Müminlerin Emiri Hz. Ali(a.s)    İkinci Bölüm

Mehdi ÖNDER

Önceki yazımızda Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s)’ın yaşamının beş dönemde incelenmesi gerektiğini belirtmiş, doğumundan Bi’sata ve Bi’sat’tan Hicret’e kadar geçen süreden müteşekkil birinci ve ikinci dönemlerini özet olarak gözden geçirmiştik. Bu yazımızda Hazret’in yaşamının üçüncü dönemi olan Hicret’ten Allah Resulü’nün vefatına kadar olan dönemini ana hatlarıyla kısaca ele alacağız.

3. Dönem

(Hicret’ten Peygamber (s.a.a)’in Vefatına Kadar)

Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’in Kardeşi

İslâm kardeşliği, İslâm dininin içtimaî esaslarındandır. Peygamber (s.a.a), bu kardeşlik bağını oluşturup sağlamlaştırmak için büyük çaba sarf etmiştir. Resulullah, Medine’ye girdikten sonra Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik ahdi yapılmasını kararlaştırdı. Bu amaçla bir gün Müslümanların toplu olduğu bir sırada ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Allah yolunda ikişer ikişer kardeş olun.” Müslümanlar ikişer ikişer birbirlerinin elini sıktılar. Böylece aralarındaki vahdet ve bağlılık daha da sağlamlaşmış oldu. Bu ahitleşmede, kardeş olanların iman, fazilet ve diğer yönlerden şahsiyetinin birbirine denk olmasına riayet ediliyordu. Bu konu, kardeş olanların durum ve hâlleri incelenince açıkça ortaya çıkar. Orada bulunanların her biri için bir kardeş seçildi, en sona Ali (a.s) kaldı. Gözleri yaşla dolu bir hâlde Resulullah’a şöyle arz etti: “Beni kimseyle kardeş etmedin.” Resulullah şöyle buyurdu: “Sen benim iki cihanda kardeşimsin.”[1] Sonra kendisiyle Ali (a.s) arasında kardeşlik ahdi yaptı.[2] Bu olay, Ali (a.s)’ın azamet ve faziletinin ölçüsünü ve onun Resulullah (s.a.a)’e ne kadar yakın olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Savaş Cephelerinde

Ali (a.s)’ın Hicret’ten Resulullah’ın vefatına kadarki yaşantısı, birçok olaylara, özellikle de onun cihad cephelerinde yapmış olduğu büyük fedakârlara sahne olmuştur. Resulullah (s.a.a), Medine’ye hicret ettikten sonra müşrikler, Yahudiler ve isyankârlar ile 27 gazve yapmıştır. Ali (a.s), bunlardan 26 tanesine katılmıştır. Sadece Tebûk Gazvesi’ne katılmamıştır. Bunun sebebi de şartların çok kritik olması idi. Münafıklar, Resulullah’ın yokluğunda İslâm hükûmetinin merkezinde bir oyun çevirebilirlerdi. Bu yüzden Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)’in emriyle Medine’de kaldı. Biz, örnek olarak Ali (a.s)’ın sadece dört büyük savaştaki rolüne değineceğiz:

Bedir Savaşı

Bildiğiniz gibi Bedir Savaşı Müslümanlar ile müşrikler arasında vuku bulan ilk savaştır. Bu savaş, iki taraf için de bir deneme niteliği taşıyordu. Bu yüzden her iki taraf için çok önemliydi.

Bu savaş, Hicret’in ikinci yılında vuku buldu. O tarihte Resulullah (s.a.a), Kureyş’in Ebu Süfyan liderliğindeki ticaret kervanının Şam’dan Mekke’ye doğru hareket ettiği haberini aldı. Medine’nin yakınlarından geçtiği sırada Resulullah (s.a.a), Muhacirler ve Ensar’dan 313 kişiyle kervanı ele geçirmek için Bedir mıntıkasına doğru hareket etti.

Resulullah’ın bu hareketteki hedefi, Kureyş’in ticaret yollarının İslâm kuvvetlerinin eli altında olduğunu, İslâm’ın tebliğini ve özgürlüğünü engellemeye kalkışırlarsa, onların iktisadî yollarının İslâm kuvvetleri tarafından kesileceğini onlara bildirmekti.

Diğer taraftan, Ebu Süfyan Müslümanların hareketinden haberdar olunca kervanın yolunu Kızıldeniz’in kenarından geçen başka bir yola doğru çevirerek kervanı tehlike bölgesinden hızla uzaklaştırdı. Bunu yaparken Kureyş’ten de yardım istedi.

Ebu Süfyan’ın yardım istemesi üzerine Kureyşliler 950-1000 kişilik bir orduyla Medine’ye doğru hareket ettiler. Ramazan ayının 17. günü Müslümanlar ile müşrikler karşı kaşıya geldiler. Şirk ordusu, İslâm ordusunun üç katıydı.

