Allah Resulünün Güzel Ahlâkı    İkinci Bölüm

Ali TARHAN

Geçen yazımızda Allah Resulü’nün güzel ahlak, edep ve gidişatlarından örnekler zikretmiş, devamını ikinci yazımızda vereceğimizi kaydetmiştik. O insan-i kamilin örnek teşkil eden ahlak, edep ve gidişatlarından dersler çıkarmak arzusuyla yazımızın ikinci bölümünü siz aziz dostlara sunuyoruz:

Hz. Ali (a.s) Allah Resulü’nü şöyle anlatıyor: “Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla huylan; çünkü onda uyulacak huylar, yaslanacak kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah’a en sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, onun izini izleyen kişidir.

O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en zayıfıydı bedence; karnı en acıydı yemek bakımından. Dünya ona arz edildi; o kabul etmedi bile. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın buğzettiği şeyi bildi, ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiçbir ayıp olmasa da yalnız Allah Resulü’nün buğzettiğini sevsek, Allah ve Resulü’nün küçülttüğünü büyütsek, Allah’a karşı durmak, Allah’ın emrinden çıkmak için bu yeter bize.

O, yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakkabısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı; eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne de üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı.

Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu görmek ister, ne adının anılmasını dinler. Allah’ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışken Resulullah, dostlarıyla beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence.

Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle görmesi gerek: Allah Muhammed’e (s.a.a) bu çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti; yoksa onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu Allah’a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse, bilinmesi gerektir ki, dünyayı onun için yayıp döşediği halde ona ve ona en yakın olanlara, dünyayı hor hakir göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan kişinin de onun izini izlemesi, onun konduğu yere konması gerekir; yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.

Gerçekten de Allah, Muhammed’i Allah’ın salâtı ona ve soyuna olsun, kıyamete bir delil, cennete müjdeci, azaptan korkutucu, olarak gönderdi; o ise dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; ahirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üzerine koymadan yolunu tuttu, Rabbinin davetine icâbet etti. Allah bize ne de büyük bir bir lütufta bulunmuştur ki, onu bize muktedâ olarak göndermiştir; onun izini izlemekteyiz; yolunu gitmekteyiz.” [1]

Allah Resulü’nün (s.a.a) Yemek Yiyişi

Resulullah (s.a.a), Allah’ın helâl kıldığı her yemekten yerdi. Tek başına yemek yemeyi sevmez ailesi ve hizmetçisiyle birlikte yerdi. Misafirliğe davet edildiğinde ise kendisine farklı yemek getirilmesini kabul etmez, onların yediğinden yerdi.

Önüne sofra açıldığında şöyle derdi: “Bismillah; Allahumme’calha ni’meten meşkureten tesilu biha ni’met’el-cenneti.” Yani, “Allah’ın adıyla; Allah’ım, bu yemeği şükrü eda edilmiş bir nimet kıl ve bunu cennet nimetine kavuştur.”

Yemek yediğinde kendi önünden yer, başkasının önüne elini uzatmazdı ve dizleri üzerinde oturur: “Ben bir kulum, kullar gibi yemek yerim ve onlar gibi otururum.” derdi.[2]

Yemeği sıcak sıcak yemezdi, soğuduktan sonra yerdi ve: “Allah Tealâ, ateşi bize yiyecek olarak vermemiştir; sıcak yemeğin bereketi yoktur; öyleyse onu soğutarak yeğin.”[3] buyururdu.

Resulullah (s.a.a) yemeğini sağ eliyle yerdi; yemek önüne koyulduğunda ashabından önce yemeye başlar, onlardan sonra sofradan çekilirdi.

