşlardır. Bu eser, Necef-i Eşrefte ve Tehran'da, Taş ve Hurufat Basması ola­rak basılmıştır.

Hadis bilgisini ilk va'z eden, hadisleri, senetlerine, râvilerine göre kısımlara ayıran, 403, yahut 405 hicride (1012-1014) Nişâbûrî Muhammed b Abdullah'tır. Hadis bilgisine dâir "Ma'rife-tü Ulûm'il-Hadîs" adlı beş kısımdan meydana gelen bir kitap yaz­mış, hadisleri bölümlere ayırmıştır. Hâkim'in Şiiliğini, 562'de vefat eden (1166) Sem'âni Abdülkerim, "Ensâb"mda bildirdiği gibi 748'de vefat eden (1347) Zehebî de "Tezkiret'ül-Huffâz" ında açık­lar; diğer kaynaklar da aynı bilgiyi verir.

Hâkim'den sonra 673'te vefat eden (1274) ve hadisleri, Sahih, Hasen, Müvessak ve Zaif bölümlerine ayıran Ebû'l-Fazâil Seyyid Cemâlüddin Ahmed b. Tavus, 911 hicride (1506), Şiiliği yüzünden Mekke'den getirtilerek İstanbul yakınlarında şehid edilen ve "El-Bidâyetü fî İlmi'd-Dirâye"yi, o kitabın şerhi "Kitâb'üd-Dirâye"yi yazan Şehid-i Sâni Şeyh Zeyn'üd-Dîn, bilhassa 1030 yahut 1031 hicride vefat eden (1620-1621) ve yüzden fazla eseri bulunan, aynı zamanda kudretli bir nesir ve şiir üstadı olan Şeyh Bahâüddin-i Amilî, bu bilgide en ileri gidenlerdendir.

 Rical Bilgisi.

Hadis bilgisinin dayanağı olan Rical Bilgisinde de Şia, öndedir. Ehl-i Sünnet e göre Rasûlullâh'ın (s.a.a) ashabının hepsi âdildir; hareketleri tartışılamaz. Aralarındaki dövüşme, sövüşme, öldürüşme, hepsi, onların ictihadlarından ileri gelmiştir; taraflar ictihadlarına göre haklıdır; suçsuzdur. Eğer müctehid, ictihâdıyle gerçeği bulursa iki kat sevab kazanır; bulamazsa, ictihâd zahme­tine karşılık bir sevab elde eder; peygamberler bile küçük ve önemsiz suç işleyebilirler, yanılabilirler. Bu inanç, şüphe yok ki intikaadı önler. Bu inancı, tabiilere, hattâ onlara uyanlara dek teşmil edenler de olmuştur. Şiadaysa peygamberler, her türlü suçtan, yanılmadan münezzehtir; Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Fâtımet'üz-Zehrâ (a.s) ve Oniki İmâm (a.s) masumdur ancak; bunlardan başkaları masum değildir; bu bakımdan iyilik yapabil­dikleri gibi kötülük de yapabilirler. İyilikleri, onları hiçbir zaman ismet mertebesine ulaştıramaz; ancak masumlara yaklaştırır; râzılıklarına ulaştırır onları; kötülüklerse, inşanı küfre, nifaka, şirke bile sürükler. Bu inanç, intikaadı, Sahabenin, Tabiinin, on­lardan sonra gelenlerin ve bütün hadis rivayetinde bulunanların haklarında, sınırsız bir sahaya ulaştırmıştır. Bu yüzden, bir yan­dan hadis bilgisinin, bir yandan tarihin bir kolu ve dayanağı olan Rical Bilgisinin ilk çağlardan itibaren Şia'da ilerlemesini sağla­mıştır. Emîr'ül-Mü'minin ve İmamlar (a.s), onlara uyanlar, olay­ları taraf gözetmeden eleştirmişler, olaylar ve bu olaylara karı­şanlar, bu olayları meydana getirenler hakkında çekinmeden hü­kümler vermişlerdir. Zamanla Rical Bilgisi tedvin edilmiş, râviler inançlarına, doğruluklarına, hareketlerine göre sınıflandırılmış­tır.

219'da vefat eden (834) Ebû-Muhammed Abdullah b. Cebele b. Hanân b. Hurr'ül-Kinâni'nin "Kitâb'ür-Ricâl"i olduğu gibi İmâm Mûsâ'l-Kâzım (a.s) ashabından, "Kitab'ül-Mahâsin" müellifi Ebû-Abdullah Muhammed b. Hâlid-i Barkıy'nin bu bilgiye dâir bir "Kitab'ür-RicâFi vardır. Barkıy diye tanınan ve 274'te (887) vefat eden oğlu Ebû-Ca'fer Ahmed de "Kitab'ür-Ricâl" ve "Ki-tab'üt-Tabakaat" sahibidir.

Bunlardan sonra 378 hicride (988) vefat eden "Kitab'ül-Memdûhine v'el-Mezmûnine min'er-Ruvât"ı yazan ve İbri Dâvûd diye tanınan Şeyh Ebû'l-Hasan Muhammed b. Ahmed b. Kummî, "Ma'rifet'ür-Ricâl, Rical'ül-Muhtârine min Ashâbi'n-Nebiyy" mü­ellifi olan ve 381'de (991) vefat eden Şeyh Sadûk Ebû-Ca'fer Mu­hammed b. Bâbeveyh, "Kitâb'üş-Şiati min Ashâb'il-Hadisi ve Ta-bakaatihim" sahibi olan ve 355'te (966) vefat eden Şeyh Ebû-Bekr'i Cu'fî, hicri dördüncü yüzyıl (x) ricalinden ve "Esmâü Mu-sannifi'ş-Şia"yı yazan Şeyh Muhammed b. Batta, dördüncü yüz­yılda (x) yaşayan ve "Men Reva an Ca'fer b. Muhammed min'er-Ricâl" müellifi Seyyid Ebû-Ya'lâ Hamza b. Kasım b. Alî ve daha birçok Rical Bilgini bu bilgi bölümünü çağımıza dek işlemişlerdir.

Bilhassa çağımızın ünlü bilginlerinden Hacc Şeyh Abdullah'il-Mâmakaanî'nin "Tenkıyh'ul-Makaal fi Ahvâl'ir Rical" adlı üç bü­yük ciltlik muhalled eseri, bu bilgiye dâir yazılmış eserlerin he­men hepsini toplamıştır. Bu eser 1368 Râvinin hakkında, rical ki­taplarındaki mülâhazaları, tereddüdleri, yanılmaları da düzelte­rek kapladığı gibi ayrıca künyeleriyle anılan 1444, lakaplarıyla ta­nınan 1343 kişinin, 152 kadının hâl tercemelerini, rivayetlerinin değerlerini, kaynaklan intikaad ve tahlil yoluyla belirtir; kitabın başlangıcındaki 171 sahifeyi tutan "Fihrist'ten sonra Önsöz mâhiyetinde olan ve 47 büyük sayfayı kaplayan yazıda Rical Bil­gisi, bu bilginin özellikleri, terimleri özetlenmekte, Ayyâşî, Keşşî, Necâşî... gibi Rical bilginlerinden bahsedilmekte, kitabın kaynakları bildirilmektedir. Ahmed b. Şeyh Muhammed Huseyn-i Zencânî'nin yazısıyla birinci cildi 1349 hicride, ikinci cildi 1352'de, üçüncü cildi, aynı yılda, Necef-i Eşrefte, Hacc Şeyh Mu­hammed Sâdık'ül-Kütübi'nin "Matbaat'üt-Murtazaviyye"sinde Taşbasması olarak basılmıştır. 1287'de (1870) Necef-i Eşrefte do­ğan Şeyh Abdullah b. Şeyh Muhammed Hasan b. Abdullah'il-Mâmakaani, 1351 Şevvalinin onbeşinde (1933) altmış dört yaşında vefat etmiştir. (Şeyh Muhammed Takıy b. Şeyh Kâzım, bu eserde­ki bazı yanlışları, "Ta'likaatu Tekıyh'il-Makaal" adlı kitabında be­lirtmiştir. Tenkıyh ve intikaadı için Akaa Bozorg-i Tehrânî merhumun "E'z-Zeriatü ilâ Tasanifiş-Şia "sının IV. cildine bakı­nız; Tehran-Çâp-Hâne-i Meclis-1320-1322  S. 466-467).

Hadis rivayet edenler.

Bu bilgi bölümünde "Kitâb'üt-Tabakaat" adlı ilk kitabı yazan, Şia'dan Vakıdî Muhammed'dir. 206, yahut 207, yahut da 208 hic­ride (821-823), yetmiş iki yaşında vefat eden Vâkidî'den sonra İbn'ül-Ciâbî diye tanınan Koodi Muhammed b. Ömer'in "Kitab'üş-Şiati min Ashâb'il-Hadisi ve Tabakaatihim. Kitâbu men Reva'1-Hadisi Gadir-u Humm, Kitâbu Ahbân Ali Ebi-Tâlib, Kitâbu ahbân Bağdâd ve Tabakaati Ehl'il-Hadisi bihâ, Kitâbu Ahbârı Aliyy'İbn'il-Huseyn, Müsnedü Ömer'ibni Aliyy'ibni Ebî Tvlib, Ki­tâbu Zikri Men Reva Muâhâti'n-Nebiyy. Kitâb'ül-Mevâlî v'el-Esrâfî ve Tabakaatihim min Benî Hâşimi ve Mevâlîhim. Kitâbu Ubeyy v'ebni Mes'ûd fi Leylet'il-Kadr" adlı telifleri vardır. İbn Nedîm 344 Recebinin onbeşinci günü (955) vefat eden İbn Cıâbî'nin Şia'dan olduğunu ve Seyf üd-Devle'nin yakınlarından bulunduğu­nu kaydeder. Şeyh Müfîd bu zâttan rivayette  bulunmuştur. Emir'ül-Mü'min'in (a.s), Ümmî Peygamber (s.a.a) bana ahdede­rek bildirdi; gerçekten de beni ancak mü'min sever ve bana ancak münafık buğzeder" sözlerinin râvilerine ve bu hadisin tahric yol­larına dair bir kitabı da vardır.

"Kitâb'ül-Mahâsin" sahibi Ebû-Ca'fer Barkıy'nin de "Kitâb'üt-Tabakaat, Kitab'ür-Ricâl" adlı kitapları mevcuttur.

Fıkıh Bilgisi

Fıkha, yâni İslâm hukukuna ait ilk kitap yazan, önceden de adı geçen ve Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) azatlı kölesi olup Medine'de­ki yerini-yurdunu satarak Emir'ül-Mü'minin'le (a.s) Küfe'ye gö­çen Ebû-Râfî'in olu Ali'dir. Ebû-Bekr'in oğlu, Hz. Emir'ül-Mü'mi­nin'in oğulluğu Muhammed'in oğlu Kasım da, İbn Hallikân'ın kaydettiği gibi Medine'de Şia fakihlerinden ve Tabi'inin ulularından sayılmadaydı. Mâlik b. Enes de onu "Bu ümmetin fakihlerin-
den" diye övmüştü. İmâm Sâdık'ın (a.s) anneleri Ümmü Ferve hicretin 101. yılında (719) vefat eden Kasım'ın kızıydı. Hicrî 94'te (712) vefat eden Said b. Müseyyib de fıkıh bilgisinde ileri gi­denlerdendi. İmâm Sâdık (a.s), onu, Kasım b Muhammed'i ve Ebû-Hâlid-i Kâbülî'yi, İmâm Zeyn'ül-Abidîn'in (a.s) inanılır ashabından saymıştır. 

Dördüncü yüzyıl Rical bilginlerinden ve Küleynî ile çağdaş Ebû-Amr Keşşî Muhammed b. Ömer b. Abdülaziz, İmâm Sâdık'ın (a.s) ashabından Zürâre, Cemil b. Derrâc, Adullah b. Miskân, Abdullah b. Bükeyr, Hammâd b. İsa, Hanimâd b. Osman ve Ebân b. Osman'ı, İmâm Mûsâ'l-Kâzım'ın (a.s) ashabından Yûnus b. Abdurrahmani, Safân b. Yahya, Muhammed b. Ebû-Umeyr, Ab­dullah b. Mugıyra, Hasan b. Mahbûb ve Ahmed b. Ebû-Nasr'ı, fı­kıh bilgisinde ileri gelenlerden kaydeder. Ayrıca Hasan b. Ali b. Faddâl'i, Fadâle b. Eyyûb'u, Osman b. İsa'yı da Fıkıh bilgini sa­yanlar, içlerinde Yûnus b. Abdurrahman'la Safvân'ın bu bilgide en üstün olduklarım söyleyenler vardır. İmâm Sâdık'ın (a.s) hâl tercemelerinden, kendilerinin bilgiye verdikleri ehemmiyeti ve gene kendilerinden binlerce kişinin faydalandığını bildirmiştik.

Bu cümleden olarak İmâm Mûsâ'l-Kâzım'ın (a.s) ashabından Abdullah b. Mugıyrat'il-Bucelî, otuz kitap tasnif etmiş, Zekâta, Farâize ve Fıkhın diğer bölümlerine dâir kitaplar yazmıştır. İbrahim b. Muhammed b. Ebî Yahya, İmâm Ga'fer'üs-Sâdık'ın (a.s) rivayetlerini ihtiva eden "Kitab'ül-Mübevveb fi'1-Halâli ve'l-Harâm" adlı bir eser telif etmiştir. 204'te (819) vefat eden Hasan b. Mahbûb'un, Fıkhın hudûd, Diyetler, Farâiz, Nikâh, Talâk, kul ve câriye azadetmek gibi hususlarına dair kitapları, Ali b. Muhammed'in "Kitâb1ül-Câmi1il-Fıkh'il-Kebîr"i vardır.

Fıkıh Usulü.

Bu bilgiyi ilk vaz eden İmâm Muhammed'ül-Bâkır (a.s) ve Ca'fer'us-Sâdık'tır (a.s). Her iki İmâm'ın sözlerini, talebesi topla­mışlar, böylece de Fıkhın Usûlü tedvin edilmiştir. Fıkıh Usulünü bir kitapla tesbit eden Şafii'dir diyenler, Ehl-i Sünnet'ten bu usûle dâir ilk kitabı yazanı kasdetmişlerdir; çünkü Hişâm b. Ha­kem 199 hicrîde vefat etmiştir (814) ve Fıkıh Usûlüne dâir "Kitâb'ül-Elfâz ve Mebâisühâ"yı yazmıştır; Şafii ise 204'te (819) ölmüştür.

Bu bölüme dâir büyük ve etraflı kitabıysa Seyyid Murtazâ Alem ul-Hüdâ (436 H. 1044), "E'z-Zerîa fî İlm'iş-Şerîa" adlı eseriy­le bilgi âlemine armağan etmiştir. Alem'ül-Hüdâ'nın, Fıkıh Usûlüne dair başka kitapları da vardır. Şeyh Tûsî de "Kitâb'ül-Id-de" siyle bu bilgiyi kuranlardandır.

Kelâm Bilgisi.

İslâm'da, ilk olarak dinî meselelere, bilhassa imamete dâir münazaraya girişenler, Selmân-ı Fârisî, Mikdâd b. Esved, Ammâr b. Yâsir, Ebu-Zerr-i Gıfâri, Ubeyy b. Ka'b, Buraydet'ül-Eslemî, Halid b. Saîd b. As, Huzeyme b. Sabit, Ebû-Heysem b. Teyyihân, Sehl b. Huneyf ye Ebû-Eyyub'ul-Ansârî Hâlid b. Zeyd'dir.

Ebû-Zerr, Üçüncü halifenin zamanında, bilhassa servet terakümü hakkında, Halifenin huzurunda tartışmaya girişmek­ten çekinmemiş. Halife'nin dileğine uygun söz söyleyen Ka'b'ül-Ahbâr'a, elindeki sopayla hücum etmişti. Şam'a sürülen Ebû-Zerr, orda da fikirlerini açıklamaya devam etmiş, oradan Medine'ye, Medine'den Rebeze'ye nefyedilmiş, orda yapayalnız Rabbine kavuşmuş, böylece Rasûlullâh'ın (s.a.a), onun hakkında­ki hadislerinin hükmü gerçekleşmişti.

Emîr'ül-Mü'minîn'in (a.s) faziletini isbât hususunda sebat edip O'nun sevgisiyle canlarını feda edenler, düşmanlarına karşı O'nun yüceliğini, canlan-başlan pahasına söylemekten çekinme­yenler, Ammâr'lar, Meysem'ler, Ruşeyd'ler, Hucr b. Adiyy'ler, Kanber'ler... bu münazaraların kahramahlarıdır. Haccâc'ın, Sen kimsin sorusuna, Kanber'in verdiği şu cevap ciltlerle kitap yazıla­rak şerhedilebilir ancak:

"Ben, iki kılıçla savaşanın, iki mızrakla vuranın, iki kıbleye namaz kılanın, iki bey'atte bulunanın, iki kez göçenin, gözü bir yere ilişeceği an kadar bile kâfir olmayanın kölesiyim. Ben, Mü'minlerin sâlihinin, peygamberlerinin vârisinin, vasiylerin en hayırlısının, Müslümanların en ulusunun, inananların reisinin, savaşanların ışığının, ağlayanların önderinin, kulluk edenlerin bezentisinin, geçmişlerin nurunun, Allah'a kulukta, ayak üstü duranların aydınlığının, dua edenlerin en üstününün, âlemlerin Rabbi Allah'ın lisânı mesabesinde olan kişinin, Yâ-Sin soyundan imâna gelenlerin ilkinin, Emîn Cebrail'le güç-kuvvet bulanın, sebat sahibi Mikâil'le yardım edilenin, bütün gökler ehlinin övdü­ğü zâtın, Müslümanların ve ilk iman edenlerin seyyidinin, bey'at-ten dönenlerle, dinden çıkanlarla, başçekip isyan edenlerle sava­şanın, onları öldürenin, Müslümanların harimini koruyanın, ger­çeğe karşı koyan Allah düşmanlarıyla mücâhede edenin, isyan ateşini yakanların adlarını-ocaklarını söndürenin, bütün Kureyş boyundan olup yeryüzünde yürüyenlerin övüncü olanın kölesiyim. Allah'ın dâvetine ilk icabet edenin, o davete ilk mazhar olanın,

Mü'minler Emiri'nin, Alemlerde Allah Peygamberi'nin vasiysinin, yaratıklarına emininin, Peygamberini gönderdiklerinin hepsine de Halifesi olanın, Müslümanların imânda, İslâm’da, hayırda, ihsanda Öncü olanlarının seyyidinin, müşriklerin köklerini kuru­tanın, münafıklara atılan Allah oklarından bir okun, kulluk eden­lerin sözlerim söyleyen dilin, Allah dinine yardım edenin, Allah dostunun, Allah sözünü söyleyen dilin, yeryüzünde O'nun yardım­cısının, bilgisinin hurcunun, dininin sığınağının, hayırlıların, iyi kişilerin imamının, yüceler yücesi sınıkları onaranın râzılığını ka­zanmış olanın, eli açık, cömert, bütün hayırları zâtında toplamış kişinin, geceleri uyumayanın, tertemiz, pir-u, pak erin, varını yoğunu Allah uğrunda verenin, himmeti yüce, dayanan, oruç tutan, hidâyete eren, önde giden, nesilleri kesen, bölükleri dağıtan, kad­ri yüce, aslı şerefli, soyu an, boyu üstün, sağlamlığı temiz, emâneti korur, yerine getirir kişinin, Hâşim oğullarından, Peygamber'in amcasının oğlu, insanları doğru yola sevk eden, bozgun­dan koruyan, güçlü-kuvvetli, savaş aslanının, Bedir'de savaşa­nın, Mekkeli, doğru din sahibi, canlar canı, dağ tepelerini ısıtan, Arab'ın Seyyidi olan, savaşanların yenilmeyen eri bulunan, dolu­nay, inananların mihengi, Mekke'yle Harem'in, Medine'nin vârisi, iki Sıbt'ın, Hasanla Hüseyn'in babası, Vallahi Mü'minlerin ger­çek Emiri, Allah'ın tertemiz salavâtı, en güzel berekâtı O'na ol­sun, Ebû-Tâlib oğlu Ali'nin kuluyum ben." (Tenkıyh'ul Makaal fi Ahvâl'ir-Ricâl; II; 2. Kısım, s. 30).

Bu sözleri söyleyen dile, bu dilin sahibine, böyle bir sultanlar sultanı kula kul olana ne mutlu.

"Târîhu Bağdâd" da zikredildiği gibi Kelâm bilgisini tedvin eden, Tabiinden olup Mansûr-ı Abbasî'nin yakınlarından bulunan İsa b. Havza'dır. Bu zât, İmamet hakkında da bir kitap yazmıştır. İbn Kutaybe'nin "Kitâbu Maârif' açılamasına göre İşâ b. Hav­za'dan sonra Kelâma dâir kitap yazan, Emîr'ül-Mü'minin'in (a.s) oğullan Muhammed b. El-Hanefiyye'nin oğlu Ebû-Hâşim Abdul­lah'tır. Ebû-Hâşim, vefatından önce kitaplarını Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs'a vermiştir. İsa ve Ebû-Hâşim, Vâsıl b. Atâ'dan önce yaşadıklarından, Kelâm bilgisini kuranın Vâsıl oldu­ğunu söyleyenler yanılmışlardır.

İmâm Ca'fer'üs-Sâdık'ın (a.s) talebesi içinde, İslâmi bilgilerin bir dalında gerçekten de tam bilgiyi elde etmişler vardı. İmâm (a.s), Kıraat bilgisinde zora düşeni Hamrân b. A'yen'e, Kelâma dâir müşkili olanı Mü'min’üt-Taak'a, Tevhide ait birşey öğrenmek isteyeni Hişâm b, Sâlim'e, İmamet hususunda bilgi dileyeni Hişâm b. Hakem'e, Arapçada darda kalanı Ebân b. Taglib'e havale ederler, böylece hem onları, sorulara cevap vermede, tar­tışmada behre sahibi kılarlar, hem bilgilerini, sınarlardı; hepsinin de bilgi ve irfan kaynağı Sâdık-ı Al-i Muhammed'di (s.a.a).

Mü'min'üt-Taak Ebû-Ca'fer Muhammed b. Aliyy'in Nu'mân'il-Ahvel, ikinci yüzyıl ricâlindendir; İmâm Müsâ'l-Kâzım'ın (a.s) imamet çağına da erişmiştir. Tartışmada pek güçlüydü. Geçer ak­çayla kalp parayı hemencecik anladığından, kendisine "Mü'min'üt-Taak" lâkabı verilmişti; İmâmiyye'ye karşı olanlarsa ona, "Şeytân'üt-Taak" derlerdi. Gerçekte bu lâkab, her tartıştığı kişiyi alt ettiğinden dolayı verilmişti ona. İmâm Sâdık (a.s), "Dört kişi hayatta da, mematta da bana insanların en sevgilileri­dir: Bureyd b. Muâviyet'ül-Iclî, Zürâre b. A'yen, Muhammed b. Müslim ve Ebû-Ca'fer'il-Ahvel" buyurmuşlardı.

Bureyd, Zürâre ve Muhammed b. Müslim'in üçü de 150 hicride vefat etmiştir (767). Zürâre'nin, "Kitâb'ül-İstitâati v'el-cebr" adlı bir telifi vardır. Fıkıh, hadis ve kelâmda pek güçlüydü; şiir de söy­lerdi. Kardeşi Hamran, kıraat, nahiv ve kelâm bilgilerinde kuv­vetliydi. 199 hicride (814 M.) vefat eden Hişam b. Hakem'in yirmi dokuz kitabı vardır. Hişâm b. Salim de "Kitâb'üt-Tefsir, Kitâb'ül-Hac" ve "Kitâb ul-Mi'râc" sahibidir; Muhammed b. Müs­lim'in de kitapları vardır. Yûnus b. Ya'kuub ve Küfe'li Faddâl b. Hasan b. Faddâl de çağlarının kelâmcılarındandır; bu bilgide, İmâmiyye'den daha birçok kişi ün almıştır.

Abbas oğullarının ilk çağlarında vezâret makamına yükselen Nevbahtîlerden de Kelâm bilginleri yetişmiştir. Hicrî ikinci yüzyıl sonlarında vefat eden Fadl b. Abû-Sehl-i Nevbahtî, kelâmcılardan olduğu gibi İbrahim b. İshak b. Ebi-Sehl-İ Nevbahtî'nin de "El-Yâkuut fî'il-Kelâm" adlı bir kitabı yardır. 311 Şevvalinde (924) vefat eden Ebû-Sehl İsmail b. Alî b. İshak b. Ebî-Sehl-i Nevbahtî de çağında Şeyh'ul-Mütekellimin-Kelâmcıların Ulusu" sayılmış­tır. Onikinci İmâm'ın (A.F) Nâibliği dâvasına kalkışan Şalmagaanî'nin dâvetine, "Başımın ön tarafındaki saçlar döküldü; orda saç bitirsin, kendisine inanayım" diye haber yollamış, Huseyn b. Mansûr'il-Hallâc'ın çağrısına da "Ağran sakalımı karart­sın, eski hâline getirsin" diye cevaplamış olan bu zâtın "Tavârihu Eimme" adlı bir kitabı, âlemin sonradan yaratıldığına, kadım ol­madığına, imamlar hakkında aşın kanâat sahibi olanlara (Gulat'a), İmâmın ve bilhassa İmâm Müsâ'l-Kâzım'ın (a.s) vefat et­mediğine, zuhur edeceğine inananlara (Vâkıfa'ya) reddiyye mahi­yetinde kitapları vardır. Gene aynı aileden olup dördüncü yüzyı­lın ilk senelerinde, 317 hicriden sonra (929) vefat eden Ebû-Muhammed Hasan b. Musa Nevbahtî de ünlü Şîa kelâmcılarındandır. İmâmiyye'den başka bütün Şia mezheplerine reddiye mâhiyetinde bir kitabı olduğu gibi Tevhide, İmamete, Münazara­lara ait ve Mücessime'yi (Allah'a, hâşâ, cisim isnâd edenleri), Allah'ın görüleceğine inananları, Vakıfa'yi, Mantıkçıları, Mu'tezile'yi red hususunda da eserleri vardır. Şia fırkalarım bildiren "Fırak'üs-Şîa"sı, Seyyid Muhammed Sâdık Alu Bahr'il-Ulûm'un tashih ve hâşiyeleriyle 1355 hicride (1936) Necef-i Eşrefte Murtazaviyye Matbaasında basılmıştır. Bu mühim esere, müellifin hâl tercemesini ihtiva eden değerli bir önsöz yazan merhum Seyyid Hibetüddin-i Şehristânî, kırk üç eserinin adlarını kaynaklarıyla bildirmektedir (s. 2-18).

Hicrî dördüncü yüzyılın ikinci yansında, Şeyh Müfîd, eserleriy­le yalnız Şîâ âlemini değil, bütün İslâm âlemini aydınlatan bir bilgindir. 413 Ramazanının üçüncü Cuma gecesi vefat eden (1022) ve "Reyhânet'ül-edeb"de, elli altı kitabı zikredilen Ebû-Abdullah Muhammed b. Muhammed Şeyh Müfîd, onun talebesinden ve 443'te (1051) vefat eden Şeyh Ebû-Ya'lâ Muhammed b. Hasan b. Hamza, nihayet beşinci yüzyılda yaşayan ve yetmişten fazla eseri bulunan, baba tarafından İmâm Mûsâ'l-Kâzım'ın (a.s), ana tara­fından İmâm Hasan'ın (A.M) soyundan olup 436'da (1044) Bağ-dad'da vefat eden Alem'ül-Hüdâ Seyyid Murtazâ, sonraki asırlar­da Muhakkık-ı Hıllî Şeyh Ca'fer b. Hasan (676 H. 1277), bilhassa yüze yakın eser sahibi olan Hâce Nasîr'ud-Dîn-i Tûsi (672 H 1274), çağdaşı Kemâlüddin Aliyy-i Bahrânî, onun talebesinden olup kelâma dâir "El-İşârât"ını şerheden Meysem b. Aliyy-i Bahrânî (681 H. 1282), Şeyh Bahâî (1030 H. 1621) ve Meclisî Mu­hammed Bakır, yalnız kelâmda değil, Fıkıh, Hadis, Tefsîr, Usûl, Adâb ve ahlâk, Târih, Astronomi ve Riyaziyatla diğer bilgi dalla­rında, İslâm âleminin en değerli bilginleridir; eserleriyle adlarını bütün âlemde andırmışlardır.

Milel-ü Nihat-Fırkalar, Mezhepler bilgisi

Ehl-i Sünnetten, 403'te (1012) vefat eden Ebû-Bekr-i Bâkıllânî, 429'da (1037) vefat eden Ebû-Mansûr Abdülkaahir-i Bağdadî, bunlardan sonra beşinci yüzyılda İbn Hazm, Şehristânî ve diğer­leri bu bilgiye dâir kitaplar yazmışlarsa da 317 hicriden sonra (929) vefat eden Ebû-Muhammed Hasan b. Musa Nevbahtî, bun­lardan öncedir ki "Fırak'uş-Şia"sını anmıştık. Bu bilgi dalında da ilk adımı Şia bilginleri atmışlardır.

Belh'li Nasr b. Sabbâh'ın, Ebu'l-Muzaffer Muhammed b. Ahmed'in, Naîmî'ni "Fırak'uş-Şîa" kitapları olduğu gibi 345, yahut 346 da (956-957) vefat eden, "El-Beyânü fî Esmâ'lillâh" ve

"İsbât'ül-Vasıyyeti li Aliyy'ibn-i Ebî Tâlib" gibi kitaplarıyla Teşeyyuunu izhâr eden ve "Mürûc'üz-Zeheb" sahibi olan Mes'ûdî Ebû'l-Hasan Ali b. Huseyn'in de bu bilgiye dâir "Kitâb'ül-Makaamât fî Usûl'id-Diyânât" adlı bir kitabı vardır.

Ahlak

Ömür boyunca çeşitli olaylar sonucunda insanın karşılaşacağı çeşitli zorluklara dayanıp ahlak bakımından insanî ve İslâmî fazi­letleri belirten ve hayata bir yol-yordam çizen ilk eser, Emîr'ül-Mü'minin'in (a.s), Sıffin savaşından sonra oğulları İmâm Hasan'a (a.s) yazılı olarak sundukları "Vasıyyet-Nâme"leridir (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 336-345),

Hicrî üçüncü yüzyıl bilginlerinden Ebû-Muhammed Hasan b. Aliyy-i Harrânî'nin "Tuhaf ül-Ukuul"ü, 352 hicride (963) vefat eden alî b. Ahmed-i KÛfî'nin "Kitâb ul-Adâb" ve "Kitâbu Mekârim'il-Ahlak"ı, bilhassa Hakîm-i İlâhî ve Muallim-i Sâlis di­ye anılan, 429, yahut 421'de (1029-1030) vefat eden İbn-Miskveyh Ahmed b. Muhammed b. Ya'kuub-i Râzî'nin "Adâb'ül-Arabi v'el-Hind, Edeb'üd-Dünyâ v'ed-Dîn- Tertîb'üs-Saâdât, Tafsîl'ün Neş'eteyn ve Tahsil'üs-Saâdeteyn, Tehzîb'ül-ahlak ve Tathîr'ul-A'rak" gibi kitapları, bu bilgi dalında yazılmış en değerli eserler­dendir.

Siyer.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) hâl ve hareketlerini, yol ve yordamla­rım tesbit eden bu bilgi dalında ilk eseri yazan, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) azatlı köleleri Ebû-Râfi'in oğlu ve Emîr'ül-Mü'minîn'in kâtipleri Ubeydullah'tır. Ubeydullah'ın, Hz. Emîr'in (a.s) hü­kümlerine, maiyetlerinde Cemel, Sıffin ve Nehrevân savaşlarına katılan sahabeye dâir "Kitâbu Kazaya Emir'ül-Mü'minin" ve "Kitâbu Tesmiyeti Men Şehide Maa Emir'il-Mü'minîn'el-Cemeli ve Sıffine v'en-Nehrevân-i Min'es-Sahâbe" adlı kitapları vardır.

Hicrî 151'de (768) vefat eden ve İmâm Bâkır'la (a.s) Sâdık'ın (a.s) ashabından olan Muhammed b. İshak b. Yesâr-i Muttalibî de Siyer'e, Magaazîye, yâni savaşlara katılanların menkabelerine dâir eser yazanlardandır.

Târih

140 hicrîde (757) vefat eden, İmâm Bâkır'dan (a.s) ve Sâdık'tan (A.M) rivayetleri bulunan Kûfe'li Ebân b. Osmân'il-Ah-mer, savaşlara, savaş erlerinin menkabelerine, vefatlara ve sâireye dâir ilk olarak eser yazan kişidir. Ondan sonra 206'da (821) vefat eden, "El-Cemheretü fi Ma'rifetil-Ensâb" ve "Cer ret'ül-Cemhere" sahibi Hişâm b. Muhammed b. Sâib'in, Câhili} devrindeki kabile savaşlarına, âdetlere, putlara, salgın hastalıklara, Arap boylarına, daha eski devirlerdeki olaylara, İslâm devrindeki savaşlara, Cemel, Sıffin ve Nehrevân savaşlarına Emîr'ül-mü'minîn'in (a.s) şehâdetine, İmâm Hasan'a (a.s)i, Kerbelâ Faciasına, Muhammed b. El-Hanefiyye'ye ve sâireye yüz sekiz, belki de daha fazla kitabı vardır.

Emîr'ül-Mü'minin'in (a.s) ashabından Yahya'nın oğlu olan Ebû-Muhnef Lût, Vâkıdî, "Kitâb'ül-Mahâsin" sahibi Barkıy Ah­med b. Muhammed b Hâlid, Ebû-Muhnefle çağdaş Nasr b. Müzâhim, 283'te (896) vefat eden İbrahim b. Muhammed sakafî, büyük babası Sa'd b. Mes'ûd, 298 de (910) vefat eden Ebû-Abdullah Muhammed b. Zekeriyyâ, 332de vefat eden (943) Celûdî Abdülâziz, "Târîhu Nîşâbûrî" ve "El-Müstedrik Ala's-Sahihayn" sahibi Muhaddis Hâkim-i Nişâbûrî Muhammed b. Abdullah da bu bilgi dalında eserler veren Şia bilginlerindendir. Bunlardan Vâkıdî'nin, Târihe dâir yirmialtı, İbrahim b. Muhammed'in yirmi dokuz, Celûdî'nin elliden fazla kitabı vardır. Tarihçiler arasında "Târih-i Ya'kuubî" sahibi Ahmed b. Ebû-Ya'kuub'la (278 H. 891) Ebû-Abdullah Muhammed b. Zekeriyyâ'yı da (289 H. 901) sayma­mız gerektir.

Coğrafya

Eski tâbirle Mesâlik ve Memâlik, yâni coğrafya bilgisinde de Şîa, öncülük etmiştir. Evvelki bölümde adı geçen "Çembere" sahibi Hişâm b. Muhammed b. Sâib, bu bilgiye dâir "Kitâb'ül-Akaalim, Kitab'üI-Büldân'il-Kebir, Kitâb'ül-Büldân'is-Sagıyr, Kitâbü Tesmiyet'il-Aradıyn, Kitâb'ül-Ensar, Kitâb'ül-Hıyre, Kitâbü Menâzil'il-Yemen, Kitâbü Esvâk'ıl-Arab, Kitâb ul-Acâib'il-Erbaa, Kitâb'ül Hıyreti ve Tesmiyet'il-Biyaı v'ed-Diyârât"ı telif et­miş, Ebû-Ca'fer Muhammed b. Hâlid-i Barkıy de "Kitâb'ül Aradıyn" ve "Kitâb'ül-Büldân"ı yazmıştır. Bu bilim dalında ikinci yüzyıl bilginlerinden Hamdûn'un "Kitâbü Esmâi'l-Cibâli v'el-Miyâhı v'el-Evdiye"si, üçüncü yüzyılda yaşayan Ebû-Hasan-i Simsâtî'nin "Kitâb ud-Diyârât"ı, Mes'ûdî'nin "Kitâb'ül-Mesâliki v'el-Memâlik"ı vardır.

Başka ve Çeşitli Bilgiler

Lügate ait, "Kitâb'ül Ayn" adlı eseriyle Halil b. Ahmed, bu bilgi dalını kurmuştur. Hz. Peygamber'den (S. M) rivayetlerde bulunan Ahmed'in oğlu Halil, 160 (776), yahut 175 hicride (791) vefat etmiştir. "Kitâb'ül Ayn'ın ona aidiyetinde şüphe edenler varsa da Arûs bilgisini onun kurduğu muhakkaktır ve bu yüzden de "Arûzî" diye anılmaktadır.

İbn Sikkît Ya'kuub b. İshak, lügat, şiir ve mantıkta en büyük üstâd tanınmaktadır. Ehlibeyt'e bağlılığını, Abbas oğullarından Mütevekkil'e karşı, pervasızca izhâr etmesi yüzünden 243, yahut 244'te, bir başka rivayette 246'da (857-860) Halîfe'nin emriyle fecî bir surette şehid edilmiştir.

Bunlardan sonra 285, yahut 286'da (898-899), Bağdad'da vefat eden Ebû'l-Abbas Muhammed b. Düreyd ve "Ebû'l-Atâhiye" diye de anılan Muhammed b. Hasan (321 H. 933), "Kitabu Menâkıbı Ehlibeyt, Kitâbu Lübâb" gibi kitaplarıyla Teşeyyunu apaçık mey­dana koyan Abdülvâhid Zâhid-i Taberî (345 H. 956), İbn Hâleveyh Huseyn b. Ahmed-i Hemedânî (370 H. 980), Deylemîlerden Müeyyed'üd-Devle ve kardeşi Fahr'üd-Devle'nin vezirliğinde bulunan Sâhib b. Abbâd İsmail (385 H. 995), bu bilgi dalında ünlü kişilerdir.

Sarf, Nahiv, Bedi' Beyân, Maânî dallarında, Şiir ve İnşada, Şîa bilginlerini saymak, kitabımızın bu bölümünü uzattıkça uzataca­ğı için artık bu kadarını yeter bulmak zorundayız. Ancak şunu söyleyelim ki, bugünün müsbet bilgilerini meydana getiren, bilgi âleminde kimyanın kurucusu sayılan Câbir b. Hayyân ile,, kendi övünçlü itirafıyla İmâm Ca'fer'üs-Sâdık'ın (a.s) bilgisinden fay­dalanmış, o İlâhî ve tükenmez nurlu kaynaktan feyizlenmiştir.

"Katre, Ummanı andırır; zerre, güneşi belirtir" deyip bu bahsi de burda bitiriyoruz.

Şia ve Asr-ı Saadetteki Olaylar

 

Şia'ya göre Resulullah, daha hayattayken Hz. Ali'yi kendi yeri­ne imam tayin etmiştir. Tüm ümmet Resulullah’san sonra Hz. Ali ve diğer Ehl-i Beyt imamlarına tabi olmakla yükümlüdür. Nite­kim Resulullah da "Ali'nin şiası kurtulanların ta kendileridir." di­ye buyurmuştur. Ayrıca Allah-u Teala da şura suresinin 23. aye­tinde Resulullah'ın adına "(De ki) sizden tebliğime karşılık bir üc­ret istemiyorum. İstediğim ancak yakınlara sevgidir." diye buyur­muştur.' Yani Resulullah 23 yıllık boyunca çektiği zahmet ve ça­balara karşılık sadece Ehl-i Beyt'ini sevmeyi istemektedir. Dola­yısıyla Ehl-i Beyt'i sevmek bir meslek değil, dini bir görevdir.

Resulullah Gadir-i Humm'da ise şöyle buyurmuştur: "Ey in­sanlar sizin aranızda iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Bunlar Allah'ın kitabı ve Ehl-i Beyt'imdir."

Bütün bu bilgiler ışığında anlıyoruz ki Resulullah'dan sonra

Ehl-i Beyt'i sevmek ve Kur'an'ın gerçek müfessirleri olan bu nur­lu insanlara tabi olmak dini bir yükümlülüktür.

Dolayısıyla "Ehl-i Beyt'i sevmek "bir meslektir. Herkes bir mes­leği seçebilir. Şia özellikle Ehl-i Beyt'i sevmeyi meslek edinmiştir. Ehl-i Sünnet ise ayrı bir mesleği seçmiştir," demek doğru bir dü­şünce değildir. Her Müslüman Resulullah'ı ve Ehl-i Beyt'ini sev­mek zorundadır. Resulullah risaleti karşılığında bizlerden sadece bunu istemiştir. Hz. Ali'yi sevmeyen bir insana Muaviye ve Ye-zid'i sevmek kalır. Zira her ikisini sevmek nur ile zulmeti sevmek demektir. Bu ise hem şer'i hem de akli açıdan doğru bir inanç de­ğildir.

Hz. Ali ve diğer Ehl-i beyt imamlarının imameti hakkında de­rin bir araştırma yapan merhum Abdulbaki Gölpınarlı şöyle di­yor: "Arapça bir söz olan Şia", "Müşâyaa" kökünden gelmektedir ve birisine uyanlar, bölük anlamınadır; "Siya"' ve "Eşya"', bölük­ler demektir; bu sözler "Şîa" sözünün çoğuludur. Kur'ân-ı Mecîd'in 6. Sûre-i Celîlesinin (En'âm) 65. ve 159., 15. Sûre-i Celîlesinin (Hicr) 10., 28. Sûre-i Celîlesinin (Kasas) 4., 30. Sûre-i Celîlesinin (Rûm) 32. âyet-i kerîmelerinde "bölükler" anlamına "Siya"', 34. Sûre-i Celîlesinin (Sebe1) 54. ve 54. Sûre-i Celîlesinin (Kamer) 5.1. âyet-i kerimelerinde, aynı anlamda "Eşya"' tarzında geçtiği gibi 28. Sûre-i Celîlesinin 15. ve 38. Sûre-i Celîlesinin (Sâffât) 83. âyet-i kerîmelerinde taraftar, birinin tarafını tutan, birine uyan anlamına "Şîa" tarzında geçer. 24. Sûre-i Celîlenin (Nur) 19. âyet-i kerîmesindeyse "yayılmak" anlamını verir ve "Şâa Şeyîu"dan gelir.

Arapça "mezheb" ise, gidilen yol anlamınadır. Kelâm yâni din felsefesinde ise, terim olarak dinî inançta, ibâdetlerde, muamelâtta, yâni, evlenme, boşanma, alım-satım, borç, rehin, ya­pılan suçlara karşılık dünyevî ceza v.s. gibi hususlarda tutulan, gidilen yol demektir ki buna "Mille-Millet" de denir. Hattâ bu yüzden eski kafakâğıtlarında, yâni kimlik bildiren belgelerde, "Milleti" başlığının altına "İslâm" sözü yazılırdı. Dinî inançlarla ibâdetlerde ve muamelâtta tutulan yola "Rıhle" de denmiştir ki aynı anlama gelir. Mezhep sözünün çoğulu "Mezâhib", Mille ve Nıhle sözlerinin çoğulları da "Mile!" ve "Nihal"dır.

Kur'ân-ı Mecîd, Müslümanlara, Allah'ın yolunu tutmalarını, onları, o yoldan ayıran, bölük-bölük elden yollara uymamalarını emir buyurmaktadır. (En'âm, 153); Allah'ın ipine, Kur'ân'a sarıl­mayı, bölük-bölük olup ayrılmamayı emretmektedir (Al-i İmrân, 103); Hazret-i Rasûl-i Ekrem de (s.a.a) "İki, birden hayırlıdır; üç, ikiden hayırlı, dörtse üçten de hayırlı; toplu bir hâlde bulunun ar-

tık; gerçekten de Allah, ümmetimi hidâyetten başka bir şeyde toplamaz" buyurmuşlar (El-Câmi'us-Sagıyr Li Ahâdîs'il-Beşîr'in-Nezîr; Kahire-1321; I. s. 8), ümmetlerine, "Birbirinizden nefret etmeyin; birbirinize düşman olmayın; birbirinizden yüz çevirme­yin; birbirinize hased etmeyin; kin gütmeyin; ey Allah kullan, kardeş olun" hadisleriyle (Aynı; 2 s. 187-188) III. Sûre-i Celîlenin 103. ve 49. Sûre-i Celîlenin (Hucûrât) 10. âyet-i kerîmesini bilhas­sa ve te'kîden hatırlamışlardı; şüphe yok ki Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) bu ihtarlarında, "Allah ümmetimi", yâni bana ümmet ol­mak şerefini iktisâb etmiş olan mü'minleri, "Hidâyetten başka bir şeyde toplamaz" buyurmalarındaki maksat, ancak ve ancak Kur'ân-ı Mecîde temessüktür; çünkü gene Rasûlullâh'ın (s.a.a), İsrâil oğullarının yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki bölüğe ay­rıldıklarını, kendi ümmetinin de yetmiş üç bölüğe ayrılacağını bil­dirdikleri rivayet edilmiştir. (Aynı; I, s. 40).

Bu hadîs-i şerif, çeşitli tarzlarda tahrîc edilmiştir. Tirmizî, bu bölüklerin birinin, kendilerinin ve ashabının yolunu tutanlar olup bu bölüğün kurtulacağını, öbür bölüklerin cehennemlik oldukları­nı bildirir bir tarzda tahrîc etmiş, Ahmed ve Ebû-Davudi, kurtulan bölüğün, topluluğa, çoğunluğa uyanlar bulunduğunu bildiren rivayetini tercih eylemiştir; bu hadîse yalan rivayetler de katıl­mıştır (Aliyy'ül-Kaarî: Mavzûâtü Kebîr; İst. Matbaa-i Amire-1289,8.34).

Bu yetmiş üç fırkaya ayrılış hakkındaki hadis, mezheplere, "Fırkalar-Bölükler" anlamına "Firak" diyen ve mezheplerden, inançlarından bahseden kitap yazarlarını, İslâm mezheplerini yetmiş üçe çıkarmaya, azsa bu sayıyı doldurmaya, çoksa, bölükleri bu sayıya indirmeye zorlamış, hattâ çok sonra çıkan ve ad takılan mezhepler hakkında hadisler bile nakledilmiştir (Câmi'us-Sagıyr; II, s. 74 ve hâşiyesindeki "Künüz'ül-Hakaaık fi Ahâdîsi Hayr'il-Halâık; II, s. 128).

Hz. Alî'den (a.s) gelen rivâyetteyse, "Kurtulanlar kimlerdir, onların yolları hangi yoldur" sorusuna Cenâb-ı Resûli Ekrem (s.a.a), "Sen ve senin Şîanın" yâni "Sana uyanların yolu" cevâbını vermişlerdir; Hz. Ali'nin de (a.s), Musevilerle Hıristiyanların, bö­lüklere ayrıldıklarını, Muhammed (s.a.a) ümmetinin de bölüklere ayrılacağını, hepsinin de sapıklığa düşeceğini, ancak kendisinin ve kendisine uyanların kurtulacaklarını bildirdiği rivayet olun­muştur (Şeyh Hâcc Abbâs-ı Kummî; Sefînet'ül-Bıhâr ve Medînet'ül-Hikemi ve'1-Asâr; Necef-i Eşref- 1355 H. Taşbasması; II, s. 360).

Şîa kimlerdir?

Şîa, bizzat Hz. Peygamber (s.a.a)) tarafından, Ali'ye (a.s) uyan­lara verilen addır. Hz. Peygamber (s.a.a), "Alî'nin Şîası, kurtu­lanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir", buyurmuşlardır. (Künûz'ül-Hakaaık; I, s. 94); Hz. Ali'ye (a.s), "Yâ Alî" buyur­muşlardır. "Sen ve Şian, havuzun kıyısında bana ulaşacaksınız.' (Aynı; II, s. 206)

'inananlar ve iyi işlerde bulunanlarsa: Onlardır şüphe yok ki
yaratılmışların en hayırlıları, Rablerinin katındaki mükâfatlan
altlarından ırmaklar akan ebedî Adin cennetleridir; ebedî olarak
da ordadır onlar; Allah razı olmuştur onlardan ve onlar da razı ol­
muşlardır O'ndan; bu mükâfat, Rabbinden korkanadır"
mealindeki âyet-i kerîmeler (Beyyine, 7-8) nazil olunca Hz. Pey­gamber (s.a.a), Alî'ye (a.s), "Bunlar sensin ve senin Şîandır; sen ve Şîan, kıyamet günü, Allah'tan razı olmuş ve O'nun râzılığını kazanmış olarak hasredilirsiniz" buyurmuşlardır (Bu âyet-i kerime­ler dolayısıyla İbn Hacer'in "Savâık" ında, Hâkim'in "Şevâhid'üt-Tehzîl"inde ve Deylemî'de bulunan .hadisler için rahmetli Ayetul-
lah Abdul-Huseyn Şeref üddîn'il Amilî'nin "El Fusûl ul- Mühimme fî Telîfil-Ümme" adlı kitabına bakınız; Necef-i Eşref-1375.H; III. Basım. VII. fasıl; s. 38-39).      .

Hz. Ali de (a.s) asra'da, aynı mealde bir hadis-i şerif nakletmişlerdir ki bu, "Savâık"da zikredildiği gibi Tabarânî tarafından da rivayet edilmiştir. Gene Tabarânî, "Savâık"da zikredildiği veç­hile Hz. Peygamberin (s.a.a), Alî'ye (a.s) "Cennete ilk giren dört kişidir: Ben, sen, Hasan ve Huseyn. Soyumuz arkamızdan, Şîamız da sağımızdan-solumuzdan girerler" buyurduğunu bildi­rir; Ahmed b. Hanbel, "Manâkıb"ında, Alî'ye, "Razı değil misin ki sen, Hasan ve Huseyn, cennette benimle beraber olacaksınız; Şîamız da sağımızda, solumuzda bulunacak" buyurduklarını bil­dirir ki bu hadis "Savâık"da da vardır. Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), "Ulular ulusu Allah, Peygamberleri ayrı ayrı ağaçlardan (soylardan) yarattı; benimle Alî'yi bir ağaçtan halketti; o ağacın kökü benim; Alî dallan-budaklandır; Fâtıma, o ağacın verimidir; Hasan'la Huseyn meyveleri; Şiamız da yapraklarıdır. Kim, bu ağacın dallarından birine yapışırsa kurtulur; yapışmayan helak olur" buyurduklarını, sonra da "Sizden, tebliygıma karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim ancak yakınlara sevgidir" âyet-i ke­rimesini (Şûra, 23) okuduklarını Hâkim, tahrîc etmektedir; bu hususta daha pek çok hadis-i şerif vardır (Aynı kitaba bakınız, s. 40-44).

Hadis yasağı

Hz. Peygamber'in (s.a.a) zamân-ı saadetlerinde, ilk halifelerin devirlerinde, hattâ Ümeyye oğullarının saltanat çağlarında, mez­hep diye birşey yoktu. Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) hayattayken, Müslüman olan, Kur'ân-ı Mecîd'e, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadis­lerine uyar, her hangi bir hususta şüpheye düşerse ona danışır, onun sözünü tutar, hareketlerine uyar, şübheden kurtulurdu. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ebediyete göçmelerinden sonra ümmetin din ve dünya işlerine uhdelerine alanlar, bir çok hususlarda Kur'ân-ı Mecid'i, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) hadisleri açıkladığı hâlde ha­dislerin yazılmasını şiddetle yasakladılar; birinci Halife, beş yüz hadis topladığı halde sonra onları getirtip yakmıştı (Kenz'ül-Ummâl; 5, a. 237). İkinci Halife, kimde hadis varsa onları yok etmesini bütün şehirlere, şehirlerin halkına bir yazıyla bildirmişti (Aynı kitap ve aynı S). Muhammed b. Ebî-Bekr, Ömer'in, yazılı hadisleri getirtip yaktırdığını söyler (Tabakaat; 5, 8. 140). Bu ya­sak, Emevîlerden Abdülâziz oğlu Ömer'in zamanına dek (99-102 H. 717-720 M.) sürdü (Ebî'1-Fidâ1 Târihi; I, 151. Bu, başka kay­naklarda da mevcuttur). Oysa ki Kur'ân-ı Mecîd'de bir çok şeyler icmâlen mevcuttur; bunların tafsili ancak kavlî, fi'lî ve takriri ha­dislerle anlaşılabilir. Bir çok âyetlerin anlamlarını da hadisler açıklar; hattâ bu yüzden Hz. Alî (A.M), İbn-Abbâs'ı Haricîlerle gö­rüşmeye gönderirlerken, "Onlarla Kur'ân'a dayanarak bahse gi­rişme; çünkü Kur'ân bir çok yönü olan, türlü yorumlarla yorumla­nabilen bir kitaptır; sen söylersin, onlar da söylerler, onlara sün­nete dayanarak delil getir; çünkü ondan kaçmaya yol bulamazlar" buyurmuşlardır (Nehc'ül-Belâğa tercemesi ve şerhi; s. 324-325).

Kur'ân-ı Mecîd, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatlarından sonra Hz. Emir'ül-Müminîn Alî (a.s) tarafından toplanmış, yazılmıştı. Ayrıca birinci Halife zamanında da sahabeden bir heyet Kur'ân-ı Mecîd'i yazmışlardı; tertibiyse bizzat Hz. Peygamber (s.a.a) tara­fından yapılmıştı. Bu bakımdan bu hadis yasağının, hadislerin Kur'ân'a karışması ihtimâli düşünülerek alınmış bir tedbir mâhiyetinde olduğu, doğru olmasa gerektir.

Mezheplerin zuhuru.

Hadis yazmak ve rivayet etmek yasağı arz ettiğimiz gibi epeyce sürdü. İkinci Halîfe, Ebû Hüreyre’de, hadis rivayet ettiği takdirde onu süreceğini söylemiş, hattâ yalan söylemekle töhmetlemiş ve dövmüştü (Seyyid Şerefüddîn Ad'ül Huseyn-i Amilî: Ebû Hüreyre; III. basım, Necef-i Eşref-1385 H. 1965; 186-188; Mahmûd Ebû-Reyye: Şeyh'ü Mudıyra Ebû-Hüreyret'id-Devsî; II. basım, s. 66).

Fakat Ümeyyeoğulları saltanatını kuran Ebû-Süfyân Oğlu'nun zamanında aynı zat, yâni Ebû-Hüreyre, Hz. Alî (a.s) aleyhinde Irak'ta bir hadis rivayetine karşılık taltif edilmişti (Ebû-Hüreyre; s. 42-43).

Hadis rivayetinin yasaklanması, hadis yazılmasının menedilmesi, bilhassa Ümeyyeoğulları zamanında Hz. Ali (a.s) ve Ehli­beyt aleyhindeki siyâset, yalan hadislere revaç verdi; ayrıca bir çok hususlarda ihtilâflar meydana geldi. Sonunda ihtilâf duyulan meselelerde önce Kitaba ve Sünnet'e, yâni Kur'ân-ı Mecîd'e baş­vurulması lüzumu duyuldu. Kitap ve Sünnet'te bulunmayan me­selelerde, o meseleleri, Kitapta ve Sünnette bulunanlara benzer hükümlerle kıyaslamaya ve sahabenin ittifakına bakmaya yöne­lenler, yâni kıyâsı ve icmâı, şer'î hüccet kabul edenler oldu; bunla­ra "Re'y ve Kıyasla amel edenler" dendi. Bu iki delili, yahut yalnız kıyası kabul etmeyenlerse "Hadîs ehli" diye anıldı. Sonra bu bö­lüklerden bölükler türemeye başladı; böylece çeşitli mezhepler meydana çıktı.

Ehlibeyt tarafını tutanlar.

Ehlibeyt tarafını tutanlarsa, Hz. Peygamberin (s.a.a) defalarca ve son haclarının (Vida1 Haccı) Arife hutbelerinde de buyurdukla­rı "Ben, sizin içinizde iki halife", yâni yerime geçen, beni temsil edecek olan iki esas "bırakıyorum; gökle yer arasında", Allah ta­rafından, onun yüce katından size "Uzatılmış bir ip", yapışacağı­nız, tutacağınız gerçek vâsıta "Olan Allah'ın Kitabı ve benim Ehli­beytim. İkisi, havuz kıyısında, bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmaz; bunlara yapışırsanız benden sonra kesin olarak sapıklı­ğa düşmezsiniz" mealindeki hadise uymuşlar, mezhep diye birşey kabul etmemişler, her hususta Kitab'a, Kur'ân-ı Mecîd'e ve Kur'ân-ı Mecîd'in Ehlibeyt tarafından yorumuna uymuşlardır. Bu hadis-i şerif müteaddit yollarla, meal aynı olarak, Ehlibeyt'ten ve bir çok sahâbîden sahih olarak rivayet edilmiştir. (Câmi'üs-Sagıyr; I, s. 53, 87; II, s. 4). Zeyd b. Erkam, Hz. Resûl’ün (s.a.a), Mek­ke'yle Medine arasında, Gadir Humm'daki hutbelerinde, "Ey in­sanlar, gerçekten ben de insanım; Rabbimin elçisinin (Ölüm Meleği'nin) geleceğini, ona icabet edeceğimi sanıyorum. Sizin aranız­da iki paha biçilmez şey bırakıyorum; ilki, Allah'ın Kitabı; onda hidâyet ve nur var ve Ehlibeytim" buyurup üç kere "Size Ehlibey­time uymanızı öğütlerim" buyurduklarını rivayet eder. Zeyd, "Ka­dınları, Ehlibeytinden değil mi?" sorusuna da "Onlar da ev hal­kından; ama Ehlibeyti, kendilerinden sonra sadakanın har&m edildiği kişiler" diye cevap vermiş; "Onlar kimlerdir?" diye sorulunca "Alî'nin, Akıyl'in, Ca'fer'in ve Abbâs'ın soyları" demiş, "Bütün bunlara sadaka haram mı" denince de "Evet" demiştir. (Sahîhu Müslim" Fadâl'üs-Sahâbe" babının "Alî b. Ebî, Tâlib'in faziletleri" bölümünden naklen Seyyid Murtaza'l-Huseyniyy'il-Fîrûzâbadî'nin fadâil-ül Hamseti mine's-Sıhâh'ıs-Sitte"si; Necef-i Eşref-1348 H.C. II, s. 43-44). Bu hadis'i şeriften sonra, "Onların önlerine geçmeyin" yâni onların hükümlerinden başka bir hüküm vermeye kalkışmayın, yoksa helak olursunuz mutlaka; onlara birşey öğretmeye kalkışmayın; çünkü onlar sizden daha fazla bilir­ler" buyurdukları da rivayet edilmiştir. (Kenz-ul Ummâl, Müşkil'ül-Asâr, sahîhu Tirmizî, Üsd-ül-Gaabe, Müstedrik'üs-Sahîhayn, Hasâisu Neseî, Savâık, Müsned, Tabâkaatu İbn Sa'd, Tefsîru Fahr-i Râzî, Feyz ul-Kadîr, Hilyet'ül-Evliyâ', Mecma'üz-Zevâid ve diğer hadis kitaplarında mevcut olan bu hadis-i şerif için aynı kitabın II. Cildinin 43-56. sahifelerine bakınız).

Ümmetin ayrılığı.

"Ümmetimin ayrılığı, aykırılığı rahmettir" mealindeki hadis hususunda "Suyûtî, "Câmi'us-Sagıyr" de, senetsiz olarak geldiği kaydını ilâve ettiği gibi (I, s. 11) râvilerinden de şüphe edilmiş, mevzu' olduğu söylenmiş, doğru olsa bile, furûa ait ve genişletici hükümlerde, yahut işte güçte vuku' bulan ayrılıklar kastedilmek­tedir de denmiştir (Mevzuâtu Kebir, s. 19). Çünkü III. Sûre-i Celîlenin 103. âyet-i kerîmesinde, ümmetin ayrılmaması emrolunmakta, 105. âyet-i kerîmesinde, önceki ümmetler gibi bölük-bölük olmamak emri te'kîd edilmekti, IV. Sûre-i Celîlenin 153. âyet-i kerîmesinde, inananların bölük-bölük ayrılmamaları bil­hassa emir buyrulmaktadır; Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Ayıran bizden değildir" buyurmuşlardır ki bu da ihtilâfa, bölmeye sebeb olanlar hakkındadır (Cami1; II, s. 161).

Alî (a.s) ve ona uyanların yolu.

Mezhepte, kendisine uyulan zâta "İmâm" ve "Müctehid" denir. İmâm ve müçtehid denen zât, Kitap ve Sünnetten hüküm çıkar­maya kudreti olan kişidir. Alî (a.s) ise, Hz. Peygamber'i (s.a.a) kavlince; "Ve kendi dileğiyle söz de söylemez; sözü ancak vahyedilen şeyden ibaret" âyet-i kerîmelerinin (Necm, 3-4) beyân ettiği gibi sözleri İlâhî emri bildiren Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), ilim şehri plan Peygamber-i Zişân'ın kapısıdır. Hz. Rasûl (s.a.a), "Ben İlmin şehriyim, Alî kapısıdır; şehri dileyen kapıya gelsin" buyurmuşlar (Müstedrik'üs-Sahihayn'den, Hatîb-i Bağdadî'nin Târihu Bağdâd'ından, Üsd'ül-Gaabe, Tehzib'üt-Tehzîb, Kenz'ül-Ummâl,

Feyz'ül-Kadîr, Er-Riyâd'un Nadara, Künûz'ü Hakaaık ve Savâık'dan naklen fadâil'ül-Hamse; C. II, s. 350-352), "Ben hik­metin şehriyim. Alî kapısıdır" demişler, bir rivayette "Hikmeti di­leyen kapıya gelsin" sözünü de bu sözlerine eklemişler; "Hikmet on bölüğe bölündü; dokuzu Alî'ye verildi, biri ondan başkalarına, insanlara ihsan edildi; o, bu bir bölükte de en bilgili kişidir" buyu­rarak Ali'nin kadrini tebcil etmişler, Hz. Alî de (A.M), "Hamt olsun Allah'a ki hikmeti, biz Ehlibeyte ihsan etti" diyerek hamd-ü senada bulunmuşlardır. (Aynı; s. 248-250). "Ali bendendir, en on­danım; ben kimin mevlâsı", veliyy-i emri "isem, Alî onu mevlâsıdır; Alî, insanların en hayırlısıdır; kim bunu kabul etmez­se gerçekten de kâfir olmuştur; Alî, iyi kişilerin", mü'minlerin "İmamıdır ve kâfirleri öldürendir" hadisleriyle Alî'nin derecesini ümmetine bildirmişlerdir (Künûz'ül-Hakaaık; II, s. 116-117).

Kur'ân-ı Mecîd'de "Zikr", namaz (Bakara, 152; Al-i İmrân, 190; Nisa', 103; Ankebût, 45; Cinn, 8; Dehr, 24-25; A'lâ, 15), LXV. Sûre-i Celîlenin (Talaak 10-11. âyeti kerimelerinde Kur'ân ve Hz. Rasûl-i Ekrem anlamlarına gelir. XVI. Sûre-i Celîlenin (Nahl) 42. âyet-i kerîmesinde, "Bilmiyorsanız zikr ehline sorun artık" mealindeki âyet-i kerîmeyi tefsir ederlerken Hz. Alî'nin (a.s), "Biziz zikr ehli" buyurduklarını İbn Cerîr-i Tabarî, tefsirinde bil­dirir (Fadâil'ül-Hamse; I, s. 283). Suyûtî, "E'd-Dürr'ül-Mensûr"un-da, IX. Sûre-i Celîlenin (Tevbe), "Ey inananlar, Allah'tan çekinin ve gerçeklerle beraber olun" mealindeki 119. âyet-i kelimesindeki "Gerçeklerle beraber olun" emrini İbn-i Abbâs'tan ve İmâm Muhammed'ül-Bâkır'dan (a.s) rivayetle "Ebû-Tâlib oğlu Alî ile olun tarzında yorumlar (Aynı; s. 283). Bunlar da bize, Kur'ân ile Alî'nin, Ehlibeytin ayrılmadığını, ayrılamayacağını bildirmekte­dir; nitekim Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Alî Kur'ân iledir ve Kur'ân Alî ile; ikisi havuz kenarında bana ulaşıncaya dek ayrılmazlar" bu­yurmaktadırlar. (Cami'; II. s. 55). "Alî, benim bilgimin kapısıdır; tebliga memur olarak gönderildiğim şeyleri benden sonra ümme­time bildiren, açıklayan kişidir; onu sevmek, îmandır; ona buğzetmekse nifak" hadis-i şerifini "Kenz'ül-Ummâl" "Ebû-Zerr'den tahric ettiği gibi "Müstedrîk'üs-Sahîhayn" da aynı mealdeki hadis-i şerifi Enes b. Mâlik'ten tahrîh eder (Fadâil'ül-Hamse; II, s. 252-253). "Ümmetimin en ileri ve gerçek hüküm vereni Alî'dir" hadîs-i şerîfi de aynı mealdedir ve çeşitli rivayetlerle Hz. Peygamber'den (s.a.a) bir çok sahâbî vasıtasıyle ve müteaddid yollarla, Buhârî'de, İbn Mâce'nin "Sahîh"inde, "Müstedrik"te, "Tabakaat'ta, Beyhakıy'nin "Sünen"inde, "İstiâb, Mecma', Er-Riyâd'un-Nadara, Mirkaat'ül-Mesâbih" ve "Hilyet'ül-Evliyâ"da tahric edilmiştir; Neseîde "Sahîh"inde, Ahmed b. Hanbel "Müsned"inde, "Savâık, Kenz'ül-Ummâl" ve "Nur ul, Absâr"da da aynı mealde hadîsi şerif­ler, muhtelif yollarla tahric edilerek zikrolunmaktadır (s. 265-270). Tirmizî "Sahîh"inde, Hâkim "Müstedrik"inde, "Alî'nin hak­la", yâni gerçekle "Gerçeğin de Alî ile olduğunu" bey&n buyuran Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), "Allah’ım, o, nereye dönerse, nereye varırsa hakkı onunla beraber kıl" diye dua ettiklerini bildiren ha­disleri de mevcuttur ki bu mealde "Târihu Bağdad"da, "Mecma'üz-Zevâid" ve "Kenz'ül-Ummâl'de de hadisler vardır (s. 108-111).

Alî'nin ve Ehlibeytin Şîası, bütün bunlara temessük ederek, Hz. Resûl’ün (s.a.a.), bu âlemden ihticâbından sonra Alî'ye ve Ehli­beyte uymuşlardır. Alî ve Ehlibeyt (a.s) hakkındaki badikleri yazmaya kalksak, ayrı ve müstakil, bir değil, bir çok kitap meyda­na gelir. Rasûlullâh (s.a.a), Kâ'be-i Muazzama'nın içinde bu âleme gelen tek kişiyi, Alî'yi, Kabe'ye benzetmişler, ona gelindiğini, fa­kat onun kimseye gitmeye ihtiyâcı olmadığını buyurmuşlar (Üsd'ül-Gaabe, Mısır; Vehbiyye Matbaası-1285 H.C.IV. s. 31). "Alî, bedenimdeki başım menzilesindedir" hadîs-i şerîfiyle onun, kendilerince derecesinin ne olduğunu beyân etmişlerdir (Târîhu Bağdad; Mısır, Matbaat'üs-Saâde-1349 H, C. VI, s. 12; Nûr'ül-Ebsâr; Mısır-1322 H. s. 27. Deylemî de aynı hadîsi tahrîc eder; Savâık'da da mevcuttur; Münâvî, "Feyz'ül-Kadîr"in IV. cildinde zikreder; Mısır, Mustafa matbaası-1356 H; S. 357), Muhibüddin-i Tabarî "Er'Riyâd'ın-Nadara"da, Ebû-Bekr Hazretlerinin, Hz. Alî ile beraber Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a) kabirlerini, vefatlarından altı gün sonra ziyaret ederlerken, "Rasûlullâh'ın, Alî, bana, ben Rabbimin katında ne mertebedeysem, o mertebededir buyurduğu ki­şiden öne geçemem" dediğini bildirmekte, bu olayın "El-, Mavâfık"ta da zikredildiğini kaydetmektedir (İttihâd'ül-Mısrî Matbaası, 1. basım; C. II, s. 163); İbn Hacer de "Savâık"ına bunu almıştır (Mısır; Meymeniyye Matbaası-1312 H. s. 106).

Şia'nın, Hz. Alî'nin (a.s), Rasûlullâh'ın (s.a.a)

vasıysi ve halifesi olduğuna dâir delilleri.

Şia'nın, Hz. Alî'nin (a.s), Rasûlullâh'ın (s.a.a) en yakım, sevgili kızı Fâtıma'nın (a.s) zevci, gözbebekleri İmâm Hasan ve Huseyn'in (a.s) babası, dînini te'yid eden, İslâmın ilk izhâr eyleyen, onun terbiyesi altında yetişen, canım ona feda etmeyi en büyük şeref bilen zât olmasından gayrı, onun hilâfeti hakkında, yâni Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a) sonra, araya bir başkası girmeksizin onun halîfesi ve vasıysi olduğuna dâir âyet-i kerîmelerle hadîs-i şeriflerden delilleri de yardır.

 Hz. Peygamber (s.a.a) davete memur oldukları vakit XXVI. Sûre-i Celîlenin (Şuarâ1) "Ve en yakınlarını inzâr et" mealindeki 214. âyet-i kerîmesi inince, Abdulmuttalib oğullarını, amcaları Ebû-Talib'in (a.s) evine davet etmişler, kırk kişiyi aşan davetlilere yemek yedirmişler, sonra da onlara İslâmi tebliğ et­mek istemişler, fakat Ebû-Leheb, söyleyecekleri sözlere engel ol­muştu. Ziyafet bir daha tekrarlanmış, aynı hâl tekerrür etmişti. Üçüncü defasında Hz. Rasûl (s.aa.), "Ey Abdulmuttalib oğullan" buyurmuşlardı; "Arab kavmi içinde benim size geldiğim işten da­ha iyi bir memuriyetle kavmine gelmiş bir genç bilmiyorum; ben size, dünyâ ve âhiretin hayriyle geldim; Allah, sizi çağırmama be­ni memur etti; hanginiz bu işte benim vezirim olacak?" Hz. Alî (a.s), yaş bakımından davetlilerin küçüğü olduğu hâlde, "Ey Allah'ın Peygamberi" buyurmuştu; "Ben, bu işte senin vezirin olu­rum." Bu söz üzerine Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), ellerini Alî'nin omuzlarına koyup "Gerçekten de" buyurmuşlardı; "İçinizde bu, benim kardeşimdir, vasıymdir, halifemdir; artık onu dinleyin ve ona itaat edin."

Davetliler, Hazretin bu emrine karşı gülerek Ebû Tâlib'e (a.s), "sana Alî'yi dinlemeni, ona itaat etmeni buyurdu demişler­di (Tabakaat; 1. kısım, s. 124; Kenz'ül-Ummâl; C. VI, s. 392, 397; Seyyid Şeref üd-Dîn Abd'ül-Huseyn-i amilî; El-Murâcaat, VI. ba­sım; Necef-i Eşref- 1383 H. 1963; S. 144-146).

XX. Sûre-i Celîlenin (Tâhâ), Hz. Musa'nın (Âlâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyh'isselâm), kardeşleri Harun Peygamber'in (A.M) kendisine vezir edilmesini, onunla güçlendirilmesini dilediğini bildiren 29-32. âyet-i kerîmeleri nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a), "Allâh’ım, beni kardeşim Alî ile güçlendir; onu bana vezîr et" diye dua etmişlerdir. (Er-Riyâd'un-Nadara; C. II, s. 136), Suyûti de bunu, "E'd-Dürr'ül-Mensûr"da zikreder. "Kenz'ül-Ummâl'de, Hz. Peygamber'in (s.a.a), Alî'ye (a.s), "Razı değil mi­sin ki Yâ Alî, sen benim kardeşimsin; vezîrimsin; borcumu öde­yensin; vaadimi yerine getirensin. Ben hayattayken seni seven, sözümü tutmuştur; benden sonra, sen hayattayken seni seven ki­şinin ömrünü Allah imâna ermiş olarak îmanla sona erdirir. Sen­den sonra, sen hayattayken seni seven kişinin ömrünü de iman üzere ve îmanla bitirir ve onu, korku gününde emîn eder. Sana buğzederek ölen kişiyse küfür üzere ölür; İslâm’da, işlediği işler­den dolayı da onu soruya hesâba çeker" buyurduğu bildirilir ki bu hadîsi, Tabarânî de İbn Ömer'den tahrîc eder (VI; s. 155). "El-İsâbe"de, Enes b. Mâlik'in, "Rasûlullâh'tan (S.M) birşey soracağımız vakit Alî'yi, yahut Selmân'ı, yahut da Sabit b. Muâz'ı aracı yapardık; onlar, Hz. Rasûl'e daha fazla söz söyleyebilirlerdi" dedi­ği, Nasr suresi inince Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), Alî'nin üstünlüğü­nü bildirmek üzere "O, gerçekten de kardeşimdir, vezîrimdir, Eh­libeytimin içinde halîfemdir; benden sonra bana halef olan en ha­yırlı kişidir buyurdukları da onlar vasıtasıyle Rasûl-i Ekrem'den duyduklarımızdandır" sözünü söylediği nakledilir (c. I; Kısım: IV, s. 217).

Tebük savaşına giderlerken Alî'yi (a.s) Medine'de yerlerine halîfe bıraktıkları zaman, "Yâ Alî, razı değil misin ki sen bana, Musa'ya Harun ne menziledeyse o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yok" buyurarak XX. Sûre-i Celîledeki aynı âyetlere işaret etmişlerdi (El-Mürâcaât; s. 151-159). Ayrıca Mek­ke'de, mü'minleri, birbirlerine kardeş ettikleri, hicretten beş ay sonra gene Muhacirlerle Ensârı kardeş eyledikleri zaman da Ali'nin kendilerine, Musa'ya Harun ne menziledeyse aynı menzi­lede olduğunu ve Alî'nin, kardeşleri bulunduğunu bildirmişlerdi (Aynı; s. 160-176); bu hadîs-i şerife bu yüzden "Hadîs-i Menzile" adı verilmiştir. Hz. Rasûl-i Ekremden sonra inananların velîsidir; benden sonra o, sizin velînizdir" buyurmuşlardır (s. 171-175).

"Er-Rıyâd'ün-Nadıra" da, Hz. Peygamber'in (s.aa), Alî'ye (a.s), "İnsanlar, yedi şeyde savaşırlar, öne geçmek isterler; fakat bun­larda, Kureyş'ten bir kişi bile seninle tartışamaz: Sen, onların, Allah'a ilk îmân edenisin; Allah'ın ahdine en fazla vefa edenisin; Allah'ın emrine en fazla riâyet eyleyenisin; malı onlara en doğru ve müsavat üzere bölenisin; emrin altında bulunanlara en fazla adaletle muamelede bulunanısın; dâvalarında gerçek üzere en doğru hükmedenisin ve Allah katında en büyük meziyete sahip olanısın" buyurdukları zikredilmektedir (Fadâil'ül-Hamse; I, s. 189).

"İsâbe", Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) Alî (a.s) hakkında, "Ben­den sonra fitne olacaktır; bu oldu mu, Ebû-Tâlib oğlu Al tarafını tutun; çünkü o, bana ilk îmân edendir; kıyamette de benimle ilk musâfaha edecek odur; o, Sıddıyk-ı Ekber'dir; o, bu ümmetin Faruk'udur; o, mü'minlerin ulusudur, reisidir; mahysa münafıklar diler" buyurdukları zikredilmektedir ki bu mealdeki hadîs-i şerif, "Feyz'ül-Kadîr" ve "Kenz'ül-Ummâl"de de mevcuttur; Beyhakıy de "Sünen ul-Kürâ"sında, İbn Adiyy "Kâmil"inde bu mealdeki hadisi tahric ederler (Aynı; s. 189-190).

V. Sûre-i Celîlenin (Mâide), "Sizin veliniz, ancak Allah'tır ve Resûlüdür ve îman edenlerdir ki onlar, namaz kılarlar ve "rükû' hâlinde zekât (sadaka) verirler. Ve kim Allah'ı ve Resûlünü ve imân edenleri velî edinirse" (onları velî tanırsa) "şüphe yok ki on­lar, Allah hizbidir ve onlardır ancak üst olacak kişiler" mealindeki 55-56. âyet-i kerîmelerindeki "Velî" de Hz. Alî'dir (a.s). Velî, yardımcı, dost, damat, arkadaş, birisine uyan, kendi­siyle uzlaşılarak, yardımlaşmaya söz verilerek dost tanınan kişi, komşu ve birinin işini yapmayı üstüne alan anlamlarınadır. Er­genlik çağına gelmeyen çocuğun babası ve anası velîsidir; onlar­dan sonra velî şer'î hâkimdir. Fahrüddîn-i Râzî, Hayber savaşın­da, sancağın Hz. Alî'ye (a.s) verilmesi, "Allah ve Resûlü onu se­ver, o da Allah'ı ve Resûlünü sever" buyrulması ve Sûre-i Celîlenin "Ey inananlar, sizden kim dîninden dönerse, Allah mut­laka bir toplum getirir ki onları sever, onlar da onu severler; ina­nanlara karşı alçalırlar onlar, kâfirlere karşıysa yücedirler, üs­tündürler onlar; Allah yolunda savaşanlar ve kınayanın kınama­sından korkmazlar; bu, Allah'ın lûtfudur, keremidir ki onu diledi­ğine verir ve Allah'ın lütfü boldur, o, her şeyi bilendir" mealindeki 54. âyet-i kerimesinde de bu vasıfların anılması, rükû' hâlinde sa­daka vereninse Alî olması dolayısıyla âyet-i kerîminin Alî hakkın­da nazil olduğunu söyler (Fadâilü'l-Hamse; I, s. 282). Nitekim 54. âyet-i kerîme dolayısıyla Buhârî'nin "Bed'ül-Halk" ve "Hayber Gazvesi" bablarında bu hadîs tahric edildiği gibi Müslim de "Sahîh"inde, Sahabenin faziletleri bölümünün Hz. Alî'ye ait kıs­mında, Beyhakıy, "Sünen"inde, Ebû-Nuaym "Hılye"sinde aynı ha­disi tahric ederler. Buhârî "Sahih"inin "Cihâd ve Siyer" bölümün­de de bu hadisi zikreder. Ahmed b. Hanbel "Müsned'inde, Neseî "Hasâis"inde, İbn Sa'd "Tabaka at’ında, İbn Abd ul-Birr Istîâb"ın da, Müttekıy "Kenz'ül-Ummâl"inde, İbn Mâce "Sahîh"inde, Bey­hakıy "Mecma'"ında ve Muhıbbüddîn-i Tabari "Er-Riyâd'ün-Nadara"sında aynı hadisi anarlar ve sancağın, Hz. Alî'ye (a.s) verildi­ğini bildirirler,

Ebû-Zerr'il-Gıfârî demiştir ki: "Allah'ın salât-ü selâmı ona ve soyuna, Rasûlullah'tan bu kulaklarımla duydum, u gözlerimle de olayı gördüm; duymadıysam sağır olayım, görmediysem kör ola­yım; buyurdular ki: Alî, inanan kişilerin reisidir, muktedâsıdır; kâfirleri öldürendir; ona yardım edene (Allah tarafından) yardım edilir; onu horlayan, (Allah tarafından) horlanmıştır, Birgün Rasûlullâh'la namazdaydık; bir yoksul geldi, birşey istedi. Kimse birşey veremedi. Alî rükû'da, elindeki yüzüğü işaret etti. O kişi, gelip parmağından yüzüğü çıkararak aldı. Hz. Rasûl (s.a.a), yüce ve ulu Allah'a yalvardı da Kardeşim Musa, senden dilekte bulun­du; Rabbim dedi, gönlümü genişlet; işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz de sözümü anlasınlar ve bana ehlimden Harun'u vezir et; onunla güçlendir beni ve onu, işime ortak et de seni nok­san sıfatlardan çok-çok tenzih edelim ve çok-çok analım seni; ger­çekten de sen bizi görmektesin (Tâhâ; 25-35); ona, yâ Musa bu­yurdun, dileğini verdim (36). Allâh’ım, ben de senin kulunum, peygamberinim; benim de gönlümü genişlet; işimi kolaylaştır; eh­limden Alî'yi bana vezir et de onunla güçlendir beni buyurdu." Ebû-Zerr der ki: "Andolsun Allah'a, Allah'ın salât,ü selâmı ona ve soyuna olsun, Rasûlullâh sözünü tamamlamadan Cebrail (A.M) bu âyet-i kerîmeyi getirdi, îbn Abbâs da bu hadisi aynı tarzda rivayet etmiştir. Bu olay, bir öğle namazında olmuştu. Ebû-Bekr-i Râzî, "Kitâbü Ahkâm'il-Kur'ân"da, aynı tarzda rivayet eder; ".Tabarî de âyet-i kerîmenin, Hz. Alî hakkında nazil olduğunu söyler; Mücâhid ve Süddî'nin rivayetleri de böyledir. İmâm Muhamme'ül-Bâkır'la (a.s) Ca'fer'üs-Sâdık da (a.s) aynı tarzda rivayet etmişlerdir; Ehlibeyt bilginleri bu hususta müttefiktir. Bu hadis Abdullah b. Selâm'dan da rivayet edilmiştir; Hz. Rasûl, as­haptan, birşey dileyen kişiye, namazdan sonra, Sana birşey verdi­ler mi diye sormuşlar, o da Hz. Alî'yi göstererek Bu, elindeki gü­müş yüzüğü verdi demiş, Hz. Peygamber (s.a.a) tekbir getirerek "Kim Allah'ı ve Resûlünü velî edinirse*.." âyet-i kerîmesini oku­muşlardır; Hassan b. Sabit de, bu hususta bir şiir inşâd ederek Alî'yi övmüştür. "El-Cem'u beyn'es-Sıhâh" da, "Esbâb'ün-Nüzûl" ve "Nûr'ül-Ebsâr'la "Kenz'ül-Ummâl" de ve Alî Kuşçu'nun "Şerh'üt-Tecrîd"inde de aynı rivayet mevcuttur.

Ayet-i kerîmede, "Sizin veliniz, ancak Allah'tır ve Resûlüdür ve îmân edenlerdir ki..." diye müfred siygası yerine cemi' siygasının geçmesine gelince: Bunda, bir yandan, Hz. Alî'nin (a.s), bütün mü'minleri temsil ettiği, bütün mü'minlerin vilâyetini hâiz bulun­duğu nüktesi belirtilmekte, bir yandan da şân-ı âlîleri tebcil edil­mektedir. Aynı zamanda Arapçada bu, her hangi bir maksatla ya­pılır ve müfred yerine cemi1 sıygası kullanılır. Meselâ III. Sûre-i Celîlenin 173. âyet-i kerimesinde meâlen "Onlar, öyle kişilerdir ki onlara, insanlar, bütün halk, aleyhinizde toplandı, korkun onlar­dan dendi de bu söz onların inancını arttırdı ve Allah yeter bize, ne de güzel vekildir o dediler" buyrulmaktadır. Bu âyet-i keri­medeki "Nâs (insanlar)" bir tek kişidir. Nuaym b. Mes'ud'dur. Bu söze hiç ehemmiyet vermeyen yetmiş sahâbî Hz. Rasûl (s.a.a) ile çıktılar; onlarca bir kişinin sözüyle bütün insanların sözleri birdi ve ehemmiyetsizdi. Gene V. Sûre-i Celîlenin (Mâide) 11. âyet-i ke­rimesinde meâlen, "Hani bir topluluk size el uzatmayı kurmuştu da Allah onların ellerini sizden çektirmişti" buyrulmaktadır. "Topluluk" diye anılan, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (S.M) sûi kasıt niyetiyle gelen Amr b. Veheb'il-Cumahî, diğer bir rivayete göre Du'sûr'du; yâni bir kişiydi; fakat bu bir kişi, bütün müşrikleri temsil ediyordu. "Size" diye anılan da: yalnız Rasûl-i Ekrem'di (s.a.a); fakat bütün mü'minler, imanda, onunla müttehiddi; bütün mü'minleri kendileri temsil etmekteydiler. III. Sûre-i Celîlenin 61. âyet-i kerimesinde de "Oğullarımız, kadınlarımız, biz" diye anılanlar, İmam Hasan ve Huseyn (a.s) Hz. Fâtıma (a.s) ve Rasûl-i Ekrem'le (s.a.a) Alî'dir (a.s); Hz. Rasûl (s.a.a) Necrân Hıristiyanlarıyla mübâheleye, yalnız Ehlibeytini, yâni Fâtıma, Hasan, Huseyn ve Alî'yi alıp gitmişlerdi. Ayet-i kerîmedeki "Oğullarımızdan maksat, Hasan ve Huseyn'dir (a.s); "Kadınlarımızdan maksat, Sıddıyka-i Kübrâ Fâtımat'üz-Zehrâ'dır (a.s); "Biz" den maksat da kendileri ve Nefs-i nefisleri mesabesinde bu­lunan Emir'ül-Müminin Alîdir (a.s), Hz. Alî (a.s), bu âyet-i kerîmeyi ikinci Halifenin, kendisinden sonra halife tâyini için kurduğu şûra ehline de İmâm-i hüccet için hatırlatmışlardır (mübâhele için Sahîhu Buhâri'den, Sünenü Tirmizi'den, Zemahşerî, Fahr-ı Fâzi ve Taban tefsirlerinden, Suyûtî'nin "E'd-Dürr'ül-Mensûr"iyle Vâhidî'nin "Esbâb'ün-Nüzûl"ünden naklen "Fadâü'ül-Hamse"ye bakınız; I, s. 245-250)

Hâsılı, âyet-i kerimede "Velî" olarak önce Allah ve Resûlü, son­ra namaz kılarken rükû'da sadaka veren, yâni Alî (a.s) anıldığı­na göre, komşu, dost, arkadaş, ahiddaş, damat anlamlarını ver­meye imkân yoktur; "Velfnin anlamı ancak veliyy-i emrdir, vilâyet de dîn ve dünyâda, Rasûlullah'tan sonra ümmet üzerinde vilâyet-i mutlakadır.

Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) bir çok defalar çeşitli münâsebetlerle "Alî bendendir, ben Alî'denim; o, benden sonra her mü'minin velîsidir"; "Alî'nin eti, etimdendir, kanı kanundandır", yâni o, nü­büvvetten başka her hususta beni temsil eder, onun buyruğu, be­nim buyruğumdur; mü'minlerin emiri odur buyurmuşlardır (Ay­nı, s. 337-346). Fakat Şia, bütün bunlardan başka, Hz. Alî'nin (a.s) Emîr'ül-Mü'minin ve Rasûlullâh'tan sonra onun vasıysi, ha­lifesi, mü'minlerin veliyy-i emri olduğunu bilhassa Gadir Humm'daki tebhyğleriyle kabul eder.

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a), kendilerinden sonra mü'minleri kendi başlarına bırakmalarına imkân düşünülemez.

Şia'ya göre "Andolsun ki size, sizden, içinizden öyle bir pey­gamber gelmiştir ki bir sıkıntıya düşmeniz, pek ağır gelir ona; si­ze pek düşkündür o, mü'minleri esirgeyendir; rahimdir" âyet-i kerimesiyle tavsif buyurulan (Tevbe, 128) Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), mü'minleri, kendilerinden sonra kendi başlarına bırakmaları, onların ayrılığa düşmelerine razı olmaları, kendilerinden sonra üm­metin, din ve dünya işlerinde veliyy-i emri olacak kişiyi bildirme-meleri mümkün değildir; kaldı ki Allah da buna rızâ göstermez ve dinin esâsı, Allah'ı rızâsıdır ve emrine itaattir.

Gadir-u Humm olayı

Hz. Peygamber (s.a.a), Veda Haccından dönerlerken V. Sûre-i Celîlenin (Mâide), "Ey Peygamber", Ey insanları hidâyete davete memur olarak gönderilen, "Sana Rabbinden indirilmiş olan emri bildir; bunu ifâ etmezsen, O'nun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah seni insanlardan korur; şüphe yok ki Allah kâfir kavme, doğru yolu buldurmak hususunda basan vermez" mealindeki 67. âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bu sırada kafile, Mekke'yle Medine arasında, Cuhfe vadisindeki Gadir Humm denen su birikintisi­nin kıyısına gelmişti; Zi'1-Hiççe ayının onsekizinci perşembe günü öğle çağıydı ve orası çeşitli yerlere gidecek yolların birleşim yeriy­di.

Hz. Resûli Ekrem (s.a.a) bineklerinden indiler. İleriye gidenle­rin geri dönmeleri, geride kalanların gelip yetişmeleri için münâdilerin seslenmelerini emir buyurdular. Oradaki ağaçların altına bir çadır kurdurdular. Halk tamamıyla toplanınca oraya deve, hamutlarından üç basamak bir minber düzdürdüler. Son hacları olan ve "Vida" yâni vedalaşma, "Kemâl" yâni olgunluk, "Belâğ" yâni bildiriş, "Temam" ve "İslâm" haccı adlarıyla anılan bu haçta yüz yirmi dört binden fazla kişi vardı. Hava pek sıcaktı. Bu yüzden sahabe, giydikleri elbisenin bir kısmını başlarına al­mışlar, bir kısmını ayaklarının altına sermişlerdi. Namaz kılındı; namazdan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) minberi teşrif buyurdular. Allah'a hamd-ü senadan, ondan yardım istedikten sonra birliğine, kendi peygamberliklerine şahâdet edip "Ey insanlar" buyurdular; "Allah bana ömrümün sana geldiğini, yakında dâvetine icabet edeceğimi, varlık yurdundan göçeceğimi bildirdi. Ben de sorumlu­yum, siz de sorumlusunuz; ne dersiniz?"

Sahabenin hepsi, "şahâdet ederiz ki" dedi; "Sana emredileni tebliğ ettin; savaştın, öğüt verdin; Allah sana hayırla karşılık ver­sin."

Hz. Peygamber (s.a.a), "Allah'tan varlığına, birliğine, Muhammed'in, onun kulu ve resûlü olduğuna, cennetin, cehennemin, ölü­mün, sonra dirilmenin gerçek olup kıyametin kopacağına ve bun­da şüphe olmadığına şahâdet eder misiniz?" buyurdular.

Ashap "Evet, şahâdet ederiz" diye bağrışınca Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Allah'ım, şâhid ol" buyurdular. Sonra dediler ki:

"Ahirete göçmekte ve havzın kıyısına varmakta hepinizden ön­de bulunacağım; siz de havuz kıyısında bana ulaşacaksınız. Ha­vuzumun genişliği San'â ile Busrâ(*) arası kadardır; kıyısında gü­müşten ye yıldızlar kadar kadehler var. Buna ulaşacağınız zaman sizden, iki değer biçilmez şeyi soracağım; onlarla nasıl geçindiniz diyeceğim."

Bir rivayete göre birisi, Ey Allah'ın resûlü, o iki değer biçilmez şey nedir diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.a), "O iki değer biçilmez şeyin büyüğü, yüce ve ulu Allah'ın kitabıdır; bir ucu Allah'ın (Kudret) elindedir; öbür ucu sizin elinizde (Allah'a, Allah rızasına ulaşmak için bir vasıtadır size. III. Sûre-i Celîlenin 103. âyet-i ke­rimesinin meali). Ona yapışın da sapmayın, değiştirmeyin onu. Öbürü de benim Ehlibeytimdir. Lütuf sahibi ve her şeyden haberdâr olan, bu ikisinin havuz kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını haber verdi bana. Bu ikisinde size nasıl halef ve halife olurum, bakın da görün" buyurdular.

Ondan sonra, "Bilmez misin ki ben, inananlara nefislerinden evlâyım" (onların veliyy-i emriyim) buyurdular. Hepsi birden, Evet yâ Rasûlallah dedi. Sonra, "Bilmez misin ki" buyurdular. "Ben her inanan erkek ve kadına, nefsinden evlâyım?" Evet cevâbını alınca evvelce yanlarına çağırdıkları, minberde sağ yan­larına aldıkları Hz. Alî'nin (a.s) elini tutup kaldırdılar; bir dere­cede ki halk, ikisinin de koltuklarının beyazlığını gördü.

"Ben kimin mevlâsı isem, Alî, onun mevlâsıdır" buyurdular. Sonra mübarek ellerini açıp "Allahım" buyurdular, "Ona dost ola­na dost ol, ona düşman olana düşman ol; ona yardım edene yar­dım et, onu horlayanı horla; nerde olursa olsun, gerçeği onunla beraber kıl." (İbn Hacer'den, Vâhidi'nin "Esbâb'ün-Nüzul"ünden, Zehebî'nin "Telhîs"inden, Neseî'nin "Hasâis"inden naklen "El-Murâcaât"; VI. basım, Necef-i Eşref-1383 H. 1963; s. 202-206); or­da bulunanların bunu, bulunmayanlara bildirmesini de emir bu­yurdular.

Bu tebliğden sonra V. Sûre-i Celîlenin (Mâide), "Bugün dîninizi ikmâl ettim sizin; nimetimi tamamladım size; din olarak size İslâmi seçtim ve hoşnud oldum, razı oldum" mealindeki 3. âyet-i kerîmesi nazil oldu (Ebû-Nuaym'in "Nuzûl'ül-Kur'ân"ında, Sa'lebî Tefsiriyle başka kitaplarda bu âyet hakkında verilen bilgi için ay­nı kitabın 206-214. sahifelerine bakınız). Bu âyet-i kerimenin ini­şinden sonra, başta Ebû-Bekr ve Ömer Hazretleri olmak üzere

(*) San'â, Yemen ülkesinin merkez şehridir. Busrâ, Şam'a bağlı Havran kasabalarından biridir.

sahabe, Hz. Ali'yi tebrik ettiler; Ömer, "Kutlu olsun, sana ne mut­lu ey Ebâ-Tâlib oğlu" dedi. "Bugün benim ve her erkek ve kadın mü'minin mevlâsı oldun."

Hassan b. Sabit, bu olayı, bir şiir inşad edere övdü ki meali şu­dur:

"Peygamber (s.a.a), Gadîru Humm'da herkese hitaben dedi ki: Peygamberiniz kim? Hepsi, senin Rabbin dedi, Mevlâmız sen de Peygamberimizsin; bu hususta isyan edemeyiz. Peygamber, kalk yâ Alî buyurdu, benden sonra İmâm olarak halka doğru yolu gös­termek üzere seni seçtim; senden razı oldum; kimin mevlâsı isem bu, onun mevlâsıdır; özünüz doğru olarak uyun ona. Peygamber, orda, Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol diye dua etti."

Hz. Peygamber (s.a.a) "Hassan" buyurdular. "Dilinle bize yar­dım ettikçe Rûh'ül-Kudüs'ün yardımıyla güçlen."

Bu hitabta, Hassan'in sonraki haline dâir de bir tenbih ve ih­tar vardı.

Hassân'ın şiirini, Suyûtî (vefatı, 911 H. 1505) dâhil olmak üze­re onbirden fazla Ehl-i Sünnet bilginiyle Şia'dan yirmi altı bilgin rivayet etmiştir (Ayetullah merhum Ahmed'ül-Emini: El-Gadir fı'1-Kitâbı ve's-Sünneti ve'1-Edeb; c. II, 2. Basım; Tehran-1372 H. s. 34-41).

Gadir Humm hadisini İbn Mâce, Tirmizi, Neseî gibi Ehl-i Sünnet tarafından kitabları altı sahih hadis kitaplarından sayı­lan muhaddislerle Hanbelî mezhebinin İmâmı Ahmed b. Hanbel ve kitaplarına güvenilen Hâkim, Hatib-i Hârezmî, Muttekıyy-i Hindî de dâhil olmak üzere hicri 11. yüzyıldan (IX. M) XIII. yüzyı­la kadar gelen (XIX. M) hadis bilginlerinden otuzu aşan muhaddis, Sa'lebi, Vahidi, Kurtubî, Kaadî Beyzâvî, Fahr-i Râzi de dâhil, ondörtten fazla müfessir, Belâzürî, İbn Kuteybe, Tabarî, İbn Abd'ül Birr, İbn Kesir, İbn Hallikân, Suyûtî gibi yirmi dört tarihçi, Ebû-Bekr-i Bâkıllâni, Seyyid Şerif-i Cürcâni, Teftâzânî, hatta Alî Kuşçu gibi yirmi yedi kelâmcı, kitaplarına almışlar, ashaptan yüz on, tabiinden seksen dört, hicretin II. yüzyılında (VIII M) yaşa­yan elli altı, III. yüzyılında (IX. M) yaşayan doksan iki, IV. yüzyı­lında (X. M) kırk üç kişi, çeşitli yollarla bu hadîsi rivayet etmişler, çağımıza dek hadis, tefsir, Manâkıb, târih, lügat, hattâ münase­bet düşünce edebiyat kitablarına alanların sayısı dört yüze yak­laşmıştır. Bütün bu andığımız kişiler, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizdendir (Hac Seyyid Muhammed Takıyy-i Vahidî'nin "El-Gadîr tercemesi "İnâyet'ül-Emîr Tercemet'ül Gadîr"ine bakınız; Tehran-1340 Ş. C. l, s. 23-26, 40-177).

Ayrıca Hz. Ali (a.s) bu hadisi, ikinci halifenin vefatından son­ra toplanan Şûrada Üçüncü Halifenin zamanında mescidde, yir­miyi aşan sahâbiye karşı ve Kûfe'de iki kere irâd etmişler, bu ih-ticaclarından birinde sahabeden, ondördü Bedir ashabından ol­mak üzere oduz kişi tanıklıkta bulunmuştur. Talha'ya karşı ve Sıffın savaşında gene bu hadisi anmışlardır; bu hadisle Ehlibeyt­ten ihticâc edenler de olmuştur (Aynı; C. II; s. 2-48; El-Murâcaât, s. 61 ve devamı, 202-222).

"Mevlâ" sözünün anlamları.

Hadîs-i Şerifteki "Mevlâ" sözünün Türkçede karşılığı evvelce de kısaca değindiğimiz gibi "Rab", yâni besleyip geliştiren, terbiye edip yetiştiren, "amca, amcaoğlu, oğul, kızkardeşoğlu, sahip ve mâlik, köle, birinin izinden giden, ortak, ahiddaş, arkadaş, kom­şu, bir yere gelip konaklayan, ihsan eden, nimet veren, efendi, dost, yardımcı, bir işte tasarruf, tedbir ve vilâyet sahibi anlamla­rına alabiliriz.

Şia'ya göre, bu hadis-i şeriften, "Ben kimi seversem Alî de onu sever, kimin yardımcısıysam Alî de onun yardımcısıdır" gibi bir anlamın çıkarılmasına imkâ ve ihtimâl verilemez. Çünkü böyle bir söz, herhangi bir münâsebetle, bir veya birkaç kişiye, rastgele, her hangi bir yerde söylenebilir. Halbuki Rasûl-i Ekrem (s.a.a), bu tebliği, son hacları olduğunu da bildirdikleri Vida' haccından dö­nerlerken, V. Sûre-i Celîlenin 67. âyet-i kerîmesiyle Rabbinden kendilerine inzal edileni bildirmeleri emrini aldıktan sonra ifâ buyurmuşlardır. O sıcakta geri kalanları çağırttıp, ileri gitmiş olanları döndürüp huzurlarında toplamışlar, bütün bulunanlar tarafından görülmesini sağlamak için minber kurdurmuşlar, İslâmın direği olan namaz kılındıktan sonra minberi teşrif buyu­rup ashabından, Allah'ın birliğine, kendilerinin risâletlerine, âhiretin gerçekliğine, cennetin, cehennemin varlığına şahâdet et­melerini istemişler; hepsi de şahâdet ettikten sonra Allah'ı, bu şahâdete tanık tutmuşlardır. Ashabtan kendileri hakkında ne dü­şündüklerini sorup onların bu hususta da güzel şahâdetlerine Al­lah'ı işhad buyurmuşlar, ömürlerinin sona erdiğini sandıklarını bildirmişler, iki paha biçilmez şeyle, Kur'an-ı Mecid ve Ehlibeytiyle ümmeti içinde kalacaklarını, kendilerini bu ikisinin temsil edebileceğini, kıyamete dek bunların birbirlerinden ayrılmaya­caklarını söyleyip "Ben kimin mevlâsı isem, Alî, onun mevlâsıdır" hükmünü vermişler, Alî'yi (a.s), elinden tutarak kendi yanların­da, ashaba göstermişler, böylece bu beyandan sonraki dualarıyla da onun, kendilerinin halifeleri, vasiyleri ve mü'minlerin emiri ve veliyy-i emri olduğunu ilân eylemişler, bunu, orda bulunanların, bulunmayanlara bildirmeleri de emretmişlerdir.

Kur'ân-ı Mecîd'in 33. Sûre-i Celîlesinin (Ahzâb) 6. âyet-i keri­mesinde, Hz. Peygamber'in (s.a.a), inananlar üzerinde, onlardan ziyâde tasarruf, tedbir ve vilâyetleri olduğu bildirilmektedir ki Hz. Peygamber (s.a.a), "Bilmez misiniz ki ben, inananlara nefisle­rinden evlâyım ve bilmez misin ki her inanan erkek ve kadına da, onların nefislerinden evlâyım" sorularıyla bunu hatırlatmışlardır. Aynı sûrenin 36. âyet-i kerîmesindeyse meâlen, "Allah ve resûlü, bir işe hükmetti mi, erkek, kadın, hiç bir inananın o işi istediği gi­bi yapmakta muhayyer olmasına imkân yoktur ve kim, Allah'a ve Peygamberine isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapıklığa düş­müş, sapıtıp gitmiştir" buyrulmaktadır; Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) sorularıyla, aldıkları şahâdetle, o şahâdete Allâhu Teala'yı da tanık tutmakla bütün ümmete bu âyet-i kerîmeleri de ihtar buyurmuşlardır.

Bu toplantıdan, bu iblâğdan sonra ashabın Hz. Alî'yi (a.s) kutlamaları, V. Sûre-i Celîlenin (Mâide) 3. âyet-i kerîmesinin ini­şi de bunu, büsbütün açıklar. Nitekim Ahmed b. Hanbel, "Müsned"inin I. Cüz'ünde bu hadîs-i şerifi Abdurrahman b. Ebî-Leylâ'l-Ensârî'den rivayet edip tahrîc eylerken Hz. Alî'nin (a.s), Küfe'de bu hadisi sordukları, olayı gözleriyle görüp kulaklarıyla duyanların tanıklık etmelerini istedikleri zaman, Bedir ashabından on kişinin kalkarak Rasûlullâh'ın (s.a.a) Gadîr-u Humm günü, "Ben, inananlara nefislerinden evlâ değil miyim ve zevcelerim onların anaları değil mi?" diye sorduklarını, yâni XXXIII. Sûre-i Celîlenin 6. âyet-i kerîmesini hatırlattıklarını, ashabın şahâdetinden sonra, "Ben kimin mevlâsı isem Alî, onun mevlâsıdır" buyurduğuna tanıklık ettiklerini, Abdurrahman'ın, sanki şimdi bile onları görüyorum dediğini de kaydeder (El-Mürâcaat; s. 210).

Şîa, bu yüzden o günü 18 Zi'1-Hiccet'il-Harâm gününü bayram saymış, Ehlibeyt İmamları, o günün kutlu bir gün olduğunu bu­yurmuşlar, çağımıza dek o gün, Ehlibeyt muhibleri tarafından kutlana gelmiştir. (İnâyet'ül-Emir Terceme-i El-Gadîr; II, s. 196 ve devamı).

Hz. Peygamber'in (s.a.a) irtihâllerinden sonraki olaylar

Usâme Ordusu.

Hz. Peygamber (s.a.a), henüz bu fâni âlemdeyken sahabe ara­sında ayrılıklar başlamıştı. Kur'ân-ı Mecid, Rasûlullâh'a (s.a.aS.M) itaat edenin Allah'a ve Resûlüne itaat emrettiği (III, 32), emir sahibi olana itaati de buna izafe eylediği hâlde (IV, 59) Zeyd oğlu Usâme’nin, ordu kumandanı yapılmasına itiraz edenler olmuştu; oysa ki onu Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) hicretin onbirinci yılı Saferi-nin bitimine dört gün kala çağırmışlar, "Babanın şehid olduğu ye­re yürü, onlarla savaş" buyurmuşlar, Şam ülkesine gidecek ordu­ya kumandan tâyin etmişlerdi, itirazları duyan Hz. Peygamber (s.a.a), rahatsız oldukları hâlde mescide gidip, önce de babasına itiraz edildiği, Usâme’nin de babası gibi bu işe ehli olduğunu söylemişlerdi. Usâme, Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen sancakla Medine'nin dışına çıkmış, şehre bir fersahlık yer olan Cürufta ordugâh kurmuştu. Muhacirlerle Ensârın ululan bu or­duya katılmaya memur olmuşlar, fakat ordu bir türlü toplanama­mıştı. Herkes sanki Hz. Peygamber'in (s.a.a) rahatsızlıklarının so­nunu bekliyordu. Ordugâhta toplanan azınlık da Hz. Peygam­ber'in vefatları üzerine Medine'ye döndü ve ordu, ancak Ebû-Bekr'in bey'at işi tamamladıktan sonra gönderilebildi (Tabakaat, Uyûn'ül Eser, Ensâb'ül-Eşrâf, Târihu Ya'kuubî, Tehzib, Kenz'ül-Ummâl, Müntehabâtu Kenz, Telhîsu Maâlimi Dâr'il-Hicre'den ve îbn Esîr Târihinden naklen Seyyid Murtaza'l-Askerî'nin "Abdullah b. Sebe' ve Gavgaa-yı Sakıyfe"si; tarafımızdan Türkçeye "Abdullah b. Sabâ masalı; Bir Yalancının Düzmeleri" adıyla tercemesi; İst. 1974; s. 52-55 ve aynı sahifenin notları. "100 soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarîkatlar" adlı eserimiz; İst. Gerçek Yayınevi-1969; s. 25-26).

Yazılamayan Vasiyet-nâme.

Hz. Peygamber (s.a.a), hastalıkları esnasında bir vasiyet yaz­dırmak istemişlerdi. Sahâbe-i Kiram bu hususta da, Hz. Rasûlullâh'ın (s.a.a) huzurlarında bu vasiyetin yazılıp yazılmamasına dâir tartışmaya başlamışlardı. İçlerinde, Hz. Peygam­ber'in, hastalık dolayısıyla bu sözleri söylediklerini sananlar bile olmuştu ve Cenâb-ı Peygamber (s.a.a), bu vasiyetin yazılmasın­dan vazgeçmişlerdi (Sahîhu Buharı; Cihâd bölümü, Cevâiz ve Vefd bahisleri; Mısır-1327 H. C. II, s. 122; Sahihu Müslim; Mısır-1344; V, 75; Müsned; Kahire-1313 ve 1368-1375 basımları; c. I, s. 293; Tabakaat, Beyrut-1376-1377 ve Leiden basımı; K. 2, 37 ve di­ğer kaynaklar).

Ömer diyor ki:

"Biz huzurdaydık; Hz. Peygamber (S.M), "Bana yedi tulum su getirin, yüzüme serpin; bir de kalem getirin. Size birşey yazdıra­yım ki benden sonra asla yol yitirmeyesiniz buyurdular. Zevceleri, Rasûlullâh'ın istediklerini getirin dediler (Tabakaat; II, 2, K. s.243-244; Kenz'ül-Ummâl; III, s. 139; XVII, s. 52; Müntehabâtu Kenz, III). Makrîzî diyor ki: Rasûlullâh'ın zevceleri Zeyneb bint Cahş ve diğer zevceleri getirin dediler. Ömer diyor ki: Susun de­dim, siz o kadınlarsınız ki Rasûlallah hasta olunca ağlıyor görün­mek için gözlerinizi yumarsınız; esenleşince de boğazını sıkarsı­nız. 8u söz üzerine Hz. Rasûl (s.a.a) "Bu kadınlar" buyurdular. "Sizden iyidir."

İbn Sa'd, "Tabakaat'ında (III, s. 244) Câbir'den rivayet ederek der ki: "Peygamber (s.a.a) ölüm hâlinde Ümmet için birşey yazdır­mak, ümmetinin yol yitirmemesini, başka birinin de yollarını vur­mamasını sağlamak için bir vasiyetnâme yazdırmak istediler."

Ahmed b. Hanbel "Müsned"inde (I, 293), İbn Abbâs'tan rivayetle diyor ki: "Hz. Peygamber'in (S.M) vefatları yaklaşınca, bir koyun kemiği getirin de size birşey yazdırayım ki benden son­ra sizden iki kişi bile birbiriyle ayrılığa düşmesin" buyurdu İbn Abbâs, "Topluluk bağırıp çağırmaya başladı; zevcelerinden biri, yazıklar olsun size dedi. Peygamber vasiyet etmek istiyor," tar­zında rivayet ediyor (Tabakaat; II, s. 244).

İbn Abbâs'tan gelen diğer bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.a), vefatıyla sonuçlanan rahatsızlıklarında, "Bana bir kâğıt, kalem getirin de size birşey yazdırayım ki ondan sonra asla yol yitirmeyesiniz" buyurdular. Ömer, "Rum şehirlerinden filân şehir, feşmân şehir öylece kalacak mı? Rasûlallah, bu şehirleri fethet­meden vefat etmeyecek; vefat ederse bile tekrar dirilmesini bekle­meliyiz; nitekim Musa Peygamber'i de İsrâil oğullan beklediler" dedi. Hz. Peygamber'in zevceleri Zeyneb, duymuyor musunuz de­di, Rasûlallah size vasiyet etmek istiyor." Derken bir gürültüdür koptu. Hz. Rasûl-i Ekrem (saa) "Kalkın" buyurdular, "Gidin" Onlar gidince de Hz. Peygamber (s.a.a) vefat ettiler (Buhârî; "Kitâb'ül-Cihâd"ın "Cevâiz'ül-Vefd" bölümü; II, s. 120; aynı ciltte "Cizye" bölümü; s. 122; Arap Yarımadasından müşriklerin çıkarıl­ması kısmında. Sahîhu Müslim; c. V, "Vasıyyet-nâme'nin terki" bölümü. Ahmed Şâkir'in tahkıykına göre "Müsned"de 1935. Ha­dis, İbn-i Sa'd: Tabakaat; II, s. 244 Tabarî; III, 193).

İbn Abbâs, "Perşembe günü" demişti; "Ah, ne gündü o gün." Ondan sonra o kadar ağlamıştı ki gözyaşları taşlan ıslatmıştı. Sonra da, "Rasûlallah" demişti. "Hastalığında bana kâğıt, kalem getirin; size birşey yazayım ki benden sonra asla yol yitirmeyesiniz." Orda bulunanlar tartışmaya başladılar. Oysa hiçbir peygam­berin huzurunda kavga, ihtilâf caiz değildir. Bazılarıysa Peygam­ber dediler, sayıklıyor. Hz. Peygamber (s.a.a), "Benim hâlim, sizin beni sevketmek istediğinizden daha iyidir bence; bırakın beni kendi hâlime buyurdular" diyor (Belâzürî: Ensâb'ül-Eşrâf; I, s. 562; Tabakaat; H, 242; Sahîhu Müslim; V, 75).

Açıkça anlaşılıyor ki bu vasiyet yazılsaydı da Hz. Rasûl (s.a.a) kendilerinde değilken yazdırdı denecekti, çünkü sayıklıyor da dendi; İbn Abbâs bir başka rivayette bu sözü söyleyeni de açıkla­maktadır. Buhârî'deki bir rivayete göre Ömer, "Hastalık Rasûlullâh'ın bütün duygularını kaplamış; elinizde Kur'ân var; Allah'ın kitabı bize yeter" demişti. Hz. Rasûl'e, sonradan, istediği­nizi getirelim mi dendiği zaman, Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Bundan sonra neye yarar" buyurmuşlardı (Buhârî'nin "Magaazî" bâbındaki "Peygamber'in hastalığı" bölümüne, III, 62, "Kitâbu Farz "ma, IV, 5; "Sünnete yapışmak" ve "İhtilâfın kötülüğü" kısım­larına; IV, 180; "Sahîhu Müslim"in "Vasiyet" kısmına bakınız; V, 76. Diğer kaynaklar için "Abdullah b. Sabâ" adlı çevirimizin 70. sahîfesinin 1. notuna müracaat ediniz).

Bu bahsi bitirirken Tabarî'deki şu rivayeti de yazmamız gerek:

Birinci Halife, ölümüyle sonuçlanan hastalığında, Affân oğlu Osman'ı yanına çağırdı. Gelince ona, yaz dedi: "Rahman ve Rahîm Allah adıyla. Bu, Ebû-Kuhâfe oğlu Ebû-Bekr'in Müslü­manlara vasiyyetidir; âmâ sonra..." Bu sözden sonra kendinden geçti. Osman, Halife baygınken, onun adına, "Ben size, yerime geçmek ve Halife olmak üzere Hattâb oğlu Ömer'i bıraktım. Hay­rınız için ne gerekse yaptım" sözlerini yazdı. Ebû-Bek'r, kendine gelince, "Ne yazdın oku" dedi. Osman okuyunca, "Allah-u Ekber" dedi, "Ne yazdıysan kabul ettim" ve ona dua etti.

Ebû-Bekr'in defninden sonra Ömer, elinde bir hurma dalı oldu­ğu hâlde halkın huzurunda oturdu; Ebû-Bekr'in azatlı kölesi Şedîd, vasıyyetnâmeyi elinde tutuyordu. Ömer halka, "Dinleyin" dedi; "Rasûlullâh’ın Halîfesi Ebû-Bekr'in emrine itaat edin.Halife size diyor ki: Ben bu hususta sizin hayrınızı diledim, bir taksirde bulunmadım." Şedîd de vasıyyetnâmeyi okudu ve kabul edildi (IV, 51-52).

Yâni Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) hastalık hâlinde yazdıracak­ları vasiyetnâme yazdırılmadı; fakat Birinci Halife baygınken yazılan vasiyetnâme halka bir emir telakkıy edildi.

Hz. Rasûl-i Ekrem'in vefatları ve vefatlarından

sonraki olaylar.

Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), bir rivayete göre, hicretin onbirinci yılı Safer ayının yirmi sekizinci, diğer bir rivayete göre Rabîulevvelin onikinci Pazartesi günü, öğle çağında ebediyyet âlemine göçtüler; ilk rivayet, Ehlibeytten gelen rivayettir. Hz. Rasûl'ün (s.a.a) irtihâli sırasında Ömer Medine'deydi; Ebû-Bekr'se Medine'nin doğusunda; şehre bir mil mesafede bulunan ve Ensar-dan Hârisoğullarının oturdukları Sünuh'taydı (İbn Hişam; IV, s. 331-334; Tabarî; II, s. 442).

 Aişe diyorlar ki: Ömer ve Mugıyra b. Şu'be, izin alarak Rasûlullâh'ın hücrelerine girdiler; yüzlerine örtülmüş olan bezi kaldırdılar. Ömer bağırarak Ah dedi, Rasûlallah ne de şiddetli bir baygınlığa düşmüş; sonra çıkıp yola düştüler. Mugıyra, hucre-i saadetten çıkarlarken Ömer'e, Andolsun Allah'a ki dedi, Rasûlallah dünyadan gitmiş. Ömer, yalan söyledin dedi; Rasûlallah asla ölmedi. Fakat sen fitneci bir adamsın; onun için böyle söylüyorsun. Rasûlallah münafıkları yok etmedikçe ölmeye­cek (Müsned; C. IV, 219; Ensâb'ül-Eşrâf; I, 563; Kenz'ül-Ummâl; IV, 50; Zehebî; I, 37; Tabakaat; II, 2. K 54; Zeynî Dahlân: E's-Siy-ret'ül-Halebiyye; III, 390; Nihâyet'ül-İreb; XVIII, 382). Hattâ bu sözü de yeter bulmadı; Rasûlallah vefat etti diyeni ölümle tehdide başladı ve "Musa nasıl kırk gün kavminden gizlendiyse, nasıl bu müddet içinde ona öldü dendiyse, Rasûlallah da onun gibi Rabbinin katına gitti; andolsun ki gene dönecek; bu şüpheye düşenle­rin, öldü diyenlerin ellerim, ayaklarım kesecek" demeye başladı (Târihu Ya'kuubî; II, 95; Tabarî; III, 198; İbn Kebir: El-Bidâyetü ve'n-Nihâye; V, 244; Târih'ul-Hamîs; II, 185; Teysîr'ül Vusul; II, 41; Ensâb'ül-Eşrâf; I, 565; Ebu'1-Fidâ'; I, 164; Târihu İbn Şıhne; "El-Kâmil" haşiyesinde, s. 112; Siyret'ül-Halebiyye; III, 390-391). Abdullah b. İbn Ümmü Mektûm, III, Sûrenin "Muhammed ancak bir peygamberdir; ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiş­tir; o vefat ederse, yahut öldürülürse gerisin geriye mi döneceksi­niz? Geriye dönen, Allah'a bir ziyan vermez; fakat Allah, kendisi­ne şükredenlere ihsanda bulunur" mealindeki 144. âyet-i kerîmesini okudu (Tabakaat II; 2. K, 5; Kenz'ül-Ummâl; V, 53, 192. Hadîs-i şerîf; İbn Kesîr; V, 243; E's-Siyret'ül Halebiyye; III, 390-391); Hz. Peygamberin amcaları Abbâs da ben dedi, Abdulmuttalib oğullarının vefatlarında, yüzlerinde beliren alâmetleri bilirim; Rasûlullâh'ın (s.a.a) yüzlerinde de aynı alâmetleri gör­düm; kesin olarak Rasûlallah vefat etmiştir. Fakat Ömer bu sözü de dinlemedi. Abbâs, halktan, Hz. Rasûl-i Ekrem'in vefâtları hak­kında birşey söylediklerini hatırlayan var mı, varsa söylesin de­yip Ömer'in iddialarına uygun bir hadis naklini istedi. Bu soruya muhatap olanlar, böyle bir şey duymadıklarını söylediler Aynı so­ruyu Ömer'den sordu; yâni ölmeyeceği, onun sandığı gibi bir müd­det Rabbinin katında kalıp sonra gene ümmetinin başına geçece­ği, münafıkları, müşrikleri kökten yok edeceği hakkında bir şey buyurup buyurmadıklarını suâl etti: Ömer de böyle bir şey duy­madığını söyledi. Bunun üzerine Abbas, halka, Ey halk dedi, ta­nık olun ki Rasûlallah, vefâtlarına dâir kimseye bir söz söyleme­miştir; kendisinden başka bir mâbud bulunmayan Allah'a andolsun ki Rasûlallah, ölüm şerbetini içmiştir (Ebü'1-Fidâ1; C. l, Tercüme, 152), Fakat Ömer, halâ bağırıp çağırmada, tehditlerde bu­lunmadaydı. Abbâs, "Rasûlallah da" dedi, "Öbür insanlar gibidir; o da âfetlere uğrar, olaylara mâruz olur. Rasûlallah dünyadan gitmiştir; ne kadar mümkünse, o kadar çabuk toprağa verin onu Allah sizi bir kere öldürecek de Rasûlullâh’ı iki kere mi öldüre­cek? O, Allah katında iki kere ölüm şerbetini içmekten üstündür; dediğiniz doğru olsa bile onun bedenini örten toprağı bir yana atıp onu topraktan çıkarmak Allah'a kolaydır. Rasûlallah, insan­lara saadet ve kurtuluş yolunu anlatmış, sonra da bu dünyadan gitmiştir.." (Tabakaat; II, 2, K. 53; Ensâb'ül-Eşrâf, I, 5.67; Dâremî; I, 39; Kenz'ül-Ümmâl; IV, 53; 1090. hadîs. Siyret'ül-Halebiyye; III, 390. Tabarânî'den ihtisar yoluyla naklen; Târih'ül-Hamîs; II, 158 ve 192; Nihâyet'ül-İreb; XVIII, 286) Ömer, bütün bunlara rağmen, Rasûlullâh'ın (S.M) ölmediğini o kadar şiddetle ve o kadar fazla söyledi ki dudaklarım köpük sardı (Tabakaat; II, 2. K; 53; Kenz'ül-Ümmâl; IV, 53; Târih'ül-Hamis; II, 185; Siy-ret'ül-Halebiyye; III, 392).

Salim b. Ubeyd, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarım haber ver­mek üzere Sünuh'a gitti bâzılarına göreyse Aişe hazretleri, Ebû-Bekr'e haber gönderdi (İbn Kesîr; V, 244; Zeynî Dahlan'ın Siy-ret'ül Halebiyye'ye Haşiyesi; III, 390-391). Ebû-Bekr, haberi du­yunca hemen Medine'ye geldi. Ömer'in ayakta, halkı tehdîd et­mekte olduğunu gördü. Ömer, Ebû Bekr'i görünce sakinleşti; oturdu (Kenz'ül Ummâl; IV, 53, 1092. Hadîs). Ebû-Bekr, Allah'a hamd-ü Senadan sonra, Allah'a tapanlar, bilsinler ki dedi, Allah daimî diridir, ölümsüzdür; Muhammed'e tapanlar, bilsinler ki o, dünyâdan göçmüştür ve İbn Ümmü Mektûm'un okuduğu âyet-i kerîmeyi okudu (Tabakaat; II, 2, K 54; Târihu Tabârî; II, 444; İbn Kesîr; IV, 219; Siyret'ül Halebiyye; III, 399; îbn Mâce; 1627. Hadîs). Ömer, âyet-i kerîmeyi duyunca Ebû-Bekr'e, "Bu okudu­ğun Kur'an âyeti mi?" diye sordu; Ebû-Bekr, "Evet" dedi (İbn Sa'd'in "Tabakaat'ından naklen). Ömer, Mugıyra'nın ve Abbâs'ın sözlerine, İbn Ümmü Mektûm'un bu âyet-i kerîmeyi okumasına rağmen sözünden dönmediği halde Ebû-Bekr'in sözlerine karşı sakinleşti. Kendisi, bu olayı şöyle anlatır:

"Allah'a andolsun ki Ebû-Bekr'in bu âyeti okuduğunu duyunca dizlerimin bağı çözüldü; yere çöktüm; kalkmaya gücüm kalmadı; anladım ki Rasûlullâh vefat etmiştir." (Siyretü İbn Hişâm; IV, 334-335; Tabarî; II, 442-444; İbn Kesîr; V, 242; îbn'ül Esir; II, 219; îbn Ebî'l-Hadîd'in "Şerhu Nech'ül-Belâgası; 1,128; Safvet'us-Sıfve; I, 99, İhtisâren; Kenz'ül-Ummâl; IV, 48; 1053. Hadîs; Nihâyet'ül-İreb; XVII, 387). Tarihçilerin bâzıları o gün, teessür­den Ömer hazretlerinin aklım yitirdiğini yazarlar.

(Siyret'ül-Halebiyye; III, 392; Haşiyesi, s. 391); îbn Ebî'l Hadîd'se, "Şeririnde, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatını anlayan, Ensârın ve diğerlerinin hüküm ve hükümeti ele geçirmelerinden korkan, din ve devletin harimini korumak gayretine düşen Ömer hazretlerinin, Ebû-Bekr gelinceye dek bu çeşit bir harekete teves­sül ettiğini söyler (I, 129); "Diğerlerinin" kaydiyle bildirdiğini, ad­larını anmadığı kişiler arasında, Ebû Tâlib oğlu Alî de (a.s) mev­cuttu ve bütün Haşim oğullarıyla ensârın ve sahabenin bir kısmı, Alî'ye taraftardı.

Sakıyfe toplantısı.

Ensâr, yâni Medîneliler, Hz. Rasûlullâh'tan (s.a.a) sonra din ve dünya işlerinde hüküm ve hükümetin kendilerinde kalmasını ;istiyorlardı. Hazrec boyu, Sa'd b. Ubâde'nin halifeliğine taraftardı. Fakat Evs boyundan olanlar buna karşıydılar. Ömer, Ebû-Ubey-de, Mugıyra b. Şu'be ve Abdurrahman b. Avf, Ebû-Bekr'in halife­liğini arzu ediyorlardı. Sahabe, Rasûlullâh’ın cenazelerini, elemli hanedanına bırakarak Benî-Sâide Sakifesinde toplanmışlardı (Müsned IV, 104-1005; İbn Kesîr; V, 260; Safvet-üs-Sıfve; I, 85; Tarîh'ül-Hamis; I, 189; Tabarî: II, 451; îbn Şıhne; Kâmil haşiyesinde muhtasaran; 100; Ebü'1-Fidâ"; 1,152; Üsd'ül-Gaabe; I, 34; Bâzı ihtilâflarla El-Ikd'ül Ferîd; III, 61; Zehebî; I, 321; Tabakaat; II, 2. K. 70; Ya'kuubî II, 94; El-Bed'u ve't-Târîh; V, 68; Îbn'ül-Esir ve Mes'ûdî'nin E't-Tenbîhu ve'1-İşrâfı; 244; Nihâyet'ül-îreb; XVII, 389-391. Bütün bu kaynaklar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) gasil ve defninde, ancak Ehlibeytinin bulunduğunu yazarlar). Bu toplantıdan haberdâr olan Ömer, Ebû-Bekr'e, gel dedi, kardeşleri­mizin yanlarına varalım, bakalım ne yapıyorlar? (E's-Siyret'ül-Halebiyye; IV, 336; E'r-Riyâd'un-Nadıra; 1,163; Târih'ul-Hamîs; I, 186; Ebû-Bekr-i Cevherî'nin "E's-Sakıyfe"si; İbn Ebi'l-Hadîd'den naklen; VI, 1). İkisi de yola düşmüşlerdi ki yolda Ebû-Ubeyde'ye rastladılar; onu da alıp yürüdüler (Tabarî; II, 456; E'r-Rıyâd'un-Nadıra'da üçünün beraber gittiği bildirilir). Sakıyfe'ye vardıkları zaman Muhacirlerden bâzı kimselerin de orda olduğunu gördüler.

Bâdiye'de bulunan ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) rahatsızlığını duyup Medine'ye gelen Ebû-Züeyb-i Hüzelî diyor ki:

"Şehri, Hac zamanı ehrama girildiği sıradaki gürültüyle dol­muş buldum. Ne oldu diye sordum; Rasûlallah vefat etti dediler. Mescide koştum, kimsecikler yoktu. Hz. Peygamber'in (s.a.a) evle­rine gittim; kapıyı kapalı buldum. Sahabesinin, Hz. Peygamber'in cenazelerini, Ehlibeytine bıraktıklarını anladım; halkın, Benî-Sâide Sakıyfesinde toplandığını öğrendim (İstîâb; II, 646; Üsd'ül-Gaabe; V, 188; sâbe; muhtasaran, IV, 386. Agaanî'ye de bakınız; Dâr'ül-Kütüb'ü-Mısrıyya basuru; VI, 264-279).

Mes'ûdî'nin rivayetine göre Abbâs, Alî'ye, "Ey kardeşimin oğlu demişti; "Gel, sana biad edeyim de iki kişi bile artık senin hilâfetinde muhalefette bulunmasın." (Mürûuc'üz-Zeheb; II, 200). îbn Sa'd de "Tabakaat'ında bunu zikrederdi, 2. K. 38). Zehebî'nin ve diğerlerinin rivâyetleriyse şöyledir: Abbâs, Alî'ye, "Elini uzat da biat edeyim; Peygamber'in amcası, Peygamber'in amcası oğluna biat etti densin; bu takdirde soyunun hepsi de sana biat eder; biat tamamlanınca da artık bozulmasına imkân yoktur" demişti (I, 329; Duha'l-İslâm; III, 391; İbn Kutaybe: E'1-İmâmetü ve's-Siyâse; I, 4). Cevheri'nin rivayetine göre Abbâs, sonradan Alî'ye, "Rasûlallah" demişti. "Dünyâdan ihlet edince, Ebû-Süfyan, hatırımızı sormaya gelmişti; sana biat et­mek istedik; ben, elini uzat, biat edeyim dedim; bu ulu kişi' de biat etsin; ikimiz sana biat edersek Abdümenâf oğullarından bir kişi bile sana biatte muhalefet etmez; onlar biat edince de Kureyş'ten hiçbir kimse muhalefette bulunmaz; Kureyş biat etti mi, Arap'tan bir ferd bile karşı gelemez. Ama sen, ben dedin, Rasûlullâh'ın (s.a.a) cenazesiyle meşgulüm." (Cevherî'nin bu rivayetini, İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhi'nin I. cüz'ünde, Sakıyfe bahsin­de nakleder; s. 131; 540. s. de de muhtasaran zikreyler. IX. C. de de, "Basralılara Söyledikleri" başlığını taşıyan Hutbe'de ve XI. C. de buna değinir.)

Evet, Sahabeden bir topluluk, Alîye (a.s) biat etmek istiyor­du; fakat Alî, Rasûlullâh'ın (s.a.a) cenazesiyle meşguldü; cenazeyi bırakıp kendisine bey'at almakla uğraşmaya, ne gönlü razı olur­du, ne inancı, buna müsâiddi. Alî, Rasûlullâh'a (s.a.a), O'nun har yatında da bağlıydı, memâtında da. Alî'nin (a.s) siyâset bilmedi­ğini söyleyenlerin, gözlerinde, gönüllerinde yalnız dünyâ, yalnız mevki', yalnız mal-mülk ve yücelik aşkı ve hırsa vardır; öyle gö­nüllerde Allah ve Resûl’ünün aşkı, gerçek sevgisi, insanlık ve vefa olamaz. Sonra bey'at hususunda Abbâs'ın, Alî'ye, O'nu kınar bir tarzda söylediği sözlere de esasen lüzum yoktu; çünkü Rasûlallah (s.a.a), Alî'nin vilâyetini, hilâfetini ashaba tebliğ buyurmuş, üm­metine bildirmişti. Ebû-Süfyân'ın bey'at etmek istemesi, hatta bu hususta Medine'ye savaşçılarla doldururum demesiyle, bir boy gayreti gütmekten, belki de kurulu düzeni bozmayı dilemekten başka birşey değildi ve Emir'ül-Mü'minin Alî (a.s), bunu anla­mıştı, biliyordu.

Sakıyfe'de toplanan Ensârın Hazrec Boyu, Sa'd b. Ubâde'nin hilâfetini istiyordu; O'nu, hasta olduğu hâlde oraya götürmüşler­di. Sa'd, söze, Allah'a hamd-ü sena ile başlayıp O'ndan yardım di­ledikten sonra, Ensârın İslâm’daki üstünlüğünün bahsetti; Peygamber'e ve sahabesine saygı gösterdiklerini, müşriklerle savaş­tıklarım, Peygamber'in (s.a.a), Ensârdan razı olarak dünyadan göçtüğünü söyledi ve bu işi dedi, başkaları değil, siz düşünmelisi­niz. Boyu, bir ağızdan, "bizim reyimiz de, senin re'yinden başka türlü değil, bu işi sana vereceğiz" dedi. Tartışma başladı ve Muhacirler, Rasûlullâh'ın (s.a.a) ilk dostları bizleriz, O'nun boyun­danız; bu işte bizimle tartışmanız uygun olamaz derlerse ne diye­ceğiz dediler. İçlerinden böyle bir söz söylerlerse, sizden bir emir olsun, bizden de bir emir olsun deriz diyenler oldu. Sa'd, "Bu" de­di, "İlk yenilmedir." (Tabarî; 11. Yıl Olayları; C. II, s. 456; İbn'ül-Esîr; II, 222; El-İmâmetü ve's-Siyâse Haşiyesi; I, 6; İbn Ebi'l-Hadîd'in "Ensârın sözleri hakkındaki beyanları" adı verilen hut­benin şerhi ve ondan naklen Cevherî'de, "Sakıyfe Olayları").

Bu sırada topluluğa Ebû-Bekr, Ömer ve Ebû Ubeyde birlikte geldiler. Üseyyid b. Hudayr, Uveym b. Sâide, Ensârın Aclanoğulları boyundan Asım b. Adiyy ve Mugıyra b. Şu'be, Abdürrahmân b. Avf da gelip onlara katıldılar. Bu topluluk, o gün, Ebû-Bekr'e bey'at için pek büyük gayret gösterdi; bu yüzden, Ebû-Bekr ve Ömer, dâima onların hizmetlerini göz önünde tuttular. Ebû-Bekr, Ensârdan hiçbir kimseyi Üseyyid b. Hudayr'den üstün tutmadı; Ömer de ona, kardeşim demiş, ölümünden sonra bile onun hakkı­nı gözetmişti. Uveym ölünce, Ömer, kabrinin başında oturup, "Yeryüzünde" demişti, "hiçbir kimse, bu kabir sahibinden daha iyiyim diyemez." Ebû-Ubeyde'yi, Romalılarla savaşan orduya ku­mandan tâyin etmişti; kendisinden sonra birisini halife yapmak istediği zaman, hayıflanarak, "Ölmeseydi onu halife yapardım" demişti. Mugıyra'ya zina haddi vurmamış, Abdürrahmân b. Avf ı yüceltmekte taksir etmemiş, ölürken kurduğu Şûraya onu hakem tâyin etmişti.

Ömer, Ensârın tartışmasına şiddetle karşı durmuştu ki Ebû-Bekr, onu yatıştırıp söze başladı. Allah'a hamd-ü senadan sonra, Muhacirlerin ön safta olduklarını, herkesten önce onların İslâmi kabul ettiklerini, yeryüzünde Allah'a ilk ibâdet edenlerin, onlar olduğunu, Ensârın da dine büyük yardımları olmakla beraber

Muhacirlerle hiçbir kimsenin kıyaslanamayacağını, bu bakımdan emirin, muhacirlerden olması gerektiğini, Ensârın da onlara vezir olacağını söyledi. Hubâb b. Münzir, bu söz üzerine, ayağa kalkıp, "Ey Ensâr, bu işe iyi sanlın; bu iş, sizin gölgenizde kararlaşsın, aranızda ihtilâf çıkmasın; yoksa sonunda alt olur-gidersiniz; biz kendimize bir emir tayin edelim; onlar da bir emir tayin etsinler" dedi. Ömer, bu söze karşılık, "Bir ülkede iki emir olamaz; Allah'a andolsun ki Arab, kendilerine hükmetmenize razı olmaz; çünkü Peygamber, sizden değildir; ama Peygamber'in mensub olduğu boya razı olur" tarzında sözler söyledi. Hubâb, bu sözlere karşılık verdi; "Bunlar, bu dine baş eğmeyen, sizin kılıçlarınızın korku­sundan teslim olan kişilerdir" dedi; sonra da, "Ben" dedi "Aranız­da, develerin çöktükleri yere dikilen sopaya benzerim; develer, kaşınacakları zaman ona sürtünürler; ben, kökü, gövdesi, kuvvet­li bir ağacım ki olayların kasırgasında, o ağaca sığınılır. Büyük, önemli işlerde ana dayanılır; Allah'a andolsun ki kim, benim reyi­mi reddederse, kılıcımla onun burnunu, aşağılık topraklara sürte­rim ben." Ömer, bu sözler üzerine Hubâb'a, "Allah seni öldürsün" dedi. Hubâb, "Beni değil, seni öldürsün" karşılığını verdi ve Ömer'i tartakladı, karnına vurdu; ağzına toprak doldurdu (Cevherî'nin "Sakıyfe'ye ait rivayetleri", İbn Ebi'l-Hadîd'in "Şerh"ine bk. Cüz': VI, 291).

Bu sırada Ebû-Ubeyde söze girişti ve "Ey Ensâr" dedi; "Pey­gamber'in ilk dostları, O'na yardım edenler sizsiniz; şimdi O'nun dinini ilk bozanlar, siz olmayın."

Nu'man b. Beşîr'in babası olan ve Sa'd'i çekemeyen, Hazrec Bo­yunun büyüklerinden sayılan Beşîr b. Sa'd, yerinden kalktı; "Ey Ensâr" dedi, "Allah'a andolsun ki biz, müşriklerle savaşıp dini ilerletmede üstünüz ama bu işte, Allah'ın rızâsını kazanmaktan, Peygamber'in buyruğuna uymaktan başka bir amacımız yoktu; bu yüzden de halka karşı başımızı yüceltmeye kalkışmamız doğru olamaz. Biz dine, dünya dileğiyle yardım etmedik; bu, Allah'ın si­ze nasib ettiği bir nimetti. Muhammed (s.a.a) Kureyş'tendir; onun boyunun hilâfete geçmesi daha doğrudur. Bu hususta, Allah'a an­dolsun ki hiçbir kimse, beni, onlarla savaşa girişmiş göremez." Derken Abdürrahman b. Avf, ayağa kalkıp "Ey Ensâr" dedi, "Si­zin birçok faziletiniz var; bunu söylemek gerek, fakat şu da mu­hakkak ki içinizde Ebû-Bekr, Ömer ve Alî gibi kişilerden biri yok." Bu söze karşı Münzir b. Arkam, "Biz" dedi, "adlarını andığın kişilerin üstünlüklerini inkâr etmiyoruz; hele bu üç kişiden biri, bize hükmetmeye kalkarsa bir kişi bile ona muhalefette bulun­maz." Bu sözle, Ali'yi kastediyordu (Ya'kuubî; II, 103). Ensâr, hep birden, "Biz" dediler, "Alî'den başkasına beyat etmeyiz." Tabarî, İbn Esir'den naklederek diyor ki: Ömer, Ebû-Bekr'e bey'at ettik­ten sonra da Ensâr, Ali'ye beyat etmek istedi; bunda ısrar etti. Zübeyr b. Bekkâr da, Ensâr'in, kendilerine hilâfetin verilmeyece­ğini anlayınca, Alî'ye bey'at etmek istediğini zikreder (Tabarî; III, 208; İbn Esîr; II, 220; İn Ebi'l-Hadîd "Kitâb'ül-Muvaffakıyyât'tan naklen; II, s, 123).

Ömer, olayı anlatırken, "Sesler o kadar yücelmişti ki" diyor,
"Bir ihtilâfın baş göstermesinden korktum; Ebû-Bekr'e, elini ver
dedim; sana bey'at edeyim." (İbn Hişâm;
IV, 336; İbn Kesîr; V,
246. Bütün tarihçiler, Ebû-Bekr'e bey'ati, bir oldu-bitti olarak tav­
sif etmişlerdir.)                      

Ömer ve Ebû-Ubeyde, Ebû-Bekr'e bey'at etmek isterlerken Beşîr b. Sa'd, daha atik davrandı; koşup Ebû-Bekr'e bey'at etti. Hubâb b. Münzir, "Beşir" diye bağırdı: "Sen, yakınlığa riâyet et­medin; amcanın oğlunun hüküm yürüttüğünü görmek istemedin." Hubâb, "Allah'a andolsun" dedi; "Öyle değil, fakat Allah'ın verdiği hakka karşı onlarla savaşmayı istemedim." Bu hâli gören ve Hazrec boyunun Sa'd'e bey'at etmek istediğini anlayan Evs boyu ve bilhassa onların ulusu Useyyid b. Hudayr, "Kalkın, Andolsun Al­lah'a, Hazrec bu işe el atarsa, üstünlük onlarda kalır, bir daha da size nasîb olmaz; Ebû-Bekr'e bey'at edin" dedi. Useyyid'in bey'ati-ni gören Hazrecliler, her yandan kalkıp Ebû-Bekr'e bey'ate başla­dılar. Bir derecede tehacüm oldu ki Sa'd, ayaklar altında kalacak­tı. Yakınlarından bâzıları, yatağının çevresini kuşatıp, Dikkat edin, Sa'd'i ezeceksiniz diye bağırmaya başladılar. Ömer, "Öldü­rün onu, Allah öldürsün" dedi ve yatağının yanına gelip "Seni" de­di, "Öylesine ayaklar^altında ezmek isterim ki bütün uzuvların kı­rılıp dökülsün." Kays b. Sa'd koşup Ömer'in sakalına yapışarak "Allah'a andolsun" dedi; "Sa'd'in bir kılına dokunursan senin bir tek dişini bile sağlam bırakmam" Ebû-Bekr, "Ömer" diye bağırdı; "Sakin ol; öyle bir zamandayız ki sükûna muhtacız." Ömer, Sa'd'i kendi hâline bırakıp yanından ayrıldı. Bu sırada Sa'd de Ömer'e "Andolsun Allah'a" dedi. "Ayağa kalkabilseydim öylesine coşup köpürürdüm ki sesimi Medine sokaklarından, şehrin çevrelerin­den bile duyardın; sen de, dostların da, korkunuzdan kaçacak de­lik arardınız; seni buyruk yürüttüğün topluluğun yanına değil, buyruğuna uyduğun topluluğun yanına yollardım." Ondan sonra dostlarına, "Beni hurdan çıkarın" dedi; dostları da onu evine gö­türdüler (Tabarî; II, 455-459).

Sa'd b. Ubâde, Ebû-Bekr'e bey'at etmedi; Beşîr b. Sa'd de, onun üstüne düşülmemesini münâsip gördü; sözünü tuttular. Ömer'in halifeliği zamanında Havran'a göçtü; Hicretin onbeşinci yılında, orda, bedenine iki ok saplanmış olarak bulundu; bedeni yemyeşil olmuştu. Cinler tarafından öldürüldüğü söylendi (Rivayetler ve kaynaklar için "Abdillah b. Sabâ Masalı" adlı çevirimizin 127-131. sahifelerine ve bu sahifelerdeki notlara bakınız).

Sakıyfe'de bulunmayanların da bey'atlerini sağlamak için onu mescide götürdüler. Bu sırada Alî ve Abbâs, Peygamber'in (s.a.a) cenazesini yıkamakla meşguldüler. Mescidden tekbir seslerini du­yan Alî, bu nedir diye sordu. Abbâs, "Ben sana demiştim" dedi ve bey'at işini hatırlattı (El-Ikd'ül-Ferîd; III, 263. Cevheri de İbn Ebî'l-Hadîd'in rivâyetiyle ve "Muvaffakıyâf'ın VI. cildinden nak­len Zübeyr'den).

Berâ' b. Azib koşup Haşim oğullarını buldu ve halkın, Ebû-Bekr'e bey'at ettiğini haber verdi. Hâşimoğulları birbirlerine ba­kıştılar; biz, Muhammed'in (s.a.a) en yakınlarıyken böyle bir işe girişmekteler dediler. Abbâs, "Andolsun Kâbe’nin Rabbine" dedi, "Onlar işi bitirdiler bile." Muhacirlerle Ensârın bir bölüğü, hilâfetin Alî'nin hakkı olduğunda şüphe etmiyordu. Ya'kubî Bera' b. Azib'den naklen der ki: Abbâs, Hâşim oğullarına "Artık" dedi, "Ebedî olarak elleriniz toprağa bulandı; bilin ki ben size bunu söy­ledim, ama dinlemediniz beni."

Tabarî diyor ki:

Bu sırada Eslemoğulları Medine'ye geldiler. O kadar kalabalık­tılar ki Medine sokakları daraldı; hepsi de Ebû Bekr'e bey'at etti. Ömer, defalarca, "Eşlem boyunu görünce anladım ki artık üstün­lük bizde" demişti (II, 458; İbn Esir; II, 254. Zübeyr b. Bekkâr, Nehc'ül-Belâğa Şehrinden naklen, VI, 287de, Ebû-Bekr'in Eşlem boyunun bey'atiyle kuvvetlendiğini söyler). Şeyh Müfîd'in "Kitâbu Cemel"de bildirdiğine göre Eşlem boyu Medine'ye kumaş ve azık almak için gelmişti. Onlara, Rasûlullâh'ın halifesi Ebû-Bekr'e bey'at edin, ondan sonra biz size dileklerinizi verelim dediler ve bu suretle onların bey'atini sağladılar.

Ebû-Bekr, mescidde minbere oturdu; halk, geceye dek bey'at etti; böylece Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefat ettikleri Pazartesi gü­nü, akşam oldu; Salı gecesi gelip çattı (E'r-Rıyâd'ün-Nadıra; I, 164; Târîh'ül Hamîs; I, 188). Buharî, "Sahih"inin IV. cildinin 65. sahifesinde, "Bir bölük halk daha önce Sakıyfe'de bey'at etmişti; umûmî bey'at mescidde oldu" der. Enes b. Mâlik der ki: O gün Ömer'in Ebû-Bekr'e, minbere çık deyip durduğunu, sonunda Ebû-Bekr'in minbere çıktığını; "Ey insanlar, hükmünüz bana verildi; oysa ki ben en hayırlınız değilim; iyi hareket edersem bana yar­dım edin; uygunsuz hareket edersem, beni doğru yola sevk edin" dediğini işittim. Ebû-Bekr, bu sözlerden sonra da "Allah sizi ba­ğışlasın; kalkın namaza" dedi (İbn Hişâm; IV, 340; Tabarî; III, 23; İbn Kutaybe; Uyûn'ül-Ahbâr; II, 234; E'r-Riyad'ün-Nadıra; I, 167; İb-i Kesir; V, 248; Târîh'ül-Hulefâ'; 47; Kenz'ül-Ummâl; III, 129, 2254. Hadis; E's-Siyret'ül-Halebiyye; III, 397, v.s.).

Hz. Rasûlullâh’ın (s.a.a)gasilleri,

teçhiz ve tekfinleri, definleri.

Bütün bu işler olup biterken Hz. Rasûlullâh’ı (s.a.a), Ehlibeyti yıkamakla meşguldü. Cenazelerinin başında, ancak amcaları Abbâs b. Abdulmuttalib, Ebû-Tâlip oğlu Alî, Abbâs'ın oğulları Fazl ve Kuşem, Harise oğlu Zeyd'in oğlu Usâme ve Usâme’nin kö­lesi Salih vardı. Alî, Rasûlullâh'ı (s.a.a), bedenlerindeki gömleği çı­karmadan yıkamaktaydı; Abbâs, Fazl ve Kuşem, mübarek cesetlerini çeviriyorlar, Alî'ye yardım ediyorlardı; Usâme’yle Salih su döküyorlardı. Ensârdan Evs b. Havlı de onlarla beraberdi; onu ga­sil işine karıştırmamışlardı.

Hilâfet dâvası, Salı günü, ikindi çağına dek sürmüştü. Pazartesi günü öğle çağından, yâni Hz. Rasûl-i Ekrem'in vefatlarından bu zamana dek ashâb, üç iş başarmıştı: Sakıyfe'deki tartışma, ilk bey'at ve mescidde ki bey'at.

Sah günü akşama doğru herkes, Rasûlullâh’ın (s.a.a) cenazelerine yöneldi; eve geldiler ve namazını bölük-bölük, imamsız olarak kıldılar (İbn Hişâm; IV, 343; Tabarî; II, 450; İbn Esîr: El-Kâmil; II, 225; İbn Kesîr; V, 248; E's-Siyret'ül-Halebiyye; III, 392-394; Tabakaat; II, 2. K 170; Nihâyet'ül-İreb; XVIII, 392-393).

Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Alî, Abbâs ve oğullan Fazl ve Kuşem ve. Peygamberimizin köleleri Şükran tarafından defnedildiler (Kenz'ül-Ummâl; IV, 54 ve 60). Usâme’nin bulunduğu da rivayet edilmiştir. Ebû-Bekr ve Ömer hazretleri, Cenâb-ı Peygamber'in defninde bulunmamışlardı (Kenz'ül-Ummâl; III, 140).

Aişe der ki: "Biz, Hz. Rasûlullâh’ın defninden, çarşamba gecesi, kürek seslerini duyarak haberdâr olduk" (İbn Hişâm; IV, 342; Tabarî; II, 452 ve 455; İbn Kesîr; V, 270). Üsd'ül-Gaabe, I. cildin 34. sahifesinde diğer bir rivayet olarak kazma ve kürek ses­lerinin salı gecesi duyulduğunu zikreder; Tabakaat'ta, Târih'ül-Hamîs ve Zehebî'de de rivayet böyledir; fakat doğrusu Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"indeki gibi çarşamba gecesi sabaha karşıdır (VI, 62). Hz. Aişe'den gelen diğer bir rivayette de, "Biz Rasûlullâh’ın nereye defnedileceğinden haberdâr değildik; ancak kürek seslerini duyunca defnedilmekte olduğunu anladık" demek­tedir (Müsned; VI, 242 ve 274). Gene rivayet edilmiştir ki, yakınlarından başka Hz. Rasûl'ün (s.a.a) yanlarında kimsecikler yoktu; Ensardan Ganemoğulları boyu, evlerinde otururlarken gece yan­sından sonra kürek seslerini duymuşlardır (Tabakaat; II, 2. K, 78).

Bu bahsi daha fazla uzatmaya lüzum görmüyoruz; ancak Selmân-i Fârisi başta olmak üzere Ammâr b. Yâsir, Mikdâd b. Esved ve Ebû-Zerr, Ebû-Bekr'e bey'at etmemekte Alî'ye uymuşlar, Abbâs b. Abdulmuttalib, oğlu Fazl, Zübeyr b. Avvâm, Halid b. Sa-id, Berâ' b. Azib, Ubeyy b. Kâ'b, Ubâdet b. Sâmit, Ebü'l-Heysem . Teyyihân ve Huzeyfe de bunlara katılmışlardı. Ebû-Bekr, bu ihtilâfı gidermek için Ebû-Ubeyde, Ömer ve Mugıyra'yla Abbâs'ın evine gitmiş, fakat bir sonuç elde edememişti. Hâşim oğullarının bir kısmı, Muhacir ve Ensardan bâzıları, içlerinde Utbe b. Ebî-Vakaas da olmak üzere Hz. Alî'nin evinde toplanmışlardı; Ya'kuubî'ye göre Talha da aralarındaydı. Ebû-Bekr, bunların bey'atini sağlamak için Ömer'i gönderdi. Ömer, Hâlid b. Velîd, Abdurrahmân b. Avf, Sabit b. Kays b. Şemmâs, Ziyâd b. Lebîd, Muhammed b. Mesleme, Selme b. Vakş, Selme b. Eşlem, Üseyyid b. Hudayr ve Zeyd b. Sabitle gitti; içerdekileri dışarıya çağırdı. Hiç kimse çıkmayınca evi içindekilerle beraber yakacağını söyle­di. Fâtıma'nın da (a.s) o evde olduğunu söyleyenlere ve "Ey Hattâb oğlu, evimde beni mi yakacaksın?" diyen Hz. Fâtıma'ya (a.s); "Andolsun" dedi Ömer, "Bu iş, babanın yaptığını pekişti­rir." (Ensâb'ül-Eşrâf; I, s. 586) "Kenz'ül-Ummâl'e göreyse, "Rasûlullâh'ın hiç kimseyi senin kadar sevmediğini biliyorum; fa­kat bu, beni yapacağım işten alıkoymaz" demişti (III; 140). Bu olayda, Hz. Fâtımâ'nın (a.s) altı aylık çocuğu Muhsin (yahut Muhassin) düşmüştü; bu çocuk, doğmadan, adını Hz. Peygamber koymuşlardı (Şehristânî: Milel-ü Nihal; İran basımı; I, s..26; Ley­din basımı, 40; "El-İmâmetü ve's-Siyâse"de de Hz. Fâtımâ'nın ev­lerine gidiş hakkında izahat vardır; I; s. 12-14).

hz. Alî (a.s), Ebû-Bekr'in yanına götürüldüğü halde bey'at et­memiş, ona uyanlar da bey'ate yanaşmamışlardı. Cevheri "Sakıyfe"de, İbn Ebi'l-Hadîd'in rivâyetiyle Hz. Ali'nin, Cenâb-ı Fatıma'yı (a.s) bir merkebe bindirip geceleyin Ensârın kapılarını çalarak onlardan yardım istediğini de kaydeder ki (VI, 28) bunu "El-İmâmetü v's-Siyâse"den de öğreniyoruz (I, 12),

Şia'nın "Erkân-ı Erbea-Dört Direk" dediği Selmân, Ammâr, Mikdâd ve Ebû-Zerr'le yukarıda adlarını andığımız ashâb, içlerin­de Zü'ş-Şehâdeteyn Huzeymet b. Sabit, Burîdet'ül-Eslemî, Abdul­lah b. Mes'ûd ve Ebû-Eyyûb'ül-Ensârî, mescidde, Hz. Ebû-Bekr'e Ehlibeytin üstünlüğü, Alî'nin (a.s) halifeliği hakkında sözler söylemişler, deliller göstermişler, fakat hiçbiri kabul edilmemişti (Hâcc Şeyh Abdullâh'ül-Mamakaanî: Tenkıyh'ül-Makaal fî Ahvâl'ir-Ricâl; Tahrân-1349 H. Taşbasması; I, s. 198-199).

Fedek Olayı

Ebû-Bekr'in halifeliği kuvvetlendikten sonra Cenâb-ı Fâtıma'ya ve Ehlibeyte ait olan Fedek hurmalığından, Hz. Fâtıma'nın adamlarını çıkartmış, araziyi Beyt'ül-Mal adına zab-tetmişti. Hz. Peygamber (s.a.a), bu hurmalığı, XVI. Sûre-i Celîtenin (İsrâ1) 26. ve XXX. Sûre-i Celîlenin (Rûm) 38. âyet-i ke-rimelerindeki emir üzerine en yakını olan Fâtımat'üz-Zehrâ'ya (A.M) vermişlerdi; burası Hayber fethinde, kendi hislerine düş­müştü. Halîfe, "Bizim mirasımız yoktur; bıraktıklarımız sadaka­dır" mealinde rivayet edilen hadîse dayanarak burayı zabtettirdi. Hz. Fâtıma, bu arazinin hâsılatını yoksullara verirdi. Halîfe'ye müracaatları, Alî ve Hasaneyn'in, Ümmü Eymen'in şahâdetlerinin kabul edilmeyişi hadîs ve târih kitaplarından an­laşılmaktadır.

Fedek, İkinci Halife tarafından Alî'ye verilmiş, Üçüncü Halife hurmalığı Mervan'a bağışlamıştı. Muâviye, imam Hasan'ın şahâdetinden sonra araziyi üçe böldürmüş, bir bölümünü Os­man'ın oğluna, öbür bölümünü Mervan'a, üçüncü bölümünü de oğlu Yezid'e vermişti. Ömer b. Abdülâziz, Fâtıma evlâdına iade etmiş, Saffâh, İmam Hasan oğlu Hasan'ın oğlu Abdullah'a âidiyyetine hükmetmişti.

Mansûr, Hasan evlâdından almış, oğlu Mehdî, gene Fâtıma evlâdına vermiş, onun oğlu Musa ve kardeşi, Fedek'i temellük et­mişler, Me'mûn, gene Hz. Fâtıma evlâdına teslim etmiş, Müte­vekkil, araziyi zabtettirmişti.

Hz. Fâtıma'nın vefatları

Cenâb-ı Fâtıma (a.s) Ehlibeytten gelen rivayetlere göre Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından doksan beş gün sonra Cümâdelâhıra'nın üçüncü günü vefat etmişlerdir. Hastalıklarında kendilerini ziyarete gelen Ebû-Bekr ve Ömer'e dargınlıklarım bil­dirmişler, Hz. Alî'ye (a.s), cenazelerini gizlice defnetmelerini vasiyet buyurmuşlar, Hz. Alî de (a.s) kendilerini geceleyin defne­derek vasiyetlerini yerine getirmişlerdir (Fedek olayı için Buhârî'ye; V, Farz'ül-Humüs, VII, 87; Müslim'e; II, 72; V, 151-156. Müsned'e; I, 6, 9; Tabarî'ye; III, "202; El-İmâmetü v's-Siyâse'ye bakınız; 14).

Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra.

Bütün bu olaylardan ve Cenâb-ı Fâtıma'nın (a.s) vefatların­dan sonra, ümmetin ayrılığına sebep olmamak için Alî, Ebû-Bekr'e bey'ât etti.

Daha önce, Sakıyfe'de, Kureyş'in, Hz. Rasûlullâh'ı (s.a.a), ken­dilerinden olduğunu söyleyerek Ensâra delil getirdiğini duydukla­rı zaman "Şecereyle", yâni aynı boydan olmakla "delil getirdiler; "Meyveyi" yâni ağacın verimini ve neticesini, Ehlibeyti "yitirdiler" buyurmuşlardı (Nehc'ül-Belâğa Tercemesi ve Şerhi; s. 159-162).

Hz. Fâtıma'nın (a.s) defninde de Rasûlullâh'a (s.a.a) şöyle hitâb etmişlerdi: "Selâm olsun sana benden ve civârına inen, sana pek çabuk kavuşan kızından yâ Rasûlallah. Senin seçilmiş kızın­dan ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı; kudretim kalmadı yâ Rasûlallah. Ancak senden ayrılmam, senin vefatını görmem, çok daha büyük bir acıydı; ona sabrettikten sonra buna da sabretmem gerek. Seni kabrine yatırdım; senin ruhun, boynumla göğsüm arasında kabzedildi. "Gerçekten de biz Allah'ınız, ve gerçekten de ona kavuşacağız." (II; Bakara, 151) Emânetin, benden alındı; ba­na verdiğin, elimden çıktı. Fakat Allah beni de senin bulunduğun yere alıncaya kadar derdim sürüp gidecek; gecelerim uykusuz ola­rak sabahı bulacak. Ümmetinden çektiklerimizi sana kızın haber verecektir, ona sor; hâli ondan haber al. Hem de bunlar, senden ayrılığımız utamadan, senin anılışın unutulmadan olup bitti. Selâm olsun ikinize de; selâm verip vida' eden kişinin selâmıyla; incinmiş, daralmış kişinin selâmıyla değil. Ayrılıp gidersem, usancımdan değil; oturur, derdimi söylersen de Allah'ın sabreden­lere vaadettiği ecir hakkında kötü bir zana düştüğümden değil." (Aynı; s. 162-167).

Bütün bu olaylardan çıkan sonuç şudur: Sahâbe-i Kiramın ço­ğunluğu, Gadîr-u Humm olayını mühimsememiş, mü'minlerin ba­şına geçecek kişinin, meşveretle tâyin edilmesi cihetini tercih et­miştir. Bu tercihte, Ashâb-ı Kiram arasında, Halîfenin Ensârdan, yahut Muhacirlerden olması düşünülmüş, Ensâr arasında da Evs ve Hazrec boylarının tercihi ortaya çıkmıştır; yâni soy-boy gayreti yenilenmiştir. Hâşim oğulları ve sahabenin azınlığıyla, Rasûlullâh’ın Halîfesi olarak Alî'yi tanımış, seçilen zâta, Alî, bey'at etmedikçe bey'atten çekinmiştir. Bu ihtilâf, kötü bir sonuca varmamış, Alî (a.s), İslâmın geleceğini düşünerek bu kötü sonu­cu engellemiştir. Ömer, sonradan Abbas oğlu Abdullah'a, Ku­reyş'in nübüvvetle hilâfetin Hâşim oğullarına nasib olmamasını istediğinden onlara bey'at edilmediğini söylemesi de bunu teyid eder (Tabarî; s. 239). Bu olayda, Medine'ye gelen Ebû-Süfyan, zora baş vurulmasını söylüyor, Abdümenafoğullarını kışkırtmaya çalışıyordu ki bu da. gene boy gayretini bariz bir görüntüsüydü. Alî (a.s), onun maksadını da anlamış, teklifini kabul etmemiş, bu işe engel olmuştu (Tabarî; II; 449; Ensab-ül Eşraf; I, 589; Nech'ül-Belâga Şerhi; I, 52; Ikd'ul-Ferîd; III, 6); nitekim Hz. Alî (A3f), sonradan Muâviye'ye yazdığı bir mektupta da bunu, ona hatırlatır (Nasr b. Muzâhim'in "Kitab'üs-Sıffıyn"ı; 49; El-Ikd'ül-Ferid; III; 112; Nehc'ül Belâğa Şerhi; II, 221; Mu'te Gazvesinin şerhine bakınız).

Burda, ikinci Halifenin Ebû-Bekr'e bey'ati, "Bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti" kabul ettiğini de söyleyerek bu bahse son veriyoruz (İbn Hişâm'ın "Siyer"i; IV, 366-368; Buhârî'de "Hudûd" bölümü­nün "Zinadan yüklü olanı recm" kısmında; IV, 119; Kenz'ül-Ummâl; 111, 139, 2326. Hadis; Nech'ül Belâğa, Şerhi; II, 3 de az bir farkla. Öbür kaynaklar için "Hz. Fâtıma'nın evine gidenler" bahsine bakınız; 96-105; Yakuubî, Ömer'in, "Ebu-Bekr'e bey'at, bir ayak sürçmesiydi; Allah şerrinden korudu; ona benzer bir ha­rekette bulunanı öldürün..." dediğini de kaydeder. "Ensâb'ül-Eş-raf'ta I, 583-584'te buna benzer bir sözü kayıtlıdır.)

Halîfenin, hall-ü akde sâlih, İslâm'da kıdemi olan, Hz. Resûle (s.a.a) yakınlığı bulunan, savaşlara onunla beraber katılmış olup her hususta ileri bir mevkie ulaşan sahabenin, onlardan sonra da ümmetin ileri gelenlerinin müşavere ve rey’iyle, ittifakla, yahut çoğunluğa uyularak seçilmesi hakkında, kitap ve sünnette, yâni Kur'ân'ı Mecid'de ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadislerinde hiçbir sarahat, hattâ işaret yoktur. Kur'ân-ı Mecîd'de müşavere, üç âyeti kerimede geçer; II. Sûre-i celilenin (Bakara) 233. âyet-i kerime­sinde, çocuğun, anasından süt emme müddetinin iki yıl olduğu bildirildikten sonra bu müddetten önce memeden kesilmek husu­sunda anayla babanın, birbiriyle danışıp uzlaşmaları bildirilmek­tedir. III. Sûre-i Celilenin (Al-i İmran) 159. âyet-i kerimesinde, Hz. Peygambere (s.a.a), davetlerini, Allah tarafından kendilerine ihsan buyurulun bir rahmet olarak yumuşak bir surette yaptıkla­rı, katı yürekli olsalardı, halkın, çevresinden dağılacağı bildirile­rek onları bağışlamaları, onlar için yargılanma dilemeleri, iş hu­susunda onlarla danışmaları, fakat bir işi yapmaya karar verince de Allah'a dayanmaları emir buyrulmakta, Allah'ın, kendisine dayananları sevdiği bildirilmektedir. 42. Sûre-i Celilenin (Şûra) 38. ayet-i kerimesindeyse, inananların vasıflan arasında, onların, işlerini meşveretle yaptıkları beyan buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerimelerde din ve dünyâ işlerinde, mü'minleri idare etmeyi uh­desine alacak kişinin, hall-ü akid sahibi olanların meşveretiyle tâyin edileceği hakkında bir emir ve işaret yoktur. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Uhud savaşında, savunma, yahut saldırıda bulunma husu­sunda ashapla müşaverede bulunmuş, Bedir savaşında bulunan­ların kazandıkları şerefe nail olmak isteyenler, saldırıyı tercih et­mişler, sonradan bundan vazgeçip Hz. Peygamber'in (s.a.a) mey­lettikleri savunma savaşına dönmeyi istemişler, fakat Hz. Rasûl (s.a.a), "Bir peygamber silâhını kuşandıktan sonra geri dönemez" buyurmuşlar, Medine'den çıkmışlardı. Ashabın bir kısmını, ordu­nun düşman tarafından çevrilebileceği bir yere dikmişler, üst gelinse de, alt olunsa da ondan ayrılmamalarını emir buyurmuşlar­dı. Bu emre uyulmadığı için o savaşta İslâm, bir imtihan geçirmiş ve bu Ashâb-ı kirama bir ihtâr-ı İlâhî olmuştur. XXVIII. Sûre-i Celîlenin (Kasas) 68. âyet-i kerîmesinde, "Birşeyi ihtiyar etmek, onlara ait bir hak değildir" buyrulmakta. XXXIII. Sûre-i Celîlenin (Ahzâb) 36. âyet-i kerimesinde de meâlen, "Allah ve resûlü, bir işe hükmedince, erkek olsun, kadın olsun, hiçbir insa­nın, o işi istediği gibi yapmakta ihtiyarı olamaz ve kim, Allah'a ve Peygamberine isyan ederse, gerçekten de apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir" beyanıyla mü'minlerin, böyle bir hare­ketten, sakınmaları emredilmektedir.

Savaşlarda, kumandanları, bizzat, Rasûl-i Ekrem (s.a.a) seçer­lerdi; hatta son demlerinde ve ondan önce Usame’nin ve babası­nın seçilişine itiraz edenlerin itirazlarını reddetmişlerdi. Mü'min­lerin meşveretleri, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) onlarla müşaverede bulun­malarına dâir emir, ancak dünyevî işlere aittir. Din ve dünya işle­rinde, bütün ümmete riyasette bulunacak zâtın, bütün bu işleri, en küçük ve ehemmiyetsiz sanılan hususlara dek bilmesi, ümme­tin en bilgini olması, evvelce yaptığı, sonra yapacağı işler yüzün­den hiçbir suretle kınanmaması, her hangi bir suretle zafa, ihmâle düşmemesi, soyunda bile kınanacak birşeyin olmaması, hükümde taraf gütmemesi, bütün üstünlüklerde ümmetin en ileri kişisi obuası gerektir. Bu vasıflarsa, o zâtın masum olmasına bağ­lıdır ve ismet, Allah tarafından ihsan edilen birşeydir. Bu bakımdan, peygamberlik hâriç, İmâm, ümmetin en ileri olanıdır ve İmamet, Nübüvvet gibi İlâhî bir vazifedir; peygamberi nasıl Allah gönderirse, İmâmı da peygamberlerine Allah bildirir ve peygam­ber, Allah'ın emrini ümmete tebliğ buyurur. Buna nazaran Al­lah'ın ve Peygamberinin (s.a.a) din ve dünya işlerinde veliy-i emr olacak kişiyi, ümmetin seçimine bırakması, Şia'ya nazaran müm­kün değildir. Aksi halde, hem din, hem dünya işlerinde ihtilâfın belirmesi, vahdetin yok olması, tabii bir şeydir, nitekim de öyle olmuştur.

İhtilâflar

Hilâfet tartışmalarında, her şeyden önce Muhâcir-Ensâr ayrımı belirmiş, sonra Hâşim oğullarını çekemezlik, Ensâr arasında Hazrec ve Evs boylarının rekabeti rol oynamıştır. Sonraları daha ga­rip işler olmuştur; meselâ Ebû-Bekr'in halifeliğini kabul etmeyen ve topladığı zekâtı kendi boyunun yoksullarına veren Mâlik b. Nuvayra, Müslüman olduğunu söylediği, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa') 94. âyet-i kerîmesinde, selâm veren, Müslümanım diyen kişiye, mü'min değilsin denmemesi buyrulduğu hâlde Hâlid b. Velîd, onu öldürmüş, başını kesip tandıra atmış, zevcesine, idde tini bekletmeden, o gece tecavüz etmişti. Savaştan dönünce, Hz. Ömer, Hâlid'in, kısâsen öldürülmesini istediği hâlde, bunda ısrar ettiği hâlde, Ebû-Bekr, bunu yapmamıştı. Fakat sonra kendisi halife olunca da bu kısası yerine getirmemiş, hattâ Hâlid'i ku­mandan tâyin etmişti ve bunlar, "ictihad" sayılmaya başlamıştı. Berâe (Tevbe) Sûresinin (IX) 60. âyet-i kerimesinde, zekâtın kim­lere verileceği tasrih edildiği hâlde "Müellefet'ül-Kulûb"a zekât verilmemesini buyuran Ömer'in re'yini Ebû-Bekr, Kabul etmişti. Humus âyet-i kerimesi de (VIII; Enfal, 41). İçtihada tâbi' tutul­muş, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) yakınlarına sehim verilmemişti. Cenaze namazının tekbir sayısında, Sahabenin bâzısı yedi, bâzısı altı, bâzısıyla dört tekbiri hükmetmiş, bu ihtilâf, Ömer'in halifeli­ği zamanına dek sürmüş, nihayet dört tekbirde karâr edilmişti. Hz. Peygamber (S.M), Vida' Haccında, bilhassa Hacc-ı Temettu'u beyân buyurdukları ve ilk Halife'nin zamanında da o suretle ha­reket edildiği halde İkinci Halife, bunu menetti. Mut'a, yâni, mu­vakkat nikâh, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa1) 24. âyet-i kerimesinde bildirildiği, zamanı ve ücreti muayyen olmak şartıyla, soy-boy, süt emme gibi her hangi bir sebeple alınması haram olmayan bir kadının alınması bir ruhsat olduğu, Birinci Halife'nin zamanında ve Ömer'in halifeliğinin ilk devrelerinde bu ruhsata cevaz verildi­ği halde (Sahîhu Müslim; İst. Mat. Aime-1331 H.C. IV, Bâbu Nikâh'il-Müt'a; s. 130-135) bu da men' olunmuştu. Ali Kuşçu, "Şerhu Tecrîd"inde, Ömer'in, "Üç şey Peygamber zamanında helâldi; ben onları tahrim ettim; yapanları da cezalandırırım: Müt'a-i Nisa1, Müt'a-i Hac ve ezanda Hayyı âlâ hayr'il-amel-Hay-din en hayırlı işe demek" dediklerini de tasrih eder (El-Gadir; VI, 213); Halebî, "Siyer"inde, İmâm Zeyn'ül-Abidin Aliyy b. Huseyn'le (A.M) İbn Ömer'in, ezanda, "Hayyı âlâ hayr'il-amel dediklerini kaydederler (III; 105). Hac töreninde, tavâfı-ı nisayı de men'eden Ömer, sabah ezanına "E's-salâtu hayrun min'ennevm" sözünü de kendi rey’iyle eklemiştir (Sahîhu Müslim; V, 183; Müsned; III, 408; Siyer-i Halebi II, 102; El-Bidâyetü ve'n-Nihâye; III, 23). Ra­mazan ayının gecelerinde, yatsı namazından sonra Teravih na­mazının kılınması sünnet olduğu, sünnet namazlarındaysa cemâat olmadığı, Sünnetlerin, cemaatla kılınmayacağı malûm iken bu namazın cemaatla kılınmasını emretmiş, bu hususta her yana emir göndermiştir (Bütün bu hususlarda şu kaynaklara bk. Umdet'ül-Kaarî; IV, 129; El-Gadîr; VI, 244; Sahihu Müslim; IV, 37-38,183; İbnHişâm; IV, 273; Tabakaat; II, 175; Tabarî; II, 401; E's-Sîret'ül Halebiyye; Öl, 105, 297; Müsned; III, 304-325, 320, 354-369, 408; Şerhu Nehc'ül Belâga; IV. 183; El-Bidâyetü ve'n Nihâye; III, 23). Ömer, bir sözle ve bir kerede üç talâkın olabilece­ğine de hükmetmiştir. Su bulunmadığı takdirde teyemmümle na­maz kılınmamasını buyurmuş, miras ve iddet meselelerinde de rey’iyle hükümde bulunmuştur. Devletin gelirlerini tesbit için, şimdiki Mâliye Bakanlığı görevini gören bir Divan kurdurmuş, memurlar tâyin etmiş, fakat gelirin taksiminde, Hz. Peygamber'in zevceleri ve ashabı da dâhil olmak üzere ümmeti sınıflara ayırmış, bu suretle de ilk olarak İslâm'da sınıf farkını meydana getirmiştir (Seyyid Ali Ekber Kureşî: Merd-i mâ fevk-ı insan; Kum Dârut-Teblıyg-ı İslami Yayımı-1355 H. 17 ve devamı.  Ömer'in ictihadları için "El-Gadîr"e; VI, 178-183; Abd'ül-Huseyn Şerefüddîn'ül-Amilî'nin "E'n-Nassu ve'l-İçtihâd"ına da bk. Necef-i Eşref-1383 H. 1964; III, basım; s. 105-161; 193-330).