Savaşın başlangıcında tam teçhizatlı üç Kureyş savaşçısı, Utbe (Hind’in babası), Utbe’nin büyük kardeşi Şeybe ve Velid (Utbe’nin oğlu), nara atarak savaş meydanına geldiler. Recez okuyarak savaşçı istediler. Ensar’dan üç kişi öne çıkararak kendilerini tanıttılar. Kureyş’in savaşçıları bunlarla savaşmayı reddederek bağırdılar: “Ey Muhammed! Bizim kavmimizden, bizim ayarımızda olan kişileri gönder.” Resulullah (s.a.a) Ubeyd b. Haris b. Abdulmuttalip, Hamza b. Abdulmuttalip ve Ali b. Ebî Talib’e onlarla savaşmaları için emir verdi. Bu üç cesur mücahit savaş meydanına gittiler ve kendilerini tanıttılar. Karşıdakiler üçünü de kabul ettiler. “Üçü de bizim ayarımızdadırlar.” dediler. Hamza ile Şeybe, Ubeyd ile Utbe, onların en gençleri olan Ali ile de Muaviye’nın dayısı Velid karşı karşıya geldiler. Ali ve Hamza, rakiplerini hemen yere serip öldürdüler. Fakat Ubeyd ile Utbe’nin savaşı henüz sürüyordu. Birbirlerine galip gelemiyorlardı. Ali ve Hamza kendi rakiplerini öldürdükten sonra Ubeyd’in yardımına koşarak Utbe’yi de cehenneme gönderdiler.[3]

Ali (a.s), sonraları Muaviye’ye yazdığı mektuplarından birinde bu hadiseye şöyle işaret etmiştir: “Bir savaşta ceddine (Utbe), dayına (Velid) ve kardeşine (Hanzala) indirdiğim kılıç şu anda bendedir.”[4]

Bu üç İslâm kahramanının zaferinden sonra şirk ordusunun komutanları büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Savaş başladı. Sonuçta şirk ordusu ağır bir şekilde bozguna uğradı, 70 kişi de esir alındı.

Bu savaşta şirk ordusundan öldürülenlerin yarısından çoğu, Ali (a.s)’ın kılıcıyla helâk oldular.

Merhum Şeyh Müfid, Bedir Savaşı’nda öldürülen müşriklerden 36 tanesinin adını zikrediyor ve şöyle yazıyor: “Şiî ve Sünnî raviler, ittifakla bunları Ali (a.s)’ın öldürdüğünü yazmışlardır. Katili hakkında ihtilâf olan veya Ali’nin başkalarıyla beraber öldürdüğü kişiler bunların dışındadır.”[5]

Uhud Cephesinde Eşsiz Bir Şecaat

Bedir Savaşı’nın yenilgisinden sonra Kureyşliler çok rahatsız oldular. Ölülerinin intikamını almak ve bu büyük yenilgiyi telâfi etmek için daha fazla asker ve daha mücehhez bir ordu ile Medine’ye saldırma kararı aldılar.

Resulullah’ın habercileri Kureyş’in bu kararını ona bildirdiler. Resulullah, düşmana karşı koymak için askerî bir şûra oluşturdu. Müslümanlardan bir grup, onlarla Medine dışında savaşmayı önerdiler.

Peygamber 1000 kişi ile Medine’yi terk ederek Uhud dağına doğru hareket etti. Yolda ünlü Münafık Abdullah b. Übey ve taraftarlarının geri dönmeleriyle İslâm kuvvetlerinden 300 kişi azaldı. Hicret’in 3. yılı, şevval ayının 7. gününün sabahı Uhud dağının eteklerinde iki ordu karşı karşıya geldiler.

İslâm Peygamberi, savaş başlamadan önce çevreyi gözden geçirdi. Çevrede hassas bir noktayı belirleyerek düşmanın buradan nüfuz edebileceğini bildirdi. Savaşın kızgın anında düşman o noktadan nüfuz ederek Müslümanlara arkadan saldırabilirdi. Abdullah b. Cübey komutasında 50 okçuyu o hassas noktaya yerleştirdi. Onlara, Müslümanlar yenseler de, yenilseler de bu hassas noktayı kesinlikle terk etmemelerini tekitle emretti.

Diğer taraftan, o dönemdeki savaşlarda sancak güçlü ve cesur birine verilirdi. Çünkü onun, dayanıklılığı ve sancağı yukarıda tutması, savaşçılar için bir moral kaynağı oluyordu. Sancaktarın ölmesi ve sancağın yere düşmesi, onların ruhî yönden yıkılmasına sebep olmaktaydı. Bundan dolayı, savaş başlamadan önce en cesur savaşçılardan birkaçını sancaktar olarak tayin ediyorlardı.

Bu savaşta da Kuryeşliler böyle yaptılar. Benî Abduddar kabilesi gibi cesurluk ve şecaatte ünlü olan kişileri sancaktar olarak seçtiler. Fakat savaş başladıktan sonra onların hepsi ard arda Ali (a.s)’ın eliyle öldürüldüler. Sancağın peş peşe yere düşmesi, Kureyş ordusunu yıktı ve askerleri kaçmaya başladılar.

İmam Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:

“Uhud Savaşı’nda şirk ordusunun sancaktarları dokuz kişi idiler. Onların hepsi Ali (a.s)’ın eliyle öldürüldüler.”[6]

İbn-i Esir de şöyle yazıyor: “Kureyş’in sancaktarlarına galip gelen, Ali idi.”[7]

Merhum Şeyh Saduk’un rivayetine göre, Ali (a.s) altı kişilik şûraya gösterdiği delillerde bu konuya değinmiştir:

“Allah aşkına söyleyin: Sizlerin içinde benden başka, Benî Abduddar sancaktarlarını öldüren birisi var mıydı?”