Yemeklerden etli yemeği daha çok severdi; “Et işitme ve görme gücünü artırır; et, dünya ve ahirette yiyeceklerin en üstünüdür.” buyururdu. Kabağı da severdi; “Kabak, kardeşim Yunus’un bitkisidir.” diyordu. Ama sarımsak, soğan, pırasa ve ağızda koku bırakan bir yemeği yemezdi. Yemekten sonra özellikle de et yediği zaman ellerini güzel bir şekilde yıkardı. Mümkün olduğu kadar yalnız yemek yemezdi. Bir gün ashabına; “Sizin en kötü olanınızı size bildireyim mi?” diye sordu. Ashap evet dediklerinde şöyle buyurdular: “Sizin en kötünüz, yalnız yemek yiyen, hizmetçisini döven ve yardımını esirgeyendir.”[4]

Su İçişi

Resulullah (s.a.a) su içmek istediğinde; “Bismillah” derdi. Suyu yudum yudum içerdi. Bir iki yudum içtikten sonra durup Allah’a hamd ederdi. Her su içmesinde üç defa “Bismillah” ve üç defa da “Elhamdülillah” derdi. Suyu emerek içerdi, bir solukta içmezdi. Bir şey içtiğinde soluk alıp vermezdi; soluk almak istediğinde kabı uzaklaştırır, sonra soluk alırdı. Şam’dan getirilen şişe bardaklarda su içer; “Bu en temiz bardağınızdır.” derdi. Avucuyla da su içerdi; “Avuçtan daha güzel kap yoktur.” buyururdu. En çok sevdiği içecek, soğuk şerbet idi. Bir gün, sütle bal karıştırılmış bir şerbet getirdiklerinde, onu içmekten sakındı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Ben onu haram etmiyorum, ama yarın dünya artığıyla iftihar etmeyi de sevmiyorum. Tevazu etmeyi seviyorum; kim Allah için tevazu ederse, Allah onu yüceltir.”[5]

Güzel Koku Kullanması

Resulullah (s.a.a), çokluca misk ve amber gibi güzel kokular kullanırdı, öyle ki onun yağı başında parlardı. Karanlık gecede kendisi görülmeden güzel kokusuyla tanınırdı ve insanlar; “Bu Peygamber (s.a.a)’dir.” derlerdi.[6]

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a), yemeğe harcadığından daha çok, güzel kokuya harcardı.”[7]

Hz. İmam Bâkır (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) kendisine sunulan her güzel kokuyu kullanır ve; ‘Onun kokusu güzel, taşıması ise kolaydır” derdi.”[8]

Aynaya Bakışı

Resulullah (s.a.a), aynaya bakarak saçını tarayıp düzeltirdi. Bazen de suya bakarak düzeltirdi. Ailesine süslenmekten daha çok, ashabı için kendisine çeki düzen verirdi.[9]

Bir gün zevcelerinden  biri, Resulullah (s.a.a)’in kovadaki suya bakarak saçını tarayıp düzelttiğini görünce şöyle dedi: “Babam anam sana feda olsun ya Resulullah! Kovadaki suya bakıp da saçını mı tarayıp düzeltiyorsun, oysa sen peygamber ve yaratıkların en üstünüsün?” Resulullah (s.a.a) cevabında şöyle buyurdular: “Allah Tealâ kulunun, kardeşlerinin yanına gittiğinde onlar için hazırlanıp süslenmesini sever.”[10]

Dişini Misvakla Fırçalaması

Resulullah (s.a.a), her gece dişini üç defa misvakla fırçalardı. Bir defa yatmadan önce, bir defa gece ibadetine kalkarken, bir defa da sabah namazına gitmeden önce.[11]

Aile Ahlâkı

Hanımlarına karşı çok yumuşak davranırdı. Hanımlarından bazısının incitici sözlerini hoş karşılardı. Kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye eder ve; “İnsanlar değişik özelliklere sahiptirler. Erkek, hanımının sadece beğenmediği yönünü göz önüne almamalıdır. Çünkü onun muhakkak iyi ve beğenilen yönleri de vardır.” buyururdu.

Çocukları çok severdi. Bir gün İmam Hasan (a.s)’ı bağrına basıp öperken bir kişi kendisine şöyle dedi: “Ey Resulullah! İki çocuğum var, ama şimdiye kadar hiç birini öpmedim.” Resulullah ona; “Sevgi ve merhameti olmayana Allah da merhamet etmez.” buyurdular.[12]

Affı

Yerinde affedici olup, üstün ve yüksek ahlâka sahip olması, Peygamber’in her alanda muvaffak olmasına sebep olmuştur.