Reiyle hüküm ve hükümet sürüp gitmedeydi. Hicretin yirmi üçüncü Zilhiccesinin altıncı günü, Mugıyra b. Şu’be'nin kölesi Ebû-Lü'lü, Halife'yi karnından yaraladı. Ömer, ölmeden, Alî, Osman, Abdurrahmân b. Avf, Zübeyr, Sa'd ve Talha'dan meydana gelen bir şûra kurdu, bunlara içlerinden birini halife tayin etmelerini buyurdu. Biri muhalefet ederse öldürülmesini, ikisi hükme uy­mazsa, ikisinin de öldürülmesini, üçü bir reiyde karar kılar, üçü muhalefette bulunursa, Abdurrahmân b. Avf in hükmüne uyul­masını ve bu işin, üç gün içinde tamamlanmasını emretti. Abdurrahman'ın zevcesi, ana tarafından Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebî-Vakkas, Abdurrahmân'ın amcasının oğluydu. Her ikisi de Zühre oğullarındandı; anası, Abd'üş-Şems oğlu Ümeyye'nin oğlu Süfyân'ın kızıydı; Alî, savaşlarda bu o boydan olanları öldürmüş­tü. Talha, Teym boyundandı; bu boyla Hâşim oğullarının arası açıktı. Zübeyr, Alî'ye taraftardı; fakat bu şûraya girişi, kendisin­de halifelik sevdası uyandırmıştı; nitekim sonra Alî zamanında oğluna uyup isyanı da bunu meydana çıkardı. Görülüyor ki bu şûrada da soy-boy gayreti, hırs ve istek hâkimdi.

Osman'ın zamanında da reiyle hareket edildi. Ömer'in ölümünden önce, oğlu Ubeydullah, Ebû-Lü'lü'nün küçücük kızını öldür­müş, İranlı kumandan Hürmüzân'ın da kanına girmişti; Hattâ Medine'de ne kadar Arap olmayan kul-köle varsa hepsini öldür­meye kalkışmış, zor zaptedilmişti. Osman halife olunca, Alî'nin ısrarına rağmen Ubeydullah'a kısas hükmünü icra ettirmedi. İkinci Halîfe'nin zamanında kendisine Ürdün eyâletinin idaresi verilen, sonra da Şam'a vali tâyin edilen ve Halîfe Şam'a gidince, onun saltanatını görerek "Arab'ın Kisrâsı" lakabıyla anılan Muâviye"ye fazla yüz yerildi. Seferde dört rik'atlı namazlar, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa') 101. âyet-i kerîmesine göre iki rekat kılı­nacakken dört rik'at kıldırdı. Velîd'in sarhoşluğu1 sabit olmuşken ona had vurdurmadı. Cuma namazında bir üçüncü ezan okuttu. Hac töreninde umreyi eda etmedi; bayram namazlarında hutbeyi namazdan önce okudu. Attan zekât aldırdı. Ehliyle buluşana, inzal olmazsa guslün gerekmediği hükmünü verdi Ebû-Zerr'i ön­ce Şam'a, sonra Rebeze'ye sürdü; Abdullah b. Mes'ûd'u dövdürdü, kaburgalarının kırılmasına sebep oldu. Vilâyetlere Ümeyye oğullarını tâyin etti; beytülmâli, onlara bölüştürdü. Bütün bu hare­ketler, ashabın ve  Aişe'nin şiddetle onun aleyhine dönmesine sebeb oldu. Nihayet Küfe ve Mısır'dan gelenler, hicretin otuz beşinci yılı Zilhicesinin onsekizinci günü Halife'yi öldürdüler (İbn Esîr; III, 49; Tabarî; III, 322; Müslim; 1,109, 186, 258; Zerkaanî; Şerhu Muvatta'; II, 145; Târih'ul-Hulefâ'; 64; Buhârî H, 95; Tirmizi I, 68; Feth'ül-Bârî II, 361; Esâb'ül-Eşrâf; V, 26 v.s.).

Emir'ül-Mü'minin'in (a.s) hilâfetleri

Üç halifenin hilâfet zamanlan, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) ve­fatlarından itibaren yirmi beş yılı doldurmak üzereydi Bu müddet zarfında, bir yandan reiyle hareket, öbür yandan fütuhatın mey­dana getirdiği zenginlik, bilhassa Ümeyye oğullarının zenginliği, İslâmın ilk servetine, Kur'ân-ı Mecîd'in ve Sünnetin hükümlerine uyanları başta Emîr'ül-Müminin Alî (a.s) olduğu halde, adetâ galib etmişti. Bu müddet zarfında Alî'ye uyanlar, onu, Rasûl-i Ek­rem'in (s.a.a) halifesi tanıyanlar, yâni Alî Şîası, yalnız Gadîru Humm bey'atında sabit olanlardan, onun evinde toplananlardan ibaret değildi. Bunlar, üç yüzü bulmakla beraber gene de azınlıkta ve Alî (a.s), İslâmın geleceğini düşünerek bunların taşkınlık gös­termelerine engel olmuştu. Nitekim Şıkşıkıyye Hutbelerinde, "Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim. Ettim ama gözüm­de diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirasımın yağmalandığı­nı görüyordum" buyururlar "(Nech'ül-belâğa Tercemesi ve Şerhi; 168; bu hutbenin şerhi için 170,175. sahifelere bakınız).

Osman'dan sonra kendilerine bey'at etmek isteyenlere de "Beni bırakın da benden başkasını arayın; bir işe yönelmişiz ki türlü-türlü yönü var; çeşit-çeşit rengi var. Gönüller bu işte bir kararda duramaz; akıllar bu işi yüklenip dayanamaz. Tanyerini boydan boya, dolaylı kara bulutlar kaplamış; apaydın yol görünmez ol­muş. Bilin ki istediğinizi kabul edersem, daha iyi bildiğime uyar giderim ben; ne söyleyenin sözüne aldırış ederim, ne ayıplarım ne  sözüne kulak asarım. Ama beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum da umarını ki işinize kimi getirir, kendinize kimi buyruk sahibi yaparsanız, buyruğu sizden daha fazla dinlerim, emrine sizden fazla uyarım. Benim size vezir olmam, sizin için emir ol­mamdan daha hayırlıdır" buyurmuşlardı (Aynı; 58); çünkü bili­yorlardı ki yirmi beş yıl bambaşka bir idareye alışan halk, kendi­lerinin, mutlak ve ilâhî adalete dayanan idarelerine alışamayacaktı. Meselâ Osman'ın, Ümeyye oğullarına beytülmâlden ihsanı, o zamanın parasıyla yüz yirmi altı milyon yedi yüz yetmiş bin dir­hemi tutuyordu (El-Gadir; VIII, s. 286); saraylar kurulmuştu; tahtlar düzülmüştü. Perdeciler, hizmet eden hadım ağalan üretil­mişti. Fakat gene biliyorlardı ki İmamet, halkın seçimiyle değil, Hakk'ın tevcihiyle takarrür eder. Bey'ati kabul ettiler ve iki gün sonra Osman'ın mukaataa yoluyla verdiği araziyi, Allah'ın malın­dan dağıttığı mallan alıp beytülmâla vereceklerini bildirdiler ve "Andolsun Allah'a ki" buyurdular. "Onların gelirleri yüzünden ev­lendikleri kadınlardan, satın aldıkları cariyelerden, temellük et­tikleri araziden ne bulursam,"

İmamet

 

Kur’an-ı Mecîd'de İmâm.

 

 

İmâm, Kur'ân-ı Mecîd'de, gerçek, yahut bâtıl işte kendisine uyulan kişi, uyulacak hükümleri gösteren kitab anlamına geçer. "İmâm-ı Mübîn", XXXVI, Sûre-i Celîle'nin (Yâ-Sîn), "Şübhe yok ki biz, ölüyü diriltiriz ve yazarız önceden yaptıklarını ve kalan izle­rini ve her şeyi Kitâb-ı Mübinde (apaçık, her şeyi belirden kitapta) sayıp yazdık" mealindeki 12. âyet-i kerîmesinde, "Levh-i Mahfuz", Allâhu Taalâ'nın ilmi ve takdiri anlamındadır. Yapılanların yazıldığı a'mâl defterleri olarak da yorumlanmıştır. (Mecma'ul Beyân; VII, s. 416). XI. Sûre-i Celîle'nin (Hûd A.M) 17., XLVI. Sûre-i Celîle'nin (Ahkaaf) 12, âyet-i kerîmesinde, küfürde önder olanlar, "Eimmet-ül küfr-Küfr imâmları" diye tavsif olunmakta ve onlarla savaşmak emredilmektedir; XXVIII. Sûre-i Celîlenin (Kasas) 41. âyet-i kerîmesinde, bu çeşit kişilere, Firavun ve Hâmân da anılarak, halkı "ateşe (cehenneme) çağıran imamlar" denmektedir. XXI. Sûre-i Celîle'nin (Enbiyâ1) 73. âyet-i kerimesinde, önceki âyetlerde adlan anılan, olaylarından bahse­dilen Musa, Harun, İbrahim, Lût, İshak ve Ya'kûb Peygamberler (s.a.a) kastedilerek, meâlen, "Onları, emirlerimizle, halkı hidâyete irşâd eden imamlar kıldık ve onlara, iyi işleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik ve onlar, bize kulluk edenler­di" Duyurulmaktadır. XXV. Sûre-i Celîle'nin (Furkaan) 74. âyet-i kerîmesinde, Allah kullarının, imân ehlinin, "Rabbimiz, bizi çeki­nenlere îmân et" diye dua ettikleri, çekinenlere örnek ve önder ol­mayı diledikleri bildirilmektedir. XXVIII. Sûre-i Celîle'nin (Kasas) 5. âyet-i kerîmesinde, 'Yeryüzünde zayıf bir hâle getirilmesi istenenlere lütfedip onları imânı ve yeryüzüne mirasçı kılmayı irade" buyurduğu, insanlardan seçip bizzat kendisinin, onları bu vazifeye tâyin ettiği beyân olunmaktadır.

Risâlet ve İmamet.

 

Bütün bu âyet-i kerîmelerden anlaşılmaktadır ki yeryüzünde, insanları hidayete irşâd eden imamlarla dalâlete götüren, sapıklığa sevk eden imamlar vardır. XXI. Sûre-i Celîle'nin ve XXVIII. Sûre-i Celîle'nin 73. ve 5. âyet-i kerîmelerinde, Peygamberleri bizzat Allah-u Taâlâ'nın imâm ettiği, Onlara bu vazifenin, kendi iradesiyle verildiği bildirilmektedir. II. Sûre-r Celîle'nin (Bakara) 124. âyet-i kerimesinde de Allah-u Taâlâ'nın İbrahim Peygambe­re (s.a.a), O'nu insanlara imâm ettiğini vahyedince, İbrahim'in (A.M), soyundan gelenleri de imâm etmesini dilediği, Allah-u Taâlâ'nın, "Benim ahdıma zâlimler nail olamazlar" buyurduğu beyan buyrulmaktadır. XVII. Sûre-i Celîle'nin, (Esra1) 71. âyet-i kerîmesinde, kıyamet gününde, herkesin, kendi imamına, dünyada uyduğu kişiye çağrılacağı, kitabı sağ yanından verilenlerin, kitaplarını okuyacakları, onların kıl kadar bile zulüm görmeyecekleri bildirilmektedir.        

XXI. Sûre-i Celîle'nin 73. XXVIII. Sûre-i Celîlenin 5. âyet-i kerîmelerinden açıkça anlaşıldığı gibi Peygamberler, ümmetleri­nin imamlarıdır ve İmamet, II. Sûre-i Celilenin 124. âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu gibi İlâhî bir ahiddir; bu ahde zâlimler, başkalarının haklarına tecavüz etmek üzere Allah'ın emirlerine uymayıp günah işleyerek nefislerine zulmedenler, ya­hut bilmeyerek, fakat öğrenmeleri gerekirken öğrenmedikleri, bi­lene sormadıkları için, yahut bilerek nefislerine uyup başkaları­nın haklarına tecavüz etmek suretiyle hem nefislerine, hem baş­kalarına zulmedenler, hiçbir suretle nail olamazlar, Allâh-u Taâlâ'nın takdiri, emri, irâdesi budur. Bu merkezdedir. Peygam­ber, Allâh-u Taâlâ'dan vahiy yoluyla telakkıy ettiği emirleri, ümmetine bildirmesi bakımından, Allah'ın risâletini ifâ ederler; bu, risâletleridir. Ayrıca o emirler mûcebince ümmetlerini idare eder­ler; o emir ve hükümleri içinde tatbik ederler; bu da imametleridir ve Peygamberde, risâlet ve imamet birleşmiştir; imamet Peygambere verilmiş olan bir vazifedir, bir ilâhi ahiddir.

Ehl-i Sünnet'e Göre İmamet.

 

Ehl-i sünnet'e göre imamet, din ve dünya işlerinde, herhangi bir şahsın, Rasûlullâh'ın halifesi sıfatıyla ümmeti idare etmesi­dir. (Mevâkıf, İst. 1239; s. 603). Hattâ imâm bir kötülük işlerse, halkın malım-mülkünü zorla gasp ederse, haram olarak kan dö­kerse, kulların haklarım zayi' edip hükümlerde tasarrufa kalkar­sa, gene imamdır ve o makamdan düşürülemez (E't-Temhîd; s. 186); imâmın suç işlemesi, hükümleri bilmemesi, azline sebep teşkil etmez; yine de ona itaat gerektir; ancak doğrulukta, bulun­ması için ona öğüt verilir; imâmın, ümmetin en seçkin kişisi ol­ması da şart değildir. (Şerhu'l Makaasıd; II, s. 271). imâm'ın tayi­nine icmâın bile lüzumu yoktur; çünkü Sakıyfe'de Ebubekr Haz­retleri, beş kişinin reyiyle halife olmuş, Ömer Hazretleri ise, Ebu-bekr'in tayiniyle o makama gelmiştir. Şûra'da Osman Hazretle­ri, Abdurrahman bin Avf in reiy ve tensibiyle imamet makamını elde etmiştir. (Şerh-i Muvakıf; III, 265; El ahkâm-us Sultaniyye s. 4; Et-temhîd; s. 178). Ümmetin içinde, imâmdan daha üstün kişi bulunabilir; fakat o üstün kişiden daha aşağı olan biri askerî ve idarî bilgide daha bilgili, daha tecrübeli olabilir (Şerh-i Muvakıf; III,s.279).

Meşveret.

İmametin, ümmetin ileri gelenlerinin görüşüp ve danışmanla­rıyla, bunun sonucunda da bir karara varmalarıyla tahakkuk edeceğini sananlar da vardır.

Kur'ân-ı Mecîd'de, danışma hakkında üç âyet-i kerîme mevcuttur; bunlardan bahsetmiştik; fakat bir kere daha gözden geçire­lim; bunların birincisi, III. Sûre-i Celîle'nin (Al-i İmrân) 159. âyet-i kelimesidir ve meali şudur:

"Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın; kötü huylu, katı yürekli olsaydın çevrenden dağılırlardı; artık bağışla onları, onların yargılanmalarım dile ve iş hususunda danış onlar­la; amma bir işe girişmeyi kurunca da artık dayan Allah'a; Allah, dayananları sever."

Sûre-i Celîle'de Uhud savaşından bahis buyrulduktan sonra Hazret-i Peygamber'e (s.a.a), hitab edilerek ahlâkı övülmekte, ashabın, çevrelerinden dağılmamalarına, yumuşak davranmala­rının, katı yürekli olmamalarının sebep olduğu bildirilmekte, on­ların kusurlarını bağışlamaları, onların yargılanmalarını dileme­leri, gönüllerini hoş etmek için, bir işe girişirlerken onlarla danış­maları, fakat karar verince de Allah'a dayanıp o karan yerine ge­tirmeleri emredilmektedir. Hazret-i Peygamber'e (s.a.a) hitaben gelen bu emirler, bütün ümmetedir.

Nitekim "Danışılan kişi, emin olan, kendisine emniyet duygu­su beslenen kişidir. Sana da danışıldı mı, kendin, yapacağın işi, öyle bir halde verecek en doğru ve yerinde karan düşün, ona göre söz söyle" hadis-i şerifi, kiminle danışılması gerektiğini, kendisiy­le danışılacak kişinin vasfını ve danışılan kişinin, nasıl karar ver­mesi icap ettiğini göstermektedir (Câmi'üs-sagıyr; II, 173); "İstihare eden mahrum olmadı; danışan nedamete düşmedi; iktisâda riâyet eden de yoksulaşmadı" hadîs-i şerifi d£ ümmete, bir işe başlanırken ma'nevî ve maddî esenlik yollarını anlatmak­tadır (ayni; s. 124),

Vahiyle hareket eden, sözleri, hareketleri takrirleri (birini bir-şey yaparken görüp menetmeyişleri hüccet olan Hazret-i Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) ashâb-ı kirama danışmaları, Katâde, Rabî' ve İbn İshak'a göre, onların hatırlarını hoş etmek, aralarını bulup, onla-n bir reiyde birleştirmek içindir. Bu emir, kendilerine, ümmetin danışarak iş görmelerini sağlamak için verilmiştir; bu yorum da Süfyân b. Uyayne'nin yorumudur ki Hasan ve Dahhâk bunu kabul ederler. Gerçek Öğüt verenle yanlış hükmü sapanın belir­mesi içindir; bu danışmak, savaşa, dünyâ işlerine aittir de den­miştir.

İkinci âyet-i kerîme, XLII. Sûre-i Celîle'nin (Şûra) 38. âyet-i kelimesidir. Bu âyetten önceki iki âyet-i kerîmede, inananlara ve Rablerine dayananlara, Allah katındaki lütuf ve ihsanın, dünya mallarından daha hayırlı olduğu, inanan ve rablerine dayanan kişilerin, büyük suçlardan, çirkin şeylerden kaçındıkları, kızdık­ları zaman, küçük suçlan görmezlikten geldikleri bildirilip "ve Rablerine icabet ederler ve namaz kılanlar ve işlerini, aralarında danışarak görürler ve onları rızıklandırdığımız şeylerden bir kıs­mını yoksullara harcarlar" Duyurulmaktadır. Bu âyet-i kerime, açıkça inanan ve rablerine dayanan kişilerin özelliklerini beyan buyurmaktadır.

Üçüncü âyet-i kerimeyse II. Sûre-i Celîle'nin (Bakara) 233. âyet-i kerîmesidir ve bu âyet-i kerîmede çocuğu emzirme müdde­tinin, tam olarak iki yıl olduğu beyan buyrulduktan sonra "anayla baba birbirleriyle danışırlarda razı olurlarsa, çocuğu (daha önce) memeden kesmek isterlerse, onlara suç yok" hükmü verilmektedir.

Ehl-i Sünnete nazaran imamet, ilâhî bir makam değildir; imâm Allah'ın buyruğuyla ve Peygamber'in (s.a.a) bildirmesiyle tayin edilmez. Sahâbenin, onlardan sonra tâbiinin, onlara uyanların, ümmetin ileri gelenlerinin, hattâ birkaç kişinin vefat etmek üzere olan imâmın reiy ve tensibiyle herhangi bir kişi o makama getirilebilir. Peygamber'den (saa) hilafet yoluyla din ve dünya işlerinde umumî bir riyaset makamı olan imamette görü­lecek din işleri, dinî emirlerin ifâsı hususudur; fakat imâm, bun­larda da hattâ nassa karşı bile içtihâdda bulunabilir; nitekim bu­na II bölümde, pek muhtasar bir surette işaret etmiştik; dünya işleriyse, İslam ülkesindeki iktisadî, içtimaî düzeni korumak, za­mana göre ıslâh yolunu tutmak, düşmana karşı durmak sınırı genişletmek gibi şeylerdir. İmamet makamında bulunan kısmın devlet işlerini düzgün bir tarzda idaresi, o makamda bulunması için yeterlidir. Soy-boy, ahlak temizliği, suçlardan arı olması, ümmetin en üstünü bulunması gibi şartlara lüzum yoktur  imametin, nübüvvetle bir ilgisi mevcûd değildir. Hazret-ı Pey­gamber de (saa), yerlerine birini ta'yin etmeden vefat etmişler­dir Kendilerinden sonra hilâfet makamım işgal edenlerin hepside ümmetin imamıdır. Hele sahabenin çatışmaları tartışmaları  birbirlerini sövmeleri, savaşmaları, öldürmeleri ıctıhaddan mey­dana gelmiş nesnelerdir; müctehid, re'yinde isabet ederse se­vaba, hatâ ederse bir sevaba nail olur. Ummetse, itaate, boyun eğmeye, itiraz etmemeye me'mur ve mecburdur.

Şîa-i İmâmiyye'ye Göre İmamet.

 

Şia- imamiyyede imamet, evvelce de arzettigimiz gibi nübüv­vetin ikinci cephesidir; Peygamber, Allah-u Teâlâ'dan telakkıy et­tiği vahyi, ümmetine bildirmesi bakımından peygamberdir, bu,  nübivvet ve risâletidir; bu vazife, II. sûre- celîlenin (Baka­ra) 130, III. sûre-i celîlenin (Al-i Imrân) 33 VII. sure-i celilenin 144 XXII. sûre-i celîlenin (Hacc) 75., XXVII. sure-i celilenin Neml 59." XXXVIII. Sûre-i celîlenin (Şad) 47. âyet-ı kerimelerinde beyan buyrulduğu gibi Allah tarafından seçilmekle verilir ve "Peygamberliğini kime vereceğim, bütün künhüyle Allah bilir," (VI; En'am, 124), kitaphüküm ve nübüvvet peygamberde toplanmıştır (III; Al-i Imrân, 79; VI Enam 89 XI,V, Câsiye, 16), Dâvut Peygamberde (am) Mülk, yanı ilahı hüküm­leri tatbik ederek ümmeti idare ve bu hususlardaki kudret, tasarruf ve saltanat birleşmişti (II; Bakara, 151); Süleyman Peygamber de (s.a.a) Padişahtı (XXXVIII; Şad, 35). Zahiren Pâdişâh olma­yan Peygamberler de, zamanlarındaki pâdişâhın hükmüne, ka­nunlarına tâbi' olmamışlardır; ya kendilerinden önceki peygam­berin dinini teyid etmişler, ona vahyedilen hükümleri tatbik eyle­mişler, yahut kendilerine vahyedilen hükümleri ümmetlerine teb­liğ edip o hükümlere göre ümmetlerini idare etmişlerdir. Peygam­ber, vefat edince Peygamberlik, yâni Allah'tan gelen vahiy de ke­silir; tebliğ vazifesi sona erer; fakat dinin hükümlerini, ümmete tatbik ve icra, ümmeti o hükümlere, o emirlere göre, iktisâdi, içti­maî, siyâsi yönlerden idare vazifesi ye dünyevî sahada peygam­beri temsil, Allah'ın emrine, peygamberin sünnetine uygun ola­rak o hükümleri yürütmek, bâkiydir ve imâma aittir. Peygamber, nasıl toplum tarafından, yâhud toplumdan bâzı kişilerin rey’iyle tayin edilmezse, O'nun şeriatım.tam olarak ilâhî hükümlerden, emirlerden kıl kadar bile ayrılmamak üzere tatbik ve ümeti idare vazifesini yüklenecek olan imâm da, toplum tarafından, yâhud bazı kişilerin reiy ve tensibiyle tayin edilemez; çünkü imamet, nübüvvetin idâri cebhesidir. Yaratılışın gayesi, yaratılanların en hayırlısı, peygamberlerin ulusu ve sonuncusu olan Hazret-i Mu-hammed Sallallahu Aleyhi ve âlihi ve Sellem'in vefatlarıyla pey­gamberlik bitmiştir; fakat Allah dini olan İslâm dîni, O'nun tebliğ ettikleri Kur'ân-ı Mecîd'in hükümleri, İslâm şeriatı, kıyamete dek bâkiydir. İslâm'ın hükümleri, İslâm şeriatı, kıyamete dek bâkiydir. İslâm'ın hükümlerini yürütmeye, ümmeti ilâhî hüküm­lere, göre tam bir adaletle idareye, bir hak ve hakikat kudreti hâline gelmiş olan İslâm'ı korumaya ve yaymaya, kendisine soru­lan sorulan, yeniden yeniye meydana gelen meseleleri, gerçek ve tam yerinde olarak cevaplandırmaya, çözmeye, hiçbir suretle, hiç­bir yönden sürçmemeye, yanılmamaya, haksızlık etmemeye me­mur ve mükellef olan imâmın, ümmetin en üstün, bilgin soy-boy, ahlak, Islama hizmet bakımından en ileri kişisi olması gerektir. İnsanlar, bilgide, hakka riâyette derece derece üstünlüğe sahiptirler; fakat insan olduklarından, yaratılışları dolayısıyla yanılmamalarına, sürçmemelerine imkân yoktur; nitekim "Nü­büvvet" bahsinin ilk kısmında bunu izah etmiştik. İmâm, ilâhî hükümleri korumaya, onlara göre ümmeti idareye memurdur; nefsine uyar, haksızlıkta bulunursa, sorulara cevap vermekte acze düşerse, zulmederse, hükümde yanılırsa, vücûdu abes olur. Bir insanda bütün bu üstünlüklerin bulunması, ancak onun ma'sum olmasına bağlıdır; ismetse bir ilâhi lütuftur.

Bu bakımdan, peygamberin yerine geçecek, onun dininde hü­küm sahibi olacak kişinin, yâni imâmın da Allâhu Teâlâ tarafından tâyini, peygamber tarafından da ümmete tebliği icabeder ve Şîa-i imâmiyye'ye göre "İmamet", Peygamber'den hilâfet yoluyla dîn ve dünyâ işlerinde umûmî ve İlâhî bir riyasettir.

İmametle Hilâfet Ayrılmaz.

 

Son zamanlarda bâzı düşünür geçinenler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vasıysi ve ümmetinin imâmı sıfatıyla halifeliğini ayırmaya kalkışmışlardır. Bu kişilerin yazılarından anladığımıza göre, Rasûlullâh'ın (s.a.a.) vasiysi ve ümmetinin imâmı olan zat, yâni Emir'ül-Mü'minin Alî (a.s), manevî bir makama sahiptir, halife-siyse, ümmetin her türlü idarî işlerine memurdur. İmametle hilâfet, iki ayrı makamdır; birincisi manevîdir, ikincisi maddî. Bu, böyle kabul edilirse imâmın vazifesi nedir? İnsanların gönül­lerine hâkim olmak, sevgilerine mazhar bulunmaktan ileri ne va­zifesi vardır imâmın? Manen âlemi mi idare eder? Sanıyoruz ki bu inanç da demeyelim, bu düşünce de tasavvufun mazhardır; âlemi o idare eder; fakat bu idare mânevidir; âlemde, onun gönlü­ne doğanlar imkân sahasına girer; halife, pâdişâhlar, hükümdar­lar, zahiren âlemi idare ederler. Acaba bu kişiler de böyle mi dü­şünüyorlar; yoksa imâm, ümmetin en ileri gelenidir; hilâfetse zahirî idaredir; imâmdan başka birinin halife olması, imâmın üs­tünlüğüne mâni değildir mi demek istiyorlar? Bu son kanaati dile getiriyorlarsa, halife zulmettiği, yanlış hükme vardığı, yanıldığı zaman imâm, seyirci mi kalacak? O halde Hz. Alî'nin (a.s), hilâfet hakkındaki iddialarını, hareketlerini bir yana bırakalım, İmâm Hüseyn (a.s), niçin Yezîd'e karşı durdu; neden ve ne için canını feda etti?

Bu buluş ve görüş, yeni de değildir. Eskilerden, bilhassa tasav­vuf ehli, bu görüşü benimsemişler, yahut takıyye yoluyla bunu dile getirmişlerdir. Meselâ Hamzavî Melâmîlerinden (Bayrâmîlerden) Hakıykıy Bey (Vefatı: 1050 H. 1640-1641), 1009 Hicrîde (1600 M.) yazdığı "İrşâd-Name" adlı Türkçe, yer-yer şiir­lerde bezenmiş mensur risalesinde, her zamanda bir peygambe­rin İlâhî tasarrufa sahip olduğunu, hattâ Lût, Harun, Yahya gibi peygamberlerin (A.M) bile, zamanlarındaki şeriat sahibi olan İbrahim, Musa ve İsa peygamberlere (A.M), onların şeriâlarına tabî bulunduklarını, Hz. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a) sırrına mazhar olan Emîr-ül Mü'minin Alî'nin de (a.s) manen tasarruf sahibi ve imâm olduklarım bildirmektedir. Gene aynı yoldan La'lîzâde Seyyit Abdülbâkıy (1159 H. 1746), "Mebde'-ü Maâd" adlı mensur Türkçe risalesinde, ilk üç halifenin hilâfetlerini zahirî sayar; bâtınî ve gerçek hilâfetinse Alî'ye (a.s) ait bulunduğunu ve bunun İlâhi bir emir olduğunu bildirir; Sakıyfe'nin de adını anıp te'vil yoluna gider (Melâmilik ve Melâmiler; İstanbul-1931; s. 198-199). Ancak bu te'viller, ya tasavvufun Kutub inancının bir sonucudur; yahut da iki tarafı uzlaştırmayı amaç edinmektedir.

Allâhu Teâlâ, X. Sûre-i Celîlenin (Yûnus A.M), "De ki: O'na eş saydıklarınız içinde hangisi gerçeğe hidâyet eder? De ki: Allah gerçeğe hidâyet eder. Halkı gerçeğe hidâyet eden mi uyulmaya daha lâyıktır (O'na mı uyulması daha doğrudur, daha yerinde­dir), yoksa doğru yola hidâyet edilmedikçe o yolu bulamayan mı? Ne oldu size, nasıl hükmediyorsunuz" mealindeki 35. âyet-i keri­mesinde, hidâyet yoluna Allah'ın emriyle, lütfuyla hidâyet eden­lere uymayı emir buyurmaktadır.

II. Sûre-i Celîlenin (Bakara) 30. âyet-i kerimesinde, Adem Pey-gamber'in (A.M) "Yeryüzünde Halife" olarak yaratıldığı bildiril­mektedir. Halife, bu işe, bir buyruğa sahip olanın, aynı işi kendi adına yapması, aynı buyruğu yürütmesi için birisini kendine naip tâyin etmesi dolayısıyla o naibe verilen lâkab ve sıfattır. XXXVI-II. Sûre-i Celîlenin (Sâd) 165. âyet-i kerimesinde, Dâvûd Peygam­ber'e (A,M) "İnsanlar arasında hak üzere hükmet, biz gerçekten de seni (bunun için) yeryüzünde halife kıldık" buyrulmaktadır. VII. Sûre-i Celîlenin (A'râf) 69. ve 74. âyet-i kerimelerinde Nuh'tan (A.M) sonrakilerle Ad'dan sonrakiler "Halifeler" diye anılmıştır. X. Sûre-i Celîlenin (Yûnus A.M) 13-14. âyet-i kerime­lerinde, zulmedenlerin ve mucizelerle gönderilen peygamberlere inanmayanların helak edildikleri bildirildikten sonra, onların yerlerine geçenlere "halîfeler" denmiştir; VI. Sûre-i Celîlenin (En'âm) 165. ve XXXV. Sûre-i Celîlenin (Fâtır) 39. âyet-i kerîmelerinde de geçer ki bütün bu âyet-i kerîmelere göre "halîfe", birinin yerine geçen, yahut bir toplumun yerini tutan, onun, o toplumun yolunu-yordamını yürüten kişi, yahut toplum­dur. Allah'ın emirlerini ümmete iblâğ eden Peygamberin peygam­berliği, nasıl bâtını bir hüküm sürmek olamazsa, peygamber, na­sıl, Allah'ın hükümlerini, ümmetinin içinde bizzat yürütülürse, onun halifesinin hilâfeti de zâhirî-bâtınî diye ikiye bölünemez.

Bugün, elde bulunan "Ahd-ı Atık"de, İsrâil oğulları peygamber­lerinin bir kısmının zamanında, onlardan ayrı hükümdarların bulunduğu zikrediliyor. Bu kitabın, çok sonradan, zaman zaman yazılmış, bozulmuş bir kitap olduğu bir yana, bu zikredilen pey­gamberler, şeriat sahibi olmayıp Musa Peygamber'in (A.M) şeria­tına uyanlardır; dini meselelerde gene de bunlar hükmetmekte­dirler. Şeriat sahibi olan peygamberler, kurulu bir düzen içinde gönderilmiş olsalar bile o bâtıl düzeni kökünden yıkmak üzere gönderilmişler ve yeniden İlâhî bir düzen kurmuşlardır. İslâm di­ni, bir hükümdarın hükmettiği ülkede kurulmamıştır.- İslâm di­ninde hem dinî, hem dünyevî hükümler vardır; bunları tek ve müstakil olarak Hz. Peygamber (s.a.a) tatbik etmişlerdir. Kendile­rinden sonra, halifeleri ve ümmetin imâmı olan kişi, bu emirleri, tek ve müstakil olarak tatbike memurdur.

Her Peygamberin Bir Vasiysi Vardır.

 

Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Her peygamberin bir vasisi ve vârisi vardır; Alî, benim vasim ve vârisimdir" buyurmuşlardır (Künûzül-Hakaaık; II, s. 148). Vasıy, bir kişinin, kendisinden sonra yerine geçen, onun tarafından, yapılması gereken ve iste­nen işleri yapmaya memur edilen kişidir. Vefat eden kişinin işle­rini vasıy idare eder; onun adına, onun işlerinde, onun dileğine tam uygun olarak tedbir ve tasarruf sahibi olur. Hiç şüphe yok ki peygamberlerin vasiyleri, ümmetleri üzerinde umûmî vilâyeti sabit olan kişilerdir; bunlar, peygamberlerin halîfeleri, ümmetle­rinin imamlarıdır. Peygamberlerin gerçek miraslarıysa, Allah ki­tabının hükümleri ve kendilerinin sünnetleridir. Vasiylik, halife­lik ve imamlık, aynıdır.

Hz. Peygamber (s.a.a), Alî'yi (a.s), ilminin, hikmetinin kapısı olarak bildirmişler, "Alî bendendir, ben O'ndanım" buyurmuşlar, O'nu "Hayırlı iyi kişilerin imâmı, kafirlerin öldürücüsü" olarak övmüşler, O'nun, Kur'an'la beraber olduğunu beyân etmişler, O'nu sevmenin iman, O'na buğzetmenin nifak olduğunu anlat­mışlar, O'nun hakla, hakkın da O'nunla olduğunu, Kâ'be'de do­ğan tek kişinin, Alî'nin (a.s), Kâ'be menzilesinde bulunduğunu, her yandan O'na gelindiğini, fakat O'ndan, başka bir yana gidil­meyeceğini bildirip O'nu, mübarek bedenlerinin başına benzet­mişlerdir ki bunları, bu hâdîs-i şerifleri, I. Bölümün "Şîa kimler­dir, Ehlibeyt tarafını tutanlar, Alî ve O'na uyanların Yolu" başlıklarını taşıyan kısımlarında bildirmiştik.

Hz. Peygamber (s.a.a), ilk davete başladıkları çağdan itibaren Alî'nin (a.s), kardeşleri, vasiyleri ve halifeleri olduğunu beyân buyurmuşlardır. Tebük savaşına giderlerken O'nu, Medine'de, yerlerinde bırakmışlar ve O'na, "Musa'ya Harun ne menziledeyse, sen de bana o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yok" demişler, İslâmını ilk izhâr eden Alî'nin (sa) "Sıddıyk'ul Ekber" olup ümmetin "Fâruuk'u" bulunduğunu (Neseî'nin "Hasâıs"inden, Rıyâd'un-Nadıra, Üsd ul.Gaabe, istîâb" ve "Târihu Tabariden naklen Fadâil'ül-Hamse; II, s. 87-88), kendilerinden sonra üm­metlerinin ihtilâfa düşecekleri şeylerde, O'nun gerçeği, olduğu gibi bildireceğini (Müstedrik, künûz, ken'ül-Ummâl, Savâık ve Hilye'den naklen, aynı; S. 252-253), Allah'ın emrini, ancak kendileri­nin, yahut Ehlibeytlerinden birinin tebliğinin îcâb ettiğini buyu­rup Berâe Sûre-i Celîlesindeki âyet-i kerimeleri Mekke'de oku­mak üzere O'nu göndermişler, bu suretle kendilerine ne kadar yakın olduğunu bütün ümmete izhâr etmişlerdir (Sahîhu Tirmizî, Hasâıs, Müsned, Tefsîru İbn Cerîr, Müstedrik, Kenz, Zehâir ve Mecma'uz-Zevâid'den naklen, Aynı; s. 342-347). Mekke-i Mükerreme'de ve Medine-i Münevvere'de, hicretten evvel ve sonra, iki kere Alî'yi (a.s) kendilerine kardeş edinmişler, O'nu, dünyâda ve âhirette kardeşleri olduğunu söylemişlerdir (Tirmizî ve İbn Mâce'nin Sahîh'Ieriyle Müstedrik, Müsned, Kenz, Er-Rıyâd, Zehâir, İstiâb, Üsd'ül-Gaabe, Savâık, İsâbe, Mecmâ' ve E'd-Dürr'ül-Mensûr'dan; I, a. 318-332). Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Alî'nin
(s.a), hüküm vermekte, ümmetin en gerçeği olduğunu beyân et­mişler, ilk üç Halife, hattâ Muâviye, zora düşünce O'nun hükmü­
ne başvurmuşlardır
(II; s. 262-309).      ,

Allah Tebâreke ve Taâlâ, Kur'ân-ı Mecîd'inde, O'nun, mü'min-lerin velîsi olduğunu bildirmiş, Rasûl'ü de (s.a.a), O'nu, kendile­rinden sonra her mü'minin velîsi olarak tanıtmışlardır. Son hac­larından dönerlerken, Gadîru Humm'da, Alî'nin (a.s) mü'minlere Mevlâ (veliyy-i emr) olduğunu bütün Sahabeye, kendi vilâyetlerini beyândan, onların şahadetlerine Allah'ı şâhid ettik­ten sonra, Allah'ın emriyle iblâğ etmişler, Sahabe, Alî'yi (a.s) tebrik etmiş, dinin ikmâli, nimetin itmamı hususundaki âyet-i kerîme nazil olmuştur ki bunları da I. Bölüm'de, târih sırasıyla arzettiğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.

İmâm Hasan (a.s), Emîr'ül-Müminin'in (a.s) şahadetlerinden sonraki hutbelerinde, Allah'a hamd-ü senadan, Rasûlullâh'a
salât-ü selâmdan sonra, "Bu gece" buyurmuşlardır, "Öyle bir kişi şehid edildi ki itâat, ibâdet bakımından, ne O'ndan bönce gelip ge­çenlerden biri, O'ndan ileri bir mevkie erişmiştir, ne O'ndan sonra geleceklerden biri. Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem, sancağı O'na verirdi de savaşa başlardı O; Cibril sağındaydı O'nun, Mîkâil solunda. Allah, O'nun elleriyle fetih vermedikçe de
geri dönmezdi. Altın ve' gümüş olarak anca kendi hakkından biriktirdiği yedi yüz dirhemi kaldı; onunla da ehline bir hizmetçi sa­
tın almayı istiyordu."

 

Sonra, "Ey insanlar, ben Peygamber'in oğluyum; ben Vasıy'nin oğluyum" diye sözlerini yürütmüşlerdi (Müstedrikten naklen Fadâil'ül-Hamse, II, s. 27). "Mecma'uz-Zevâid"de, bu hutbede, İmâm Hasan'ın (A.M), Alî'yi (A.M), "Vasıylerin hâtimi" yâni bütün peygamberlerin vasiylerindeki kemâl sıfatlarını, nefsinde hatmedeni, "Sıddıyklerin, şehidlerin emini" diye tavsif buyurduk­ları, "Musa'nın (A.M) vasiysinin o gece vefat ettiğini, İsa'nın (A.M) o gece göğe urûc ettiğini, Kur'an'ın o gece indiğini bildirdik­leri de kaydedilmektedir (Aynı; s. 27-28).

Gene "Mecma'z-Zevâid"de, Selmân-ı Muhammedi'nin (A.M), Hz. Rasûl'e (s.a.a), "Yâ Rasûlallah, her peygamberin bir vasıysi var; senin vasıyn kimdir?" diye sorduğu, Hazret'in de Selmân'a, "Musa'nın vasıysi kimdir, biliyor musun?" sorusunu tevcih ettik­leri, onun da, "Evet, biliyorum; Nün oğlu Yûşa'" cevâbım verdiği, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) "Neden" sorusunu da, "O gün, O, üm­metin en bilginiydi de ondan" diye cevaplandırdığı, bunun üzeri­ne Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), "Gerçekten de benim vasıym, sırrımın sahibi, benden sonra bıraktığım en hayırlı kişi, isteklerimi yerine getiren ve borcumu ödeyen, Ebû Talîb oğlu Alî'dir" buyurduğu, Ali'ye, "Budur benim vasıym, sırrımın mahalli ve benden sonra bıraktığım en hayırlı kişi" buyurduklarını tahrîc eder. Bu hadis­ler, "Kenzül-Ummâl ve "E'r-Riyâd'ün-Nadıra" da da mevcuttur; bu mealde daha birçok hadîs-i şerif vardır; bu kadarını yeter bu­luyoruz (Aynı; s. 28-43).

Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s), Sakıyfe'de Muhacirlerle Ensâr arasındaki tartışmayı sorup Öğrenince, "Rasûlallah Sallallâhu Aleyhi ve Alihi ve Sellem'in, Ensâr'ın iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanları bağışlamayı vasıyyet ettiğini söylemediler mi" diye sormuşlar, "Bu vasiyyette ne gibi bir delil var" sorusuna da, "Emir olmak hakkı onlarda olsaydı, onları bize vasıyyet bu­yurmazlardı" cevâbını vermişler, "Kureyş ne dedi" diye sormuş­lar, "Peygamber Kureyş şeceresindendir" dediklerini duyunca da "Şecereyle", yâni boyla "Delil getirdiler, meyveyi", yâni soyunu, Ehlibeytini "Yitirdiler" buyurmuşlardı (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 159). "Şaşarım şu işe: Hilâfet, Rasûlullâh'la sohbet yüzünden tahakkuk ediyor da sohbet ve yakınlık yüzünden ta­hakkuk etmiyor" mealindeki sözleri de bu münâsebetle söylen­miştir (Aynı; s. 399).

İmamet hususunda Kureyş'ten şikâyeti tazammu eden şu sözlerini de okuyalım:     

"Allahım, Kureyş'ten hakkımı almanı senden istiyorum; onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullâh'a olan yakınlığımı inkâr ettiler; elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başkasından fazla lâyık olduğum işte, hakkım olan mevkide, benimle kavgaya giriş­tiler. Hak alınır da, verilir de; istersen kahra batarak dayan, is­tersen açıklanarak öl dediler. Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir yardımcı var bana, ne bir yaver. Onların tehlikeye düşmelerini reva görmedim; gözlerime toz-toprak dolmuştu; göz­lerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, elemle yuttum; zehirden de acı olan bıçaklarla doğranmaktan da çetin bulunan bu işe da­yandım." (Aynı; s. 167).

Üçüncü Halifenin hilâfetiyle sonuçlanan Şûra'daki, ileride ola-, çak olayları belirten şu sözleri de dikkate değer:

"Benden önce hiçbir kimse hak çağrısına koşmadı; yakınlığın gerektirdiği şeye uymadı. Kendini verip O'na yardıma seğirtmedi; artık sözümü duyun; dediğimi belleyin: Görürsünüz, bu iş için kı­lıçlar çekilecektir, ahitlere hıyanet edilecektir; sonunda bir kısmı­nız sapıkların imâmı, bilgisiz kişilerin taraftan olacak,"

"Mutlaka siz de bilirsiniz ki benîm onda (Hilâfette), benden başkasından fazla hakkım var; ama Andolsun Allah'a ki ben, Müslümanların işlerini düzene sokmak için onu teslim ederim ve bu işte baha, ancak cevredilmiş olur; bunu yaparken de ecrini di­leyerek, üstünlüğünü isteyerek yaparım; dünyanın süsünü püsünü, özentisini bezentisini istemenizdense çekinirim." (Aynı, s. 178-179).

Bir hutbelerinde buyuruyorlar ki:

"Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Muhammed'in ashabından olup onun dinini koruyanlar bilirler ki ben, bir ân bi­le Allah'ın emrini reddetmediğim gibi Resûlünün emrini de red­detmedim. Erlerin, yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli yerlerde, Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı, onun uğruna koymuşumdur. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullâh'ın başı, vefat ettiği zaman benim göğsümdeydi; ağzı­nın suyu akmıştı; ben de onu yüzüme sürmüştüm, O'nu yıkamaya kalktım, melekler yardımcımdı. O'na hayatında da, memâtında da benden daha yakın, halifeliğine layık kim var?" (Aynı, s. 78).

Birinci bölümün sonunda Gadîr-i Humm olayından bahsetmiş­tik. Emir'ül-Müminin'in (a.s) ashabından olup İmâm Muhammed'ül-Bâkıri (a.s) imamet zamanına (95 H. 713) yetişen Süleym b. Kays'il Hilâlî'nin rivayetine göre, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonra Mescid-i Nebî'de bu olayı delil getirmişler, Şûrâ'da gene bunu anmışlar, Osman hazretlerinin zamanında Mescid'de, hicrî 35'te (655) Rahbe günü, bir yıl sonra Cemel sava­şında Talha'ya karşı ve Sıffîn savaşında Gadîr-i Humm hadisiyle ihticacta bulunmuşlardır. İmâm Hasan (a.s), Muâviye'yle barış günü, İmâm Huseyn (a.s) Muâviye'nin son zamanlarında, Ab­dullah b. Ca'fer b. Ebû-Tâlib, Muâviye'yle barış günü, İmâm Hu­seyn (a.s) Muâviye'nin son zamanlarında, Abdullah b. Ca'fer b. Ebû-Tâlib, Muâviye'nin meclisinde yüzüne karşı, Ammâr, Sıffîh günü, Asbaa b. Nübâte, Muâviye'nin yanında, Kays b. Sa'd gene Muâviye'ye karşı, Emevilerden Ömer b. Abd'ül-Aziz (101 H. 719), Abbas oğullarından Me'mûn (218 H. 833), hilâfeti zamanında bu hadisi, birçok sahâbînin, tabiinin, birçok kişinin huzurlarında, ço­ğunun şahâdetiyle bildirmişlerdir (Allah derecâtını alî etsin, Ebd'ül-Huseyn Ahmed ul-Emînî' nin "El-Gadîru fi 1-Kitâbi v's-Sün-neti v'l-Edeb" adlı muhalled eserinin I. cildine bakınız; 3. Basım; Beyrut-Lübnan; 1387 H. 1967; s. 5-213).

Hz. Emîr'ül-Mü'minin, (a.s) Üçüncü halifeden sonra hilâfet makamına geçince, Muâviye'ye yazdıkları mektubta. "Ebû-Bekr'e, Ömer'e, Osman'a beyat edenler, onlara beyat ettikleri gibi bana da bey'at ettiler. Orada bulunanlardan birinin, bir başkasını seç­mesi, bulunmayanın bu bey'ati reddetmesi mümkün değil. Meşve­ret ancak Muhacirlerle Ensâr'a ait. Onlar toplandılar da birine uydular, ona imâm dediler mi bu rızâyı gösterir (*.). Onların yap­tıkları işe razı olmayıp imâmı kınamak, yahut bir bid'ate uymak suretiyle verdikleri hükümden çıkmak, çıkanı, çıktığı şeye bırak­maktır..." buyurduğu için Nehe'ül-Belâğa Tercemesi ve Şerhi; s. 307) âdeta ilk üç halifenin hilâfetlerini ve hilâfette ümmetin re'yini ve meşveretini kabul tarzında anlamak isteyenler bu mektuba dayanmışlardır. Halbuki Emîr'ül-Müminin (a.s), bu mektuptaki sözleriyle, Muâviye'nin ve onun fikrinde bulunanların kabul et­tikleri düşünceyi, reiy ve meşveretle, yahut icma'la hilâfetin ta­hakkuk edeceğine inananların inançlarını dile getirmekte, Muâviyeyi o yoldan ilzam etmeyi istemektedir. Oysa Şam Valisi, kararını çoktan vermiş, gemi azıya almış Osman hazretlerine yardım etmemiş, öldürülmesine sebep olmuş, kanını istemek bahanesini ele geçirmişti; artık kurduğunu yapma fırsatını bul­muştu; Emîr'ül-Mü'minin (a.s) bunu biliyorlardı; fakat bu mektuplarıyla, reiy, meşveret ve icmâ' kanâatini güdenlerin kanâatlerini de çürütmek, böylece hücceti tamamlamak istiyor­lardı. Emîr'ül-Mü'minin'in" bu mektuplarına cevap olarak Muâviye'nin gönderdiği mektuba verdikleri cevaptaki sözleri, ger­çeği tamamıyla aydınlatmaktadır. Muâviye, mektubunda kendi soyunu-boyunu övmüş, Emîr'ül-Mü'minîn'in, halîfelerin hilâfetlerini zorla kabul ettiğini yazmıştı. Hazret- Muâviye'ye verdikleri cevapta, kendilerini ve Ehlibeyti şöyle tavsif ediyorlar:

"Biziz, Rabbimizin seçtiği kişiler; O'nun lütfuna mazhar olan-

(*) Bazı nüshalarda, "Allah'ın razı olduğunu gösterir" tarzındadır; ancak sahih nüshalarda, yazdığımız gibidir. (Ca'Fer Sübhânî; Rehberî-i Ümmet; Tehran -Kitab-Hâne-i Sadr Yayımı; 1354-1359; S. 84).

 

lar, insanlarsa bize uymak suretiyle, bizim vâsıtamızla seçilmiş­ler, lütfuna mazhar olmuşlardır. Peygamber bizden, yalanlayan sizden; âlemlerde kadınların hayırlıları bizden, odun hamallığı yapan kadın sizden. Bizdeki üstünlük pek çok; sizdeki aşağılıkla­ra son yok" (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 314-315; Şerhi; 317-318).

Aynı mektupta buyuruyorlar ki:

"Deve gibi bey'ate sürüklendiğimi söylüyorsun; Allah'ın ebedî-ezelî varlığına Andolsun ki kınamak, yermek isterken övdün be­ni; rüsvây etmek isterken beni, rüsvây ettin kendini. Dininde şüpheye düşmedikçe inancında işkil bulunmadıkça mazlum olu­şu, Müslümana bir noksan vermez, onu bir ayıba sürüklemez. Bu söylediklerim de sana değil, senden başkalarına; çünkü sen, söz dinlemezsin, duymazsın zâten; hakkı tasdik etmezsin sen; fakat söz sırası geldi de söyledim ben." (Aynı; s. 315).

Görülüyor ki Emîr'ül-Mü'minin (a.s), hilâfet meselesinde ken­dilerini mazlum saymaktadırlar. Cenâb-ı Fâtımat'üz-Zehrâ'yı (a.s) defin sırasında Rasûlullâh’a (s.a.a) hitapları, bunu daha fazla açıkladığı gibi (Aynı; s. 162) "Şıkşıkıyye Hutbesi" gerçeği büsbütün meydana koyar (Aynı; s. 168-17000) (*)

(*) Bu hutbenin, Seyyid Radiy tarafından uydurulduğunu söyleyenler, büyük bir yanılmaya düşmüşlerdir. Çünkü Seyyid Radiy, 359 hicrîde (969-970) doğ­muş, 406'de (1015) Bağdad'da ebediyete göçmüştür. Seyyid Radiy'nin vefatından
yüzyetmiş altı yıl önce vefat eden (230 H. 844) Hafız Yahya b. Abdülhamid'i
Hımmâni ve yüz altmış yıl önce vefat eden Ebû-Ca'fer Dı'bil'il-Huzzâi (246 H.860), doksan dört yıl önce vefat eden Ebû-Âhmed Abd'ül-Azîz'il-Celûdiyy'il-Bısrî
(332 H. 943), kırk altı yıl önce vefat eden Süleyman b. Ahmed'it-Tabarânî (360 H. 970), yirmi dört yıl önce vefat eden Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâh'il-Askerî (382 H. 992), çağdaşı olup ondan on dört yıl sonra vefat eden Kaadıy Abd'ül-
Bârr'il-Mü'tezili (415 H. 1024), kitaplarında, çeşitli yollarla bu hutbeden bahset­ işlerdir. Ebû Ca'fer Ahmed b. Hâlid'il-Berkıy (274 H. 887), "Kitabul-Mahâsini ve'l-Adâb"ında, İbrahim h. Muhammed'is, Sakafiyy'ıl-Kûfi (283 H. 896), "Ki-
tab'ül-Gaarâf'mda, EM-Alî Muhammed b. Abd ul-Vehhâb'il-Cübâi (303 H. 915- 916), Abdullah b. Ahmet b. Mahmud'ü-Ka'bî (319 H. 931), "Kitab'ül-İnsâf'ında bu hutbeyi zikretmişlerdir. Ebû-Ca'fer Muhammed b. Abdurrahmân'ir-Râzi, bu
hutbeyi kitabına almıştır. Seyyid Rdaiy ile çağdaş olan Ebû-Ca'fer Muhammed
b. Alî b. Huseyn b, Musa b. Bâbeveyh'il-Kummi (Şeyh Saduk)da (381 H. 991), "Şıkşıkıyye Hutbesi"ni, "İlel'üş-Şerâyı"' ve "Maâni'İ-Ahbâr"ında, iki senetle İbn-
Abbas'tan tahric etmektedir. Ebû-Abdullah Muhammed b. Nu'mân (Şeyh Müfid
413 H. 1022), "Kitâb ul-İrsâd"ında, Şeyh'ül Taife Ebû-Ca'fer Muhamed b. Ha-san'it-Tûsî (460 H. 1068), "Emâli"sine bu hutbeyi almıştır. Seyyid Radiy'nin ça­ğından sonra da "Lisân ül-Arab" sahibi Ebû'1-Fadl Cemâlüddin'e (711 H. 1311) ve "Kaamûs" sahibi Firûzâbâdi'ye kadar (816:817 H. 1413-1414) onbeş bilgin, bu hutbeden bahsetmektedir (El-Gadîr; C. IIİ, İkinci Basım; s. 82-85;,İmtiyaz Alî
Hân'il-Arşi. İstinâdü Nehc'il-Belâga Şeyh Azizullâh'it, Utâridi'nin önsözüyle; ikinci basım Tehran-1393 H.S. 20-22; Şerhi için "Nehc'ül-Belâga Tercemesi veşerhi; s. 170-175).        

              .

Emîr'ül-Mü'minin (s.a.a), bir hutbelerinin sonlarında, Ehlibeyti ve kendilerini tavsif buyururlarken diyorlar ki:

"O'nun soyu, sırrına sahiptir. O'nun buyruğu, onlardan öğreni­lir. Bilgisinin heybesidir onlar; kitaplarının konduğu, korunduğu yerdir onlar; dinin dağlandır onlar; dinin beli bükülürse onlarla doğrulur; eli-ayağı titrerse, onlarla dincelir, dertten kurtulur... Bu ümmetten hiç kimse, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve âlihî Sellem'in soyuyla kıyaslanamaz; boyuna onların nimetlerine ula­şan kişiyle hiç bir zaman, onlar eşit olamaz. Onlar, dinin temelle­ridir, tam inanın direği, ileri giden, döner, onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar da murada erer. Onlarındır vilâyet hakkının özellikleri elbet; Onlarındır vasıyyet ve veraset. Şimdi hak, ehline döndü, yerine geldi, sahibini buldu" (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; 34).

Hutbenin sonundan anlıyoruz ki Emir'ül-Mü'minin (a.s), bu hutbeyi, Osman hazretlerinden ve kendilerine bey'at edildikten sonra îrâd buyurmuşlardır. Hutbede, "Ben ilmin şehriyim, Alî, kapısıdır; ilmi isteyen, kapıya gelsin" Cami'; I, s. 90), "Alî ilminin heybesidir" (II, s. 55), "Biz Ehlibeytiz; bizimle hiçbir kimse kıyas­lanamaz" (Künûz; II, s. 183), "Her peygamber'in bir vasiysi ve vârisi vardır; Alî benim vasıym ve vârisimdir" hadisleri ve diğer hadisler de ihtar edilmektedir (Aynı; s. 148).

Emîr'ül Mü'minin'in hutbelerinde, hitabelerinde, bu husûsları açıklayan pek çok sözler vardı; biz bu kadarını yeter buluyoruz. Emîr'ül-Mü'inin, ümmetin imamını da, Nehrevân savaşından sonra îrâd ettikleri bir hutbede şöyle anlatıyorlar:

"İmâm, bir hekimdir ki ilâcıyla hastalarını dolaşır durur; yara­larını, merhem koyup sarar; gereken yaraları dağlayıp yakar, be­releri onarır, hastalara ilaç sunar; kör gönülleri, sağır kulakları söylemez dilleri iyileştirir; sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, karanlıkları aydınlatan bilgi yalımlarıyla yalımlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara benzeyen, katı taşlan andıran, kayaları hatırlatan gaflete düşmüş, hayrete uğramış ki­şileri, ilâcıyla iyileştirmek için arar, bulur." (Nehc'ül-Belâga Ter­cemesi ve Şerhi; s. 261).

Hâsılı İmâm, tek sözle, Peygamber1 den (s.a.a) sonra ümmetin Din ve Dünya işlerinde tek muktedâsıdır.

Peygamber ve İmâm, kullara Allah hüccetidir.

 

XVII. Sûre-i Celîlenin (İsrâ1) 15. âyet-i kerîmesinde, peygamber yollanmadıkça bir ümmetin azaba uğratılmayacağı buyrulmakta, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa1) 165. âyet-i kerimesinde, kulların Allah’ın manevî huzurunda bir hucetleri, biz bilmiyorduk, bize bildirilen olmadı gibi bir bahaneleri olmaması için rahmetle, ihsan ve gufranla müjdeci, azapla korkutucu sıfatlarıyla peygamberlerin gönderildikleri bildirilmektedir. Peygamberler, kullara Allah hüc­cetleridir; imamlar da peygamberlerden sonra Allah hüccetleri­dir, 2. Sûre-i Celîlenin (Bakara) 124. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi İmamet, İlâhî bir ahiddir; o ahid, Allah tarafından peygambere, peygamberlerden sonra imâma verilmiştir. İmâm, Nü­büvvete değil, fakat o ahde Allah tarafından mazhar kılınmış, bu keyfiyyet, peygamber tarafından da ümmete ildirilmiştir; imamlar, insanları hidâyete götüren Allah kullandır Yedinci İmâm Mûsâ'l-Kâzım (a.s), "Allah'ın halkına hücceti, ancak ha­yatta bulunan ve tanınan imamla olur" buyurmuşlar, sekizinci İmâm Aliyy'ür-Rızâ (a.s), Altıncı İmâm Ca'fer'üs-Sâdık'ın (a.s) aynı sözü söylediklerini bildirmişlerdir. (Usûl'ül-Kâfi; s. 85). Emîr'ül-Mü'minin (a.s), Kümeyi b. Ziyâd'a, bilgiden ve bilginden bahis buyurduktan sonra, "Allahım" buyurmuşlardır; "Evet, yer­yüzü, Allah için delil ve hüccet olan O'nun adına kaaim bulunan birisinden boş kalmaz; o, ilmi ve dini ayakta tutar; ama meydan­da olur, bilinir, yahut (bilindiği hâlde) hikmete mebnî korkar gö­rünür, gizlenir. Allah'ın hüccetlerinin, Allah'ın apaçık delillerinin bâtıl olmaması için hüküm budur, böyledir." (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 414-415) Gene İmâm Ca'fer'üs-Sâdık (a.s)-'Yeryüzü, helâli, haramı tanıtan, insanları Allah yoluna çağıran bir hüccetten hâli kalmaz hiçbir zaman" buyurmuşlar, pederleri ve Beşinci İmâm Muhammed'ül-Bâkır (a.s), bunun Adem Peygamber'in (A.M) yaratılışından beri böyle olduğunu bildirmişler­dir. Sâdık-ı Al-i Muhammed (a.s) "Yeryüzü imâmsız kalamaz", "Allah'ın sânı yeryüzünü âdil bir imâmdan mahrum bırakmaktan yücedir, uludur" buyurmuşlar, "Yeryüzünde iki kişi kalsa birisi, öbürüne imamdır" sözleriyle de bu İlâhi takdiri tekid etmişlerdir (Usûl'ül-Kâfi; s. 86-87). İmamlar, Allah velileridir, ümmetin ta­nıklarıdır; güç bir işte kendilerine müracaat edilecek Kur'ân ehli, bilgide rusûh sahipleridir; Allah kapılandır; Allah nurlarıdır; hidâyet, alâmetleridir; Allah tarafından seçilmiş kişilerdir; Hz. Peygamber'in (s.a.a) bilgisinin vârisleridir; onlara itaat farzdır (Usûl'ül-Kâfi s. 87 ve devamı).

Rasûlullâh’ın (s.a.a) vasıyleri, halifeleri ve Allah'ın emriyle ümmetine bildirdikleri imamlar, onikidir. "Sahîhu Buhârinin "Ahkâm" kitabında, Câbir b. Sümere'den tahric edilmiştir; diyor ki: "Rasûlullâh’ın (s.a.a) Oniki emirin hüküm yürüteceklerini buyurduklarını duydum; fakat bir söz daha söylediler, işitemedim. Babam dedi ki: Hepsi de Kureyş'tendir bu­yurdular."

Bu hadis, Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inin V. cildinde, iki yolla tahric edilmektedir (Fadâü'ül-Hamse II, 23).

"Sahîhu Müslim"in "Kitab ul-Emâre"sinde de iki senetle Câbir b. Sümere'den, "Babamla Rasûlullâh'ın (s.a.a) huzurlarına girmiş­tik. Bu iş, onların içinde oniki. halife hüküm sürmedikçe tamam olmaz buyurduklarını duydum; sonra gizlice bir söz daha söyledi­ler; babama, ne buyurdular diye sordum; hepsi de Kureyş'ten bu­yurdular dedi" tarzında tahric edilmiştir. Bu hadis, "Müsned"de de vardır.

"Sahîhu Tirmizi"de gene Câbir b. Sümere'den aynı mealde bir hadis tahric edilmiştir ki "Müsned" ve "Savâık" da aynı hadisi almışlardır; İbn Hacer, Tabârânî'nin de bu hadisi naklettiğini bildi­riyor (Aynı; s. 23-24).

"Kenz'ül-Ummâl", Tabârânî'nin, Cabîr b. Sümere'den, "Bu üm­metin oniki halifesi olacak; onları horlayanlar, bir zarar vereme­yecekler onlara" mealindeki hadisi tahric eder. Bu hadisi, Mec-ma'üz-Zevâid"de almıştır; yalnız hadisin sonunda "Onlara düş­manlık edenlerin düşmanlığı bir zarar veremez onlara" mealinde bir fazlalık var (Aynı; s. 25).

"Müstedrik'üs-Sahîhayn"de, Mesruk'tan şu hadis tahric edil­miştir:

"Bir gece Abdullah b. Mes'ûd'un yanındaydık; o, bize Kur'ân okumadaydı; derken birisi geldi; Yâ Ebâ Abderrahmân dedi; Rasûlullâh'a bu ümmete hükmedecek kaç halife gelecek diye sor­dunuz mu? Abdullah, Irak'a geldim geleli bana böyle bir soru olmadı dedikten sonra, Evet dedi, sorduk; İsrâil oğullarının nakıybleri sayısınca buyurdular."

Ahmed b. Hanbel "Müsned"inin I. cildinde bu hadisi iki yolla tahric ettiği gibi "Mecma'üz-Zevâid" ve "Kenz'ül-Ummâl"de alır; "Kenz'ül-Ummâl"de, "Gerçekten de benden sonra halifelerin sayı­sı, Musa'nın nakıybleri sayısıncadır" tarzındadır. Tabârânî, İbn Mesûd'dan aynı hadisi tahric eder. Münâvî, "Feyz'ül-Kadîr"ine al­mış ve İbn Asâkir'in de târihinde zikrettiklerini kaydetmiştir (Ay­nı; s. 24). Seyyid Aliyy'ül-Hemedânî, "Meveddet'ül-Kurbâ"sında, oniki halifenin hükmedeceğine dair olan hadisi, Câbir b. Süme­re'den tahric eder ve "Sonunda söyledikleri sözü duymadım; ba­bama sordum; hepsi de Hâşimoğullarından buyurdular dedi" tar­zında bitirir (Seyyid Süleymân'ül-Belhî: Yenâbi'ül-Mevedde; 8. Basım, Ofset, İran-Kum; 1385 H. 1966; s. 444-445).

Abâye b. Rıb'î, Câbir'den, "Ben, Peygamberlerin seyyidiyim; Alî, vasıylerin seyyididir. Gerçekten de benden sonra vasıylerim onikidir; birincileri Alî'dir, sonuncuları Kaaim Mehdî'dir" buyur­duklarını tahrîc eder (*). Süleym b. Kas'il-Hilâlî, Cenâb-ı Selmân'dan, "Hazret-i Peygamber'in huzurlarına vardım; Huseyn dizlerinin üstündeydi; Rasûlullâh, O'nun yanaklarım, dudakları­nı öpüyorlar ve Sen seyyidsin; seyyid oğlusun, seyyid kardeşisin
ve sen İmamsın, İmâm oğlusun, imâm kardeşisin ve sen Hüccetsin, Hüccet oğlusun, Hüccet kardeşisin ve dokuz Hüccetin atasısın ki dokuzuncuları, Kaaim olan Mehdî'dir buyuruyorlardı" ha­disini tahrîc etmiştir. Hamvînî ve Muvaffak b. Ahmed'il-Hârezmî de bu hadîsi zikrederler. Gene Hamvinî, İbn Abbas'tan, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), "Ben, Alî, Hasan, Huseyn ve Huseyn'in dokuz evlâdı tertemiz ve ma'sûm kişileriz" buyurduklarını tahrîc eder.
Aynı zât, Hz. Alî'den (a.s), Rasûlullâh'ın (s.a.a), "Kim kurtuluş gemisine binmeyi, sağlam kulpa yapışmayı, Allah'ın sağlam ipine sarılmayı dilerse, Alî'yi sevsin, onun düşmanına düşman olsun; evlâdından, hidâyet İmamlarının imametini kabul etsin; çünkü onlar benim halifelerimdir, vasıylerimdir; benden sonra Allah'ın halkına hüccetleridir; ümmetimin seyyidleridir; çekinenleri cen­nete götürenlerdir. Onlara uyanlar, benim bölüğümdür; benim bölüğümse Allah bölüğüdür. Onların düşmanlarının bölüğü Şeytan bölüğüdür" buyurduklarını tahrîc etmiştir. Bu hadis, V. Sûre-
i Celîlenin (Mâide) 56. âyet-i kelimesiyle LVIII. Sûre-i celîlenin (Mücâdele) 22. ve aynı sûre-i celîlenin 19. âyet-i kerîmelerine işaret buyurmaktadır.    

             

"Meveddet'ül-Kurbâ"da Emir'ül-Mü'minin'in (a.s), "Evlâdım­dan olan imamlara kim itaat ederse, gerçekten de Allah'a itaat etmiştir; onlara isyan eden, gerçekte Allah'a isyan etmiştir; onlar sağlam kulptur; ulular ulusu, yüceler yücesi Allah'a vesilelerdir onlar" buyurdukları bildirilmektedir (Yenâbi'ul-Mevedde; s. 445-446).

Hâkim'ül-Hiskânî Ubeydullah b. Abdullah, "Şevâhid'üt-Tenzil li Kavâıd'it-Tafdil"inde, V. Sûre-i Celîlenin (Nisa1), "Ve kim Al­lah'a ve Peygamber'e itaat ederse o ve o çeşit kişiler, peygamber­lerden ve gerçeklerden ve şehidlerden ve sâlihlerden olup Allah'ın nimetlendirdiği kişilerle beraberdir ve onlar ne de güzel arkadaş­lardır" mealindeki 69. âyet-i kerimesini İbn Abbas'ın, 'Ve kim Al­lah'a, farzlarında itaat eder, sünnetlerinde Rasûlullâh'a (s.a.a)

(*) Emir'ül-Mü'minih'in havass-ı ashabından olan Abâye için "Tenkıyh'ul-Makaal"in II. C.nin 131-132. s.e bk.

 

 

uyarsa o ve o çeşit kişiler, peygamberlerle ve gerçeklerden olan Ebû-Tâli oğlu Alî iledir; O, Rasûlullâh’ı (s.a.a) ilk gerçekleyendir çünkü; şehidlerledir; yâni Ebû-Talib oğlu Alî ve Ca'Fer-i Tayyar iledir; ve sâlihlerledir; yâni Selmân, Ebû-Zerr, Hubâb ve Ammâr'ladır, ve onlar, yâni (Alî'den sonra) Onbir İmâm, ne de güzel arkadaşlardır cennette" tarzında tefsir ettiğini ve bu âyet-i kerîmeden sonraki "Bu lütuf ve ihsan, Allah'tandır ve her şeyi bi­len Allah'ın bilgisi, lütfü yeter" mealindeki âyet-i kerîmeyi oku­yup, "Cennette, Alî'nin, Fâtıma'ın, Hasan ve Huseyn'in (a.s) kondukları yerle Rasûlullâh'ın (s.a.a) konduğu yer, konakladığı mekân aynıdır" dediğini tahrîc eder (Şeyh Muhammed Bâkır'ül-Mahmûdî'in tashihleri ve notlarıyla; Müesseset'ül-A'lemîyyi I'il-Matbûât Yayımı; Beyrût-Lübnân-1393 H. 1974; s. 153-154).

Aynı kitapta, mezkûr âyet-i kerîmedeki "Peygamberlerden, Hz. Muhammed'in (s.a.a), "Gerçeklerden Alî'nin (a.s)- "Şehid-ler"den, Hamza'nın (a.s), "Sâlihler"den, Hasan ve Huseyn'in (a.s), "Ve onlar, ne de güzel arkadaşlardır da Al-i Muham­med'in (s.a.a), Kaaim'inin, yâni Mehdî'nin (a.s) kastedildiği, Aliyy b. Mûsâ'r-Rızâ'dan (a.s) ve ataları vasıtasıyle Hz. Emir'ül-Mü'minin'den (a.s) tahrîc edilmektedir (s. 154-155. Bu sahifeler-de Asbağ b. Nübâte ve Huzeyfe'den tahric edilen iki hadis de aynı mealdedir).

Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), Vida' Haclarında, kendilerine halef ve halîfe olarak iki ağrı, iki değer biçilmez şey bıraktıklarını, biri­
nin, Allah'ın ipi olan, Zât-ı Ahadiyyet göğünden, Ulûhiyyet semâsından halka uzatılmış Allah ipi, Kur'ân-ı Mecîd öbürünün
Ehlibeyti olduğunu bildirdiklerini, ümmetine, bu ikisine yapışırlar, sarılırlarsa ebediyen sapıklığa düşmeyeceklerini ve bu ikisinin, kıyamette, âhirette, kendilerine ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını bütün Sahabeye tebliğ buyurduklarını da hatırlatalım (Cami'üs-Sagıyr; I, 53, 87).

 

Bütün bu hadislerden, sözleri, vahye dayanan, itaati, Allah itaati olan Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) bu buyruklarından sonra kısa bir mülâhazada bulunmamız gerekir sanırım:

Kendilerinden sonra vasiyleri, halifeleri, hidâyet imamları olan, hepsi de Kureyş'ten, Hâşimoğullarından gelecek bulunan bu Oniki İmâm, bir anda ve bir zamanda hilafet süremezler; böyle birşey olamaz ve olmamıştır. Hepsinin Kureyş'ten olduğunu ka­bul ederek düşünelim: Birinci Halifeden itibaren İmâm Hasan'ı da (a.s) sayıya alarak saysak, bu hidâyet imamlarının Altıncıla­rı, Kur'ân-ı Mecid'le Ehlibeytin, kıyamete dek ayrılmayacağına, Alî'nin Kur'ân'la, Kur'ân'ın da Alî ile olup âhiret gününe dek ayrılmalarına imkân bulunmadığına, Alî'nin Mü'minlerin veliyy-i emri bulunduğuna, Alî'yi sevenin kendilerini sevdiğine, ona buğzedenin, kendilerine buğzedeceğine, Alî'yi şovenin kendilerini sövmüş, kendilerine söveninse Allah'ı sövmüş olacağına dâir hadis-i şerifleri duymamış olması mümkün bulunmadığı halde (Ca­mi1; I, s. 53, 87, II; 141, 156), hattâ son hadis, Medine'de, Rasûlullâh'ın (s.a.a) zevceleri, Mü'minler anası Ümmü Seleme (R.A) tarafından yüzüne karşı ihtar edilmesine rağmen koyduğu bu kötü bid'ati yürüten, "Yazık Ammâr'a, onu azgın, âsî bir taife katledecek ve o, onları cennete çağırdığı halde onlar, onu cehen­neme çağıracaklar" hadisini duyduğunda şüphe olmamasına kar­şılık, Ammâr'ın bulunduğu toplumla savaştan çekinmeyen (Cami1; II, 185). Ammâr'ın şahâdetine, "Fetihler fethi" diye sevi­nen kişi ve ondan sonrakiler, İmâm Huseyn'i (a.s) şehîd ettiren­ler, Ehlibeyti şehir şehir gezdirip teşhir edenler, onlara, hâşâ, Hârici diyenler, Medine halkını kılıçtan geçirtenler, Mescid-i Nebî'ye hayvan bağlatanlar, sarhoş olarak sabah namazını dört rekat kıldıranlar, sûre yerine şiir okuyanlar, namazdan sonra ge­riye dönüp, yeter mi, yoksa daha kıldırayım mı diye alay edenler, sevdiği halayığın ölüsüyle, ölü kokuncaya dek yatanlar, Kur'ân-ı Mecîd'i oka tutanlar, bu sayıya mı girecekler? Hâşâ... Yahut Ümmeyyeoğulları gibi İslâm hilâfetini boy ve sınıf saltanatı hâline getiren, İslâm ülkesinde, yiyen ve yenen iki sınıf, devlete konan ve horlanan iki bölük meydana çıkaran, tıpkı onlar gibi Kayserlerin, Kisrâların, kapıcılı, perdecili, haremli, teşrifatlı köleli, hadımağalı, câriyeli, içkili ve müzikli toplantılı saraylar kurduran, Ehli­beyte onlar kadar, hattâ daha da fazla zulümde bulunan, dinleri­ni dünyâlarına satan Abbasoğullarında mı arayalım bu imâmları?

Esasen "Oniki" sayısını da aşar-geçer bunlar. Apaçık görünü­yor ki Oniki İmâm, ancak "İmâmiyye"nin kabul ettiği imamlardır (a.s); Şia'nın öbür bölükleri de İmamet hususunda maalesef reylerine uymuşlar, gerçekten sapmışlardır.

Ehlibeyt İmamlarından, Şîa yoluyla gelen haberlerden birkaçı­nı da verelim: İmâm Ca'fer'üs-Sâdık (a.s), "İmâm Hasan ve Huseyn'den (a.s) sonra İmamet, ebedî olarak kardeşe kalmaz; Huseyn'den sonra Hûseyn oğlu Alî'den yürür" buyurmuşlar, VIII. Sûre-i Celîlenin '(Enfal) son âyeti olan 75. âyet-i kerîmenin, "Allah'ın takdirinde sabit olduğu üzere bir kısım yakınlar, bir kıs­mından daha fazla vilâyet sahibidir" mealindeki kısmını okuyup, "Alî b. Hûseyn'den sonra babadan oğula, oğuldan oğula" demişler­dir (Usûl'ül-Kâfî; s. 144).

İmâm Ca'fer'üs-Sâdık (a.s), İmametin, Huseyn'den (a.s) son­ra, onun soyunda olacağını ve bir zamanda iki imâmın bulunama­yacağını tasrîh buyurmuşlardır (Bıhâr'ül-Envâr; Hâcc Seyyid Cevâd'ül-Alevî ve Hâcc Şeyh Muhammed'ül-Ahondî'nin haşiyeleri ve notlarıyla; C. XXV; Tehran-1388; s. 249-250). İmâm Muhammed'ül-Bâkır ve İmâm Ca'fer'üs-Sâdık'ın (a.s) İmâm Huseyn'den (a.s) sonra iki.kardeşin imametinin olmadığı ve imametin Huseyn'in (a.s) soyunda olduğu hakkında birçok beyânları vardır (Aynı; s. 261).

Ebû-Bakîr, İmâm Ca'fer'üs-Sâdık'tan (a.s), "Allah'a itaat edin ve Rasûl'e itaat edin ve sizden emir sahiplerine" mealindeki âyet-i kerîmede (IV; Nisa' 59), "Emir sâhipleri"nin kimler olduğunu sormuş, İmâm (a.s) Alî, Hasan ve Huseyn (a.s) olduğunu söyle­mişler, halk, neden Alî'nin ve Ehlibeytinin adlan Allah'ın kita­bında anılmadı diyor" sözüne de şu cevâbı vermişlerdir:

"Onlara söyleyin: Hz. Rasûl'e namaz farz edildi; bu hususta âyet indi; fakat Allah üç, yahut dört ri'at olduğunu bildirmedi; Rasûlullâh (s.a.a), bunu (Vahye mutabık, emre muvafık olarak) tefsir buyurup tâyin ettiler. Zekâtın farz olduğuna dâir âyet indi; fakat kırk dirhemden bir dirhem verilmesi, Rasûlullâh'ın (s.a.a) tefsiriyle kararlaştı. Hac âyeti indi; fakat yedi kere dönün buyrulmadı; bunu da Rasûlullâh (s.a.a) tefsir ve tâyin ettiler. İtaat edin Allah'a ve itaat edin Rasûl'e ve sizden emir sahiplerine âyeti de Alî, Hasan ve Huseyn hakkında nazil oldu; Rasûlullâh (s.a.a) Alî hakkında, Ben kimin mevlâsıysam Alî de onun mevlâsıdır ve size, Allah'ın kitabını ve Ehlibeytimi tavsiye ediyorum; gerçekten de ben üstün ve ulular ulusu Allah'tan, onların ikisinin, kıyamete dek ayrılmamalarını diledim ve bana dilediğimi verdi buyurdu. Onlara birşey öğretmeye kalkışmayın; çünkü onlar sizden daha iyi bilirler ve onlar sizi, hidâyet kapısından çıkarmazlar kesin olarak ve sizi sapıklık kapısından sokmazlar kesin olarak buyur­du. Rasûlullâh (s.a.a), sükût etselerdi, filânın soyudur, feşmanın boyudur diye iddialar meydana çıkar. Ehlibeytinin kimler olduğu apaçık anlaşılmazdı. Fakat üstün ve ulu Allah, Peygamberini ger­çeklemek üzere, kitabındaki "Ancak ve ancak Allah, ey Ehlibeyt, sizden her çeşit pisliği, suçu, şüpheyi gidermek ve sizi tam bir te­mizlikle temizlemek, tertemiz bir hâle getirmek diler" âyet-i kerîmesini indirdi (XXXIII; Ahzâb, 33); orda Alî, Hasan, Huseyn ve Fâtima vardı; Rasûlullâh (s.a.a) Ümmü Seleme'nin evinde on­ları abalarının altına alıp Allahım buyurdular; her peygamberin bir ehli, değer biçilmez yakınları vardır; bunlar da benim Ehli-beytimdir, benim değer biçilmez yakınlarımdır. Ümmü Seleme, ben senin ehlinden değil miyim deyince de, sen gerçekten de ha­yır üzeresin; fakat ehlim değer biçilmez yakınlarım bunlardır bu­yurdu. Rasûlullâh (s.a.a) vefat edince hakkında, Rasûlullâh'ın bir­çok iblâğına, insanlara, yerine onu geçirdiğini, elini tutarak bil­dirmesine binâen Alî, insanlara, nefislerinde evlâ oldu; Alî'nin vefatından sonra, yaşça büyüklüğü bakımından Hasan, bu maka­ma lâyıktı; sonra bu makama Huseyn sahip oldu; Ehlibeytinden hiçbiri babasına ve kardeşine karşı bir iddiaya girişmediği gibi ona karşı da bir iddiaya kalkışamadı ve âyet-i kerîmenin te'vili, Allahın takdirinden sabit olduğu üzere bir kısım yakınlar, bir kısmından daha fazla vilâyet sahibidir âyetince yürüdü; Huseyn'den sonra Huseyn'in oğlu Alî'ye, Huseyn'in oğlu Alî'den son­ra Alî'nin oğlu Muhammed'e intikaal etti."

İmâm bundan sonra, âyetteki "Pislik, suç, şüphe" diye çevrilen "Rics" sözünü, "Rics, şüphedir; Andolsun Allah'a ki biz, Rabbimiz-de hiç mi hiç şüpheye düşmedik" buyurarak tefsir eylemişlerdir (Usûl'ül-Kâfi; s. 144-145).

. Abdürrahim b. Rûh'il-Kasîr, İmâm Muhammed'ül-Bâkır'dan (a.s), "Peygamber inananlar üzerinde, kendilerinden ziyâde ta­sarruf ve vilâyet sahibidir ve zevceleri de onların analarıdır ve Allah'ın takdirinde yakınların bazıları da, bazılarından daha faz­la vilâyete sahiptir" mealindeki âyet-i kerimenin (XXXIII; Ahzâb, 6) kimler hakkında indiğini sormuştu. İmâm (a.s), "Bu âyet" bu­yurmuşlardı. "İmamet hakkında nazil olmuş, hükmü, Huseyn'den sonra evlâdına yürümüştür; gerçekten de biz, emr sahipleriyiz ve Rasûlullâh'la biz, emir hususunda, Mü'minler, Muhacirler ve Ensâr hakkında, onlardan ziyâde tasarruf ve vilâyete sahibiz." (Aynı; s. 145)

Abdürrahim diyor ki: "Cafer'in" evlâdının bunda bir payı yok mu dedim. Hayır buyurdular; Abbas'ın evlâdının bir payı yok mu dedim. .Hayır buyurdular. Abdulmuttalib soyunun boylarını bir bir saydım; hepsine de Hayır buyurdular. Hasan evlâdını sormayı unutmuş, huzurlarından çıkmıştım; tekrar huzurlarına girdim ve Hasan evlâdının da bunda bir payı yok mu dedim; "Andolsun Al­lah'a ey Abderrahîm" buyurdular; "Bizden başka, Muhammed so­yundan hiç birinin bunda payı yok." (Aynı sahife)

Tathîr, Mübâhele ve Meveddet Ayetleri.

 

Ayet-i kerimelerin bâzılarına, iniş sebepleri, yahut teşriî hü­kümleri bakımından ad verilmiştir. XXXIII. Sûre-i Celîlenin (Ahzâb) 33. âyet-i kerîmesi bunlardandır ve "Tathîr Ayetî" diye anılır.

"Sahîhu Müslim"in, "Sahabenin üstünlükleri" bölümünde, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), Alî, Hasan, Huseyn ve Fâtıma'yı (a.s), libâslarının altına alıp bu âyet-i kerîmeyi okudukları (Bulak-1290; c. III; s. 147), "Sahîhu Tirmizî" de "Müminler anası Ümmü Seleme'nin (R.A)' evinde, bu âyetin inişinden sonra Alî, Fâtıma, Hasan ve Huseyn'i (a.s) abalarının altına alarak, "Ehlibeytim bunlardır; sen onlardan ricsi gider ve onları tam bir temizlikle tertemiz et" buyurdukları, Ümmü Seleme'nin (R.A), "Ey Allah'ın Peygamberi, ben de onlarla mıyım" demesi üzerine "Sen yerinde-sin ve sen hayır üzeresin" dedikleri (Bulak-1292; II; s. 209), aynı kitapta Ümmü Seleme'nin sorusuna "Gerçekten de sen hayır üze­resin" cevabını yerdikleri tahric edilmektedir (II; s. 319). Tirmizî, gene "Sahîh"inde, Hz. Peygamber'in (s.a.a) tam altı ay sabah namazına giderlerken, Fâtîma'nın (a.s) kapısında, "Namaz, Ey Eh­libeyt, Allah ancak ve ancak sizden nesi gidermeyi, sizi tam bir temizlikle tertemiz etmeyi diler" buyurduklarını tahrîc ve kayde­der (II; s. 209). Ahmed b. Hanbel, "Müsned"inde, Rasûl-i Ek­rem'in (s.a.a), Fâtıma ve Alî'yi (a.s) önlerine oturtup Hasan ve Huseyn'i (a.s) dizlerine alarak üstlerine abalarını örtüp bu âyet-i kerîmeyi okuduklarını ve "Allahım, Ehlibeytim bunlardır ve Eh­libeytim tam olarak hak etmiştir bunu" buyurduklarını bildirir (Mısır; Meymeniyye Mat. 1313; c. IV, s. 107? Gene aynı itapta, Ümmü Seleme'den, Rasûlullâh'ın (S.M), Cenâb-ı Fâtıma'ya (a.s), "Zevcini, çocuklarını çağır" buyurduğu, Alî, Hasan ve Huseyn (a.s) gelince, bu âyet-i kerîmenin indiği, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), onları, örtündükleri abanın altına alıp mübarek elini, abadan çı­karak açtıkları ve "Allahım, Ehlibeytim, yakınlarım bunlardır; sen onlardan ricsi gider; onları tertemiz et" diye dua buyurdukla­rı tahrîc edilmektedir ki Ümmü Seleme validemiz, "Başımı kapı­dan uzattın da, Yâ Rasûlallah dedim, ben de onlarla mıyım? Sen hayır üzeresin buyurdular" der (VI; s. 292).