Sonra İmam ekledi:

“Bu dokuz kişinin ölümünden sonra onların Savab adındaki iri cüsseli köleleri, ağzı köpükle dolmuş, gözleri kıpkırmızı olmuş hâlde meydana çıktı. “Sahiplerimin intikamı için Muhammed’den başkasını öldürmeyeceğim.” diyordu. Sizler onu görünce kenara çekildiniz, ama ben onunla savaştım. Karşılıklı vuruştuk. Sonra ona öyle bir darbe indirdim ki belinden iki parçaya bölündü.”

Şûradakilerin hepsi Ali (a.s)’ın sözlerini tasdik ettiler.[8]

Evet, Kureyş ordusu darmadağın oldu. Bunu gören Abdullah b. Cübey komutanlığındaki okçu birliği ganimet toplamak için bulundukları yeri terk ettiler. Abdullah, Resulullah’ın açık emrini onlara hatırlattı ama, onlar dinlemediler. 40 kişiden fazlası tepeden inerek ganimet toplamaya gittiler. Abdullah b. Cübey on kişiden az bir grupla orada kaldı.

Bu sırada, atlı bir grupla pusuda onları gözetleyen Halid b.Velid bunu görünce onlara hücum etti. Onları öldürdükten sonra cephenin arkasından Müslümanlara saldırdılar. O sırada Amr kızı Alkame adındaki Kureyşli bir kadın sancağı eline aldı. Kureyşli kadınlar, askerlerini teşvik etmek için savaş meydanına gelmişlerdi.

Savaşın durumu tamamen tersine döndü. Müslümanların savaş düzeni bozuldu; safları dağıldı; komutanların birbirleriyle irtibatı kesildi. Sonuçta Müslümanlar kazanmış oldukları bir savaştan yenilgiyle çıktılar. İçlerinde Hamza b. Abdulmuttalip ve İslâm ordusunun sancaktarlarından olan Mus’ab b. Umeyr’in de bulunduğu yaklaşık 70 İslâm mücahidi şehid oldu.

Diğer taraftan, Resulullah’ın ölüm haberinin yalan olarak yayılması, Müslümanların tamamen dağılmalarına sebep oldu.

Şirk ordusunun bu yeni baskısıyla Müslümanların tamamına yakını geri çekilerek dağa kaçtılar. Peygamber’in yanında birkaç kişiden başka kimse kalmadı. İslâm tarihinin en buhranlı ve zor anlarından biri yaşanıyordu.

İşte bu gibi anlarda Ali (a.s)’ın önemli rolü ortaya çıkıyordu. Çünkü Ali (a.s), eşsiz bir cesaret ve şecaat ile Resulullah’ın yanında kılıç sallıyordu. Müşriklerin ard arda saldırıları karşısında İslâm’ın büyük önderinin mukaddes vücudunu koruyordu.

İbn-i Esir, kendi tarihinde şöyle yazıyor:

“Resulullah, müşriklerden bir grubun kendilerine saldırmakta olduklarını görünce Ali’ye onlara saldırmasını emretti. Ali, bu emre uyarak onlara hücum etti. Birkaçını öldürerek dağılmalarını sağladı. Sonra Resulullah başka bir grubu gördü. Ali’ye onlara da saldırmasını emretti. Ali, onlardan da bazılarını öldürerek onları da dağıttı. Bu sırada Vahiy Meleği nazil oldu ve Peygamber’e şöyle söyledi: “Ali’nin ortaya koyduğu bu şecaat, fedakârlığın son haddidir.” Resulullah da şöyle buyurdu: “O bendendir, ben de ondan.” O anda gökten şu ses işitildi: ‘La seyfe illa zülfikar ve La feta illa Ali’ (Zülfikar’dan başka kılıç, Ali’den başka yiğit yoktur).”[9]

İbn-i Ebi’l-Hadid ise şöyle yazıyor:

“Peygamber’in ashabının çoğu kaçtığı zaman çeşitli grupların Peygamber’e olan baskısı arttı. Kenane Oğulları ve içlerinde dört tane ünlü savaşçının bulunduğu Abdulmenat Oğulları kabilesinden bir grup Resulullah’a hücum ettiler. Resulullah, Ali’ye onların hücumunu defetmesini emretti. Ali (a.s) atlı olmadığı hâlde elli kişiden oluşan bu gruba hamle etti ve onları dağıttı. Tekrar tekrar toplanarak birkaç kez sadırdılar. Ali (a.s) yine onları geri püskürttü. Bu saldırılarda dört ünlü savaşçı ve ismi tarihte belli olmayan on kişi Ali (a.s)’ın eliyle öldürüldüler.