Şahsına ait konularda hoş görülüydü, ama halka yahut dine ait konularda ilâhî konunlar çerçevesinde taviz vermeden gerekeni uygulardı.

Mekke’nin fethinden sonra Kureyş tarafından onca çektiği eziyetlere rağmen hepsini affetti. Ama Mekke’nin fethinden kısa bir süre sonra Benî Mahzum kabilesinden bir kadının, hırsızlık yaptığı için cezalandırılması gerekiyordu. Kadının tarafları, verilecek cezayı kendilerine aşağılayıcı bir husus görerek ashaptan bazılarını Peygamber-i Ekrem’in huzuruna cezadan vazgeçmesi için şefaatçi ve arabulucu olarak gönderdiler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a), o gün öğleden sonra ashabına şöyle bir konuşma yaptı: “Geçmiş millet ve kavimler ilâhî kanunları uygulamada taviz verdikleri için helâke uğradılar. Onlar, zenginlerden biri suç işlediği zaman onu bağışlar, alt tabakadan sayılanlardan biri suç işlediğinde ise cezalandırırlardı. Canım kudret elinde olan Allah’a andolsun ki, adaleti uygulamada, yakınlarımdan olsa bile, hiç kimseye asla müsamaha göstermeyeceğim.”[13]

Tokalaşması

Resulullah (s.a.a) bir kimseyle tokalaştığında, o elini bırakmadıkça elini bırakmazdı. İnsanlar bunun farkına vardıklarından, Peygamber’in rahat etmesi için, kendileri önce ellerini çekerlerdi.[14]

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Bir gün Resulullah (s.a.a) Huzeyfe ile karşılaştı. Hazret ona elini uzattı, ama o elini geri çekti. Resulullah (s.a.a) bu durumu görünce; “Ey Huzeyfe! Ben elimi sana uzattım, sen ise elini geri çektin!” buyurdular. Huzeyfe cevaben; “Ya Resulullah! Sizin elinizi tutmak istiyorum, ama cenabetliyim. Cenabetli olduğum hâlde elimin elinize dokunmasını sevmiyorum.” dedi. Resulullah (s.a.a) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular: “Müslümanlar birbirleriyle karşılaşırken tokalaştıklarında, ağacın yaprakları döküldüğü gibi günahlarının döküldüğünü bilmiyor musun?”[15]

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Birbirinizle karşılaştığınızda, selâm verin ve tokalaşın; ayrıldığınızda ise birbirinize mağfiret dileyerek ayrılın.”[16]

Yine Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Tokalaşın; çünkü tokalaşmak kinleri giderir.”[17]

Mizahı ve Gülüşü

Hz. İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: “Peygamber (s.a.a) insanları mesrur etmek için onlarla şaka ve mizah yapardı.”[18]

Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyordu: “Ben de şaka yapıyorum, ama hakkın dışında bir şey söylemiyorum.”[19]

Muammer bin Hallad şöyle diyor: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’a; “Canım sana feda olsun, insan akrabalarıyla birlikte olduğu zaman aralarında bazı sözler geçiyor, mizah edip gülüyorlar.” dedim. İmam (a.s); “Eğer olmazsa, sakıncası yoktur.” buyurdular. İmam’ın “Eğer olmazsa” sözünden sövüş ve yalanın olmamasının gerektiğini düşündüm. (Yani incitici sözler olmazsa sakıncası yoktur.) Daha sonra buyurdular ki: “Resulullah (s.a.a)’in yanına bazen bir göçebe Arap gelip hediye veriyordu. Yerinden hareket etmeden de; “Hediyemin değerini ver.” diyordu. Resulullah (s.a.a) ise gülüyordu. Resulullah (s.a.a) gamlı ve kederli olduğunda; “Göçebe Arap nerede kaldı? Keşke yine yanımıza gelse!” buyuruyordu.”[20]