Bu olay, Beyhakıy'nin Sünen"inde, Ebû-Dâvûd'un "Müsned"in-de, "Mütedrik'us-Sahibayn, Tehtib'üt Tehzüv Zehâir'ül-Ukbâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz-Zevâid, E'r-Rıyâd'un-Nadıra" gibi ha­dis kitaplarında, Tabarî, Fahr-i Râzî ve Süyûtî'nin Tefsirlerinde, "Üst'ül-Gaabe, İstîâb" gibi Ricale ait kitaplarda, "Esbâb'ün-Nüzûl-Tvrihu Bağdad" gibi kitaplarda, senedleriyle zikredilmek­tedir (Fadâil'ül.-Hamse'ye; I, s. 214-243 ve Rahmetli Ayetullah Seyyid Abd'ül-Huseyn Şerefüddin'il-Amilî'nin "El-Kelimet'ül-Garrâ' fî Tafdîl'iz-Zehrâ adlı kitabına bk. "El-Fusûl ul-Mühimme fî Telif il-Ümme" adlı değerli kitabının 1-200. sayfasının sonunda; Necef-i Eşref-1375; 3. Basım; s. 9-23).

Necran Hıristiyanları, III. Sûre-i Celîlede (Ali İmran), İsa Pey­gamber (A.M) hakkında nazil olan âyetlere kanmazlar ve cizye vermemekte direnirlerse, Resûli Ekrem'e (s.a.a), "Sana" (İsa'nın Allah katındaki mertebesi, kulluğu ve Hıristiyan inancının bâtıl olduğu hakkında) "Bilgi geldikten sonra da gene seninle tartışma­ya kalkışana, artık de ki: Gelin, biz oğullarımızı, siz de oğullarınızı, biz kadınlarımızı, siz de kadınlarınızı, biz kendimizi, siz de kendinizi çağıralım (bir yerde, bir araya gelelim); sonra mübâhelede bulunalım; artık Allah'ın lanetini yalancılara havale edelim" mealindeki 61. âyet-i kerîmesi nazil oldu. Mübâhele, iki kişinin, iki tarafın, karşı karşıya gelerek lânetleşmesi, yalancı olanın, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmasını dilemesidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), bu âyet-i kerime inince, onlara haber gön­dermiş, hicretin onuncu yılı Zi'1-Hiccesinin yirmi dördüncü günü buluşmayı kararlaştırmışlardı. Cenâb-ı Rasûl-i Ekrem (s.a.a), o gün, İmâm Hasan ve Huseyn'i, Hz. Fâtımat'üz-Zehrâ'yı ve Alî'yi (a.s) çağırmışlar, beraberce Necranlıların bulunduğu yere git­mişlerdi; Cenâb-ı Fâtıma (a.s) arkalarındaydı, en arkada da Hz. Alî (a.s) geliyordu. Rasûlallah (s.a.a), bunlardan başka, ne amca­larını, ne zevcelerinden birini, ne de Hâşimoğullarından birisini çağırmışlardı. Mübâheleye giderlerken yanlarına yalnız Alî'yi, Fâtıma'yı, Hasan ve Huseyn'i (a.s) almışlardı. Onlara, "Ben dua edince siz âmin deyin" buyurmuşlardı. Necranlılar, Hz. Peygamber'i ve Ehlibeytini görünce, işin sonundan korkmuşlar, başların­daki ulularının sözünü tutup cizyeye razı olarak dönmüşlerdi.

Ayet-i kerîmedeki "Oğullarımız "dan maksat, İmâm Hasan ye Huseyn'dir (a.s); bu suretle ikisi de, Allâhu Taâlâ tarafından, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) oğulları sayılmaktadır. "Kadınlarımızdan maksad, Sıddıyka-i Kübrâ Fâtımat'üz-Zehrâ'dır (a.s); "Biz"den maksatsa, Rasûl-i Ekrem (s.a.a) ve Emîr'ül-Müminin Alî'dir (a.s); bu suretle âyet-i kerîmede Emîrul-Mü'minin (a.s), peygamberlik sıfatı hâriç, Hz. Rasûl-i Ekrem'le (s.a.a) beraber anılmaktadır.     

                              .

Mübâhele olayı "Sahîhu Müslim "de, "Tirmizî" de, "Müsned"de, Beyhakıy'nin "Sünen"inde, "Müstedrik"te, Vâhıdî'nin "Esbâb'ün-Nüzûl"ünde, Ebû-Nuaym'in "Delâilinde, bütün tefsir kitapların­da, o cümleden olarak "Keşşafta, "Tefsîrü Kebîr"de, "Dürr'ül-Mensûr"da ve diğer kitaplarda nakledilmektedir.

Ayet-i kerîmede, "Oğullarımız, kadınlarımız biz" sözlerindeki umumilik, hususiliği de hâizdir; Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâm'ın, kıyamete dek hükmünün devamı düşünülürse, Hz. Muhammed'le (s.a.a) Emîr'ül-Mü'minin'in (a.s), kıyamete dek Kur'ân'ı ve İslâm'ı, bütün gerçekliğiyle tanıtmaya, hükümlerini icraya memur olan İmâm'ın ve O'nun gaybetinde, nâibleri olan müctehidlerin, Cenâb-ı Fâtıma'nı, İslâm kadınlığının, İmâm Hasan ve Huseyn'in de (a.s) İslâm mücâhidlerinin mümessili olduklarını, bu Beş Ma'sûm'un, kıyamete dek İslâmi ve imânı temsil ettiğini de ânlarız (Fadâil-ül Hamse; I, s. 244-250; El-Kelimet'ül-Garrâ' fi Tafdîl'iz-Zehrâ; s. 2-9).

 

Kur'ân-ı Mecîd'in, XLII. Sûre-i Celîlesinin (Sûra), "Meveddet Ayeti" diye anılan ve "Bu, Allah'ın, inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesi de ki: Sizden ecir istemiyorum (, dünyalık bir şey dilemiyorum); istediğim, ancak yakınlara (Ehl-i Beytime) sevgidir ve kim, güzel ve iyi iş yaparsa, onun güzel ve iyi mükâfatını artırırız; şüphe yok ki Allah, gerçekten de suçları ör­tendir, iyiliğe mükâfatla karşılık verendir" mealindeki 23. âyet-i kerîmesi de Alî, Fâtıma, Hasan ve Huseyn (a.s) hakkında nazil olmuştur. Ensâr, hicretten sonra, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), sıkıntı­lı geçimini görüp mallarını, varlarını yoklarını arzettikleri zaman bu âyet-i kerîme inmiştir. Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'tan, Tabarânî, Hâkim, İbn Ebi-Hâtem, gene ondan tahric ettikleri ve İbn Hacer, "Savâık"ında yazdıkları ve rivayet ettikleri gibi, bu âyet-i kerimenin kimler hakkında nazil olduğu Rasûl-i Ek­rem'den (s.a.a) sorulunca, Alî, Fâtıma ve oğulları, yâni Hasan ve Huseyn (a.s) hakkında nazil oldu buyurmuşlardır. Zamahşeri, "Keşşaf ta, bu âyeti kerîme indikten sonra Hz. Rasûl'e (s.a.a), sevgileri bize vâeib olan yakınların kimlerdir diye sorulunca, "Alî, Fâtıma ve oğullan" buyurduklarını bildirir. Fahr-i Râzî de "Tefsir"inde bunu naklettikten sonra, "Alî, Fâtıma, Hasan ve Huseyn'in (a.s), Rasûlullâh'a (s.a.a) yakınlıkları sabit olunca da" der, "Bu âyet birkaç cevhile onların yüce tanınmalarına delâlet eder: Önce bunlar, Al-i Muhammed'dir (s.a.a), bu, tevatürle sabittir. İkincisi, Hz. Peygamber (s.a.a), gene tevatürle sabit oldu­ğu gibi, Cenâb-ı Fâtıma (a.s) hakkında, "Fâtıma, benim bir par-çamdır; O'nu inciten, beni incitmiştir" buyurmuşlardır; Alî'yi, Ha-san'ı ve Huseyn'i (a.s) sevdikleri de tevatürle sübût bulmuştur; bu sübût dolayısıyle bütün ümmete, "O'na uyun da doğru yolu bu­lun" (VII; A'râf, 157) hükmünü kabul etmek, "Artık O'nun emrine aykırı hareket edenler" âyetinde (XXIV; Nur,-63) bildirilen sonuç­tan çekinmek, "De ki: Allah'ı seviyorsanız, artık bana uyun da Al­lah da sevsin sizi (III, Ali İmrân, 31) buyruğunu tutmak ve "An-dolsun ki Allah'ın Resûlünde sizin için uyulacak en güzel örnek var" (XXXIII; Ahzâb, 21) âyetinin hükmüne uymak bütün ümmete vaciptir. Üçüncüsü, Al-i Muhammed'e (s.a.a) dua, salavât onlar

için büyük bir şereftir; bundan dolayı da bu, teşehhüdün sonudur; onlardan başkaları için böyle bir yücelik yoktur; bütün bunlar, Al-i Muhammed'i (s.a.a) sevmenin vücûbunu bildir" der. Suyûtî de, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), bu âyet-i kerîmenin, Alî, Fâtıma, Hasan ve Huseyn (as.) hakkında indiğini bildirdiklerini de "E'd-Dürr'ül-Mensûr"da zikreder. "Zehâri'ül-Ukbâ, Mecma'uz-Zevâi" aynı bilgiyi verir; İbn Ebî-Hâtem ve Hâkim de bu yorumu kabul eder; "Nûr'ül-Absâr"da da, Bagavî'den aynı yorum nakledilir. Hâkim "TefsıVinde, Ebû-Umâmet'il-Bâhilî'den, Rasûlullâh'ın (s.a.a), "Yüce Allah peygamberleri ayrı-ayrı ağaçlardan (soylar­dan) halketti; ben ve Alî, bir ağaçtan yaratıldık; o ağacın aslı be­nim, fer'i Alî'dir; Fâtıma verimidir; Hasan ve Huseyn meyveleri; Şîamız yapraklandır o ağacın. Kim, o ağacın dallarından bir dala yapışırsa kurtulur; kim ondan uzaklaşırsa yok olur gider. Kul, Al­lah'a bin yıl ibâdet etse, sonra bin yıl daha ibâdette bulunsa da yerlere döşense, fakat bizi sevmese, gene Allah onu, yüz üstü ce­henneme attırır" buyurduklarını, sonra da Meveddet âyetini oku­duklarını tahric etmiştir.

 

"Müstedrik'üs-Sahîhavn"de, İmâm Hasan'ın, Emîr'ül-Mü'minîn'in (a.s) şahâdetlerinden sonra, Küfe'de, okudukları hutbede, "Ey insanlar, beni tanıyan tanır; tanımayan bilsin, tanı­sın ki Alî oğlu Hasan'ın ben; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun. Rasûlullâh’ın oğluyum ben; Vasıy'nin oğluyum ben. Halkı müjde­leyenin oğluyum ben; korkutanın oğluyum ben; Allah'ın izniyle Allah'a çağıranın oğluyum ben; aydınlatan ışığın oğluyum ben. Ben o Ehlibeyttenim ki Cebrail, bizim katımıza inerdi; bizim ya­nımızdan göğe ağırdı. Ben o Ehlibeyttenim ki Allah, onlardan ricsi gidermiştir; onları tertemiz etmiştir. Ben, o Ehlibeyttenim ki Al­lah, onların sevgisini her Müslümana farz etmiştir. Mukaddes ve yüce Allah, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun. Peygamberine, "De ki" buyurmuştur, ben sizden bir ecir istemem; istediğim, an­cak yakınlara sevgidir ve kim, güzel ve iyi bir iş yaparsa, onun güzel ve iyi mükâfatını artırırız" Güzel ve iyi mükâfatı artırır, biz Ehlibeytin sevgisidir" buyurduklarını bildirir. İmâm Zeynü'l Abidin (a.s), Kerbelâ faciasından sonra, Kûfe'de, Ehlibeyt'e târîz eden kişiye, bu âyet-i kerîmeyle ihticacda bulunmuşlar, onun hidâyete erişmesine sebep olmuşlardı.

Bu âyet-i kerîmedeki yakınlığın müşriklere hitâb olduğunu söyleyenler, âyeti bu tarzda yorumlayanlar olmuştur; fakat âyet-i kerîme Medine'de ve Ensâr'ın arzettiğimiz gibi Hz. Rasûl'e (s.a.a), varlıklarını sunmak istemeleri üzerine inmiştir; esasen kâfirlerle müşriklere, risâlet ecri hususunda böyle bir İlâhî hitabın gelmesine imkân yoktur. Yakınları, akrabayı sevmek ve korumak husu­sunda indiğini söyleyenler de vardır; fakat bu da nüzul sebebine uymaz. Ayet-i Kerîmenin, XXXIV. Sûre-i Celîlenin (Sebe1), "De ki: Sizden bir ücret, bir karşılık istemiyorum; sizin olsun o; benim ec­rim ancak Allah'a aittir ve O, herşeye tanıktır" mealindeki 47., âyetinin hükmüyle neshedilmiştir diyenler de var; fakat bu âyet-i kerime, Allah'ın hükümlerini, emir ve nehiylerini" bildirmeme karşılık sizden bir dünyalık istemem meâlindedir; sizi minnet al-, tına almam demektir. Meveddet Ayet-i kerîmesiyse Ensâr'ın müracaatı üzerine nazil olmuştur ve bütün Müslümanlara Ehli­beyt sevgisini vacip kılmaktadır; kimlerin sevilmesi gerektiğini de bizzat Rasûlullâh (s.a.a) bildirmişler, Ehlibeyti tarafından da defalarca te'kid edilmiştir. Nâsihi, mensûhu, muhkemi, müteşâbihi herkesten fazla Ehlibeyt bilir; akliyle, reyiyle, bir ya­na yamanarak yorumlarda bulunanlar değil. Ehlibeytin mahabbeti emredilseydi, âyetin, "İlla'l-Meveddete fi'1-Kurbâ" tarzinda-ı değil, "İllâ Meveddet'el-Kurbâ", yahut "İlla'l-Meveddete li'l-' Kurbâ" tarzında olması gerekirdi de denmiştir; fakat bu da yerin­de bir söz değildir. Çünkü izafet ve "Lam" burda "fî"nin ifâde etti­ği anlamı vermez; Zamahşerî'nin "Keşşaf'da dediği gibi âyetteki "fi" mübalağayı tazammun etmektedir. Te'kîdi bildirmektedir. Bir de şu var: İmâm Hasan ve Huseyn (a.s), Medine'de doğmuşlar­dır; Şûra Sûresiyse Mekke'de nazil olmuştur diyenler olmuştur. Bunların sözleri büsbütün boştur ve belki de Ehlibeyt düşmanlı­ğına dayanmaktadır. Bu âyet-i kerime ve bundan sonraki üç âyet, İbn Abbas ve Kataade'den gelen rivayetlere, Sa'lebî ve Begavîye, Vâhıdî'nin "Esbâb'ün-Nüzûl"üne ve Ehlibeytten gelen haberlerin ittifakına ve tevatürüne nazaran Medine-i Münevvere'de inmiş­tir. Tertip dolayısıyle Mekke'de nazil olan sûrelerde, Medine'de inen âyet-i kerimeler olduğu gibi Medine'de inen sûrelerde de Mekke'de nazil olan âyetler mevcuttur.

Meveddet Ayet-i kerîmesinin, Ehlibeyt hakkında inmediğine dâir rivayetler, bilhassa İkrime'den gelmektedir. Bu kişi, Tathir Ayetini de dilediği tarzda yorumlamaya kalkışan bir kişidir. İkrime, Mukaatil b. Süleyman'la beraber, Hâricilerin en aşın inanç­larını benimsemiştir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Bükeyr, Hâlid \ b. İmrân, Mıs'ub, Muhammed b. Şîrîn, Yahya b. Saîd'ül-Ensârî; İbn'ül-Müseyyib ve diğerleri bu adamı yalancılıkla töhmetlemişlerdir. İbn Abbâs'ın ve Abdullah b. Mes'ûd'un oğulları, bu kişinin, babaları adına yalan söylediğini bildirmişlerdir. Zehebî'nin "Mizn'ül-İtidâl"inde, Askalânî'nin "Feth'ül-Bârı'sinde, İbn Hallikân'ın "Vefeyâf'ında, Yâkuut'un "İrşâd'ül-Erîb ilâ Ma'rifet'il Edip’inde ve diğer kitaplarda, bu hususta rivayetler vardır. Meveddet Ayet-i kerîmesi, Ehlibeyt-i İsmet ve Taharet fakirin da nazil olmuştur (Fadâil'ül-Hamse'ye ve El-Kelimet'ül-Garrâ'ya da bakınız; I, s. 259-264; s. 15-18, 23-35 ve notlan).

Ehlibeyt hakkında nazil olan âyet-i kerimeeri, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) hadîs-i şeriflerim, birer-birer yazmaya, anlatmaya kalksak  sahifeler yetmez, ömrümüz tükenir, gene onların fazilet­leri, lâyıkıyle anlatılamaz. Kaleme gelenler, dile getirilenler, an­cak güneşten zerre, ummandan katredir.

Resim ve Şarkı

 

Şia'da hayat sahibi bir varlığın kabarık ve gölgeli resmini yap­mak haramdır. Dolayısıyla heykel ve kabartma resimler Şia'ya göre caiz değildir. Ama kabartma ve gölgeli olmadığı taktirde insan, at vb. hayat sahibi bir varlığın resmini yapmanın hiç bir sa­kıncası yoktur.

Şarkı meselesine gelince bu konu daha çok kadının sesinin ha­ram olup olmadığıyla ilgilidir. Şia'ya göre erkeklerin Kur'an okuyan bir kadının sesini duyması tahrik ve fesada neden olmadıkça sakıncasızdır. Yani kadınlar tahrik ve fesada neden olmadığı tak­tirde, yüksek sesle Kur'an okuyabilirler. Nitekim "normal konuş­ması da aynı hükümdedir. Kadının konuşması tahrik edici olursa haramdır. Ama tahrik edici olmaz ve fitne çıkmasından korkul-mazsa kadının namahrem erkeklerle konuşması haram değildir. Ama yine de kadın özellikle genç olursa konuşmamak daha iyidir.

İmam'a göre Kadının kadınlar arasında oynaması ve dans etmesi haram olmasa bile yapılmaması daha iyidir. Hatta kadının kocası için dahi şarkı ve türkü söylemesi ve dans etmesi uygun de­ğildir ve yapılmaması daha iyidir. Elbette kadın kocası için şarkı söylediğinde ve oynadığında da namahrem duymamalı ve görme­melidir. Yoksa haram sayılır! Kadınlar ihtiyaten farz olarak ka­dınlar için cemaat İmamı da olmamalıdır.

Şimdi İmam'ın fetyasınca kadının kendi kocası için bile şarkı türkü söylemesi doğru değilken İmam'ın muhibbi olduğunu söyle­yenlerin namahrem kadınların şarkı ve türkü dinlemesinin hük­mü nedir? Elbette ki haramdır. Düğünlerde kadın-erkek dans etmenin ve müzik eşliğinde eğlenmenin ne dinde ne de mezhepte hiç bir yeri yoktur. Özellikle de İmam'ın fetvasına göre kesin ha­ramdır. Televizyondan canlı veya cansız yayınlanan resimler hu­susunda ise hüküm şudur: Eğer o resmi sahibi tanınmıyor, şeh­vetle bakılmıyor ve fesadı da düşünülmüyorsa sakıncasızdır-. Rad­yo ve televizyon haberlerini sunan kadınları dinlemek ve bakmak da, şehvetle olmadığı taktirde sakıncasızdır. Gazete vb. yayın or­ganlarında yayınlanan kadınların fotoğraflarına bakmak da eğer fesada yol açmaz ve şehvetle bakılmazsa sakıncasızdır. Kadınla­rın spor programlarına bakması da şehvetle bakılmazsa caizdir. Aksi taktirde haramdır.

İmam'ın muhibbi olduğunu iddia edenlerin, namahrem kadın sanatçılardan şarkı-türkü dinlemesi, müzik eşliğinde kadınlı-er-kekli dans etmesi, şehvet verici filimler seyretmesi ve namahrem endişesi taşımadan işveli edalarla konuşması haramdır ve de id­diasıyla yakışık almayan bir davranıştır. Müslüman dinlediği müzik de işret meclislerine yakışır bir müzik türü olmamalıdır. Samimi Müslümanlar kapitalist kültürün bu sapık tezahürlerin­den sakınmalı ve yüce bir davanın sahibi olduğunu her vesileyle hatırlamalıdır. İşret meclislerine yakışır müzikleri dinleyen ve şarkı-türkü aşığı ruhlar, Allah korusun öyle bir hale gelir ki artık Kur'an okumak ve ibadet etmekten dahi lezzet alamaz bir hale gelir. İbadet lezzetinden mahrum bırakılan bir ruh ise ölü bir ce­set gibi donuk ve hareketsiz hale gelir. Sonunda da büyük bir hüsrana uğrar.

Müslüman her an yüce bir dava eri olduğunun müdriki olmalı­dır. Böylesi düşük ve müptezel şeylerden uzak durmaya çalışma­lıdır. Özellikle de İmam'ın muhibbi olduğu halde bunlara riâyet etmemek çok üzücü bir olaydır. İmam'ın adîm kullanmak ve şah­siyetine gölge düşürmektir. Zira halk insanı, müntesibi olduğu cemaat veya İmamla mukayese eder. Halk bir cemaat üyesinin yaptığı bir kötülüğü tüm cemaate mal eder. Bu yüzden Hizbullah olduğunu iddia edenler, sıradan Müslümanlardan daha farklı davranmalı ve tüm hareketlerinde diğer insanlara örnek olmalıdır.

Nitekim bu hususta İranlı Müslümanlar oldukça dikkatli dav­ranmaktadırlar. Devlet dairelerinde ve okullarda Hizbullah Müslümanlar gerektiğinde bayanlarla konuşurken ve çalışırken oldukça ihtiyat etmektedirler. Kadınların gözlerinin içine baka­rak konuşmaktan sakınmakta ve gerekli ölçüde konuşmaktadır­lar. Hatta çoğu yerde kadınlar ile erkeklerin çalışma yerleri de ayrılmış durumda. Otobüslerde genellikle erkekler ön kapıdan inip binmekte, kadınlar ise arka kapıyı kullanmaktalar.

Kısacası Hizbullah Müslümanlar bu hususta ifrat ve tefrite düşmeden örnek bir Müslüman kadın veya erkek olmaya çalış­maktadırlar. Üniversite merhalesine kadar tüm okullarda kız-er-kek öğrenciler genellikle aynı okullarda veya ayrı sınıflarda oku­maktadırlar. İranlı Müslümanlar birçok hususta olduğu gibi bu

hususta da ifrat ve tefrite düşmeden gerçekten örnek bir Müslüman kadın veya erkeğin nasıl olması gerektiğini en güze! şekliyle tüm insanlara göstermişlerdir.

Masumiyet

 

Şia'ya göre Peygamberler ve Ehl-i Beyt İmamları Allah'ın seç­tiği tertemiz kullardır. Allah'ın seçtiği kimseler ise masumdur. Nitekim Allah-u Teala da Fatır suresinin 32. ayetinde şöyle bu­yurmaktadır. "Sonra kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık."

İmam Rıza (a.s) bu ayetten maksadın Ehl-i Beyt İmamları oldu ğunu söylemiş dolayısıyla da İmamların masum olduğunu ifade etmiştir. Kaldı ki Allah-u Teala "Gerçekten de Allah yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidererek sizi tertemiz kılmak isti­yor." (Ahzab/33) buyurmaktadır. Yani Ehl-i Beyt İmamları her türlü pislikten tertemiz kılınmıştır. Bu hususta elbette ki ciltler dolusu bilgiler arzetmek gerekir. Ama biz burada kısa bilgiler vermeyi kararlaştırdığımız için okuyucuları bu husustaki daha geniş ve ilmi kitapları okumaya davet ediyoruz. Prof. Dr. Ticani bu hususta kısaca şöyle diyor:

"Şia ve Ehl-i Sünnet'in ihtilaf ettikleri konulardan biri de "Ma'sumiyet" konusudur. Şia'ya göre Peygamberler (Allah'ın se­lamı onlara olsun) elçi olarak gönderildikten önce de sonra da ma'sumdurlar. Ama Ehl-i Sünnet'e göre onlar; ancak ulaştırdıkla­rı Allah'ın kelamı hususunda masumdurlar, diğer hususlarda ise aynen diğer insanlar gibi, bazen isabetli karar verebildikleri gibi ve hataya da düşebilirler.

Bu konuda Ehl-i Sünnet kendi Sihahlarında Rasûlallah (s.a.a)'ın bir çok defalar (neuzu billah) hataya düştüğünü ve bazı sahabinin O'nu irşad edip doğruya yönelttiğini ifade eden bir ta­kım rivayetler de nakletmişlerdir. Örneğin Bedir esirleri konu­sunda güya Rasûlallah (Allah'ın selat ve selamı ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) hata yapmış, Ömer ise doğru karar vermiş ve eğer Ömer olmasaymış Resulullah (s.a.a) helak olacakmış!(1) Veya naklettiklerine göre Resulullah (s.a.a) Medine'ye geldiğinde onla­rın hurma ağaçlarını aşıladıklarını görünce onlara "Ağaçları aşı­lamayın ki daha iyi ürün versinler" demiş. Fakat aksine hurma ağaçları kötü ürün vermiş ve onlar Resulul lah’a gelip şikayet edince

 

1. Bunu İbn-i Kesir "El Bidayetu Ve'n Nihaye" adlı kitabında İmam Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davut ve Tirmizî'den nakletmiştir.

 

  Hazret "Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz" demiş­tir. Ayrı bir rivayete göre de şöyle buyurmuştur.

Yani: "Ben ancak bir beşerim; eğer size dininizle ilgili bir şeyi emretsem onu tutun, ama eğer kendi görüşümden bir şey emre­dersem ben ancak bir beşerim." buyurduğu nakledilmiştir.(1)

Yine Ehl-i Sünnet'te nakledilen başka bir husus da şudur: Gü­ya Rasûlallah (s.a.a)'e sihir yapmışlar ve bunun üzerine o Hazret günlerce ne yaptığını bilmezmiş. Hatta hazret kadınlarıyla ilişki­de bulunduğunu zannedermiş. Halbuki gerçekte böyle bir şey söz-konusu bile değilmiş.(2) ve yine Hazreti kendisi yapmadığı her­hangi bir işi yaptığım hayal edermiş.(s.a.a)

Bir diğer rivayette de güya Hazret namaz kılarken yanılmış ve kaç rekat kıldığını bilememiş(4) veya namazda uyumuş ve uyku­su o kadar derinmiş ki horladığını duymuşlar ve daha sonra da uyanarak abdest almadan namaz kılmış.(5) Ve yine naklediyorlar ki O Hazret gazaplanınca bazen laneti hakketmeyen birisine sö­ver lanet edermiş ve daha sonra.

"Ey Allah'ım,, ben sadece bir beşerim; Müslümanlardan hangi birisine lanet etsem veya sövsem sen bunu onun için bir sadaka ve rahmet karar kıl!" diye söylermiş. (6)

Diğer bir rivayetlerine göre de güya Hazret, Aişe'nin evinde ba­cakları açık bir vaziyette sırt üstü uzanmış olduğu bir sırada, Ebu Bekir içeri girmiş, Hazret hiç istifini bozmadan onunla ko­nuşmuş; sonra da Ömer içeri girmiş onunla da aynı şekilde ko­nuşmuş. Ama Osman izin isteyince, kalkıp oturmuş, kendisini toplayarak elbisesini düzeltmiş. Aişe bunun nedenini sorunca, Hazret:

"Ben meleklerin bile haya ettiği bir şahıstan haya etmiyeyim?" diye cevap vermiştir. (7)

Yine rivayet ediyorlar ki, Hazret güya Ramazan ayında cünüp olarak sabaha kadar kalır ve böylece sabah namazını kazaya bırakırmış.(8)

1-        Sahih-i Müslim, El Fzail Kitabı, c. 7, s. 95.
Müsned-i Ahmed, c. l, s. 162 ve c. 3, s. 152.

2-        Sahih-i Buhari, c. 7, s. 29

3-        Sahih-i Buhari, c. 4, s. 68

4-        Sahih-i Buhari, c. l, s. 123 ve c. 2, s. 65.

5-        Sahih-i Buhari, c. l, s. 37, 44, 171.

6-        Sünen-i Daramı, Kitab'ur Rikak.

7-        Sahih-i Müslim, Bab-u Fezail-i Osman, c. 7, s. 117.

8-        Sahih-i Buhari, c. 2, s. 232, 234.

 

 

Ve bu çeşit akıl ve nübüvvetle bağdaşmayan naklini gerekli görmediğimiz bir çok rivayet söz konusu kaynaklarda mevcuttur. (1)

Ama Şia'ya gelince onlar -Ehl-i Beyt İmamlarından aldıkları talim üzere Peygamberleri ve özellikle de Hâtemün Nebiyyin olan Hz. Muhammed (s.a.a)'i bu gibi münasebetsiz yakıştırmalar­dan uzak bilerek Peygamberlerin (a.s) ister küçük ve ister büyük her türlü günah ve kötülüklerden pak olduklarına inanıyorlar. Şia'ya göre Rasûlallah Hazretleri her türlü hata, unutkanlık, ya­nılma ve sihir edilmekten kısacası her türlü günah, hata ve aklı gideren etkenlerden masumdur. Hatta Rasûlallah (s.a.a) yolda yürürken birşeyler yemek, yüksek sesle gülmek, yersiz yere şaka yapmak gibi halkın nazarında kötü sayılan, nübüvvet ve güzel ahlakla bağdaşmayan her türlü davranıştan bile kaçınırdı. Nerde kaldı ki, Rasûlallah (s.a.a) halkın gözü önünde yüzünü karısının yüzüne dayayıp kadınların dans edip oynamalarını seyretsin.2 Veya karisinin da bulunduğu bir savaşta, karısıyla yarışmaya gi­rip bir defasında Peygamber O'nu koşuda yensin, diğer bir defada da hanımı O'nu yensin ve "Bir bir berabere kaldık" demiş olsun. (3)

Şia, Peygamberlerin ma'sumiyetiyle çelişen bu tür rivayetleri, Emeviler ve uşakları tarafından, Rasûlallah (s.a.a)'in değerini düşürmek ve en azından tarihin tescil ettiği kendi kötü hareket ve utanç verici hatalarına bir mazeret bulmak amacıyla uydurdukları düzme rivayetler olarak bilmektedirler.

Bazılarının uyduruk rivayetlerinde yer aldığı gibi Zeyd'in karı­sı olan Zeyneb'i başını tararken gördüğünde Rasûlallah (s.a.a) O'na aşık olup "Sübhanellah-i Mükallibel Kulub" yani, kalpleri değiştiren Allah'ı tenzih ederim". (4) dediği veya Aişe'ye meyledip diğer karılarına adaletsiz davrandığını ve bunun üzerine diğer kanlan bir defa Fatıma ile bir defa da Cehş kızı Zeynep ile birlik­te gelip Ondan adaletle davranmasını istediklerini ifade eden te­melsiz rivayetler (5) doğru kabul edilecek olursa kısacası Rasûlallah (s.a.a)'in hata yapıp-neuzu billah- hevâ-hevesine uyması söz­ konusu olursa artık Ebu Süfyan oğlu Muaviye, Mervan b. Ha-

1- Sahih-i Buhari, c. 3, s. 114, ve c. 7, s.96.

2-Sahih-i Buhari Kftab'ul iydeyn, c. 3, s. 228 ve c. 2, s. 3.

3-      Müsned-i İmam Ahmed b. Hanbel, c. 6, s.75.

4-      Tefsir'ul-Celâleyn, "Allah'ı aşikar etmek istediğini kalbinde gizlemek istiyorsan" ayetinin tefsirinde.

5-      Sahih-i Müslim, Bab-u Fezail-i Aişe, c. 7, s. 136.

 

kem, Amr b As, Yezid b. Muaviye gibi büyük günahlar işleyen Al­lah'ın haramını helal eden, suçsuz insanları öldüren kimseler için de bir kınama söz konusu olmaz.          

   .

Şia İmamları olan Ehl-i Beyt (Allah'ın selamı onlara olsun) Resulullah (s.a.a)'in her türlü hata ve günahtan ma'sum olduğunu beyan etmiş ye zahiri anlamıyla bunun aksini ifade ettiği sanılan ayetlerin te'vilini (bu ayetlerden kastedilen hakiki anlamalarını) açıklamışlardır. Mesela: 'Tuzunu ekşitti ve döndürdü" ayeti gibi zahiri anlamıyla Peygamberi bir nevi kınadığı sanılan veya "Senin geçmişteki ve gelecekteki günahım bağışlasın diye" ve "Gerçekten Allah Peygamberinin tevbesini kabul etti" veya ' /'Allah seni affetsin niçin onlara müsaade ettin" gibi zahiri an­lamıyla Peygambere günah isnad eden ayetleri Ehl-î Beyt İmam­ları Peygamber (s.a.a)'in ma'sumiyetiyle çelişmeyecek bir şekilde te'vil etmişlerdir. Böylece bu tür ayetlerden hiç birinin Hz. Resulullah (s.a.a)'ın masumiyetiyle bir çelişkisi kalmamaktadır. Çün­kü, bu tür ayetlerde kastedilen asıl mana ayetin zahirinden anla­şılan mana değildir, çoğunda mecazi anlamlar söz konusudur. Bu tür tabirler Arap dilinde çoktur. Kur'an-ı Kerim'de de bunun ör­nekleri mevcuttur. Bu gibi konularda gerçeğin ne olduğunu bil­mek isteyenler Şia alimlerinin yazdığı tefsirlere, örneğin Allame Tabâtabâi'nin yazdığı "El Mizan", Ayetullah Hoi'nin "El-Beyan" ve Muhammed Cevad Muğniye'nin yazdığı "El Kaşif ve Tabersi'nin yazdığı "El İhticac" gibi tefsir ve hadis kitaplarına müraca­at edebilirler... Bu kitapta ben her iki fırkanın inançlarına ana hatlarıyla kısaca işaret ederek şahsen, inandığım inançları açık­lamak istediğim için masumiyetle ilgili konuların teferruatına geçmekten kaçındım. Ben görüş olarak Peygamberler ve onlardan sonra gelen vasilerinin masum oluşunu savunmaktayım. İşte bu inanç benim içimi rahatlatıp, şüphe ve hayret kapısını yüzüme kapamaktadır.

Ama Peygamberlerin yalnızca Allah'ın kelamım tebliğ etmekte ma'sum olduklarım ifade eden görüş ise delilden yoksun bir iddi­adır. Zira bu taktirde Peygamberin filan sözünün Allah katından olduğu ve öbür sözünün ise kendi aklından olduğunu ayırt etmek için bir delil getirilemez. Böylece; sözlerinin bazıları masumdur ve bazıları ise masum değildir diye ayırt etmek tamamen yersiz­dir. Dinin kutsiyetinde, şüphe ve tereddüde yol açan bu çelişkili görüşten, Hak Teâlâ'ya sığınırım.

Burada doğruyu bulduktan sonra dostlarımla yaptığım bir tar­tışmayı hatırlıyorum. Ben onlara Resulullah (s.a.a)'ın mutlak ola­rak masum olduğunu ispatlamaya çalışıyordum; onlar da beni Resulullah (s.a.a)'ın sadece Kur'an'ı tebliğ etmek hususunda ma­ma olduğuna ikna etmeye çalışıyorlardı. Tartıştığım kimselerin arasında "Tuzıt'ten (El Cerid bölgesine bağlı bir yer) (1) bir üstad da bulunuyordu. Bu arkadaşların hepsi zeka, ilim ve ince fikirli­likle tanınan kimselerdi. O üstad biraz düşündükten sonra "Dost­lar benim bu konuda bir görüşüm vardır" dedi. Hepimiz, "Buyu­run, görüşünüz nedir?" diyerek sözü ona verdik. O şöyle dedi:

"Et-Ticâni kardeşimizin Şia'dan naklettiği görüş, gerçekten de hak ve doğru bir sözdür. Bizim de Resulullah (s.a.a)'m mutlak olarak masum olduğuna inanmamız gerekir. Aksi taktirde hatta Kur'an'ın kendisinde bile şüpheye düşeriz." dedi. Onlar, "Niçin?" diye sorunca, hemen şöyle cevap verdi: "Acaba Kur'an'ın surele­rinden her hangi birisinin altında Allah'ın imzası mı var?"

Üstadın imzadan maksadı, ahid ve mektupların sonunda kime ait olduklarını belirten özel bir simge idi.

O'nun bu ilginç tesbiti, herkesin ilgisini çekti. Çünkü, bu sö­züyle zarif bir noktaya temas ediyordu. Zira, taassubu olmayan insaflı bir insan aklıyla derin düşünecek olursa şu hakikatle kar­şılaşacaktır; Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelamı olduğuna inanmak O'nu ulaştıran Elçi'nin bütün davranışlarında ve sözlerinde mut­lak olarak masum olduğuna inanmayı gerektirir, zira, mutlak su­rette masum olmayan bir şahsın Allah-u Teâlâ'nın kelamını duy­duğunu iddia etmesi ve Cebrail'i vahyi indirirken gördüğünü ileri sürmesi o hakikatleri görmeyen insanlar için güven kaynağı ola­maz. Başka bir ifadeyle, Peygamber (s.a.a) en büyük mucizelerin­den olan Kur'an-ı Kerim, Peygamber'in hak Peygamber olduğunu ve Kur'an'ı Kerim'in ilahi bir kitap olarak Allah tarafından indir­diğini isbatlamaya yeterlidir. Ama Kur'an'da yer alan bütün te­ferruatların mesela, her hangi bir ayetin veya kelime ve harfin Allah tarafından geldiğine ve hiç bir harfinin değişmediğine inan­mak Peygamber (s.a.a)'in mutlak surette her türlü büyük ve kü­çük hatadan masum olduğuna inanmaya bağlıdır, ve Şia Peygam­berler hakkında böyle bir inanca sahiptir. Kısacası Şia'nın; masu­miyet konusundaki görüşü, kalbi tatmin eden, şeytanın ye nefsin vesveselerini yok edip fitne arayanların özellikle de inanç ve dilli­mizi yıkmak, Efendimiz Rasûlallah (s.a.a)'a (neuzu billah) bir ek­sikliği isnad etmek için behane peşinde olan Yahudi, Hıristiyan ve din düşmanlarının önünü alan çok sağlam bir inançtır. Onlar çoğu zaman Sahih-i Buhari ve Müslim'in Hz. Resulullah (s.a.a)'a

1. "El Cerid" bölgesi Tunus'un Güneyinde "Kafese" şehrinden 92 km uzaklıkta yeralan bir bölgedir.

 

isnad verdikleri davranış ve sözleri aleyhimize delil göstermektedirler. Oysa gerçekte Resulullah (s.a.a) bu gibi davranışlardan münezzehtir. (1) 

 

Elbette gayr-i Müslimlere Buhari ve Müslim'in kitabında bazı zayıf hadislerin de olduğunu inandırmak bir hayli zor meseledir. Zira onlar hemen bu kitapların Ehl-i Sünnet tarafından sahih ka­bul edildiğini ileri sürebilirler.

Ehli Sünnete göre Allah'ın Kitab'ından sonra Sahih-i Buhari en doğru kitap kabul edilmektedir.

Şia, Ehl-i Beyt İmamlarımın (12 îmam'ın) da Peygamber gibi hayattan boyuca açık veya gizli bilerek veya bilmeyerek bütün günah ve pisliklerden ma'sum olduğuna inanmaktadır. Şia Pey­gamberler ve İmamların hata ve unutkanlıktan da masum oldu­ğuna inanmaktadır. Zira İmamlar, dinin koruyucu ve uygulayıcısıdırlar. Bu konuda durumları aynen Peygamberler gibidir. Pey­gamberlerin masum olduklarına inanmamızı gerektiren deliller, aynı şekilde İmamların da ma'sum olduklarını gerektiriyor. (2)

Şia Ehl-i Beyt İmamlarının Allah'ın emriyle Peygamber'in 12 tane vasileri olduğuna ilimlerinin kesbi (öğrenmekle) değil, vehbi olduğuna ve yeryüzünde Allah'ın kullarının hücceti olduğundan, her türlü günah ye hatadan masum olması gerektiğine inanmak­tadır. İşte Şia'nın masumiyet konusundaki inancı budur. Acaba bu inanç Kur'an ve Sünnete aykırı mıdır, yoksa aklen imkânsız mıdır? Veya İslam dininin reddettiği bir şey midir? Yoksa bu inanç Peygamber veya İmam'ın değerini mi düşürüyor? Bu inancı Allah'ın Kitabı ve Sünnet-i Nebeviye te'yit etmektedir ve akl-ı se­limle belirlenen ilkelere de ters düşmemektedir. Bu konudaki bahsimize Kur'an-ı Kerim'in ayet-i kerimelerini ele almakla başlayalım:

Allah-u Teâlâ Ahzap suresinin 33. ayetinde şöyle buyuruyor;

"Gerçekten de Allah yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidererek sizi tertemiz kılmak istiyor."

Bu ayet-i kerimede geçen "her türlü pisliği gidererek..." sözü,

l- Buhari, Sahih'inin 3. cildinin 152. sayfasında, Şahadet kitabının, Şe-hadet'ül A'mâ bölümünde tahriç ettiği bir hadiste şöyle diyor: İbn-i Ubeyd b. Meymun bize şöyle rivayet etti; Bize isa-Aişe'den şu haberi verdi: "Resulullah (s.a.a) bir gün birisinin mescitte Kur'an okuduğunu duyduğunda şöyle buyurdu:

"Allah rahmet etsin ona, falan surelerden unuttuğum için söylemediğim falan ayetleri hatırlattı bana."

2. Akaid'ul İmamiyye, s. 67, 24. akide.

 

      

     Ehl-i Beyt İmamlarının her türlü günah ve bütün kötülüklerden, tertemiz olduklarının yani masumiyetlerini ifade etmiyorsa, neyi ifade ediyor?

 

Allah-u Teâlâ A'râf suresinin 201. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Tanrıdan çekinenler, şeytanın bir vesvesesine uğradılar mı düşünürler, bir de bakarsın ki doğru olu görmüşler bile."

Takva sahibi bir mü'mini dahi şeytan saptırmak istediğinde Allah-u Teâlâ onu şeytanın hilelerinden korur, böylece o da Al­lah'ı hatırlar ve hakka uyar. Öyleyse Allah-u Teâlâ'nın seçip her türlü pislikten tertemiz kıldığı kimselerin daha yüksek vasıflara sahip olmaları asla garip bir' şey değildir.

Allah-u Teâlâ-Fâtır suresinin 32. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık.." (1)

Allah'ın seçtiği kimseler, hiç şüphesiz ki masumdurlar. Ehl-i Beyt İmamlarından olan Hz. imam Rıza, Abbasi halifelerinden olan Me'munun düzenlediği ilmi bir toplantıda alimlere cevap olarak bizzat, bu ayeti delil göstermiş ve bu ayet-i kerimeden ken­dilerinin (yani Ehl-i Beyt İmamlarının) kastedildiğini ve Allah-u Teâlâ'nın kendilerini seçerek kitap ilminin varisi kıldığını ispatlamış onlar da bunu itiraf etmişlerdir.

Bu ayetler İmamların masum olduğunu belirten ayetlerden sadece bazı örneklerdi. Konuyu ispatlayan

"...Ve onlârı bizim emrimizle hidayet eden İmamlar kıldık" aye­ti gibi diğer ayetlerde vardır, fakat amacımız ihtisar (özetlemek), olduğundan bu kadarıyla yetiniyoruz.

Şimdi de konuyla ilgili Sünnet-i Nebeviye'yi inceleyelim:

Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar, ben sizin aranızda öyle bir şey bırakıyorum M, eğer ona sarılırsanız asla dalalete düşmezsiniz; Allah'ın Kitab'ını ve benim neslimden olan Ehl-i Beyt'imi." (2)

Görüldüğü üzere bu hadis Ehl-i Beyt İmamlarının masum ol­duklarını açıkça belirtmektedir. Çünkü, evvelâ Ehl-i Beyt Al­lah'ın Kitabıyla aynı mertebede zikredilmiştir. Kur'an ise ma­sumdur; ona ne önünden ve ne de arkasından batıl sızamaz; o Al­lah'ın kelamıdır ve kimin bunda şüphesi olursa kafir olur. Ma­lumdur ki, Allah'ın kitabı gibi uyulmaya layık olanlar da onun gi-

1-      İbn-u Abd-i Rabbi'hi'ni yazdığı "El İkd'ul Ferid" adlı kitap, c. 3, s. 42.

2)Sahih-i Termizi, c. 5, s. 189 müstedrek-i hakim c3 s148. müsned-i Ahmet ibn-i hanbel c5 s189.

 

 

 bi masum olmalıdırlar. İkinci olarak hadiste, onlara (Kitab'a ve Ehl-i Beyt'e) sarılanın dalalete (sapıklığa) düşmekten emin olaca­ğı açıklanmıştır. O halde bu hadis, Kur'an ve Ehl-i Beyt'in hata­dan masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Zira insan ancak masuma uyduğunda sapıklıktan uzak kalabilir.

Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Benim Ehl-i Beyt'im sizin aranızda aynen Nuh'un gemisine benzer; gemiye binen kurtulur ve ondan geri kalan ise boğulur." (1)

Görüldüğü üzere bu hadiste de Ehl-i Beyt îmamlarının hata­dan masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Bunun için de onların gemisine binenler kurtulur ve ondan ayrı düşenler ise dala­lette boğulup helak olur.

Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Her kim ki, benim gibi yaşamak benim gibi olmak ve Rabb'imin bana va'd ettiği Huld cennetine girmek isterse, Ali'nin ve ondan sonra da zürriyetinin velayetini kabul etsin. Çünkü on­larla hiç bir zaman hidayetten ayrılıp dalalete düşmezsiniz."(2)

Bu hadiste Ehl-i Beyt İmamlarının, yani Ali ve zürriyetinin, hatadan masum olduklarını açıkça belirtmektedir. Zira bu hadis­te, Ehl-i Beyt İmamlarının kendilerine tabi olanları hiç bir sapık­lığa götürmedikleri açıklanmıştır. Oysa hata etmesi mümkün olan bir kimsenin, halkı her türlü dalaletten uzak bir hidayete götürmesi mümkün değildir.

Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Ben sakındıran Ali ise hidayet edendir ve benden sonra ey Ali, hidayete erenler seninle hidayete ereceklerdir." (3)

Bu hadisin de Hz. İmam Ali'nin masum olduğunu bildirdiği hiç bir akıl sahibine gizli değildir. İmam Ali ise, hem kendisinin ve hem de onun neslinden olan İmamların masum olduklarını açık­lamıştır. O Hazret, Ehl-i Beyt'e değindiği bir hutbede şöyle buyu­ruyor:

1-      Müstedrek-i Hakim, c. 2, s. 343-Kenz'ul ummal, c. 5, s. 95-Savaik'ul Muhrika, s. 184.

2-      Kenz'ul Ummal, c. 6, s. 155. Mecmau'z Zevaid, c. 9, s. 108-İbn-i Hacer'in yazdığı "El İsabe-Camiu'l Kebir-Tarih-i İbni Asakir, c. 2, s. 99- Mustedrek- Hakim, c. 3, s. 128-Hileyt'ul Evliya, c. 4, s. 349-İhkak'ul Hakk, c. 5, s. 108.

3-      Tefsir-i Taberi, c. 13, s. 208-Tefsir-i Razi, c. 5, s. 271-Tefsir-i ibn-i Ke­sir, c. 2, s. 502-Tefsir-i Şevkani, c. 3, s. 70-Tefsir-i Dürr'ül Mensur, c.4, s. 45-Nur'ul Esar, s. 71-Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 129-Tefsir-i ibn-i Cevzi, c. 4, s. 307-Şevahid'ut Tenzil, c. l, s.293-E1 fusul'ul Muhimmeve Yenabiu'l Mevedde.

 

 

 "Nereye gidiyorsunuz! Nereye yönetiyorsunuz! Bayraklar yü-celmiş, ayetler apaçık ve alâmetler dikilmiştir. O halde nereye saptırılıyorsunuz! Ve nasıl körleştirilebilirsiniz! Oysa ki Peygam-ber'inizin Ehl-i Beyt'i sizin aranızda bulunmaktadır. Onlar halkın öncülleri, dinin önderleri ve doğruluğun dilleridir. O halde onlara Kur'an'ın en iyi derecesinde yer verin ve susuz develerin suya ko­şarak gittiği gibi onlara koşun. Ey insanlar, bu hususta Hz. Resu-lullah'a (s.a.a) itaat edin. Çünkü bizden olan birisi ölse bile ölü değildir ve bizden olan çürüyüp gitse bile çürümemiştir. Tanıyıp bilmediğiniz bir şeyi söylemeyin. Çünkü hakkın çoğu size ağır ge­lip inkar ettiğiniz şeylerdedir. Aleyhine bir hüccetinizin olmadığı şahsı ma'zur görün. Ben o kimseyim, sizin aranızda, "Saka-leyn"den (iki değerli emanetten) büyüğü tutulup, küçüğü bir kena­ra atılmadı mı? (Buna rağmen yine) sizin aranızda imanın bayra­ğını diken ben oldum..." (1)

Ehl-i Beyt İmamlarının masumluğunu bildiren bunca Kur'an-ı Kerim ayeti, Sünnet-i Nebeviye ve Hz, Ali'nin sözlerinden sonra, acaba akıl ve insaf sahibi bir insan Allah-u Teâlâ'nın hidayeti için seçtiği İmamlarında masum olduğunu reddedebilir mi? Akıl ve insaf böyle bir şeyi asla reddetmediği gibi, hatta aksine ma'sum bir ilahi önderin kıyamete kadar yeryüzünde bulunmasını da ge­rekli görür. Zira beşerin önderlik ve hidayeti görevini üstlenen kimse hata, unutkanlık ve günahlar altında ezilen birisi olmama­lıdır. Zira bu takdirde bizzat kendisi, insanların sapmasına sebep olacaktır.

Evet, böyle bir insan insani erdem ve faziletler yönünden di­ğerleriyle mukayese edilmeyecek derecede bir üstünlüğe sahip ol­malıdır. Bu sıfatlara haiz olmak halkın gözünde derecelerini yü­celtip saygınlık kazandıracak ve neticede de hiç bir korku ve riya­karlık söz konusu olmaksızın kendisine itaat etmelerini sağlaya­caktır. Durum böyle olduğuna göre bu itikada sahip olanlara, ne­den bu denli saldırıp hamle edilmektedir.

Eğer Ehl-i Sünnet'in masumiyet konusundaki tenkitlerini din­ler veya okursan, Şia'nın istedikleri her şahsa masumiyet dam­gasını vurduklarını veya ma'sumiyete inanmanın İslam dışı ve küfür olduğunu sanırsın. Oysa gerçek ne odur ve ne de bu. Şia'da ma'sumiyetin anlamı ma'sum olan kimsenin ilahi bir inayetle şeytanın aldatmasından ve nefs-i emmarenin aklına galebe çal­masından ve günaha düşmekten korunmuş olmasıdır.

l- El Kunduzi el Haneti'nin yazdığı "Yenabiu'l Mevedde" kitabının üçün­cü cüzünün 99. sayfası.

 

 

  Daha önce işaret ettiğimiz A'raf suresinin 201. ayetinde olduğu üzere Allah-u Teâlâ, takvalı kullarım bile bundan mahrum bırak­mamıştır. Bu ayet-i kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Tanrıdan çekinenler, şeytanın bir vesvesesine uğradılar mı düşünürler, bir de bakarsın ki doğru yolu görmüşler bile."

Elbette bu ayette işaret edilen günahtan kurtulma, genel an­lamdaki ma'sumiyet değildir. Bu yüzden Allah-u Teâlâ'nın belli bir halde kullarına ihsan eylediği bu geçici günahtan korunma, sebebi olan takva var olduğu sürece var olur; sebebi olan takva yok olursa o da yok olur. Bir kulun takvası olmasa elbette Allah-u Teâlâ onu korumayacaktır. Ama Allah'ın kendisi seçtiği İmam, asla takvadan ayrılamaz. Bu yüzden devamlı olarak Allah'ın emri ile Ruh'ul kudus aracılığıyla her türlü pisliklerden ve günahlar­dan korunur. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Hz. Yusuf un kıssası da bu ilahi inayete bir örnektir. Allah-u Teâlâ Yusuf sûresinin 24. ayetinde bu konu hakkında şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki kadın, ondan murâd almayı iyice kurmuştu, eğer rabbinin burhanını görmeseydi Yusuf da onun hakkında niyetini bozardı, işte biz ondan çirkin ve kötü şeyleri böylece giderdik, çünkü şüphe yok ki o, gönlünü bize bağlamış kullarımızdandı."

Bazı tefsir yazarların yazdığı gibi Hz. Yusuf -haşa- zina yap­mayı kastetmemişti; Allah'ın Peygamberler'! böyle kötü fiillerden uzaktırlar. Aksine eğer gerekirse o kadını vurup defnetmeyi kas­tetmişti, fakat Allah-u Teâlâ böyle bir hataya da düşmekten onu korudu. Çünkü eğer onu vursaydı, fuhuşla suçlanmasına ve leke­lenmesine bir sebep olacaktı. Allah-u Teâlâ bundan da Hz. Yu­suf u korudu.

Şia Hz. Resulullah (s.a.a)'den sonra ma'sum İmamların on iki kişi olduğuna inanmaktadır. Daha önce naklettiğimiz gibi, Ehl-i Sünnet alimlerinden bazıları Ehl-i Beyt İmamlarının isimlerini içeren hadisleri nakletmişlerdir.

Buharî ve Müslim ise kendi sihahlarında İmamların on iki kişi olduklarını ve hepsinin de Kureyş'ten olduklarını nakletmişler­dir. (1)

Bu hadisler ancak İmamiyye Şia'sının inandığı Ehl-i Beyf İmamlarına yorumlanınca doğru bir anlam kazanıyor. Ama Ehl-i sünnet'e gelince onlar henüz kendi sihahlarında nakledilen on iki İmamın kimlerin olduğu hususunda doğru bir cevap bulamamış­lardır.


l- Sahih-i Buhari, c. 8, s. 127 Sahih-i müslim, c. 6, s. 3.

 

Sünnet-i Nebevi

 

Şia'ya göre İslami hükümlerin Kur'an'dan sonra ikinci temel kaynağı sayılan sünnet, Resulullah'ın dediği, yaptığı ve açıkladığı şeylerdir. Şia'ya göre ashabın yaptığı dediği ve açıkladığı şeyler Resulullah'ın sünnetine aykırı değilse, ittiba edilebilir. Ama eğer Resulullah'ın sünnetine aykırı bir uygulama ise kesinlikle kabul edilemez. Bu hususta "Ashabım yıldızlar gibidir." anlamındaki hadisleri de uydurma olarak kabul etmektedirler. Ehl-i sünnet sünnet-i nebeviye raşid halifelerin sünnetini de eklemektedir. Hatta bazıları tüm ashabın sünnetini de sünnet-i nebeviye ilave etmektedir. Ama Şia'ya göre sünnet sadece Peygamber ve Ehl-i Beyt İmamları ile sınırlıdır. Ehl-i Beyt İmamlarının sünneti de hakikatte Resulullah'ın sünnetidir. Zira İmamlar tüm ilim ve bil­gilerini Peygamber'den miras almışlardır. Nebevi ilimler îmami ekole miras olarak kalmıştır. Prof. Dr. Ticani Sünnet-i Nebevi hakkında şöyle diyor:

"Sünnet-i Nebevî Resulullah (s.a.a)'in dediği, yaptığı ve açıkla­dığı şeylere denir. Sünnet-i Nebevi Müslümanlar nezdinde, hü­küm, ibadet ve inançlardan sonra gelen ikinci kaynağı konumun­dadır. Ehl-i Sünnet Sünnet-i Nebeviye, Hulefâ-i Raşidin yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (a.s)'nin sünnetini de eklemektedirler. Bunu da naklettikleri şu hadise dayandırmaktadırlar:

"Benim ve benden sonraki hidayete ermiş raşid halifelerin sün­netine uyunuz, ona azı dişlerinizle sımsıkı bir şekilde sanlınız. (1)

Bu hususta onların, Resulullah (s.a.a)'ın menettiği ama Ömer'in sünnet haline getirdiği teravih namazına(2) sarılmaları en büyük örnek teşkil etmektedir.

Bazıları Rasûlallah (s.a.a)'ın sünnetine istinasız tüm sahabele­rin sünnetini de eklemektedirler. Bunun delilinin de nakledilen şu hadisin olduğunu söylemekteler:

"Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız hidayet bulursu­nuz." Ve "Ashabım ümmetimin eminleridir." (3) ,,   İnkar edilmesi mümkün olmayan hakikat şudur ki, "Ashabım yıldızlar gibidir" hadisi Ehl-i Beyt hakkında rivayet edilen şu ha­dis karşısında uydurulmuş bir hadistir:

1-       Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 126.

2-   Sahih-i Buhari, c. 7, s. 99, "Allah'ın emri için gazab ve şiddetin caiz ol­duğu yerler" babına bakınız.

3-       Sahih-i Müslim. Fezâil-us Sehabe babı ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 4,s.398.

 

 

Ehl-i Beyt'imin İmamları yıldızlar gibidir.

Hangisine uysanız hidayet bulursunuz."(1)

Ve bu hadis daha makuldür. Zira Ehl-i Beyt İmamları ver'a, zühd, ilim ve takvada en büyük örnek ve numune idiler. Buna Ehl-i Beyt'in takipçilerinin yanı sıra düşmanları bile itiraf etmek­te ve tarih tümüyle bu hakikate şahid bulunmaktadır.

Ama "Ashabım yıldızlar gibidir..." hadisi akl-ı selimin kabul edemeyeceği bir şeydir. Zira ashab içerisinde Peygamberden son­ra dinden dönen(2) Sahabeler de vardı. Üstelik onlar birbiriyle bir çok mevzuda ihtilaf etmişlerdir; bazıları bazılarına lanet bile etmiş(3) ve hatta birbirlerini ihtilafları yüzünden öldürdükleri(4) bile olmuştur. Bazı sahabelere şarap içtiği, zina ettiği ve hırsız­lıkta bulunduğu için hadd bile uygulanmıştır. Tarihte bu ve ben­zeri bir çok olaylar vuku bulmuştur. O halde hangi akıl bu gibi insanlara, mutlak surette uymayı emreden bir hadisin doğru bir hadis olduğunu kabul edebilir?

Hz. Ali (a.s) ile savaşan (5) Muaviye ve benzerlerine uyanların hidayete ermiş olmaları mümkün olabilir mi? Oysa ki Resulullah (s.a.a)'ın Muaviye'yi "bağilerin önderi" olarak adlandırdığı her­kesçe bilinmektedir.(6)

Hakeza Emevi saltanatını güçlendirmek ve desteklemek mak­sadıyla masum insanları katleden Bisr b. Ertat, Mugire b. Şu'be ve Amr b. As'a uyan kimselerin, doğru yolu bulmaları nasıl müm­kün olabilir? Ey Aziz ve akıl sahibi okuyucu olarak, "Ashabım yıl­dızlar gibidir..." hadisini okuduğunda bunun bir uydurma hadis olduğunu anlamış olman gerekir. Zira bu hadis, sözde sahabeye hitap etmektedir; o halde nasıl olur da Peygamber "ey ashabım, ashabıma, uyun" diyebilir? Ama "Ey ashabım, Ehl-i Beyt'imden olan İmamlara uyunuz; onlar sizi benden sonra doğru yola hida­yet edenlerdir" hadisi hakkında şüphe dahi edilmez. Zira Sünnet-i Nebevi'de bunun başka bir çok örnek ve şahitleri de vardır. Bu yüzden Şia: "Benim ve benden sonra gelecek olan hidayete ermiş raşit halifelerin sünnetine uyunuz" hadisinden maksadın da Ehl-i


1-       "Deâim-ul İslam" El-Kazi rivayet etmiştir.
2-       Ebu Bekr'in savaş açtığı ve Ehl-i Ridde (dinden dönenler) ola­rak adlandırılan kimseler gibi.

3-       Nitekim Muaviye Hz. Ali'ye lanet etmeyi emrediyordu.

4-       Nitekim ashabın çoğu Osman'ı kınamış ve ona karşı kıyam et­miştir. .

5-       Cemel, Sıffin, Nehravân ve benzeri savaşlar gibi.

6-       "Ammar'ı baği bir topluluk öldürecektir" hadisi.

 

 

Beyt'ten olan on iki masura İmamın olduğunu söylüyor. Rasûlallah ümmetine, Kur'ana uymayı emrettiği ve farz kıldığı gibi Ehl-i Beyt İmamlarına da uymalarını farz kılmıştır. (1)

Ben ilk önce de belirttiğim gibi sadece Ehl-i Sünnet'in sihahında yer alan rivayetlerden Şia'nın görüşlerini ispatlayan delilleri nakletmekte yetinmeye çalışıyorum. Yoksa Şia kaynaklarında bundan daha çok deliller ve apaçık beyanlar mevcuttur. (2)

Elbette Şia Ehl-i Beyt imamlarına teşri hakkının olduğunu ve­ya onların sünnetinin de kendilerinin bir içtihadı olduğunu söyle­memektedir. Şia'nın görüşü şudur: İmamların verdiği tüm hü­kümler Allah'ın kitabı ve Hz. Rasûlallah (s.a.a)'ın Hz. Ali'ye ve Hz. Ali'nin de evlatlarına (masum insanlara mahsus yöntemle) öğrettiği yol-yordamdan ibarettir. Yani onların ilmi ilâhi irade ge­reği miras yoluyla Peygamber (s.a.a)'dan Ehl-i Beyte intikal et­miş bir ilimdir."

Şia'nın bu hususta bir çok delilleri vardır ki Ehl-i Sünnet alim­leri de kendi sihah, müsned ve tarihlerinde bu delilleri nakletmişlerdir.

Burada karşımıza şu soru çıkmaktadır: "O halde Ehl-i Sünnet niçin kendi yanlarında sahih olan bu habislerle âmel etmemiş­tir?"

Bir başka hususta şudur: daha önce açıkladığımız üzere Şia ve Ehl-i Sünnet Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde ihtilaf ettikleri gibi Hz. Resulullah (s.a.a)'tan gelen hadislerin de tefsirinde ihtilafa düş­müşlerdir. Örneğin, her iki tarafın kabul ettikleri bir hadiste yer alan "râşid halifeler" kelimesini, Ehl-i Sünnet Rasûlallah (s.a.a)'dan sonra hilafet makamına geçen dört halifelere yorum­larken, Şia bundan maksadın Ehl-i Beyt İmamları olan on iki ha­life olduğunu söylemektedir.

Bu ihtilafın, Kur'an-ı Kerim veya Hz. Rasûlallah (s.a.a)'m öv­düğü ve kendilerine uyulmasını emrettiği şahıslarla ilgili bütün konularda söz konusu olduğunu görüyoruz. Örneğin:

"Benim ümmetimin alimleri Beni İsrail'in Peygamberlerinden

1- Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 328. Sahih'-i Müslim, c. 2, s. 362. Nisâi Hasais'de. Kenz-ul ummal, c. l, s. 44. Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 189. Müstedrek-üs Sahiheyn, c, 3, s. 148. Sevâik-ul Muhrika, s/148, Tabakat-ul Kubra, c. 2, s. 194. Tabarani, c. l, s. 131.

2- Mesela: Saduk "El-ikmal" kitabında, Rasulullah'tan (s.a.a) şöyle nak­lediyor:

"Benden sonra İmamlar on iki kişidir, ilki Ali sonuncusu ise Kâim'dir (Mehdî'dir) Bunlar benim halifelerim ve vasilerimdir."

 

 

daha efdaldır." Veya, "Alimler Peygamberlerin varisleridir." (1) hadislerini Ehl-i Sünnet bu ümmetin bütün alimlerine şamil kı­larken, Şia bunların sadece on iki İmamlara has olduğunu söylü­yor. Bu yüzden Şia on iki İmamın Rasûlallah (s.a.a) hariç, diğer bütün Peygamberlerden daha efdal olduklarına inanıyorlar. (El­bette ulul azim Peygamberleri ayrıca söz konusu edilmelidir.) Ha­kikat şudur ki akıl da buna hükmetmektedir. Zira ilk önce Kur'an-ı Kerim Kitap ilmini Allah'ın seçtiği kullarına verdiğini belirtmiştir. Bu da bir çeşit tahsistir. Hz. Rasulullah (s.a.a) da başkalarının erişemeyeceği makamları Ehl-i Beytine mahsus kıl­mış, hatta onları "kurtuluş gemisi, hidayet İmamları, karanlığı aydınlatan meşaleler ve uyulduklarında insanı sapıklıktan kurta­ran iki değerli emanetten biri" olarak adlandırmıştır.

Bu örneklerden anlaşılıyor ki-, Ehl-i Sünnetin görüşü Kur'an-ı Kerim ve Nebevi Sünnetin ispat ettiği bu tahsisle çelişmektedir.

Ayrıca akıl da ehl-i Sünnetin bu husustaki görüşüne razı ol­mamaktadır; zira bu görüşte Allah-u Teâlâ'nın bütün kötülükler onlardan gidererek tertemiz kıldığı, hakiki alimlerin kimler oldu­ğunu açıklanmamakla birlikte bu alimlerle Emevi ve Abbasi hü­kümdarlarını överek İslam ümmetinin başına zulümle gelen alimler arasında bir fark gözetilmemektedir. Oysa bu gibi alim­lerle Peygamber'in vasilerine mahsus ilâhi bir güçle ilimlerini kendi babalarından (Hz. Resulullah (s.a.a)'dan) alan ve bunu dı­şında her hangi bir üstaddan ilim öğrendikleri tarihte tespit ol­mayan Ehl-i Beyt İmamları arasında ne kadar büyük bir fark vardır. Ehl-i Sünnetin kendi alimlerinin, onların ilimleri hakkın­da özellikle de İmam Muhammed Bakır, İmam Cafer Sâdık ve Me'mun'un topladığı kırk kadıyı susturan İmam Rıza'nın ilimleri hakkında naklettikleri rivayetlerde onlarla diğer alimler arasın­da ilim yönünden mukayesesi mümkün olmayan büyük bir farkın var olduğunu iyice göstermektedir. (2)

Ehl-i Beytin diğerlerinden ayrıldığı bir noktada dört mezhep İmamlarının bir çok fıkhı konularda ihtilaf etmelerine rağmen Ehl-i Beyt İmamlarının birbirleriyle bir konuda bile ihtilafa düşmemeleridir. Diğer yandan eğer Ehl-i Sünneti geçen ayet ve ha­dislerin genel olduğu hakkındaki görüşlerini kabul edecek olursak bu görüş asırlar sonra mezhep ve fikir ayrılığına yol açarak binlerce mezhebin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Belki de Ehl-i Sünnet alimleri de bu görüşün batıl olduğunu ve bunun inanç bir-

1-        Sahih-i Buhari, c. l, ve sahih-i Tirmizi İlim faslında.

2-        El-ik-ul Ferid-Fusul-ul Muhimme, c. 3, s. 43.

liğini yok ettiğinin farkına vardıklarından dolayı içtihad kapısını kapatmak zorunda kalmışlardır.

Ama Şia inancı, Allah-u Teâlâ ve Resulünün emirlerine mutlak teslimiyette ve bu teslimiyet gereği her asırda Müslümanların muhtaç olduğu ilimlere ilâhi iradeyle sahib olan İmamların etrafında toplanma esasına dayalıdır. Bu yüzden de artık hiç kimse Allah ve Resulüne yalan isnat ederek yeni bir mezhep çıkaramaz ve halkı ona uymakla yükümlü kılamaz. Ehl-i Sünnetle Şia'nın bu konudaki ihtilafları bir yönden her iki fırkanın da inandıkları Hz. Mehdi (A.F) hakkındaki ihtilafa benzemektedir.

Şia'nın nezdinde Hz. Mehdi (a.s) babası, soyu, bilinen belirli bir şahıstır. Ama Ehl-i Sünnet'in nezdinde ahir zamanda doğacak olan meçhul bir kimsedir. Hu yüzden de onlardan bir çoğunun Mehdi olduklarını iddia ettiklerini görüyoruz.

Ama Şiilerden hiç kimsenin böyle bir şey iddia etmesi mümkün değildir. Eğer onlar çocuklarının ismini Mehdi koysalar da bu ay­nen çocuklarımızı Muhammed veya Ali adlandırdığımız gibi teberrük olsun diyedir. Zira Şia Hz. Mehdi'nin on iki asır önce doğ­muş olduğuna ve şimdilik gaybet döneminde olduğundan dolayı görülmediğine inanmaktadır. O halde Hz. Mehdi'nin zuhuru Şia'ya göre bir nevi mucizedir.

Ehl-i Sünnet ve Şia bazen de şahıslarla ilgili olmayan hadisler hakkında ihtilaf etmiştir. Örneğin

"Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisi.

Bu hadisi Ehl-i Sünnet alimleri, "bir fıkhı hükümde mezheple­rin ihtilafı Müslümanlar için rahmettir, zira o konuda herkes kendi haline uygun olan istediği hükme göre amel eder, bu da onun için bir rahmettir" şeklinde yorumluyorlar. "Mesela bir ko­nuda İmam Malik şiddet ve katılık gösteriyorsa aynı konuda ko­laylık gösteren Ebu Hanife'nin görüşüne göre amel edebilir." di­yorlar. Ama Şia bu hadisin başka bir anlamda olduğunu söylüyor. Çünkü Şia'nın hadis kaynaklarında nakledilen bir hadiste şöyle kaydedilmiştir. İmam Ca'fer Sadık (a.s)'tan "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisi için bu nasıl olur diye sorulunca, Hz. İmam Ca'fer Sadık (a.s) "Allah'ın Resul'ü doğru söylemiştir" dedi. O za­man soruyu soran şahıs "Eğer ihtilafları rahmet ise birlikleri bela ' mıdır, dedi. İmam: "Hayır, senin anladığın ve onların anladığı (yani Ehl-i Sünnet alimlerinin anladığı) şekilde değildir. Bundan Hz. Rasulullah (s.a.a) Müslümanların karşılıklı ilim almak için birbirlerinin nezdine gitmelerini kastediyor" diyerek Tövbe sure­sinin 122. ayetine istinad etti. Bu ayette Allah-u Teâlâ şöyle bu­yuruyor:

 "Onlardan her bir fırkadan bir grup yok mu gidip ilim öğrensin ve döndüklerinde kendi kavimlerini korkutsunlar belki onlar sa­kınırlar." Daha sonra İmam Cafer Sadık (a.s) sözlerine şöyle de­vam ettiler: "Eğer dinde ihtilaf etseler şeytanın hizbi olurlar." (Yani, hadiste geçen "ihtilaf kelimesi Arapçada bir çok anlamda kullanılsa bile burada "gidip-gelmek" anlamındadır. Bu hadiste ise ümmetin ilim için sefere çıkması anlamındadır, tefrika ve gö­rüş ayrılığı anlamında değildir.)

Görüldüğü üzere bu açıklama doyurucu bir tefsir olup inanç birliğine davet etmekte ve tefrikayı reddetmektedir. (1) Oysa ehl-i Sünnetin geçen hadise getirdikleri yorumlan makul bir yorum değildir. Zira bu yorum fırkalara bölünüp Müslümanların çeşitli mezheplere ayrılmasına sebep olmaktadır.

Dolayısıyla da tek ir inanç etrafında toplanmaya davet eden
Kur'ân-ı Kerim'in ayetleriyle bağdaşmıyor. Allah-u Teâlâ Mü'mi-
nun suresinin 52. ayetinde şöyle buyuruyor:     

Yani "Bu sizin tek ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim, benden sakının."

Al-i İmran suresinin 203. ayetinde de buyuruyor:

Yani "Hep birlikte Allah'ın ipine sanlın ve tefrikaya düşme­yin."

Yine Enfal suresinin 46. ayetinde de buyuruyor:

Yani, "Birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvveti­niz kalmaz."

Bir ümmetin, fertlerini birbirlerine düşman kılan ve neticede birbirlerini küfre düşmekle suçlamağa ve hatta başkalarının ka­nını dökmeği bile helal saymaya sebep olan tefrikadan yani mez­hebi bölünmelerden daha kötü bir ayrılık düşünülebilir mi? Târih boyunca vuku bulan olaylar bunun en büyük şahitleridir. Oysa Allah-u Teâlâ Müslümanları bölündükleri takdirde ne gibi kor­kunç sonuçlarla karşılaşacaklarından haberdar etmiştir. Al-i İm­ran suresinin 105. ayetinde şöyle buyuruyor:

Yani: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra da gene bölük-bölük olanlara, gene ayrılığa düşenlere benzemeyin."

Ve En'am suresinin 159. ayetinde buyuruyor ki:

Rum suresinin 21 ve 22. ayetlerinde de buyuruyor ki:

Yani: "Müşriklerden olmayın; onlar ki dinlerini böldüler ve

l- Bu ihtilafın küçük bir örneği şudur: Besmeleyi namazda söylemek Malikilere göre mekruh, Şafiilere göre farz, Hanefilere göre müntahaptır. Hanbeliler ise cehren kılınan namazlarda sessiz olarak okunmasını söylüyorlar.

 

grup-grup oldular, her bir hizip kendi sahip olduğuyla sevinmek­tedir."

Burada şu noktaya işaret etmekte yarar görüyorum: Ayette ge­çen şiye'an (grup-grup) kelimesinin bazı insanların zannettiği gi­bi Şia ile hiç bir ilgisi yoktur.

Bir defasında bir cahil gelip bana nasihat ederek şunları söyle­di: "Şia'yı bırak! Zira onları Allah sevmemektedir. Resulünü de onlardan olmaktan sakındırmış tır." O'na "Bu hususta bir delilin var mıdır?'1 dediğimde, cevap Olarak yukarıda okuduğumuz "On­lar ki dinlerini bölüp grup-grup oldular sen onlardan değilsin" ayetini okudu. Ona ayette geçen şiye'an kelimesinin grup-grup demek olduğunu ve bunun Şia ile hiç bir ilgisi olmadığı hususun­da ikna etmeğe çalıştım, fakat ne yazık ki o, yine kendi batıl sö­zünde ısrar etti.(l) Zira ona Allah'ın cisim olduğunu öğreten Ca­mi İmamı(!) böyle öğretmişti ve Şia'dan uzak durmasını tavsiye etmişti. O, artık kendi kafasına yerleşenden başkasını kabul ede­mezdi!

Şimdi asıl konuya dönmek istiyorum. Ben hakikati bilmeden önce "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisini okuyup, Hz. Rasulullah (s.a.a)'den nakledilen, "Yakında ümmetim yetmiş iki fırka­ya bölünecek onların içinden bir grup hariç hepsi Cehennem'e gidecek(2) hadisiyle karşılaştırdığımda devamlı olarak hayrete ka­pılıyor kendi kendime şöyle soruyordum.

Nasıl olur da ümmetin bölünmesi rahmet olduğu halde ateşe girmesine de sebep oluyor?

Fakat Hz. İmam Sadık (a.s)'ın geçen hadisle ilgili açıklamasını gördükten sonra artık söz konusu hayretim ortadan kalktı ve Ehl-i Beyt İmamlarının hidayet İmamları ve karanlığı aydınlatan onur, ve gerçekten de onların Kur'an'ın ve sünnet'in tercümanları olduklarını ve onlar hakkında Hz. Resulullah (s.a.a)'ın:

"Benim Ehl-i Beyt'im sizin aranızda aynen Nuh'un gemisine benzer. Her kim o gemiye bindiyse kurtuldu ve her kini ondan ge­riye kaldıysa boğulup helak oldu. Onlardan önce geçmeyin helak olursunuz. Onlardan geri kalmayın (yine) helak olursunuz. Onla­ra bir şey öğretmeye kalkmayın, çünkü onlar sizden daha çok bili-

1- Oysa ki Kur'an-ı Kerim'de Şia kelimesi bazen övgü makamında da kullanılmıştır. Mesela Saffat suresinin 83 ayet-i Kerimesi "Gerçekten İbrahim, Nuhun Şiasındandır." Yani iman ve hidayette ona uyanlar­dandır."

2- Sünen-i İbn-i Mâce, Kitabul Fiten, c. 2, Hadis 3993 Müsned-i ahmed, c. 3, s. 120. Sahih-i Tirmizi, Kitabul İman.

 

yor." (1) diye buyurduğu hadisinin hak olduğunu iyice anladım.

Hz. İmam Ali (a.s) hak olarak Ehl-i Beyt hakkında şöyle buyu­ruyor: "Peygamberinizin Ehl-i Beyt'ine bakınız ve onlara sanlın; onlara tabi olun; onlar sizi hidayetten çıkarmaz ve sizi kötülüğe^ çevirmez. Eğer onlar otursalar siz de oturun; eğer onlar kalksalar! Siz de kalkın Onlardan öne geçmeyin sapıklığa düşersiniz; onlar­dan geri kalmayın helak olursunuz.

Yine Hazret Ali (a.s) Ehl-i Beytin değerini açıkladığı başka bir; hutbede şöyle buyuruyor: "Onlar ilmin hayatı, cehaletin ölümü­dürler. Onların hilmi, onların ilminden, onların zahiri onların ba­tınından, onların susması mantıklarının hikmetinden haber ver­mektedir. Onlar hakka muhalefet etmezler ve onda ihtilafa düş­mezler. Onlar İslam'ın direkleri ve kurtuluş sığınaklarıdırlar. Onlarla hak, kendi haddine (kemaline) ulaştı; ve batıl yerinden koparılıp dili kökünden kesildi. Onlar dini koruma ve uygulama aklıyla taakkül etmişler; duymak ve nakletmek aklıyla değil; ilmi nakledenler çok olur ama ona riayet eden ise az olur.

Evet, ilmin kapısı olan Hz. İmam Ali (a.s) doğru söylemiştir. Gerçekten de dini korumak ve riayet etmek için dinleyip düşü­nenle nakletme amacıyla dinleyen kimsenin arasında çok büyük bir fark vardır. Dinleyip de nakledenler çoktur. Rasulullah'ın (s.a.a) meclisinde hazır olup o hazretten hadis dinleyip hadisin anlamını doğru şekilde kavramadan nakleden sahabeler az değil­dir. Bunlar bazen de O hazretin maksadının aksini nakletmişlerdir. Ama hadisi anlayarak nakledenler ise pek azdır. İnsan bazen ömrünü ilimde harcamasına rağmen ancak belli bir dalda kendini yetiştirebiliyor. Hatta bazen belli bir ilmin veya sanatın ancak bir dalında uzman olabiliyor ama bütün dallarına yönelemiyor. Ama Ehl-i Beyt İmamlarının bütün ilimlerinin muhtelif dallarında de­rin bir ilme sahib oldukları tarihi araştıran herkes için bellidir. Tarih Hz. İmam Ali (a.s)'ın derin ilahi ilmini ispatlayan örnek­lerle doludur. Bunun diğer bir şahidi de Hz. İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık'ın oluşturduğu ilim mektebleridir. Bu mekteblerde binlerce bilgin; fıkıh, kelam, tefsir, kimya, vb. ilim dallarında öğrenim görmüştür.

Sünnet-i Nebevi konusunda Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki ih­tilaf iki önemli nedenden kaynaklanıyor.

Birinci sebep: Hangi hadisin sahih ve hangi hadisin senet yö

l- Savaiku'l-Muhrika, s. 136 ve 227 Cami'us Sağir, c. 2, s. 132. Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 17 ve c. 4, s. 366. Hilyet'ul Evliya, c. 4, s. 306. Müsted rek'us Sahiheyn, c. 3, s. 151. Talhis-i Zehebi-El Mu'cem us Sağır-i T» baranı, c. 2, s. 22.

 

 

nünden sahih sayılmayacağı hususundaki görüş farklılığıdır. Şia mezhebi sünnet-i Nebevi diye sunulan bir çok hadislerin senet yö­nünden sahih olma vasfım taşımadığını ileri sürmektedir.

Başka bir ifadeyle Şia bir takım hadislerin sıhhatine itiraz ederek ravilerinin sahabeden olmalarına rağmen adil olmadığını söylüyor. Zira Şia, Ehl-i Sünnet'te olduğu gibi, tüm sahabenin adil olduğuna inanmıyor. Buna ilaveten eğer bir hadis, Ehl-i Beyt İmamlarından gelen rivayetlerle çelişirse ö hadisin sağlam bir hadis olmadığına inanılır. Şia'ya göre ravinin derecesi her ne ka­dar yüksek olursa olsun, eğer bir rivayet Ehl-i Beyt İmamlarının hadisleriyle bağdaşmazsa Ehl-i Beyt İmamlarının rivayetlerini ölçü kabul etmek gerekir. Onların bu hususta Kur'an ve hatta muhaliflerin nezdinde bile doğru sabit olan sünnetten birçok de­lilleri vardır. Bunlardan bazısına daha önce değindik.

İkinci sebep: Hadisi anlamakta doğan ihtilaftır. Zira bir hadisi Ehl-i Sünnet bir manaya yorumlarken, Şia ayrı bir manaya yo­rumluyor. Örneğin daha önce işaret ettiğimiz, "Ümmetimin ihti­lafı rahmettir" hadisini, Ehl-i Sünnet "Dört mezhebin fıkhı hü­kümlerde ihtilaf etmelerinin Müslümanlar için rahmet olduğuna" tefsir ederken, Şia ise "Ümmetinin bazısının bazısına gidip ilim öğrenmesinde rahmet vardır" anlamına yorumluyor. Yani "İhti­laf kelimesini dolaşmak ve gidip, gelmek anlamında olduğunu söylüyor. Bazen de Şia ile Ehl-i sünnet'in ihtilafı, hadisin manası hususunda değil, hadisten kastedilen şahısların kim oldukların­dan kaynaklanıyor. Örneğin, Hz. Resulullah (s.a.a)'tan nakledi­len: "Benim sünnetime ve benden sonra gelen Hülefa-i Raşidin'in sünnetine sanlın", hadisini Ehl-i sünnet dört halifeye yorumlu­yor: Ama Şia bu hadisten Hz. İmam Alî'den başlayıp Hz. İmam Hasan el-Askerinin oğlu olan Hz. İmam Mehdi de son bulan on iki İmamın kastedildiğini söylüyor.

Yine Hz. Resulullah (s.a.a)'ın: "Benden sonraki halifeler on iki tanedir; hepsi de Kureyş'tendir", hadisinden Şia on iki Ehl-i Beyt İmamları kastedildiğini söylerken, Ehl-i Sünnet bu hadis için do­yurucu bir tefsir bulamamaktadır. Bununla birlikte İslam .ümme­ti, hatta Rasulullah’la (s.a.a) ilgili olan tarihi olaylarda bile ihtila­fa düşmüştür. Örneğin, Ehl-i Sünnet Rabiu'l Evvel ayının on iki­sini Resulullah (s.a.a)'ı doğum günü olarak kutlarken, Şia aynı ayın on yedisini Hz. Peygamber'in doğum günü olarak kutluyor.

Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kendisi gibi herkes tarafından kabul edilen ve hükmü herkese geçerli olan bir önder olmadığı takdirde Sünnet-i Nebevi'de ihtilaf olacağı tabii ve kaçınılmaz bir şeydir. Böyle bir önder de Hz. Resulullah (s.a.a) gibi ihtilafı yok edip, niza unsurunu söküp atar kendilerine zor gelse bile yine de Allah-u Teâlâ'nın indirdiği şekilde hükmederdi. Resulullah (s.a.a)'tan sonra da İslam ümmetinin arasında böyle bir şahsın bulunması zorunludur. Bu aklın da hükmettiği bir şeydir. Hz. Resulullah (s.a.a)'ın bu gerçekten gaflet etmesi mümkün değildi. Zira ümme­tinin ondan sonra Kur'an'i tevil ederek çeşitli fırkalara ve_ mez­heplere bölüneceklerini biliyordu. O halde o Hazret'in bu ümmeti hidayet edip, doğru yoldan saptıklarında onları tekrar hakka yö­neltecek ve onlara önderlik edecek güçlü bir hidayetçi ve önder tayin etmesi gerekirdi. Ve Şia inancına göre Resulullah (s.a.a) Al­lah'ın emriyle bu görevi yapmış ve kendisinden sonra Müslümanlar için her ihtilaf ettikleri hususta baş vurmaları gereken iki de­ğerli emanet bırakmıştır. Bunların birincisi Kur'an, diğeri ise Ehl-i Beyt'tir (yani on iki masum İmam, yani Hz. Ali (a.s) ve ev­latlarıdır). Müslümanlar bunlara uydukları takdirde sapıklıktan kurtulurlar. Ve bunların birinden ayrı düşmek diğerinden de ayrı düşmeği gerektirir. Çünkü bunlar kıyamete kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Bu mesele kesin delillerle ve Peygamber (s.a.a) vasiyyetiyle de sabit bir şeydir.

Ehl-i Beyt İmamlarının birincisi Hz. Ali'dir. Peygamber'in ken­disinden sonra Müslümanların önderi olarak tayin ettiği Ali (aleyhisselam) ilk doğduğu günden beri kemale erinceye dek Pey­gamber (s.a.a)'in özel terbiyesi altında yetişmiş ve Resulullah (s.a.a) Ali (a.s) ile nisbetinin Hz. Harun'un Musa'ya olan nisbeti gibi olduğunu açıklamıştır. Yine buyurmuştur ki:

"Ben onlarla Kur'an'ın nüzulü için savaşıyorum, sen (ey Ali) onlarla Kur'an'in te'vili için savaşacaksın." (1)

Ve yine şöyle buyurmuştu: "Ey Ali, sen benden sonra ümmeti­min ihtilaf ettikleri konulan izah edeceksin." (2)

Kur'an-ı Kerim Allah-u Teâlâ'nın kitabı olduğu halde, samit (konuşmayan) bir kitap olduğundan çeşitli konulara ayrılabilece­ğinden batini ve zahiri var olduğundan yani açıklanıp tefsir edil­meye muhtaç olduğundan, onun te'vili uğrunda savaşan ilahi bir öndere ihtiyacı vardır. Diğer yandan, sünnetin de böyle bir koru­yucuya ihtiyaç duyduğu apaçıktır.