Cebrail Resulullah’a dedi ki: “Gerçekten Ali büyük bir fedakârlık yaptı. Melekler onun bu fedakârlığı karşısında şaşkına uğradılar.” Resulullah da şöyle buyurdu: “Neden böyle olmasın. O bendedir, ben de ondanım.” Cebrail dedi ki: “Ben de sizdenim.” O gün gökyüzünden bir ses işitildi; diyordu ki: “La seyfe illa zülfikar ve La feta illa Ali (Zülfikar’dan başka kılıç, Ali’den başka yiğit yoktur).” Ancak söyleyen görünmüyordu. Resulullah’tan bu sesin sahibinin kim olduğu soruldu. “Cebrail.” diye buyurdular.[10]

Ahzap (Hendek) Savaşı

Ahzap Savaşı (hizipler, gruplar savaşı), adından da belli olduğu gibi İslâm düşmanı olan bütün kabile ve grupların İslâm’ı ortadan kaldırmak için birleştikleri bir savaştır. Bazı tarihçiler, şirk ordusunun bu savaştaki asker sayısının on binden fazla olduğunu yazmışlardır. Buna karşılık Müslümanların sayısı üç bini geçmiyordu.

Ordu komutanlığını Kureyş büyüklerinin üstlendiği ve asker sayılarının çokluğu dikkate alındığında, Müslümanları tamamen ortadan kaldırma, Muhammed (s.a.a) ve takipçilerinden kurtulma hesaplarını yaptıkları tamamen ortadaydı. Kureyş’in hareket ettiği haberi Resulullah’a ulaşır ulaşmaz, hemen bir şûra oluşturdu. Bu şûrada Selman-ı Farisî, Medine’nin etrafında, düşmanın girebileceği kısımlarda hendek kazarak düşmanın şehre nüfuz etmesini engelleme fikrini oraya attı. Bu öneri kabul edildi ve birkaç gün içerisinde Müslümanların çabasıyla hendek kazıldı. Hendek düşmanın atlayamayacağı kadar geniş, içine düşen birinin kolayca çıkamayacağı kadar da derindi.

Güçlü şirk ordusu, Yahudilerin işbirliği ile Medine’nin yakınlarına ulaştı. Müşrikler önceki savaşlarda olduğu gibi şehrin dışında ve açık bir sahada savaşacaklarını zannediyorlardı. Fakat şehrin dışında Müslümanlardan kimseyi göremediler. İlerlemeye devam ettiler. Şehrin duvarlarına yaklaşınca şehre girilebilecek muhtemel yerlerde hendeklerle karşılaştılar. Bu, onları şaşkına çevirdi. Çünkü Arap savaşlarında böyle bir şey, görülmemiş bir şeydi. Mecburen hendeğin dışından şehri kuşattılar.

Medine’nin muhasarası bazı rivayetlere göre bir ay sürdü. Kureyş askerleri hendekten geçmek istediklerinde hendeği muhafaza eden Müslümanların direnişiyle karşılaşıyorlardı. İslâm ordusu, düşmanın her türlü saldırı girişimine oklar ve taşlarla cevap veriyordu. Karşılıklı ok atmalar aralıklarla gece gündüz devam ediyordu. Birbirlerine galip gelemiyorlardı.

Ancak, Medine’nin böyle kalabalık bir ordu tarafından kuşatılmış olması, Müslümanları ruhî yönden zayıflatıyordu. Özellikle de Benî Kurayza Yahudilerinin, Müslümanlarla olan anlaşmalarını ihlâl ederek, putperestler şehre girer girmez arkadan Müslümanlara saldırmaya söz verdikleri ortaya çıktığı zaman bu çöküntü iyice arttı.

Hassas ve Buhranlı Günler

Kur’an-ı Mecid, Müslümanların bu kuşatmadaki zor ve buhranlı anlarını çok güzel bir beyanla anlatmıştır:

“Ey inananlar, Allah’ın size olan nimetini anın; hani üzerinize ordular gelmişti, biz de onların üzerine rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik ve Allah yaptıklarınızı görmekteydi. Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti. Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı. Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar; ‘Allah ve Peygamber’i bize sadece kuru vaatlerde bulundu.’ diyorlardı. İçlerinden birtakımı; ‘Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok! Geri dönün!’ demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamber’den; ‘Evlerimiz düşmana açıktır.’ diyerek izin istemişti. Oysa evleri açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı. Eğer Medine’nin etrafından üzerlerine varılmış olsaydı, sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi, hemen buna girişip derhâl yapmaktan geri kalmazlardı.”[11]

Müslümanların zor durumda olmasına rağmen hendek düşman gruplarının karşıya geçmesine engel oluyordu. Bu, müşriklere ağır geliyordu. Çünkü hava gittikçe soğuyordu. Diğer taraftan, getirdikleri azıkları bitmek üzereydi. Muhasaranın uzamasıyla azıklarının azalması, onları zor durumda bırakıyordu. Gittikçe savaş heyecanları azalıyor, bıkkınlık ve yorgunlukları artıyordu. Bu yüzden düşman ordusunun komutanları, en güçlü savaşçılarını hendeğin karşı tarafına geçirerek bu savaş çıkmazından çıkmaktan başka çareleri olmadığını gördüler. Ahzap ordusunun en iyi savaşçıları, atlarını hendeğin çevresinde koşturmaya başladılar. Bir süre sonra da dar bir noktadan hendeğin karşı tarafına atladılar ve teke tek savaş için rakip istediler.

