Geçen yazımızda Allah Resulü’nün güzel ahlak, edep ve gidişatlarından örnekler zikretmiş, devamını ikinci yazımızda vereceğimizi kaydetmiştik. O insan-i kamilin örnek teşkil eden ahlak, edep ve gidişatlarından dersler çıkarmak arzusuyla yazımızın ikinci bölümünü siz aziz dostlara sunuyoruz:
Hz. Ali (a.s) Allah Resulü’nü şöyle anlatıyor: “Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla huylan; çünkü onda uyulacak huylar, yaslanacak kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah’a en sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, onun izini izleyen kişidir.
O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en zayıfıydı bedence; karnı en acıydı yemek bakımından. Dünya ona arz edildi; o kabul etmedi bile. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın buğzettiği şeyi bildi, ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiçbir ayıp olmasa da yalnız Allah Resulü’nün buğzettiğini sevsek, Allah ve Resulü’nün küçülttüğünü büyütsek, Allah’a karşı durmak, Allah’ın emrinden çıkmak için bu yeter bize.
O, yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakkabısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı; eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne de üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı.
Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu görmek ister, ne adının anılmasını dinler. Allah’ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışken Resulullah, dostlarıyla beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence.
Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle görmesi gerek: Allah Muhammed’e (s.a.a) bu çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti; yoksa onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu Allah’a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse, bilinmesi gerektir ki, dünyayı onun için yayıp döşediği halde ona ve ona en yakın olanlara, dünyayı hor hakir göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan kişinin de onun izini izlemesi, onun konduğu yere konması gerekir; yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.
Gerçekten de Allah, Muhammed’i Allah’ın salâtı ona ve soyuna olsun, kıyamete bir delil, cennete müjdeci, azaptan korkutucu, olarak gönderdi; o ise dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; ahirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üzerine koymadan yolunu tuttu, Rabbinin davetine icâbet etti. Allah bize ne de büyük bir bir lütufta bulunmuştur ki, onu bize muktedâ olarak göndermiştir; onun izini izlemekteyiz; yolunu gitmekteyiz.” [1]
Resulullah (s.a.a), Allah’ın helâl kıldığı her
yemekten yerdi. Tek başına yemek yemeyi sevmez ailesi ve hizmetçisiyle birlikte
yerdi. Misafirliğe davet edildiğinde ise kendisine farklı yemek getirilmesini
kabul etmez, onların yediğinden yerdi.
Önüne sofra açıldığında şöyle derdi: “Bismillah;
Allahumme’calha ni’meten meşkureten tesilu biha ni’met’el-cenneti.” Yani,
“Allah’ın adıyla; Allah’ım, bu yemeği şükrü eda edilmiş bir nimet kıl ve bunu
cennet nimetine kavuştur.”
Yemek yediğinde kendi önünden yer, başkasının önüne
elini uzatmazdı ve dizleri üzerinde oturur: “Ben bir kulum, kullar gibi yemek
yerim ve onlar gibi otururum.” derdi.[2]
Yemeği sıcak sıcak yemezdi, soğuduktan sonra yerdi
ve: “Allah Tealâ, ateşi bize yiyecek olarak vermemiştir; sıcak yemeğin bereketi
yoktur; öyleyse onu soğutarak yeğin.”[3]
buyururdu.
Resulullah (s.a.a) yemeğini sağ eliyle yerdi; yemek
önüne koyulduğunda ashabından önce yemeye başlar, onlardan sonra sofradan
çekilirdi.
Yemeklerden etli yemeği daha çok severdi; “Et işitme
ve görme gücünü artırır; et, dünya ve ahirette yiyeceklerin en üstünüdür.”
buyururdu. Kabağı da severdi; “Kabak, kardeşim Yunus’un bitkisidir.” diyordu.