 

 

1-      Harezmi'nin yazdığı "El Menakib", s. 44-yenabiu'l Mevedde, s. 233-E1 isabe, c. l, s. 25-Kifayet'ut talib, a. 334-Müntehab-u Kenz-il Ummal, c.5, s. 36-İhkak-ul Hakk, c. 6, s. 37.

2-      Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 122-îbn-i Asakiri'niri yazdığı "Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 488-Harezmi'nin yazdığı "El Menakib", s. 236-Menavi'nin yazdığı "Kenz'ul Hakaik", s. 203-Müntehab-u kenz-il Ummal, c.5, s. 33 Yenabiu'l Mevedde, s. 182.


Kitap ve sünnetin hali böyle olunca, Hz. Rasulullah (s.a.a) ko­nuşmayan iki hüccet bırakması düşünülemez. Çünkü kalplerinde sapıklık olanların kendi amaçlan doğrultusunda bunları te'vil et­meleri, fitne çıkarmak ve dünyayı elde etmek amacıyla müteşabi hata tabi olmaları ve sonra da yaptıklarım doğru göstermek ama­cıyla Kur'an ve sünnetten bazı deliller uydurmaları her zaman için mümkün olan bir olay haline gelirdi. Bu ise sonradan gelen­lerin Hüsn-ü zan gereğince öncekilerin adil olduğuna itikat edip aynı yanlış yolu sürdürmelerine sebep olurdu. Neticede kıyamet günü de yaptıklarına pişman olup Ahzâp suresinin 66-67. ayetleriyle A'raf suresinin 38. ayetlerinin kapsamına girmelerini gerek­tirdi. Allah-u Teâlâ bu ayetlerde şöyle buyuruyor:

"O gün yüzleri, ateş içinde renkten renge girerken ne olurdu derler, Allaha itaat etseydik, ve Peygambere itaat etseydik. Ve rabbimiz derler gerçekten de ulularımıza ve büyüklerimize itaat ettik de onlar, sapıttı yolumuzu; rabbimiz, onları iki kat azaplandır ve onlara pek büyük bir lanetle lanet et."

"Her ümmet, ateşe girdikçe kendi dindaşına lanet edecek, so­nunda birbiri ardınca hepsi de orda toplanacak. Son girenler ev­velce girenler için rabbimiz diyecekler, işte bunlar bizi doğru yol­dan çıkardı, bir kat daha fazla azap et onlara. Her zümre için di­yecek, kat-kat fazla azap var amma siz bilmezsiniz."

Allah-u Teâlâ'nın Peygamber göndererek doğru yolu açıklayıp, beyan etmediği bir ümmet yoktur. Fakat onlar Peygamberlerin­den sonra Allah'ın kelamını te'vil ve değiştirmeğe gitmişlerdir. Acaba Hz. İsa (a.s)'nın Hıristiyanlara "Ben Allah'ım" diye söyle­miş olduğunu hiç bir akıllı insan düşünebilir mi? Hayır, Kur'an-ı Kerim'in buyurduğu gibi Hz. İsa "Onlara bana emrettiklerinden başka bir şey söylemedim" diyor; fakat heva ve hevese uyan, dün­ya sevgisini ve arzular, Hıristiyanları akidevi yönden bu noktaya getirmiştir. Acaba Hz. İsa ve ondan önce de Hz. Musa, Hz. Muhammed (s.a.a)'in geleceğini müjdelememiş miydi? Ama onlar Muhammed ismini kurtarıcı olarak değiştirmediler mi?

Acaba İslam ümmetinin- bir fırkası hariç, hepsi cehennem ehli olan - Yetmişe aşkın fırkaya bölünmesi tevil sebebiyle olmamış mıdır? İşte biz de bu gün o fırkalar arasında yaşıyoruz. Acaba kendi fırkasının sapıklığa düştüğünü kabul eden bir fırka var mı­dır? Başka bir tabirle, acaba Allah'ın kitabı ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetine ay kın hareket ettiğim kabul eden bir İslam mezhebi var mıdır? Aksine, hangi İslam mezhebinden sorarsan sor, kendi­sinin Allah'ın kitabı ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetine amel etti­ğini iddia ediyor. O halde çözüm nedir?

Acaba çözümün ne olduğunu Resulullah (s.a.a) ve daha doğrusu Allah-u Teâlâ (neuzu billah) bilmiyor muydu? Bu sözden Al­lah'a sığınırım, Allah-u Teâlâ kullarına karşı büyük lütuf sahibi­dir. O kullarının hayrını ister. O halde Allah-u Teâlâ helak olanın da doğru yolu gördükten sonra yani delil ve beyyine üzere helak olması ve kurtulanın da delil ve beyyine ile kurtulması için hida­yet yolunu aşikar kılmıştır. Allah-u Teâlâ kullarını kendi başına hidayetsiz bırakmaz. Aksi taktirde neuzubillah Allah-u Teâlâ'nın insanları ateşe götürmek için ihtilaf ve dalalete sürüklemek iste­diğine itikad etmemiz gerekir. Bu ise batıl ve yanlış bir inançtır. Allah-u Teâlâ'nın celal, hikmet ve adaletine layık olmayan bu sözden Allah'a sığınıyorum.

O halde Hz. Resulullah (s.a.a)'ın Müslümanlara Allah'ın kitabı ile kendi sünnetini bıraktığını buyurması ümmetinin kendisinden sonra karşılaşacakları kesin olan ihtilaf ve çıkmazların halli için tam bir çözüm yolu değildir. Çünkü heva-hevese uyarak te'villere başvuran engel olamadığı gibi cehaletten doğan sapmaların da önünü almamaktadır. Görmüyor musun hariciler İmamlarına karşı çıkmak istediklerinde, "Ey Ali hüküm senin değil, sadece Allah-u Teâlâ'nın hakkıdır" Şiarına sarılmışlardır! Bu oldukça göz alıcı bir Şiar idi. Bunu duyan kimse bu sözü söyleyenin beşe­rin hükmetmesini reddederek, "Allah'ın hükümlerini istediğini zanneder. Oysa gerçek bunun tersi idi. Allah-u Teâlâ Bakara suresinin 204. ayetinde şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan öylesi var ki dünya yaşayışı hakkında söylediği söz, seni şaşırtır, imrendirir, kabirdekine de Allah'ı tanık tutar. Halbuki o, düşmanların, en inatçısıdır."

Evet çoğu kez göz alıcı sloganların arkasında nelerin gizlendi­ğim bilmeden aldanıyoruz. Fakat ilini şehrinin kapısı olan Hz. Ali bunu biliyordu. Bu yüzen cevap olarak buyurdu ki:

"Hak sözdür; ama onda batıl kastedilmektedir."

Batıl kastedilen hak sözler oldukça çoktur. Hariciler Hz. Ali'ye "Hüküm Allah'a mahsustur, sana değil ey Ali," dediklerinde aca­ba Allah-u Teâlâ'nın -haşa- yeryüzünde tecessüm edip onların ih­tilafa düştükleri konularda hükmetmesini mi kastediyorlar? Yok­sa onlar Allah'ın Kur'an'daki hükümlerini daha mı iyi biliyorlar­dı. Fakat Hz. Ali'nin bunları -haşa- kendi görüşü doğrultusunda tevil-ettiğine mi inanıyorlardı? Bu husustaki delilleri ne idi? On­lara, pekala kendilerinin de Allah'ın hükmünü tevil ettiklerini söyleyen olabilirdi. Oysa Hz. İmam Ali, onlardan daha bilgin, da­ha sadık ve daha önce İslam'a inanmış bir kimse idi. Acaba İs­lam, onun gittiği yoldan, ayrı bir yol mu dur? O halde zikredilen söz basit insanları aldatarak, Hz. Ali'ye karşı yaptıkları savaşta yardımlarını kazanmak için çıkar uğruna ortaya atılan aldatıcı bir slogandan başka bir şey değildi.

Bugün de tarih, olduğu gibi tekerrür etmektedir. İnsan aynı in­sandır. Kurnazlık, hile ve aldatmaya başvurmak ortadan kalkma­mıştır. Aksine daha da çoğalmıştır. Zira bu günün sözde kurnaz­ları öncekilerin tecrübelerinden de yararlanıyorlar. Dolayısıyla günümüzde de nice hak sözler vardır ki onlardan batıl kastedili­yor. Günümüzde Vahhabilerin ortaya attıkları tevhid çağrısı ve şirke karşı attıkları sloganları da bunun açık örneklerindendir. Hangi Müslüman ilke olarak buna muvafık olmaz ki? Ama derin düşünce sahibi insanlar iyice biliyorlar ki, bu sözlerden batıldan başka bir şey kastedilmiyor.

Baasçıların "Ebedi risalet sahibi tek bir Arap ümmeti" sloganı da böyledir. Hangi Arap milliyetçisi (Baa's partisinin ve Hıristiyan kurucusu Misel Aflak'ı gizli hedeflerini bilmezse) bu slogana aldanmaz ki? Allah'ın selamı sana olsun ey Ali, senin şu hikmetli sözün asırlar boyu kulaklarda çınlamış ve çınlayacaktır.

"Nice hak sözler var ki, onlardan batıl murad edilmektedir."

Bir alim minbere çıkıp gür sesiyle "Kim, ben Şiayım derse biz ona "sen kafirsin" deriz ve kim, ben sünniyim derse biz ona da ka­fir deriz. Biz ne şiilik ve ne de Sünnilik taraftarıyız; biz yalnızca İslam'ı istiyoruz." derse bence bu da batıl kastedilen bir sözdür. Acaba bu alim hangi İslam'ı istiyor? Günümüzde birkaç çeşit İs­lam anlayışı vardır. Hatta ilk asırdan itibaren, İslam çeşitli mez­heplere bölünmüştü. O zamandan beri bir tarafta Ali'nin savun­duğu İslam, diğer yanda da Muaviye'nin savunduğu İslam vardı. Hatta iş savaşa kadar vardı. Yine daha sonraki dönemde bir ta­rafta bayraktarlığını Hz. Hüseyin'in üstlendiği İslam vardı; diğer yanda da İslam adına Ehl-i Beyt'i öldüren ve Hüseyin'in kendi aleyhine kıyam ettiği için İslam'dan çıktığını iddia eden, içki içen ve meymun oynatan Yezid'in İslam'ı. Yine bir yanda Ehl-i Beyt imamlarıyla onların taraftarlarının savunduğu İslam anlayışı var idi ve diğer yanda hakim olan hükümdarlarla onlara uyanların İslam anlayışı var idi. Böylece tarih boyunca Müslümanlar ara­sında ihtilafın sürüp gittiğini görüyoruz.

Bunun bir diğer örneği de günümüzde Batı'nın ilimli diye adlandırdıkları Yahudi'lerin ve Hıristiyanların tahakkümüne karşı çıkmayan ve süper güçlerin siyasetine dokunmayan bir İslam alayışıyla, Batı'nın bağnazlık ve taassupla suçladıkları Allah aşıkla­rının ortaya koyduğu hakiki bir İslam anlayışı vardır.

Bütün bu geçen bahislerden sonra, ben Resulullah'ın (s.a.a.) "Ben size Allah'ın kitabıyla sünnetimi bırakıyorum" buyurduğu­nu tastik edemem. O halde gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkı­yor ki, Müslümanların doğruluğunda icma ettikleri ikinci hadis yani "Ben sizlerin aranızda iki önemli emaneti: Allah'ın kitabını ve Ehl-i Beytimi bırakıyorum" hadisi sahih ve kesindir. Çünkü bu hadis, bütün sorunları çözmektedir. Artık Resulullah (s.a.a.)ın müracaat etmemizi emrettiği Ehl-i Beyt'e başvurduktan sonra, ne Kur'an'dan bir ayetin te'vil ve tefsirinde bir ihtilaf, ye ne de Sünnet-i Nebevi'den bir hadisin tefsir veya tashihinde herhangi bir sorun kalıyor. Özellikle de Hz. Resulullah'ın merci olarak ta­yin ettiği bu zatların gerçekten de bu makama layık olup, bu işin ehli olduklarını da biliyoruz. Çünkü hiç bir Müslüman bu zatla­rın yüce ilim, zühd ve takvalarında şüphe etmemektedir. Allah-u Teala onlardan her türlü pisliği gidererek onları tertemiz kılmış ve onlara kitap ilmini vermiştir. Onlar ne Kur'an'a muhalefet ederler ne onda ihtilafa düşerler ve ne de kıyamete kadar ondan ayrılırlar. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.a.) sakaleyn hadisinde şöy­le buyurmuştur.: "Ben aranızda iki halife bırakıyorum; Allah'ın kitabı ki o gökten yere sarkıtılan bir iptir ve benim itretim Ehl-i Beytimi. Onlar (Kevser) havuzun başında tekrar bana dönünceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."

İşte bu hakikatleri dikkate alarak ben doğrularla olmanın yo­lunun bu gerçekleri kimseden çekinmeden söylemekte olduğunu biliyorum. Amacım diğerlerini razı etmekten önce, Allah'ın rızası­nı kazanmak ve kendi vicdanımı razı etmektir.

Dolayısıyla bu konuda Hz. Resulullah (s.a.a.) in vasiyetine tabi olan Şia haklıdır. Şiiler hakiki anlamda Ehl-i Beyte uymakta, on­ları kendilerine önder ve İmam kabul etmekte ve onları sevip kendilerine iktida etmekle Allah-u Teala'ya yakınlaşmaktadır. Böylece Resulullah(s.a.a.)ın hadisinde de va'd edildiği gibi Al­lah'ın izniyle dünya ve ahirette saadete kavuşma liyakatini elde etmektedirler. Kıyamet gününde her şahıs kendi sevdiğiyle mah­şere gelecektir. O halde Ehl-i Beyti sevip onların hidayetine ikti­da edenler nasıl onlarla birlikte haşrolmasın ki? Zamahşeri bu konuda şöyle diyor:

"Şüphe ve ihtilaflar çoğalmış, herkes de Kendisinin doğru yolda olduğunu iddia ediyor.

Ben ise la ilahe illallah ile,

Ahmed'e ve Ali'ye olan sevgime sarılmışım.

Bir köpek Ashab-ı Kehf i. sevmekle saadete erdi.

Peygamberin Ehl-i Beytini sevmekle nasıl şekavet ehli olu­rum?"

Ey Allah'ım, bizi de onların velayet ipinden tutanlardan, onla­rın yolunda gidenlerden, onların gemisine binenlerden, onların imametine inananlardan ve onların zümresinde haşrolanlardan karar kıl! Sen gerçekten de istediğini doğru yola hidayet edersin.

 

Abdullah b. Saba Uydurması

 

Şüphesiz ki Allame Murtaza Askeri'nin de belirttiği gibi Abdul­lah b. Saba diye birisi tarihte yaşamamıştır. Böyle bir şahsın var­lığı kesin delillere dayanmaktadır. Abdullah b. Saba ile ilgili riva­yetleri nakleden Ömer b. Seyf için rical alimlerinden Yahya b. Muin "Onda hayır yoktur." diyor. Nesei ise "zayıftır, hadisini terk etmişlerdir Ne güvenilir ve ne de emindir." diyor.

İbn-i Hıbban ise, "zındıklıkla töhmetlenmiştir. Hadis uydurur." demiştir. İbn-i Hacer de "zayıftır" demiştir. Suyuti, "pek zayıftır." demiştir.

Şimdi Ehl-i sünnetin rical alimlerinin bile hakkında böyle de­dikleri Ömer b. Seyf in sözlerine bakarak Abdullah b. Saba efsa­nesine inananlar ve bu hususta olmadık şeyler söyleyenler Al­lah'a nasıl hesap vereceklerdir? Fasık bir insanın getirdiği haberi araştırmayı emreden ilahi emre kulak vermeden, bu hususta Ömer b. Seyf in dedikleri üzere Şii Müslümanlara saldırmak in­safsızlık değil midir? Neden her şeyi araştırmadan hemen hüküm verilir bilinmez. Hüküm araştırmaktan daha kolay geliyor bizle­re. Seyyid b. Raşid bu haberlere dayanarak Şiiliğin temelini atan kimsenin Abdullah b. Saba adlı yahudi dönmesi biri olduğunu söyler. Güya Osman'ı öldürten ve halkı kıyama teşvik eden de Abdullah b. Saba'dır.

Hatta Ahmed Emin adlı yazar Ebu Zer'in bile Osman'a karşı çıkışında ve sosyal adaleti isteyişinde Abdullah b. Saba'dan etki­lendiğini ve onun da Mezdek'ten esinlendiğini iddia etmektedir. Hatta Şia'nın birçok fikirlerini Abdullah b, Saba'dan aldığını id­dia eden Ahmet Emin adeta Şiiliğin kurucusunun Abdullah b. Sa­ba olduğunu savunmaktadır. Ama bütün bu olayları derinden in­celeyen Allame Murtaza Askeri şöyle diyor:

"On iki asırdır ki tarihçiler, Abdullah b. Sabâ masalını yazar dururlar; bu masalın ömrü uzadıkça şöhreti de artmadadır. O de­receye kadar ki bugün, kalemi eline alıp da Sahabe hakkında bir-şey yazmak isteyen pek az kişi vardır ki bu masalı unutup geçsin. Evet, ilk yazanlarla bugünkü yazarlar arasında bir fark var: Es­kiler onu, hadis ve rivayet şeklinde yazmışlar, uydurulan rivayeti nakletmişler; çağdaş yazarlarsa, ona bir de ilmî araştırma ve bu­luş süsü vermeye kalkışıyorlar. Bu yüzden biz de, bu konuyu, ilmî bir şekilde incelemek, bu masalın kimler tarafından ve nelere da­yanılarak rivayet edildiğini iyice anlatmak için, meydana atıldığı günden bugüne dek rivayet edenleri, onların kimliklerini araştır­mak, ondan sonra da asıl masalın nasıl uydurulduğunu söyleyip hükmümüzü vermek zorundayız.

1)  Seyyid Reşid Rızâ

Son zaman yazarlarından Seyyid Reşid Rızâ "E's-Sünnetü ve'ş-Şîa- Sünnet ve Şî'a" adlı kitabının 4-6. sahifelerinde bu hikâyeyi şöyle anlatıyor:

"Dördüncü halife Ebû Tâlib oğlu Alî'nin, Allah ondan razı ol­sun, adına Şîa mezhebini uyduran ve Muhammed ümmeti arasın­da dîni ve siyâsî ayrılığı ilk sokan, Şiiliğin temelini atan, Abdullah b. Sabâ adlı, görünüşte Müslümanlığı kabul etmiş bir Yahudidir. Halkı, Allah'ın yüzünü putlara secde etmekten koru­yup ululadığı, Ali hakkında aşın inanca çağırmaya başlamış, bu ümmetin arasına ayrılık sokmuş, dinlerini, dünyalarını mahvet­mek için bu yolu tutmuştu."

Seyyid Reşid Rızâ, bu uydurma hikâyeyi, kitabının altında sahifesine kadar uzatıp kendince anlatmaktaysa da, kaynağını ara­dığımız zaman görüyoruz ki dayandığı kitap, İbn-i Esir. târihidir. "Cemel vak'ası için İbn-i Esir târihinin üçüncü cüz'üne müracaat eden (s. 95-96 ve 103) görecektir ki Sabâiler, bu savaşı nasıl bir meharetle meydana getirmişler, iki tarafı nasıl savaşa sokmuş­lar, işin barışla bir sonuca varmasına nasıl engel olmuşlardır" di­yor. Bu sözlerden anlıyoruz ki Seyyid Reşid Rızâ'nın bu hikâyede dayandığı kaynak, İbn-i Esîr'in "Kâmü"idir.

2) Ebü'l-Fidâ'

732 hicride (1331-1332) vefat eden Ebü'l-Fidâ' "El-Muhtasar" adlı târihinde bu masala, uydurma bir masal daha eklemede. Ki­tabının dibacesinde, kaynaklarını söylerken "Ben bu kitabı, İbn-i Esîr-i Cezerî diye tanınan Şeyh İzzüddîn Alî'nin "'Târîhu Kânûn'inden seçerek yazdım, ibn-i Esîr'i de ihtisar ederek, bu ki­tabı meydana getirdim" diyor. Anlaşılıyor ki Reşid Rızâ ve Ebü'l-Fidâ'nın ikisi de İbn-i Esîr'e dayanıyorlar. Şu halde İbn-i Esîr bu masalı nerden almış?

3)  İbn-i Esîr

630 hicrîde (1232) vefat eden İbn-i Esir, bu masalı, etraflı bir surette, 30.36. yılların olayları arasında ve hiçbir kaynak adı an­madan anlatır. Ancak, "Târîh'ul-Kâmü"in dibacesinde (Mısır-1348, s. 5), "Bu kitaptaki olayları İmâm Ebû-Ca'fer Muhammed Taberî'nin tasnif ettiği büyük târihten aldım; çünkü o, herkesin inandığı bir kitaptır. Bir aykırılık yüz gösterdi mi, onu çözümle­mek için o kitaba başvurmak gerektir. Ben o kitaptaki rivayetlerin hiçbirini atlamadan naklettim. Ancak o kitapta, olay­ların çoğunda, çeşitli rivayetler var; bense o rivayetlerin hepsini

topladım ve bir rivayet haline getirerek aldım" demekte, "Hz. Rasûl'ün (S.M) sahabesi arasında geçen olayları, Ebû-Ca'fer Muhammed Taberî'nin naklettiklerine birşey katmadan, olayı açık­lamak, yahut kısalttığım takdirde nakledilen olaylardakilerin ad­larını anmak suretiyle bildirdim" sözlerini söylemektedir.

Şu halde Ebü'1-Fidâ' ve Seyyid Reşîd'in İbni Esîr'den naklettik­leri bi hikâyeyi, İbni Esîr, Taberî'den almıştır. Sahabe arasında geçtiği anlatılan ve kendi söylediği gibi, hiçbir şey katmadan nak­lettiği bu hikâyede İbni Esir'in kaynağı da Taberî'dir.

4) İbni Kesir

774 hicrîde (1372) vefat eden İbni Kesir, "El-bidâyetü ve'n-Nihâye" adlı târihinde bu uydurma masalı Taberî'den nakleder, çünkü kitabının 167. sahifesinde, "Seyf b. Ömer demiştir ki: Os­man aleyhine yürüyenlerin ayaklanmalarına sebep olan, görü­nüşte Müslüman olmuş ve Mısır'a gidip düzdüğü şeyleri halka telkıyn etmiş olan Abdullah b. Sabâ adlı bir Yahudidir" diyor. Sonra İbni Sabâ destanını, bütün özellikleriyle anlatıyor; hattâ Cemel savaşım da, söylediğimiz gibi, nakledip sözüne son veriyor (s. 246); sonra da diyor ki:

"Allah rahmet etsin, Ebû-Ga'fer ibn-i Cerîr-i Taberî'nin naklet­tiği olayın özeti budur."

5) İbni Haldun

Tarihçilerin filozofu İbn Haldun da "El-Mübtedei ve'l-Haber" adlı tarihinde aynı yolu tutmuştur. H. Osman'ın katli ve Cemel savaşı olaylarını anlattıktan sonra (II, s. 425) der ki: "Cemel sa­vaşını, Ebû-Cafer-i Taberî'den, kısaltarak naklettik; Taberî'ye gü­venmemiz, olayları doğru anlatmasındandır; onun kitabı, İbni Kuteybe'nin ve başka tarihçilerin kitapların daha güvenilir bir kitaptır." 557. sahifede de, "İslâm hilâfeti, bu arada dinden dö­nenlerin olayları,' fetihler, savaşlar, onlardan sonra Müslümanla­rın birleşmeleri (maksadı İmâm Hasan’ın Muâviye ile barışması­dır) gibi olayları, İmâm Ebû-Ca'fer-i Taberî'nin büyük ve mufas­sal tarihinden kısaltarak naklettim; çünkü bu tarih, her tarihten daha doğrudur; ondaki olaylar, bu ümmetin hayırlıları, büyükleri ve adalet sahipleri olan sahabe ve tabiin hakkında kınamayı, yer­meyi, şüpheyi icap eden şeylerden tamamıyla uzaktır" der.

6)  Ferid Vecdi

Ferid Vecdî de Ansiklopedisinde, VII. cüz'ün "Asm" maddesinde, Cemel savaşını ve Alî b. Ebû-Tâlib'e (a.s.) ait olayları anlatırken

bu masalı da zikreder (s. 160, 168-169) ve kaynağının Taberî ol­duğunu bildirir.

7) Ahmed Emin

Günümüzün yazarlarından, târihî olayların nedenlerini araş­tırmak, her olayın, neden meydana geldiğini bulmak isteyenler­den biri de Ahmed Emin'dir. "Fecr'ül-İslâm" adlı eserinin 109-111. sahifelerinde, İranlıların İslâm'a etkilerinden söz ederken Zerdüşt ister ve Mezdek'ten bahseder (*) Yazdıklarının özeti şu­dur:

"Mezdek'in kurduğu düzenin en önemli temeli, iştirakçilikti, Mezdek, insanlar diyordu, dünyaya aynı tarzda gelirler, aynı tarzda da yaşamaları gerekir. İnsana en gerekli olan mal ve ka­dında da eşitliği gözetmek gerektir; çünkü insanlar arasındaki düşmanlığın, savaşın sebebi, mal ve kadındır. Bu iki şeyde iştirak kabul edilirse düşmanlık ortadan kalkar. Zenginlerin, mallarım yoksullara vermelerini vacip sayan Mezdek'in telkiniyle yoksul­lar, bir fırsat elde etmişler, Mezdek'e uymuşlardı. Mezdek, kendi­sine karşı durulamıyacak kadar kuvvetlenmişti. Yoksullar, evlere saldırmaya, zenginlerin kadınlarıyla mallarına el uzatmaya baş­lamışlardı. İş bir dereceye gelmişti ki ne baba oğlunu tanıyordu, ne oğul babasını; ne de kimsede mal-mülk kalmıştı."

Bundan sonra Ahmed Emin, bu töre diyor, İran'a İslâm dininin yayılmasından Ümeyye oğullarının hilâfetlerinin sonuna dek İran'ın bazı köylülerinde yürürlükteydi. Bunları anlattıktan son­ra da, biz diyor, mal hususunda Ebû-Zerr'in rey’iyle Mezdek'in re'yi arasında bir benzerlik görüyoruz; çünkü Taberî'ye göre Ebû-Zerr, Şam'da, ey zenginler, yoksullara yardımda bulunun demeye başlamıştı ve bu hususta, "Altını, gümüşü biriktirip Allah yolun­da harcamayanları elemli bir azabla müjdele. O gün cehennem, o altım, gümüşü alevleyecek ve onlar, cehennem ateşinde kızdırılıp alınlarına, yanaklarına, sırtlarına bastırılacak/ onlarla dağlana­caklar ve işte bunlardır kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler dene­cek, tadın biriktirdiklerinizin azabını" âyetlerini okumadaydı. So­nunda mal sahipleri şikâyete başladılar. Muâviye, Ebû-Zerr'in, halkı kendi aleyhine ayaklandırmasından korkarak onu Medine'ye, halîfenin yanına yolladı. Osman, Ebû-Zerr'e, neden

(*) Ahmed Emin'den önce bu nağmeyi "E's-Sünnetu ve'ş-Şîâ" adlı kitabında Reşid Rızâ tutturmuştur. Mezdek için 385'te (995) ölen İbni Nedim'in "Fihristine bakınız (Mısır-1348, s. 479-480. Ayrıca bir de daha önce gelip geçen Mezdek vardır).

 

 

halk senden şikâyetçi diye sordu. Ebû-Zerr, zenginlerin, mallarını kendilerinin saymaları doğru değil diye cevap verdi. Bundan da anlıyoruz ki Ebû-Zerr'in fikri, çok mala-mülke sahip olmak husu­sunda Mezdek'in fikrine yakındı. Burada, şu soruyu sormamız ge­rek: Ebû-Zerr'e bu düşünceyi kim öğretti? Bu sorunun cevabım Tâberîde buluyoruz. Tâberî diyor ki, İbn'ü-Sevdâ, Ebû-Zerr'le gö­rüştü; onun aklını çeldi.

 

Ebü'd-Derdâ ve Abâde b. Samit'le de gö­rüştü; fakat onlar, Îbn'üs-Sevdâ'ya kanmadılar. Abâde, İbn'üs-Sevdâ'nın yakasına yapışıp onu Muâviye'nin yanına götürdü ve Ebû-Zerrî senin aleyhine kışkırtan budur dedi.

Ahmed Emin, sözüne şöyle devam ediyor:

"Biz biliyoruz ki İbn'üs-Sevdâ', Abdullah b. Sabâ'nın lakabıdır. Bu zat, San'â Yahudilerindendi; Osman'ın zamanında, Müslümanların dinini bozmak için görünüşte Müslüman oldu. İbni Sabâ, Hicaz, Basra, Küfe, Şam ve Mısır gibi birçok yerleri gezmiş, buralarda fikirlerini yaymıştı. Bu fikirlerin Irak, yahut Ye­men'deki Mezdek dininde olanlardan mülhem olduğu ve Ebû-Zerr'in, iyi niyeti yüzünden ona kandığı kuvvetli bir ihtimâl ola­rak söylenebilir."

Haşiyede de, Tâberî tarihinin beşinci cüz'üne bakınız diyor. Bu sözlerin devamı, 112. sahifede şu sonuca varıyor:

"Mezdek ve Mani, Râfızîlerin (Şia'nın) iki kaynağıdır ve Alî Şîasiyle Alî soyu hakkındaki inancını, eski Farsların, Sâsânî şah­lan hakkındaki inançlarından almaktadır; onlar, şahlarında bir çeşit Tanrılık kudretinin de bulunduğuna inanırlardı."

Ahmed Emin, "Bir çok şehirlerdeki propagandanın meydana getirdiği kötü ve muzır inançlardan ileride bahsedeceğiz" demek­te ve 254. sahifede İslâm fırkalarında söz ederken, -"Osman'ın ha­lifeliğim son zamanlarında, bazı kimseler, her yerde gizlice, hali­feliğin Osman'dan alınması ve bir başkasına verilmesi hakkında telkinlerde bulunuyorlar, bir kısmı da Alî'nin lehinde propagandaya girişiyorlardı. Onların en tanınmış reisi ise, görünüşte Müs­lüman olan Yemen Yahudilerinden Abdullah b. Sabâ idi; Basra, Küfe, Şam ve Mısır'ı dolaşmakta, "her peygamberin bir vasisi vardır; Hz. Muhammed'in (s.a.a) vasiysi de Alî'dir; Allah'ın Resûlünün vasıyyetini tutmayandan, onun aleyhine ayaklanan­dan daha zâlim kimdir ki? diye halkı, Osman aleyhine kışkırt­maktaydı. Osman'ın aleyhindeki ayaklanışı tertipleyenlerin ve onun öldürülmesine sebeb olanların başında Abdullah b. Sabâ gelmektedir" demekte. Sonra da 255. sahifede, "Anlatmak zorun­da kaldığımız bu topluluk üç kısma ayrılmaktadır ki Şîa da bun­ların biridir" hükmünü vermektedir.

 Ahmed Emin bu fikirleri, daha cür'etli bir surette, 266-278. sa-hifelerde belirtiyor ye 270. sahifede diyor ki:

"Rec'at inancını İbni Sabâ, Yahudi dininden almıştır. Yahudi­ler, İlyâs Peygamber'in göğe çıktığını, sonra gene yeryüzüne ine­ceğini söylerler... Bu inanç, Şîa'da, İmamların gizlenmesi (?) ve beklenen Mehdî'nin geleceği fikrini meydana getirmiştir."

Bütün bu hazırlama mahiyetindeki sözler, 276. sahifede şu so­nuca varıyor:

"Şîîlik, Islama karşı güdülen kin ve düşmanlık yüzünden İslâm'ı yıkmak isteyen herkesin sığındığı bir mezhep olmuştur. Yahudi, Hıristiyan, yahut Zerdüştî olan ve kendi dininin esasları­nı Islama sokmak isteyen herkes, Peygamber'in Ehlibeytinin sev­gisini, kendisine bir perde yapmakta, bu perde ardında dilediğini elde etmeye uğraşmaktaydı. Şîa, rec'at inancını böylece Yahudilerden aldı."

277. sahifede de "J. Wellhauzen, Şiiliğin, Fars dininden ziyade Yahudilikten müteessir olduğu kanaatindedir; onun bu husustaki delili, Abdullah b. Sabâ'nın Yahudi oluşudur" diyor.

Ahmed Emin, Şîa'nın Rec'at ve İmamet inancını Abdullah b. Sabâ'dan öğrendiğine inanıyor, ona göre imamların ma'sûm oluş­ları ve geleceği vaadedilen Mehdî inancı da bu kaynaktan doğ­muştur. Ebû-Zerr, iştirakçilik fikrini İbni Sabâ'dan öğrenmiştir. İbni Sabâ da Rec'at inancını Yahudilikten almış, öbür fikrini de Mezdek'ten mütessir olarak telkin etmiştir. Abdullah b. Sabâ, bü­tün bunları, Alî taraftarlığı ve onun hakkını dilemek perdesiyle örtmüş, böylece İslâmda Şiiliği kurmuştur: Ehlibeyt sevgisi de, bu sözlere göre Islama düşman olanların, Museviliğin ve diğer dinlerin tesiriyle, Şiilik şeklinde Islama giren bir şeydir.

Bütün bu zanlarda, bu ihtimale dayanan sözlerde ve İbni Sabâ

masalında Ahmed Emin'in kaynağı, Tâberî tarihidir. Ancak, J.

Welhauzen'den de nakillerde bulunmuştur; fakat onun kaynağı

da, ileride göreceğimiz gibi Tâberî'dir; o da bu ihtimalleri,

Tâberî'ye dayanarak yürütmektedir.

Ahmed Emin bu masalı, ilmî araştırma ve inceleme adına yap­mış görünmekteyse de Şîa düşmanlığı, kendisini ilmî araştırma­ya değil, gerçekten uzak zanlara saptırmıştır.

8) Hasan İbrahim

Çağdaş yazarlardan Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslâm Tarihi profesörü Hasan İbrahim, "Târîh'ul-İslâm'is-Siyâsî" adlı kitabında ilmî araştırma ve inceleme esasına dayanarak Os­man'ın hilâfetinin son zamanlarında, Müslümanların durumunu anlattıktan sonra 347.. sahifede diyor ki:

"Bu muhit, tamamıyla Abdullah b. Sabâ'nın ve ona uyanların telkiniyle meydana gelmişti. Rasûlullâh'ın (s.a.a) eski dostların­dan olup zühd ve takvasiyle şöhret kazanmış olan ve hadis imam­larının büyüklerinden sayılan Ebû-Zerr-i Gıfarî de bu fitneyi kö­rükledi; o da San1 alı Abdullah b. Sabâ'nın ateşli telkinlerine ka­pıldı; Osman'a ve onun tarafından Şam'a vali tayin edilen Muâviye'ye muhalefete başladı. Abdullah b. Sabâ, Müslüman olup Hicaz'dan başlamak üzere Küfe, Şam ve Mısır gibi İslâm şe­hirlerini gezmiş, fikirlerini oralarda yaymıştı.

Bu sahifenin notunda, Taberî'nin 1. cildinin 2859. sahifesini zikrederek kaynağını açıklamakta kitabının 349. sahifesinde, "İbn-i Sabâ, Osman'a karşı umûmî nefreti galeyana getiren ve onu hilâfet makamından indirmeye çalışan ilk adımdır" demekte­dir. Kitabının haşiyesinde dört kere Taberî tarihinin sahifelerini de zikrederek bu hikâyeyi 359. sahifeye dek yürütür ve on iki ke­re, tek kaynağı olan Taberî'yi anar. Böyle olmakla beraber Taberî'nin Cemel savaşına ait verdiği bilgiyi tekrarlamaz; oysa ki her iki masalda da İbni Sabâ aynı kişidir ve her iki olay, bir ma­saldan ibarettir, bu masalı düzen de tek bir kişidir.

İslâm tarihçileri, Sabaîlere ait hikâyede Taberî'ye dayanmak­tadırlar; Müslüman olmayanlara gelince:

9) G. Van Vloten

Müsteşrıklardan G. Van Vloten'in Dr. Hasan İbrahim ve Muhammed Zekî İbrahim tarafından "E's-Siyâdet'ül-Arabiyyeti ve'ş-Şîati ve'1-İsrâîliyyât fî ahdi Benî-Ümeyye" adıyla Arapçaya çevri­len kitabında (Birinci basım, Mısır-1934, s. 79), Şîa fırkalarım an­latırken, "Sabâîler, Abdullah b. Sabâ'nın dostları ve ona uyanlar­dır. O, Affân oğlu Osman'ın halifeliği süresince, hilâfete Alî'yi da­ha lâyık görüyordu" der ve not olarak Taberî tarihinin 80. sahife­sini kaydeder.

l0) Nicholson

Cambridge'de basılan "Historiy of the Arabs"ın (London-1923)215. sahifesinde, "Abdullah b. Sabâ, Sabaiyye fırkasını ku­ran kişidir; Yemen'de oturmadaydı. Yahudi olduğunu ve Os­man'ın zamanında Müslüman olup birçok yerleri gezerek fikirle­rini yaydığını söylerler. Tarihçilerimize göre şehirden şehire ge­zip Müslümanların yolunu değiştirmiş, onları yanlış yola sevk etmiştir. Önce Hicaz'da görünmüş, sonra Basra ve Kûfeye, ondan sonra da Suriye'ye gitmiş, sonunda Mısır'da yerleşmiş, halkı Rec'at inancına davet etmiştir. İbni Sabâ, İsa'nın bu dünyaya tek­rar geleceğine inanıp da Hz. Muhammed'in gelmeyeceğine inanan kişiye gerçekten de şaşılır; oysa ki Kur'an'da Hz. Muhammed'in de geleceği açıkça bildirilmiştir. Binlerce peygamber gelip geçmiş­tir; her birinin de yerine geçecek bir vasıysi vardır. Muhammed'in vasisi de Alî'dir; Muhammed peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi Alî de vasiylerin sonuncusudur diyordu" sözlerini yazar ve not olarak da Taberî'yi, sahife numarasıyla bildirir.

11) Ansiklopedi yazarları

M. Th. Houtsma, Arnold, P. Vittek, A. Schaade, A. Th. Hart-mann, Gibb v.s. gibi ansiklopedi yazarları da bu masalı şöyle an­latırlar (Leiden, I, s. 29):

"Taberî ve Makrîzî'nin sözleriyle yetinecek olursak şöyle deme­miz gerekir:

İbni Sabâ'nın telkin ettiği fikirlerden biri de Muhammed'in rec'at fikriydi; bu fikri, Abdullah'ın ortaya attığı meşhurdur. Her peygamberin diyordu, bir vasiysi vardır; Muhammed'in vasıysi de Alî'dir; buna nazaran mü'min olan herkesin Alî tarafını tutması gerektir. Abdullah'ın, bu fikri yaymak için her tarafa adamlar gönderdiğini söylerler ki bunların bir kısmı da hicretin 35. yılı Şevvalinde (Nisan 656) Mısır'dan Medine'ye hareket etmişti."

Biz burada, Ansiklopedinin Taberî'den naklettiğini alıyoruz. Makrîzî'ye gelince: Söylenen bu olay, aşağı yukarı sekiz asır önce olmuştu; senedini anmadan ve naklettiği kitabı açıklamadan bah­settiği şeylere inanmamıza imkân yoktur. Taberî, Makrîzî'den, aşağı yukarı beş asır önce yaşamış ve bu olayları, rivayet edeni de açıklamak suretiyle, anlatmıştır; Makrîzî'ni yazdıklarını, Taberî'nin yazdıklarıyla aynı mâhiyette görmemiz mümkün değil­dir. Böyle olmakla beraber Makrîzî'nin rivayetini de, Allah izin verirse, kitabın sonunda eleştireceğiz.

12) Dwight M. Donaldson.

M. Donaldson, "The Shiite Religion, a. History of İslâm'ın Persia end Irak" kitabının 58. sahifesinde (London, 1933) der ki:

 

"Alî'nin hilâfete daha lâyık ve müstahak olduğu, hattâ bunun siyaset bakımından değil, İlâhî bir hak bulunduğu hakkındaki Alî taraftarlarının iddialarında, bilhassa, Osman'ın halifeliği zama­nında meydana çıkan ve Taberî'nin dediği gibi gayesi, Müslüman­ların arasına nifak sokmak olan Abdullah b. Sabâ adlı bir adamın rolü olduğunu görmekteyiz; en eski rivayetler, bizi bu fikre sevk etmektedir."

59. sahifenin notundan da anlaşıldığı gibi bu fikir, yalnız Taberî'ye dayanılarak serdedilmekte, iki kaynağa daha dayanıl­maktadır:

I- İslâm Ansiklopedisinde, evvelce arzettiğimiz müsteşrıkların yazdıkları,

II- Nicholson'un, "Arap Edebiyatı Tarihi"nin 315. sahifesindeki yazılan. Önce de söylediğimiz gibi bunların İbni Sabâ hakkındaki sözleri, Taberî'den nakledilmektedir; kaynaklan odur.

13- J. Wellhausen

J. Wellhausen, "Das arabische Reich und sein Sturz" adlı kita­bında, 56-57. sahifelerinde şöyle diyor:

"Sabâîler, İslâmın esasını bozmuşlardır. Onlar, Kur'ân'ın hilâfına, Tanrı'nın, Peygamber'in bedenine, Peygamber'in vefatın­dan sonra da Alî'nin ve soyunun bedenlerine hulul ettiğine inanı­yorlardı. Onların nazarında Alî, Ebü-Bekr ve Ömer'le bir sayıla­mazdı,' hattâ her ikisini de, Alî'nin hakkını gasbetmiş kişiler gö­rüyorlar, kudsî ruhun Alî'ye hulul ettiğine inanıyorlardı..." On­dan sonra da Sabaîlerin, Yemen'li bir Yahudi olan İbni Sabâ'ya mensup olduklarını söylüyor.

J. Wellhausen, burada kaynağını bildirmemekle beraber 396.399. sahifelerde, bu hususta daha etraflı bilgi vermekte ve "Seyf diyor ki: Sabâîler, daha ilk günden itibaren kötü kişilerdi; kötü düşüncelere sahiptiler. Osman'ı öldürterek Müslümanları iç savaşa sürdüler. Bunların çoğu mevâlîden ve Arap olmayanlar­dandı. Sabâîler, İbni Sabâ'ya uyup Peygamber'in ruhunun, rec'at ederek Ehlibeytine hulul ettiğine inanıyorlardı. Peygamber'in kı­zı Fâtıma'nın soyundan gelen Alî evladı, İslâmdan ve Arap milli­yetinden ayrılmadılar. Sabâîleri tardettiler. Fakat onlar, Alî'nin diğer oğlu Muhammed b. Hanefîyy'ye uydular. Muhammed'in ve­fatından sonra oğlu olan ve babası gibi pek de itibar sahibi bulun­mayan Ebû-Hâşim'in imâm olduğuna inandılar. Ebû-Hâşim, ken­disinden sonra Muhammed b. Aliyy-i Abbasî'yi kendisine vasıy tayin etti ve böylece hilâfet, Seyf in rivayetine göre Abbasoğullarına geçti. Abbasoğulları'nın ayaklanması, Sabaîlerin ayaklanma­ğıydı. Her iki bölüğün de davet merkezi Küfe'ydi ve kendilerine uyanlar, İranlılardı; her iki bölük de Müslüman Arapların aleyhi­ne ayaklanmıştı..."

Böylece J. Wellhausen'in özetleyerek naklettiğimiz sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki dayandığı rivayet,Seyf in rivayetidir; onun adını iki kere anmaktadır. Kitabının önsözünde Seyfi övdü­ğünden de anlaşılıyor ki J. Wellhausen, Seyfin rivayetlerini,

Taberî'den almıştır. Buna nazaran onun da kaynağı Taberî'dir ve onun vâsıtasiyle bu masalı naklatmektedir (*).

Görüldüğü gibi, şaşılacak derecede yayılan İbni Sabâ hikâyesini nakledenler, ya doğrudan doğruya Taberî'den almış­lardır bu rivayeti, yahut da bir veya daha fazla vasıtayla Taberî'yi kaynak edinmişlerdir.

Tarihçilerin ve yazarların bir kısmıysa, bir sened ve kitap zik­retmeden bu hikâyeyi anlatmışlar; .özetleyerek naklettikleri rivayetlerde Taberî'yi yahut onu kaynak edinen kitapların yazar­larını anmamışlardır ki onlar da şu iki tarihçidir:

14)Mîr Hond

903 Hicrîde (1947-98) vefat etmiştir. "Ravzat" us-Safâ"sında bu hikâyeyi anlatır.

15)Mir Hond'un oğlu Gıyâsüddin

940'ta (1433-34) vefat etmiştir. "Habîb'üs-Siyer"de bu hikâyeyi anlar. Kitabının önsözünde bildirdiği gibi naklettiği olayları ba­basının "Ravzat'üs-Safâ"sından almıştır.

Bütün bu izahlardan şu sonucu çıkarmaktayız: İbni Sabâ masalını etraflı bir surette anlatan ve bu masalın râvîsini de anan en eski kaynak Taberî tarihidir. Ondan sonraki bütün kitaplar, İbni Sabâ ve Sabâîler masalını Taberî'den almış­lardır. Şu halde şimdi, Taberî'nin, bu hikâyeyi kimden aldığını ve onun senedini araştırmamız gerekiyor.

16)      İbni Sabâ masalında Taberî'nin senedi

310 hicrîde (922-23) ölen Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr-i Ta-beriyy-i Amulî, Sabâîler destanını, "Târîh'ül-Ümemi ve'l-Mülûk"ünde, ancak tek bir kişiden nakletmektedir ki o da Seyf b. Ömer-i Temîmiyy-i Kûfî'dir. Taberî, hicretin 30. yılı olaylarını an­latırken der ki: "Bu yıl, Ebû-Zerr'le Muâviye arasındaki anlaş­mazlık ve Muâviye'nin Ebû-Zerr'i Şam'dan Medine'ye yollaması olayı olmuştur. Bu hususta bir çok şeyler nakletmişlerdir ki onla­rı anlatmayı uygun görmüyorum. Ancak şu kadarım söyliyeyim:

Şuayb, Seyf ten rivayet eder: İbn'üs-Sevdâ' Şam'a varınca Ebû-Zerr'le görüştü ve Ey Ebâ-Zerr dedi, görüyor musun Muvzâviye neler yapıyor?"

(*) Bu kitap, Fikret Işıltan tarafından "Arap Devleti ve Sukutu" adıyla Türkçeye çevrilmiş. Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesi yayınlan arasında, 1963 yılında Ankara'da basılmıştır. (Mütercim)

 

 

Sonra İbni Sabâ hikâyesini Seyften nakleder ve Ebû-Zerr'in hâl tercemesini şu sözle bitirir:

"Başkaları bu hususta (Ebû-Zerr'in sürülmesinde) pek çok şey­ler ve hoşa gitmeyecek işler rivayet ettiler ki onları anlatmayı münasip görmüyorum."

Hicrî 30-36. yıllardaki olaylara gelince de îbni Sabâ ve Sabâîler hikâyesini, Osman'ın ölümü hâdisesinde ve Cemel Sava­şı dolayısıyla Seyften nakleder. Taberî'nin, Seyften rivayetinden başka bir senedi yoktur. Tarihinde Seyf in rivayetlerini, şu iki se­netten biriyle nakletmektedir:

1)Ubeyd b. Sa'di Züherî, amcası Ya'kub b. ibrahim'den, o da
Seyften rivayet ediyor. Taberî'nin Seyften bu senetle naklettiği rivayetleri, kendisi Ubeydullâh'tan duymuştur ve "Haddesenî", yahut "Haddesenâ, "yâni bana dedi ki, bize dediler ki diye anlatır.

2)Seriyy b. Yahya, Şuayb b. ibrahim'den, o da Seyften rivayet
ediyor. Taberî, bu senedle Seyf in sözlerini, onun "El-fütûh" ve "El-Cemel" adlı iki kitabından, şu üç sözle nakletmektedir:

I- "Ketebe ileyye", yâni bana yazdı...

II- "Haddesenî" yâni bana söyledi...

III-"Fî kitâbihi ileyye", yâni bana yazdığı yazıda...(*)

17)İbni Asâkir'in senedi Taberî'den sonra bu masalın bir senedi daha var ki onu da 571 hicride (1175) vefat eden İbni Asâkir anmaktadır. İbni Asâkir, "Tarihu Medînet'id Dimaşk"ta Talha, Abdullah b. Sabâ ve diğer­lerinin hâl tercümelerinde bu hikâyenin bir kısmını Seyften rivayet eder. İbni Sabâ ve diğer hususlardaki senedi şudur: îbni Asâkir, Ebü'l-Kaasım-ı Semerkandî'den, o, Ebül'-Hüseyn Nukur'dân, o Ebû-Tahir Muhlis'ten, o, Ebû Bekr b. Seyften, o, Sıriy b. Yahya'dan, o, Şuayb b. İbrahim'den, o da Seyf b. Ömer'den rivayet eder.

Buna nazaran İbni Asâkir'in senedi, dört vasıtayla Sırıy b. Yahya'ya ulaşmaktadır. Taberî, Sıriy b. Yahya'dan iki vasıtayla naklediyor.

18) İbni Bedrân

 

1346'da (1927) vefat eden Ibn-i Bedrân, İbni Asâkir'in târîhini "Tehzibu İbni Asâkir" adıyla hulâsa etmiştir ve kitabında, rivayetlerin çoğunu, rivayet edenlerin adlarım anmadan anlatır.

(*) Taberî, bu sözle ancak bir rivayet naklediyor (Avrupa basması, s. l, R. 2055).

 

Bu cümleden olarak İbn-i Sebâ'nın masalının bir kısmını, yalnız Seyf in adını anarak zikreder, bazen da râvinin adını anmadan anlatıp geçer; bâzı kereyse Seyf in rivayetlerini Taberî'den alır; nitekim Ziyâd b. Ebîh'in hâl tercemesinde (V, 406) Seyf in bâzı rivayetlerini Taberîden nakleder.

19) İbn-i Ebî-Bekr

İbni Sabâ ve Sabâîlere ait masalın bir başka senedi de vardır ki yazarların bir kısmı, 74.1'de (1340) vefat eden İbni Ebî-Bekr'in "Temhîd"inde olduğu gibi bu senedi kullanmışlardır. İbni Ebî Bekr, bu kitabında üçüncü halîfe Osman'ın şahadetini anlatır ve kitabının ön sözünde Seyf in "Fütûh"unu ve İbni Esîr'in târihini anar.

Şu halde İbni Ebî-Bekr, Sabâîler ve diğer olaylar hakkındaki rivayetleri, bâzı kere vasıtasız olarak Seyf in kitabından almakta, bâzı kere de İbni Esîr'den nakletmektedir. İni Esîr'inse Taberî'den, Taberî'nin de Seyf ten naklettiğini biliyoruz.

Buraya dek, Seyf in Sabâîler hakkındaki hikâyelerinde üç kay­nak belirmiştir:

I-Taberî (310 H. 922-923),

II- İbni Asâkir (571 H. 1175),

III-İbni Ebî-Bekr (741 H. 1340).

Yazarların ve tarihçilerin bir kısmı, yukarıdaki üç kitaba baş­vurmuşlar, bir kısmı iki kitaba dayanmış, bir kısmıysa Saîd-i Efganî gibi her üçünden de faydalanmıştır.

20) Saîd-i Efganî

Said-i Efganî, İbni Sabâ efsânesinin bir kısmını, "Aişetu ve's-Siyâse" adlı eserinde, "İhticacu Osman, İbnü Sabâ'el-batal'il-ha-fiyy'il-mahîf, El-İşrâf ala's-sulh, El-Muâmeretu ve'd-desîse" bö­lümlerinde anar; başka bölümlerde de bu masaldan bahseder. Kaynağı, birinci derecede Taberî, ikinci derecede, İbni Asâkir'in "Tarih"i ve "Tehzîb"i, üçüncü derecede de İbni Ebî-Bekr'in "Temhîd"idir. Taberî'ye hepsinden fazla güvenir ve kitabının be­şinci sahifesinde, "en ziyâde güvendiğim kaynak, Taberî tarihi ol­du; çünkü bu kitap, bütün kaynaklardan fazla gerçeğe yakın ve müellifi, başkalarından daha emindir, ondan sonra ne kadar mu­teber tarihçi gelmişse, ona güvenmiştir. Mümkün oldukça sözleri­ni değiştirmeden bu kitaba aldım" der.

21) Zehebî

Hicretin 748. yılında (1347) vefat eden Zehebî, "Tarih'ül-

İslâm’ında (c. II, s. 122-128), birkaç yerde bu masaldan bahseder. Başında, Taberî'de bulunmayan iki rivayeti Seyf ten naklettikten sonra (s. 124-128), Taberî'de geçenleri de hulâsa yollu anlatır.

Zehebî'nin tarihinde, Seyften nakledilen ve İbni Sabâ efsânesine ait olan rivayetler hakkında, kitabını önsözünde bilgi verir ve kitabının kaynaklan onca üç kısımdır: Önce, kitabın esa­sını teşkil eden kaynak, Seyf b. Ömer'in "Fütûh"udur. İkinci kay­nağı, hulâsa yollu naklettiği rivayetlerin bulunduğu kitaplardır. Üçüncü kısma giren kaynaklar arasında da Taberî'yi anar. Bun­da anlaşılmaktadır ki Seyf in "Fütûh"u, Zehebî'nin zamanına, yâni sekizinci asr-ı hicrîye kadar vardır ve bir nüshası da Zehebî'dedir; İbni Ebî-Bekr gibi o da vasıtasız olarak Seyften rivayetlerde bulunmaktadır; Taberî'de bulunmayan ve Seyften nakledilen iki rivayet de bu cümledendir.

Hulâsa şimdiye dek söylediklerimizden şu anlaşılıyor ki bilgin­ler ve tarihçiler, Abdullah b. Sabâ masalını, istisnasız, Seyf b. Ömer'den rivayet etmişlerdir. Onlardan Taberî, İbni Asâkir ve İb­ni Ebî Bekr'le Zehebî, arada bir başka râvî bulunmaksızın Seyften almışlar, diğerleri, vasıtalı olarak gene ondan faydalan­mışlardır. Bunu, şu şema ile tesbit ediyoruz:

Sabâîlere ait masalı uyduran

Seyf b. Ömer-i Temîmî (170 H.den, 786 M., sonra ölmüştür)

Seyften rivayet edenler: Zehebî, Taberî, İbni Asâkir, İbni Hal­dun, İbni Kesîr, İbni Esir, Ebü'1-Fidâ', Gıyasüddin, Reşîd Rızâ, Saîd-i Efganî, Ahmed Emin, Ferîd Vecdî, Hasan İbrahim, İbni Ebî-Bekr, İbni Bedran

Müsteşriklar: Nicholson, G. Van Vloten,

Ansiklopedi Yazarları: J. Wellhausen, Mîr Hound, Dwight M. Modanldson

Seyf b. Ömer

Evvelce de arzettiğimiz gibi, bin yıldan fazla bir zamandır, Sabâîler masalı bilginlerin ağızlarında dolaşıp durmaktadır; bu masalın râvîsi de Seyf b. Ömer adlı tek bir adamdır; hepsi, söyle­diklerini, ondan nakletmektedir. Şu halde, gerçeğe ulaşmak ve rivayetlerinin ne derecede gerçekten uzak, yahut ne derecede de­ğerli olduğunu anlamak için Seyf in kim olduğunu bilmemiz icâb eder.

Seyf b. Ömer, Temîm boyunun Useyyid şubesindendir ve bu yüzden ona Useydiyyi Temîmî, bâzı da Temîmiyyi Burcumî der­ler. Burcumî, berâcim sözüne nisbet bildiren bir kelimedir, Temîm boyundan birkaç şube, birbiriyle uzlaşmış, ahidleşmiş,

bundan dolayı da bunlara "Berâcim" denmiştir, Seyf, Bağdad'ın Küfe şehrinde yerleşmişti. Ölümü, Hârûn'ür-Reşîd'in zamanında, hicretin 170. yılından (786) sonradır. "İsmail Paşa", onun 200 hicrîde, Reşîd'in hilâfeti zamanında öldüğünü yazar; fakat Reşîd'in ölümü 193 hicrîdedir (809).

Seyf in rivayetleri

Seyf, o çağın tarihçilerinin âdetince tarihî olayları senedlerle nakletmiştir; bu yüzden de naklettiği efsaneler, târihî ve doğru sanılmıştır. Bir hikâyeyi birkaç kısma böler, her bölüm için de bir sened uydurur. Bu tarzda iki kitap telîf etmiştir:

1)  El-Fütûh'ül-Kebîr va'r-Ridde

Bu kitap, Hz. Peygamberin (s.a.a) vefatına yakın bir zamandan Osman'ın hilâfetine kadar olan bahisleri ihtiva eder; Ebî-Bekr'in, hilâfetine muhalif bulunan, onun hilâfetini kabul etmeyen Müs­lümanlarla savaşına, "Mürtedlerle savaş" adını vermiştir. Ondan sonra Roma'nın doğusundaki fütuhatla Şam, Filistin ve İran'ın İslâm eline geçmesi konularım işler; naklettikleri tamamıyla ger­çekten uzaktır; hepsi de masal tarzında yazılmıştır.

2) El-Cemel ve Mesir-u Aişe ve Alî

Bu kitap da, Osman aleyhindeki kıyamdan, Osman'ın şehade-tinden ve Cemel savaşından bahseder. Bütün konuların incelen­mesinden anlaşılmaktadır ki bu kitap, Ümeyyeoğullannın yap­tıklarını tevîl ve onları savumak için yazılmıştır.

Seyf, bu iki kitaptan başka ayrıca bâzı rivayetler de uydurmuş­tur ki bunlar, bugüne dek birçok İslâm târihine aslî ve en büyük bir kaynak olmuştur.

Taberî, Seyf in rivayetlerini, târihinde, hicrî on birinci yıldan otuz altıncı yıla kadar olan olaylarda nakleder. Ondan sonra İbni Asâkir, büyük târihinde, Şam'da yaşamış olan kişilerin hâl terce-melerini yazarken Seyf ten nakillerde bulunur. 436'da (1044) vefat eden İbni Abd'ül-Birr, "İstîâb" ında, 630 da (1232) vefat eden İbn'ül-Esîr, "Üsd'ül-Gaabe"sinde, 748'de (1347) vefat eden Zehebî, "Tecrîd"inde, 852'de vefat eden (1448) İbni Hacer, "El-İsâbe"sinde, Sahabenin hâl tercemelerinde Seyf in Sahabe arası­na kattığı ve onlar için hâl tercemeleri yazdığı kişileri de almış­lardır. Bunların incelenmesinden anlaşılmaktadır ki bu kahra­manlardan yüz elliye yakın kişi, hiçbir suretle ve hiçbir zaman, varlık âlemine kadem basmamışlardır; fakat Seyf b. Ömer'in mu­hayyilesi, onları yaratmıştır. Seyf, bunları, Hz. Peygamber'in (s.a.a) zamanı saadetini idrâk edenler arasında göstermiş, bu yüz­den, hâl tercümeleri uydurulan bu muhayyel kişiler de Sahabe arasında zikredilmiştir (*).

îslâm memleketlerine ait ve coğrafyaya dâir eser yazanlardan Yâkuut-ı Hamevî (626 H. 1228), "Mu'cem'ül-Büldân"ında, Safiyyüddîn, "Marâsıd'ül-îttılâ"mda Seyf ten rivayetlerde bulun­muşlardır. Bu bakımdan Seyf, yalnız İbni Sabâ adlı târihî kahra­manı yaratmakla kalmamış, daha yüzlerce târihî masallar uydur­muş, yüzlerce kahramanlar icâd etmiştir. Bu masallar, yüzlerce hadis, tefsir, tarih, coğrafya, edebiyat ve ensâb kitaplarına geç­miştir. Seyf in rivayetlerinin değerini anlamak, gerçek, yahut za­yıf olduğunu, rivayetlerine güvenilip güvenilemiyeceğini bilmek için Rical kitaplarına müracaat etmemiz, ondan sonra da, Al­lah'ın izniyle, rivayetlerini incelememiz gerektir.

Rical kitaplarına göre Seyf:

1)Hicrî 232'de (846) vefat eden Yahya b. Muîn, onun hakkın­
da, "Hadîsi zayıf ve gevşektir" der; bir kere de, "Onda hayır yok­
tur" hükmünü verir.

2)303'te (915) vefat eden Sahîh sahibi Neseî'ye göre "Zayıftır; hadisini terk etmişlerdir; ne güvenilir, ne de emindir."

3)316'da (928) vefat eden Ebû-Davud, "Değersizdir; çok yalan söyler" hükmünü verir.

4)327'de (938) vefat eden İbn-i Ebi-Hâtem, "Hadisini terk et­mişlerdir" demektedir.

5)353'de (964) vefa eden"îbn'üs-Sekn" "Zayıftır" hükmünü ver­mektedir.     

6)354'te (965) vefat eden İbn-i Hıbbân, "Uydurduğu hadisleri, inanılır kişilere atfederek nakleder" demekte ve "Zındıklıkla töhmetlenmiştir; hakkında, hadis uydurur demişlerdir" diye tavsif etmektedir.                                 .

7)385'te (995) vefat eden Dârukutnî, "Zayıftır, hadisini terk et­mişlerdir" der.

8)405'te (1014) vefat eden Hâkim, "Hadîsini terk etmişlerdir; zındıklıkla töhmetlenmiştir" hükmünü verir.

9)817'de (1414) vefat eden Kamus sahibi Fürûzâbâdî, "Zayıf­tır" demektedir.

(*)Seyf, masallarındaki kahramanları, ordu kumandanları göstermek­tedir; sözüne göre askere kumanda olarak tayin edilenlerin Sahabeden olmaları âdet olduğundan bu kahramanlar da Ashaptan sayılmaktadır.

 

10)852'de (1448) vefat eden İbni Hacer, aynı hükmü vermekte­dir.

11)911'de (1505) vefat eden Suyûtî, "Pek zayıftır" hükmüne varmaktadır.

12)923'te (1517) vefat eden Safıyyüddin, "Onu zayıf saymışlar­dır" sözünü söylemektedir.

Seyf hakkındaki Rical bilgisi âlimlerinin nokta-i nazarları ve hükümleri budur. Şimdi onun, olayları uydurmaktaki yolunu ay­dınlatmak, rivayetlerinin değerini belirtmek için rivayetlerine ge­çebiliriz; ancak İbni Sabâ masalını incelemeden önce, örnek ola­rak Seyf in birkaç rivayetini nakledecek, sonra Allah'ın izniyle İb­ni Sabâ masalına geçeceğiz.

Şeyf in Rivayetleri

 

Usâme Ordusu

 

Taberî, hicretin on birinci yılı olaylarını anlatırken Seyf in şu rivayetini nakletmekte (c. III, s. 212), İbni Asâkir de târihinde bunu zikreylemektedir (I, 427):

Rasûlullâh (s.a.a) vefatından önce Medinelilerle civarda bulu­nanlardan bir ordu tertip etmişti, Ömer b. El-Hattâb da bu ordu­daydı. Zeyd oğlu Usâme’yi bu orduya kumandan tayin buyurmuş­tu. Ordu henüz Medine sınırını aşmamıştı ki Hazret-i Resûl (s.a.a) irtihâl etti. Ordu olduğu yerde kaldı ve Usâme Ömer'e, Hazret-i Resûl’ün halîfesine git de ondan izin al, halkı geriye dön­düreyim dedi.

Seyf gene diyor ki:

"Orduda bulunan Ensâr, Usâme’nin yerine bir başkasını ku­mandan tayin etmesi için Ömer'i, Ebû Bekr'e gönderdi. Ömer, Ensâr’in sözünü Ebû-Bekr'e bildirince Ebû-Bekr yerinden fırladı; Ömer'in sakalım tutup dedi ki: Ey Hattâb oğlu, anan ölümüne ağ­lasın; Usâme’yi Rasûlullâh kumandan tayin etti; sense bana, onu bu işten almamı, başkasını tayin etmemi söylüyorsun."

Ondan sonra diyor ki:

"Ebû-Bekr o orduya hareket emrini verdi; onları uğurladı; ayrı­lırken de Allah'ın adliyle gidin, Allah sizi öldürsün, taunla yok et­sin dedi!"

Seyf in Usâme ordusu hakkındaki rivayeti bu. Fakat başka râvîler diyorlar ki:

Hicretin onbirinci yılı Saferinden dört gün kalmıştı; pazartesi günü Rasûlullâh (s.a.a) Roma'yla savaşa hazır olun buyurdu. Er­tesi günü Usâme b. Zeyd'i çağırdı, buyurdu ki: Ordunun kuman­danı olarak babanın şehit olduğu yere yürü, onlara saldır. Çarşamba günü Hazret-i Peygamber'in başlan ağrımaya, hararetleri yükselmeye başladı. Perşembe günü sabahleyin kendi elleriyle savaş sancağını Usâme’ye vermek üzere hazırladı. Usâme sancağı alıp Medine'den çıktı; bir fersahlık yerdeki Cürufu ordugâh yap­tı. Muhacirlerle Ensâr’in ululan, umumiyetle bu savaşa katılma­ya memur oldular. Ebû-Bekr, Ömer b. Hattâb, Ebû-Ubeyde b. Cerrah, Sa'd b. Ebî-Vakkas, Saîd b. Zeyd ye daha başkaları da bunlardandı. Bazıları, içinde ilk muhacirlerin de bulunduğu bir orduya ne diye bu çocukcağız kumandan oluyor dediler. Rasûlullah (s.a.a), bu sözü duyunca pek sıkıldı, başlarında bir bez bağlı, omuzlarında bir havlu atılmış olarak mescide gelip minbere Çıktılar (*). Buyurdular ki: Bu nasıl sözdür ki Usâme’nin hakkın­da söyleniyor ve bana duyuruluyor? Bundan önce babasının ku­mandanlığına da itiraz etmiştiniz; oysa ki Allah'a andolsun ki, babası, kumandanlığa layıktı; oğlunda da o liyâkat var. Sonra minberden indiler. Üsâmeyle gitmek isteyenler, Hazret-i Peygamber'e veda ettiler ve Cüruftaki ordugâha doğru yola çıktılar. Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığı ağırlaştı; kendilerinden geçmişlerdi. Usâme yanlarına geldi; eğilip Hz. Peygamber'i öptü. Fakat Pey­gamber'in söz söylemeye kudreti yoktu. Usâme döndü. Bir kere daha, pazartesi günü, Peygamber'in huzuruna geldi. Hz. Peygam­ber o gün, biraz iyileşmişti. Usâme’ye, kutlulukla yürü buyurdu­lar. Usâme, Hz. Peygamberle vedâlaşıp ordugâha döndü. Yürü­yüşe emir vermişti; ata binmek üzereydi ki annesi Ümmü Ey-men'den birisi gelip Hz. Peygamber'in (s.a.a) ihtizar halinde bu­lunduğunu haber verdi. Usâme, Ömer, Ebû-Ubeyde ve diğerleriy­le Medine'ye döndü. Hz. Peygamber (s.a.a), o gün öğle vakti vefat ettiler (**).

 

Usâme ordusunun, Hz. Peygamber (s.a.a) hayattayken durumu

(*) Şiddetli bir hastalığa tutulanların başlarında sarık, sırtlarında aba taşımaya güçleri olmadığından başlarını bir bezle bağlamaları, sırt­larına da bir havlu almaları, o zamanın âdetiydi.

(**) Bu rivayeti İbn-i Sa'd, "Tabakaftında (II, s. 190), Fethuddîn İbn-i Seyyid "yyûn'ül-Eser"inde (II, 281) nakletmektedir; diğerleri de Ebû Bekr'le Ömer'in. Usâme’nin ordusunda bulunduğunu açıklarlar; o cümleden olarak Belâzüri "Ensâb'ül-Eşrâf'mda (l, 474), Ya'kubî târihinde (II, 74), İbni Bedrân, "Tehzîd"inde (II, 74), İbni Esîr, târihinde (II, 120), Molla Müttakıy "Kenzül-Ummâl"de (V, 312) ve "Müntahabu Kenz"de (IV, 180), İbni Sa'd, "Tabakaaf'ın IV. cildinde (s. 66), Marâgıy, "Telhisu Maâlinü Dâr'ül-Hicre"de (s. 90) aynı tarzda naklederler.

 

 

buydu. Vefatından sonraysa îbni Asâkir, bey'at tamamlanıp halk esenleşince Ebû-Bekr'in Usâme’ye, "Hazret-i Peygamberin sana emrettiği yere yürü" dediğini, o sırada Muhacirlerle Ansârdan bâzılarının, Ebû-Bekr'e bu orduyu göndermesini geciktirmesini teklif ettiklerim, fakat Ebû-Bekr'in kabul etmediğini bildiriyor. 834. sahifedeki diğer rivayette de Ebû-Bekr'in orduyu geçirdiğini, Usâme’ye, "Peygamberin (s.a.a), sana emirler verdiğini duydum; ben başka bir emir vermiyorum; o emirlere göre hareket et" diye­rek yolladığını bildiriyor.

Şey f in rivâyetiyle karşılaştırma

1)     Seyf diyor ki:  Usâme ordusunun son kısmı,  henüz
Medine'nin hendeğini aşmamıştı ki Rasûlullah vefat etti. Seyf in, bu sözü söylemekte ayrı bir maksadı var. Sahabenin Hz. Peygamber'in emrine o derece itaati vardı ki emredilir edilmez, hiçbir suretle savsaklamadan hemen emre uydular demek, bu suretlede önce ve sonra, Hz. Peygamber'in Usâme’yi kumandan tayin
edişine itirazları perdelemek istiyor. Oysaki diğer rivayetlerden
açıkça Usâme ordusunun, Medine'ye bir fersahlık Cürufta ordugâh kurduğu ve birkaç gün Medine'ye gelip gidenlerin bulun­ duğu anlaşılıyor. Hz. Resûl, rahatsızlığı hafifledikçe, Usâme or­
dusunu sormakta, henüz hareket etmediğini anlayınca sıkılmak­ta, defalarca Usâme ordusu hareket etsin, Usâme ordusunu yolasalın buyurmaktadır. Fakat Seyf, bu gecikmeyi gizlemek, bu işi yapanların hareketlerini örtmek için araya sözler katmakta, gerçeği kapatmaktadır.

2)  Seyf, Rasûlullâh'ın (s.a.a) vefatını duyunca Usâme’nin Ömer'i, Rasûlullâh'ın halifesi Ebû-Bekr'e gönderip geri dönmek
için izin istediğini söylüyor. Bu sözü de gerçek rivayetlere aykırı­dır Ve maksada dayanmaktadır.  Çünkü arzettiğimiz gibi Üsâme'ni aldığı haber, Hazret-i Resûl’ün (s.a.a) ihtizar halinde bulunduğudur ve bu haberi alınca Ömer ve Ebû-Ubeyde'yle, bâzı rivâyetlerdeyse Ebû-Bekr ve Ömer'le Medine'ye dönmüştür. Ebû-Bekr, Medine'ye, Hz. Rasûlu-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından son­ra gelmiştir. Kendisine bey'at edildikten ve bu iş, mescitte bittik­
ten sonra Ebû-Bekr, halîfe unvanını almış ve halîfe tanınmıştır; Usâme’nin işine de, ancak ondan sonra karışmaya başlamıştır. Fakat Seyf, sözleriyle, Ebû-Bekr'in, Hz. Peygamber'in zamanında
hilâfete nasb edildiği kanısını vermek istiyor.

3)  Seyf, Ensâr’in, Ebû-Bekr'de, ordu kumandanlığının, Üsâme'den alınmasını istediklerini söylüyor. Halbuki diğer rivayetlerde ve bilhassa îbni Âsâkir'in târihinde (c. I, s. 438) bunu, ilk muhacirlerin istedikleri bildirilmektedir. Seyf, zamanın hükümetinin razılığım elde etmek için muhacirlerin isteğini ansâra yüklüyor.

4) Seyf, Usâme’ye ve ordusuna, Ebû-Bekr'in emir verdiğim söy­lemekte; oysa diğer rivayetlere nazaran emirleri, Hz. Resûl-i Ek­rem (s.a.a) vermişti. Hattâ Ebû-Bekr, "Peygamber'in sana emirler verdiğini duydum; ben başka bir emir vermiyorum; o emirlere gö­re hareket et" demişti.

Seyf, rivayetinin sonunda, Ömer'in Ansar'dan getirdiği haber yüzünden kızıp Ömer'in sakalını tuttuğunu, ona ilendiğini söylüyor; oysa ki "Elçiye zeval yoktur." Ve gene diyor ki: "Ebû Bekr, islâm ordusuna ilendi; öldürülmelerini, tauna tutulmalarını dile­di. Seyf e göre Müslümanların halifesi Müslüman ordusunu hayır dualarla geçireceği yerde ilenerek, beddua ederek uğurluyor!

Evvelce de arzettiğimiz gibi Seyf in bu rivayetleri uydurmakta­ki maksadı, zamanın hükümetinin, çağındaki adamların râzılıklarını, hoşnutluklarını kazanmaktır. Yalnız Ebû-Bekr'in bedduasını neden uydurdu? Rical bilginleri, onun zındık olduğu­nu söylüyorlar ya; İslâm tarihiyle, İslâm büyükleriyle bu suretle alay etmek istedi her halde; bundan başka bir sebep bulamıyoruz biz.

Seyf in uydurduğu rivayetlerde hiçbir değer yoktur; onun ma­salları, kendi muhayyilesinden doğmadır. Bu masallarda, önce­den de söylediğimiz gibi öyle kahramanlar vardır ki onlar, henüz zaman anasından doğmamışlardır. Ama Seyf in rivayetleri yayıl­dıktan sonra o kahramanlar da İslâm ricali arasında sayılmaya başlamışlardır."

Kaza ve Kader

 

Şüphesiz ki insana hem kötülük ve hem de kötülüklerden sa­kınmak ilham edilmiştir. Dolayısıyla kim kendini temizler ve tez­kiye ederse kurtuluşa erer ve kim de kötülüğe rağbet ederse hüs­rana uğrar. Allah-u Teala insana irade vermiştir. Akıl ve fikir ih­san etmiştir. Bazı işleri kendi iradesiyle gerçekleşir, bazı işleriyse iradesi dışında gerçekleşir. Örneğin insanın iyilik veya kötülüğe rağbet etmesi kendi iradesiyle gerçekleşmektedir. Ama insan her­hangi bir renk veya ırktan olmasını seçemez.

İnsanın yolda yürümesi kendi iradesiyle gerçekleşir. Ama yere düşmesi iradesi dışında bir olaydır. Ayrıca insan dua, ibadet ve iyi amelleriyle kendi kaderini değiştirebilir. Rızık ve ecelini değiş­tirebilir. Hakeza insan günahları sebebiyle de rızık, ecel ve kade­rini kötü anlamda değiştirebilir. Bu yüzden Ehl-i Beyt imamları "Ne cebirdir ve ne de tefviz; bu ikisi arasında bir şeydir." diye bu­yurmuşlardır. Zaten Şia'nın kabul ettiği beda inancı da bunu ifa­de etmektedir.

Ama ne yazık ki İslam toplumunda kaza ve kader konusu yan­lış yorumlara maruz kalmış ve pek çok su-i istifadelere uğramış­tır. Hatta Haccac gibi tarihin zalimleri de öldürdüğü ve işkence ettiği kimselere, "Ben sizlere Allah'ın indirdiği bir belayım. Ben kötüleri cezalandıran ilahi bir azabım" diyordu. Hatta bazıları ileri giderek Allah'ın fiillerinde muhtar olduğunu, dilediğini cen­nete dilediğini de cehenneme koyacağını ifade etmişlerdir. Al­lah'ın adaletini göz ardı ederek "Allah dilerse Yezidi bile cennete, Hüseyin'i ise (haşa) cehenneme koyar." demişlerdir. Elbette ki gerçek islam bu gibi düşüncelerden uzaktır. Biz Allah'ın adil ol­duğuna inanırız. Allah-u Teala haklının hakkını haksızdan ala­cak ve suçluları cezalandıracaktır. İyilik yapanları ise cennetine koyacaktır. Kaza ve kader insanın elinde olan bir şeydir. İnsan ibadet, zikir ve iyi amelleriyle kaderini değiştirebilir. Allah-ü Te­ala kulun iradesinin olmadığı hiç bir hususta kullarını hesaba çe­kici değildir. Bu hususta Prof. Dr. Ticani bakın ne diyor:

"Önceleri kaza ve kader konusu benim için çok zor ve anlaşıl­maz bir konu idi. Fikrimi rahatlatıp, kalbimi ikna edecek doyuru­cu ve yeterli bir tefsir bulamıyordum. Bu hususta şaşkınlık içinde kalmıştım. Bir taraftan Ehl-i Sünnet ekolünde insanın tabiatına uygun fiillere yöneltildiğini (her şeye yaratıldığı şey kolay kılın­mıştır) 've Allah-u Teâlâ'nın her cenine annesinin karnında iken iki tane meleği gönderdiğini ve bu meleklerin onun ecelini, rızkı­nı, amelini ve şekavet veya saadet ehli olacağını yazdığını (1) öğ­renmiştim. Bir taraftan da aklım ve vicdanım Allah'ın adil oldu­ğunu ve kullarına zulmetmediğini söylüyordu. Allah nasıl olur da kendisinin yazıp mecbur ettiği fiillerden dolayı onları hesaba çe­kip azaplandırabilir?

Diğer Müslüman gençler gibi ben de fikri yönden çelişki içinde yaşıyordum. Bir taraftan düşünüyordum ki, "Allah-u Teâlâ ger­çekten güç sahibi ve cebbar'dır; O'ndan ne yaptığı sorulmaz, onlar (mahlukat) sorguya tutulur." (Enbiya-23).

Yine: "O istediğini yapandır." (Buruc-16).

Mahlukatının bir kısmını cennet için, diğer bir kısmım ise ce­hennem için yaratmıştır. Öte taraftan diyordum ki: "O kullarına rahman ve rahimdir; bir zerre ile zulmetmez" (Nisâ-40).

"Senin Rabb'in kullara zulmeden değildir." (Fussilet-46).

 

l- Sahih-i Müslim, c. 8, s. 44

 

Yine: "Allah insanlara hiç zulmetmez; fakat insanların kendi kendilerine zulmederler." (Yunus/44)

Hadiste de yer aldığı üzere "O mahlukatına karşı, bir annenin çocuğuna olan sevgisinden daha fazla merhamet besler." (1)

Bazen bu konuyla ilgili Kur'an ayetlerini okurken bile çelişkili anlayışlarla karşı karşıya kalıyordum. Bazen insanın kendi nefsi­nin yaptıklarından sorumlu olduğunu anlıyordum:

"Her kim bir zerre kadar hayır da yapsa onu görecek ve her kim bir zerre kadar şer de yapsa onu görecektir."

Bazen de insanın belli bir yöne yöneltilmiş olduğunu ve onun hiç bir güç ve kudreti olmadığını ve kendisine bir fayda ve zarar vermeğe veya rızık kazanmağa malik olmadığını anlıyordum:

"Allah dilemedikçe hiç bir şey isteyemezsiniz." (El İnsan/30)

"Allah istediği sapıklığa düşürür ve istediğini hidayet eder." (Fatır/8)

Yalnızca ben değildim, aksine müslümanların çoğunluğu bu fikri çelişkiyi yaşamaktadırlar. Bu yüzden de ulema ve büyükle­rin birçoğundan kaza ve kader konusunu sorulduğunda, diğerle­rini ikna etmeği bırak, hatta kendilerini tatmin edecek bir cevap­lan bile olmadığını görürsün. Bu nedenle de "Bu konuya çok de­rince dalınmaması gerekir" diyerek geçiştiriyorlar. Bazıları da bu konuda derince bahsetmenin haram olduğuna fetva vermekte ve "Bir Müslüman kaza ve kadere (hayrı ve şerriyle) inanıp Allah'ın katından olduğunu kabul etmelidir" derler.

Onlara "Nasıl olur da Allah-u Teâlâ bir kulunu suç işlemeğe mecbur kıldıktan sonra onu cehenneme atıyor?" diye sorunca da ona tekfire kalkışıp, zındıklık dinden çıkmak vb. şeylerle suçlu­yorlar. Bu nedenle de akıllar taşlaşmış artık evlenmenin, boşan­manın hatta zinanın bile alınyazısına (kadere) dayandığına ina­nılmaya başlanmıştır. Şarap içmek, insan öldürmek de bunlara dahildir. Hatta yemek ve içmek bile önceden takdir edilmiştir. O halde sen ancak Allah'ın sana yazdığı şeyleri yemekte ve içmekte­sin!

Alimlerimizden birisine bu husustaki soruları tekrarladıktan sonra dedim ki: "Halbuki Kur'an bütün bu fikirleri yalanlıyor. Hadisler ise Kur'an'a ters düşemez. Allah-u Teâlâ evlenmek ko­nusunda Nisa suresinin 3. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Siz hoşlandığınız kadınlarla evlenin,"

Bu ayet-i kerime, evlenmek hususundaki kararın insanın ken­di elinde olduğunu bildirmektedir. Talak konusunda da Bakara

1. Sahih-i Buhari, c. 7, s. 75.

 

suresinin 229. ayetinde şöyle buyurmuştur:

"Boşamak, iki defa olur; ondan sonra ya güzellikle kadını tut­mak gerek, ya hoşlukla bırakmak."

Bu da insanın bu hususta özgür olduğunu gösterir. Zina konu­sunda ise İsrâ suresinin 32. ayetinde şöyle buyuruyor:

"Ve zinaya yaklaşmayın ki o çok ayıp ve kötü bir yoldur." Bu ayet-i kerimede zinanın insanın ihtiyarında olduğunu açıklıyor. Şarap hususunda da Maide suresinin 91. ayetinde şöyle buyuru­yor:

"Şeytan şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve bu vesileyle sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymak is­tiyor; acaba siz kaçınacak mısınız?"

Bu ayet-i kerimede ihtiyar ve iradenin insanın kendi elinde ol­duğunu açıklamaktadır. Katl-i nefse gelince, bu konuda En'am suresinin 151. ayetinde Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Allah'ın haram kıldığı nefsi herhangi bir hak (kısas hakkı gi­bi) olmadıkça öldürmeyin."

Ve yine Nisa suresinin 93. ayetinde şöyle buyurmuştur:

"Ve kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası cehenneme atıl­maktır; ebedî kalır orda ve Allah ona gazeb eder ve rahmetinden uzaklaştırır onu ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır da."

Bu ayetler de öldürmek konusunda insanın muhtar olduğunu gösteriyor. Hatta yemek ve içmek hususunda da bizlere yol gös­termiş ve A'râf suresinin 31. ayetinde şöyle buyurmuştur:

"Yiyiniz ve içiniz; fakat israf etmeyiniz; o israf edenleri sev­mez."

Bu ayet de insanın ihtiyar sahibi olduğuna delalet ediyor.

Efendim, dedim bu Kur'ân'dan getirdiğimiz deliller karşısında her şeyin Allah'tan olduğunu, onun insanı belli bir yöne yönelme­ye mecbur kıldığını nasıl söyleyebilirsiniz?" Cevab olarak "Kai­natta tasarruf edenin sadece Allah- Teâla olduğunu" söyleyerek Al-i İmran suresinin 26. ayetini delil olarak zikretti. Bu ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "De ki: Ey Allah'ım, (ey) mülkün (hükümetin) sahibi, mülkü (hükümeti) istediğine verir ve istedi­ğinden de mülkü (hükümeti) alırsın; istediğinizi aziz kılar, istedi­ğini de zelil kılarsın. Hayır senin elindedir; sen herşeye kadirsin."

Ben ona cevap olarak dedim ki: "Aramızda Allah'ın meşiyeti konusunda ve Allah-u Teâlâ'nın bir şeyi yapmayı dilediği takdir­de insan ve cinlerin ve diğer mahlukların bana karşı koyma imka­nı olmadığında bir ihtilaf yoktur; ihtilafımız kulların fiilleri konu­sundadır ki, acaba bu işler kulun kendisinden midir yoksa Al­lah'tan mı?"

Benim bu sözüme karşı "Sizin dininiz size benim dinim de ba­nadır" cevabını vererek böylece bahsi kapattı.

Çoğu zamanlar alimlerimizin dayandığı delil işte budur. Hatır­ladığım üzere ben iki gün sonra onun yanına tekrar dönerek de­dim ki: "Sizin itikadınıza göre her şeyi Allah yapmakta olup ku­lun hiçbir seçme hakkı da yoktur. O halde neden bu sözü hilafet konusunda da söylemiyorsunuz? Yani neden hilafette de, her iste­diğini yaratan ve her istediğini seçen odur; onların seçme hakkı yoktur, demiyorsunuz ve hilafetin müslümanların seçimiyle ger­çekleştiğine inanıyorsunuz?"

O dedi ki: "Evet bunu hilafet konusunda da söylüyorum. Zira Ebubekir'i, sonra Ömer'i, sonra Osman'ı ve sonra da Ali'yi hilafe­te seçen Allah^u Teâlâ'dır. Eğer Allah-u Teâlâ Ali'nin ilk halife ol­masını irade etseydi, cinler ve insanlar buna engel olamazdı."

Ona dedim ki: "Şimdi çıkmaza girdin." O "Nasıl?" dedi. Dedim ki: 'Ya Allah-u Teâlâ'nın bir yandan dört Hulefa-i Raşidin'i ken­disi seçtiğini, onlardan sonraki dönemler için ise halkın istedikle­rini seçmeleri için işi onlara bıraktığını söylemelisin ya da Allah-u Teâlâ'nın işi halka bırakmadığını ve Resulullah (s.a.a)'ın vefa­tından kıyamet gününe kadar gelecek olan bütün halifeleri kendi­sinin seçtiğini söylemelisin.