Bu savaşçılardan birisi, Arapların ünlü savaş kahramanı Amr b. Abduvud idi. Bu adam, Arapların en güçlü ve en cesur savaşçısı sayılıyordu. Onu bin savaşçıya bedel olarak biliyorlardı. “Yelyel” denilen bir yerde tek başına düşmana galip geldiği için “Yelyel Atlısı” diye tanınıyordu. Amr, Bedir Savaşı’na da katılmıştı. Orada yaralandığı için Uhud Savaşı’na katılamamıştı. Şimdi ise kendisinin de savaşta olduğunu göstermek için meydana çıkmıştı.

Amr, hendekten atladıktan sonra; “Benimle savaşacak biri yok mu?” diye bağırdı. Müslümanlardan kimse onun karşısına çıkmayınca iyice cesaretlendi ve Müslümanların inançlarıyla alay etmeye başladı. Şöyle dedi: “Sizler kendi ölülerinizin cennete, bizimkilerin ise cehenneme gideceğini söylüyorsunuz. Sizlerden cennete gitmek isteyen biri yok mu? Gelsin de onu cennete göndereyim; ya da o beni cehenneme göndersin!” Sonra şöyle bir şiir okudu: “Sizlerden karşıma çıkacak bir rakip için bağırıp çağırmaktan sesim tutuldu.”

Amr’ın naraları Müslümanları öyle korkutmuştu ki kimse yerinden kıpırdamaya cesaret edemiyordu.[12] Fakat Amr’ın savaşçı istediği her defasında sadece Ali (a.s) çıkıyor ve Resulullah’tan izin istiyordu. Ancak Resulullah izin vermiyordu. Bu, üç kez tekrarlandı. Yine Ali (a.s) izin isteyince Resulullah; “Bu Amr b. Abduvud’dur!” dedi. Ali (a.s) da; “Ben de Ali’yim!” dedi.

Sonunda Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)’a izin verdi. Kendi kılıcını ona verdi, başına sarık sardı ve onun için dua etti.[13]

Ali (a.s) savaş meydanına gidince Peygamber şöyle buyurdu: “Bütün bir İslâm, bütün bir şirk ile karşı karşıya gelmiştir.”[14]

Bu söz gösteriyor ki, bu iki kişiden birinin diğerine galip olması, imanın küfre ya da küfrün imana galip olması idi. Başka bir deyişle, İslâm’ın ve şirkin geleceğinin belirleneceği bir kavga idi. Ali (a.s) yaya olarak Amr’a doğru yürüdü. Onunla karşı karşıya gelince şöyle dedi:

- Sen bir zamanlar ahdetmiştin ki, Kureyş’ten birisi senden üç şeyden birisini isterse kabul edecektin.

- Doğrudur.

- İlk isteğim, İslâm’ı kabul etmendir.

- Bu istekten vazgeç.

- Öyleyse gel bu savaşı bırak ve geri dön. Muhammed’in işini başkalarına bırak.

- Ben, Muhammed’den intikamımı almadan başıma yağ sürmeyeceğime dair ahdetmişim.

- O zaman savaş için atından in.

- Hiç bir Arabın benden bunu isteyeceğini zannetmiyordum. Senin benim elimle öldürülmeni istemiyorum. Baban benim dostum idi. Geri dön; sen henüz gençsin.

- Ama ben seni öldürmek istiyorum.

Amr, Ali (a.s)’ın sözüne çok sinirlendi. Gurur ve kibirle atından indi. Atını bırakarak Ali (a.s)’a doğru hamle etti. Başa baş bir mücadele başladı. Amr, uygun bir fırsatta Ali (a.s)’ın başına bir darbe indirdi. Ali (a.s) bunu kalkanıyla karşılamasına rağmen başından yaralandı. Tam bu sırada Hz. Ali (a.s) bir fırsattan yararlanarak, güçlü bir kılıç darbesiyle onu yerlere serdi. Toz duman, iki ordunun neticeyi görmesini engelliyordu. Birden bire Ali (a.s)’ın tekbir sesi yükseldi. İslâm ordusunda sevinç sesleri yükseldi; hepsi Ali (a.s)’ın Arapların büyük savaşçısını arzuladığı yere gönderdiğini anladılar.[15]

Amr’ın ölümü, beraberinde gelen dört kişinin kaçmasına neden oldu. Üçü hendeği geçmeyi başarırken Nevfel adında olanları atıyla beraber hendeğe düştü. Ali (a.s) hendeğe inerek onu da öldürdü. Ahzap ordusu büyük bir çöküntüye uğradı. Şehre girmekten tamamen ümitlerini kestiler. Çeşitli kabileler vatanlarına geri dönme fikrine düştüler.