Ama sarımsak, soğan, pırasa ve ağızda koku bırakan bir yemeği yemezdi. Yemekten
sonra özellikle de et yediği zaman ellerini güzel bir şekilde yıkardı. Mümkün
olduğu kadar yalnız yemek yemezdi. Bir gün ashabına; “Sizin en kötü olanınızı size
bildireyim mi?” diye sordu. Ashap evet dediklerinde şöyle buyurdular: “Sizin en
kötünüz, yalnız yemek yiyen, hizmetçisini döven ve yardımını esirgeyendir.”[4]
Resulullah (s.a.a) su içmek istediğinde; “Bismillah”
derdi. Suyu yudum yudum içerdi. Bir iki yudum içtikten sonra durup Allah’a hamd
ederdi. Her su içmesinde üç defa “Bismillah” ve üç defa da “Elhamdülillah”
derdi. Suyu emerek içerdi, bir solukta içmezdi. Bir şey içtiğinde soluk alıp
vermezdi; soluk almak istediğinde kabı uzaklaştırır, sonra soluk alırdı.
Şam’dan getirilen şişe bardaklarda su içer; “Bu en temiz bardağınızdır.” derdi.
Avucuyla da su içerdi; “Avuçtan daha güzel kap yoktur.” buyururdu. En çok sevdiği içecek, soğuk şerbet idi. Bir gün, sütle
bal karıştırılmış bir şerbet getirdiklerinde, onu içmekten sakındı. Daha sonra
şöyle buyurdu: “Ben onu haram etmiyorum, ama yarın dünya artığıyla iftihar
etmeyi de sevmiyorum. Tevazu etmeyi seviyorum; kim Allah için tevazu ederse,
Allah onu yüceltir.”[5]
Resulullah (s.a.a), çokluca misk ve amber gibi güzel
kokular kullanırdı, öyle ki onun yağı başında parlardı. Karanlık gecede kendisi
görülmeden güzel kokusuyla tanınırdı ve insanlar; “Bu Peygamber (s.a.a)’dir.”
derlerdi.[6]
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah
(s.a.a), yemeğe harcadığından daha çok, güzel kokuya harcardı.”[7]
Hz. İmam Bâkır (a.s) da şöyle buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a) kendisine sunulan her güzel kokuyu kullanır ve; ‘Onun
kokusu güzel, taşıması ise kolaydır” derdi.”[8]
Resulullah (s.a.a), aynaya bakarak saçını tarayıp
düzeltirdi. Bazen de suya bakarak düzeltirdi. Ailesine süslenmekten daha çok,
ashabı için kendisine çeki düzen verirdi.[9]
Bir gün zevcelerinden biri, Resulullah (s.a.a)’in kovadaki suya bakarak saçını tarayıp
düzelttiğini görünce şöyle dedi: “Babam anam sana feda olsun ya Resulullah!
Kovadaki suya bakıp da saçını mı tarayıp düzeltiyorsun, oysa sen peygamber ve
yaratıkların en üstünüsün?” Resulullah (s.a.a) cevabında şöyle buyurdular:
“Allah Tealâ kulunun, kardeşlerinin yanına gittiğinde onlar için hazırlanıp
süslenmesini sever.”[10]
Resulullah (s.a.a), her gece dişini üç defa misvakla
fırçalardı. Bir defa yatmadan önce, bir defa gece ibadetine kalkarken, bir defa
da sabah namazına gitmeden önce.[11]
Hanımlarına karşı çok yumuşak davranırdı.
Hanımlarından bazısının incitici sözlerini hoş karşılardı. Kadınlarla iyi
geçinmeyi tavsiye eder ve; “İnsanlar değişik özelliklere sahiptirler. Erkek,
hanımının sadece beğenmediği yönünü göz önüne almamalıdır. Çünkü onun muhakkak
iyi ve beğenilen yönleri de vardır.” buyururdu.
Çocukları çok severdi. Bir gün İmam Hasan (a.s)’ı
bağrına basıp öperken bir kişi kendisine şöyle dedi: “Ey Resulullah! İki
çocuğum var, ama şimdiye kadar hiç birini öpmedim.” Resulullah ona; “Sevgi ve
merhameti olmayana Allah da merhamet etmez.” buyurdular.[12]
Yerinde affedici olup, üstün ve yüksek ahlâka sahip
olması, Peygamber’in her alanda muvaffak olmasına sebep olmuştur.