"İkinci görüşü kabul ediyorum" dedi ve yine bu ayet-i kerimeyi okudu "De ki: Ey Allah'ım, (ey) mülkün sahibi, mülkü istediğine verirsin; istediğinden de mülkü alırsın..."

Ona "O halde padişahlar ve sultanlar eliyle İslam'da vuku bu­lan sapıklık ve suçların faili de neuzu billah -Allah-u Teâlâ'dan mıdır? Zira bunları da o halkın idarecisi kılmıştır." dedim. Dedi ki: "Evet, böyledir. Zaten bazı salihler:

"Ve eğer bir beldeyi helak etmek istersek, onların zenginlerine emrederiz..." ayet-i kerimesinin "Emerna" kelimesini, yönetici kı­larız anlamına gelen "Emmerna" şeklinde (şeddeyle) okumuşlar­dır. Yani, "Onları biz âmir (yönetici) kılarız."

Dedim ki: "O halde Hz. Ali ile Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi de Allah'ın isteği üzere mi olmuştur?"

"Evet" dedi "Resulullah'ın Hz. Ali'nin başına ve sakalına işaret ederek buyurduğu şu sözü duymamış mısın?

"Ey Ali, senin şurana (başına) vurup da şuranı (sakalın) kana bulayan kimse sonradan gelenlerin en şekavetlisidir."

Hz. Hüseyin de böyledir. Hz. Resulullah, o hazretin Kerbela'da şehit olacağını biliyordu. Bunu Ümm-ü Seleme'ye de haber ver­mişti. Hz. Hasan'ın eliyle de iki büyük İslam fırkası arasında sul­hun gerçekleşeceğini de biliyordu.

Her şey ezelden yazılmıştır; insanın bundan kaçacak bir yolu yoktur. Böylece de çıkmaza giren sensin ben değilim."

Bir süre susup ona baktım. O ise bu sözlerine güvenerek beni delil ile susturduğunu zannediyordu. Ben ise Allah'ın, olacak olayları önceden bilmesi konusuyla yaratıkları mecbur kılmak ko­nusunu birbirine karıştırmaması hususunda onu nasıl ikna ede­bileceğini düşünüyordum. Ona yeniden, "O halde eski ve yeni bü­tün yöneticileri hatta İslam ve müslümanlarda savaşan kimsele­re bile Allah-u Teâlâ bu makamı vermiştir?" dedim. O "Evet" de­di, "Bu hususta hiç bir şüphe yoktur."

Ben "Hatta Fransa'nın Tunus'u, Cezayir'i ülkeleri istila edip sö­mürmesi de Allah'tan idi." diye sordum.

"Evet" dedi, "va'desi bitince de Fransa bu bölgeden çıkıp gitti." Ona dedim ki: Sübhanellah, sen daha önce Ehl-i Sünnet'in Hz. Resulullah'ın vefat ettiğinde hiç kimseyi yerine halife tayin etme­diğine ve Müslümanları istedikleri kimseyi halife tayin etmeleri hususunda serbest bıraktığına dair görüşünü savunmuyor muy­dun?

"Evet, önce de bu görüşte idim ve inşallah bu görüş üzerinde de baki kalacağım." dedi.

Ona dedim ki: "O halde Allah'ın seçimiyle insanların şurayla seçimi arasında nasıl uyum sağlayabiliyorsun?"

O "Müslümanların Ebubekir'i seçmesi Allah'ın seçmesi demek­tir." diye cevap verdi.

Dedim ki: "Allah-u Teâlâ Sakife'de onlara Ebubekir'i seçmesi hususunda vahy mi indirmişti?"

Dedi ki: "Esteğfirullah, Hz. Muhammed'den sonra artık vahy yoktur. Bu Şia'nın görüşüdür." (Bilindiği üzere şia böyle bir görü­şe itikat etmemektedir. Bu bazılarının Şia'ya ettikleri bir iftira­dan başka bir şey değildir.)

Ona dedim ki: "Şia'yı bırakalım bir kenara; beni kendi ilminle ikna et. Sen Allah'ın Ebubekir'i nasıl halife seçtiğini söylüyorsun?"

Dedi ki: "Eğer Allah'ın iradesi bunun aksine olsaydı, müslümanların böyle bir şeye gücü yetmezdi. Aslında bütün alem bir araya gelse Allah'ın iradesinin aksine bir iş göremez."

Evet, görüldüğü gibi böyle bir fikir gerçekten insanın düşünce­sini çıkmazlara sokmakta ve insanın tedebbür ve düşünce kabili­yetini köreltmektedir. Bu da insanı Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde hakkıyla tedebbür etmekten alıkoyar ve insan böyle olunca da ar­tık kendisine bilimsel veya felsefi deliller söylemenin de hiç bir faydasının olmayacağı aşikardır.

Bu esnada eski bir olayı hatırladım:

"Bir gün bir dostumla birlikte çak sayıda ağacın olduğu hurma­lıkların içinde yürüyor, kaza ve kader konusu hakkında sohbet ediyorduk. Bu arada yetişmiş bir hurma tanesi ağaçtan yere düş­tü ve ben onu otların üzerinden alıp yemek kastıyla ağzıma gö­türdüm. Dostum "Allah'ın sana yazdığından gayrisini yemiyor-sun; bu hurma tanesi senin için yere düştü" dedi. Ona "Madem ki sen bunun bana yazıldığına inanıyorsun, ben onu yemeyeceğim." deyip hurmayı ağzımdan dışarı çıkardım. Dostum "Sübhanellah" dedi: "Eğer bir şey sana yazılmamışsa Allah onu, senin karnından bile dışarı çıkarır."

Ona "O halde yiyeceğim" dedim ve dostuma hurmayı yemekte veya yememekte muhtar (özgür) olduğumu îsbatlamak kastıyla tekrar hurmayı ağzıma alıp çiğnemeye başladım. Dostum, onu çiğneyip yutuncaya kadar bana bakıyordu. Ben onu yuttuktan sonra "Andolsun Allah'a ki, sana bu yazılmıştı" dedi. (Bunu de­mekte Allah'ın onu yiyeceğimi takdir ettiğini kastediyordu.) Böy­lece beni mağlup etti. Zira artık ben onu tekrar karnımdan çıka­ramazdım!

Evet çoklarının savunduğu kaza ve kader konusundaki inanç
bu idi. Bu inançlar sebebiyle insanın çelişkiler içerisinde kalacağı
ve fikri buhranlar geçirip tabii olarak hayatında bir donukluk içe
risine gireceği doğal bir şeydir. Zira böyle bir insan bir şey yapmak istediği zaman, Allah-u Teâla'nın durumunu değiştirmesini
bekler ve yüklendiği sorumluluktan kaçarak sorumluluğu Al­lah'ın boynuna atar. Bu durumda eğer zina edene, hırsızlık yapa­na ve hatta küçük masum bir kız çocuğunu kaçırıp, tecavüz ettik­ten sonra öldüren birisine" Neden bunu yaptın?" dediğinde sana "Her şey Allah'ın elindedir; Rabb'im böyle taktir etmiştir" cevabı­nı verecektir. Bu olacak bir şey midir? Zira Allah-u Teâla'nın in­sandan kız çocuklarını diri diri topraklar altına gömmesini istemesi sonra da "Hangi suçtan dolayı öldürülmüştür?" diye buyura­rak bu işinden dolayı kendisini sorumlu tutması makul bir şey değildir. Ey Rabbim, şüphesiz ki sen bu gibi şeylerden münezzeh­sin. Böyle bir inanç sebebiyle dünya bilginleri bizi küçümseyecek ve bu inancı cehalet ve geri kalmışlığımızın başlıca sebebi olarak göreceklerdir.                                   '

Araştırmacılar bu inancın Emevilerin uydurması olduğu neti­cesine varacaklardır. Zira onlar Allah-u Teâla'nın kendilerine mülk verip halka hakim kıldığını iddia ederek halkın muhalefet­ten kaçınıp itaat etmeleri gerektiğini söylüyor ve onlara muhale­fet etmenin Allah'a karşı çıkmak olduğunu ve bunun cezasının ise öldürülmekten başka bir şey olmadığını ifade ediyorlardı. Bu sözümüzün İslam tarihinden sayısız şahitleri vardır. Mesela, Os­man İbn-i Affan'dan hilafetten elçekmesi istendiğinde, bunu red­dederek şöyle demiştir: "Ben Allah'ın bana giydirdiği gömleği çı­karmam." (1) Bu sözden anlaşılıyor ki, ona göre hilafet Allah-u Teâlâ'nın kendisine giydirdiği bir elbisedir; Allah'tan gayri hiç bir kimsenin de onun üzerinden çıkarmaya hakkı yoktur. Yani ölün­ceye kadar o elbise üzerinde kalmalıdır.

Yine Muaviye halka şöyle diyordu: Ben sizinle oruç tutasınız ve zekat veresiniz diye savaşmadım; ben sizlere hükmetmek için savaştım. Sizin istememenize rağmen Allah bu makamı bana ver­di."

Görüldüğü gibi, Muaviye daha ileriye giderek onu halka hük­metmek için Müslümanları öldürmede Allah'ın kendisine yardım­cı olduğunu iddia ediyor. Muaviyenin bu hutbesi çok meşhur bir hutbedir. (2) Hatta halk istemediği halde, oğlu Yezidi veliaht ta­yin etmesinin bile Allah-u Teâlâ'nın iradesiyle olduğunu iddia et­miştir. Tarihçilerin nakline göre çeşitli İslam bölgelerine Yezid'e biat toplamak için mektuplar gönderiyor ve zamanın Medine vali­si olan Mervan ibn-i Hakem'e yazdığı mektupta ise "Allah'ın Ye­zid'e bey'at etmeği takdir ettiğinden" bahsediyordu. (3) Hz. Hüse­yin'in şehadetinden sonra Hz. İmam Hüseyin'in oğlu Hz. Zeyn'ul Abidin'i (aleyhimesselam) zincirlerle bağlı bir esir olarak küfe va­lisi fasık ibn-i Ziyad'ın meclisine getirdiklerinde o mel'un aynı ta­vırla Hz. İmam Zeyn'ul Abidin'e işaret ederek "Kimdir bu" diye sormuştur. Ona "Bu Hüseyin'in oğlu Ali (Zeyn'ul Abidin)dir" de­nince "Allah Hüseyin'in oğlu Ali'yi öldürmedi mi?" demiştir. (Maksadı Kerbela'da Hz. Hüseyin'le birlikte şehit olan Hz. Hüse­yin'in Ali isimli diğer bir oğludur)

 Bu sözü duyan imam Zeyn'ul Abidin'in halası Zeynep o mel’ una "Hayır, onu Allah'ın ve Re­sulü'nün düşmanları öldürdü" cevabını vermiştir. O zaman mel'un ibn-i Ziyad, Hz. Zeyneb'e hitaben "Allah'ın senin ailenin başına getirdiği belayı nasıl buldun?" diye sormuş. Hz. Zeynep ise "Ben güzellikten başka bir şey görmedim." Onlar Allah'ın kendi­lerine şehadeti takdir ettiği bir grup idiler; onlar da savaşıp şehid edildiler. Çok yakında Allah seninle onları bir yerde toplayacak

     1-       Tarih-i Taberi "Hisar-ü Osman" bölümü ve Tarih-i İbn-i Esir.

2-       Mekatil-ut Talibiyyin, s. 70-İbn-i Kesir'in Tarihi, c. 8, s. 131-şerh-i ibn-i Ebi'l Hadid, c. 3, s. 16.

3-       El İmamet-u ve's Siyase, c. l, s. 151, Muaviye'nin Yezid'e biat topla­ma bölümü.

 

 

ve o zaman muhakeme edileceksin. O gün bak gör, kim kurtula­caktır. Annen senin yasına otursun ey Mercane'nin oğlu,(l) diye cevap vermiştir.

Kısacası bu inanç (yani insanın işlerinde mecbur olduğu inan­cı) Beni Ümeyye ve yardımcılarının uydurması olup Şia dışında bütün îslam ümmetine çeşitli şekillerde sirayet etmiştir.

Şia alimleriyle tanışınca (2) ve kitaplarım okuyunca adeta ka­za ve kader hususunda yeni bir ilim elde ettim. Birisi Hz. Ali (a.s)'a kaza ve kader konusunu sorunca imam şöyle buyurmuştur:

"Yazıklar olsun sana sen kaza ve kaderin kesin ve mutlak bir şey olduğunu mu sanıyorsun? Böyle olsaydı artık sevap ve ceza vermenin bir anlamı kalmaz ve söz veren boş yere olurdu. Allah-u Teâlâ kullarına ihtiyaren emir etmiş ve ihtiyaren de nehyetmiştir. Onların tekliflerini kolay kılmış zorlaştırmamıştır. Az bir amele karşılık olarak da çok sevap vermiştir. Allah-u Teâlâ mağ­lup kılınarak isyan edilmemiş zorla da kimseyi itaat etmek mec­buriyetinde bırakmamıştır. Peygamberleri oyuncak olsun diye göndermemiş, kitapları da boş yere nazil etmemiştir. Gökleri, ye­ri ve onların arasında bulunan varlıkları da batıl ve boş yere ya­ratmamıştır. "Bu kafirlerin hayalidir; cehennem ateşinden dolayı eyvahlar olsun kafirlere." (3)

Ne de açık bir beyandır bu. Bu konuda bundan daha açık bir söz ve bundan daha sağlam bir delil okumamıştım. Müslüman olan herkes bununla amellerinin sadece kendi irade ve ihtiyarın­dan kaynaklandığına inanıyor. Zira Allah-u Teâlâ emretmiş, ama seçim hürriyetini de bize bırakmıştır. Hz. İmam Ali'nin "Allah kullarına ihtiyaren emretmiştir" sözünün anlamı da budur. Daha sonra, Hz. İmam Ali (a.s) konuya daha da açıklık getirerek şöyle buyurmuştur: "Allah mağlup kılınarak isyan edilmemiştir." Bu sözün anlamı şudur ki, Allah-u Teâlâ insanları bir işi yapmak zo­runda bırakmak isteseydi, kullan da birleşseydi yine de Allah'ın işine galip gelemezlerdi. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın itaat ve isyanda kullarına seçme özgürlüğü verdiğini gösterir. Bunu Allah-u Teâlâ Kehf suresinin 29. ayetinde şöyle açıklamıştır:

"De ki, hak Rabbinizledir; isteyen iman etsin, isteyen de kafir olsun."

1-       Mekatil'ut Talibiyyin-Maktel'ul Hüseyin.

         2-       Muhammed Bakır Es-sadr, Ayetullah-il uzma Hoi, Ayetullah Hekim Allame Tabatabai vb. bana bu hususta çok yardımcı oldular.

       3-       Muhammed ibn-i Abduh'un yazdığı "şerh-i Nech'ül Belaga" c. 4, s.673.

 

 

Daha sonra, Emir'ul Mu'minin Ali (a.s) bu konuyu insanın kal­bine yerleştirmek amacıyla insanın vicdanına hitap ederek konu­yu açıklığa kavuşturan kesin bir delile işaret ediyor. O da şudur: "Bazılarının inandığı gibi eğer insan fiillerinde mecbur olsaydı, o zaman artık peygamber, gönderip, kitap indirmek bir nevi oyun ve faydası olmayan abes bir iş olurdu. Allah-u Teâlâ ise oyundan ve abes iş görmekten münezzehtir. Zira Peygamberlerin (Allah'ın selamı onlara olsun) gönderilmesi ve kitapların nazil olunması in­sanları islah edip onları zülümattan çıkarıp, nura hidayet ederek nefsani hastalıklarım tedavi etmek ve saadetli bir hayatın örnek yolunu onlara açıklamak içindir." Allâh-u Teâlâ İsra suresinin 9. ayetinde buyuruyor ki:

"Şüphe yok ki bu Kur'an, insanları en doğru bir yola sevk eder."

Daha sonra Hz. Ali (a.s) sözünü, cebre inanmanın göklerin, ye­rin ve ikisi arasında bulunan varlıkların batıl yere yaratıldığına inanmayı gerektirdiğini açıklayarak sona erdiriyor.

Bir grubun cebre inandığı, bir grup da tefvize inandığı bir sıra­da şianın kaza ve kader konusundaki inancım incelediğimizde bu inancın çok sağlam bir inanç olduğu ortaya çıkar. Zaten Ehl-i Beyt imamlarının (Allah'ın selamı onlara olsun) varlığı da İslami inanç ve kavramları islah etmek, ve bu yoldan kayanları tekrar doğru yola döndürmek içindir. Bu amaçla Ehl-i Beyt İmamları açıkça buyurmuşlardır ki:

"(Hakikat) Ne cebir doğrudur ve ne de tafviz; bu ikisinin ara­sında bir şeydir." (1)

Bu kavramı Hz. İmam Sadık her insanın kendi aklıca kavraya­cağı bir basit örnekle açıklamıştır. Birisi İmam'a "Ne cebir doğru­dur ve ne de tafviz; bu ikisinin arasında bir şeydir" demekle neyi kastediyorsunuz?" diye sorunca, şöyle buyurdu: "Yeryüzünde yü­rümen, yere düşmen gibi değildir."

Bunun manası şudur ki, biz yürürken kendi ihtiyarımızla yü­rüyoruz; ama düşmemiz irademizin dışında olan bir şeydir.

Böylece, kaza ve kader ile ilgili doğru görüş, cebir fikriyle 'taf­viz fikri arasında bulunan bir fikirdir, yani bir kısım işler bizim kendi elimizde olup kendi ihtiyar ve irademizle yaptığımız şeyler­dir. İkici kısım işler ise bizim irademizden hariçtir ve de bunlara karşı boyun eğmek zorundayız. Yani defetmek imkanımız da yok­tur. Birinci bölümden dolayı bir sorumluluğumuz yoktur. O halde insan aynı anda hem muhtardır ve hem de mecbur.

A) İnsan bir iş hususunda düşünüp nihayeten yapmak veya

 

 

    l- Akaid'üş Şia fî'l kaza ve'l kader.

 

 

yapmamak kararım aldığı fiillerinde muhtardır. Allah-u Teâlâ Şems suresinde buna işaret ederek buyurmuştur ki:

"Andolsun cana ve azasını düzüp koşana, derken ona kötülüğü­nü de çekinmesini ilham etmiştir, andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir, ve andolsun ki kim özünü kirletmiş, kötülüğe gömmüşse ziyana girmiştir."

O halde nefsin tezkiyesi ve kirlenmesi insanın kendi seçimi so­nucu olduğu gibi, felaha varmak ve zarara uğramak da bu seçi­min kesin ve adilane olan bir neticesidir.

B) İnsan onu kapsayan Allah-u Teâlâ'nın irade ve meşiyetine boyun eğmiştir. Yani bütün bu evrene hakim olan kanunlarına karşı mecbur durumdadır. İnsan kendisinin erkek veya kadın cinsinden olmasını seçeremez. İnsan hangi renk ve ırktan olması­nı seçemez. İnsan hangi anne-babadan dünyaya geleceğini seçe­mez. Hatta insan cisim yapısını ve boyunun ne kadar olmasını bi­le seçemez.

Bundan başka genetik hastalıklar gibi kendi katkısı olmadan lehine veya aleyhine işleyen bir kısım tabii kanunlara boyun eğ­mek zorundadır. İnsan yoruldu mu uyur, dinlendikten sonra da uyanır. Acıktığı zaman yemek yer. Susadığı zaman su içer. Bir fe­rahlık hissettimi neşelenip güler, bir hüzüne kapıldı mı ağlar ve üzülür. Vücud fabrikasında çeşitli hormon, hücre ve büyüme ka­biliyeti olan, nütfeler üretilir. Bu arada biyolojik yapısı ise hayret verici bir tertip ve düzenle çalışmaktadır. Fakat bu insan hayatı­nın her anında ve hatta ölümünden sonra bile ilahi inayetlerle çevrelendiğinin farkında dahi değildir. Allah-u Teâlâ bunu işareten Kıyamet suresinin 36. ayetinden 40. ayetine kadar şöyle bu­yuruyor:

'Yoksa insan sanır mı ki kendi keyfine bırakılır? Erlik suyun­dan dükülen bir katre değil miydi? Sonra bir kan pıhtısı oldu da onu yarattı, azasını düzüp koştu, derken ondan da erkek, dişi, çiftler yarattı; bunları yapanın, ölüyü diriltmeye gücü mü yet­mez?"

Evet ey Rabbimiz, sen her eksiklikten münezzehsin ve bütün hamdlar da Sana mahsustur. Ey bizim yüce Rabb'imiz, yaratıp düzenleyen sensin; takdir edip hidayet eden sensin; öldürüp diril­ten sensin; bereketler sendendir; sen yücesin; sana muhalefet edip uzaklaşanlara ve seni hakkın gereği takdir edip tanımayan­lara yazıklar olsun.

Bu bahsimizi Abbasi halifesi Me'mun'un döneminde çeşitli ilim ve felsefelerin islam aleminde söz konusu edildiği bir dönemde ya­şayan ve ilimdeki üstünlüğü herkes tarafından tastık edilen hatta ondört yaşına varmadan zamanın en bilgini olarak tanınan (1) Ehl-i Beyt İmamlarının sekizincisi Hz. İmam Ali İbn-i Musa Rıza'nın sözleriyle sona erdirelim:

İmam Rıza (a.s)'a İmam Sadık (a.s)'ın "Ne cebir doğrudur ve ne de tefviz; bu ikisi arasında bir şeydir" sözünün manası sorulunca şöyle buyurmuştur:

"Allah-u Teâlâ'nın bizim fiillerimizi yaptığını ve daha sonra da bize o fiillerden dolayı azap verdiğini sanan kimse cebre kail ol­muştur. Allah-u Teâlâ'nın yaratmak ve rızık işini-kendi hüccetlerine-tafviz ettiğini hayal eden bir kimse ise hak yoldan sapmıştır. Cebre kail olan birisi kafirdir; tefvize kail olan ise müşriktir. Ama "gerçek bu ikisi arasında bir şeydir" sözünün manası "Allah'ın emrettiği şeyi yapıp, nehyettiği şeyden kaçınmanın bir yolunun bulunduğuna inanmaktır." Yani Allah-u Teâlâ onu hayrı yapma­ya veya terk etmeye kadir kıldığı gibi şerri de yapmaya veya terk etmeye de kadir kılmıştır. Hayrı emretmiş şerrden ise nehyetmiştir."

Andolsun ki, bu söz ister tahsil görmüş olsun, ister okur-yazan olmasın her seviyede akıl sahibinin kavrayabileceği tam mana­sıyla yeterli ve doyurucu bir açıklamadır. Gerçekten de Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt hakkında buyurduğu şu söz ne de güzeldir:

"Onlardan (Ehl-i Beyt'ten) öne geçmeyin yoksa helak olursu­nuz ve onlardan geri de kalmayın ki yine helakete düşersiniz; on­lara ilim öğretmeye de kalkışmayın ki onlar sizden daha bilgili­dirler." (2)

İlginç olan şudur ki Ehl-i Sünnet Allah-u Teâlâ'nın kulları amellerinde mecbur kıldığını ve onların hakiki anlamda ihtiyarı olmadığını söylemelerine rağmen, hilafet konusunda Hz. Resulullah (s.a.a)'ın vefat ettiğinde halkın kendi istediklerini seçmeleri için meseleyi onların kendi iradelerine bıraktığını söylüyorlar.

Şia ise bunun tam aksi görüşündedir. Onlar insanın kendi amellerinde "Ne cebirdir ve ne de tafviz bu ikisi arasında bir şey­dir" ilkesince muhtar olduğunu ve istediği şekilde Allah'ın izniyle hareket ettiğini söylemelerine rağmen, hilafet konusunda insan­ların ihtiyarı olmadığına inanıyorlar. Bu da ilk merhalede bir çe­lişki gibi gözükür, ama gerçekte böyle değildir. Aksine Ehl-i Sün-

     1-        İbn-i abd-i Rabb'ih'in yazdığı "İkd'ul Ferid" kitabı, c. 3, s. 42.

2-        İbn-i Hacer'in yazdığı "Savaik'ul Muhrika", s. 148-Mecmeu'z-zevaid,
        9, s. 163-Yenabiu'l Mevedde, s. 41-Durr'ül Mensur, c. 2, s. 60- Kenz'ul Ümmal,
        c. l, s. 168-Usa'ul Gabe, c. 3, s. 137-Abekat'ul En
var, c. l, s. 184.

 

 

net'in Allah-u Teâlâ'nın kullarını amellerinde mecbur kıldığına dair görüşleri önceden de açıkladığımız gibi gerçekle çelişmekte­dir. Zira Ehl-i Sünnete göre gerçek anlamıyla ihtiyara sahip olan Allah-u Teâlâ'dır; insanlar ise muhtar oldukları vehmine kapılı­yorlar. O halde bu görüşe göre, örneğin Ebubekir'i Sakife günü önce Ömer'in daha sonra da diğer sahabelerin seçmesi vehmi bir seçimdir. Zira gerçekte onlar Allah'ın emrini infaz eden bir vasıtadan gayri bir şey değillerdi. Bu görüşün gerçekle çelişkide oluşu apaçıktır.

Âmâ Şiiler Allah-u Teâlâ'nın kullarını kendi fiillerinde muhtar kıldığına inanmaktalar. Bu ise hilafetin Allah'ın seçimiyle ger­çekleştiği inançlarıyla asla çelişmemektedir.

"Ve senin Rabb'indir ki istediğini yaratıp, istediğini seçer; onla­rın seçme hakkı yoktur."

Zira hilâfet aynen nübüvvet gibi kulların seçimine bırakılan bir şey değildir. Allah-u Teâlâ halkın arasından Peygamberini kendisi seçip göndermektedir. İşte hilafet konusu da aynen böyle­dir. Fakat insanlar hayatları boyunca Allah'ın emrine itaat et­mekte veya isyan etmekte muhtar kılınmışlardır. O halde insan, ya kendi istediği üzere Allah'ın seçtiğini kabul edip ona boyun eğer veya kendi isteğiyle ona karşı gelir. Salih olan mü'min bir kimse Allah'ın seçtiğini kabul eder; Allah'ın nimetine karşı çıkan kimse ise Allah'ın seçtiğini reddeder. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"O halde benim hidayetime tabi olan kimse ne sapıklığa düşer ve ne de şaki olur. Benim zikrimden yüz çeviren kimseye ise dar bir yaşantı vardır; kıyamet günü de onu kör olarak mahşere geti­receğiz. O "Ey Rabb'im, neden beni kör olarak hasrettin; ben gö­rüyordum (gözüm var idi)" diyecek. Ona "sana ayetlerimiz gelmiş­ti de sen onları unutmuştun; böylece bu gün de sen unutulacak­sın."

Tâhâ/123-126

Ehl-i sünnet'in bu konudaki görüşlerine bakılırsa hiç kimse so­rumlu tutulmaz. Oysa ki, insanın iradesi dışında cereyan ettiğine inandıkları yöneticilik müessesesi yüzünden haksız yere nice kanlar dökülmüş, nice zulümler işlenmiştir. Bu uğurda dökülen bütün kanların, çiğnenen bütün değerlerin sorumlusu Allah mı­dır?! Bazı sözde ilim sahibi kimseler bunu iddia ederek bu husus­ta şu ayet-i kerimeye temessük ediyorlar:

"Eğer senin Rabb'in isteseydi onu yapamazlardı."

En'am/112

Fakat şia sapıklığa \yol açıp Allah'a isyan eden her şahsı kendi yaptığından dolayı sorumlu tutmakta ve hem işlediği günahı ve hem de o günahı işleyenlerin yüklendiğine inanmaktadır. Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Hepiniz sürü sahibisiniz ve herkes de kendi sürüsünden so­rumludur."

Allah-u Teâlâ da şöyle buyurmuştur:

"Bekletin onları; onlar sorguya çekilecektir." Sâffât/24

Beda İnancı

 

 

Şia inançlarından biri de şüphesiz ki beda inancıdır. Beda ise lügat açısından zahir olmak, belli olmak manasınadır. Istılah ola­rak kaza ve kaderin değişmesidir. Şia inancına göre insan dua, hayırlı ameller vb. sebeblerden ötürü kendi kaza ve kaderini de­ğiştirebilir. Zaten eğer insanda bu güç olmasaydı artık insanın ibadet ve hayırlı işlerinin bir faydası kalmazdı. Bu beda insanlar­da olduğu şekilde bir ön bilgisizlik ve cehaleti de gerektirmez. Al­lah'a isnad edilen beda ile kula isnad edilen beda farklıdır. Örne­ğin tevbe olayı da böyledir. Kulun tevbesi pişmanlık duyup Al­lah'a dönmesidir. Ama Allah'ın tevvab olması kulun tevbesini ka­bul etmesi ve onun duasına icabet etmesidir. Yoksa kula isnad edilen tevbe Allah'a da isnad edilse küfrü gerektirir. Zira Allah hakkında pişmanlık söz konusu değildir.

Hatta İmam Sadık bu husustu şöyle buyuruyor:

"Herkim Allah’ta herhangi bir şey hakkında pişmanlığı gerek­tirecek yeni bir durumun ortaya çıktığını zannederse, o bizim nezdimizde Allah'a kafir olmuştur."

Dolayısıyla Şia da kula isnad edilen bedayı Allah'a isnad etme­mektedir. Allah'a isnad edilen beda,

"Allah istediğini mahveder ve istediğim de sabitleştirir. Asıl ki­tap onun katındadır." (Rad/39) ayetindeki bedadır. Nitekim Şia gibi Ehl-i Sünnet de Allah'ın hüküm, ecel ve rızkları değiştirdiği­ne inanmaktadır.

Nasıh ve Mensuh olayı da bunun bir benzeridir. Burada da hü­kümler değişmemektedir. Belki hükümler te'cil edilmekte askıya alınmaktadır. Dolayısıyla bu hususta bilgisizce Şia'ya saldırmak da doğru değildir. bu hususta Prof. Dr. Ticani bakın ne diyor:

"Şia'de beda kısaca ilâhi irade gereği kaza ve kaderin değişme­sine denmektedir. Nitekim Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"Allah istediği şeyi mahveder ve istediği şeyi sabitleştirir; asıl kitap onun katındadır." Ra'd/39

Ama bazıları kendi cehaletlerinden bu konuyu yanlış yorumla­yarak, Allah'a nisbet verilen bedanın insanlarda olduğu gibi ortaya çıkan yeni bir durumdan sonra görüşünü değiştirerek önceki azminin hilafına bir iş yapmaya denildiğini ileri sürmüşler. Ehl-i Sünnet'ten bazıları Şia'nın bu anlamda bedaya inandığım söyle­yerek, bunun Allah-u Teâlâ'ya cehalet ve eksiklik isnad etmeyi gerektirdiği şeklinde itirazda bulunmuşlardır. Oysa beda inancı­nın hem kul ve hem de Allah-ü Teâlâ'da aynı manada olduğunu söylemek doğru değildir. Şia'nın böyle bir şeye inandığını söyle­yen bir kimse onlara iftira etmektedir. Şia'nın geçmişte ve şimdi­ki sözleri açık-seçik ortadadır.

Şia'nın büyük alimlerinden biri olan Şeyh Muhammed Muzaf­fer "Akaid'ul İmamiyye" (Şia inançları) adlı kitabında şöyle yazı­yor:

"Bu anlamda olan beda inancım Allah-u Teâlâ'ya isnad etmek doğru değildir. Çünkü bu cehalet ve eksikliktir ve bunun Allah'a isnadı ise muhaldir; Şia da böyle bir şeye kail değildir."

Hz. İmam Sadık (s.a) buyurmuştur ki:

"Her kim Allah-u Teâlâ'da herhangi bir şey hakkında pişmanlı­ğı gerektirecek yeni bir durumun ortaya çıktığını zannederse, o bizim nezdimizde Allah-u Teâlâ'ya küfretmiş sayılır."

Ve yine buyurmuştur ki:

"Herhangi bir şey hakkında, dün bilmediği yeni bir şeyin bu­gün Allah'a zahir olduğunu sanan bir kimseden beriyim."

Buna göre, Şia'nın inandığı beda konusu Allah-u Teâlâ'nın Ra'd suresinin 39. ayetinde açıkladığı:

"Allah istediğini mahveder ve istediğini de sabitleştirir; asıl ki­tap onun katındadır."

Sınırından dışarı çıkmamaktadır. Bu ise hem Ehl-i Sünnet'in ve hem de Şia'nın inandıkları bir konudur. Görülüyor ki, Şia'ya bu ayette açıklanan hükme inandığı için itirazda bulunan Ehl-i Sünnet de Şia gibi Allah'ın hüküm, ecel ve rızkları değiştirdiğine kaildir. Yani Şia ile bu hususta aynı görüşü paylaşmaktadır.

İbn-i Merduye ve İbn-i Asakir'in tahriç ettikleri bir rivayette  şöyle yeralmıştır:

"Hz. Ali, Hz. Resulullah'tan "Allah istediğini mahveder ve iste­diğini de tesbit eder; asıl kitap onun katındadır" ayetini sorunca, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Hem senin ve hem de benden sonra ümmetimin gözünü bu ayetin tefsiriyle aydınlatacağım. Gereğice verilen sadaka, anne babaya ihsanda bulunmak ve hayır işleri yapmak şekaveti saadete dönüştürür, ömrü uzatır ve insanı kötü hadiselerden korur."

Yine İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem ve Beyhaki'nin ("Eş Şa'b" kitabında) naklettiği bir hadiste de Kays ibn-i Ubbab, Hz. Resulullah'ın şöyle buyurduğunu naklediyor:

"Haram ayların onuncu gecesinde iş Allah'ın elindedir. Recep ayının onuncu gecesinde de istediğini mahvedip, istediğini de sa-bitlettirir."

Ad ibn-i Hamid, İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir'in naklettikleri bir rivayette de Ömer ibn-i Hattab, Beytullahı tavaf ederek şöyle de­miştir:

"Ey Allah'ım, eğer benim için bir şekavet veya günah yazmış-san onu mahveyle. Zira sen istediğini mahveder ve istediğini de sabit kılarsın; ana kitap senin yanındadır ve onu benim için saa­det ve mağfiret karar kıl."

Kısaca, beda inancı İslami kavram ve Kur'an'ın ruhuyla uygun olan doğru bir inançtır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Allah bir kavmin durumunu onlar kendileri kendilerini değiş­tirmedikçe değiştirmez."

Aslında ister Şia ve ister Ehl-i Sünnet, eğer Allah-u teâlâ'nın kaderi değiştirdiğine inanmasaydık, fazla namaz ve dualarımızın ne faydası olurdu? Yine hepimiz Allah-u Teâlâ'nın Peygamberlere göre ahkamım değiştirip şeriattan nashettiğine ve hatta Hz. Resulullah (s.a.a)'ın şeriatında bile nâsih ve mensuh olduğuna inanı­yoruz. Buna göre beda'ya inanmak, küfür olmadığı gibi dinden çıkmak demek de değildir. Ehl-i Sünnet'in bu konuda Şia'ya sal­dırıp, itirazda bulunmak hakkı olmadığı gibi, Şia'nın da bu hu­susta Ehl-i Sünnet'e itiraz etmek hakkı yoktur.

Ben bir çok kez mezkur mi'rac kıssasına dayanarak Ehl-i Sün­net'in de bedaya inandığını söylediğimde onlardan bazıları bu ha­disin beda inancını isbatlamadığını ileri sürüyorlardı. Bunun üze­rine ben Sahih-i Buhari'de nakledilen ve bizzat beda lafzının açıkça kullanıldığı aşağıdaki hadisi delil olarak söz konusu edin­ce artık onlar susmak zorunda kaldılar. Buhari'nin naklettiği bir hadiste, Ebu Hureyre şöyle naklediyor. Resulullah buyurdu ki:

"Beni İsrail'den cüzamlı, kör ve kel olan üç şahsı imtihan et­mek Allah'a zahir (beda) oldu. Bunun için bir melek gönderdi. O melek, cüzamlıya gelerek "Senin en çok sevdiğin şey nedir?" diye sordu. O "Güzel bir renk ve güzel bir deri. Çünkü halk benden iğ­reniyor" dedi. Melek onu meshederek önceki pisliğini giderdi ve yerine güzel bir renk ve güzel bir deri verdi. Sonra "Hangi malı daha çok seviyorsun?" dedi. O "Deveyi daha çok seviyorum" dedi. Ona on aylık hamile bir deve de verdi.

 

l- Sahih-i Buhari, c. 4, s. 250 "Bab'ul Miraç" Sahih-i Müslim, c. l, s. 101 "Resulullah'in mir'aça gidip namazların farz olunuş" bölümü.

 

Sonra kel olanın yanına geldi, "Sen daha çok neyi seviyorsun?" dedi. O "Benden bu pisliği giderecek güzel bir saçımın olmasını. Çünkü halk benden iğreniyor" dedi. Melek ona da meshedince o pisliğini giderdi ve ona güzel bir saç verdi. Sonra "Malların hangi­sini daha çok seviyorsun?" dedi. Ö "Daha çok sığın seviyorum" dedi. Ona da gebe bir sığır verdi.

Sonra körün yanına gelip "Sen daha çok neyi seviyorsun?" de­di. O "Allah'ın bana gözlerimi yeniden kavuşturmasını istiyo­rum." dedi. Melek ona meshetti, Allah onu tekrar gözlerine ka­vuşturdu. Sonra "Hangi malı daha çok seviyorsun?" dedi. O "Ko­yun" dedi. Ona da doğurgan bir koyun verdi.

Daha sonra bu şahısların deve, sığır ve koyunları çoğaldı, her-birisinin bir sürüsü oldu. O zamanda, melek yine onlara gelerek onlardan sahip oldukları mallardan kendisine vermelerini istedi. Kel ve cüzamlı olan şahıslar bunu reddettiler; Allah da onları es­ki hallerine dönderdi. Kör ise meleğe sahip olduğu maldan verdi. Allah onun malını daha da çoğaltıp gözünü de sağlam bıraktı." (1)

Burada şu ayet-i kerimeyi zikretmek uygundur: Allah-u Teâlâ Hücürat suresinin 11. ayetinde buyuruyor ki:

"Ey iman edenler bir kavim ayrı bir kavmi alaya almasın; belki de onlar (alay edilenler) alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Ka­dınlar da başka kadınları alay etmesinler; belki onlar (alay edi­lenler) alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Ve birbirinizi kınama­yın ve birbirinize kötü isimler takmayın; imandan sonra kötü isimler takmak ne de kötü bir şeydir. Her kim tövbe etmezse, on­lar zalimdirler."

Bütün içtenlikle müslümanların yaptıkları tartışmalarda hak, adalet ve aklın egemenliğini kabul edeceği ölçüde ilerlemelerini, duygusallık ve taassubu bir kenara atarak, Kur'an'dan insafa ria­yet etme ilkesini öğrenmelerini arzu ediyorum. Allah-u Teâlâ bu doğrultuda, Resulü'ne vahyederek inatçı düşmanlara şöyle söyle­mesini emrediyor:

"Biz veya siz hidayet ya da açık sapıklık üzereyim." (Seba/24)

Allah'ın Resulü müşriklere bile değer verip insafı öğretmek için tartışma makamında kendisini onlarla aynı mertebeye indiri­yor ve onlardan, eğer doğru konuşuyorlarsa delil getirmelerini is­tiyor. İnsanlar bu büyük ahlaktan ne kadar da uzak kalmışlar!

 

Ziyaret ve Merasimler

Şii müslümanlar peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının kabrini

l- Sahih-i Buhari, c. 2, s. 259.

 

 

ziyaret etmeye büyük bir özen gösterirler. Bu ilahi şahsiyetlerin vefat günlerinde yas ve matem merasimleri düzenler onların acı ve dertlerini paylaşırlar. Doğum günlerinde ise bayram yapar, se­vinçlerim paylaşırlar. Şii müslümanlara göre bu ilahi şahsiyetler insanlara Allah'ın bir lütfü ve keremidir. Dolayısıyla da bu lütfün değerini bilmek gerekir. İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a şük­retmez. Bu insanlar insanlık için birçok zorluk ve acılara katlan­mışlardır. Hatta bir çoğu bu yolda en aziz varlıkları olan canları­nı feda etmişlerdir. Bütün bunları da sırf bizim kurtuluşumuz ve hidayetimiz için yapmışlardır. O halde bizler de bu insanların ka­birlerini bina etmeli, adlarına sevinç veya matem merasimleri düzenlemeliyiz. Bu yolla da onlara olan borcumuzu eda etmeye bakmalıyız. Ayrıca biz ölümün mutlak yokluk olduğuna da inan­mıyoruz. Ruh, baki ve soyut varlıktır. Ölüm hasıl olunca perdeler de kenara itildiğinde insanın ruhu tüm gerçekleri daha iyi duy­makta ve müşahade etmektedir. Nitekim Allah-u Tealâ ruha hi­taben, "hoşnut edilmiş olarak dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir." diye buyurmaktadır. Eğer ruhun bekası olmasay­dı Allah-u Teala burada kime hitap etmektedir. Dağılıp giden ke­miklere mi yoksa toprak olmuş bedenlere mi? Felsefedeki "Yok olan bir şeyin iadesi muhaldir." ilke de bunu ifade eder. Zira ruh yok olmaz. Dolayısıyla ruhun iadesi de olmaz. Ruh her zaman vardır ve beka sahibidir.

İşte bu yüzden şii müslümanlar dünyanın dört bir yanından bu ilahi şahsiyetlerin kabrini ziyaret eder ve onlara tevessül ederler. İmam Gazali bu hususta bakın ne diyor: "Bazı kimseler ölümün yokluk olduğunu söylüyor. Bu mülhidlerin ve Allah ile ahirete imanı olmayanların görüşüdür."

Nitekim Resulullah da "insanlar uykudadır. Öldüklerinde uya­nırlar" diye buyurmuştur. Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi peygamber ve Ehl-i Beyt imamları kabirlerinde diridirler. Bunlar kendini ziyaret edenleri farkeder ve Allah'ın izniyle hacetlerini de giderir. Allah-u Teala bu ilahi şahsiyetler vesilesiyle günahkar insanları affeder, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderir ve hasta­lara şifa verir. Bunlara hakkıyla tevessül edenler eli boş dönmez. Kabir ve berzah alemi ölüler için ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Nitekim Sahih-i Buhari'de Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet"edilmiştir: "İmanlı bir kul kabre konunca Allah'ın birliğine ve Muhammed'in risaletine şehadette bulunur."

O halde imanlı kullar kabir aleminde diridirler. Kendilerini zi­yarete gelenleri de görür ve duyarlar.

Hakeza Sahih-i Buhari'de de yer aldığı gibi Peygamber Bedir savaşından sonra Bedir kuyularının başına geldi. Müşriklerin ce­setleri o kuyulara doldurulmuştu. Resulullah bu ölü müşriklere hitaben "Bize rabbimizin vadettiği gerçek olarak bulduk. Siz de rabbinizin vadettiğini gerçek buldunuz mu?" ayetini okudu. Ashab, 'Ya Resulullah ölülere mi hitab ediyorsun?" dedi. Peygamber "Siz onlardan daha fazla duyuyor değilsiniz. Onlar da sizin gibi duyuyor, ama cevap veremiyorlar." diye buyurdu.

Ölümün yokluk olduğunu düşünen Selefi kafaların bunları ka­bul etmesi elbette ki çok zor bir olay. Onlar kuru akıl ehli olduk­larından aklın nuraniyetinden de mahrumdurlar. İlim ve felsefe mantığına da akıllan ermez onların. Onlar sadece akıllarının al­madığını inkar ederler.

Enbiya ve şehitler diridir ve Allah tarafından rızıklanırlar. Ni­tekim Sünen-i Nesei ve İhya-u Ulum'id-Din kitaplarında yer alan bir rivayette Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın yeryüzünde gezen ve ümmetime selam gönderen me­lekleri var. Bana çok selam gönderin ki selamlarınız bana iletilir. Allah Resulü diridir."

Şii müslümanlar da bütün bu akli ve nakli deliller muvacehe­sinde peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının kabirlerini ziyaret eder ve bu mukaddes mekanlarda onlara tevessül ederler. Ama ifade etmek gerekir ki her hususta olduğu gibi bu hususta da in­sanlar bir takım aşırılıklara düşmüşlerdir.

Hem ziyaret ederken hem onlar adına yas ve matem merasim­leri düzenlerken bir takım yanlışlıklar ve aşırılıklara düşülmüş­tür. Bir takım bidatlar ortaya atılmıştır. Bu bid'at ve aşırılıklar Ehl-i Sünnet müslümanlar arasında da yok mudur? Elbette ki vardır. Ama bu bidatlar, o amellerin aslının ibtali ve gereksizliği­ni göstermez. Örneğin insanlar hacc hususunda da bir takım aşı­rılıklara duçar oluyor. Ama bu aşırılıklar hiç bir zaman hacc ame­linin kendisine gölge düşüremez. Akıl sahibi insanlar bu bid'at ve dinde yeri olmayan şeyleri atar ve amelleri Allah için tertemiz kı­larlar. Nitekim Ayetullah Hamenî de son zamanlarda büyük bir cesaretle bu bidatların üzerine yürüdü ve toplumdan bunların yok edilmesi gerektiğini ifade etti. Ama şunu da söylemek gerekir ki bu bidatlara rağmen söz konusu merasimlerin varlığı olmama­sından çok daha iyidir. Nitekim İmam Humeyni "İslam'ı ihya eden Muharrem ve Sefer aylandır." demiştir.

Zira bu aylarda tüm İran halkı mateme bürünür. Sevinçler, düğünler ve geziler durdurulur, tüm halk genel bir yasa bürünür. İnsanlar zalimlerin zulmünü mazlumların ahini ortaya koyar.

Zalimlere kin bilenilir, mazlumlara Allah'tan yardım ve rahmet dilenilir. Bu ruh iki ay boyunca ülkenin dört bir yanında müşahede edilir. Şah rejimi de en çok bu merasim ve ziyaretlerden kor­kardı. Özellikle İmam Rıza'nın Meşhed'deki kabri mazlumların teselli odağıydı. Mazlum halk, İmam Rıza'nın ziyaretinde cihad ye şehadet dersleri alırdı. Nitekim son zamanlarda münafıkların İmam Rıza'nın kabrine bomba yerleştirmesi de bu gerçeğin en be­lirgin ve inkar edilmez bir delilidir. Peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının kabri tarih boyunca inkılapçı insanların toplanma merkezi olmuştur. Bir çok inkılapların temeli bu ziyaretgahlarda atılmıştır. Bizzat İmam Humeyni Necef’te kaldığı on üç yıl boyun­ca her gece yansı Hz. Ali'nin kabrini ziyaret ederdi. İmam burada o gece yarılarında cihad ve şehadet dersleri alırdı. Dolayısıyla İran'daki bu merasim ve ziyaretgahlara salt ferdi gözle ve adab kurallarıyla bakmamak gerekir. Halk buralarda adeta mazlumla­rın imamı olan Ehl-i Beyt imamlarına olan ahdini yineliyor ve za­limlere duyduğu kin ve öfkesini biliyor. Bu kin ve öfke kül altın­daki kora ve durgun bir yanardağa benzer. Halk bu dinamikler­den mahrum kalınca ölü bir ceset haline gelir. Halk en az haftada bir kez buralarda bir araya geliyor, topluca dua okuyor, sabahla­ra kadar ağlıyorlar. Bu halet-i ruhye içinde yetişen bir nesil yeri gelince de tarihte eşi görülmemiş bir devrimi gerçekleştirdi. Ama ya bizler ne yapıyoruz? Ağlamayan kalp katılaşır, katılaşınca da artık hiç bir şeyden etkilenmez bir hale gelir. Gerçekten de bu­günkü durumumuz bunu göstermiyor mu? Günahlarımız sebebiy­le ibadet lezzetinden mahrum kılınmışız. Gözlerimiz yaşarmıyor, kalplerimiz hiç bir şeyden etkilenmiyor.

Allah'ın hükümleri açıkça çiğneniyor, sesimiz çıkmıyor. Pey­gamber ve hanımlarına dil uzatılıyor kılımız kıpırdamıyor. Bütün bunlar toplum olarak öldüğümüzü göstermiyor mu? Biz bu ziya­ret ve merasimlerin felsefesini bir kenara itmiş işin sadece ibadi cihetleriyle ilgileniyoruz. Bid'at ve hur af eleriyle uğraşıyoruz. Sanki işin gerçeğiyle amel ediyoruz da sıra hurafeleri yok etmeye gelmiş. Ömür boyu bir defa olsun Allah için gözyaşı dökmemiş gözlerimiz, gece gündüz Allah için gözyaşı döken, ah-u figan eden insanları yanlışlık ve hatalarıyla ilgileniyor. Biz her iki çarpıklığa da karşıyız. Herşeyin gerçeğini alır, fazlalık ve aşırılıklarını red­dederiz. Ama bir şeyle amel etmedikçe de ileri-geri konuşmayız. Yapmadığımız bir amel hususunda başkalarını kınamayız. Allah amelsizlere amel, amelinde aşırı gidenlere de itidal nasib etsin. Aşın gidenler kadar amel etmeyenler de suçludur.

Şimdi de ölüden talepte bulunmak ve kabir ziyaretini ilmi ve rivai açıdan ele almak istiyoruz ki bu husustaki şüpheler de cevapsız kalmamış olsun.

Bilindiği gibi İslami kesin inançlardan biri de ruhun bekasıdır. Yani insanın ruhu ölüm hadisesiyle zevam bulmamakta belki sa­dece başka bir aleme göçmektedir. "Bir diyardan bir diyara nakle­diliyorsunuz." diye, buyurun Hz. Ali (a.s) da buna işaret etmekte­dir. Ama ruhun soyutluğunu ve bekasını inkar eden materyalist­ler ölümle artık insan için her şeyin ortadan kalktığına yok oldu­ğuna inanmaktadırlar. Bir çok rivayette imanlı bir kulun kabre konunca Allah'ın birliğine ve Muhammed'in risaletine şehadette bulunduğu yer almıştır.

Hatta rivayetlerde yer aldığı üzere peygamber, Bedir savaşın­da ölen kafirleri bir kuyuya doldurduktan sonra onlara hitaben "şimdi rabbinizin sizlere vadettiğini gerçek buldunuz mu?" deyin­ce bazı müslümanlar "Ya Rasulallah bu ölüler sesinizi duyuyor mu?" demiş Rasûlullâh da "evet onlar sesimi duyuyor, ama cevap veremiyorlar." diye buyurmuştur. Ölüler için okunan Kur'an ve dualar ile yapılan hayır ve ihsanların felsefesi de hep bu nefsin bekasıdır. Zira eğer nefis baki değilse o halde bunlar kimin için yapılmaktadır?

Aslında ruhun bekasını ve soyut olduğunu hiç bir Müslüman inkar edemez. Zira buna delalet eden yüzlerce ayet ve rivayetler vardır. Örneğin Fecir suresinin bir ayetinde ve "hoşnut edilmiş olarak dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir." buyrul-maktadır.

Eğer ruhun bekası olmazsa Allah burada kime hitap etmekte­dir? Dağılıp giden kemiklere mi? toprak olmuş bedene mi?

Ruhun bekası ispat edildiğine göre ölüden talepte bulunmak ve
ölülere tevessül etmek de akli açıdan mümkün sayılır. Zira ölü­
den talepde bulunmayı reddedenler hakikatte ruhun bekasım in­
kar etmektedirler ki bu da İslam'ın temellerini inkar etmek de­mektir. Zira İslam inancının temellerinden biri olan ahiret alemi de ruhun bekası esası üzere kuruludur. İslami fırkalar arasında ölüden talepde bulunmayı reddedenler vahhabilerdir. Bizim bu­rada vâhhabilerin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye niyetimiz yok. Biz Sadece bu hususta hakikatlerin ortaya çıkmasını istiyoruz.

Evet ölüden talepte bulunmayı ve hakikatte nefsin (ruhun) be­kasını inkar edenler vahhabilerdir. Elbette vahhabiler de bu ve benzeri hususlarda İbn-i Teymiye'ye dayanmışlardır. Ama son za­manlarda bazı kimselerin de bunu savunması gerçekten de üzüle­cek bir olaydır. Bu hususta "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı şöyle diyor: "Hele bir ölüden bir talepte bulunmak şirktir." (s. 181)

Bir başka yerde ise şöyle demektedir: "İnsan sağlığında bile gerçek bu iken ölümünde (ki herşey bitmiştir) artık nasıl ona yar­dımcı olacaksınız veya o sağlığında size yardımcı olmamışsa ölün­ce olabilecektir. Bunu Kur'an1 a göre mümkün görebilir miyiz? As­la!" (s. 177)

Kökleri îbn-i Teymiye ile Vahhabiliğin imamı Muhammed b. Abdulvahhab'a dayanan bu sözlere cevap olarak merhum Allame Seyyid Muhammed Hasan-i Kazvini "Vahhabiliğin içyüzü" adlı kitapta (s. 48-78) şöyle demektedir:

"Vahhabiler Allah nezdinde bir makamı olan ölülere tevessül etmek ve onlardan birşey dilemek caiz değildir." diyorlar. Onlar bu hususta bazen Muhammed b. Abdulvahhab'ın şu sözüne istinad ediyorlar:

"Ölülere tevessül etmek yokluğu hitap etmek gibidir ve akıl açısından kabih ve çirkin bir şeydir. Zira ölü canlıların isteklerine icabet etmekten acizdir."

Bazen da İbn-i Teymiye'nin "Tevessül şirktir." sözüne istinad ediyorlar. İbn-i Teymiye, Minhac-üs Sünne kitabının ilk cüzünün 11. sayfasında şöyle yazıyor: "Bizim delilimiz ise şu ayet-i kerime­dir: "Onları çağırsanız çağırışınızı duymazlar, imkan olsa da duy-salar cevap veremezler size ve kıyamet gününde de şirk koşmanı­zı inkar ederler ve hiçbir şey, herşey den haberdar olan gibi haber veremez sana." (Fatır/14)

Halbuki ölümlerinden sonra da olsa insanın ihtiyaçlarının kar­şılanması ve musibetlerin defedilmesi için peygamber ve evliyaya (as) tevessül etmesi caizdir. Nitekim onlar hayattayken de kendi­lerine tevessül ediyorlardı. Ölüden birşey dilemek yokluğa hitap etmek değildir; zira ölünün de hayatta olduğu zamandan daha fazla bu cihetlere sahiptir. Kitap, sünnet ve müslümanların icması da buna delalet etmektedir.

Büyük Şafii alimlerinden biri olan Gazali "İhya-i Ulum-id Din" kitabında şöyle yazıyor: "Bazı kimseler "Ölüm yokluk demektir" diyorlar. Bu mülhidlerin ve Allah ile ahirete imanı olmayan kim­selerin görüşüdür, "insanlar uykudadır ve öldüklerinde ayılırlar." hadisi de dediğimiz hakikate işaret etmektedir.

Zira kendisine zahir olan şeylerin ilki kendi iyilik ve kötülükle­ridir. O zaman insan kendi kötü işlerine bakınca sadece pişman­lık ve hasret duyar."

Vahhabilerin bu inancı eski ve yeni tüm İslam alimlerinin de icma ettiği gibi merdud ve batıldır. Ölüm yokluk demek değildir.

Allah'ın dergahına yakın olan kimselerin insanın hacetlerini Al­lah'tan dilemesinde vasıta olmasının ne Kuran ve ne de sünneti nebevi açısından hiçbir sakıncası yoktur. Belki Kur'an ve sünnet de bunu tasrih etmekte ve doğrulamaktadır.

Bu hususta birçok Kur'an ayeti mevcuttur. Mesela bütün in­sanlar hakkında nazil olan şu ayet gibi: "işte biz de senin üzerin­deki örtüyü açıp kaldırdık. Artık bugün görüş gücün kesindir."

Hakeza şu ayet: "Kendi kitabını oku, bugün nefsin hesap  sorucu olarak sana yeter." (İsra/14)

Hakeza şu ayet: "Sabah akşam onların rızıkları orda bulun­maktadır." (Meryem/62)

Hakeza şu ayet: "Şüphe yok ki ebrar olanlar (iyilik sahipleri) elbette nimetler içindedirler." (İnfîtar/13)

Hakeza şu ayet: "Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahi-rette sapasağlam sözle sebat içinde kılar." (İbrahim/27)

Sahih-i Buhari'de peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "İmanlı bir kul kabre konunca Allah'ın birliğine ve Mu-hammed'in (saa) risale tine şehadette bulunur." Bu ise şu ayet ile aynı manayı ifade etmektedir:

"Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar." (İbrahim/27)

Bu hususta diğer bir çok ayetler de vardır. Günahkarlar ve ka­firler hakkında nazil olan ayetler de bu cümledendir. Mesela şu ayet:

"Ateş sabah akşam ona sunulur/Kıyamet saatinin kopacağı gün ise: Firavun çevresini azabın en şiddetli olanına sokun dene­cek." (Mümin/46)

Hakeza şu ayet:

"Cennet halkı ateş halkına (şöyle) seslenecekler: "Bize rabbimizin vadettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de rabbinizin vadettiğini gerçek buldunuz mu? Onlar da "evet" derler." (Araf'44) - Sahih-i Buhari'de yer aldığı gibi peygamber "Bedir" savaşından sonra "Bedir" kuyusunun yanına geldi (ki müşriklerden öldürü­lenlerin cesedi oraya atılmıştı) ve müşriklere bu ayeti okuyarak hitapda bulundu. Ashab, "ya Rasûlullâh, ölüleri mi çağırıyorsun?" dediler. Peygamber buyurdu ki: "Siz onlardan daha fazla duyuyor değilsiniz. (Onlar da sizin gibi duyuyorlar) Ama cevap vermiyor­lar." Bu dünyadan göçtükten sonra diğer alemde ebedi ve daimi bir hayatın olduğunu beyan eden ayetlerden biri de şudur:

"Ona her yandan ölüm gelecek oysa ölmeyecek de." (İbra­him/17)

Hakeza şu ayet: "Gerçekten ahiret yurdu ise asıl hayat odur." (Ankebut/64)

Hakeza şu ayet: "Der ki keşke hayatım için (önceden birşeyler) takdim edebilseydim." (Fecr/24)

Evet imansız ve kafir olan bir insan hakikatlerin ortaya çıktığı ahiret aleminde şöyle diyecektir: "Keşke ben de bu cihanın fani hayatında ahiret yurdundaki ebedi hayatım için bir şeyler gönderebilseydim." işte bu yüzden de "benim hayatım" demektedir. "Dünya hayatı için" demiyor ve bununla da dünya hayatının fani olduğunu ifade etmek istiyor. Ruh bedenden ayrıldıktan sonraki hayat ve yaşam ahiret alemine münhasırdır.

Hakk yolunun şehidleri hakkında nazil olan ayetler de bu ka­bildendir. Mesela şu ayet: "Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun, şuurunda değilsiniz." (Bakara/154)

Ve hakeza şu ayet: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır onlar Rableri katında diridirler rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içinde­dirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdeler ver­mektedirler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak de­ğillerdir. Onlar Allah'tan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçek­ten Allah'ın müminlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemekte­dirler." (Al-i İmran/169-171)

Allah'ın müminlere hitap ettiği ayetler de bu cümledendir. Me­sela şu ayet: "Ey mutmain nefis, Rabbine hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir." (Fecr/27-30)

Eğer insanın nefsi ruh bedenden ayrıldıktan sonra yok olmuş olsaydı insanın nefsine hitap etmek de manasız bir şey olurdu. O halde Allah-u Teala nasıl olur da yok olan bir şeye hitap eder?

Ve hakeza nasıl olur onlarda Allah'a hitap ederek şöyle derler: "Sonunda onlardan birine ölüm geldiği zaman der ki: Rabbim be­ni geri çevir ki, geride bıraktığım salih amellerde bulunayım." (Müminun/99-100)

Ve kabirde de şöyle derler: "Keşke benim kavmim de bir bilsey­di dedi. Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıl­dığını." (Yasin/26-27)

Ama bizim sünnet-i nebeviden delillerimize gelince, bu hususta sihah ve sünen kitaplarında yer alan babları nakletmek kafidir. Mesela "Ölü, canlıların ayak sesini duyuyor.", "Ölü, kabirde ko­nuşuyor." "Ölü, cennet ve cehennemdeki yerini görüyor" ve "Mezarlığa giderken peygambere, al-i peygambere ve sair iman ehline selam göndermenin keyfiyeti" babları gibi.

Sünen-i Nesai ve "İhya-u Ulum-id Din" kitaplarında yer alan bir hadiste peygamber şöyle buyurmuştur: Allah'ın yeryüzünde gezen ve ümmetime selam gönderen melekleri vardır."

Ve yine peygamber buyuruyor ki: "Bana çok selam gönderiniz ki selamlarınız bana takdim edilir." Ya Rasulallah nasıl olur da bedeniniz ölümden sonra çürümüşken selamlanınız size takdim edilir? dediler.

Hazret buyurdu: "Allah'ın Rasulü diridir ve Allah tarafından rızıklanıyor." Bu hüküm umumi ve geneldir. Zira "izafe" de bunu iktiza etmektedir. Enbiye ve şehidler ölümden sonra diri oldukla­rına göre ve uzak veya yakından selam gönderenin selamını da duyduklarına göre kendilerine hitap eden ve onlara tevessül eden kimselerin sesini niye işitmesinler ki?

Üstelik muhaddisler de hazretin şöyle buyurduğunu rivayet et­mişlerdir: "Benim vefatımdan sonraki bilgim, hayatımdaki bilgim gibidir."

Gazali de îhya-u Ulum-id Din'de hazretin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah halkın sözlerim bana iletmesi için bir meleği görevlendirmiştir."

Hacetlerimizi Allah'tan istemeleri için ölülere tevessül etmek şirk değildir ve ihtiyaçlarımızın karşılanması için dua etsinler di­ye hayattakilere tevessül etmek gibidir. O şirk olmadığı gibi bu da şirk değildir. O halde hayattakilere tevessül caiz ise Allah'ın dergahına yakınlaştırılmış kimselere tevessül etmek de mutlak bir şekilde caizdir ve hiçbir sakıncası da yoktur. Bu mevzuyu iki delille ispat edebiliriz: '

Birincisi mukaddes İslam dininde emredilmiş olan yardımlaş­madır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"İyilik ve takva konusunda yardımlasın." (Maide/2)

Sahih-i Buhari'de yer,alan bir hadiste ise Resulullah şöyle bu­yuruyor: "Zorluk ve meşakkette olan kimseyi kurtarın ve (sizi yardıma) çağıran bir insana icabet edin."

İkincisi ise şudur ki, kuldan yardım istemek, onları çağırmak ve kabullenmek meselesi Kur'an'da yer almıştır. Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi." (Kasas/15)

Hakeza İsa'nın havarileri de ondan kendileri için gökten bir maide (sofra) göndermesi için Allah'a dua etmesini istediler. Mu­sa'nın kavmi de ondan su çıkarmasını istediler. Yusuf da serbest bırakılan mahkum arkadaşına şöyle buyurdu: "Efendinin katında beni hatırla." (Yusufi'42)

Musa ve Hızır hakkında da şöyle buyuruyor:

"(Yine) böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler. Fakat (kasaba halkı) onları konukla­maktan kaçındı." (Kehf/77)

O halde Hz. Yusuf un kafir birine "Efendinin katında beni ha­tırla" demesi, Musa ve Hızır'ın da halktan kendilerini konuklamalarını istemesi caiz ise bizim Rasulullah'ın kabrinin mukabi­linde durup, "Allah'ın katında bizi hatırla" dememiz ve hacetleri­mizin kabulü için ona tevessül etmemizin caiz olması daha da ev­ladır.

Acaba İbn-i Teymiye ve taraftarları, Süleyman peygamberin Şeba melikesi Belkıs'ın tahtını getirmek için meclisinde hazır bu­lunanlara tevessül ettiğine ve onlardan birinin de "ifrit" (cinni) ol­duğuna inanmıyorlar mı? Yoksa onlar bunu kabul ediyorlar da Peygamber-î hatem Muhammed'e (saa) ve ümmet için "bab-ı hit-te" (yargılanma kapısı) ve kurtuluş gemisi olan Ehl-i Beyt'e teves­sül etmeyi ve o mukaddes zatlardan yardım dilemeyi mi caiz gör­müyorlar!?

Eğer bu istekler İslam açısından caiz ise ve de şirk kabul edil­miyorsa enbiya ve Allah'ın velilerinin kabri mukabilinde durup onlardan ihtiyaçlarımızı Allah'tan istemelerini talep etmemiz de caizdir ve şirk değildir. Hakeza ihtiyaç sahiplerinin uzaktan onla­rı vesile kılıp hacetlerini Allah'tan dilemeleri de caizdir.

Bu ise aciz ve çaresizlerden birşey talep etmek demek değildir. Zira Allahu Teala peygamberi hakkında şöyle buyuruyor:

"Oysa intikama kalkışmalarının kendilerini Allah'ın ve Resulünün bol ihsanından zengin kılmasından başka (bir nedeni) yok­tu." (Tevbe/74)

Hakeza buyuruyor ki:

"Eğer onlar Allah'ın ve Resulünün verdiklerine hoşnut olsalar­dı ve bize Allah yeter Allah pek yakında bize fazlından verecek, O'nun Rasulü de. Biz gerçekten ancak Allah'a rağbet edenleriz deselerdi (ya)"                                

  Ve Hakeza, buyuruyor ki: "Ve (Peygamber) onların ağır yükleri­ni üzerlerindeki zincirleri indiriyor." (A'raf/157)

Bu ağır yük ve zincirler ise hem dünyevi ve hem de uhrevi yük ve zincirlere şamildir.

Hakeza Allah-u Teala şöyle buyuruyor:      :

"Andolsun size içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne gi­den size pek düşkün müminlere de şefkatli ve esirgeyici olması­nın gereği ise hazretin şefaati sebebiyle Allah'ın müminlerin ihti­yaç ve hacetini gidermesidir.

Fahr-u Razi bu ayetin tefsirinde şöyle yazıyor: 'Yani peygam­ber daima dünya ve ahirette Allah'ın sizlere hayırlar nasip etmesi hususunda oldukça ısrar etmektedir."

O halde böyle bir makama sahip olan bir peygambere yönel­mek re ona tevessül etmek de caizdir. Ondan yüz çevirip zaten hiçbir zarar ve faydası olmayan kimselere yönelmek büyük bir hata ve yanlışlıktır.

Allah-u Teala enbiya ve bu cümleden İsa (as) hakkında şöyle buyuruyor: "Ben size çamurdan kuş biçiminde birşey oluşturur, içine üfürürüm o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyi­leştirir ve ölüyü diriltirim." (Al-i îmran/49)

Ibrahim-i Halil (as) hakkında ise şöyle buyuruyor:

"Öyle ise dört kuş tut. Onları kendine alıştır sonra onları (par­çalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır sana koşarak gelirler." (Bakara/260)

Bütün bunlar enbiyanın mucizeleri ile harikulade işlerine ila­veten tahakkuk etmiştir. Musa (as)'m asasını taşa vurunca taştan su fışkırması, îsa (as)'ın ölüleri diriltmesi, Rasulullah'ın ayı yarması ve hazretin miraca yükselerek" Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar oldu veya daha da yakınlaştı." (Necm/9) Makamına nail olması gibi mucizeler hem Kur'an'da ve hem de hadislerde yer almıştır. Bütün müslümanlar da bunları kabul et­mek zorundadır.

Enbiyaya mahsus özellikleri zikretmekten hedefimiz onların hayattaki kudret ve güçlerinin belli olması ve buna enbiyanın berzah alemindeki hayatlarının da ilave edilmesiyle maksadımı­zın daha da bir açıklığa kavuşmasıdır.

Bu iki mukaddemeden ise peygamberlerin kadir olduğunu ye ölümden sonra da hayatta oldukları gibi ihtiyaç sahiplerinin ihti­yacına cevap verebilecek güçte olduğunu netice alıyoruz.

O halde onlara sığınmak boş ve batıl bir şey değildir. Hakeza şirk de değildir. Acaba Hz. îsa (as) vesilesiyle hastaların şifa bul­ması ve ölülerin dirilmesi ile ona tevessül etmek arasında bir far­kın olduğunu kim iddia edebilir? Halbuki ölüm ve hayat ile has­talık ve şifa Allah'tandır ve bunu hiç kimse peygamberden bizzat istememektedir.

Sahih bir hadiste yer aldığı üzere peygamber gözleri görmeyen birine şöyle dua etmesini öğretmiştir:

"Allah'ım, ben senden ister ve rahmet peygamberi olan nebin (Muhammed) vasıtasıyla sana yönelirim. Ya Muhammedi Ben bu hacetim giderilsin diye senin vasıtanla Rabbime yönelirim. O halde Allah'ım, onun benim hakkımdaki bu şefaatini kabul et."

Bu rivayeti Tirmizi de nakletmiştir. Hakim-î Nişaburi ve İbn-i Mace-i Kazvini ve. İmran b. Hasin'den rivayet etmişlerdir. .Nite­kim Şeyh Süleyman b. Semahan-i Necdi de kendi risalesinde bu hadisi nakletmiştir.

Ama ilginç olanı şudur ki, Süleyman Necdi bu hadisi naklettik­ten sonra şöyle diyor: "Bu hadis bizim sözümüzün delilidir M, Al­lah'tan başkasını çağırmak caiz değildir. Zira peygamber buyuru­yor ki: "Allah'ım ben sana yönelirim." Ama ne yazık ki şeyh, nida ve tevessüle delalet eden "Ya Muhammed ben senin vasıtanla Rabbime yönelirim" cümlesinden gaflet etmiştir.

O halde ister canlı ister ölü, Allah'tan başka birine tevessül et­meyi caiz bilmeyenlerin sözü batıldır. Ve de kitap ve sünnete ay­kırı bir şeydir.

Bu iddiamızın delili ise Sahih-i Buhari'nin "Kuraklık zamanın­da halkın yağmur istemesi" babı ile "Nübüvvet alametleri" babın­dan Sabit'den o da Enes b. Malik'ten naklettiği şu rivayettir.

"Peygamber zamanında Medine kuraklığı duçar oldu. Bir gün Rasûlullâh cuma hutbesini okurken birisi ayağa kalkıp 'Ta Rasulallah! İnek ve koyunlarımız helak oldu. Allah'tan iste de bizlere yağmur yağdırsın" dedi. Peygamber de ellerini açarak dua etti."

Bundan da ilginç olanı Şeyh Süleyman-i Necdi'nin şöyle demesidir:

"Tevessül peygambere mahsustur, başkalarına değil." Halbuki Sahih-i Buhari'de de yer aldığı gibi kuraklık baş gösterince Ömer b. Hattab peygamberin amcası Abbas vesilesiyle Allah'tan yağ­mur talep ediyor ve diyordu ki, "Allah'ım her defasında kuraklık baş gösterince peygamber aracılığıyla sana yönetiyorduk ve sen de bizlere yağmur yağdırıyordun. Bu gün de peygamberimizin amcası vesilesiyle sana yöneliyoruz ve sen de bizlere yağmur yağ­dır." Ravi diyor ki, "Böylece yağmur da yağdı."

Allame Kastallani "Mevahib" adlı kitabında naklettiğine göre Ömer, Abbas vesilesiyle Allah'tan yağmur talep ediyor ve şöyle diyor: "Ey insanlar peygamber oğlun babaya saygı gösterdiği gibi amcası Abbas'a saygı gösterirdi. Siz de peygamber gibi Abbas'a saygı gösteriniz ve onu Allah ile kendi aranızda vesile kiliniz."

Bu rivayete göre sahabe peygamberden başkasına da tevessül ediyordu. Zira Ehl-i Sünnet'e göre sahabenin ve bu cümleden Ömer'in yaptıkları da hüccettir. Bu hususta peygamberden nak­lettikleri şu hadise istinâd ediyorlar. "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız hidayet bulursunuz."

Acaba bütün bu meselelere teveccüh edildiği takdirde: "Kuraklık ve susuzluk, zamanında peygambere tevessül edenler şirke düşmüşlerdi."demek doğru mudur?

Veya "Rabbinize dua edin" (Araf/55) ayeti ile "Allah'la birlikte hiç kimseye dua etmeyin" (Cin/18) ayeti esasınca amel etmemiş­lerdir." demek doğru olur mu?

Veya "Ömer duada Abbas'a tevessül ettiği için Allah'a şirk koş­muştur" mu diyorlar?

Yoksa Ömer bu vahhabiler kadar da mı islam ahkamını bilmi­yordu? Acaba Ehl-i Sünnete göre bu söz dinin emirlerine büyük bir iftirada bulunmak değil midir?

Allah'tan başka birini çağırmak şirk olduğu takdirde, çağrılan kimsenin ölü ve canlı olmasının hiçbir farkı olmaz. Eğer "O ha­yattayken kudretli idi." derseniz, o zaman da iman ve küfür me­selesiyle hiçbir ilgisi kalmaz.

Zira alimlerden hiç birisi akaid kitaplarında, "Kudret sahibi ol­duğuna inanmak dini inançların bir cüzüdür." dememişlerdir. O halde hacet sahibi bir insan ölü dahi olsa tevessül ettiği şahsın onun hacetini giderebilecek bir güçte olduğuna inanır da ona te­vessül ederse bu şirk değildir. Hakeza insan eğer canlı birinin onun hacetini gidermekten aciz olduğuna inanırsa ölü dahi olsa kudret sahibi birine tevessül eder. Bu da şirk değildir. Hiç kimse de bunun şirk olduğunu iddia etmemiştir.

Evet aciz bir insana bilerek tevessül eden bir kimsenin yaptığı iş boş ve beyhude bir iştir, ama şirk değildir.

Zira bunun dışında düşünülecek olursa güçsüzlük, imanın şir­ke dönüşmesinin veyahut da kudret ve güçlülük, şirkin imana çevrilmesinin amili olacaktır. Ama şirk olan bir amele teşebbüs etmek caiz değildir.

Bir şeyi yapmaya kadir veya onu yerine getirmekten aciz olmak amelin mahiyetinde hiçbir rol oynayamaz. Şöyle ki eğer bir iş caiz olursa, onu yerine getirmekten aciz olmak onun haram olmasına ve şirkin mısdaklarından sayılmasına neden olamaz.

Muhammed b. Abdulvahhab şöyle yazıyor: Allahu Teala kudret sahiplerine kudret vermiştir. Ama seni de o kudretli yaratığını çağırmaktan sakındırmıştır. Örneğin "Allah ile birlikte hiç kimse­ye dua etmeyiniz." Yalvarıp yakararak Rabbinize dua edin" (Araf/55) diye buyurmuştur. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser/2) Ve "O'ndan başka çağırdıklarınız ise bir çekirdeğin zanna bile malik olmazlar." (Fatır/13) ayetleri de buna delalet etmektedir.

Ama güç ve kudret, Allah tarafından olursa güç ve kudret sahi­bini çağırmak da aslında Allah'ı çağırmaktır. Allah'tan başkasını çağırmak değildir ki, şirk olsun." Buna da şöyle cevap vereriz: Böyle olduğu takdirde de insanin kudret sahibi bir şahsın muka­bilinde durup ondan yardım dilemesi ile kabrinin mukabilinde durup hacetinin kabulü için onu vasıta kılması arasında hiçbir fark olmasa gerek. Bu ikisi arasında bir fark gözeten kimse tama­mıyla aklın hilafına davranmış olur.

Ama eğer: "Bu iş bir çeşit putperestliktir. Müşriklerin taş ve ağaçtan putlar mukabilinde durması ve onlara ibadet etmesi gibi­dir." derlerse, bizim cevabımız ise şudur: "O halde canlıların mu­kabilinde durup onlardan yardım istemek de bir nevi putperest­liktir ve Musa, İsa ve Meryem'i kutsayan kimseler ile Allah'ın ye­rine alim ve bilginlerine teveccüh eden kimselerin yaptıklarına benzemektedir."

Gerçekten de Vahhabiler niçin hakikati anlamak istemiyorlar?

İbn-i Teymiye enbiya ve salihlerin kabri başında durup onlar­dan hacetlerini dilemenin şirk olduğuna şu ayeti delil getirmekte­dir:

"Allah'tan başka çağırdıklarınız ise bir çekirdeğin incecik zarı­na bile malik olamazlar." (Fatır/13)

Bütün İslam müfessirlerinin de dediği gibi bu ayet putlara iba­detten el çekmeyen müşrik ve kafirler hakkında nazil olmuştur. Onlar, göklerin hakimiyetinin, taptığı putlara benzediğini zan­nettikleri yıldızlara havale edildiğine inanıyorlardı. Allah-u Teala da onları bu ayet ile reddetmiş ve taptığı şeyleri duymayan ve hiç kimsenin hacetini gideremeyen cansızlardan ibaret olduğunu be­yan etmiştir. Nerde kaldı ki bu aciz putlar harikulade işler yap­sın!..

İşte bu yüzden Allahu Teala onları müşrik kabul etmiştir.

Zira onlar yaratılış ve tedbirde o cansız cisim ve putların Al­lah'ın şerik ve ortağı olduğuna inanıyorlardı. Peygamberler de onları bu işten sakındırdıkları halde onlar bu cansız putlara iba­dete devam ettiler. Allah da onlara şöyle buyurdu: "Allah'a ortak­lar koşmayın." (Bakara/22) Hakeza şöyle buyuruyor: "Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (Saffat/95)

Bu nerede peygamber, ve salihleri yaratılış ve evrenin idare ve tedbirinde hiçbir tesiri olmadığına inanan ve onlara ibadet etme­nin caiz olmadığı inancında olanlar nerede?

Onlar işte bu inançla enbiya ve evliyanın kabri başında duru­yor ve onlara saygı gösteriyorlar. Onlar vesilesiyle Allah'a dua ediyor ve ondan yardım istiyorlar. Nitekim, bu Kur'an ve hadis­lerde de yer almış bir hakikattir.

Vahhabilerin şefaat, tevessül ve peygamber ile imamlardan yardım dilemenin haram olduğuna dair ikame ettikleri bir takım delilleri vardır ki aslında hepsi de onların maksad ve inancının hilafınadır:

Örneğin; Allah-u Teala Kur'an'da şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz işin tümü Allah'ındır." (Al-i İmran/154)

Halbuki bu onların düşündüğü gibi değildir. Zira tüm işlerin Allah'ın istek, irade ve meşiyetine bağlı olmasının enbiya ve evli­yanın dünya ve ahirette şefaat sahibi olduklarına inanmanın hiç­bir mahzur ve çelişkisi yoktur, üstelik bu şefaat de alemlerin Rabbinin izin ve rızası ile gerçekleşecektir. Nitekim İsa (as) da Allah'ın izni ile kuş yaratmakta, ölüleri diriltmekte ve hastalara şifa vermekteydi. O halde muvahhid ve müminler, kudret ve gü­cün Allah'ın olduğuna inanıyorlar. Güç ve kudret sadece Allah se­bebiyledir. Nitekim Allah'u Teala da şöyle buyuruyor:

"Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; an­cak biz onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz." (Hicr/21)

O halde Allah-u Teala her şey için bir sebep yaratmış ve tüm işleri bu malum sebepler esasınca cari kılmaktadır. Aksi taktirde Musa (as) şöyle demezdi: "O benim asanıdır, ona dayanmakta onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim. Onda benim için başka yararlar da var." (Taha/18)

Hakeza ailesine de şöyle demezdi: "Durun şüphesiz ben bir ateş gördüm umulur ki size ondan bir kor getiririm ya da ateşin yanında bir yol gösterici bulurum." (Taha/10)

Peygamberler masum oldukları halde Allah'tan başkasından da yardım alıyorlardı. Nitekim Rasûlullâh hakkında şu ayet nazil olmuştur:

"Ey Peygamber sana Allah ve seni izleyen müminler yeter." (Enfal/64)

İbn-i Teymiye diyor ki: "Seni izleyen müminlere" cümlesi "sana yeter" cümlesine atfedilmiştir. O halde ayetin manası şudur:

"Ey peygamber sana ve seni izleyen müminlere Allah yeter."

Hâlbuki bu, ayetin zahiri ve nehiv kanunlarıyla çelişmektedir. Zira nahiv kaidesi gereğince mecrur olan bir zamire atfetmek, "Ger veren" yani muz'af tekrar edilmez ve "hâsbu" kelimesi ol­mazsa caizdir. (Halbuki ayette muz'af "hasbu" kelimesidir, mut.)

O halde ayetin zahirine göre de peygamber, Allah ve mümin­lerden yardım almıştır.

Nitekim İsa (as) da kendi havarilerinden yardım istemiş ve şöyle demiştir: "Allah için bana yardım edecekler kimdir?" Hake­za Lut (as) da şöyle buyurmuştur: "Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yerde sığınabilseydim." (Hud/80)

Nitekim Allah-u Teala bile iki din davetçisini üçüncüsü ile tak­viye etmiştir:

"Hani biz onlara iki (elçi) göndermiştik fakat onlar ikisini ya­lanlamışlardı. Biz de (iki elçiye) bir üçüncüyle güçlendirdik." (Ya­sin/14)

Biz gerçekten de bilmiyoruz, vahhabiler bütün bu Kur'an ayet­lerine rağmen nasıl olur da Allah'tan başkasından yardım dilemeyi şirk kabul ediyorlar. Halbuki Allah-u Teala o kadar güçlü ve kudretli olmasına rağmen kullarından yardım istemiştir:

"Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder." (Muhammed/7)

Hakeza şöyle buyuruyor:

"îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler işte gerçek mümin olanlar bunlardır." (Enfal/74)

Vahhabi olan Hintli bir alim şöyle diyor: Kullardan yardım is­temek "sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz" ayeti ile çelişmektedir."

Ona verecek cevabımız ise şudur: Evvelen: Ayetteki yardımdan maksat ibadet ve hidayet hususunda yardım istemektir. Nitekim "Sana ibadet ederiz" ve "bizleri doğru yola ilet" ayetleri de buna delalet etmektedir. Adeta namaz kılan insan şöyle demektedir: "Allah'ım ben sana ibadet etmek için huzuruna geldim ve senden onu eda etmek için yardım diliyorum."

Ama eğer "Ayetin zahiri umumu ifade etmektedir. O halde aye­tin manası şudur. "Allah'ım ben tüm işlerimde senden yardım di­lerim ve senden başkasından yardım dilemem," diye bizlere itiraz edilecek olursa şöyle cevap veririz:

Gerçi Allah'a böyle bir şekilde tevekkül ve tevessül etmek çok büyük ve kamil bir derecedir. Nitekim Allah-u Teala da şöyle bu­yuruyor: Her kim Allah'a tevessül ederse o kendisine yeter." (Ta­lak/3)

Hakeza şöyle buyurmaktadır:

"Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki Allah bana yeter ve ben O'na tevekkül ederim."

Ama biz bu derecedeki bir tevekkülün farz olup olmadığım söy­lemek istiyoruz. Zahire bakılırsa akıl açısından da bunun farz ol­madığına hükmetmek gerekir.

Zira biz gerçek müdebbir ve idarecinin Allah olduğuna inanıyo­ruz. Allah'tan başkasına inanmak ise sebeplere teveccüh babın-dandır. Biz sebep ve vesilelerin tabii etkenler olduğuna inanıyo­ruz. Allah-u Teala bu yüzden peygamberine şöyle buyuruyor:

"Attığın zaman da sen atmadın, ama Allah attı." (Enfal/17)

Hakeza bu tevekkül derecesi şer'i açıdan da farz değildir. Aksi taktirde peygamberlerin de şirk koşmuş olmaları lazım gelir. Zira onlar da Allah'tan başkasından yardım istemişlerdir. Hakeza Al­lah'ın da bu ayette şirki emretmiş olması lazım gelir:

"İyilik ve takva üzere yardımlasın"

Saniyen: Bu taktirde ister canlı ister ölü Allah'tan başka hiç kimseden yardım dilemek caiz değildir. Dolayısıyla Muhammed b. Adulvahhab'ın bu hususta kail olduğu tafsil de doğru değildir. Meşhur fakihimiz Cafer Necefi (Kaşıf-ul Gıta) kula tevessül etme­nin caiz olduğunu beyan ederek şöyle demektedir: "Kıyamet gü­nünde insanlar Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'ya (as) yönele­ceklerdir. Ama hepsi de mazur olduklarını ifade edeceklerdir. So­nunda peygambere yöneleceklerdir. İşte bu da Allah'tan başkası­na teveccüh ve tevessül etmenin caiz olduğunda delalet etmekte­dir."

Muhammed b. Abdulvahhab ise meşhur şeyhimize reddiye ola­rak yazdığı risalede şöyle diyor: "Bizim cevabımız şudur ki, biz kudreti dahilinde olan birşeyi herhangi bir kuldan istemeyi inkar etmiyoruz; zira mesela insan savaşlarda ve benzeri yerlerde kud­ret sahibi dostlarından yardım diliyor. Biz sadece evliyanın kabir­leri mukabilinde durup onlardan yardım dilemeyi reddediyoruz. Zira Allah'tan başka hiç kimsenin onlar üstünde bir kudreti yok­tur."

Ama biz Muhammed b. Abdulvahhab'a soruyoruz ki: "Niçin il­kini itiraf ediyor, ikincisini ise reddediyorsun. Gerçekten de delil bu ikisi arasında bir farkın olmasına müsait değildir."

Zira eğer senin inkarının menşei ölülerin aciz olması ve dirile­rin ise kudretli olması ise o halde aciz olan diriye tevessül etmek de caiz olmaz. Ama insanlardan istemenin Allah'tan istemekle çe­liştiği iddia ediyorsan o zaman kudret sahibi olan canlı birinden de yardım istenenin caiz olmadığını kabullenmek zorundasın.

O halde Muhammed b. Abdulvahhab'ın "Biz kullardan kudreti dahilinde olan şeyleri istemeyi inkar etmiyoruz." demesi büyük bir çelişkidir. Zira bu mana ile asla uyuşmamaktadır. Muham­med b. Abdulvahhab'ın ne dediği hiç belli midir?

Evet o başka bir yerde diyor ki: "Kuldan bir şey istemek ve onu çağırmak bir nevi ibadet ve şirktir." Bir yerde de şöyle diyor: Ölü­leri çağırmak boş ve faydasız bir iştir."

Eğer boş ve faydasız bir iş ise niçin şirk olsun ki? Boş ve fayda­sız her iş şirk midir? Eğer şirk ise niçin bu tafsil ve farka kail olup canlı olursa ona tevessül etmenin sakıncası yoktur, ama ölü olursa şirktir diyorsun? Muhammed b. Abdulvahhab, Şeyh Ca­fer'in sözünü derketmemiş ve bu yüzden bu kadar boş ve yersiz laflar etmiştir.

Bundan da ilginç olanı şu ki Muhammed b. Abdulvahhab kendi risalesinde şöyle yazıyor:

"Kıyamette peygamberlerden yardım dilemek şu manayadır.
Onlar Allah'tan bir an önce insanların hesabını görmesini isteye­cekler ki, cennet ehli kimseler kıyametin rahatsızlık ve dehşetin­
den emanda kalsınlar."

Biz de onun bu sözünü sened olarak kabul ediyor ve diyoruz ki: "Senin de dediğin gibi peygamberlerden yardım istemek hacet sa­hibi kimselerin zorluk ve rahatsızlıktan kurtulmasını sağlaması hususundadır. Zira peygamberlerin duası kabul olur. Bu da bizim peygamberlerin duasını etkili bilmemiz demek değil midir?"

Bundan da ilginç olanı "Keşf-uş Şübehat" adlı kitabında şöyle demesidir: "Sahabe peygamber hayatta iken o hazretten yardım talebinde bulunuyorlardı. Ama vefatından sonra hiç kimse onun kabri başına gidip de kendisinden bir şey istemiyorlardı. Belki Ehl-i Sünnet alimleri peygamberin kabri kenarında Allah'tan bir-şey istemeyi yersiz görüyorlardı. Nerde kaldı ki onun bizzat ken­disini çağırsın ve ondan yardım istesinler!"

Bizim Muhammed b. Abdullah'a verdiğimiz cevap ise şudur: Sahabe ve tabiiler ne hayatında ve ne de ölümünden sonra pey­gambere tevessül etmeyi inkar etmiyorlardı.

Belki hepsi de zor anlarda o hazrete tevessül ediyorlardı. Bu inanç, peygambere tevessül etmeyi şirk bilen bu sebeple müslümanların kanını dökmeyi, mallarını yağmalamayı Kur'an, sünnet ve sahabenin gidişatına aykırı bir şekilde helal kılan Vahhabiler dışında tüm müslümanların inancıdır.

Delilimiz ise Bey haki ve İbn-i Ebi Şeybe'nin sahih isnat ile ri­vayet ettiği.ve Ahmed zeyni Dehlan'm ise "Hülaset-ül Kelam" adlı kitabında naklettiği şu rivayettir: "Ömer'in hilafeti zamanında halk büyük bir kuraklığa duçar oldu. Bilal b. Haris, peygamberin kabrinin başına gelerek şöyle dedi: Ya Rasulallah, Allah'tan üm­metin için yağmur yağmasını iste ki hepsi neredeyse helak ola­cak." Geceleyin Rasulullah'ın (sa.a) rüyada gördü. Hazret ona şöy­le buyurdu: "Yağmur yağacak."

Biz rüya ile istidlalde bulunmak istemiyoruz. Zira rüya şer'i hükmü ispat edici değildir. Belki biz sahabeden olan Bilal'ın dav­ranışı ile istidlalde bulunuyoruz. Zira onun peygamberin kabri başına gelmesi, hazrete hitap etmesi onun mukaddes vücudu se­bebiyle yağmur istemesi Allah'ın nebi ve velilerine tevessül etmenin caiz olduğunun ve şirk sayımladığının en büyük delilidir. Zeyni Dehlan "Hülaset-ül Kelam" adlı kitabında Taberani ve Beyhaki'den şöyle rivayet etmektedir:

"Osman'ın hilafeti zamanında birisi onun yanına gelip gidiyor­du. Ama Osman asla ona teveccüh etmiyor ve hacetini gidermiyordu. Bu muhtaç şahıs halifeyi Osman b. Hanife şikayet etti. Osman b. Hanife ona şöyle dedi: "Git abdest al sonra camiye gel ve namaz kıl. Sonra da: Allah'ım bir rahmet peygamberi olan.Nebi­miz Muhammed (sav) vasıtasıyla senden diler ve sana yönelirim. Ya Muhammed (sav) ben hacetim giderilsin diye senin vasıtanla rabbine yönelirim, diye dua et ve daha sonra da hacetini söyle."

Hacet sahibi de gitti ve denileni yaptı sonra da Osman'ın evine gitti ve kapısını çaldı. Kapıcı geldi onun elinden tutarak Os­man'ın yanına götürdü ve onun yanına oturttu. Halife "Hacetini iste" dedi: Hacet sahibi de hacetini arz edince Osman onun haceti­ni giderdi."

Yine mezkur kitapta Beyhaki'niri "Delail-ün Nübüvvet" adlı ki­tabında yer alan (ki Hafız-i Zehefai bu kitap hakkında "sizlere" Delalil-un Nübüvvet" kitabını tavsiye ediyorum ki bütünüyle nur ve hidayettir." demiştir) isnadı sahih bir rivayeti nakletmiştir. "Ömer-i Hattab peygamberin şöyle buyurduğunu naklediyor: Hz. Adem hata (terk-i evla) ettiğinde şöyle dedi: "Allah'ım Muhammed'in hakkı için beni bağışlamanı diliyorum." Ahmed Zeyni Dehlan diyor ki: Hakim-i Nişaburi de bu hadisi nakletmiş ve Ta­berani de bu hadisi sahih olarak kabul etmiştir."

Malik b; Enes Abbasi halifesi Mansur ile konuşurken de teves­süle işaret etmiştir. Tarihçilerin yazdığına göre Mansur hacca gi­derken Rasulullah'ın kabrini ziyaret etti. Peygamberin mescidin­de bulunan Malik b. Enes'e 'Kıbleye doğru mu durayım ve dua edeyim, yoksa peygamberin kabrine mi?" diye sorunca Malik ona şöyle dedi: "Rasûlullâh’a yönel; zira hazret hem senin ve hem de baban Hz. Adem için Allah'a yönelme vesilesidir. Peygambere doğru yönel ve onu şefaatçi kıl ki Allah indinde sana şefaat etsin. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: "Onlar sana gelip Al­lah'tan bağışlama dileselerdi ve peygamber de onlar için bağışla­ma dileseydi elbette Allah'a tevbeleri kabul eden esirgeyen olarak bulurlardı," (Nisa/64)

Rasulullah'ın vefatından sonra da ona tevessülün caiz olduğu­nu ispatlayan nakli delillerden biri de Ahmed Zeyni Dehlan’n "Hülaset-ül Kelam" adlı kitabında Semhudi'den onun da Daremi'nin "Sünen-İ Nebeviye" adlı kitabından ve onun da Ebul Cev­za'dan naklettiği şu rivayettir: "Medine halkı büyük bir kuraklığa mübtela olmuştu. Gelip durumu Aişe'ye şikayet ettiler. Aişe onla­ra dedi ki: Peygamberin kabrine yönelin ve ona öyle bir şekilde tevessül edin ki onunla gökler arasında hiçbir engel olmasın." On­lar da Aişe'nin dediğini yaptılar ve sonunda o kadar yağmur yağ­dı ki otlar yeşerdi."

Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi Peygamber'e (saa) tevessül etmek, hazreti şefaatçi kılmak ve onun vücudunun bereketi ve makamı vesilesiyle Allah'tan hacetini dilemek önceki peygamber­ler ve salihlerin de yaptığı ve âmel ettiği bir şeydi. Ama Vahhabiler bütün bunların hilafına şöyle diyor: "Ölülere ve aramızda ol­mayanlara hitap etmek şeriatın caiz bilmediği bir şeydir." Onla­rın bu doğru olmayan sözleri nereden çıkardığını gerçekten de bi­lemiyoruz. Zira mukaddes şeriatımız bunun hilafına hükmetmek­tedir.    

Bu hakikati anlamak ve derketmek için kabirleri ziyaret et­mek ve ölülere hitap etmek hakkında varid olan hadis ve rivayet­lere müracaat etmek yeterlidir. Mesela mezarlığa girerken "Se­lam olsun sizlere ey bu diyarın mümin ehli" diyoruz. Nitekim ölü­ye telkin eden şahıs da ona hitap ederek şöyle demektedir: Ey Al­lah'ın kulu* acaba sen aramızdayken şehadette bulunduğun gibi Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Rasulü olduğuna yine de şehadette bulunuyor musun?

Sahih-i Buhari ve ehl-i Sünnet'in diğer muteber kitaplarında da yer aldığı gibi peygamber Bedir savaşında öldürülen Kureyş kafirlerini Bedir kuyularına doldurmalarını emretti. Sonra da on­lara (ölülerine) hitap ederek şöyle dedi: "Acaba yaptıklarınızın ce­zasını buldunuz mu?" sonrada şöyle buyurdu: "Onlar da duyuyor­lar ama cevap veremiyorlar."

Kureyş kafirleri dahi öldükten sonra hayattakilerin sesini du­yuyorsa nasıl olur da Allah'ın tüm kullarının sesini işiten, onlara cevap veren, selam verene icabet eden Peygamber-i Ekrem (saa) hakkında "peygamber öldükten sonra duymuyor ve cevap veremi­yor" diyebiliyorlar?

O halde onlara hitap etmemiz, kabirleri mukabilinde durup on­lara tevessül ederek hacetlerimizi, dilememiz de caizdir. Bunlar şirk değildir. Ama Vâhhabiler "Bunlar şirktir" diyorlar. Bazı saf Müslümanları sapıtmak ve peygamberin bereketiyle cennete girmelerine, günahlarının bağışlanmasına ve dünyevi-uhrevi bela­lardan kurtulmalarına engel olmak istiyorlar.

Vahhabilere sormak gerekir: Niçin öncekileriniz peygamberin kabri kenarında Allah ile razu niyaz etmeyi caiz biliyorlardı? Zi­ra hazretin kabri ve etrafı Allah ve Resulünün haremi, vahyin nüzul mahalli ve meleklerin gidip geldiği bir mekandır. Şüphesiz böyle bir yerde dua etmek daha faziletlidir.

Hac menasiki kitaplarının "peygamberi ziyaret babında" İslam alimleri şöyle yazmışlardır: Ziyaret edenlerin peygamberin kabri yanında dua etmeleri Allah'ı çağırmaları hacetlerinin giderilmesi­ni ve günahlarının yargılanması için Allah'a yönelmesi ve "Onlar sana gelip Allah'tan bağışlama dikselerdi ve peygamber de onlar için bağışlama dileseydi elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden esir­geyen olarak bulurlardı." (Nisa/64) demesi müstehaptır.

O halde onlara sormak gerekir: Peygamberin -şahsında şefaat dilemenin caiz olmadığına ve "Ya Rasulallah, senden şefaat dili­yorum" demenin şirk olduğuna dair ne gibi delilleriniz var?

Eğer sariden bu hususta sarih deliller nakledilmemiş" derseniz biz de şöyle deriz: "O halde Rasûlullâh’a belki Ehl-i Beyte ve hat­ta Abbas'a bile tevessül etmenin meşru olduğuna dair önceden zikrettiğimiz deliller bu hususta yeterlidir."

Ama vâhhabilerin peygambere hitap etmenin ve ondan şefaat dilemenin caiz olmadığına dair delileri bu amelin şirk olduğu ise (ki bazı Necd alimleri risalelerinde ve İbn-i Teymiye de "Furkan" adli kitabında bunu iddia etmiştir) onlara şu cevabı veririz:

"Peygamberi çağırmak ve ondan şefaat dilemek şirk ise bunun o hazretin vefatından sonraya özgün olmasının hiçbir anlamı yok­tur. Belki hayattayken de aynı hükmü taşıması gerekir. Zira size göre her iş Allah'ın elindedir ve O'ndan başkasını çağıranlar hiç­bir netice alamazlar. Halbuki bu doğru değildir. Zira peygamberi çağırmak ve ondan yardım istemek hakikatte Allah'ı çağırmak ve O'ndan peygamberi vesilesiyle yardım dilemektir.

Eğer Vahhabiler "İslam dini Hakk'ın zatından başkasını çağır­mayı caiz bilmiyor" derlerse onlara şöyle cevap veririz: İslam dini Allah'tan başkasına ibadet etmeyi ve O'na şirk koşmayı caiz bil­miyor.

Eğer hayattayken peygambere tevessül etmek caiz ise vefatın­dan sonra da caizdir. Nitekim Muhammed b. Abdulvahhab da peygambere hayattayken tevessül etmeyi caiz bilmektedir. Bunu kabul etmek ise iki şeyi gerektirir: Ya peygamberi çağırmak Al­lah'ı çağırmak demektir; ya da kulu çağırmak ona ibadet etmek manasına değildir. Zira bu çağırış ibadet, huzu, mabud karşısın­da durma ve yakarma gibi bazı özellik ve sıfatlara sahip değildir. Dua ise bu özelliklere sahip olduğu taktirde ibadet sayılır.

Şüphesiz ki peygamber ve evliya-i ilahiyi şefaatçi kılmak, onla­ra tevessül etmek ve Allah'tan onlar vesilesiyle yardım istemek müminlerin kalbine huzur vermektedir. Onlar da kendi hacet ve ihtiyaçlarının onların şefaat bereketi ve aracılığı sebebiyle gide­rildiğine inanıyorlar. Öyle ki eğer insanın ehliyeti olursa dünya ve ahiret belalarını böylece kendisinden uzaklaştırdığını hisset­mektedir.

Vahhabiler diyorlar ki: "Dua ibadetin özüdür. Allah'tan başka­sına ibadet etmek ise caiz değildir. Zira Allah'tan başkasına iba­det etmek şirktir."

Bunun cevabı da şudur:

Biz tüm duaların ibadet olduğunu kabul etmiyoruz. Nerde kal­dı ki ibadetlerin özü olsun. "Dua" çağırmak manasına gelen "davet'ten türemiştir. Nitekim şu ayette de aynı manayı ifade etmiş­tir:

"Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınları­nızı kendimizi ve kendinizi çağıralım."

Hakeza şu ayette:

"Sonra da onları çağırsan koşarak gelirler." (Bakara/260)

Hakeza şu ayette:

"Peygamberin çağırmasını, kendi aranızda bir kısmınızın ça­ğırması gibi sanmayın."

Ve de şu ayette:

"Ey iman edenler size hayat verecek şeyleri sizi çağırdığı za­man Allah'a ve Resulüne icabed edin." (Enfal/24)

"Dua" bu ayetlerde çağırmak ve seslenmek manasınadır. Elbet­te ki her seslenme ve çağırma da dua değildir. Hakeza her dua da ibadet değildir. Belki Allah'ı dahi sırf çağırmak ve mukaddes zatı­na hitap etmek de ibadet değildir. Evet dua ibadet vasıflarını ha­iz olduğu zaman ibadet sayılır. Yani Allah'ın huzurunda huzu ve tevazu göstermek ve alemlerin mabudu olan Allah'ın birlik ve vahdaniyetini ikrar etmek ile olursa ibadet sayılır.

Bu mana nerede, kendisine şefaat etme izni verilen Allah'ın dergahında bir makam ve yakınlığı bulunan ve de müstecap dua­sı olan masum imamlar ve peygamberi çağırmak nerede?

Nitekim bu hususta daha önce de Bilal ile Osman b. Hanifin
rivayetini ve gözleri görmeyen şahsın duasında "Ya Muhammed, ben senin vesilenle Allah'a yönelir teveccüh ederim" ibaresinin yer aldığını ifade etmiştik.
                        

Eğer vahhabiler "kulun duası ibadettir. Zira Allah'a karşı bir çeşit huzu ve tevazu ile iç-içedir." derlerse biz de şöyle cevap veri­riz: "Evvelen: Eğer mesela dediğiniz gibi olursa canlılardan yar­dım istemek de şirk sayılır.

Saniyen: Biz salt enbiya ve evliyadan bir şey dilemenin ibadet vasıflarına sahip olduğunu kabul etmiyoruz. Bu, İsa ve Musa'yı ilah bilen ifrat ehli kimselerin görüşüdür. Salisen: Mutlak bir huzu ve tevazünün ibadetin gereği olduğunu da kabul etmiyoruz. Elbette mabud karşısında oldu mu ibadet sayılır. Nitekim bizzat Allah-u Teala evladın valideynine huzu ye tevazu göstermesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanadını ger." (İsra/24) Fahr-u Razi "Rabbin ondan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti" (İsra/23) ayetinin tefsi­rinde şöyle diyor: Allah-u Teala ilk önce tevhid, birlik ve kendisi­ne itaati emretmiştir ve sonra da valideyne iyilik etmeyi emret­miştir. Bu da anne-babaya itaati büyükseme ve azametli saymak içindir.

Rabian: Muhammed b. Abdullah ve takipçileri Allah'tan başka­sına itaati caiz görmüyorlar ve şirk olarak kabul ediyorlar. Abdulvahhab "Keşf-uş Şübehat" adlı kitabında şöyle diyor: "Eğer gece-gündüz korku veya tamah sebebiyle bir hacetinde Allah'ı çağırır ve sonra da peygambere veya evliyadan birine de seslenecek olursan Allah'a ibadette başkasını ortak koşmuş olur­sun. Zira böyle olunca başkasına da tamah göstermiş olursun. Ona da cevap olarak şöyle demek gerekir:

1.Eğer ibadetten maksat imtisal ve itaat ise kendi eşine itaat
eden kadın ile efendisine ram olan kölenin de müşrik olması gere­
kir. Zira bunların da eşine veya mevlasına itaat etmesi farzdır.
İslam'da kölenin itaatından daha büyük bir imtisal ve itaat var
mıdır? Öyle ki Allah-u Teala da onların efendileri karşısında her çeşit kudret ve ihtiyarını selbetmiş ve "Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan kimseyi (köleyi) örnek ola­rak gösterdi." (Nahl/75) diye buyurmuştur.

O halde Allah kullarına bu itaati emrettiği için ibadette kendi­ne ortak seçmiştir." diye itiraz edebilir miyiz?

2.     Eğer ibadetten maksad itaat ise o zaman da Abdulvahhab'a şöyle sormak gerekir. Böyle bir itaat Allah'tan başkası için de caiz midir? Eğer "Yok" derse Allah'ın şu sözünü iptal etmiş olur: "Allah'a, Resulüne ve sizden olan idarecilere itaat edin." Eğer evet" derse Allah'ın kuluna ibadet etmiş ve Allah'ın sakındırmış olduğu bir şeyi irtikap etmiş olur.

Eğer vahhabiler "Allah ve bizden olan idarecilere itaat Allah'a itaattir." derse o zaman da şöyle deriz: Bunun sebebi nedir? Aca­ba bunu kul mu demiş yoksa Allah mı emretmiş? Eğer kulun de­diğini söylerse salihlere ibadet etmeyi kabul etmiş olur. Ama eğer Allah emretmiş Allah'ın izin ve rızasıyla bu işi yapıyoruz derler­se, o zaman da şöyle deriz: "Enbiyanın şefaat etmesi ve onların Allah'a ulaşmak için birer vesile olması da Allah'ın emliyledir."

O halde şefaat etmek ve enbiya ve evliyaya tevessül etmek in­sanın Allah'tan hacetini dilemede ilahi dergahın mukarreb kulu­nun şefaati sebebiyle güç ve yardım alması demektir!

Tevessülün bir boyutu da şefaat meselesidir. Şefaat meselesi Sünni-şii tüm müslümanların kabul ettiği bir inançtır. Ama Vahhabiler diyor ki: "Enbiya ve evliyanın şefaat etmesinin dünyada hiçbir eseri yoktur. Onların sadece ahirette şefaat etmesi kesin­dir. Bu yüzden Allah'ın kullan kendisiyle Allah arasında bazıları­nı vasıta karar kılar ve onlardan Allah indinde kendisine şefaat etmesini isterse bu şirk ve Allah'tan başkasına ibadet demektir.

O halde insan duasında direkt Allah'a teveccüh etmeli ve şöyle demelidir: "Allah'ım beni Muhammed'in şefaatine nail olacaklar­dan karar kıl" O halde müslümanın "Ya Muhammed bana Allah indinde şefaatte bulun" demesi caiz değildir,

Onların bu husustaki delilleri de şu ayet-i kerimedir:

"Ve şüphe yok ki secde edilen yerler Allah'a aittir. Artık onda Allah'la beraber hiç kimseyi çağırmayın." (Cinn/18)

Hakeza şu ayet-i şerife: "Kimdir izni olmadıkça onun yanında şefaate kalkışacak." (Bakara/255)

Hakeza şu ayet-i şerife: "Allah rızasına mazhar olandan başka sına şefaat de edemezler." (Enbiya/28).

Hakeza şu ayet-i şerife: "Rahmandan ahd almış olanlardan başkaları şefaatde edemez." (Meryem/87)

Muhammed b. Abdulvahhab "Keş-uş Şübehat" kitabında şöyle demektedir: Eğer birisi "şefaat peygambere ihsan edilmiştir. Do­layısıyla Allah ihsan ettiği için sen de peygamberden şefaat dile" derse cevap olarak şöyle deriz: Şefaati Allah peygambere ihsan etmiştir. Allah-u Teala seni O'ndan başkasını çağırmaktan da men etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Allah'la beraber hiç kimseyi çağırmayın." (Cinn/18)

Bundan da öte Allah şefaati peygamberden başkalarına da ver­miştir. Dolayısıyla melekler de şefaat ederler demek de caizdir. Acaba sen Allah'ın onlara da şefaat verdiğine ve onlardan da şe­faat dilemek gerektiğine inanıyor musun? Eğer böyle bir inancın var ise Allah'tan gayrisine tapmış ve ibadet etmiş sayılırsın."

Ama biz diyoruz ki: "Peygamber, seçkin müminler ve melekler de Allah'ın kullarına şefaatte bulunabilir. Bu yüzden onlar vası­tası ile Allah'tan bir hacet dilemek de caizdir. Nitekim kitap ve sünnet de bunu teyid etmektedir.

Delilimiz olan ayet-i şerife ise şudur:

"Onlar da nefislerine zulmettikleri vakit sana gelerek Allah'ın kendilerini yargılamasını isterlerdi, Peygamber de onların yargı­lanmalarını dileseydi elbette Allah'ın tövbeleri kabul edici, rahim olduğunu görür anlarlardı." (Nisa/64)

Bize göre bu ayeti şerife esasınca eğer günahkar kimseler pey­gamberin yanına gelerek Allah indinde tövbe etmek için onu vesi­le kılar ve peygamber onlar için yargılanma dileyecek olursa Al­lah da onların tövbesini kabul eder.

Eğer peygamberi şefaatçi karar kılmak şirk olsaydı, rahim olan Allah onların tövbesini kabul etmezdi. Zira Allah kendisine şirk koşanları asla bağışlamaz." (Nisa/47)

Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir'de mezkur ayetin tefsirinde şöyle di­yor: Eğer günahkarlar kendilerine zulmettiklerinde, Allah'tan başkası huzurunda huşu ve teslimiyet için girdiklerinde ve pey­gamberin emrine itaat etmediklerinde hemen tövbe ederler, piş­man olurlar, yargılanma dilerler ve peygamber de onlar için Al­lah'tan yargılanma diler yani Allah'tan tövbe ettikleri için onları bağışlamasını isterse Allah da onları bağışlar ve yargılar."

Fahr-u Razi "Hitap makamından gayb makamına geçmenin fa-idesi" hakkında bahsederken şöyle yazıyor: "Onlar için yargılan­ma diledin" yerine "peygamber onlar için yargılanma diledi" de­mesinin sebebi peygamberi teclil ve tazim etmektir. Yani günah­karlar peygamberin huzuruna geldiğinde hakikatte, Allah'ın, risaleti sebebiyle kendisine özel bir imziyaz verdiği, vahyi ile mu­hatap kıldığı ve kendisiyle kullan arasında elçi kıldığı bir zatın nezdine gelmektedir. Dolayısıyla böyle bir şahsın şefaat ve vası­talığını Allah-u Teala asla reddetmez."

Fahr-u Razi'nin "Peygamber Allah'ın, kullan arasındaki elçisi-dir." sözü imamiye şiilerinin ve diğer müslüman fırkaların pey­gamber için mutlak şefaat unvanıyla ispat ettikleri vesatet ve aracılığın aynısıdır.

Biz diyoruz ki: Hitaptan gayb makamına geçmenin nüktelerin­den biri de şef i ve vasıtanın isteği üzere olan Allah'ın bağışlama­sı ile bu büyük makamın peygamberin şahsına münhasır bir şey olmamasıdır. Belki bu makam Allah'ın tüm elçilerinde ve Allah indinde mukarreb olan kimseler için de söz konusudur. Yani şefa­at dileme liyakati olan herkesin bu makamı vardır. Bu iddianın şahidi ise Kur'an'ın Yakub'un oğullarının dilinden naklettiği şu cümledir:

"Babamız dediler, suçlarımızın yargılanmasını dile, gerçekten de yanlış bir harekette bulunduk biz." (Yusuf/97)

Yakub ise şöyle dedi: "Rabbimden yargılanmanızı dileyeceğim dedi. Şüphe yok ki O, suçlan örter rahimdir." (Yusuf/98)

Bu cümle sarih bir şekilde Yakub'un oğullarının babasına te­vessül ederek babalarından, Allah'tan kendileri için yargılanma dilemesini ve böylece ahiretten önce dünyada da ilahi rahmete mazhar olmak istediklerini beyan ediyor.

Hakeza peygambere müminler için istiğfar etmeyi emreden şu ayet-i kerime de bu iddianın en açık şahididir. Nitekim şöyle bu­yuruyor: "Ve kendi suçun ve inanan erkeklerle kadınların suçlan için yargılanma dile ve Allah, sizin dönüp dolaştığınız yeri de size yurt olacak yeri de bilmektedir." (Muhammed/19)

Hakeza şöyle buyuruyor:

"Şüphe yok ki senin duan, onlara bir sükun, bir huzur verir ve Allah herşeyi duyar, bilir." (Tevbe/103)

Allah tarafından böyle bir şeyin emredilmesinin peygamberin şefi ve şefaatçi kılınmasının caiz olduğunu gerektirdiği açık bir şeydir. Zira Allah asla şirk ve küfrü emretmez. Nitekim şöyle bu­yuruyor: "Artık siz müslüman olduktan sonra küfrü emreder mi size? (Al-i İmran/80)

Muhammed b. Abdulvahhab-i Necdi'nin "Allah peygambere şe­faat ihsan etmiş, ama seni de ondan şefaat dilemekten menetmiş-tir." demesi boş bir düşünce ve hayalden başka bir şey değildir.

Zira onun bu sözü şöyle demeye benzer: "Allah-u Teala kıya­met gününde Kevser havuzundan insanlara su verme makamını peygambere ihsan etmiştir. Ama insanları da peygamberin yanı­na gitmekten ve ondan su istemekten sakındırmıştır." Veya şöyle demeye benzer: "Allah-u Teala hacılara su verme makamını pey­gamberin amcası Abbas'a vermişti. Ama insanları onun yanına gitmekten sakındırdı ve nehyetti." Acaba bu sözün bir manası olabilir mi? Acaba bu akılsızlık, sefihlik ve beyhude bir şey değil midir?

Üstelik başkasına iyi şefaatte bulunan kimsenin de ondan (şe­faatten) nasibi vardır.

"Kim iyi şefaatte bulunursa o şefaatten payı var." (Nisa/85)

Bu ayet de müminlerden bazısının diğer bazıları hakkında şe­faatte bulunacağına delalet etmektedir. Böyle bir şefaat caiz ise şefi ve şefaatçiye tevessül etmek de caizdir. Eğer bu mana şirk ise, Allah'ın şefaat etmek için izin vermesi de akıl ve nakil açısın­dan doğru olmayacaktır. Halbuki izin vermişler ve teşvik de et­mişlerdir ki, şefaatçi kimsenin de ondan nasip ve payı vardır.

"O şefaatten payı vardır." (Nisa/85)

Şefaat, şefi (şefaatçi) ile meşfu'un (şefaat edilenin) dua ve is­tekte toplamasından ibarettir. Zira şefaat, şef kelimesinden alın­mıştır. Şef ise "çift" manasındadır. Şefaat insanın hacet dilemede karşı taraf ile kendisi çift kılması ve Allah'tan hacet isteme husu­sunda bir araya gelmesidir.

Binaenaleyh şefaat, Allah'tan isteme ve bir duadır; şefaatçinin Allah'a duasını talep etmektir. Yoksa duada Allah ile birlikte baş­ka birini de göz önünde bulundurmak değildir. Ayet-i kerime de Allah ile birlikte başka bir şeye dua etmenin haram olduğuna de­lalet etmektedir; Allah'tan istemenin değil. Bu nerede, o nerede? Arasında dağlar kadar fark var!

Sahih-i Buhari'de yer alan "müşriklerin kuraklık ve kıtlık za­manında müslümanlardan şefaat dilemesi" ile "yağmur için imamdan şefaat dileme" bablarına bir göz atınız. Zira bu iki bab-da birtakım rivayetler yer almıştır, dediğimiz şeyler ile mutabık ve uyum içindedir.

Allah-u Teala Kur'an-ı Mecid'de putperestleri kafir ve müşrik olarak adlandırmıştır. Zira onlar da "putlar Allah indinde bizlere şefaat dileyecekler" diyorlardı. Acaba bu doğru bir şey midir?

Evet, Allah-u Teala onların kafir olduğuna hükmetmiştir. Ama bunların küfrünün menşei şu iki şeyden biridir: Ya Allah hakkın­da mürtekib oldukları zulümdür ve Allah indinde liyakati olma­yan şeyleri şef i ve vesile karar kılmaları ve onlar vesilesiyle Al­lah'a yakın olmaya çalışmalarıdır veya bizzat mezkur vesilelere yani putlara tapmaları sebebiyledir. Zira onlar şöyle diyorlardı:

"Onlara, ancak bizi Allah'a yakınlık derecesine ulaştırsınlar di­ye tapıyoruz." (Zümer/3)

Bu iki meselenin peygamberleri şefaatçi karar kılmakla hiçbir ilgisinin olmadığını zikretmeye gerek bile yoktur. Zira peygam­berleri şefaatçi kılmak icmali ve tafsili iki cihetten ne küfürdür ve ne de şirk.

Birinci cihet şudur ki, şefaati caiz bilen tüm müslümanlar Muhammed b. Abdulvahhab-i Necdi'ye şöyle sormalıdır: Acaba İslam şeriatında şefaat diye bir şey var mıdır, yok mudur?

Eğer "yoktur" derse daha önceden itiraf ettiği bir hakikati in­kar etmiş olur. Zira o, "Allah-u Teala şefaat makamını peygam­berden başkasına da ihsan etmiştir." diyordu. Böylece de Kur'an-da yer alan Allah'ın buyruğunu inkar etmiş olur.

Ama "şefaat İslam şeriatında vardır" derse o zaman da kendi­sine şunu sorarız. Acaba şefaat eden bir kimse Allah ile günahı bağışlama hususunda mı şeriktir; yoksa şefaat dileyen kimseye yarlıganma dileme hususunda şefaat talep eden kimse ile mi şe­riktir?

Eğer "Allah ile şeriktir" derse Allah'a şirk koşmuş ve kaçtığı şeye yakalanmış olur. Ama eğer "şefaat dileyen kimseyle yargılanma dilemede şeriktir" derse müslümanların kabul ettiği ve inandığı bir şeyi itiraf etmiştir.

Ama "şefaat dünya ve ahirette farklılık arzetmektedir" derse o zaman da şöyle deriz: "Dünyada şirk olan bir şey ahirette ibadet olamaz. Şirk şirktir; ister dünyada olsun isterse de ahirette."

Daha fazla bir açıklama getirmek maksadıyla diyeceğimiz ikin­ci cihet ise şudur: Eğer şefi ve şefaatçiye tevessül etmek (vesile karar kılmak) ona ibadet etmek manasına olursa, şu ayette teves­sülü emretmenin hiçbir manası kalmaz ve de caiz olma dairesin­den çıkar:

"Ey inananlar, çekinin Allah'tan ve onu vesileyle arayın." (Mai-de/35)

Zira "vesile"den maksad insanın, onun vesilesiyle Allah'a te­vessül ve temessük etmesidir. Bu ise ibadî fiiller ya mutlak itaat veya kitap ve sünnete mahsus bir şey değildir. Belki "vesile" lafzı­nın zahiri anım ve umumidir. Dolayısıyla onun zahiri manasını terketmek de doğru değildir.

Binaenaleyh Allah'ın uymamızı emrettiği mutlak ve tüm vesi­lelere şamil olmaktadır. Allah-u Teala onlara sarılmamızı ve te­messük etmemizi emretmiştir. Bunlar peygamberlerdir. Hakikat­te bunlar göklerden yeryüzüne sarkıtılan ilahi ipler konumunda­dır ki, Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" (Al-i İmran/103)

Zira ayetteki "ip"ten maksad Allah ile kul arasındaki vasıtadır. Bu da iki şeyi birbirine bağlayan ipe teşbih edilmiştir.

Bu hakikate teveccüh edilecek olursa Vahhabiler'in İslam şeri­atında "vasıta" boş ve beyhude bir şeydir demeleri kitap ve sün­nete aykırı bir şeydir. Zira "vasıta" meselesi Kur'an'ın dışında sa­hih hadislerde de yer almıştır. Ehl-i Sünnet arasında meşhur olan bir hadisde peygamber (saa) şöyle buyurmuştur:

"Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine iktida ederseniz hidayet bulursunuz."

Şii ve Sünni arasında mütevatir olan bir hadisde ise peygam­ber şöyle buyuruyor: Sizin aranızda Ehl-i Beyt'imin misali Nuh'un gemisi misalidir ki, her kim binerse kurtulur ve her kim binmekten çekinirse gark olur."

Başka bir mütevatir hadiste ise şöyle buyurmuştur:

"Ben sizlere iki değerli şey bırakıyorum. Bunlar Allah'ın kitabı ve Ehl-i Beytim'dir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla sap­mazsınız."

Onlara sarılmak ve temessük etmek ise zorluk ve ibtila ânlarında onları vesile karar kılmak ve insanın dünya ve ahirette haleketten kurtuluş sebebi olduklarına inanmaktır.

vâhhabilerin "Allah'la beraber hiçbir kimseyi çağırmayın" aye­ti hakkındaki istidlallerinin cevabı ise şudur: Ayette nehyedilen şey Allah ile birlikte başkalarını da çağırmaktır. Bunun karine ve delili ise "şüphe yok ki secde edilen yerler Allah'a aittir." ayetidir. Müfessirlerin umumunun da dediği gibi ayetin manası şudur: "Secde yerleri Allah'a aittir. O halde Allah'la birlikte başkalarına da ibadet etmeyin." Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyuruyor:

"Sakın Allah'la beraber bir başka mabudu çağırma." (Şuara/213)

Bu ise, ihlas sahibi her insanın ibadetinde dile getirdiği bir ha­kikattir. Ama şefaat meselesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Zira enbiya veya evliyadan şefaat dilemek bir sultanın sarayındaki dostların­dan birinden kendisiyle var olan herhangi bir işinde sana yardım­cı olmasını istemen gibidir.

Ama "Rahman'dan ahd almış olanlardan başkaları şefaat de edemez ve "Tanrı rızasına mazhar olandan başkalarına şefaat de edemezler" ayetlerine verilecek cevap ise şudur: Birinci ayetten de anlaşıldığı gibi şefaat Allah'tan ahd almış kimseler için söz ko­nusudur. Ayetteki ahd ise imandır. O halde müminler de şefaat edecektir.

İkinci ayetten ise şefaatin Allah'ın rıza ve izinden sonra olduğu anlaşılmaktadır. Biz bunu peygamberler ve Allah'ın velileri hak­kında kesin bir şey olarak kabul ediyoruz. Eğer onların şefaati şirk olsaydı artık Allah'ın izin ve rızasının bir manası kalmazdı. Evet "ya Rasulallah, sen günahlarımızı bağışla" demek caiz değil­dir. Zira günahı Allah'tan başka hiç kimse bağışlayamaz. Bu bü­tün müslümanların inancıdır.

Ama eğer, "Ey Muhammedi Allah katında bizlere şefaat et" dersek bu şirk değildir. Zira şirk insanın hacetlerini gidermekte Allah ve Resulünü ortak kılması demektir. Yoksa peygamberden günahlarımızın yargılanması için dua talebinde bulunmak şirk değildir.

Muhammed b. Abdulvahab ibadetin hakikatini derk etmediği için şefaat sahiplerinden şefaat dilemenin onlara ibadet etmek ol­duğunu zannetmiştir. Bu hususda büyük bir hataya düşmüştür. Zira o ibadetin kulun mabudu olan Allah karşısında durması ve büyük bir huzu ve huşu izharında bulunması demek olduğunu ta­savvur dahi edememiştir. Her tazim ve huzu ibadet demek değil­dir.

Bu yüzden müslümanlardan hiç kimse müminler, nebiler ve mürsel peygamberlere gösterilen saygı ve tazimin onlara ibadet olduğunu iddia etmemiştir. Onlardan şefaat dilemek ve onları Al­lah katında vesile kılmak da hem hayattayken ve hem de vefatla­rında aynı hükümdedir ve hiç kimse bunun ibadet demek olduğu­nu iddia etmemiştir.

O halde Allah'a ibadet eden ve onun mukaddes zatım bir bilen herkes peygamberden Allah katında kendisine şefaat etmesini is­teyince peygambere tapma veya ona ibadet etme gibi yanlış bir düşünce de değildir.

Belki de Muhammed b. Abdulvahhab kendi mezhebinin yayıl­ma şansını müslümanları tekfir etmekte olduğunu düşünmüş ve bu sebeple de ruhsuz ve taş beyinli kimselerden başka hiç kimse­nin söyleyemeyeceği laflan etmiştir.

O Keşf-üş Şübehat adlı kitabında özet olarak şöyle demektedir: "Şahıslardan şefaat dilemek kullara farz olan tevhidi ihlas ile çe­lişmektedir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: "ibadetinizde halis olup ona bağlanarak kulluk edin." (Araf/29)

Hakeza: "Dua eden rabbinize yalvarıp yakararak gizlice." (Araf/55)

Devamında şöyle diyor: "Peygamberin kabri başında durmak ve ondan şefaat dilemek onu Allah bilmek gibidir."

Hakeza diyor ki: "Böyle yapan müslümanlar adeta kardeşler^ (yani putperestler) gibi şöyle feryad ediyorlar:

"İlahları bir tek ilah kabul etmiş, gerçekten de bu, elbette pek şaşılacak şey!" (Sad/5)

Muvahhid müslümanlara bu çirkin ithamda bulunduğu ve sal­dırdığı için yazıklar olsun Muhammed b. Abdulvahhab'a!.

Onun bu husustaki sözlerini önceden reddettik ve ona özet ola­rak şöyle cevap verdik: "Allah'ın rıza ve izninden sonra şefaat sa­hibinden şefaat dilemek, bizzat Allah'tan dilemek ile çelişmemek­tedir ve aslında ondan ayrı bir şey de değildir.

Nitekim "Resule uyan şüphesiz ki Allah'a uymuştur." (Nisa/80) ayetinde de peygambere itaatin Allah'a itaatten ayrı bir şey olma­dığı tasrih edilmiştir.

O halde her kim bu iki meselenin çeliştiğini inkar ederse Al­lah'tan şefaat dilemeyi de reddetmiş sayılır ve bu da Allah'ın sö­zünü reddetmek demektir.

Biz Muhammed b. Abdulvahhab'a kafir kardeşleri gibi: "Sizinle gönderilenleri inkar ediyoruz ve gerçekten de bizi davet ettiğiniz şeyler hakkında şüphe ve tereddüt içindeyiz." diye feryad ettiğini de söylemiyoruz.

Belki diyoruz ki: "Hepimiz beklemekte, gözlemekteyiz. Siz de gözetip durun yakında bileceksiniz doğru yola sahip olanlar kimlermiş, doğru yolu bulan kimmiş?" (Taha/135)

Şeyh Süleyman b. Semahan-ı Necdi "el-Hidayet-üs Seniyye" ki­tabında (s. 63-68) şefaat hakkında uzun uzadıya bahsetmiştir. Orada aslında şefaati isbat eden bir çok ayet ve hadislere istinad etmiştir. Ezcümle şu ayet: "Kimdir izni olmadan O'nun yanında şefaate kalkacak." (Bakara/255)

Şu ayet: "O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut ol­duğu kimseden başka hiçbir fert şefaat de edemez." Ve hakeza şu ayet: "Ve göklerde nice melekler vardır ki Allah, dilediğine ve razı olduğuna şefaat etmeleri için izin vermedikçe şefaatleri hiçbir şe­ye yaramaz." (Necm/26)

Sahih-i Buhari ve Müslim'in naklettiği bir rivayette şöyle yer almıştır: "Allah kıyamet gününde dört defa peygambere şöyle bu­yuracaktır: "Ey Muhammed, başını kaldır ve konuş ki Allah duyucudur ve şefaat et ki, Allah kabul edicidir."

Buhari'nin naklettiği bir başka rivayette ise Rasûlullâh (saa) şöyle buyuruyor: "Benim şefaatime nail olacak olan en mutlu kimse canı gönülden bir olan Allah'tan başka bir ilahın olmadığı­na inanan kimsedir."

Tirmizi ve İbn-i Mace-i Kazvini de Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmişlerdir: "Bir elçi Allah tarafından yanıma geldi ve be­ni ümmetimin yarısının cennete girmesi ile onlara şefaatte bu­lunmam arasında tercihte bulunmamı istedi. Ben de şefaati seç­tim. Benim şefaatim ise öldüğünde Allah'a zerre miktarınca şirk koşmamış kimseler içindir."

Görüldüğü gibi peygamber ve müminlerin şefaatte bulunacağı­nı bildiren deliller tevatür derecesindedir. Okuyucular da büyük bir dikkat ile okumuş olsalar gerek. O halde şimdi de diyoruz ki: Uzun asırlar boyunca tüm müslümanların kabullendiği şefaat iki kısımdır:

Birincisi insanın hacetleri giderilsin diye peygamberi veya onun değerli halifesini vasıta ve şefi' kılmasıdır. Allah'tan onların yüzsuyu, fazileti, iman ve takvası hakkı için yargılanma dilemesidir.

Nitekim Hz. Adem'in (as) tevessülü bakında varid olan hadis ile "Peygamber gözleri görmeyen birine hacetinin kabul olması için kendisi vesilesiyle Allah'a yönelmesini ve Allah'tan o haceti hususunda peygamberin şefaatini kabul etmesini istemesini öğ­retti." diye buyuran rivayette de bu hakikat çok açık bir şekilde yer almıştır.

Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Osman b. Hanif-i Ensari'den nakletmiştir. Hakeza İbn-i Mace-i Kazvini ve Tirmizi de bu hadisi nakletmiş ve onun sahih olduğunu tasrih etmişlerdir. Hakim-i Nişaburi ve Siyuti de (Cami-i Kebir'de) bu hadisi nakletmişlerdir. Buhari de bir yağmur talebi hususunda Ömer'in peygamberin amcası Abbas'a tevessül ettiğini nakletmiştir.

ikincisi de şudur ki herkes Allah'a muhtaçtır. Dolayısıyla da peygamberden Allah'tan bu hacet ve ihtiyacını karşılamasını iste­mesini talep etmektedir. Peygamberin bu dua ve Allah'tan iste­mede bir payı olsun dilemektedir. Böyle bir şahıs peygamberin Al­lah nezdinde var olan değeri yüz suyu ve yakınlık derecesi sebe­biyle bu işi yapmaktadır.

Ayrıca ihlas üzere kelime-i şehadeti söyleyen müslüman da Al­lah'ın peygambere onun için şefaat etmesine izin verdiği kimse­lerdendir. Nitekim Buhari, Tirmizi ve İbn-i Mace'nin rivayet etti­ği hadisler de buna delalet etmektedir. Hakeza Haris b. Kays ve Ebu Said-i Hudri'nin peygamberden naklettiği iki rivayet de bnu ifade etmektedir.

Bu ise müslümanlar arasında var olan tevessül ve şefaatin kendisidir. Kitap ve sünnet de bununla uyum içindedir. O halde müslümanlara bundan başka bir şeyi isnad eden kimse onlara if­tirada bulunmuş olur. Bu iftira ve töhmet de ya cehalet üzeredir ve iftiracı kimse müslümanların tevessül ve şefaat dilemede Kur'an ve sünnete dayandığını bilmemektedir. Ya da Allah ve Resulüne nisbeten inat ve düşmanlığı olduğu için böyle iftirada bu­lunmaktadır. Hazret'in İslam'daki kerameti ve mezkur her iki çe­şit şefaatte de var olan liyakat ve salahiyetinin bekasım arzulamamakta ve haset etmektedir. Ya da bazı cahil ve saf kimseleri kandırmak ve bu vesileyle Allah'ın haram kıldığı bazı şeylere irti­kap etmek, müslümanların kanını dökmek ve onların namus ve mallarına saldırmak istemektedir.

İlginç olanı da şudur ki Şeyh Süleyman b. Semehan-i Necdi şe­faat hususunda hep kafirlerin putlardan şefaat dilemesini beyan eden ayetleri zikretmekte ve bunlardan şefaatin İslam'da olmadı­ğını netice almaktadır. Dolayısıyla da müslümanların kafir ve müşrik olarak kabul etmektedir. Halbuki Allah'ın izni ile olan şe­faati beyan eden ayetler ile bu husustaki mütevatir hadisleri de zikretmek gerekir. Şüphesiz ki müslümanlar da bu ayet ve riva­yetlere istinaden amel etmektedirler.

O halde Şeyh Süleyman-i Necdi'nin bu ayetlerin iktiza ettiği şekilde hükmetmesi ve Kur'an-i Mecid ve peygamberin hadisleri hakkında daha da bir tedebbür ve tefekkürde bulunması lazım­dır.

Müslümanlar, Allah bizim rabbimiz ve mabudumuzdur ve pey­gamberine bizlere şefaat etmesine izin veren de O'dur diyorlar.

O halde ey Necdli Şeyh, mezkur kitabının 66. sayfasında söyle­diklerinin hiçbir delili yoktur. Şeyh orada şöyle diyor: "Melekleri, peygamberleri, Abbas'ı, Ebu Talib'i ve benzeri kimseleri Allah nezdinde var olan yüzsuyu ve yakınlıkları sebebiyle vasıta karar kılan ve onlardan şefaat dileyen herkes kafir ve müşriktir. Malı ve kanı müslümanlara helaldir. Her ne kadar kelime-i şehadeti söylese, namaz kılsa ve oruç tutsa da..."

Ey Şeyh, Ömer yağmur yağması için peygamberin amcası Ab-bas'a tevessül etti ve onu şefaatçi kıldı. Bu hususta ne diyorsun?

Hepimiz de biliyoruz ki müslümanların peygamber ve velilere tevessül etmesi Ömer'in Abbas'a tevessül etmesi gibidir. Öyle de­ğil midir?

Allame Kazvini kabir ziyareti hususunda da şöyle diyor:

"İslam'da Rasulullah'ın ve Ehl-i Beytinin kabirlerini ziyaret et­menin bir çok fazileti olduğu yer almıştır. Örneğin Peygamber (s.a.a) bir hadisinde "Beni dünyada ziyaret eden herkese şefaatim farz olur."

Bir başka rivayette ise şöyle buyurmuştur:

"Ölümünden sonra beni ziyaret eden herkes hayatımdayken beni ziyaret etmiş gibidir."

Hal böyleyken İbn-i Teymiye bunu reddetmekte ve ziyaretin zi­yaretçiye hiçbir faydasının olmadığını söylemektedir. "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan da bu hususta şöyle diyor:

"Ölümü hatırlamak" için ziyaret edilir mezarlar. Başka bir an­lamı yoktur. Ne mezardakinin onu ziyaret edene ve ne de onu zi­yaret edenin mezardakine yaran da zararı da dokunmaz, doku­namaz." (s. 177)

Allame Hasan-i Kazvini "Vahhabiliğin içyüzü" kitabında (s. 101-128) buna şöyle cevap vermektedir:

"Bazıları, "Ehl-i Beyt'in ve İslam peygamberinin nurlu kabrini ziyaret etmek için uzak bölgelerden gelmek caiz değil" diyorlar ve bunların şirk ve Allah'tan başkasına ibadet etmek olduğuna ina­nıyorlar."

İbn-i Teymiye "Minhac-üs Sünne" kitabının birinci cüzünde şöyle yazıyor: "İmamiye şiasının, imamların türbeleri hakkında naklettikleri şeyler hususunda peygamberlerin hiçbir emir ver­memiş olduğu ve ümmetinin, peygamberler ve salih kulların ka­birleri yanında ne yapması gerektiğini teşrih etmemiş olduğu me­selesi İslam dininin zaruriyatındandır. Bunlar müşriklerin kendi dinlerinde yapmış oldukları şeylerdir. Allah ise müşriklerin hakkında şöyle buyuruyor: "Dediler ki: "Tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i ne Suva'yı ne Yeğüs'u, ne Yeük'u ve ne de Nesr'i."

İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Bunlar (Yani Vadd, Suva, Yeğüs, Yeük ve Nesr) Nuh'un kavmindeki salih kullardan idiler. Bunlar ölünce halk bunların kabirlerine yönelip uzun bir müddetten son­ra bunların timsalini yaparak onlara taptılar..."

İbn-i Teymiye başka bir yerde de bunları eleştirirken şöyle di­yor: "Onlar, kabirlerin üzerine yapılan kubbe ve türbelere ihti­ram gösteriyor ve müşrikler gibi onlara yöneliyorlar. Allah'ın evi­ni ziyaret etmeye giden hacılar gibi onlar da kendi imamlarının kubbe ve türbelerini, ziyaret etmeye gidiyorlar.

Hatta bazı kimseler, kendi imamlarının türbelerini ziyaret et­menin, Allah'ın evini ziyaret etmekten daha ehemmiyetli olduğu­na inanıyor ye kendi imamlarının kabirlerini ziyaret etmenin Al­lah'ın kendi kullarına farz kıldığı haccın yerini dolduramayacağı itikadında olan kimseler hakkında da kötü laflar ediyorlar. Bu gi­bi inançlar, putlara tapmanın Rahman Allah'a tapmaktan daha üstün olduğuna inanan nasrani ve müşriklerin inançlarındandır.

Şeyh Müfid "türbeleri ziyaret esnasında yapılması gereken ameller" adında bir kitap yazıp onda şöyle demiştir: Yaratıkların kabirlerini de aynen Kabe, Allah'ın evi gibi ziyaret etmek gere­kir."

Peygamberin nurlu kabrini ziyaret etmenin haram olduğuna inanan İbni Alusi gibi Sünni alimleri, Buhari'nin rivayet etmiş ol­duğu "Üç mescidden başka hiçbir yeri ziyaret etmeyin" hadisine istinat etmişlerdir.

Muhammed b. Abdul Vahhab'da "Keşf-üş Şübehat" kitabında, İmamiye Şiasının, peygamberlerin ve değerli.evliyaların kabirle­rine gösterdikleri bütün ihtiramları, onlara verdikleri değeri, on­ları ziyaret etmeyi, kabirlerinin yanında dua etmeyi ve kendile­rinden şefaat dilemek için tevessülde bulunmayı haram bilmiştir.

Abdulvahhab şöyle diyor: Bu amellerin haram olduğunu kanıt­layan delillerden biri de şu ki Allah-u Teala, İsrailoğulları'nın imanlı ve salih fertleri de olmasına rağmen "Ey Musa, dediler, bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap" (Araf, 138) dediklerinden ötürü onları zemmetmiştir. Ayrıca ashabın bazısı peygambere "Ya Rasulallah! (saa) Bize bir sığınak vesilesi tanıt" dediklerinde, Peygamber yemin ederek "Bu söz İsrailoğullarının Musa'ya, "bize bir tanrı yap demelerine benzer" buyurdu. ,

   Bu naklettiklerimizin cevabını birkaç bahsin zımmında verme­ye çalışacağız.

Peygamber-i Ekrem'in (saa) ve diğer mü'minlerin kabrini ziyaret etmek hususundaki ehl-i Sünnet hadisleri:

Bu konu hakkındaki delilimiz mütevatir, sahih ve sarih hadis­lerdir. Buna ilaveten, peygamberin zamanından bu yana tüm Müslümanlar bu işi yapmışlar ve bu da bizim zamanımıza kadar sürüp gelmiştir. Hatta peygamberlerin kendisi bile "Uhud Şehiderinin kabrini ve de "Baki" kabristanındaki ölüleri ziyaret etme­ye gidiyordu.

Sünen-i Nesai, Sünen-i İbn-i Mace ve Gazali'nin İhya-u Ulum-id-Din kitabında, Ebu Hureyre Peygamberden şöyle rivayet et­miştir: "kabirleri ziyaret edin ki bu size ahireti hatırlatır." Aynı şekilde bu kitaplarda İbn-i Ebi Müleyke'den onun da Ayşe'den şöyle rivayet ettiği nakledilmiştir: "Peygamber, kabirleri ziyaret etmeyi emrederdi."

Yine aynı kitaplarda Ebu Hureyre'nin şöyle dediği nakledil­miştir: "Peygamber, annesinin kabrini ziyaret edip ağlayınca ya­nındakileri de ağlattı ve onlara şöyle buyurdu: "Annemin mezarı­nı ziyaret etmek için Allah'ımdan izin istedim, o da izin verdi. O halde kabirleri ziyaret edin ki sizlere ahireti hatırlatsın."

Hakeza aynı kitaplarda Abdullah b. Mes'ud'un peygamberden şöyle rivayet ettiği nakledilmiştir: "Önceleri kabirleri ziyaret et­menizi yasaklamıştım; fakat şimdi isteyen herkes ziyaret edebi­lir. Çünkü bu size ahireti hatırlatır. Ancak boş sözler etmeyin."

Gazali'nin "İhya'ul Ulum" kitabında İbn-i Ebi Müleyke'den naklettiği rivayette şöyle yer almıştır: "bir gün Aişe'nin, kabir eh­lini ziyaret etmekten geldiğini görünce, "Ümm-ül Müminin, nere­den geliyorsun?" diye sordum." Kardeşim Abdurrahman'ın kabri­ni ziyaret etmekten geliyorum" dedi.

"Peygamber bunu yasaklamamış mıydı?" dedim. Aişe "Önce nehyetmişti fakat sonra kabir ehlinin ziyaretine gidilmesini em­retti." dedi.

Bunlar, salih kulları ziyaret etmek hakkındaki hadisler idi, Peygamberin kendisini ziyaret etmek hakkında ise Darekutni, Beyhaki, Gazali ve daha başkaları, peygamberi ziyaret etmenin fazileti hakkında yeterince muteber hadis rivayet etmişlerdir.

Örneğin, Peygamber şöyle buyurdu: "Beni ziyaret eden herkese şefaatim farz olur." Bu şefaat, peygamberin kabrini ziyaret eden kimselere mahsustur. Bu şefaat, o hazretin diğer bir takım yer­lerde bütün müminlerin hakkında edeceği şefaatten başka bir şe­faattir."

Bu hadislerden bir başkası da peygamberin buyurduğu şu ha­distir: "Allah için Medine'de beni ziyaret eden herkesin kıyamet günü şefaatçisi ve şahidi olacağım."

Nafi'ih Abdullah b. Ömer'den şöyle naklettiği rivayet edilmiş­tir: "Peygamber "Hacc farizesini yerine getirip de beni ziyaret et­meyen benim hakkında zulmetmiş olur." buyurdu.

Hakeza Ebu Hureyre de peygamberden şöyle nakletmiştir:

"Ölümümden sonra beni ziyaret eden herkes hayatımdayken beni ziyaret etmiş gibidir."

Hakeza Abdullah b. Abbas'ın da şöyle rivayet ettiği nakledil­miştir. Peygamber buyurdu: "Hacc eden ve beni ziyaret etmek için mescidime gelen herkes kamil iki haccın sevabına nail ola­caktır..." Ve tevatür haddine ulaşan bunlar gibi bir çok hadisler mevcuttur.

Muhammed b. Abdul Vahhab "Keşf-üş Şübehat" kitabında şöy­le yazıyor: "Ben peygamberin bütün mahluklardan üstün ve kab­rinde canlı olduğuna ve berzah hayatı yaşadığına ve de Kur'an'da tasrih edilen şehidlerin hayatından daha iyi bir hayata sahip ol­duğuna inanıyorum. Çünkü peygamber, şehidlerden daha üstün­dür. Peygamber kendisine edilen selamı duyuyor ve o hazreti zi­yaret etmek de sünnettir, fakat kendisini ziyaret etmek için Me­dine'ye gitmeye gerek yoktur ve sadece Mescid-ül Nebi'yi ziyaret etmek ve onda namaz kılmak için oraya gitmek gerek."

Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab'ın görüşünce, peygamber kabrinde canlı olduğundan dolayı ziyaret edilmesi caiz ise o hazretin Ehl-i Beyt ve ashabını ziyaret etmek de bu nedenle caizdir. Ö halde Muhammed b. Abdulvahhab'ın, "Diğer peygamberleri ve salihleri ziyaret etmemek gerek" demesinin hiçbir anlamı yoktur. Hakeza peygamberi ziyaret etmekle o hazrete tevesül etmenin, şefaat dilemenin ve kendisinden yardım dilemenin arasına fark koymanın da bir manası olamaz.

Çünkü peygamberin kabirde canlı olduğu ve uzaktan ziyaret edenin sesini duyduğu sabit olunca onun eserlerini de bunlara tatbik etmek gerek.

Buhari'nin nakletmiş olduğu bir rivayetten ötürü Şeyh Mu­hammed b. Abdulvahhab nasıl yasaklayabilir bunu. Oysaki bu rivayet bazı nedenlerden dolayı kabul edilemez.

Rivayetin bu manaya delalet ettiğini farzetsek bile bütün müslümanlar bunu reddetmişlerdir. Çünkü Peygamber vefat ettikten sonra müslümanlar uzak yerlerden o hazretin ziyaretine gidiyor­lardı. Aynen peygamber hayattayken kendisini ziyaret etmek için geldikleri gibi. Buna göre bu iki durumun birbiriyle kıyaslama­nın, özellikle ki Peygamberin "Ölümümden sonra beni ziyaret eden hayatımdayken ziyaret etmiş gibidir" sözünü de nazara aldı­ğımızda apaçık bir delili vardır.

Buhari'nin rivayeti, önceden naklettiğimiz ve ashabın, pey­gamberin Ehl-i Beyt'in ve sahabenin kabirlerini ziyaret adabıyla daha da sağlamlaşan sarih hadislere de muhaliftir. Çünkü Pey­gamber "Hacc edip de beni ziyaret etmeyen bana zulmetmiş olur." ve hakeza "Hacc amellerini yerine getiren ve beni ziyaret etmek kastiyle mescidime gelen herkes iki hacc sevabı kazanmış olur." buyurmuştur. Şeyh Abdulvahhab'ın dediği gibi "Mescidimi ziya­ret etmek kastiyle." buyurmamıştır...

Mezkur hadisde istisna edilen şey ya sadece mescidlerdir veya ziyaret için uzaktan ve yakıdan yapılan her nevi yolculuktur. Eğer sadece mescidler istisna olunmuşsa, bu üç mesçidden başka hiçbir mescidi ziyaret etmek için yolculuğa çıkmayın." demektir. Şeyh Süleyman Necdi "Hediyet-üs Seniyye" kitabında tasrih et­miş ve şöyle demiştir: "Sahih-i Buhari ve Müslim'de Ebu Hureyre ve Ebu Said-i Hudri'den nakledilen rivayette şöyle yer almıştır:

"Üç mesçidden başka hiçbir mescide doğru yolculuk etmeyin. Bunlar Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevi'dir. Buna göre, mezkur, hadis, diğer mescidleri ziyaret etmek kastiyle onlara doğru yolculuk etmeyi içermediği gibi meşanid-i müşerre-feyi de içermemektedir. Ve kimse de bu hadisin diğer mescidleri ziyaret etmek kastiyle bunlara doğru yolculuk etmeyi içerdiğini söylememiştir.

İkinci manaya göre de bütün mubah yolculuklardan nehyedilmesini gerektirir. Oysa ki kimse böyle bir söz söylememiştir, ikinci manaya göre de bütün mubah yolculuklardan nehyedilmesini gerektirir. Oysa ki kimse böyle bir söz söylememiştir. Ayrıca bu söz çoğu yolculukların nehyedilmiş olmasını gerektirmektedir. O halde hadisten kastedilen bu mana olduğu söylenemez.

Peygamber'in nurani mezarına ve Ehl-i Beyt'in kabirlerine ih­tiram göstermek, sevgi ve muhabbetten dolayı onları ziyaret et­mek şirk ve onları ilah bilmek gibi birşey olduğunu ve ayrıca bu amellerin, İsrailoğullarının Hz. Musa'dan bir tanrı yapmasını is­temelerine benzediğini söylüyor Vahhabiler. Bunların cevabı aşa­ğıda açıklığa kavuşacaktır:

İsrailoğulİarı Hz. Musa'dan, kendilerine şefaatçi olacak ve onun vesilesiyle Allah'a yakınlaşacakları bir tanrı tanıtmasını is­temediler. Onlar, bütün dünyanın işlerin yönetecek bir tanrı iste­diler, bütün zorluklan ortadan kaldıracak bir ilah isteğinde bu­lundular. Bu yüzden, Samiri onları dalalete düşürerek altından yapılmış ses çıkaran bir buzağıyı onlara gösterip, "Bu sizin ve Musa'nın Allah'ıdır ve Musa (Allah'ı size göstermeyi) unutmuş­tur." dediğinde, İsrailoğulları yoldan çıktılar. Kendilerini yaratanın ve işlerini yönetenin bu buzağı olduğunu sandılar. Onların bu vehmine kapılmalarının nedeni de buzağının ses çıkarmasıydı."

"Bu sizin ve Musa'nın Allah'ıdır." sözünden de bu mana anla­şılmaktadır. Çünkü Hz. Musa, İsrailoğullarına şefaatçi olacak, herşeyi yaratan ve bütün işleri yöneten Allah'tan başka bir ilah tanımıyordu.

Müfessirler şöyle demişler: "Ayetin anlamı şudur: Samiri, "Bu sizin ve Musa'nın Allah'ıdır. Musa bunu unutarak Allah'ı bulmak için başka bir yere gitmiştir." (Taha/87) dedi. İsrailoğullarının da ya çok. cahil olduklarından normal bir buzağıyı yer ve göğün Allah'ı sandılar veya Allah'ın buzağıya hulul ettiğini sandılar."

Her iki surette de Muhammed b. Abdulvahhab'ın "İsrailoğulları Hz. Musa'dan yaratıcı ve müdebbir bir ilah istemediler" sözü yanlış ve yersizdir,

Diyelim ki, İsrailoğulları ibadet etmek için Musa'dan bir vesile istediklerinde mümin idiler, küfr ve şirkin bu istekle hiçbir ilişki­si yoktu ve bu yüzden de Musa onlara "kafir" değil sadece "siz cahil insanlarsınız" dedi. Ancak onların o buzağıya tapmaları küfr ve şirk idi.

Allah'tan başkasına ibadet etmenin küfr ve şirke neden olaca­ğını söylemeye hiç de gerek yoktur. Fakat bunun, vasıta ve şefaatçiye ibadet etmeyen, sadece ona tevessül eden ve onu vasıta olarak kabul eden biriyle ne ilişkisi vardır?

Eğer biri bu tevessül ve vasıta karar kılmayı Allah'tan başkası için yapılan bir amel olarak telakki ederse, tamamen mantıksız bir geri düşüncelidir. Önceden de buna değinmiştik. O halde Mu­hammed b. Abdulvahhab nefsinin hevesine kanıp bu sözü demiş­tir ve bu yüzden de onu Allah'a havale etmek gerek.

Birinin Allah katında kendisi için vesile ve şefaatçi seçmesi Al­lah'ın emriyle olursa, bu, insanın Allah'a olan halis imanını zede­lemeyecektir. Nasıl ki peygamberler, Allah'ın elçileri ve de bu mahluk ile yaratan arasında rabıta idiler ve imanlı kimseler de, Allah'ın kendi hacetlerini müstecap etmesi için onlara tevessül ediyor ve büyük bir istek ve özenle onları ziyaret etmeye gidiyor­lardı. Bu da İsrailoğulları gibi onları ilah bilmek anlamına gel­mez.

Ayrıca, onlar vefat ettikten sonra da hacetlerinin kabul edilme­si için Allah'ın dergahına dua ederek, yalvarıp yakararak onların mezarlarını ziyaret etmek içi yola çıkıyor ve bu mukaddes kimse­lerin ziyaretçilerinin ve hacetlilerin sesini işittiklerine inanıyor­lar.

İbn-i Teymiye "Minhac-üs Sünne" kitabında peygamberlerin ve Ehl-i Beyt'in mezarını ziyaret etmenin haram olduğunu söylemiş ve îbn-i Abbas'ın hadisi ile istidlalde bulunmuştur. İbni Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber, kabirleri ziyaret etmeye giden kadınlara lanet etmiştir." (1)

Ayrıca bu rivayet "haber-i vahid"dir ve sadece zann ifade eder. Yakın ifade eden ve müslüman kadının kabir ehlini ziyaret etme­sini caiz bilen mütevatir hadislerin karşısında hiçbir değer ifade etmemektedir.

Peygamberin lanet etmesi, cevaz hükmünün neshinden önce olmuştur. Bunun delili ise İbn-i Ebi Müleyke'nin Aişe'den naklet­tiği rivayettir. Aişe kabir ehlini ziyaret etmekten dönerken İbn-i Ebi Müleyke Aişe'ye şöyle dedi: "Kadınların kabir ehlini ziyaret etmesini peygamber nehyetmemiş midir? Aişe dedi: "Önce nehyetmişti ama sonra kabir ehlini ziyaret etmelerini emretti." Ha­keza peygamberin buyurduğu şu hadis: "Önceleri kabirleri ziya­ret etmenizi nehyetmiştim; ama şimdi her kim ziyaret etmek is­terse sakıncasızdır."

Muhammed b. Abdülhadi "Sünen-i Nesai'nin haşiyesinde bu hadisin tevzihinde şöyle yazıyor: "peygamber (saa) bu sözüyle nasih ile mensubu, nehy ile izini bir arada zikretmiştir."

İbn-i Abbas'ın hadisindeki nehy, kadınlar hakkındadır ve bu da onların kocalarından izin almadan dışarı çıkmalarının haram olduğundan dolayıdır. Veyahut da onların dışarı çıkmaları, bir ta­kım fesatlara yol açtığından dolayıdır.

İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Şiiler de müşrikler gibi türbeleri teclil ve tazim ediyorlar."

Şiiler ve sair müslümanlar peygamberin ve Ehl-i Beyt'in nurani türbelerini din için ve "Allah'ın şiarları" olduğu için tazim edi­yorlar. Şiiler ve diğer müslümanlar onların, Allah'ın ihtiram gös­terilmesini farz kıldığı muhterem kimselerden olduklarına ve ümmetin onlara ihtiramsızlık, sayısızlık yapmasının haram kılın­dığına inanıyorlar. Safirlerin büyük âlimlerinden olan "Gaza­li'nin, peygamberin nurani kabrine saygı göstermenin farz olduğu hakkında Kaab-ul Ahbar'dan nakletmiş olduğu şu rivayet yeterli­dir: "Her sabah bin melek peygamberin kabrinin etrafını çevrele­yerek kanatlarını birbirine vuruyor ve böylece peygambere selam ediyorlar. Gün bitince de gökyüzüne çıkıyor ve diğer bir grup me­lek inerek aynı işi tekrarlıyorlar..,"

 

l.-Bu hadisin sahih olduğunu farzetsek bile bu hadis, müslüman kadın­ların, müşrik halinde ölüp giden ölülerinin kabrini ziyaret ettikleri zamana işaret etmektedir.

 

Bizim inancımıza göre peygamberin Ehl-i Beyt'inin ve seçkin ashabının kabirleri de bu ihtiramı haizdir.

Buna göre onlara karşı duyulan muhabetten kaynaklanan ve teberrük kastıyla yapılan ziyaretleri terkedilmemelidir. Kendileri hayattayken halk istek ve özenle onların ziyaretine gittikleri gibi öldüklerinden sonra da bu amel sürdürülmelidir. Onların kabrini ziyaret etmek, onlara ibadet etmek anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı mümin birinin onları hayattayken ziyaret etmesi, görüşle­rine gitmesi caiz olmazdı. Oysa ki bu, şer'an caiz ve alimlerin icmaına göre de beğenilir bir şeydir.

İbn-i Teymiye'nin peygamberden (saa) mübarek türbeler hak­kında naklettiği sözün cevabı da şu ki, İbn-i Teymiye'nin sözünün bir delili yoktur. Oysa ki bizim, peygamberin kendi kabrini ve di­ğer müminlerin kabirlerini ziyaret etmek hakkında emir vermiş olduğuna dair peygamberin kendisinden delilimiz Var.

Eğer peygamber emretmemiş olsaydı müslümanlar böyle grup-grup peygamberin kabrini ziyaret etmeye gitmezler, onu bir şiar olarak kabullenmez ve her yıl hacca giderken o hazretin mezarım ziyaret etmezlerdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Hacc eden herkes benim kabrimi de ziyaret ederse benim kendimi ziyaret et­miş gibi olur."

Gazali "İhya-ul Ulûm" kitabının "peygamberi ziyaret etmek" babında Nafi'den şöyle rivayet etmiş: "Abdullah b. Ömer'in pey­gamberin kabrini yüz defadan çok gelip ziyaret ettiğini gördüm.

İşte bu, kabre ehemmiyet vermektir; ama Vahhabiler, müslümanların bunu yapmasını hor görüyor ve bunun şirk olduğuna inanıyorlar. Halbuki ziyaret meşru olmadığı taktirde ziyaret et­mek şirk olur. Fakat ziyaret meşru olunca ve şari-i Mukaddes bu­nu emredince artık ziyaret etmek Allah'tan başkasına ibadet et­mek olmaz. Nasıl ki din önderlerine uymak da dinden çıkmak an­lamına gelmez. Çünkü bu, Allah'ın emridir. İşte bu yüzden me­leklerin Hz. Adem'e (as) secde etmeleri şirk değildir ve hakeza ona secde etmeyi emretmek de şirki emretmek manasına değil.

İbn-i Teymiye, ziyareti caiz bilen her müslüman fırkasına, "Peygamber, kendi ümmeti için peygamberlerin ve evliyanın ka­birlerinin yanı başında yapacaklarına dair bir takım ameller teşri etmemiştir." diyor.

Bunun cevabı ise şudur: Müslümanların, peygamberin (saa) Ehl-i Beyt'inin ve ashabının kabirlerinin yanı başında yaptıkları bazı mahsus ameller, şari-i mukaddesten nakledilen amellerden başka birşey değildir. O ameller de sünnetlerin bir kısmıdır ki şimdi onları bahsetmeye çalışacağız.

Bu amellerden biri, onlara selam etmektir. Mukaddes İslam di­ni buna hem Kur'an'da ve hem de sünnette açıkça değinmiştir.

Allah'ın kendi kitabı Kur'an-ı Mecid'de şöyle buyurduğunu okuyoruz:

"Allah ve melekleri, peygambere salat etmektedir. Ey inanan­lar, siz de ona salat edin, içtenlikle selam edin." (Ahzab, 56)

Hakeza şöyle buyuruyor: "Peygamberin hanedanına selam ol­sun." (Saffat, 130) Bu, hem onların hayatta olanlarına ve hem de ölülerine şamildir. Aynen şu ayet-i şerife gibi: "Allah'ın elçilerine (gönderdiği peygamberlere) selam olsun." (Saffat-181) Bunların hepsinden daha sarih, Allah'ın Hz. Yahya hakkında buyurduğu şu sözdür: "Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona selam olsun!" (Meryem-15) Hakeza doğumunun ilk gün­lerinde, annesinin kucağında Hz. İsa'nın dilinden hikaye ettiği sözlerin bir kısmı da şundan ibarettir: "Doğduğum gün de, ölece­ğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de Allah'ın selamı bana olsun." (Meryem-33)

Nitekim, namaz kılan birinin de namaz esnasında üç defa pey­gambere, namaz kılanlara, salih kullara ve sair Müslümanlara selam etmesi farzdır.

Peygamberden başkasına yani, müminlere ve din önderlerine uzaktan ve yakından selam etmenin caiz olduğu son iki selamdan iyice anlaşılmaktadır. Bunlara ilaveten peygamberin (saa) ve mü­minlerin kabirlerini ziyaret etmek hakkında peygamberin kendi­sinden de bazı hadisler nakledilmiş ve gelip bize ulaşmıştır ki bunların bir kısmını önceden hatırlamıştık.

Peygamberlerin ve Allah'ın evliyasının kabirleri yanında yapı­lan amel ve sünnetlerden bir başkası da onların, mukaddes kabir­lerinin etrafındaki demir parmaklıklara teberdik kastıyla el sür­mek ve onu öpmekten ibarettir. Müslümanlar, bu amelleri caiz bilmektedir. Vahhabiler ise bu amellerin, müşriklerin gelenek ve göreneklerinden olmasını bahane ederken bunları nehyetmektedirler.

Vahhabilere bu hususta deriz ki: Şari'i-Mukaddes'in bu gibi yerleri nehyetmemesi bu husustaki söz ve amellerin mubah, caiz olduğunu bildirmektedir. Kitabın önsözünde de bunu izah etmiş­tik. Bu gibi amellerin, sapık bir grup ve cemaatın adet ve törele­rinden olması bunların haram olmasına neden olmaz. İbn-i Teymiye'nin "Minhac-us Sünne" kitabında naklettiği alimlerin icması da buna delildir. Ibn-i Teymiye şöyle söylüyor:

"Bütün İslam önderleri ittifak etmişlerdir ki, şeriat tarafından hükmü belirtilmemiş şeylerin tümünü terketmek gerekli ve lazım değildir. Belki sadece bidat ehlinin amel ettiği şeylerden kaçın­mak yeterlidir. İbahe asaleti tüm din önderlerinin de kabul ettiği bir şeydir."

Mezarın etrafındaki demir parmaklıklara el sürmek ibadi amellerden olmadığı için haram da sayılamaz. Bu âmel vücudun normal iş ve hareketlerindendir ye bunu yapmak da şari'nin em­retmesine bağlı değildir. Buna göre eğer biri bu işi ibadet kastıyla yapmazsa, haram işlemiş olmaz. Bu aynen kabre bakmaya veya onun yanında oturmaya ve benzeri işlere benzer ki, bunlar da şari'in emretmesine bağlı değildir. Ancak birinin bu işleri ibadet kastıyla yapması bid'attir. Çünkü ibadet, şeriat sahibinin emrine bağlıdır. Bu gibi yerlerde ise sari' emretmemiştir. Ama eğer biri bu işleri, muhabbetinden ve mezar sahibinin üstünlüğünden, yü­celiğinden dolayı yaparsa, bu ibadet olmaz ve dolayısıyla da ha­ram sayılmaz ve şeriat da onları sünnet olarak kabul etmemiştir.

O halde vâhhabilerin "kabirlere el sürmek ibadettir ve ibadet de şeriatın emrine bağlıdır ve şeriat sahibi de emir vermediğine göre bunlar bid'attir" demeleri asılsızdır, köksüzdür. Bu, önceki açıklamalarımızdan da anlaşılıyordu. Bu ameller hem meşrudur ve hem de ziyaretçinin muhabbet ve ilgisini göstermektedir. Bun­lar, kabre veya kabrin sahibine tapmak değildir."

Bazen peygamber (saa) de kitap ehlinin amellerini yapıyordu. Sahih-i Buhari'de "Peygamberin sıfati" babında İbn-i Abbas'tan şöyle nakledilmiştir: Peygamber; saçını tarıyor ve başının arka kısmına sarkıtıyordu. Müşrikler saçlarını taramıyorlardı. Kitap ehli (Yahudi ve Nasraniler) ise saçlarım tarıyor ve başlarının ar­ka kısmına sarkıtıyorlardı. Peygamber de bu hususta onlarla uyum sağlamak istedi.

Peygamberin kabrine el sürmek, Hacet-ül Esved'e ve Rükn-i Yemani'ye el sürmek ve öpmek gibi şeyler bütün İslam alimleri­nin icmasına göre şer'an Sünnettir. Sahih ve sünen kitaplarında mevcut olan muteber hadisler de bunun delilidir. Sahih-i Buha­ri'de Zeyd b. Eşlem'den o da babasından şöyle rivayet etmiştir: Ömer b. Hattabı gördüm ki Hacet-ül Esved'i öpüyor ve "peygam­berin seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim" diyordu.

Peygamber'in Hacet-ül Esved'i öptüğü doğru ise ve bu da Zat-ı Anvat(l) ağacını ibadet vesilesi olarak tazim etmek kabilinden ol-

1. Zat-ı Anvat büyük ve yeşil bir ağaç idi. kureyş kafirleri cahiliyet arap kabileleri her yıl onun ziyaretine gidiyor, onun üzerine bir şey­ler asıyor, ona kurban kesiyor ve dilek ve isteklerini ondan istiyor­
lardı.                                                                                          

mazsa, kabre el sürmenin hükmü de budur. Çünkü meşru olmak bakımından hiç bir farkları yoktur.

Bizi hayrete düşüren şu ki, İbrahim'in makamına el sürmek haram ve gizli şirk ise, orada namaz kılmak bundan daha da kötü olmalıdır. Çünkü Hz. İbrahim'in makamı büyük bir makam ve ibadet yeridir. Bu yüzden de orada namaz kılmanın doğuracağı şirk sakıncası, ona el sürmenin doğuracağı sakıncadan daha da büyük olması gerekir.

Gazali şöyle diyor: İnsan, Hacet-ül Esved'e elini sürdüğünde Allah ile bey'at ettiğini niyet etmelidir. Çünkü Hacer-ül Esved'in Allah tarafından yeryüzüne indirilen bir taş olduğu rivayet edil­miştir.

Peygamberin ve Ehl-i Beyt'in nurani kabrine el sürmekten maksad da budur. Çünkü Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor: "Sana bey'at edenler, gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler." (Fetih-10)

Hakeza'Gazali "İhya-ul Ulüm"un 209. sayfasında şöyle diyor: "Kabe'nin perdesine tutunmak ve Kabe'nin Allah'ına muhabbet ve sevgi, Allah'a yakınlaşmak, teberrük, cehennem ateşinden kurtulmayı ümit etmek, mağfiret dilemek ve kıyamet gününde emanda olmak niyetiyle olmalıdır.

Peygamberin ve onun Ehl-i Beyt'in mukaddes kabrine el sür­mek ve tutunmak da aynen bu kast ve niyetle yapılmaktadır. On­ların nurani kabirlerini ziyaret etmeye giden Müslümanlar, te­berrük kastiyle ve kabir sahibi vesilesiyle Allah'a yakınlaşmak, kıyamet günü Allah'ın yanında Şefaat etmelerini kendilerinden istemek, iltimas etmek niyetiyle ziyarete gidiyorlar. Ve bu husus-da "Sen onların arasında olduğun müddetçe Allah onlara azap et­mez." ayetini ve hakeza "Allah sana hoşnut olacağın bir şey vere­cektir" ayetini ve hakeza "Onlar kendilerine zulüm edip de senin yanına gelirler ve Allah'tan mağfiret dilerlerse ve peygamber de-bağışlanmalarını dilerse, Allah'ın tevbe kabul eden ve Rahim ol­duğunu görecekler" ayetini göz önünde bulundurarak gidiyorlar.

Peygamberden rivayet edilen sahih bir hadisde de şöyle yer al­mıştır: "Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisine benzer. Ona binen kurtulur, bundan çekinen ise boğulur." Hakeza şöyle buyurmuş­tur: "Ehl-i Beytim sizin aranızda İsrailoğulları arasındaki "Hitte" kapısına benzer."

Peygamberin ve İslam evliyasının kabrine el sürmek hususun­da müslümanlar için önem taşıyan şey, Sahih-i Bühari'de "Menakıb kitabında" "peygamberin sıfatı" babında "Hakem"den rivayet edilen şu hadisdir. Hakem diyor ki, Ebu Cuhayfe'nin şöyle dediği­ni duydum: "Peygamber, Betha'da abdest alarak öğle namazını kıldı... Halk, peygamberin elini tutup yüzlerine sürüyorlardı. Ben de peygamberin elini tutup yüzüme sürdüm ve peygamberin eli­nin kardan soğuk ve miskden daha güzel kokulu olduğunu gör­düm."

Bu babın sonunda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Bir gün peygamberin müezzini Bilal, ezan okuduktan sonra mescide girip peygamberin abdest suyunu dışarı çıkardı. Halk ona doğru hü­cum edip teberrük kastiyle, suyu onun elinden aldılar."

Buna göre, teberrük kastiyle peygamberin elini yüzüne sürmek ve o hazretin abdest suyuyla abdest almak, o hazret henüz hayat­tayken caiz ise ve o hazreti ilah bilme, zat-ı Anvat'a ibadet etmek, Allah'tan başkasına tapmak, Yahudilerin ve Nasranilerin gele­neklerini izlemek kabilinden değilse, o hazretin ölümünden sonra da teberrük kastiyle onun mukaddes kabrine el sürmek caiz ölür. Çünkü bunların her ikisi de bir anlam taşımaktadır.

Eğer kabre el sürmenin gerçekten şeriat açısından haram oldu­ğunu kabul edersek, naklettiğimiz delillere göre bu amelin şer'an mubah ve caiz olduğuna inanan birini bu işten nehyetmemek ge­rekir. Çünkü kötülükten nehyetmek, kötü bir iş bile-bile yapılır­ken caiz olur. Oysa ki müslümarıların hiç bir fırka ve taifesi kab­re el sürmenin haram olduğuna ve bunun da zaruri konulardan birini teşkil ettiğine inanmamaktadırlar. Ayrıca bir fırkanın, di­ğer bir fırkanın inançlarına uyması da farz değildir. Çünkü bu surette bütün mezheplerin batıl olduğunu kabullenmek gerek. Ayrıca icma da (onun sahih olduğunu farzetsek bile) batıl ve abes olacaktır. Özellikle ki mezhepler, fer'i meselelerin çoğunda ihtilaf etmişler ve görüşler farklıdır ve kimsede tüm mezheplerin bütün feri konularda ittifak etmesinin farz olduğuna hükmetmemiştir.

Kabirlerin yanında yapılan amellerden biri de ziyaret namazı kılmaktır. Ziyaretçiler her ziyaretten sonra, istedikleri her yerde namazı kılabilir ve onun sevabını ziyaret edilenin ruhuna hediye edebilirler. Ve şeriat açısından da bunun herhangi bir sakıncası yoktur.

Çünkü namaz ibadetlerin en iyisi olup bunun da sevabı aynen Kur'an okumanın sevabı gibi ölüye hediye edilebilir.

Buhari, "nübüvvetin Alametleri" babında şöyle rivayet ediyor; "Bir gün peygamber gelip ölülerden birine ziyaret namazı kıldı ve gitti." Yani peygamber mezarlığa veya bir mezarın yanma gelerek namaz kıldı. Bu da kabrin yanında namaz kılmaktır. Bizim, pey­gamberin, imamların ve evliyanın yanında kıldığımız namazla bunun farkı nedir?

Buna göre evvela kabrin yanında namaz kılmak şer'an caizdir ve ayrıca ziyaret namazı kılıp sevabını ziyaret edilene hediye et­mek de sakıncasızdır. O halde bunları caiz ibadetlerden saymak gerek.

Bu söylenenlere göre "Mecmuayı Tevhid" kitabında söylenen "Galiyan (yani imamiye şiası) kabirlerin yanına geldiklerinde iki rekat namaz kılıyorlar... O halde onların namazı Allah için değil, şeytan içindir" sözü abes ve beyhude bir sözdür.

Mezkur kitabın yazarının "Şiiler peygamber ve imamların kab­rinin yanında, enbiya ve evliyanın kabrini ziyaret etmeye ve böy­lece Allah'ın ihsanına nail olmaya muvaffak oldukları için Al­lah'ın huzurunda şükür namazı kılıyorlar." demesi, nefsinin iste­ğine uyup yalan ve iftira dolu bir söz söylemesinden daha iyi olur­du. Hakeza o amellerden biri de ziyaretçilerin ziyaret namazın­dan sonra dileklerini, hacetlerini, Allah'tan istemeleridir. Bu da şer'an caizdir ve şirk de değil. Kur'an-ı Kerim'de Allah "beni çağı­rın da dualarınızı, isteklerinizi kabul edeyim" buyurmuş ve dua­nın da ne zaman ve hangi yerde edilmesi gerektiğini açıklama­mıştır. O halde her zaman ve her yerde dua etmek caizdir ve şirk de değildir.

Vahhabiler kendi kitaplarında, ziyaretçilerin dua ederken pey­gamberin nurani kabrine teveccüh etmelerinin caiz olmadığını açıkça söylemişlerdir. Halbuki "Biz ona atar damarından daha yakınız" ayet-i şerifesi onların görüşünü reddetmektedir.

Sahih-i Buhari'de nakledilen bir hadiste şöyle yer almıştır: "Peygamber (bir bineğe) bindiğinde teveccüh ettiği her tarafa doğ­ru namaz kılıyordu."

Vahhabiler kendi meşhur fakihleri "İbn-i Kayyim"e uyarak şöyle demişler: "Bu putperestlerin cahiliyet döneminde putlara ibadet etmelerine benzer. Onlar dua ettiklerinde "Lat" ye "Uzza" putlarının karşısında duruyorlardı." ve şöyle diyor: "Şeriat, bir ta­kım yerlerde ve özel bazı zamanlarda namaz kılmayı nehyetmiş-tir. Bu da, müsrikerin ibadetine benzeyen ibadetlerin kökünü ka­zımak içindir."

Birinin dua ederken Peygamberin nurlu kabrine doğru bakma­sı şirk ise şari'i mukaddesin açıkça bunu nehyetmesi gerekirdi. Aynen mekruh veya haram yerlerde namaz kılmaktan nehyetmiş olduğu gibi. Ama bu hususta bir hüküm verilmediğinden dolayı özellikle de genel olarak bu hususta izin veren ayetleri zikrettik­ten sonra bunun haram olduğuna hükmedemeyiz. Usul-u Fıkıh alimlerinin istilahınca "kesin ve yakini bir delil bulununcaya ka­dar amm'ın umumiyetine istinat etmemiz hüccet-i şer-i gereği­dir."

Naklettiğimiz apaçık ayetleri göz ardı edebileceğimiz kadar ye­terli delilimiz mevcut değildir. Buna göre mezkur ayetlerin açıkça değindiği hususa hükmetmek, Allah-u Teala'nın hilafına hükmet­mektir.

Bunları göz ardı etsek bile Malik b. Enes'in Abbasi Halifesi Mansur'a dediği söz, Vahhabi fırkasının bu sözüne en güzel bir cevaptır.

Mansur, Peygamberin hareminde Malik'e şöyle sordu: 'Kıbleye doğru mu durup dua edeyim, yoksa peygamberin kabrine doğru mu? Malik şöyle cevap verdi: 'Tuzunu niçin peygamberden çevresin ki? Oysa ki peygamber hem senin ve hem de baban Adem'in Allah'a yönelme vesilesidir. Dua ederken peygamberin kabrine doğru bak ve o hazreti kendin için vasıta ve şefaatçi kıl."

Ehl-i Sünnetin büyük alimlerinden bir grubu bu olayı sahih se­netlerle nakletmişlerdir. Subki'nin "Şefa-ul Askam" kitabına, Me­dine'nin meşhur fakihi Semhudi'nin telifi, "Hulaset-ül Vefa" kita­bına ve Allame Kastalani'nin telif ettiği "Mevahib-ül Ledüniyye" kitabına ve Ehl-i Sünnetin büyük alimlerinin kendi muteber ki­taplarındaki görüş ve sözlerine bakacak olursanız, vâhhabilerin "Biri dua ederken peygamberin kabrine bakarsa, bu şirktir." de­melerinin abes ve asılsız bir söz olduğunu görürsünüz.

Namazda "Amin" Demek ve El Bağlamak

 

Şia'ya göre namazda hamd suresini okuduktan sonra "Amin" demek namazın batıl olmasına neden olur. Bu namaz ister ferdi namaz olsun, isterse de cemaat namazı olsun hiç fark etmez. Şia'ya göre "amin" kelimesinin namazı batıl kılmasının nedeni bu kelimenin ilahi bir kelam olmamasıdır. Kıraat esnasında beşeri bir söz söylemek ise namazı batıl eder. Bu yüzden Şii müslümanlar hamd suresini okuduktan sonra ilahi bir kelam olan "Elham­dülillah" sözünü ifade ederler. Ehl-i Sünnet'e göre de hamd sure­sinden sonra "amin" demek müstehab dır, farz ve gerekli bir şey değildir. Bu istihbab da Ebu Hureyre'nin naklettiği "İmam hamd
suresini bitirince cemaat amin desin." rivayetine istinad etmekte­dir. Şia'ya göre bu rivayet sahih değildir. Dolayısıyla da amel et­
memek gerekir.

Ayrıca Şia'ya göre namazda el bağlamak da namazı batıl kılar. Zira namazda el bağlamak hususunda hiç bir nass yoktur. Bu uy­gulama 2. Halife'nin ortaya koyduğu bir şeydir.

Şia'ya göre ibadetler ve bu ibadetlerin eda şekli tevkildir. Yani tümüyle Allah ve Resulü'nün elinde olan bir şeydir. Resulullah da zaten vahy dışında bir şeyi dine sokmaz. Dolayısıyla peygamber ve imamlar dahi ibadet icat etmek veya ibadet şekillerini belirle-, yemez ve bu hak sadece Allah'a aittir. Kullarından hiç birinin ye­ni bir ibadet ihdas etmeye veya yeni bir eda şekli belirlemeye hakkı yoktur. Bu yüzden şia, teravih namazının da cemaatle kı­lınmasını tecviz etmez. Zira Resulullah zamanında hiç bir nafile namazı cemaatle kılınmamıştır. 2. Halife daha sonra bunu uygun görmediğinden cemaatle kılınmasını emretmiş ve o günden beri de Ehl-i Sünnet müslümanlar Teravih namazını cemaatle kılar olmuşlardır. Şia'ya göre bu hak, yani ibadetleri ve eda keyfiyetim belirlemek Allah'a mahsustur. Bu konuda kullarından hiçbirinin, hattâ masum olan peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının dahi keyfî uygulama yetkisi yoktur.

Bu esas üzere Şia'ya göre namazda el bağlamak da haramdır. Zira bu hususta tek bir ilahi nass yoktur. 2. Halife İranlı elçilerin kendi karşısında elleri bağlı durduğunu görünce bunun nedenini sorar. Elçiler de "Biz büyüklerimizin karşısında saygılı olmak için böyle yaparız." deyince de 2. Halife, "Allah en büyüktür, o halde namazda bizler de onun huzurunda el bağlamalıyız." demiş ve bu uygulamayı ihdas etmiştir. Zaten Ehl-i Sünnet'te farz bir amel ol­maması da bu gerçeğin göstergesidir.

Şia bütün bunlara, yasama hakkının tümüyle Allah'a özgün ol­ması felsefesiyle karşı çıkmaktadır. Kaldı ki bu hususlarda ilahi bir nass da yoktur.

Binaenaleyh "Şii müslümanlar neden "amin" demiyorlar?" ve "neden namazda el bağlamıyorlar? demek ve itiraz etmek de gereksizdir. Bu şia mezhebinin ibadetlere ve eda keyfiyetine bakış açısından kaynaklanmaktadır. Ayrıca zaten Ehl-i Sünnet'te de bu gibi amellerin farzlığı ve kesin gerekliliği söz konusu değildir.

Namazların Cem'i

 

Şia fıkhına göre zeval vaktinden itibaren dört rekat kılınacak bir zaman öğle namazına hastır. O zaman içinde ikindi namazı kılınamaz. Güneşin gurubuna dört rekat kılınabilecek bir zaman kalınca da o vakit ikindi namazına aittir. Artık bir insan bu za­mana kadar Öğle namazını kılmamışsa namazı kazaya kalmış olur. Bu iki vakit arasındaki geniş süre ise öğle ile ikindi namaz­larının ortak vaktidir. Elbette ki önce öğle, sonra ikindi namazı kılınabilir.

Güneşin gurubuna beş rekatlık bir zaman kalmışsa önce öğle sonra ikinci namazı kılınabilir ve ikindi namazı da kazaya kalma­mış olur. Guruptan sonra batıdan doğuya vuran kızıllık doğu ta­rafında göğün ortasına dek silinince akşamın ilk vakti girer. Üç rekat namaz kılabilecek kadar vakit akşam namazına aittir. Bu vakitte yatsı namazı kılınamaz. Gece yansına dört rekatlık bir süre kalınca da o vakit yatsıya mahsustur. Bu iki vaktin arasın­daki geniş vakit akşam ile yatsının ortak vaktidir. Ancak yatsının bir rekatını vaktinde kılan namazını eda olarak kılacağı cihetle gece yansına dört rekat namaz kılınabilecek bir vakit kalmışsa namaz kılan akşamı kılar. Yatsının bir rekatını zamanında kıl­mış, dolayısıyla namazı kazaya kalmamış olur. Sabah vaktiyse sadece o namaza aittir. Fecrin atmasıyla gece karanlığının gün­düz aydınlığından seçilmesi anından güneşin doğmasına dek sü­rer.

Velhasıl Şia'ya göre öğlenin ilk vaktinden ikindinin son vakti-ne, akşamın ilk vaktinden yatsının son vaktine dek, öğle ile ikin­diyi ve akşam ile yatsı namazlarını birbiri ardınca kılmak caizdir. Bunun hiç bir şartı da yoktur. Ama elbette ki namazların ayrı ay­rı kılınması ve aralarında biraz fasıla olması daha iyidir.

Müslümanlar hacc esnasında Arife günü öğle namazını zeval­den sonra kılarlar. Arkasından hemen ikindiyi kılarlar. İkindi namazı böylece öğle namazından sonraya, öne alındığı için buna "cemm-i takdim" yani ikindiyi öne almak suretiyle öğle ile birleş­tirmektir. Müzdelife'de ise akşam namazı yatsı vaktine bırakılır. Yatsının ilk vaktinde akşam namazı sonra da yatsı kılınır. Buna da "cem-i te'hir" yani akşamı geciktirerek yatsıyla birleştirmek adı verilir.

Hanefiler Arafat ve Müzdelife'den başka yerlerde iki namazın birleştirilmesini yani birbiri ardınca kılınmasını caiz görmemişler­dir. Şafiiler, Malikiler ve Hanbeliler yağmur yağması, yerin bal­çık olması ve hastalık ve korku gibi özürlerle yolculukta iki na­mazı ard arda kılmayı caiz bilmişlerdir. Yalnız yolculuğun hacc, umre ve savaş gibi ibadete matuf bir yolculuk olmasını veya mu­bah bir iş için yolculuğa çıkılmasını istemişlerdir. Şimdi de Ehl-i Sünnet kaynaklarında namazların cem'i hususundaki rivayetleri ele alalım, îbn-i Abbas Said b. Gubeyr'den naklen şöyle diyor:

"Resulullah öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı hiçbir korku olmadığı ve yolculukta bulunmadıkları halde cem ederek kıldı­lar." (Müslim'in sahih'inde iki namazın cem'i babında)

İbni Abbas bir başka yerde şöyle diyor: "Peygamberle sekiz re­katı (öğle ve ikindiyi) ve yedi rekatı (akşam ve yatsıyı) cem ede­rek kıldık. Bu hadisi Ahmed b. Hanbel de Müsned'inde İbn-i Ab-bas'tan nakletmiştir. Hakeza İbn-i Abbas "Resulullah Medine'de oldukları halde namazları yedi ve sekiz rekat olarak kıldılar." de­miştir (Bu hadis de Müsned'de yer almıştır.)

Abdullah b. Şakik şöyle diyor: "İbn-i Abbas bir gün ikindiden sonra hutbe okudu. Hutbesi güneş batıncaya ve yıldızlar görü-nünceye dek sürdü. Halk namaz deyince de "sünneti sen mi öğreteceksin bana, yoksa ben mi öğreteceğim sana." dedi. Son­ra da şu sözleri söyledi: "Resulullah (s.a.a) öğle ve ikindiyi, akşam ve yatkısı cem' ettiler." Havi diyor ki: "Bu bana tuhaf geldi. Ebu Hureyre'ye gidip sordum. İbn-i Abbas'ın sözünü doğruladı." Ahmed b. Hanbel Müsned'inde bu hadisi de zikreder.

Şakik'ül-Akilîderki:

"Birisi İbn-i Abbas'a "namaz" dedi. O sustu. Yine "namaz" dedi. O yine sustu. Sonra yine "namaz" deyince İbn-i Abbas dedi ki: 'Yoksa namazı sen mi öğreteceksin bana?" Biz Resulullah'ın za­manında iki namazı cem' ederek kılardık." 

Zerkani de iki namazın cemini şerh'ul Muvatta'nın 1. cüzünde nakleder.

Müslim diyor ki:

"Ahmed b. Yunus ve Avn b. Selam Zuheyr'den şöyle nakletti­ler: "İbn-i Yunus Zuheyr'den, o, Ebu'z Zubeyr'den, o da Said b. Cubeyr vasıtasıyla bu hadisi İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir: "Rasûlullâh bir korku olmadığı ve yolcu bulunmadıkları halde Medine'de öğle ve ikindiyi cem' ederek kıldılar. Ebu Zubeyr Said'e "Neden böyle yaptılar?" diye sordum." der. Said dedi ki: "Senin bana sorduğun gibi ben de İbn-i Abbas'tan sordum." Ümmetimden bir kişiye bile zorluk olmasın." diye cevabını verdi.

Ebu Kureyb ve Ebu Said Veki' ve Ebu Muaviye'den ikisi A'meş vasıtasıyla Habib b. Sabit'ten, o da Said b. Cubeyr'den rivayet et­miştir. İbn-i Abbas dedi ki: "Medine'de bir korku olmadığı yağ­mur da yağmadığı halde, Resulullah öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' ederek kıldılar. Veki' İbni-i Abbas'a "Neden böyle yaptılar?" diye sorunca da İbn-i Abbas şöyle dedi: "Ümmetine bir zorluk olmasın diye." Ebu Muaviye de bu sorunun İbn-i Abbas'a sorulduğunu ve aynı cevabı verdiğini bildirir.

Said b. Gubeyr İbn-i Abbas’tan naklen şöyle demiştir. Resulul­lah Tebuk savaşına giderken öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' ederek kıldı." Said "Neden diye sordum." der. İbn-i Abbas "Ümmetine zorluk olmasın" diye cevap verir.

Muaz b. Cebel'den Resulullah'ın Tebuk savaşında namazları cem etmesinin sebebi sorulunca da "Ümmetine zorluk olmaması­nı istedi." demiştir.

Bu hadislerin hepsi de Sahih-i Buhari'nin ihticac ettiği kimse­lerden nakledilmiştir. Hatta Buhari namazları cem' etme husu­sunda bir de ayrı bab tahsis etmiştir.

Cabir b. Zeyd de İbn-i Abbas'tan şöyle nakletmektedir: "Hz. Peygamber Medine'de öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı yedi ve sekizer rekat halinde bir arada kıldı." Eyyub "Bir yağmurlu gece olmalı." deyince de İbn-i Abbas, "Belki" diye cevap verdi.

Taberani de İbn-i Mesut'tan peygamberin Medine'de namazları cem' ederek kıldığını nakletmiştir. Bunun sebebi sorulunca da "Ümmetime güçlük olmasın diye yaptım." dediklerini bildirmiştir.

Kenz'ul Ummal'ın müellifi de (4. Cüz 5078. Rivayet) nakletmiş­tir ki Abdullah b. İmran "Hz. Peygamberin seferde olmadıkları halde öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı neden cem' ederek kıldı­lar?" diye sorulunca "Ümmetine güçlük olmasın diye" cevabını vermiştir.

Nevevi de bu yorumlan bildirdikten sonra "İbn-i Şirin ve Malik'in ashabından olan Eşheb gibi bir grup büyüklerin seferde bu­lunulmadığı halde namazları cem' etmenin caiz olduğuna hük­mettiğini bildirmiştir. (Tarih Boyunca İslam Mezhepleri/Gölpınarlı s. 574-580)

Namazların vakti hususunda Allah-u Tealâ ise şöyle buyur­muştur:

"Namaz kıl güneşin zeval vaktinde, geceleyin karanlık basınca ve fecir çağında" (İsra/78)

Bu ayette de görüldüğü gibi Allah-u Teala öğle ile ikindi, ak­şamla yatsı namazlarım bir anmış, sabah namazını ise ayrı zik­retmiştir. Nitekim Fahr-u Razi de bu ayetin tefsirinde "Böylece de sefer halinde yahut yağmur gibi bir mazeret zamanında bu na­mazların ceminin caiz olduğuna delalet vardır." demiştir.

Elbette ayette hiç bir zaruret kaydı yoktur. Ayette sadece üç vakit namaz yer almıştır.

Yani öğle ile ikindi, akşam ile yatsı bir arada zikredilmiştir.

Elbette başta da denildiği üzere öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının arasında biraz fasıla olması daha iyidir. Nite­kim İmam Humeyni (r.a) Tahrir'ul Vesile kitabında bu hususta şöyle diyor: "Öğle ile ikindi namazının vakti zeval vaktinden gu­ruba kadardır. İlk zeval vakti dört rekatlık bir namaz süresi öğle namazına hastır. Guruba dört rekatlık namaz kılınabilecek bir vakit kalırsa bu da ikindi namazına hastır. Bu ikisinin arasında­ki vakit ise öğle ve ikindinin ortak vaktidir. Akşam ile yatsının vakti ise guruptan gece yansına kadardır. Guruptan sonra üç re­katlık bir namaz süresi akşam namazına hastır. Gece yansına dört rekatlık bir namazı eda edebilecek bir süre kalmışsa bu da yatsı namazına aittir. Bu iki vakit arasındaki süre ise akşam ve yatsının ortak vakitleridir. Sabah namazının vakti ise ikinci fecir (fecr-i sadık)'den güneşin doğmaya başladığı ana kadarki süredir. (Bunlar cevaza delalet eder.)

Ama öğle namazının fazilet vakti zeval vakti dört rekatlık bir namaz süresinden eşyanın gölgesinin kendi boyunca arttığı za­mana kadar devam eder. İkindi vaktinin fazilet vaktinin sonu eş­yanın gölgesinin kendi boyunun iki katına ulaştığı zamana ka­dardır. İkindinin fazilet vaktinin girişi ise gölgenin dört adım ya­ni eşyanın boyunun yedide dördü miktarına ulaştığı zamandır. Akşam namazının fazilet vakti gurup ile kızıllığın batıya doğru gittiği zaman arasındaki süredir. Yatsı namazının fazilet vakti ise kızıllığın kaybolduğu zamandan gecenin üçte birinin geçtiği zamana kadarki süredir. Sabah namazının fazilet vakti ise doğu­da kızıllığın görüldüğü andır."

Görüldüğü gibi namazın fazilet vakitleri dikkate alınırsa Şia ile Ehl-i Sünnet arasında namazın vakitleri hemen hemen aynı­dır. İhtilaf hususu cevaz olandadır. Ama bilmek gerekir ki mer­kez camiler değil de mahalle camilerinde Şii müslümanlar genel­de namazları fazilet vaktinde kılıyorlar. Zira cemaat imamları ge­nelde iki namaz arasında cemaate bir takım ilmi açıklamalarda bulunuyor. Tabiatıyla da namazlar arasında bir fasıla oluyor. Ama ümmete kolaylık olsun diye bu namazların cem' edilmesi de caiz görülmüştür. Bugün özellikle İstanbul gibi büyük metropollerde namazını cem' ederek eda etmeyen bir çok müslüman ne ya­zık ki kendi düşüncesine göre kaza kılıyor. Bu günah duygusu­nun psikolojik baskılan altında eziliyor. Dolayısıyla özellikle na­mazlarını kazaya bırakan müslümanlar bu ilahi ruhsattan istifa­de ederek namazını cem1 etmelidirler. Özellikle akşam ile yatsı namazları arasındaki süre oldukça azdır. Birçok müslümanın ak­şam namazları kendi düşüncesince kazaya kalmaktadır. Bu ilahi ruhsat sebebiyle psikolojik açıdan rahatlamak, günah psikolojisiyle ezilmekten daha iyi değil midir? Çünkü zaten durum aynı neticeyi doğurmaktadır. Yani birçok müslüman namazını vaktin­de kılamamaktadır. O halde neden sırf bağnazlık olsun diye bu ilahi ruhsattan istifade edilmesin. Kraldan çok kralcı olmanın ne manası var. Biz hiç kimseye namazlarınızı her zaman cem' edin demiyoruz. Ama namazını eda edemeyip kazaya bırakanlara cem' etmelerinin daha iyi olduğunu diyoruz.

İran'daki mahalli camilerde namazlar genelde fazilet vakitle­rinde kılınmaktadır. Zira imamlar genelde iki namaz arasında halkı dini hususlarda aydınlatmakta, halka güncel olaylar hak­kında birtakım olaylar ve bilgiler aktarmaktadır. Dolayısıyla na­mazlar arasında bir fasıla olmaktadır. Merkez camilere gelenler ise genelde esnaf ve yoldan geçenler uğradığı için burada namaz­lar cem edilmekte ve herkes işinin başına dönmektedir.

Ayrıca İran'daki camilerde hoparlörlerden günde üç defa ezan okunmaktadır. Ama caminin içinde de ayrıca her namazın ezan ve kameti okunmaktadır. İran'da bizim gibi öyle her yerde cami­nin olmadığı doğrudur ve buna gerek de yoktur. Ayrıca İran'daki camilerin mimari yapısı bizim camilerin mimarisinden farklıdır. Camilerin yüksek minareleri olmadığından fark edilmez. İnsan öyle uzaktan baktığında Tahran gibi büyük şehirlerde doğru dü­rüst bir caminin bile olmadığını sanır. Halbuki bugün Tahran'da yüzlerce cami vardır. Ama dediğim gibi bunların mimari yapısı bizim camilerin mimari yapısı gibi olmadığından uzaktan fark edilmezler.

Ayrıca İran'da camilerde resimlerin asılması olayı da evvela
doğru değildir. Zira Şia inancına göre de resmin olduğu bir me­kanda namaz kılmak mekruhtur. Saniyen resim ulan bir yerde
sırf namaz kılmıyorsa orası camidir demek olmaz. İran'da birçok
yerde Hz. Hüseyin'i anma merasimlerini düzenlemek için yapıl­mış yerler vardır ki buraya Hüseyni'ye denir. Bu Hüseyniyelerde halk toplanır aynı zamanda namaz da kılar. İşte İmam'ın vb şah­siyetlerin resimleri bu gibi mekanlarda daha çok görülür. Ama buralar cami hükmünde değildir. Ayrıca Cuma namazı kılınan yerler de genellikle cami değil musalla'dır. Bilindiği gibi musallada cami hükmünde değildir. Örneğin Tahran'da cuma namazı üniversitenin bahçesinde kılınmaktadır. Cuma hutbesinin okun­duğu trübinlerde İmam'ın vb. şahsiyetlerin resimleri vardır. Ama burası cami değildir ki. Kaldı ki dikkat edilirse oradaki görevliler namaz kılınmaya başladığında oradaki resimleri hep ters çevirirler. Zira Şia'ya göre cami olsun veya olmasın, namaz kılınan bir yerde resim bulundurmak mekruhtur. Dolayısıyla "İran'da cami­ler hep resimlerle dolu" demek, insafsızlıktır ve yalandır. Birkaç yerde görülse dahi bu istisnadır ve haram bir fiil de değildir, dola­yısıyla inkılabın binlerce olumlu yanı varken sinekler gibi hep
pislikler üzerine konmanın hiçbir anlamı yoktur. "

Ama İran'daki camilerin bizim camiler kadar güzel ve temiz ol­madığı doğrudur. Bu olumsuzluğu İranlı yetkililer de dile getir­mekte ve hep halka uyanlar yapılmaktadır. Biz de bu olayı hoş görmüyoruz. Ama sırf bu böyledir diye dünyâ tarihine adını yaz­dırmış ve günümüzde islam ve Kur'an'ın azametini ihya etmiş bir inkılabı lekelemek hiç akıl ve mantığa sığar mı?

Emperyalistlerin istediği de zaten bu değil mi? Biz inkılabın olumlu yanını gördüğümüz ve dile getirdiğimiz gibi olumsuz yanlarını da görür ve dile getiririz. Ama bir sürü pislik içinde yüzer­ken de, kalkmış islam ve Kur'an yolunda yüz binlerce şehit vermiş bir milleti kınamayı ben şahsen kendime yakıştıramıyorum. Sa­bahtan akşama kadar haram olan müzik ve sarkılan dinleyenle­rin masa başlarında işi gücü kuru fasulyenin faydalarını anlat­mak olanların ve kısacası kapitalist toplum içinde binlerce pislik içinde yüzenlerin böyle şerefli ve şahsiyetli bir halkı kınamaya hakkı yoktur. Biz kendi ayıbımız ve eksiklerimizle uğraşmalıyız. Bir zamanların en radikal müslümanları bugün artık haram olan şarkı ve türküler dinlemekte, baldır bacak seyretmektedir.

En sağlam kalanları da medyadan topladıkları magazin haber­lerle şu veya bu sanatçıların özel hayatıyla ilgili yorumlar yap­maktadır. Ya da Allah korusun eğer bir de ticari hayata atılmışsa hep dolar ve markları konuşmakta, altta kalan kardeşi dahi olsa bir basamak yükseleceğini bilse sırtına basıp çıkmaktadır. Karde­şinin elindeki bir tek ekmek parçasına dahi tahammül edemeyen bu sözüm ona bir zamanların radikalleri bugün artık orda burada piknik yapıp kuzu kebap çevirmenin faziletlerim allandıra bal­landıra anlatıyorlar. Bir yandan kitap, makale vb. şeyler yazıp zi­hinleri ifsad ederken bir yandan da şu veya bu kardeşine zulme­derek ve hakkını gasbederek bir yerlere varmanın cehdi içinde ol­maktadır. Gel gör ki bu ve benzeri insanlar bir de bakıyorsun kalkmış onbeş yıldır İslam ve Kur'an yolunda herşeyini feda et­miş bir milleti bir rehberi kınıyor eleştiri yağmuruna tutuyor. Eline imkan geçse birer Karun olacak zihniyetler İran'daki eko­nomik problemleri dile getiriyor. Kardeşinin sırtından yükselen eli kalemli (silahlı değil) soyguncular, İran'daki eksikliklere par­mak basıyorlar. Pes doğrusu! İnsan olur da bu kadar yüzsüz ol­maz. İnsan olur da bu kadar samimiyetsiz olmaz. Bana göre İran devrimini ve rehberini böyle şahsiyet yoksunu insanların eleştir­meye hakkı yoktur. Bu insanlar önce kendilerini İslah etmeli, do­lara kulluktan Allah'a kulluğa dönmeli, kardeşinin sırtından inip elinden tutmalı kısacası samimi bir müslüman olmalıdır. Kadın sanatçıların sesine bayılacak derecede aşık olan ama günde bir-iki sayfa Kur'an okumayı dahi çok bulan bu sahte dincilerin mas­kesi ne zaman düşecek? Daha ne zamana kadar İslam bu samimi­yetsiz insanların geçim aracı olarak kullanılmaya devam edecek? Allah'ım bu durumu sana şikayet ediyorum. Sen bizlere acı! Sen İslam ve Kur'an'ı böylesi insanların elinden kurtar.

Şimdi yine asıl konumuza dönelim. Demiştik ki Şia'da namaz­ları hiç bir zaruret olmaksızın birbiri ardında kılmak ve.cem' et­mek caizdir. Ama aralarında bir fasıla olması fazilettir. Bunu Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki rivayetler de açıkça teyid etmekte­dir.

Şia'ya göre namazlar farz ve müstehab diye ikiye ayrılır. Farz namazlar tümel olarak beş kısımdır. Günlük namazlar, Cuma na­mazı, babanın kılmadığı ve dolayısıyla büyük öğünün kılması ge­reken kaza namazları, ayet (deprem, sel, güneş ve ay tutulması vb.) namazları, farz olan tavaf namazı ve cenaze namazı. Müste­hab namazlar sayılamayacak kadar çoktur. Günlük nafile namaz­lar şunlardır: Öğle namazından önce sekiz rekat nafile namazı kı­lınır. İkindi namazından önce de sekiz rekat nafile namazı kılınır. Akşam namazından sonra da dört rekat nafile namazı kılınır. Yatsı namazından sonra da oturarak iki rekat nafile namazı kılı­nır. Bu iki rekat tek rekat sayılır ve de "vitir" namazı olarak bili­nir. Sabah namazından önce de iki rekat nafile namazı kılınır. Ayrıca teheccüd namazı da onbir rekattır. Bunun sekiz rekatı te­heccüd, iki rekatı "şef" ve bir rekatı da "vitr" namazı olarak kılı­nır. Ayrıca Şii müslümanlar akşam namazından sonra da iki re­kat "gufeyle" namazı kılarlar. Görüldüğü gibi nafile namazlar Şia'da da vardır ve Şii müslümanlar genellikle bu nafileleri de kılmaya çalışırlar. Özellikle de Şiiler teheccüd ve Gufeyle nama­zını kaçırmazlar. Şia ekolünde ibadet ve duanın büyük bir yeri vardır. Özellikle de Şiiler bu dua kitabı olan "Mefatih" kitabını ve sahife-i Seccadiye'yi ellerinden düşürmezler. Şimdi insan bir bun­ları görüyor, bir de toplumumuzda adına "Aleviler" denen grubu görüyor, şaşırıp kalıyor. Üstelik hayatı boyunca bir defa olsun al­nı secdeye gitmemiş Aleviler, Cafer-i Sadık'ı sevdiklerini ve Ali'nin taraftarları olduklarını iddia ederler. Hz. Ali camide na­maz kılarken şehid edildiği halde bu Aleviler namazın zaruretini dahi inkar ederler. Ne yazık ki bilgisiz kimseler de Şia denilince hemen toplumdaki bu Alevileri anlıyor. Şiiliği, Alevilik ile karıştı­rıyorlar. Elbette ki gerçek Alevilik de Şiiliğin aynısıdır. Alevi de­mek, Ali gibi yaşamak, Ali gibi olmak demektir. Ama bizim Alevi­ler sapmış, Ali'yle hiçbir ilgisi kalmamıştır. Birçok Alevi amel ve tutumlarıyla insana Muaviye ve Yezidi hatırlatmaktadır. Sev­mek bir benzerliği gerektirir. Ali'yi seven az da olsa Ali'ye benzer.

Biz yine asıl konumuz olan namazların cem edilmesine döne­lim. Bu hususta Prof. Dr. Ticani şöyle diyor:

"Şia'ya dil uzatma vesilesi yapılan konulardan birisi de Şia'nın öğle namazı ile ikindi namazını ve akşam namazıyla yatsı nama­zını birlikte kılmaları hususudur. Ehl-i Sünnet bu konuda Şia'yı tenkit ederek kendilerinin bunun aksine, namazı koruyup hifzedenlerin olduklarını belirtiyorlar. Zira Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Ke-rim'de buyuruyor ki: "Gerçekten de namaz mü'minlere vakitli ola­rak yazılan bir farizedir."

Bir grubun leh veya aleyhinde herhangi bir hüküm vermeden önce konuyu tüm yönleriyle inceleyerek her iki grubun da konu hakkındaki sözlerini dinlememiz gerekir:

Ehl-i Sünnet "cemi takdim" diye anılan öğle namazıyla ikindi namazım Arife’de, "cem'i ta'hir" diye adlandırılan yatsı namazıy­la akşam namazım Müzdelife'de birlikte kılmanın caiz olduğu hu­susunda ittifak etmişlerdir. Hatta bu hususta, ister Şia ister Sün­ni bütün İslami fırkaları, istisnasız olarak ittifak etmişlerdir. Şia'yla Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilaf seferi olmaksızın yılın bü­tün günlerinde öğle namazıyla ikindi namazını ve akşam nama­zıyla yatsı namazını birlikte kılmanın caiz olup olmadığı hususundadır. Fakat Hanefîler hatta seferde bile bu namazların bir­likte kılınmasının caiz olmadığım söyleyerek özellikle de seferde cem etmenin caiz olduğunu bildiren açık naslar olmasına rağmen, ister Ehl-i Sünnet ve ister Şia tüm İslam ümmetinin icmasına muhalefet etmişlerdir. Maliki, Şafii ve Hanbeli'lere gelince mez­kur farizelerin seferde birlikte kılınabileceğinin caiz olduğunu söyleyip, korku, hastalık, yağmur ve toprak fırtınası gibi olaylar­dan dolayı da birlikte kılınmalarının caiz olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir.

İmamiyye Şia'sı Ehl-i Beyt imamlarından bu hususta gelen ri­vayetlere iktida ederek sefer, hastalık, yağmur ve korku gibi bir özür söz konusu olmaksızın da mezkur namazların birlikte kılın­masının caiz olduğuna inanıyorlar. Bu konuda Şia'yla (Şia ulemasıyla) tartışınca bizzat kendimizin şüphe ve soruya muhatab ol­duğumuzun farkında olmamız gerekir. Zira Ehl-i Sünnet'in Şia'ya karşı getirdiği her delile cevap vererek bizzat kendileri reddeder­ler. Zira onlar Ehl-i Beyt imamlarından ta'lim görmüş ve Ehl-i Beyt imamları onlara müşkül olan birçok konuyu açıklamışlardır. Onlar da Kur'an ve Sünnete vâkıf olan Ehl-i Beyt imamlarına ik­tida etmekle iftihar ediyorlar.

İlk defa Şehid Muhammed Bakır es.-Sadr arkasında öğle ve ikindi namazını bir arada kıldığımı hiç unutmam. Ben Necef şeh­rinde iken öğle namazıyla ikindi namazını ayrı-ayrı kılıyordum. Fakat o mutlu günde şehid Muhammed Bakır es-Sadr ile birlikte onun evinden çıkıp mukallitlerine imamlık ettiği camiye gittik. Onlar bana saygı göstererek Muhammed Bakır es-Sadr’ın arka­sında benim için bir yer ayırdılar. Öğle namazını kılıp ikindi na­mazına başlamak istenirken fikrimden ayrılmak geçti; fakat ben iki sebepten dolayı kalkıp gitmedim. Evvela merhum Sadr'ın azametî beni aldı ve namazı öyle bir huşu içinde kıldık ki namazı bi­raz daha uzatmasını arzuluyordum. İkinci olarak da benim ona en yakın bir yerde olmam nedeniyle, adeta bir gücün beni ona doğru çekip ayrılmama engel olduğunu hissediyordum. İkindi farizesini tamamladıktan sonra halkın onun etrafını sarıp soruları­nı sorduklarında ben de onun arkasında bulunuyordum. Bazı ya­vaş sorulan sorular hariç sorulan soru ve cevaplan ben de duyu­yordum. Daha sonra beni yemek için evine götürdü. İşte o vakit ben kendimin bir şeref misafiri olduğumu hissettim. Ben bu fırsa­tı ganimet sayarak iki namazı bir arada kılmak konusunu sora­rak şöyle dedim: "Efendim, acaba zaruret halinde insan iki farize-yi bir arada kılabilir mi?" O cevap olarak şöyle dedi: "Hatta hiç bir zaruret söz konusu olmaksızın bütün hallerde iki farizeyi de bir arada kılabilir" dedi. Ben "Bu hususta deliliniz nedir?" diye sor­dum. O "Hz. Resulullah (s.a.a) sefer, korku, yağmur ve herhangi bir zaruret olmaksızın Medine'de iki farizeyi bir arada kılmıştır. Bunu ise sadece bizlere bir kolaylık sağlamak için yapmıştır. Hamd olsun Allah'a, bu konu Ehl-i Beyt imamları aracılığıyla bi­zim nezdimizde sabittir. Sizin nezdinizde de sabittir" dedi. Ben bu cevabı çok garipsedim. Bu bizim nezdimizde nasıl sabit olabi­lir? Oysa ben şimdiye kadar böyle bir şey duymamış ve Ehl-i Sün-net'ten bir şahsın bile bununla amel ettiğini görememiştim. Aksi­ne onlar ikindi ve yatsı namazlarının ezandan bir dakika bile ön­ce kılındığı takdirde batıl olduğunu söylüyorlar, nerde kaldı ki ikindi namazının ikindi ezanından saatlerce önce, yani öğle na­mazıyla bir arada kılınsın veya akşam namazıyla birlikte yatsı namazı kılınmasına izin vermiş olsunlar? Şehit Muhammed Ba­kır es-Sadr, benim şaşkınlık ve garipsememin farkına varınca orada bulunanlardan birisine fısıldayarak bir şeyler söyledi. O kalkıp hemen iki tane kitap getirdi. Ben onların Sahih-i Buhari ile Sahih-i Müslim olduğunu anladım. Seyyit Muhammed Bakır es-Sadr ondan iki farizenin bir arada kılınmasıyla ilgili olan ha­disleri bana göstermesini istedi. Ve ben bizzat kendim Sahih-i Buhari'de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını birlikte kıldıklarına dair hadisleri okudum. Hatta Sahih-i müslim'de herhangi bir korku, yağmur ve sefer söz-konusu olmaksızın hazer halinde (seferde olmaksızın) iki nama­zın bir arada kılınmasıyla Resulullah'ın (s.a.a) öğle ve ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını birlikte kıldıklarına dair hadisleri okudum. Hatta Sahih-i Müslim'de herhangi bir korku, yağmur ve sefer söz konusu olmaksızın hazer halinde (seferde olmaksızın) iki namazın bir arada kılınmasıyla ilgili müstakil bir babın olduğunu gördüm. Fakat her ne kadar kalbime onların ellerinde bulunan Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim hakkında belki de tahrif edil­miş olabilir diye bir şüphe geldiyse de şaşkınlığımı gizleyemedim. Ama mezkur kitaplara Tunus'ta da başvurmayı kararlaştırdım. Şehit Seyyit Muhammed Bakır es-Sadr, bu delillerden sonra, ne görüşte olduğumu sordu. Ben "Siz hak üzeresiniz; sizin sözünüz doğrudur, fakat ayrı bir soru sormak istiyorum" dedim.

O "Buyur" dedi.

Ben: "Bizim nezdimizde bir çok şahıs geceleyin seferden dön­dükten sonra öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını hep birlik­te kaza olarak kılıyorlar. Acaba bu caiz midir?" diye sordum.

O "Bu caiz değildir" dedi.

Ben dedim ki: "Bira önce Hz. Resulullah'ın hem namazları ayrı-ayrı olarak kıldığını ve hem de birlikte kıldığını söylediniz. Böylece Resulullah bizlere Allah'ın razı olduğu namaz vakitlerini bildirmek istemiştir."

O şöyle cevap verdi: "Öğle namazıyla ikindi namazlarının müş­terek bir vakitleri vardır; o ise öğleden başlayarak güneşin batışı­na kadar devam eder. Akşam namazıyla yatsı namazının da müş­terek vakitleri vardır; o ise güneşin batışından (biraz sonra) baş­layarak gecenin yansına kadar sürer. Sabah namazının ise ken­dine has bir vakti vardır; o da fecr-i sadıktan güneş doğuncaya kadardır. Bu vakitlerden dışarı çıkan kimse

"Namaz mu'minlere vakitli olarak farz kılınmıştır" ayetine mu­halefet etmiş olur. Örneğin sabah namazını fecr vaktinden önce veya güneş çıktıktan sonra kılamıyacağımız gibi, öğle ile ikindi namazlarım öğleden önce veya güneşin batışından sonra, akşam namazıyla yatsı namazını da güneş battıktan önce veya gece yan­sından sonra kılamayız."

Seyyit Muhammed Bakır es-Sadr'a teşekkür ettim. Her ne kadar ikna olmuştumsa da yine de ondan ayrıldıktan sonra Tunus'a dö­nüp konuyu tam derince araştırıp, hakikati görmeden söz konusu namazlarımı bir arada kılmadım. Şehit Muhammed Bakır es-Sadr ile benim aramda iki farizeyi bir arada kılmakla ilgili cere­yan eden kıssa bundan ibaretti. Bunu nakletmekten maksadım, Ehl-i Sünnet kardeşlerime gerçekten Enbiya'nın ilim ve ahlak va­risleri olan mütevazı alimlerin ahlaklarının nasıl olduğunu açık­lamanın yanı sıra kendi sahih kaynaklarımızda bulunmasına ve o kaynakların doğruluğuna inanmamıza rağmen bu kaynaklardan habersiz kaldığımız için diğerlerine itiraz ettiğimize dikkati çek­mektir.

Ahmed ibn-i Hanbel Müsned'inde İbn-i Abbas'tan naklettiği bir hadiste diyor ki: "Resulullah (s.a.a) Medine'de mukim olup misa­fir olmadığı halde sekiz rekatı ve yedi rekatı bir arada kıldı." (1)

İmam Malik de "El Muvatta" kitabında İbn-i Abbas'tan naklet­tiği bir rivayette şöyle diyor: "Hz. Resulullah (s.a.a) bir korku ve sefer olmaksızın öğle namazıyla ikindi namazını, akşam nama­zıyla yatsı namazını bir arada kıldı." (2)

Yine Müslim kendi Sahihinin "Seferi olmadan iki namazı bir­likte kılma" bölümünde İbn-i Abbas'tan naklettiği bir hadiste şöy­le yazıyor: "Hz. Resulullah (s.a.a) bir korku ve sefer olmaksızın öğle ile ikindi namazını, akşam ile yatsı namazını bir arada kıl­dı." (3) Yine İbn-i Abbas'tan naklettiği ayrı bir rivayette şöyle di­yor: "Hz. Resulullah (s.a.a) Medine'de bir korku ve yağmur olma­dan öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birlikte kıldı." Ravi diyor: İbn-i Abbas'tan, onun niçin böyle yaptığım sorduğumda "Ümmetinin bir zorluğa düşmemesi için böyle yapmıştır" cevabını verdi." (4) Bu Nebevi Sünnet'in ashabın nezdinde yaygın olup amel edildiğini gösteren delillerden birisi de aynı bölümde naklet­tiği şu rivayettir: Ravi şöyle diyor: "Bir gün ikindiden sonra İbn-i Abbas bize konuşma yapmaya başladı. Ama güneş batıp, yıldızlar çıkmasına rağmen konuşmasına devam ediyordu. Halk "namaz, namaz" demeğe başlamıştı. Bu arada Beni Temim'den olan birisi de durmadan namaz, namaz diyordu. İbn-i Abbas ona hitab ede­rek "Ey biçare, bana sünneti mi öğretiyorsun?" dedi. Sonra da şunları ekledi: "Ben Hz. Resulullah'ın öğle ile ikinde ve akşam ile yatsı namazlarım birlikte kıldığını gördüm." Ayrı bir nakilde de İbn-i Abbas'ın o şahsa şunları dediğini kaydetmiştir: "Ey zavallı, bize namazı mı öğreteceksin? Oysa biz Hz. Resulullah'ın zama­nında iki namazı birlikte kılıyorduk." (5)

Buhari'nin akşam namazının vakti bölümünde naklettiği bir hadiste İbn-i Abbas şöyle diyor: "Hz. Resulullah (s.a.a) yedi rekatı (akşam ile yatsıyı) ve sekiz rekatı (öğle ile ikindiyi) birlik­te kıldılar," (6)

Yine Sahih-i Buhari'nin "İkindi Namazının Vakti" bölümünde

l-Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel, c. l, s. 221.
            2-İmam Malik'in "El-Muvatta" adlı kitabı, şerh'ul Havaik/ c., s. 161.
            3-Sahih-i Müslim, c. 2, s. 151 "Seferi olmadan iki namazı birlikte kıl­ma" bölümü.

4-Sahih-iMüslim, c. 2, s. 152.
        
5-Sahih-i Müslim, c. 2, s. 153, "Seferi olmadan iki namazı birlikte kıl­ma" bölümü.

6- Sahih-i Buharı, c. l, b. 140 "Akşam namazının vakti" bölümü.

 

naklettiği bir hadiste Ebu Umame şöyle diyor: "Biz öğle namazını Ömer ibn-i Abd'ul Aziz ile kıldıktan sonra enes İbn-i Malik'in nez-dine geldiğimizde onun ikindi namazını kıldığım gördük. Ben "Amca bu kıldığın namaz ne namazı idi?" diye sordum. Ö "Bu ikindi namazı idi. Hz. Resulullah birlikte kıldığımızda böyle kı­lardı." dedi. (1)

Hadisler bu kadar açık olmasına rağmen bu konuda Şia'ya iti­raz edenlerin var olduğunu her zaman göreceksin. Ben kendi ya­şadığım bölgeden bir örnek vereceğim: "Tunus'un Kafsa şehrinde ki bir imam, namaz kılanların arasında bizleri kötülemek ama­cıyla cemaata hitaben şöyle konuşmuştu: "Şu getirdikleri yeni di­ni görmüyor musunuz? Onlar, öğle namazını kıldıktan hemen sonra kalkıp ikindi namazını kılıyorlar.

Bu yeni bir dindir; Hz. Muhammed'in dini değildir. Bunlar bu hareketleriyle "Namaz mu'minlere vakitli olarak tayin edilen bir farzdır" buyuran Kur'an-ı Kerim'e muhalefet etmektedirler." Evet bu konuyu bahane ederek gerçekleri gören bizlere ağzına geleni söylemiştir. Kültürlü ve bilinçli gençlerden birisi gelerek imamın söylediklerini bana nakletti. Ben ona Sahih-i Buhari'yle Sahih-i müslim'i verdim. Söz konusu namazları birlikte kılmanın sahih olduğunu ve Hz. Resulullah'ın sünnetine mutabık olduğunu imama bildirmesini istedim. Çünkü benim kendim onunla tartışmak istemiyordum; daha önce onunla tatlı dille bahsetmeğe çalıştım. Fakat o bana kötü laf ve iftiralarla karşılık vermişti. Evet arkadaşım onun arkasında namaz kılmasına devam ediyordu. Bir defasında namazdan sonra her zaman olduğu gibi, imam ders vermek için oturduğunda, ar­kadaşım iki farizeyi birlikte kılmak konusunu sordu, imam "Bu Şia'nın bid'atlarındandır" diye cevap verdi. Arkadaşım "Fakat bu Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'de de yer almıştır." dedi. İmam "Bu doğru değildir" deyince, arkadaşım Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'i çıkararak imamdan iki namazı birlikte kılmak bölümü okumasını istedi.

Arkadaşım diyor ki: "İmam o bölümü okuduktan ve dersini dinleyenlerin huzurunda hakikati gördükten sonra kitapları ka­patıp bana verdi, sonra şöyle dedi: "Bu Hz. Resulullah'a mahsus­tur. Sen de Resulullah'ın derecesine erecek olursan birlikte kıla­bilirsin."

1- Sahih-i Buhari, c. l, s. 138, "İkindi namazının vakti" bölümü.

 

Arkadaşım diyor, ki, o günden beri onun mutaassıb ve cahil birisi olduğunu anladım." (1) Sonra arkadaşımdan geri dönüp ona İbn-i Abbas, Enes ibn-i Malik ve bir çok sahabenin de böyle kıl­dıklarını, o halde bunun sadece Resulullah'a (s.a.a) mahsus oldu­ğunun delilsiz bir iddia olduğunu dile getirmesini istedim. Ayrıca Resulullah (s.a.a) bize güzel bir örnek değil midir? Fakat arkada­şım vazgeçerek "Hatta Hz. Resulullah (s.a.a) in kendisi bile gelse belki yine de inanmaz." dedi.

Hamd olsun Allah'a ki, iki namazı birlikte kılmanın caiz oldu­ğu hakikatini bildikten sonra namazı terk

eden bir çok genç tek­rar namaz kılmaya başladılar. Çünkü daha önce namazları vak­tinde kılamıyor ve geceleyin hepsini birlikte kılıyordu. Bu ise on­ların kalbini karartıyordu. Böylece de iki farzı birlikte kılmanın hikmetini daha iyi anladılar. Çünkü bu hüküm sayesinde memur, öğrenci ve bütün halk tabakaları namazlarını kendi vaktinde kı­labilirler.

İran'da Bankalar

İran'da bankaların tümü devlet sektörüne aittir.

İran'da özel bankacılık diye bir olay yoktur. Devlet halkın ban­kalara yatırdığı paralara kar payı vermektedir. Bu kâr ödeme pa­yı her yıl değişmekte ve kâra oranla artış veya eksilme kaydet­mektedir. Bankalar tamamıyla faiz sisteminden arındırılmıştır. Bankalar mevduat sahiplerine kar payı verince de bu pay oranını faiz olmadığı için kesin bir şekilde belirlememektedir. %13 veya 14 civarında bir kar payı belirlemekte ama yıl sonu muhasebeden sonra bu vadedilen kâr payı artış veya eksilme kaydedebilmekte­dir. Ayrıca bankalar halka verdiği kredilerden de çok düşük bir miktar hizmet karşılığı fazlalık almaktadır ki bu da kapitalist sistemlerin vazgeçilmez bir unsuru olan faizden çok farklı ve ayrı bir olaydır. Kısacası bugün İran bankacılığında faizcilik tümüyle kaldırılmış durumda.

Ayrıca bazı bankalar halka "karz'ül-hasene" adı altında faizsiz borç para vermektedir. Bu sistem de zaten İslam'ın getirdiği sos-

1- Nakledildiğine göre, iki şahıs av yapmak için gitmişler uzaktan bir karartı gördüklerinde biri "O kargadır" demiş, ötekisi ise bunu kabul etmeyerek onun keçi olduğuna ısrarla söylemiş. Bunlardan her birisi kendi görüşünde ısrar etmiş. O karartıya yaklaşınca onun bir karga olduğunu ve korkusundan kalkıp uçuverdiğini görünce karga olduğu­nu söyleyen "Ben sana onun karga olduğunu söylemedim mi? Şimdi inandın mı?" deyince, arkadaşı yine de kendi görüşünde ısrar ederek "Sübhanallar, keçi de uçuyormuş" diye cevap vermiş!

 

yal bir yardımlaşma ilkesidir. İslam insanlara faizcilik yerine fa­izsiz borç sistemini önermektedir. Bugün İranlı müslümanlar kendilerine lazım olan parayı bankalardan ve "Karz'ül Hasene" merkezlerinden kolayca temin etmektedir. Ayrıca İslam'da kar-emek ortaklığına dayanan müdarabe sistemiyle çalışan bir çok şirketler vardır.

Bu şirketler halktan topladıkları paralarla ülke genelinde bir takım iktisadi teşebüs ve yatırımlarda bulunmakta ve elde ettiği kâh da sermaye sahipleriyle paylaşmaktadır. Elbette halk bu şir­ketlere fazla güvenmemektedir. Zira bu şirketler devletin temina­tı altında değildir. Devlet bu şirketlere teminat vermemektedir. Bu yüzden halk kâr payı az da olsa mevduatlarını bankalara ya­tırmaktadır. Ayrıca Rafsancani hükümeti zamanında bir takım kamu kuruluşlarının hisse senetleri halka satışa sunuldu. Halk bu hisse senetlerine büyük bir ilgi gösterdi. İran'da şehirler ve uluslar arası taşımacılık ve seyahat hizmetleri de kooperatiflerce yürütülmektedir. Bu yüzden İran'da seyahat giderleri oldukça ucuzdur. Devlet halkın kolayca seyahat etmesini sağlamak için her türlü yardım ve imkanlarını kullanmaktadır.

İran'da su, elektrik doğalgaz vb. temel ihtiyaçlar, devlet, eliyle temin edilmektedir. Devlet bu hizmetler karşılığında halktan ol­dukça düşük bir miktarda para almaktadır. Öyle ki İran'da bir yıl boyunca ödenen elektrik parasını Türkiye'deki vatandaş bir ayda ödüyor. Su, doğalgaz vb. şeyler de aynı şekilde oldukça ucuza mal olmaktadır. İran'da Tahran gibi metropollerde dahi su sorunu yoktur. Halk çeşmelerinden menba suyu gibi tertemiz ve berrak bir su içmektedir.

Velhasıl İran'da devlet halkına her şeyden önce bir insan ola­rak yaşayabilmesi için gerekli tüm imkanları sağlamaya çalış­maktadır.

Kur'an Tahrif Edilmemiştir

 

Allah-u Teala nazil buyurduğu Kur'an hakkında şöyle buyur­maktadır: "Zikri (Kur'an'ı) biz indirdik, biz de onu koruyoruz."

Bu ayetin de açıkça belirttiği gibi Kur'an-ı Kerim'i bizzat Al­lah-u Teala korumaktadır. Kaldı ki biz Kur'an'ın bizzat Resulullah zamanında bugünkü şekliyle cem' edildiğine inanıyoruz. Da­ha sonraları ise sadece Kur'an'ın alfabesinin irabı yanı harekeleri koyulmuştur ki Arap olmayan müslümanlar da bu ilahi kitabı doğru bir şekilde okuyabilsinler. Kur'an'a ne önünden ne de arka­sından yani hiç bir yoldan batılın sızmasına imkan yoktur. 1320 yılında ölen Muhammed Taki Nuri yazdığı "Fasl'ul-Hitab" adlı kitapta Kur'an'ın tahrif edildiğini iddia etmişse de bu görüş sadece kendisini bağlar. Bu inşan sırf Şiidir diye bu görüşünü tüm Şiile­re isnad etmek insafsızlıktır. Veya Kafi'deki bir takım zayıf riva­yetlere istinad ederek Şiilerin Kur'an'ın tahrif edildiğine inandık­larını söylemek asla doğru değildir. Şia alimleri kendi kaynak ki­taplarındaki tüm hadislerin sahih olduğunu kabul etmiyor ki. Bir insanın görüşünü bir cemaate mal etmek doğru bir tutum değil­dir. Örneğin Ali Şeriatı peygamberin tek mucizesinin Kur'an ol­duğuna inanıyor. Şimdi bunu tüm Şia alimlerine isnad etmek doğru olur mu? İkbal da hakeza Ali Şeriati gibi inanıyor. Abduh fil vakıasını doğal etkenlerle izah etmeye çalışıyor. Şimdi bunları Ehl-i Sünnet'e maletmek doğru olur mu? Hakeza Dr. Taha Hüse­yin'in de "Kur'an ve cahiliye şiiri" adlı kitabında izhar ettiği yan­lış düşüncelerini Ehl-i Sünnet'e mal edebilir miyiz? Bir Şii alimi olan Ayetullah Hasanzade Amuli "kim Kur'an tahrif edilmiştir gelsin mübahele edelim (lanetleşelim)" diyordu. İşin sadece bir yönünü ele almak hiç de doğru bir şey değildir.

Ehl-i Sünnetten olan Taberani ve Beyhaki Kur'an'ın iki suresi­nin daha olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel Übeyy b. Ka'b'dan naklettiği bir rivayette "Recin ayeti de vardı" cümlesi yeralmıştır. Bugünkü Kur'an'da ise Taberani ve Beyhaki'nin nak­lettiği iki sure yoktur. Şimdi bu görüşleri tüm Ehl-i sünnet'e mal edebilir miyiz? Dolayısıyla bir insanın ferdi düşünceleri sırf Şiidir veya sünnidir diye Şia veya Ehl-i Sünnet'e mal edilemez. Bu tu­tum insaf ve aklın da gerektirdiği bir tutumdur.

Velhasıl Ehl-i Sünnet ve Şia alimlerinin çoğu Kur'an'ın hiçbir şekilde tahrif edilmediğine inanmaktadırlar. Her kim Kur'an'ın bir harf olsun eksildiğini veya artış kaydettiğini iddia ediyorsa o büyük bir yalancıdır. Böyle bir şahıs, Allah'ın ayetini inkar etmiş sayılır. Zira Allah-u Teala Kur'an'ı tahriften koruyacağını vaat etmiştir bizlere. Bu hususta Prof. Dr. Muhammed Ticani semavi şöyle diyor:

"Kur'an'ın tahrif oluşu görüşü ister Şia ve ister Ehl-i Sünnet hiç bir müslümanın kabul edemeyeceği bir görüştür. Çünkü izzet ve azamet sahibi olan Allah-u Teala'nın kendisi Kur'an'ı korudu­ğunu belirtmiştir.

"Zikr'i (Kur'an'ı) biz indirdik, biz de onu koruyoruz."

O halde hiç kimsenin ondan bir harf eksiltip veya ona bir harf eklemesi mümkün değildir. Kur'an Hz. Resulullah (s.a.a) in ebedi olan mucizesidir. O Hakim ve Hamid olan Allah'tan inen Ki­tap'tır; ona ne önünden ve ne de arkasından batıl yaklaşamaz. Bundan başka, İslam tarihi ve müslümanların asırlar boyunca süregelen yaşayış tarzı da Kur'an'ın tahrif olduğunu reddeder. Zi­ra ashabın bir çoğu Kur'an'ı hıfzederek korumakta ve kendi ço­cuklarına hıfzettirmekte adeta birbirleriyle yanşıyorlardı. O hal­de hiç bir şahıs, grup ve devletin onu tahrif edip değiştirmesi mümkün değildir. Eğer doğudan batıya, güneyden kuzeye bütün İslam ülkelerini gezersek yine bütün yeryüzünde Kur'an'ın aynı olduğunu ve hiç bir artırma veya eksiltmenin söz konusu olmadı­ğını görürüz. Her ne kadar müslümanlar çeşitli grup ve mezhep­lere bölünmüşlerse de Kur'an-ı Kerim onların hepsini bir araya toplaya sağlam bir esasdır. Kur'an-ı Kerim hususunda İslam üm­meti arasında herhangi bir ihtilaf yoktur; ihtilaflar ancak Kur'an'ın tefsiri ve manası üzerindedir.

Şia'nın Kur'an'ın tahrif edildiğine inandığını söylemek asılsız bir suçlamadan ibarettir. Şia itikatları arasında böyle bir şey yok­tur. Şia'nın Kur'an-ı Kerim'le ilgili inançlarım okuduğumuzda Kur'an-ı Kerim'in her türlü tahriften uzak olduğuna dair, Şia ule­masının takriben ichıa etmiş olduklarını görürüz. Akaid'ul İmamiyye kitabının yazan şeyh Muzaffer, bu konuda şöyle diyor:

"Biz Kur'an-ı Kerim'in Allah-u Teâlâ'nın Hz. Resulullah (s.a.a)'in diline indirdiği vahyi olduğuna, onda her şeyin açıkla­masının bulunduğuna inanıyoruz. O belagat, fesahat ve içerdiği yüce marifet ve hakikatleriyle Resulullah (s.a.a)'in bütün insanla­rı aciz bırakan ebedi mucizesidir. Onda değiştirme ve tahrif söz-konusu edilemez. Bugün elimizde bulunup tilavet ettiğimiz Kur'an Resulullah (s.a.a)'e inen Kur'an'ın bizzat kendisidir. Bu­nun aksini iddia eden kimse aklını yitirmiştir veya hile ve oyun peşinde olan bir kimsedir. Çünkü bu iddia, hakikat ve hidayetten uzaktır. Kur'an, ne önünden ve ne de arkasından batılın sızma imkanının olmadığı Allah'ın Kitab'ıdır."

Ayrıca Şia'ların yaşadığı bütün bölgeler de herkesçe bilinmekte ve fıkhı hükümleri de gözler önünde bulunmaktadır. Eğer onların bu elimizde olan Kur'an'dan gayri Kur'an'lar olsaydı, bundan halkın haberi olurdu. Hiç unutmam, ben ilk olarak Şia bölgelerini ziyaret ettiğimde bu gibi söylentilerin etkisinde kaldığımdan do­layı bu hayali Kur'an'ı bulmak amacıyla nerede büyük bir ciltli kitap görsem alıp bakıyordum.

Fakat bu hayal çok geçmeden eriyip gitti ve bunun halkı Şia'dan nefret ettirmek için yapılan bir iftiradan başka bir şey ol­madığını anladım. Fakat yine de Şia'yı suçlama vesilesi olarak 1320 yılında vefat eden Muhammed Taki Nuri'nin yazdığı, ve Kur'an'da tahrifin olduğunu iddia eden "Fasl'ul Hitab Fi İsbat-i Tahrif-i Kitab-i Rabb'il Erbab" kitabı söz konusu ediliyor. Çünkü mezkur şahıs Şii'dir. Bir takım insanlar ise bu kitabın sorumlulu­ğunu Şia'nın boynuna yüklemek istiyorlar. Oysa bu insafa aykırı­dır. Çünkü hak ve batıl, doğru ve yanlışın birlikte yer aldığı nice kitaplar yazılmıştır ki, sadece yazarının kendi şahsi görüşünü açıklamaktadır. Bu gibi kitaplar yalnızca Şia arasında değil, bü­tün İslami fırkaların arasında bulunmaktadır. Acaba Mısır kül­tür bakanı ve Arap edebiyatı müdürü doktor Tâhâ Hüseyin'in yazdığı "Kur'an ve cahiliyet şiiri" adlı kitabının sorumluluğunu Ehl-i Sünnet'in boynuna atabilir miyiz? Veya Ehl-i Sünnet'in nez-dinde sahih olan Sahih-i Buhari'nin veya Sahildi Müslim ve di­ğerlerinin naklettikleri, Kur'an'da tahrifin olduğuna dair olan ha­dislerin Ehl-i Sünnet'in inancı olduğunu söylemek mümkün mü-dür?"(l)

Fakat yine de biz kötülüğe iyilikle karşılık vererek bu gibi suç­lamalardan es geçiyoruz. Gerçekten de bu konuda El Ezher Üniversitesinde İslami fıkıh bölümünün müdürü Üstad Muhammed el Medini ne de güzel konuşmuştur:

"Şia'nın Kur'an’ın eksiltildiğine inandığı görüşüne gelince, ha­şa böyle bir şey yoktur. Bu iddia bizim kitaplarda bir nakil olarak geçtiği gibi onların da kitaplarında nakledilmiştir. Her iki fırka­nın da muhakkik alimleri bu rivayetleri zayıf bilip batıl oldukla­rını açıklamışlar. Buna göre, ne Ehl-i Sünnet'in ve ne İmamiyye Şia'sının ve ne de Zeydiye'nin arasında Kur'an'ın tahrif olduğu inancı yoktur. Bizim nakletmesinden vazgeçtiğimiz bu hadisler­den bazı örnekler görmek isteyen kimse Suyuti'nin yazdığı "El İt-kan Fi Ulum'il Kur'an" gibi kitaplara başvurması yeterlidir. Mı­sırlı birisi 1498 miladi yılında bu gibi uydurma ve reddedilen ya­lan hadisleri Ehl-i Sünnet kaynaklarından toplayarak "El Furkan" adlı bir kitap yazıp yayınlayınca El Ezher Üniversitesi onda olan fesat yönlerini ilmi delillerle açıklayarak devletten o kitabın toplatılmasını istedi. Devlet de bunu kabul ederek mezkur kitabı toplattı. Kitabın yazan meseleyi bazı makamlara şikayet etmesi­ne rağmen bir netice alamadı. Acaba burada, filanın yazdığı bir kitap veya naklettiği bir hadisten dolayı Ehl-i Sünnet'in Kur'an'ın kutsallığını inkar ettiğini veya onun tahrif edildiğine inandıkları söylenebilir mi? Şia için de aynı şey söz konusudur. Yani onlarda da bizde olduğu gibi Kur'an'ın tahrif edildiğine dair bazı rivayet­ler nakledilmiştir. Bu konuda altıncı asırda yaşayan büyük Şia

 

l- Halbuki "Fasl'ul Hitab" kitabı Şia'nın nezdinde herhangi bir değer ta­şımıyor. Oysa Kur'an'ın eksiltilip artılması Ehl-i Sünnet'in sahih ka­bul ettiği Sahih-i Buhari, Müslim ve Müsned-i Ahmed'de yeralmıştır.

 

 

alimlerinden birisi olan Allame Ebulfazl ibn-i Hasan et Taberi-si'nin yazdığı "Mecmau'l Beyan Fi Ulum'ul Kur'an" adlı tefsirinde şöyle diyor:

"Kur'an'da artırma iddiasına gelince, bunun batıl bir iddia ol­duğunda, İslam ümmeti icma etmiştir. Eksiltme konusuna gelin­ce, gerçi bunu bizim ashaptan bazısı ve Ehl-i Sünnet'ten de bilgi­siz bir grup nakletmişlerse de, mezhebimizin doğru görüşü Kur'an'da eksiltmenin olmadığıdır. Bu görüşü Şia'nın 4. asır ule­masından olan Seyyit Murtaza'da (r.a) bir çok yerde Kur'an-ı Ke­rim'in sıhhati hususundaki bilgimizin aynen şehirlere, tarihte vu­ku bulan büyük olaylara, ünlü kitap ve Arap şiirlerine olan bilgi­miz gibi olduğunu söylemektedir. Yani doğruluğunda hiçbir şüp­he söz konusu değildir. Özellikle de, Kur'an'ın muhafaza edilip okunması hususundaki ilgi ve teveccüh bu zikrettiğimiz şeylerin korunmasına olan ilgiyle kıyas edilmeyecek kadar fazladır. Çün­kü Kur'an Peygamber'imizin mucizesi ve dini ilim ve hükümlerin kaynağını teşkil etmektedir. İslam bilginleri onun hıfz ve korun­masına son derece ehemmiyet göstermişlerdir. Hatta i'rab, kira'at, harf ve ayetler hususundaki görüşlerin hepsini kaydetmiş­lerdir. Buna göre bütün bu gerçek ilgi neticesindeki korumadan sonra kim onda herhangi bir değiştirme veya eksiltmenin olduğu­nu iddia edebilir." (1)

Aziz okuyucular için Kur'an'ın eksiltilip artırılmasına dair suç-lamanın Şia'ya nispetle Ehl-i Sünnet'e daha yakın olduğunu açık­lığa kavuşması için bu konuda Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer a-lan rivayetlerden bir kaçına işaret ediyorum: Zaten bu konu beni, bütün inançlarımı incelemeğe iten sebeplerden biri idi. Çünkü ben Şia'ya itiraz edip tenkit etmeğe çalıştığım bu gibi suçlamalar­da onlar kendilerinin bundan beri olduğunu ve mezkur itiraz ve tenkitin benim hakkımda daha çok geçerli olduğunu söylüyorlar­dı.

Ehl-i Sünnet ulemasından olan Taberani ve Beyhaki'nin tahriç ettikleri bir rivayette şöyle kaydedilmiştir: "Kur'an'ın iki sûresi daha vardı ki Onlardan biri şöyle idi:

 

"Bismillahirrahmanirrahim.

Gerçekten biz senden yardım diliyoruz. Sana istiğfar ediyoruz. Bütün hayırlarda seni hamdediyoruz. Seni inkar etmiyoruz. Sana isyan eden kimseden kopup ayrılıyoruz."

l- El-Ezher Üniversitesinin İslami fıkıh müdürü Üstad Muhammed el-Medini'nin "Rİsalet'ul İslam dergisinin 11. yılın 4. sayısının 382 ve 383. sayfasında yer alan makalesi.

 

İkinci sûre ise şöyledir:

"Bismillahirrahmanirrahim.

Ey Allahımız, yalnızca sana ibadet ediyoruz. Sana namaz kılı­yoruz. Sana secde ediyoruz. Sana ulaşmak için çaba harcıyor, sa­na itaat ediyor, Senin rahmetine ümit ediyor, senin hakiki aza­bından korkuyoruz. Gerçekten de senin azabın kafirlere erişecek­tir."

Bu iki sûreyi Râğib "El Muhazarat" adlı kitabında "İki kunut sûresi" adını yermiştir. Ömer ibn-i Hattab kunutta bu iki sûreyi okurdu. Bu sûreler İbn-i Abbas ve Zeyd ibn-i Sabit'in mushaflarında mevcut idi." (1)

Ahmed ibn-i Hanbel'in übeyy ibn-i Ka'b'dan naklettiği bir hadis de şöyledir:

"Übeyy ibn-i Ka'b, "Siz Ahzap sûrsini ne kadar okuyorsunuz?" diye sordu. (Sorulan kişi) yetmiş civarında" diye cevap verdi. Übeyy ibn-i Ka'b dedi ki: "Ben onu Resulullah (s.a.a) ile birlikte Bakara sûresi kadar veya daha fazla okurdum. Recm ayeti de on­da var idi. "(2)

Görüldüğü gibi Süyuti'nin El İktan ve Durr'ul Mensur kitapla­rında yeralıp Taberani ve Beyhaki'nin naklettiği kunut sûreleri diye adlandırılan mezkur iki sûre Kur'an-ı Kerim'de mevcut de­ğildir. Bu ise şimdi elimizde bulunan Kur'an-ı Kerim'den İbn-i Abbas ile Zeyd ibn-i Sabit'in mushaflarında yer alan mezkur sûrenin eksiltildiği anlamına geldiği gibi elimizdeki Mushaf tan gayri mushafların olduğunu da gösteriyor. Mezkur iki sûreyi Sün­niler bazı namazların kunutunda okuyorlar. Şahsen ben de bun­ları hıfzetmiştim bazı namazlarda kunutda okuyordum. Ama Ahmed'in naklettiği ikinci hadise gelince Ahzap sûresinin dörtte üçünün eksiltildiğini söylemektedir. Çünkü Bakara sûresi 286 ayettir, oysa Ahzap sûresi 73 ayettir ve eğer Kur'an'ı hiziblere bö­lersek Bakara sûresinin beş den fazla hizbe bölündüğünü görüyo­ruz, oysa Ahzap sûresi sadece bir hizip sayılıyor. Öte taraftan da Übeyy İbn-i Ka'b'ın "Ahzap sûresini Hz. Resulullah ile birlikte Bakara sûresi kadar veya daha fazla okuyordum" dediğini görü­yoruz. Onun ise Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zamanında Kur'an'ı hıf­zeden hafızların en meşhurlarından birisi olduğu ve Ömer'in onu halka teravih namazını kıldırmak için seçtiği(3) dikkate alınırsa, bu sözü şüphe ve hayret uyandırmaktadır.

1-       Süyuti'nin yazdığı "El-İtkan" ve "Ed-Durr'ul Mensur."

2-       Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel, c. 5, s. 132.

3-       Sahih-i Buhari, c. 2, s. 252.

 

Yine Ahmed ibn-i Hanbel'in Müsnedi'nde Übeyy ibn-i Ka'b'dan(l) naklettiği ayrı bir rivayette de şöyle yer almıştır:

"Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah-u Teâlâ senin için Kur'an okumamı emretmiştir." Daha sonra da şöyle-okudu:

(Ehl-i Kitap'tan kafir olanlar...) ve bu surenin içerisinde şunla-n söyledi: "Eğer insan oğlu bir ova dolusu mal ister ve ona verilir­se, ikincisini de ister ve eğer kendisine ikincisini de verilirse üçüncüsünü de ister. İnsanoğlunun kanuni topraktan başka bir şey doyurmaz. Allah tövbe edip, dönenlerin tövbesini kabul eder. Allah'ın nezdinde-sağlam ve doğru din hanif (İslam) dinidir, müşriklik, Yahudilik ve Hıristiyanlık değil. Her kim hayırlı bir amel yaparsa o mükafatsız bırakılmaz."

Yine Hafız İbn-i Asâkir Tarih'inde Übeyy ibn-i Ka'b ile ilgili bö­lümde şöyle yazıyor:

"Ebu Derdâ, Şam halkından oluşan bir grupla birlikte Medine'ye giderek Ömer'in huzurunda şu ayeti okudular: "Kafirler kalplerinden cahiliyet taassubunu yerleştirdiklerinde, siz de eğer onlar gibi taassuba kapılganız Mescid'ul Haram fesada duçar olur." O zaman Ömer "Size bu ayeti kim böyle okudu?" dedi. On­lar "Übeyy ibn-i Ka'b" diye cevap verdi. Onlar da yine "Eğer siz de onlar gibi taassuba kapılsanız Mescid'ul Haram fesada duçar olur" şeklinde okudular. O zaman Übeyy ibn-i Ka'b Ömer'e "Evet ben onlara böyle okumuşum" dedi. Bunun üzerine Ömer Zeyd ibn-i Sâbit'e "sen oku" dedi. Zeyd aynen halkın okuduğu gibi oku­du, (yani onların okuduğunun Kur'an'da olmadığını açıkladı.) O zaman Ömer "Allah'ım, ben bu kıraattan (Zeyd'in kıraatından) gayrisini tanımıyorum" dedi. Übeyy ibn-i Ka'b ise şöyle cevap ver­di: "And olsun Allah'a ki ey Ömer, sen biliyorsun ki, ben Resulullah'ın huzurunda bulunuyordum, fakat onlar bulunmazlardı. Ben Resulullah'ı görürken onlar görmezlerdi. And olsun Allah'a, eğer sen istersen ben kendi evime saklanırım ve ölünceye kadar bunu kimseye söylemez ve kimseye de böyle okutmam." O zaman Ömer "Allah'ım, bizi affet. Bildiğin gibi Allah sana ilim vermiştir. O halde bildiğini halka da öğret" dedi."

Yine şöyle "Bir gün Ömer, bir gencin "Peygamber mu'minlere, onların kendi nefislerinden daha evladır. Hanımları ise onların anneleridir. O da onların babasıdır" şeklinde okuduğunu görünce ona itiraz etti. Mezkur genç "Übeyy ibn-i Ka'b'ın Mushafında böy­le yazılmıştır" dedi. Ömer gidip Übeyy ibn-i Ka'b'dan konuyu sor­du. Übeyy ibn-i Ka'b ona "Ben kur'an'la meşgul olurken sen çarşı-

1- Musned-i Ahmed, c. 5, s. 131.

 

larda alış-verişle meşgul oluyordun." cevabını verdi." (1) Bunun benzerim İbn-i Esir Camiu'1-Usul" adlı kitabında, Ebu Davud Sünen'inde ve Hakim Müstedrek'inde nakletmiştir.

Aziz okuyucu, görüldüğü üzere bu gibi rivayetler Ehl-i Sün­net'in kitaplarım doldurduğu halde ondan gaflet edip, Şia'ya itirazda bulunuyorlar. Oysa Şia kitaplarındaki benzeri rivayetler bu rivayetlerin onda biri kadar bile değildir. Bazı inatçı kimseler bu rivayetleri reddederken onların senetlerinin zayıf olduğunu ileri sürerek Ahmed ibn-i Hanbel'e bu gibi hurafi ve zayıf hadis­leri tahriç ettiğinden dolayı itirazda bulunup, Ahmed'in Müsned'i ile Ebu Davud'un Sünen'inin Ehl-i Sünnet'in nezdinde Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim gibi değer taşımadığım söyleyebilir. Fakat bu gibi rivayetler Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'de de mevcuttur.

Yine Buhari Sahih'inde kendi senediyle İbn-i Abbas'tan naklet­tiği bir rivayette şöyle yer almıştır. Ömer ibn-i Hattab şöyle diyordu:

"Allah hakk olarak Muhammedi (s.a.a) Peygamber olarak gön­dermiş ve O'na kitap indirmiştir. İndirdiği ayetler arasında recm ayeti de vardı. Biz onu okuduk anlayıp hıfzettik ve bu ayete daya­narak Resulullah da recmi uyguladı. Biz de ondan sonra recmet-tik. Fakat ben uzun bir zaman geçtikten sonra halkın "Biz recm ayetini Allah'ın Kitab'ında görmüyoruz" diyerek, Allah'ın indirdi­ği bir farizeyi terkedip dalalete düşmesinden korkuyoruz. Oysa recm, Allah'ın Kitab'ında beyyine veya itiraf ile zina ettiği sabit olan evli kadın veya erkek için farz kıldığı bir hükümdür. Bir de biz Allah'ın kitabında şu ayeti de okuyorduk: "Babalarınızı bırak­mayın (başka bir baba edinmeyin), zira babanızdan dönmeniz si­zin için küfür sayılmaktadır." (2)

Yine Müslim Sahih'inde "İnsan oğlunun eğer iki ovası bile olsa üçüncü bir ovayı ister" bölümünde naklettiği bir rivayette şöyle yer almıştır:

"Ebu Musa Es'ari Basra Kârilerini davet etti. Onun yanında üç yüz Kur'an karisi toplandı. Ebu Musa onlara hitab ederek şunları dedi:

"Siz Basra halkının önde gelenleri ve kârilerisiniz. Kur'an'ı ti­lavet edin, fakat dünya hayatı size çok gelmesin ki sizden önceki­lerin kalbi katılaştığı gibi sizin de kalbiniz katılaşır. Biz önceleri uzunluk ve şiddet bakımından Berâet sûresini, benzettiğimiz bir

1-        İbn-i Asâkir'in yazdığı Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 228.

2-        Sahih-i Buhari, c. 4, s. 215.

 

sûreye okuyorduk, fakat ben ondan bir miktarını hatırlıyorum ki, şöyledir: "Eğer insan oğlunun iki ova dolusu malı olsa bile üçüncü bir ovayı da ister, insan oğlunun karnını topraktan başka birşey doyurmaz" Ve yine Müsebbihat sûresine benzettiğimiz bir sûreyi de okuyorduk ki şu anda unutmuş durumdayım. Ama ondan şu­nu hatırlıyorum: "Ey iman edenler, neden yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz ki aleyhinize şehadet edilir ve kıyamet günü on­dan dolayı sorguya çekilirsiniz."(l)

Ebu Musa Eş'ari'nin biri 129 ayet ve Berâet sûresine, diğerini ise yaklaşık 20 ayetten oluşan Müsebbihat sûrelerine benzettiği bu iki sûre elimizdeki Kur'an-ı Kerim'de mevcut değildir. Evet bunları şaşkınlıkla okumaktan başka insanın elinden ne gelir siz­ce?

Ehl-i Sûnnet'in kitap, Müsned ve Sihah'ları Kur'an-ı Kerim'in azaltılıp çoğaltıldığını gösteren bu gibi rivayetlerle dolu olduğuna göre bu iddianın batıl olduğu hususunda icma eden Şia'ya neden bu kadar suçlama ve saldırıda bulunmaktadırlar? Şia içerisinde Kur'an'in tahrif oluşunu iddia eden "Fasl'ul Hitab fi Isbat-ı Tarif-i Kitab-i Rabb'il Erbab" kitabının yazarı 1320 hicri yılında vefat et­miştir ve o bu kitabı takriben bundan yüz yıl önce yazmıştır. Oy­sa El Ezher Üniversitesi'nde İslami fıkıh müdürü olan Şeyh Muhammed el Medini'nin söylediği gibi Ehl-i Sünnet'ten olan "El Furkan" kitabının yazan ondan dört yüz yıla yakın bir sûre önce bu iddiayı öne sürmüştür.(2) Mühim olan şudur ki, hem Ehl-i Sûnnet'in ve hem de Şia'nın muhakkik ve araştırmacı alimleri bu gibi rivayetlerin batıl ve nadir olduğunu açıklayarak elimizde bu­lunan şu Kur'an'ın Hz. Muhammed'e (s.a.a) inen Kur'an'ın aynısı olduğunu ve onda hiç bir artırma, eksiltme ve tahrifin söz konusu olmadığını ispatlamışlardır. O halde Ehl-i Sünnet Şia'ya Şia nez-dinde itibarı olmayan bazı rivayetlerden dolayı nasıl itiraz edebi­lirler? Oysa kendi Sihah'ları bu gibi rivayetlerin zahiren sahih ol­duğunu bile ispatlıyor.

Biz bu gibi hadislere büyük bir acı ve üzüntüyle işaret etmek zorunda kaldık. Eğer arkalarında bilinen komploların yer aldığı, özellikle de İran İslam İnkılabı’nın başarıya ulaşmasından sonra yoğunlaşan Şia'ya karşı suçlama ve tekfir meselesi ortada olma­saydı ve bütün bunlar bazı Sünnet-i Nebeviye'ye uyuduklarını id­dia edenler vasıtasıyla gerçekleşmeseydi, biz bu gün Ehl-i Sünnet

 

 1- Sahih-i Müslim, c. 3, s. 100, "İnsanın iki kova dolusu malı olsa üçün­cüsünü ister" bölümü.

2- Risalet'ul İslam dergisi, 11. yıl, 4. sayı, s. 382 ve 383.

 

kaynaklarında mevcut olan bu gibi hadisleri bir kenara bırakıp, onları nakletmez ve görmezlikten gelirdik. Ben, hangi Arkadan olursa olsun bütün müslüman kardeşlerime hitabederek diyorum ki: Kardeşleriniz hususunda Allah'tan korkun. "Hep birlikte Al­lah'ın ipine sanlın, bölünmeyin. Hatırlayın Allah'ın size olan ni­metim ki, birbirinize düşmandınız o sizin kalplerinizin arasını yaklaştırdı ve siz onun nimeti sayesinde birbirinizle kardeş oldu­nuz."

Devrimin Geleceği

 

Bu devrim başta da dediğim gibi ilahi bir nurun infilakıydı. Al­lah'ın 20'nci yüz yıl insanına olan rahmetiydi. Dolayısıyla kafirler her ne kadar istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. İnkılab düşmanları artık bu ilahi nuru askeri güçle söndüremeyeceklerini çok iyi bilmektedirler. Dolayısıyla inkılab rehberinin "gece bas­kını" diye tavsif ettiği kültürel bir saldın başlattı. Ülkedeki genç­leri devrimden soğutabilmek ve koparabilmek için her türlü yolu denemektedirler. Ülkeye eroin kokain morfin vb, uyuşturucu maddelerini sokmakta, porno filmlerini dağıtmaktadırlar. Gençleri elde etmek için fesat yollarının tümünü kullanmaktadırlar. Uydu yayınlarıyla ülkeye nüfuz etmenin yollarını arıyorlar. İslam devleti de şu anda daha çok bu alandaki emperyalist komploları etkisiz hale getirmek için çalışıyor. Artık onlar da inkılabı tehdid eden tek tehlikenin sadece kültür emperyalizmi olduğunu çok iyi bilmektedir. Bugün İran'da yine truva atları denenmekte, devrim içten kundaklanmaya çalışılmaktadır. İslam devleti tüm gücüyle bu fesat odaklarıyla mücadele etmektedir.

Evet eğer devrim kendini içten tehdid eden bu unsurları da yok edebilirse artık Allah'ın izniyle güçlenecek, tüm dünyadaki mazlumların yegane ümidi olmaya devam edecektir.

Tarih boyunca da tevhit cephesi, asla küfür cephesi tarafından yenilgiye uğratılmamış ve yok edilememiştir.

Tevhid cephesi tarih boyunca hep arkadan ve nifak cephesin­den darbe yemiştir. Nifakın şerri küfrün şerrinden daha fazladır. Tevhid cephesi hep içten kundaklanmıştır. Endülüs’te de aynı oyunlar oynanmıştı. Bugün de dünyanın dört bir yanından hep bu oyun oynanmaktadır.

Dolayısıyla kanımca inkılabı tehdid eden yegane tehlike nifak cephesidir. Amr b. As ve Muaviye tipli insanlardır. İnkılab bu çağdaş Amr b. As ve Muaviye'leri tanımalı, tespit etmeli ve halka tesir etmelidir. Bana göre İmam'a hakaret eden bir derginin yap­tığı işler ile Abdulkerim Sürüş ve radikal geçinen kimselerin çıkışları da hep bu sinsi planın tezahürleridir. Devrimi daha çok bunlar tehdit etmektedir. İlim ve radikallik adına islam ile hiçbir ilgisi olmayan tavırlar sergilemek hiç de hayırlı bir gelişme değil­dir. İnkılabı temelden tehdit etmektedir.

Kültür emperyalizmi bir yandan gençler arasında eroin, koka­in vb. uyuşturucu maddelerin kullanımını yaygınlaştırmaya çalı­şırken, bir yandan da radikal geçinen cepheyi devrime, Rafsancani hükümetine ve devrim rehberine karşı harekete geçirmektedir. Onları özgürlük adına velayet-i fakih sistemine saldırtmaktadır.

Kısacası inkılab bu engelleri de Allah'ın izniyle aşar ve yolunu sürdürürse ebedileşecek ümit ışığı haline gelir ve nesiller boyu dünya mazlumlarının yegane teselli kaynağı olmaya devam ede­cektir.

Başta da sonda da hamd Allah'adır.


    
KAYNAKÇA

      I-İran İslam İnkılabı
 

2-İslam Devrimi/Mütahhari

3- Orta doğuda İslam ve Devrim/Henry Munson Jr.

4-Şiilik/Abdulbaki Gölpınarlı

5-Protesto/Editör M. İhsan Arslan

6-Bir Şenliktir İnkılab/Yaşar Kaplan

7-islam Devriminin Dinamikleri/M. Muhaciri

8-Hicah/Mutahhari  -

9-İslam Devriminin Kökleri/Hamid Algar

10-Iran İslam Devrimi

II-İslam ve İrfan/Kadri Çelik

12-Vahhabiliğin İçyüzü/H. Kazvini

13-Ehl-i Beyt Mesajı

14-Tefsir-i El-Mizan/A. Tabatabai

15-Tefsir-i Nümune/M. Şirazi

16-El-Fıkh ala Mezahib-il-Hamse/M. Cevad Mugniye

17-Doğrularla Birlikte/M. Ticani Semavi

18-Nasıl Hidayet Oldum/M. Ticani Semavi
    
19-İnkılab ve Terörizm

20-Hizbullahi Yol/Ali Kuranî

21-Abdullah b. Saba/Kaşif ul-Gıta

22-Kamus-i Kuran/Kureyşi

23-Velayet-i Fakih/Azeri Kumî

24-Rişeha-i İnkılab/M. Taki Müderris

25-Kıyam-i Muhtar/F. Erdekani

26-Dastanha ve Hikayetha/M. Şemsuddin

27-İlm-i Hadis/Z. Kurbanî

28-Mizan'ul Hikme/Reyşehri

29-Sünnete Uygun Secde/H. Nesebi

30-İmam Humeyni/Dar-ut-Takrib

31-Kırk Hadis Şerhi/imam Humeyni (R).

32-Tefsir-i Kebir/Fahr-u Razi

33-Fıkh-ı Siyasi İslam/E. Şekuri

34-Velayet-i Fakih/İmam Humeyni (R)

35-Kabz-u Bast-i Teorik-i Şeriat/A. Sürüş

36-Marifet-i Dini/S. Larecani

37-Şeriat-i Samıt/H. Gaffari

38-Erzyabi-i Fikri/R. Caferiyan

39-Nigeriş-i Ber Endişe-i İslami/M. Taki Müderris

40-Ferheng-i İlm-i Kelam/A. Hatemi

41-Ferheng-i Felsefî/Dr. Cemil Seliba

42-İmaman-i Şia/ M. Taki Müderris