Son darbeyi de Allah onlara fırtına ve tufanla indirdi. Sonunda büyük bir yenilgiyle evlerinin yolunu tuttular.[16]

Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)’ın büyük fedakârlığından dolayı ona şöyle buyurdu:

“Senin bugün yaptığın, eğer bütün ümmetin amelleriyle kıyaslanacak olursa, seninki ağır basar. Çünkü Amr’ın öldürülmesiyle müşrikler top yekûn zelil oldular; Müslümanlar da izzet buldular.”[17]

Ehl-i Sünnet’in ünlü hadisçisi Hâkim Nişaburî, Resulullah’ın sözlerini şu tabirlerle naklediyor:

“Ali b. Ebî Talib’in Hendek günündeki Amr b. Abduvud ile olan mübarezesi, kıyamet gününe kadar bütün ümmetimin amellerinden daha üstündür.”[18]

Bu sözün felsefesi açıktır: O gün İslâm çok kritik bir durumdaydı ve en buhranlı zamanlarını yaşıyordu. Böyle bir durumda eşsiz bir fedakârlıkla İslâm’ı tehlikeden kurtaran ve İslâm’ın kök salıp kıyamete kadar sürmesine vesile olan kişi, Ali (a.s) idi. Dolayısıyla herkesin ibadeti, onun bu fedakârlığının sayesindedir.

Hayber Kalesinin Fethi

Peygamber (s.a.a), Hicret’in 7. yılında Hayber Yahudilerinin silâhsızlandırılmasına karar verdi. Peygamber’in amacı iki şeydi:

1- Hayber, İslâm hükûmetinin aleyhine çalışan bir fitne ve casusluk yuvasına dönmüştü. Bu kalenin Yahudileri defalarca İslâm düşmanlarıyla işbirliği yapmışlardı. Özellikle Hendek Savaşı’nda Ahzap ordusunun takviyesinde önemli rol oynamışlardı.

2- Uzun yıllar birbiriyle savaşmış olan zamanın iki büyük gücü, İran ve Rum İmparatorlukları karşısında İslâm’ın üçüncü bir güç olarak zuhur etmesi, onlar için tahammül edilecek bir şey değildi. Bu yüzden Hayber Yahudilerinin, Kisra veya Kayser’e uşaklık yaparak, İslâm’ı yok etmek için komplo hazırlamaları mümkündü. En azından müşrikleri İslâm’ın aleyhine savaşmaya teşvik ettikleri gibi, bu iki imparatorluğu da bu yeni dinin gücünü kırmak için kışkırtabilirlerdi.

Bu durum, Resulullah’ın 1600 kişilik bir orduyla Hayber’e doğru hareket etmesine sebep oldu. İslâm ordusunun mücahitleri tarafından kaleler, ard arda ama zor ve yavaş bir şekilde fethedildi. Ancak “Gamus Kalesi” direniyordu. En büyük kale bu idi ve en güçlü savaşçılar orada bulunuyordu. İslâm mücahitleri burayı fethetmeye güç yetiremiyorlardı. Resulullah’ın şiddetli baş ağrısına tutulması, şahsen savaş sahnesinde yer almasını ve ordunun komutanlığını ele almasını engellemişti. Bu yüzden sancağı her gün Müslümanlardan birine veriyor, kalenin fethi görevini ona bırakıyordu. Ancak onların hepsi netice alamadan geri dönüyorlardı. Bir gün sancağı Ebu Bekir’e, ertesi gün Ömer’e verdi. İkisi de zafere ulaşamadan İslâm ordusunun karargâhına geri döndüler.

Bu duruma tahammül etmek Resulullah’a zor geliyordu. Sonunda şöyle buyurdu:

“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, Allah bu kaleyi onun eliyle açacaktır. O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu severler.”[19]

Resulullah’ın ashabı, o geceyi Peygamber’in bayrağı yarın kime vereceğini düşünmekle geçirdiler. Güneş doğduktan sonra İslâm ordusunun askerleri Resulullah’ın çadırının etrafını aldılar. Her biri, Peygamber’in bayrağı kendisine vermesini arzuluyordu. O sırada Peygamber şöyle buyurdu:

- Ali nerededir?

Cevap verdiler:

- Gözü ağrıyor; istirahat hâlindedir.

Resulullah buyurdu:

- Ali’yi getirin.

Ali (a.s) geldi. Resulullah onun gözünün iyileşmesi için dua etti ve bu dua sayesinde gözü iyileşti. Sonra bayrağı onun eline verdi.

Ali (a.s) şöyle dedi:

- Ya Resulullah! Onlarla İslâm’ı kabul edene kadar savaşacağım.

Resulullah buyurdu:

- Onlara doğru hareket et. Kaleye ulaştığın zaman önce onları İslâm’a davet et. Allah karşısındaki vazifelerini onlara hatırlat. Allah’a andolsun ki, eğer Allah senin elinle bir kişiyi hidayet ederse, senin için kızıl tüylü develere[20] sahip olmandan daha iyidir.[21]

Hz. Ali (a.s), bu görevi başarıyla yerine getirdi ve bu güçlü kaleyi eşsiz bir şecaatle fethetti.

Peygamber’in Özel Temsilcisi

Hicaz’ın müşrik kabileleri arasında putperestlik ve şirke son vermeyi amaçlayan hareketin başlamasından yirmi yıl geçiyordu. Bu müddet içerisinde onların yaklaşık tümü İslâm’ın putlar ve putperestler hakkındaki mantığından haberdar olmuşlardı. Puta tapmanın, atalarını körü körüne taklit etmekten başka bir mantığı olmadığını anlamışlardı artık. Bu batıl mabutların, başkaları için hiçbir şey yapamaya güçleri olmadığı gibi, kendilerinden bir zararı uzaklaştırmaya veya kendilerine bir fayda ulaştırmaya da güçleri yoktu. Dolayısıyla böyle mabutlar, asla övgüye ve ibadete lâyık değillerdir.