İhtiyar bir kadın, Resulullah’a; “Cennete gitmem için bana dua ediniz.” dediğinde, Hz. Resulullah (s.a.a): “Yaşlı kadınlar cennete gitmeyecektir.” buyurdular. Kadın bu sözü duyunca, ağlamaya başladı. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) gülüp şöyle buyurdu: “Allah Tealâ’nın; ‘Gerçek şu ki, biz onları (cennetteki kadınları) yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip yarattık. Onları hep bakireler olarak kıldık.’[21] sözünü duymamış mısın? Cennette Allah Tealâ onları gençleştirecektir.”[22]

Yine bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) yaşlı olan Eşceî bir kadına; “Ey Eşceî! Yaşlı kadın cennete girmeyecektir.” buyurdular. Bilâl onun üzüldüğünü görünce, durumunu Resulullah’a iletti. Bunun üzerine Hz. Resulullah; “Zencî de öyledir; o da cennete girmeyecektir.” buyurdular. Hazret’in bu sözünden dolayı ikisi de üzülüp ağlamaya başladılar. Abbas onların ağlamalarını görünce, onların durumunu Resulullah’a anlattı. Resulullah (s.a.a) Abbas’a da; “Yaşlı erkek de öyledir, o da cennete girmeyecektir.” buyurdular. Hz. Resulullah (s.a.a) daha sonra onlara dua edip kalplerini hoş etti ve şöyle buyurdular: “Allah Tealâ onları daha güzel bir şekilde yaratacaktır, onlar nurlu gençler olarak cennete gireceklerdir.”[23]

Bir gün bir kadın Hz. Resulullah (s.a.a)’in yanına gelerek kocasından söz etti. Hz. Resulullah (s.a.a); “Senin kocan, şu gözlerinde beyazlık olan mıdır?” diye sordu. Kadın; “Hayır, kocamın gözlerinde beyazlık yoktur.” dedi. Kadın Resulullah’ın bu sözünü kocasına anlattı. Kocası; “Resulullah mizah etmiş, doğru söylemiştir. Acaba gözümün beyazlığının siyahından daha çok olduğunu görmüyor musun?” dedi.[24]

Yunus eş-Şeybanî şöyle diyor: “Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s) bana; “Birbirinizle mizah ve latife yapıyor musunuz?” diye sordu. Ben de; “Çok az.” dedim. Bunun üzerine, İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Mizah ve latife yapın; çünkü bu iş güzel ahlâkın nişanesidir, sen bununla kardeşini mesrur etmiş olursun. Resulullah (s.a.a) da birini mesrur etmek için onunla mizah ve latife yapardı.”[25]

Genel Adap ve Ahlâkı

İbn-i Şehraşub “Menakıb” adlı kitabında şöyle yazıyor:

“Bazı alimler, Resulullah (s.a.a)’in adap ve ahlâkını hadislerden derleyerek bir araya toplamış ve şöyle sıralamışlardır:

“Resulullah (s.a.a) herkesten daha hikmetli, daha halim, daha şecaatli, daha adil ve daha şefkatli idi. Eli, kendisine helâl olmayan kadına kesinlikle dokunmamıştır. İnsanların en cömerdi idi. Bir dirhem veya bir dinar bile onun yanında birikip kalmazdı. Eğer bir şey artmış olsaydı ve onu da verecek bir kimse bulamasaydı, onu muhtaçlara ulaştırmadıkça gece rahat edemezdi. Allah’ın verdiği rızktan, bir yılın azığından çok götürmezdi. Hurma ve arpanın en düşüğünü kendisi için alırdı, iyilerini ise Allah yolunda verirdi. Kim ondan bir şey isteseydi, ona bağışta bulunurdu. Yerde otururdu, yerde yatardı, yerde yemek yerdi. Ayakkabı ve elbisesini kendisi yamardı. Evinin kapısını kendisi açardı. Kendisi koyun sağardı. Devenin sütünü sağmak için kendisi onun ayağını bağlardı. Abdest suyunu geceleri kendisi hazırlardı. Sürekli başını aşağı eğip susardı. Halkın huzurunda yaslanarak oturmazdı. Ailesinin işlerinde onlara yardım ederdi. Yemeğe oturduğunda köleler gibi otururdu. Kesinlikle geğirmezdi. İster hür ister köle olsun herkesin davetini kabul ederdi. Bir yudum süt olsa bile, hediyeyi kabul ederdi; ama sadaka almazdı. Gözünü bir adamın yüzüne dikmezdi. Allah için sinirlenirdi, kendisi için sinirlenmezdi. Evde her ne hazırlansaydı, onu yerdi; hiçbir yemeği geri çevirmezdi. Sağ elinin küçük parmağına gümüş yüzük takardı. Kötü kokulardan hoşlanmazdı. Abdest alırken dişlerini fırçalayıp temizlerdi. Bir hayvana bindiğinde hizmetçisi veya başkalarını da terkine bindirirdi. At, katır veya merkepten mümkün olan her ne varsa ona binerdi. Merkebe eğersiz binerdi. Cenazeleri teşyi ederdi. Şehrin en uzak yerinde olsa bile, hastanın ziyaretine giderdi. Fakir ve yoksullarla beraber otururdu, onlarla yemek yerdi, kendi eliyle onlara yedirirdi. İlim ehli ve güzel ahlâklı kimselere saygı gösterirdi. Her kavmin büyüğüne iyilik ederek kalplerini ısındırırdı. Akrabalarına ihsan ederdi. Allah’ın emrettiği hususlar hariç, onların bazılarını bazılarına tercih etmezdi. Kimseye zorluk çıkarmazdı. Özür dileyenin özrünü kabul ederdi. Kur’an’ın nazil olduğu ve öğüt verme zamanı hariç, sürekli tebessüm ederdi. Gülerken kahkahasız gülerdi. Hizmetçilerinin yeme, içme ve giyimlerinde başlarına dikilmezdi. Kimseye karşı acı söz kullanmazdı; kimseyi kınamazdı; sadece kınamayı gerektiren işi terk etmesini söylerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı yanına gelen herkesin ayrım yapmadan ihtiyacını karşılamak için kalkıp onunla giderdi. Sert ve katı kalpli değildi. Kötülüğe, kötülükle karşılık vermezdi; aksine bağışlayıp affederdi. Karşılaştığı herkese selâm verirdi. Bir kimseyle merhabalaştığında o elini çekmedikçe elini onun elinden çekmezdi. Karşılaştığı kimseyle tokalaşırdı. Oturup kalktığında Allah’ın zikriyle kalkardı. Namaz kılarken bir adam onun yanına geldiğinde namazını kısa keserek ona yönelip; “Bir ihtiyacın mı var?” diye sorardı. Tevazu veya yoksulların ona kolayca ulaşabilmesi için meclisin baş tarafında değil, aşağısında (yani kapı önünde) otururdu. Genellikle kıbleye doğru otururdu. Onun yanına gelen her kese saygı gösterirdi; hatta bazen elbisesini bile onun altına sererdi; arkasındaki yastığı onun arkasına bırakarak onu kendisine tercih ederdi. İster neşe, ister gazap hâlinde olsun hakkın dışında bir şey söylemezdi....”[26]



[1] - Nehc-ül Belagâ, Gölpınarlı Tercümesi, s. 50.

[2]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.241, 242

[3]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.242

[4]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.243, 244 245, 246

[5]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.246, 247, 268

[6]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.148

[7]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.248

[8]- Bihar’ul-Envar, c.16 s.248, 249

[9]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.249

[10]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.249

[11]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.254

[12]- Müsned-i Ahmed, c.2, s.228

[13]- Sahih-i Müslim, c.5, s.114

[14]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.260, 269

[15]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.269

[16]- Mizan’ul-Hikmet, c.5, s.354

[17]- Bihar’ul-Envar, c.78, s.243

[18]- Mekarim’ül-Ahlâk, c.1, s.59

[19]- Mekarim’ül-Ahlâk, c.1, s.58

[20]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.259

[21]- Vâkıa Suresi: 35-36

[22]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.295

[23]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.295

[24]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.294

[25]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.298

[26]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.226, 228