Şahsına ait konularda hoş görülüydü, ama halka yahut
dine ait konularda ilâhî konunlar çerçevesinde taviz vermeden gerekeni
uygulardı.
Mekke’nin fethinden sonra Kureyş tarafından onca
çektiği eziyetlere rağmen hepsini affetti. Ama Mekke’nin fethinden kısa bir
süre sonra Benî Mahzum kabilesinden bir kadının, hırsızlık yaptığı için
cezalandırılması gerekiyordu. Kadının tarafları, verilecek cezayı kendilerine
aşağılayıcı bir husus görerek ashaptan bazılarını Peygamber-i Ekrem’in huzuruna
cezadan vazgeçmesi için şefaatçi ve arabulucu olarak gönderdiler. Peygamber-i
Ekrem (s.a.a), o gün öğleden sonra ashabına şöyle bir konuşma yaptı: “Geçmiş
millet ve kavimler ilâhî kanunları uygulamada taviz verdikleri için helâke
uğradılar. Onlar, zenginlerden biri suç işlediği zaman onu bağışlar, alt
tabakadan sayılanlardan biri suç işlediğinde ise cezalandırırlardı. Canım
kudret elinde olan Allah’a andolsun ki, adaleti uygulamada, yakınlarımdan olsa
bile, hiç kimseye asla müsamaha göstermeyeceğim.”[13]
Resulullah (s.a.a) bir kimseyle tokalaştığında, o
elini bırakmadıkça elini bırakmazdı. İnsanlar bunun farkına vardıklarından,
Peygamber’in rahat etmesi için, kendileri önce ellerini çekerlerdi.[14]
Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Bir gün
Resulullah (s.a.a) Huzeyfe ile karşılaştı. Hazret ona elini uzattı, ama o elini
geri çekti. Resulullah (s.a.a) bu durumu görünce; “Ey Huzeyfe! Ben elimi sana
uzattım, sen ise elini geri çektin!” buyurdular.
Huzeyfe cevaben; “Ya Resulullah! Sizin elinizi tutmak istiyorum, ama
cenabetliyim. Cenabetli olduğum hâlde elimin elinize dokunmasını sevmiyorum.”
dedi. Resulullah (s.a.a) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular: “Müslümanlar
birbirleriyle karşılaşırken tokalaştıklarında, ağacın yaprakları döküldüğü gibi
günahlarının döküldüğünü bilmiyor musun?”[15]
Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Birbirinizle
karşılaştığınızda, selâm verin ve tokalaşın; ayrıldığınızda ise birbirinize
mağfiret dileyerek ayrılın.”[16]
Yine Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Tokalaşın;
çünkü tokalaşmak kinleri giderir.”[17]
Hz. İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: “Peygamber
(s.a.a) insanları mesrur etmek için onlarla şaka ve mizah yapardı.”[18]
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyordu: “Ben de
şaka yapıyorum, ama hakkın dışında bir şey söylemiyorum.”[19]
Muammer bin Hallad şöyle diyor: “Bir gün Hz. Ali
(a.s)’a; “Canım sana feda olsun, insan akrabalarıyla birlikte olduğu zaman
aralarında bazı sözler geçiyor, mizah edip gülüyorlar.” dedim. İmam (a.s);
“Eğer olmazsa, sakıncası yoktur.” buyurdular. İmam’ın “Eğer olmazsa” sözünden
sövüş ve yalanın olmamasının gerektiğini düşündüm. (Yani incitici sözler
olmazsa sakıncası yoktur.) Daha sonra buyurdular ki: “Resulullah (s.a.a)’in
yanına bazen bir göçebe Arap gelip hediye veriyordu. Yerinden hareket etmeden
de; “Hediyemin değerini ver.” diyordu. Resulullah (s.a.a) ise gülüyordu. Resulullah
(s.a.a) gamlı ve kederli olduğunda; “Göçebe Arap nerede kaldı? Keşke yine
yanımıza gelse!” buyuruyordu.”[20]
İhtiyar bir kadın, Resulullah’a; “Cennete gitmem
için bana dua ediniz.” dediğinde, Hz. Resulullah (s.a.a): “Yaşlı kadınlar
cennete gitmeyecektir.” buyurdular. Kadın bu sözü duyunca, ağlamaya başladı.
Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) gülüp şöyle buyurdu: “Allah Tealâ’nın;
‘Gerçek şu ki, biz onları (cennetteki kadınları) yeni bir inşa (yaratma) ile
inşa edip yarattık. Onları hep bakireler olarak kıldık.’[21]
sözünü duymamış mısın? Cennette Allah Tealâ onları gençleştirecektir.”[22]
Yine bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) yaşlı olan Eşceî
bir kadına; “Ey Eşceî! Yaşlı kadın cennete girmeyecektir.” buyurdular. Bilâl onun üzüldüğünü görünce, durumunu Resulullah’a
iletti. Bunun üzerine Hz. Resulullah; “Zencî de öyledir; o da cennete
girmeyecektir.” buyurdular. Hazret’in
bu sözünden dolayı ikisi de üzülüp ağlamaya başladılar. Abbas onların
ağlamalarını görünce, onların durumunu Resulullah’a anlattı. Resulullah (s.a.a)
Abbas’a da; “Yaşlı erkek de öyledir, o da cennete girmeyecektir.” buyurdular.
Hz. Resulullah (s.a.a) daha sonra onlara dua edip kalplerini hoş etti ve şöyle
buyurdular: “Allah Tealâ onları daha güzel bir şekilde yaratacaktır, onlar
nurlu gençler olarak cennete gireceklerdir.”[23]
Bir gün bir kadın Hz. Resulullah (s.a.a)’in yanına
gelerek kocasından söz etti. Hz. Resulullah (s.a.a); “Senin kocan, şu gözlerinde beyazlık olan mıdır?”
diye sordu. Kadın; “Hayır, kocamın gözlerinde beyazlık yoktur.” dedi. Kadın
Resulullah’ın bu sözünü kocasına anlattı. Kocası; “Resulullah mizah etmiş,
doğru söylemiştir. Acaba gözümün beyazlığının siyahından daha çok olduğunu
görmüyor musun?” dedi.[24]
Yunus eş-Şeybanî şöyle diyor: “Hz. İmam Cafer-i
Sadık (a.s) bana; “Birbirinizle mizah ve latife yapıyor musunuz?” diye sordu. Ben de; “Çok az.” dedim.
Bunun üzerine, İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Mizah ve latife yapın; çünkü bu iş
güzel ahlâkın nişanesidir, sen bununla kardeşini mesrur etmiş olursun.
Resulullah (s.a.a) da birini mesrur etmek için onunla mizah ve latife yapardı.”[25]
İbn-i Şehraşub “Menakıb” adlı kitabında şöyle
yazıyor:
“Bazı alimler, Resulullah (s.a.a)’in adap ve
ahlâkını hadislerden derleyerek bir araya toplamış ve şöyle sıralamışlardır:
“Resulullah (s.a.a) herkesten daha hikmetli, daha
halim, daha şecaatli, daha adil ve daha şefkatli idi. Eli, kendisine helâl
olmayan kadına kesinlikle dokunmamıştır. İnsanların en cömerdi idi. Bir dirhem
veya bir dinar bile onun yanında birikip kalmazdı. Eğer bir şey artmış olsaydı
ve onu da verecek bir kimse bulamasaydı, onu muhtaçlara ulaştırmadıkça gece
rahat edemezdi. Allah’ın verdiği rızktan, bir yılın azığından çok götürmezdi.
Hurma ve arpanın en düşüğünü kendisi için alırdı, iyilerini ise Allah yolunda
verirdi. Kim ondan bir şey isteseydi, ona bağışta bulunurdu. Yerde otururdu,
yerde yatardı, yerde yemek yerdi. Ayakkabı ve elbisesini kendisi yamardı.
Evinin kapısını kendisi açardı. Kendisi koyun sağardı. Devenin sütünü sağmak
için kendisi onun ayağını bağlardı. Abdest suyunu geceleri kendisi hazırlardı.
Sürekli başını aşağı eğip susardı. Halkın huzurunda yaslanarak oturmazdı.
Ailesinin işlerinde onlara yardım ederdi. Yemeğe oturduğunda köleler gibi
otururdu. Kesinlikle geğirmezdi. İster hür ister köle olsun herkesin davetini
kabul ederdi. Bir yudum süt olsa bile, hediyeyi kabul ederdi; ama sadaka
almazdı. Gözünü bir adamın yüzüne dikmezdi. Allah için sinirlenirdi, kendisi
için sinirlenmezdi. Evde her ne hazırlansaydı, onu yerdi; hiçbir yemeği geri
çevirmezdi. Sağ elinin küçük parmağına gümüş yüzük takardı. Kötü kokulardan
hoşlanmazdı. Abdest alırken dişlerini fırçalayıp temizlerdi. Bir hayvana
bindiğinde hizmetçisi veya başkalarını da terkine bindirirdi. At, katır veya
merkepten mümkün olan her ne varsa ona binerdi. Merkebe eğersiz binerdi.
Cenazeleri teşyi ederdi. Şehrin en uzak yerinde olsa bile, hastanın ziyaretine
giderdi. Fakir ve yoksullarla beraber otururdu, onlarla yemek yerdi, kendi
eliyle onlara yedirirdi. İlim ehli ve güzel ahlâklı kimselere saygı gösterirdi.
Her kavmin büyüğüne iyilik ederek kalplerini ısındırırdı. Akrabalarına ihsan
ederdi. Allah’ın emrettiği hususlar hariç, onların bazılarını bazılarına tercih
etmezdi. Kimseye zorluk çıkarmazdı. Özür dileyenin özrünü kabul ederdi.
Kur’an’ın nazil olduğu ve öğüt verme zamanı hariç, sürekli tebessüm ederdi.
Gülerken kahkahasız gülerdi. Hizmetçilerinin yeme, içme ve giyimlerinde
başlarına dikilmezdi. Kimseye karşı acı söz kullanmazdı; kimseyi kınamazdı;
sadece kınamayı gerektiren işi terk etmesini söylerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı
yanına gelen herkesin ayrım yapmadan ihtiyacını karşılamak için kalkıp onunla
giderdi. Sert ve katı kalpli değildi. Kötülüğe, kötülükle karşılık vermezdi;
aksine bağışlayıp affederdi. Karşılaştığı herkese selâm verirdi. Bir kimseyle
merhabalaştığında o elini çekmedikçe elini onun elinden çekmezdi. Karşılaştığı
kimseyle tokalaşırdı. Oturup kalktığında Allah’ın zikriyle kalkardı. Namaz
kılarken bir adam onun yanına geldiğinde namazını kısa keserek ona yönelip;
“Bir ihtiyacın mı var?” diye sorardı. Tevazu veya yoksulların ona kolayca
ulaşabilmesi için meclisin baş tarafında değil, aşağısında (yani kapı önünde)
otururdu. Genellikle kıbleye doğru otururdu. Onun yanına gelen her kese saygı
gösterirdi; hatta bazen elbisesini bile onun altına sererdi; arkasındaki
yastığı onun arkasına bırakarak onu kendisine tercih ederdi. İster neşe, ister
gazap hâlinde olsun hakkın dışında bir şey söylemezdi....”[26]
[1] - Nehc-ül Belagâ, Gölpınarlı Tercümesi, s. 50.
[2]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.241, 242
[3]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.242
[4]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.243, 244 245, 246
[5]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.246, 247, 268
[6]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.148
[7]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.248
[8]- Bihar’ul-Envar, c.16 s.248, 249
[9]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.249
[10]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.249
[11]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.254
[12]- Müsned-i Ahmed, c.2, s.228
[13]- Sahih-i Müslim, c.5, s.114
[14]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.260, 269
[15]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.269
[16]- Mizan’ul-Hikmet, c.5, s.354
[17]- Bihar’ul-Envar, c.78, s.243
[18]- Mekarim’ül-Ahlâk, c.1, s.59
[19]- Mekarim’ül-Ahlâk, c.1, s.58
[20]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.259
[21]- Vâkıa Suresi: 35-36
[22]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.295
[23]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.295
[24]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.294
[25]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.298
[26]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.226, 228