Uyanık bir vicdan ve açık bir kalple Resul-i Ekrem (s.a.a)’in sözlerini dinleyenlerin yaşamlarında derin bir değişiklik meydana geliyordu. Puta tapmaktan tevhide ve bir tek ilâha tapmaya yöneliyorlardı. Özellikle Mekke’nin fethinden sonra İslâm tebliğcileri özgür bir ortamda bu dinin beyanı ve tebliğine koyuldular. Neticede şehirlerde ve köylerde halkın çoğu putları kırdılar. Tevhid nidası Hicaz’ın birçok yerinden yükselmeye başladı. Fakat yine de bazı cahil ve mutaassıp kimseler, hurafe ve hayallerle dolu, onlarca ahlakî ve içtimaî bozuklukları beraberinde getiren kötü âdetlerinden vazgeçmiyorlardı. Artık tüm ahlakî ve içtimaî fesatların kaynağı olan ve insanın onuruyla bağdaşmayan putperestliğin kökünün kurutulmasının zamanı gelmişti.

Böyle bir zamanda Beraat (Tevbe) Suresi nazil oldu. Resulullah (s.a.a), binlerce insanın çeşitli şehirlerden gelerek Mekke’de büyük bir içtima oluşturdukları hac merasiminde, yüksek bir sesle Allah ve Resulü’nün müşriklerden beri olduğunu, dört aya kadar durumlarını açığa kavuşturmaları gerektiğini Hicaz müşriklerine bildirmekle görevlendirildi. Eğer tevhid dinine girerlerse, diğer Müslümanların safına geçecekler, İslâm’ın maddî ve manevî imkânlarından faydalanacaklar; fakat eğer inatçılıklarına devam ederlerse, dört aydan sonra savaşa hazır olmaları gerekecek ve yakalandıkları yerde öldürüleceklerdi.

Beraat Suresinin ayetleri Resulullah’ın hac merasimine katılmamaya karar verdiği bir zamanda indi. Bir yıl önce Mekke fethedildiği zaman Allah’ın evini ziyaret etmişti. Sonraları “Haccetü’l-Veda” diye adlandırılan haccı da o yıl değil, bir sonraki yıl yerine getirecekti. Bu sebepten dolayı yerine birini göndermesi gerekiyordu. Bu amaçla önce Ebu Bekir’i huzuruna çağırdı. Beraat Suresinin ilk ayetlerini ona öğreterek, kurban bayramında bu ayetleri hacda toplanan kalabalığa okuması için kırk kişiyle birlikte Mekke’ye gönderdi.

Ebu Bekir Mekke’nin yolunu tuttuktan sonra vahiy nazil oldu. Peygamber’e, bu mesajı (henüz kimseye açıklanmamış olan Beraat Suresinin ilk ayetlerini) ancak kendisinin veya kendisinden olan birisinin ulaştırması, bu ikisinden başkasının bu görevi yerine getirmeye yetkisinin olmadığı emri verilmişti.

Acaba vahyin bildirdiği “Peygamber’den olan bu şahıs” kimdi?

Fazla geçmeden Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)’ı huzuruna çağırdı. Mekke’ye doğru hareket etmesini, Ebu Bekir’den ayetleri almasını ve ona, vahy-i ilâhînin, bu görevi ya kendisinin ya da kendisinden olan birisinin yerine getirmesini Peygamber’e emrettiğini, bu yüzden bu işi kendisine devretmesi gerektiğini söylemesini emretti. Ali (a.s), Cabir ve ashaptan bir grup ile Mekke’ye doğru hareket etti. Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)’ın özel devesine binmişti. Bir süre sonra öndeki gruba yetişerek Resulullah (s.a.a)’ın emrini Ebu Bekir’e iletti.

O da ayetleri Ali (a.s)’a teslim etti.

Emirü’l-Mü’minin Mekke’ye girdi. Zilhicce ayının 10. günü Cemere-i Akabe’nin üstüne çıktı. Yüksek bir sesle Tevbe Suresinin ilk ayetlerini okudu ve Resulullah’ın dört maddelik ihtarnamesini herkesin duyacağı bir şekilde açıkladı.[22]

Kur’an ayetleri ve Resulullah’ın ihtarnamesinin müşrikler üzerinde çok büyük etkisi oldu. Dört ay geçmeden grup grup İslâm’a girdiler. Hicret’in 10. yılı bitmeden artık Hicaz’da şirkin kökü kazılmış oldu.

Ebu Bekir, azlinden sonra rahatsız bir şekilde Medine’ye dönünce Resulullah (s.a.a)’in huzuruna çıkarak şöyle dedi:

“Beni bu iş için lâyık görmüştün, ama fazla geçmeden beni bu görevden azlettin. Acaba bu konuda Allah’tan bir emir mi geldi?”

Resulullah şöyle cevap verdi:

“Allah’ın elçisi geldi ve; “Sen veya senden olan birisi dışında kimsenin bu görevi yerine getirme yetkisi yoktur.” dedi.”[23]



[1]- Hâkim Nişaburî, el-Müstedrek Ale’s-Sahihayn, c. 3, s. 14, birinci baskı, Beyrut, Daru’l-Marife, Hicrî 1406.

[2]- İbn-i Abdulbirr, el-İstîab Fî Marifeti’l-Ashab, c. 3, s. 35, birinci baskı, Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Hicrî 1327.

[3]- İbn-i Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, c 2, s. 277, Kahire, Mektebetü Mustafa Babî el-Halebî, Hicrî 1355; İbn-i Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, c. 2, s. 125, Beyrut, Daru Sadır, Hicrî 1399.

[4]- Nehc’ül-Belâğa, Subhî Salih, 64. Mektup; 28. Mektupta da bu konuyu hatırlatıyor.

[5]- Şeyh Müfid, el-İrşad, s. 89, Kum, Mektebetü Basiretî.

[6]- Şeyh Müfid, el-İrşad, s. 47, Kum, Mektebetü Basiretî.

[7]- İbn-i Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, c 2, s. 154, Beyrut, Daru Sadır, Hicrî 1399.

[8]- Şeyh Saduk, el-Hısal, s. 560, Tashih ve tahkik: Ali Ekber Gaffari, Kum, Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî, Hicrî 1403.

[9]- İbn-i Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, c. 2, s. 154, Beyrut, Daru Sadır, Hicrî 1399.

[10]- İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belâğa, c. 14, s. 253, birinci baskı, Kahire, Daru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye, Hicrî 1378. Harezmî, el-Menakıb adlı kitabının 223. sayfasında şöyle rivayet eder: “Ali (a.s) şûra olayında, fedakârlığını beyan eden gökyüzünden gelen sesi şûra üyelerine delil getirmiştir.”

[11]- Ahzab Suresi / 9 - 14.

[12]- Vakıdî, Müslümanların korkusunun şiddetini şu cümleyle beyan eder: “Sanki başlarının üstüne yırtıcı kuş konmuştu.” Bkz. Muhammed b. Ömer b. Vakıdî, el-Meğazî, c. 2, s. 470, Müessesetü’l-A’lemî.

[13]- İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belâğa, c. 13, s. 248, birinci baskı, Kahire, Daru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye, Hicrî 1378.

[14]- Muhammed Bâkır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 20, s. 215, Tahran, Daru’l-Kütübi’l-İslâmiyye.

[15]- Muhammed b. Ömer b. Vakıdî, el-Meğazî, c. 2,s 471, Beyrut, Müessesetü’l-A’lemî.

[16]- Ali (a.s) ile Amr b. Abduvud arasında geçenler, önceki kaynaklara ilaveten, biraz farklılıkla aşağıdaki kitaplarda da nakledilmiştir:

Biharu’l-Envar, c. 20, s. 203-206, Tahran, Daru’l-Kütübi’l-İslâmiyye; el-Hısal, s. 560, Tashih ve tahkik: Ali Ekber Gaffarî, Kum, Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî, Hicrî 1403; es-Siretü’n-Nebeviyye, c. 3, s. 236, Kahire, Mektebetü Mustafa Babî el-Halebî, Hicrî 1355; el-Kamil Fi’t-Tarih, s. 63, Beyrut, Daru Sadır, Hicrî 1399; el-İrşad, s. 54, Kum, Mektebetü Basiretî.

[17]- Muhammed Bâkır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 3, s. 32, Tahran, Daru’l-Kütübi’l İslâmiyye.

[18]- el-Müstedrek Ala’s-Sahihayn, c 3, s. 32, birinci baskı, Beyrut, Daru’l-Marifet, Hicrî 1406.

[19]- İbn-i Abdulbir, Peygamber’in sözünü şöyle naklediyor: “Bayrağı öyle birine teslim edeceğim ki Allah ve Resulünü sever, kaçacak biri değildir, Allah onun eliyle fethedecektir.” Bkz. el-İstîab Fî Marifeti’l-Ashab, c. 3, s. 36, birinci baskı, Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Hicrî 1328.

[20]- Kızıl tüylü develer, en beğenilen ve en pahalı develer idi.

[21]- Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî, Sahih-i Müslim, c. 5, s. 121, Kahire, Mektebetü Muhammed Ali Sabih. Ali (a.s)’ın bu büyük görevi ve Resulullah (s.a.a)’in onun hakkındaki sözleri az bir farklılıkla şu kaynakta da gelmiştir: İbn-i Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. 3, s. 349, Kahire Mektebetü Mustafa Babî el-Halebî, Hicrî 1355.

[22]- Bu dört madde şunlardı:

a) Müşriklerle olan antlaşma bozulmuştur.

b) Onların hac merasimine katılma hakları yoktur.

c) Çıplak şekilde Kâbe’yi tavaf etmek yasaklanmıştır.

d) Müşriklerin Mescid-i Haram’a girmeleri yasaklanmıştır.

[23]- Mahmud Alusî el-Bağdadî, Ruhu’l-Meanî, c. 1, Tevbe Suresinin Tefsiri, ikinci baskı, Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî.