Index Next

 

 

 

 

AKÂİD-İ İMAMİYYE

(Yüz Elli İlkede Akıcı Bir Dille, Delilleriyle İsnâ Aşeriyye Akaidi)

 

Yazan:

Cafer SÜBHANÎ

 

Çeviren:

Cafer BENDİDERYA

 


 

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ.. 15

Günümüz İnsanının Dine Yönelişi ve Akaid-i İmamiyyenin Yazılmasının Gerekliliği  15

Birinci Bölüm... 21

İSLAM'IN DÜNYA HAKKINDAKİ GENEL GÖRÜŞÜ.. 21

İslam'da Tanıma Yolları. 23

1. İlke: 23

2. İlke: 25

3. İlke: 26

4. İlke: 27

5. İlke: 27

İSLAM AÇISINDAN VARLIK.. 29

6. İlke: 29

7. İlke: 29

8. İlke: 30

9. İlke: 31

10. İlke: 31

11. İlke: 32

12. İlke: 32

İSLAM AÇISINDAN İNSAN.. 34

13. İlke: 34

14. İlke: 35

15. İlke: 35

16. İlke: 36

17. İlke: 36

18. İlke: 37

19. İlke: 38

20. İlke: 39

21. İlke: 39

22. İlke: 40

23. İlke: 41

24. İlke: 42

25. İlke: 43

26. İlke: 44

İkinci Bölüm... 47

AKAİD KÜLLİYATI 47

(1) 47

TEVHİD VE MERHALELERİ. 49

27. İlke: 49

TEVHİD MERHALELERİ 51

28. İlke: 51

29. İlke: 52

30. İlke: 54

31. İlke: 56

32. İlke: 61

TEŞRİÎ YÖNETİM: 62

33. İlke: 63

Üçüncü Bölüm... 67

AKAİD KÜLLİYATI 67

(2) 67

ALLAH'IN SIFATLARI. 69

34. İlke: 69

35. İlke: 70

36. İlke: 71

ALLAH'IN ZATÎ SIFATLARI 72

37. İlke: 72

A- Ezelî ve Kapsamlı İlim.. 72

B- Kapsamlı Güç. 73

C- Hayat 74

D- İrade. 74

ALLAH'IN FİİLÎ SIFATLARI. 76

38. İlke: 76

39. İlke: 78

40. İlke: 80

41. İlke: 80

ALLAH'IN SELBÎ SIFATLARI 82

42. İlke: 82

NAKLÎ SIFATLARI. 86

43. İlke: 86

Dördüncü Bölüm... 91

AKAİD KÜLLİYATI 91

(3) 91

ADL-İ İLAHÎ. 93

44. İlke: 93

45. İlke: 96

46. İlke: 98

47. İlke: 99

KAZA VE KADER.. 101

48. İlke: 101

49. İlke: 102

A- Kader: 103

B- Kaza: 103

50. İlke: 105

İNSAN VE İRADE.. 107

51. İlke: 107

52. İlke: 108

53. İlke: 109

Beşinci Bölüm... 111

AKAİD KÜLLİYATI 111

(4) 111

Genel Risalet 111

PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİNİN DELİLLERİ. 113

54. İlke: 113

KUR'AN VE PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ. 116

55. İlke: 116

PEYGAMBERLERİ TANIMANIN YOLLARI. 119

56. İlke: 119

57. İlke: 120

58. İlke: 121

59. İlke: 121

VAHİY VE NÜBÜVVET.. 124

60. İlke: 124

61. İlke: 125

PEYGAMBERLERİN MASUM OLUŞU.. 128

62. İlke. 128

63. İlke: 129

64. İlke: 131

65. İlke: 132

66. İlke: 133

67. İlke: 134

68. İlke: 135

69. İlke: 136

Altıncı Bölüm... 139

AKAİD KÜLLİYATI 139

(5) 139

Özel Risalet 139

70. İlke: 141

KUR'AN-I KERİM VEYA EBEDÎ MUCİZE.. 141

71. İlke: 143

72. İlke: 145

73. İlke: 147

74. İlke: 149

KUR'AN-I KERİM VE HZ. RESULULLAH (S.A.A)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLLERİ 149

75. İlke: 151

76. İlke: 152

HZ. RESULULLAH (S.A.A)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN ÖZELLİKLERİ 155

77. İlke: 155

78. İlke: 156

79. İlke: 158

80. İlke: 159

81. İlke: 161

82. İlke: 164

Yedinci Bölüm... 169

AKAİD KÜLLİYATI 169

(6) 169

İMAMET VE HİLAFET.. 171

83. İlke: 172

84. İlke: 174

85. İlke: 175

86. İlke: 177

1- EV GÜNÜ HADİSİ: 178

2- MENZİLET HADİSİ: 178

3- SEFİNE HADİSİ: 179

4- ÜMMETİN GÜVENCESİ HADİSİ: 180

5- SEKALEYN HADİSİ: 180

87. İlke: 182

88. İlke: 184

89. İlke: 186

90. İlke: 188

91. İlke: 189

92. İlke: 192

93. İlke: ON İKİ İMAM... 195

94. İlke: 197

ON İKİNCİ İMAM... 199

ZUHUR VE GAYBET. 199

95. İlke: 199

96. İlke: 200

97. İlke: 202

98. İlke: 203

99. İlke: 204

100. İlke: 205

101. İlke: 206

102. İlke: 206

 

Sekizinci Bölüm... 209

AKAİD KÜLLİYATI 209

(7) 209

ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYAT.. 211

103. İlke: 211

104. İlke: 212

105. İlke: 213

106. İlke: 215

107. İlke: 216

108. İlke: 217

109. İlke: 219

110. İlke: 221

111. İlke: 223

112. İlke: 224

113. İlke: 225

114. İlke: 227

A- KUR'AN-I KERİM'DE ŞEFAAT: 227

B- HADİSLERDE ŞEFAAT: 228

115. İlke: 229

116. İlke: 233

117. İlke: 235

118. İlke: 236

119. İlke: 238

Dokuzuncu Bölüm... 239

AKAİD KÜLLİYATI 239

(8) 239

İMAN, KÜFÜR, BİD'AT, TAKVA, TEVESSÜL, BEDA... 241

120. İlke: 241

121. İlke: 243

122. İlke: 245

123. İlke: BİD'AT. 246

124. İlke: TAKİYYE.. 251

125. İlke: TAKİYYE.. 253

126. İlke: TEVESSÜL. 256

127. İlke: TEVESSÜL. 257

128. İlke: BEDÂ.. 262

129. İlke: 267

130. İlke: SAHABENİN ADALETİ 269

131. İlke: 272

132. İlke: 277

133. İlke: 278

134. İlke: 282

135. İlke: 283

Onuncu Bölüm... 287

HADİS, İÇTİHAD VE FIKIH.. 287

136. İlke: 289

137. İlke: 290

A- Hz. Resulullah (s.a.a)'tan Nakletmeleri 290

B- Hz. Ali (a.s)'ın Kitabından Nakletmeleri 291

C- İlahi İlhamlar. 292

138. İlke: 293

139. İlke: 295

140. İlke: 298

141. İlke: 298

Bazı Fıkhî İhtilaf Konuları 299

142. İlke: 300

143. İlke: 302

144. İlke: 305

145. İlke: 309

146. İlke: 312

147. İlke: 313

148. İlke: 314

149. İlke: 317

150. İlke: 320

KAYNAKLAR.. 322

İÇİNDEKİLER.. 331

Birinci Bölüm.. 331

İslam'da Tanıma Yolları 331

1. İlke: 331

2. İlke: 331

3. İlke: 331

4. İlke: 331

5. İlke: 331

İslam Açısından Varlık. 332

6. İlke: 332

7. İlke: 332

8. İlke: 332

9. İlke: 332

10. İlke: 332

11. İlke: 332

12. İlke: 333

İslam Açısından İnsan. 333

13.  İlke: 333

14. İlke: 333

15. İlke: 333

16. İlke: 333

17. İlke: 333

18. İlke: 334

19. İlke: 334

20. İlke: 334

21. İlke: 334

22. İlke: 334

23. İlke: 334

24. İlke: 335

25. İlke: 335

26. İlke: 335

İkinci Bölüm.. 335

Tevhid ve Mertebeleri 335

27. İlke: 335

28. İlke: 335

29. İlke: 336

30. İlke: 336

31. İlke: 336

32. İlke: 336

33. İlke: 336

Üçüncü Bölüm.. 337

Allah Teala'nın Sıfatları 337

34. İlke: 337

35. İlke: 337

36. İlke: 337

37. İlke: 337

38. İlke: 337

39. İlke: 338

40. İlke: 338

41. İlke: 338

42. İlke: 338

43. İlke: 338

Dördüncü Bölüm.. 339

Adl-i İlahî 339

44. İlke: 339

45. İlke: 339

46. İlke: 339

47. İlke: 339

Kaza ve kader 339

48. İlke: 339

49. İlke: 340

50. İlke: 340

İnsan ve İrade. 340

51. İlke: 340

52. İlke: 340

53. İlke: 341

Peygamberlerin Gönderilmesinin Gerekliliğinin Delilleri 341

54. İlke: 341

55. İlke: 341

56. İlke: 341

57. İlke: 341

58. İlke: 342

59. İlke: 342

60. İlke: 342

61. İlke: 342

Peygamberlerin Masum Oluşu. 342

62. İlke: 342

63. İlke: 343

64. İlke: 343

65. İlke: 343

66. İlke: 343

67. İlke: 344

68. İlke: 344

69. İlke: 344

Altıncı Bölüm.. 344

Özel Risalet 344

70. İlke: 344

71. İlke: 345

72. İlke: 345

73. İlke: 345

74. İlke: 345

75. İlke: 346

76. İlke: 346

Hz. Resulullah (s.a.a)'in Peygamberliğinin Özellikleri 346

77. İlke: 346

78. İlke: 347

79. İlke: 347

80. İlke: 347

81. İlke: 347

82. İlke: 348

Yedinci Bölüm: 348

İmamet Ve Hilafet 348

83. İlke: 348

84. İlke: 349

85. İlke: 349

86. İlke: 349

87. İlke: 349

88. İlke: 350

89. İlke: 350

90. İlke: 350

91. İlke: 351

92. İlke: 351

93. İlke. 351

94. İlke. 351

On İkinci İmam.. 352

Gaybet ve Zuhur 352

95. İlke: 352

96. İlke: 352

97. İlke: 352

98. İlke: 353

99. İlke. 353

100. İlke: 353

101. İlke: 353

102. İlke: 354

Sekizinci Bölüm.. 354

Ölümden Sonra Hayat 354

103. İlke: 354

104. İlke: 354

105. İlke: 355

106. İlke: 355

107. İlke: 355

108. İlke: 355

109. İlke: 355

110. İlke: 356

111. İlke: 356

112. İlke: 356

113. İlke: 356

114. İlke: 357

115. İlke: 357

116. İlke: 357

117. İlke: 357

118. İlke: 358

119. İlke: 358

Dokuzuncu Bölüm.. 358

İman, Küfür, Bid'at, Takva, Tevessül, Beda... 358

120. İlke: 358

121. İlke: 358

122. İlke: 359

123. İlke: 359

124. İlke: 359

125. İlke: 359

126. İlke: 360

127. İlke: 360

128. İlke: 360

129. İlke: 360

130. İlke: 360

131. İlke: 361

132. İlke: 361

133. İlke: 362

134. İlke: 362

135. İlke: 362

Onuncu Bölüm.. 362

Hadis, İçtihad ve Fıkıh. 362

136. İlke: 362

137. İlke: 363

138. İlke: 363

139. İlke: 363

140. İlke: 363

141. İlke: 364

Bazı İhtilaf Konuları 364

142. İlke: 364

143. İlke: 364

144. İlke: 364

145. İlke: 365

146. İlke: 365

147. İlke: 365

148. İlke: 365

149. İlke: 365

150. İlke: 366

 

ÖNSÖZ

 

Günümüz İnsanının Dine Yönelişi ve Akaid-i İmamiyyenin Yazılmasının Gerekliliği

 

Günümüz dünyası, sanayi ve teknik dünyası olarak bilinmektedir; çünkü insanoğlu son asırlarda bu alanda göz alıcı ilerlemeler kaydetmiştir; dolayısıyla bu konunun onun özelliklerinden sayılması çok yerinde bir harekettir. Ancak bu özelliğin beraberinde, çok büyük kültürel bir olay da vuku bulmuştur ve o da günümüz insanının dine ve dinî kavramlara yönelişidir.

Dine yöneliş, tarihte bahsi geçen insan yönelişlerinin en temeli ve en eskisidir. Mevcut belge ve bulguların da ortaya koyduğu üzere, hiçbir dönemde insanoğlunun hayatı dine yöneliş ve din hissinden boş kalmamıştır. Bununla birlikte Rönesans ve bilimsel metotların değişimiyle insanın madde alemine sulta kurmasından sonra, bazı siyasî ve kültürel etkenler sonucu dine yöneliş rengini kaybetmiş ve batı dünyasında dine karşı bir nevi ilgisizlik baş göstermiştir. Sonra gittikçe bu hastalık doğulu ülkelerde sıçrayarak bir grubu etkisi altına almış ve giderek bu dalda o kadar ilerlemiştir ki, bazıları modern bilimin insanoğlunun tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceğini ve dinin temin ettiği istekleri modern bilimin de temin edeceğini sanmışlardır.

Fakat ortaya çıkan bir takım etkenler ve yıkıcı olaylar, bu düşünceyi çürüttü ve insanoğlunun hiçbir zaman dinden ve onun kılavuzluklarından müstağni olmayacağını ve hiçbir şeyin dinin yerini doldurmayacağını ispatladı. Bu etkenlerden üçünü sıralayalım:

1- Yirminci asırda dünya savaşlarının vuku bulması: On binlerce insanı kurban alan birinci ve ikinci dünya savaşları, dinden koptuğu ve insanoğlu arzularını gerçekleştireceği sanılan ilimle yönlendiriliyordu; fakat ansızın insanoğlunu böyle bir kadere düşürdü.

2- Ahlakî fesadın artması sonucu aile ocağının dağılması: Batı dünyasının büyük bir bölümünde, aile sözcüğü kendi anlamını kaybetmiş, sebatı olmayan geçici bir topluluk haline gelmiş ve bu dağılmada ise modern bilim etkisiz olmamıştır; (maksat yönlendirilmeyen ve tabiri caizse dinsiz bilimdir).

3- Bazı bilimsel teorilerin çürük çıkması ve itibarlarını kaybetmesi: İnsanoğlunun toplum da modern bilimlere karşı aşırı iyimserlik ve gönül vermesini oldukça azaltan yukarıdaki iki etken dışında bazı bilimsel teorilerin çürük çıkması ve itibarların kaybetmesi de insanoğlunun modern bilimlere karşı alemi tanıma konusundaki ilk iman ve inancını kaybetmesine ve gerçekte on dokuzuncu asırda, Avrupa insanını saran tatlı uykudan uyanmasına neden oldu.

Bu ve benzeri etkenler insanoğlunun tekrar insanî fıtratına dönmesine, din ve dinî maariflere yönelmesine neden oldu. Gerçekte, insanoğlu kendini din meziyetlerinden mahrum ettiği bir dönemden sonra susuz bir insan gibi, tatlı "din" suyunu aramaya başladı.

Dünyadaki gelişmeleri yakından izleyebilen herkesin kolayca fakına vardığı bu şüphe götürmez yeni yöneliş öyle bir şekilde ortaya çıktı ki, din, yeniden ilim merkezlerinde yüksek bir seviyede dikkate alındı, düşünürler ve bilimadamları onun hakkında konuştular, nitekim şimdi her hafta ve her ay din ve din tanıma hakkında onlarca makale ve kitap yayınlanmaktadır.

Bir yazarın da dediği gibi: "Maneviyat ve dine dönüş, batının sosyoloji temellerini tehdit eden bir çizgidir; dolayısıyla batılılar Müslümanların İslam dinine dönmesinden endişelenmekte, dahası; Hıristiyanların gerçek Hıristiyanlığa dönmesinden de aynı kaygıyı duymakta; daha açık bir deyişle, batı toplumunda ve hatta batılıların bireysel yaşamında maneviyatın tekrar tezahür edip batı insanının gönlüne taht kurmasından korkmaktadırlar.

Batılı bir araştırmacı, Müslüman ve Müslüman olmayan toplumlarda din ve inancın dönüş ve gelişmesinden örnekler verirken, son yıllarda batıda radikal Hıristiyanların da giderek artmakta oluşuna dikkat çekmektedir. Dindarların çeşitli şekillerde yükselişi ve sayılarının artışı, bir çok ülkeleri tehdit eden ve son yıllarda gittikçe yayılmakta olan bir gerçektir.[1]

Bu araştırmacının aksine biz bu olayı hayra yorumlamakta ve insanoğlunun tekrar dinin şefkatli kucağına dönüşüne sevinmekteyiz. Fakat bu müjdenin yanı sıra, endişelendirici bir nokta da vardır ve o da şudur: Eğer bu susuzluk doğru bir şekilde giderilmezse ve Allah korusun, din diye ham ve yanlış düşünceler ortaya çıkarsa, günümüz insanı kaybetmiş olduğu şeyi artık asla bulamayacak ve tekrar dine sırt çevirecektir. Dolayısıyla, yüreği yanık yazarların ve derdi bilen dinadamlarının bu fıtrî feryada doğru bir şekilde cevap vermek için kalkarak din kavramlarını doğru bir şekilde sunmaları ve bu ilahi feyzi berrak ve saf bir şekilde hakkı arayan insanlara takdim etmeleri gerekiyor.

Din sevgisinin evrensel bir olay olarak ortaya çıktığı ve dine sırt çevirenlerin tekrar dine yöneldiği bu şartlar altında, kesinlikle kişisel veya grupsal hedeflerini asil dini eğilimlerin yok olmasında arayan grup veya gruplar, onların dinî susuzluğunu gidermekle birlikte uğursuz amaçlarına ulaşmak için dini arayış içinde olanlara da din adına zehirli bir yemek sunmaktadırlar.

İslam dinini en son ve en mükemmel semavî din olarak kabullenen ve bu dinin kıyamete kadar insanın kişisel ve toplumsal alanlardaki bütün ihtiyaçlarını temin ettiğine inanmakta olan bizler, bu dinin yüce kavramlarını hayatımıza geçirmek amacıyla çeşitli vesilelerden yararlanarak doğru dini öğretilerini yaymak için zor elde edilen bu fırsattan yararlanmalıyız.

Diğer taraftan bizler, Ehl-i Beyt (a.s) mektebinin, Kur'an-ı Kerim ve Hz. Resulullah'ın itreti (a.s) kanalıyla elimize ulaşan o gerçek ve asil İslam olduğuna ve gerçekte, Ehl-i Beyt'in (a.s) gidişatının, kirli ellerin tahrifine maruz kalmadan bizi hakikat kaynağına götürecek olan yegane ana yol olduğuna inanmaktayız. Bu mektebin yüce ilkeleri ve onun tarih boyunca Hz. Resulullah'ın Ehl-i Beyt'ine (a.s) mensup oluşu, hakikate susayanları kendine çeken ve aşıkların onu savunma yolunda can vermelerine neden olan bir çekiciliğine neden olmuş ve günümüzde de bu çekiciliği devam etmektedir.

En son semavî şeriat sahibi Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun tertemiz Ehl-i Beyt'i (a.s) kanalıyla dini gerçekleri öğrenmek isteyen dine susamışlar, bu özet eserimize müracaat ederek katetmekte oldukları yolları için aydın bir meşale bulacaklardır. Evet, onlar bu güvenilir eseri mütalaa ederek Ehl-i Beyt (a.s) mektebinin gerçeklerini elde ederek daha fazla bilgi için verdiğimiz kaynaklara müracaat edebilirler.

Bu eserimiz; dünya insanlarına, inanç ve amel alanında Ehl-i Beyt'in (a.s) temel inançları ve dinî maariflerinin burada kaleme alınanlardan ibaret olduğunu ve bize isnat edildiği halde burada kaydedilen ilke ve kavramlarla bağdaşmayan her şeyin bir iftira olduğunu, hiçbir değer ve itibar ifade etmediğini ilan etmektedir.

Burada sözümüzü kısa keserek Allah Teala'nın lütfüyle, bir takım ilkeler ışığında, Ehl-i Beyt (a.s) mektebinde İslam ilkelerini açıklamaya başlıyoruz.

İslam inancı ilkelerini açıklamak için genel proje, marifet ve tanıma yolları, İslam dininin insan ve dünyayla ilgili görüşleri hakkında genel konuları açıklamaya bağlıdır. Mektebin bu bölümünün açıklanması, genel varlık alemi hakkında ki düşüncesini açıklamaktadır. Biz burada sözü uzatmamak için konulara kısaca değinmeye çalıştık ve doğal olarak ilkelerin her birinin genişçe açıklamasını kelam kitaplarına bıraktık.

Burada bu kitabın telifinde bana yardımcı olan Hüccet-il İslam ve'l Müslimin Rabbanî beyin değerli zahmetlerinden dolayı kendisine teşekkür etmeyi üzerime bir borç bilir ve Allah'tan onun bu güzel çalışmalarının karşılığını vermesini niyaz ediyorum.

 

Cafer Subhanî

14 Ramazan 1418 Hicri Kamerî

23/10/1376 Hicri Şemsî

Birinci Bölüm

İSLAM'IN DÜNYA HAKKINDAKİ GENEL GÖRÜŞÜ

 

İslam'da Tanıma Yolları

1. İlke:

İslam dini dünya ve din gerçeklerini tanımak için üç vesileden yararlanmakta ve bunların her birini kendi alanında muteber kabul etmektedir. Bu vesileler şunlardan ibarettir:

1- His ve duyular; bunlardan en önemlisi duyma ve görme duyusudur;

2- Sınırlı bir alanda özel bir takım kural ve ilkeler esasınca kesin olarak hakikati ortaya çıkaran akıl;

3- Yüce ve seçkin insanların gayb alemiyle ilişki vesilesi olan vahiy.

İlk iki yol genel vesilelerdir ve tüm insanlar dünyayı tanımak için bu ikisinden yararlanabilirler; nitekim bu ikisi dini anlamada da etkilidirler; ama üçüncü yol Allah Teala'nın özel lütuflarına mazhar olan kişilere hastır ve bunun en açık örneği ise peygamberlerdir.[2]

Duyu ve his vesilelerinden sadece hissedilebilecek şeylerde yararlanılabilir; nitekim akıldan da gerekli şartlara sahip olduğu sınırlı durumlarda yararlanmaktayız; oysa vahiy dairesi daha geniş olup ister akaid olsun ve ister mükellefiyetler, çok çeşitli alanlarda etkilidir.

Kur'an-ı Kerim çeşitli ayetlerde bu vesileler hakkında söz etmiştir; bunlardan ikisi örnek olarak şöyledir:

His ve akıl hakkında şöyle buyuruyor:

"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı(ğı zaman) hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 78)

Ayetin Arapça'sında geçen "ef'ide" sözcüğü "fuad" kelimesinin çoğulu olup "işitme duyusu" ve "gözler" ifadesinden akıl ve düşünme gücü anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Ayetin sonu ise şükretmeyi emrediyor ve insanın her üç güçten yararlanması gerektiğini bildiriyor; çünkü şükretmek, her nimeti kendine uygun yerde kullanmaktır.

Vahiy hakkında ise şöyle buyuruyor:

"Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Bilmiyorsanız zikir ehline sorun." (Nahl, 43)

Dindar bir insan dünya ve dini tanımada hissinden yararlanır; ancak genellikle hissî algılar akıl ve düşüncenin zemin ve temelini oluşturmaktadır; nitekim akıldan da Allah'ı, O'nun sıfat ve fiillerini tanımada yararlanılmaktadır ve bu üç yoldan elde edilenler kendi yerinde etkili olup hakikati ortaya çıkarmada muteberdir.[3]

2. İlke:

Peygamberlerin daveti iki şeyde özetlenmektedir: 1- İnanç; 2- Amel.

Akideden maksat dairesi, Allah'ın varlığına, O'nun cemal ve celal sıfatlarına ve fiillerine imandır;[4] nitekim amelden maksat da insanoğlunun kişisel ve toplumsal hayatını tatbik etmesi gereken teklif ve hükümlerdir.

Akide konusunda istenilen ve amaçlanan şey ilim ve yakindir ve ancak bu özelliğe sahip olan bir şey hüccet olabilir. İşte bu nedenle her Müslüman'ın inancı konusunda yakin ve kesin bilgiye ulaşması gerekir ve bu konuda sadece diğerlerinden taklid ile yetinilmez.

Teklif ve hükümler (amel) konusunda istenilen şey ise, yaşamı onlara uyarlamaktır. Burada yakin ve kesin bilgi dışında, şeriat açısından teyit edilen bir yola da istinat edilmesi gerekir; gerekli tüm şartlara sahip olan bir müçtehide müracaat etmek, şeriat sahibi tarafından onaylanan yolun bir bölümüdür. İleride bu konudan da bahsedeceğiz.

3. İlke:

Biz dinin inanç ve hükümlerini ispatlama konusunda, muteber olan bütün tanıma yollarından yararlanmaktayız; bu alanda akıl ve vahiy iki temel yoldur. "Vahiy"den maksat, semavî kitabımız Kur'an-ı Kerim ve senet zinciri Hz. Resulullah (s.a.a)'e ulaşan hadislerdir. Ehl-i Beyt'ten (a.s) nakledilen hadisler de ileride açıklanacağı üzere, tümü birer "sünnet" olarak ilahî hüccetlerden sayılmaktadır.

Akıl ve vahiy birbirlerinin hüccet oluşunu teyit etmektedirler ve eğer aklın kesin hükmüyle, vahyin hüccet olduğunu ispatlıyorsak, vahiy de aynı şekilde kendi alanında aklın hüccet oluşunu teyit etmektedir.

Kur'an-ı Kerim bir çok yerde insanları aklın hükmüne yönlendirmekte, onları yaratılışın insanı hayrete düşüren incelikleri konusunda düşünüp akletmeye davet etmekte ve kendisi de davetinin içeriğini ispatlamak için akıldan yardım almaktadır. Hiçbir semavî kitap Kur'an-ı Kerim gibi delille tanımaya önem vermemiştir; Kur'an-ı Kerim'de inanç ve marifet hakkında haddinden fazla aklî deliller vardır.

Ehl-i Beyt İmamları (a.s) da -aklın hükmetme yetkisi olduğu yerlerde- aklın hüccet olduğunu vurgulamışlardır. Nitekim, yedinci İmam Musa Kâzım (a.s), vahyi zahirî hüccet ve aklı ise batınî hüccet saymıştır.[5]

4. İlke:

Vahiy kesin bir delil olduğu ve akıl da Allah Teala'nın her insanın içinde yaktığı bir ışık olduğu için Allah'ın bu iki hücceti arasında hiçbir zaman çelişki olmaması gerekir ve eğer bu ikisi arasında çelişki olduğu gözlenirse bilmek gerekir ki, ya o konuda dini algılamamız yanlıştır ya da aklî delilin öncüllerinde yanlışlık yapılmıştır. Çünkü Allah Teala hiçbir zaman insanı çelişkili iki yola davet etmez.

Akılla vahiy arasında gerçek bir çelişkinin olabileceği düşünülemeyeceği gibi, "ilim" ile "vahiy" arasında da asla çelişki olmaz ve eğer bazı durumlarda bu ikisi arasında bir çeşit çelişki olduğu görünürse, yine ya o konularda bizim dini algılamamız doğru değildir ya da bilgi kesinlik seviyesine ulaşmamış demektir. Genellikle de çelişki kaynağı bilimsel varsayımların aceleci bir şekilde kesin bilgi olarak kabul edildiği ve böylece çelişki olduğunun sanıldığı ikinci şıktır.

5. İlke:

Düşünce ve zihni algılarımızdan bağımsız bir hakikati olan varlık düzenine hakim kanunlar hakkında hakikat, her zaman var olan ebedî bir konudur. Şöyle ki, eğer insan tanıma vesilelerinden birinin kanalıyla, bir gerçeğin "hakikat" olduğunu keşfederse, bunun her zaman için hakikat ve geçerli olduğunu söylemek gerekir ve eğer bir gerçeği keşfetmede, bir malumun bir bölümü hakikate uygun ve diğer bir bölümü ise hata olursa, hakikati olan bölüm sürekli hakikattir ve ortamın şartlarının değişimiyle de hakikat değişmez. Başka bir tabirle, tekvinî tanımada, bir zamanda hakikatin tâ kendisi ve başka bir zamanda ise hata olması anlamında hakikatin göreli oluşu düşünülemez: Eğer 2x2=4 ediyorsa bu iş sürekli böyledir ve eğer 2x2=4 etmiyorsa, bu da sürekli böyledir ve tanıma, bir merhalede hakikatin tâ kendisi olup başka bir merhalede hata olamaz.

Tanımada görelilik, insanın düşünce ve onayından başka bir gerçeği olmayan şeylerde söz konusudur. Örneğin ülkenin yönetim şeklinde semavî vahiyden ilham almayan toplumlar, hükümet şeklinin seçiminde bir gün, serbest ve özgür olarak bir metot üzerinde ittifak edecek olurlarsa, bu konuda onlar arasında ittifak olduğu sürece o metot hakikattir ve eğer bir gün onun aksine ittifak edecek olurlarsa, hakikat ikinci metot olur. Buna rağmen, tanıma yollarından her biri kendi alanında hakikatin kendisidir. Fakat zihin dışında belli başlı bir yeri ve sınırı olan şeyler, idrak ufkunda doğru bir şekilde yer alacak olurlarsa, sürekli doğru ve geçerli olurlar; onun aksi ise sürekli batıl ve temelsiz olacaktır.

İSLAM AÇISINDAN VARLIK

6. İlke:

Alem -Allah Teala dışındaki her şey- Allah Teala'nın yaratığıdır ve kâinat bir an bile Allah'tan ihtiyaçsız olmamış ve olmayacaktır da. Alem Allah'ın yaratığıdır diyorsak, alemin O'nun iradesiyle yaratıldığı anlamındadır; onun Allah Teala'ya oranı, bir babayla çocuğu arasındaki oran gibi değildir; nitekim bu konuda şöyle buyruluyor: "Doğurmamış ve doğurulmamıştır." (İhlas, 3)

7. İlke:

Dünyanın mevcut düzeni ebedî ve sürekli bir düzen değildir, Allah Teala'nın zaman ve saatini bildiği dünyanın mevcut düzeni bir süre sonra dağılarak yerine başka bir düzen gelecektir ve o da mead ve ahiret alemi düzenidir; nitekim şöyle buyuruyor: "O gün yer başka yere, gökler de (başka göklere) değiştirilir. Bütün insanlar tek ve kahredici Allah'ın huzurunda durur." (İbrahim, 48) Ve yine "Hepimiz Allah'tanız ve biz O'na dönücüleriz" (Bakara, 156) buyruğunda da bu gizli gerçeğe işaret edilmektedir.

8. İlke:

Varlık alemi neden ve sonuç temeli üzerine kurulmuştur ve alemdeki varlıklar arasında da neden ve sonuç ilişkisi vardır. Varlıklardan birbirinin üzerinde etki bırakması Allah Teala'nın izin ve iradesiyle gerçekleşir ve Allah Teala'nın hikmetli iradesi ise, kendi lütuf ve bağışını genellikle neden ve sonuç düzeni yoluyla gerçekleştirmektir.

Kur'an-ı Kerim yukarıdaki her iki konuyu da açıklamıştır. Yani hem doğadaki varlıklar arasında neden ve sonuç ilişkisi vardır ve hem de alemdeki her neden ve sonuç ilişkisi, Allah'ın genel izin ve iradesine bağlıdır. Birincisi hakkında aşağıdaki ayete dikkat etmek yeterlidir:

"Gökten su indirdi, onunla (yerden) sizin için rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı." (Bakara, 22)

İkincisi hakkında ise şu ayet yeterlidir:

"Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabb'inin izniyle (güzel) çıkar." (A'raf, 58) Bakara suresinin 102, 249 ve Âl-i İmrân suresinin 49, 166. ayetleri de bu anlamdadır.[6]

9. İlke:

Varlık maddî tabiat alemiyle eşit değildir; varlık aleminin büyük bir bölümünü Kur'an-ı Kerim'in "gayb alemi" diye adlandırdığı tabiat ötesi oluşturmaktadır. Maddi varlıklar Allah Teala'nın izniyle birbiri üzerinde etki bıraktıkları gibi gaybî varlıklar da tabiat aleminde Allah Teala'nın izniyle etkilidirler ve başka bir tabirle, Allah'ın lütuf ve feyizlerinin vasıtalarıdırlar. Kur'an-ı Kerim madde aleminde meleklerin etkili olduğuna değinerek şöyle buyuruyor:

"Andolsun (dünyanın) işini düzenleyenlere." (Nâzi'at, 5)

"O, kullarının üstünde tek hakimdir. Size koruyucu (melek)ler gönderir." (En'am, 61)

Yukarıdaki apaçık ayetlerden şu sonucu elde etmekteyiz: Varlık alemi -ister tabiat olsun, ister tabiat ötesi- kendisine hakim olan sebep sonuç düzeniyle, Allah Teala'nın iradesine bağlıdır.

10. İlke:

Alem bütünüyle hidayet edilmiş bir gerçektir ve alemdeki tüm zerreler, bulundukları her derecede, kendi hallerine uygun olarak hidayet nurundan yararlanmaktadırlar. Bu genel ve tümel hidayetin derecelerini doğal, içgüdüsel ve yaratılışsal hidayet oluşturmaktadır. Kur'an-ı Kerim çeşitli ayetlerde bu yaratılışsan ve tümel hidayetten bahsetmiştir; örneğin şöyle buyurmuştur:

"Rabb'imiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola iletendir." (Tâhâ, 50)

11. İlke:

Varlık alemi, en mükemmel ve en güzel düzendir. Varlık düzeni en güzel şekilde planlanmıştır; ondan daha mükemmel ve daha güzel bir düzen düşünülemez. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) Ve yine şöyle buyuruyor: "Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" (Mü'minun, 14)

Bu ilke için getirilen aklî delil şudur: Her failin fiili mükemmellik ve eksiklik bakımından onun sıfat ve kemalleriyle uyum içindedir; eğer fail olan varlığın sıfatlarında eksiklik olmazsa, onun fiili de her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olur. Allah Teala tüm varlık kemallerine en mükemmel ve en güzel şekilde sahip olduğu için, doğal olarak O'nun fiili de en mükemmel ve en güzel fiil olacaktır.

Ayrıca, Allah Teala'nın hikmet sahibi oluşu da, en güzel alemi yaratması mümkün olduğu halde ondan düşük bir alem yaratmamasını gerektirmektedir.

Şunu da hatırlatmak gerekir ki, tabiat ve madde aleminde kötülük ve şer diye adlandırılan şey en güzel varlık düzeniyle çelişmemektedir; bu konuyu "yaratıcılıkta tevhid" konusunda açıklayacağız.

12. İlke:

Alem mutlak hak olan Allah Teala'nın fiili ve onun yarattığı bir varlık olduğu için hak ve hikmet üzere yaratılmıştır, onda boş ve abes diye bir şey yoktur. Bu konuya Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde değinilmiştir; örneğin bir ayette şöyle buyuruyor:

"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları (boş yere değil), ancak hak üzere yarattık." (Ahkaf, 3)

İnsan ve alemin yaratılış hedefi de kıyamet kopunca gerçekleşecektir. Nitekim Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Gerçekten de hedef kıyamettir."[7]

İSLAM AÇISINDAN İNSAN

13. İlke:

İnsan cisim ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Ölümden sonra cismi dağılır; fakat ruhu hayatına devam eder ve insanın ölümü onun yok olması anlamında değildir. Bu nedenle kıyamete kadar berzah aleminde yaşamını sürdürür. Kur'an-ı Kerim insanın yaratılış merhalelerini açıklarken, cismine ruhun üfürülüşü olan son merhalesini şöyle beyan etmektedir: "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık." (Mü'minun, 14)

Yine çeşitli ayetlerde insanın berzah hayatına değinmektedir; örneğin şöyle buyurmaktadır: "Önlerinde (veya arkalarında) tâ dirilecekleri (kıyamet) gün(ün)e kadar, bir berzah[8] (perde) vardır." (Mü'minun, 100) Berzah hayatına tanıklık eden ayetler burada zikredemeyeceğimiz kadar fazladır.

14. İlke:

Her insan tertemiz bir fıtrat ve tevhidle yaratılmıştır; insan eğer bu yaratılışıyla hareket eder ve dış etkenlerce saptırılmazlarsa, hak yolunu kateder. Hiç kimse annesinden günahkâr veya kötü dünyaya gelmemiştir. Kötülük ve çirkinlikler sonradan kazanılmış olup insanın iradesi doğrultusunda dış etkenlerin sonucudur. İnsana başkalarından geçen çirkin özellikler de insanın istek ve iradesiyle değişmez değillerdir. Dolayısıyla, günümüz Hıristiyanlığında söz konusu olduğu gibi günah düşüncesinin insanoğlunun zatî özelliklerinden oluşu temelsiz bir teoridir.

Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor: "Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir." (Rum, 30) Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) de şöyle buyuruyor: "Tertemiz (tevhid ve tek olan Allah'a tapan) bir yaratılışla dünyaya gelmeyen hiç kimse yoktur."[9]

15. İlke:

İnsan irade sahibi ve seçim hakkı olan bir varlıktır; yani akıl gücü ışığında fiilin çeşitli yönlerini inceledikten sonra, onu yapmayı veya yapmamayı seçer. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Biz ona yolu gösterdik: (O) ya şükredici veya nankör olur." (İnsan, 3)

Yine şöyle buyuruyor: "De ki: Hak Rabb'inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 29)

16. İlke:

İnsan selim bir fıtrata, iyiyle kötüyü ayırt edecek akıl gücüne, serbest ve seçme iradesine sahip olması hasebiyle eğitilmesi mümkün olan bir varlıktır; her zaman yükselme ve Allah'a dönme yolu insanın yüzüne açıktır; ancak tövbesinin kabul olmayacağı ölüm anında, artık dönmesi mümkün değildir. İşte bu nedenle, peygamberlerin daveti tüm insanları, hatta Firavun gibi kişileri bile kapsamaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor:

"De ki: Arınmağa gönlün var mı? Seni Rabb'in(in yoluna) ileteyim de O'ndan korkasın." (Nazi'ât, 18-19)

İşte bu nedenle insan hiçbir zaman Allah'ın rahmet ve mağfiretinden ümit kesmemelidir. Nitekim bu konuda şöyle buyrulmaktadır:

"Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar." (Zümer, 53)

17. İlke:

İnsan akıl nurundan ve irade lütfünden yararlanması hasebiyle sorumlu bir varlıktır: Allah karşısında, sorumludur, peygamberler ve ilahî önderler karşısında sorumludur, kendi insanlık cevheri, diğer insanlar ve dünya karşısında sorumludur. Kur'an-ı Kerim bir çok ayette insanın sorumluluğunu açıkça vurgulamaktadır:

Şöyle buyuruyor: "Ahdi yerine getirin, çünkü (insan) ahdinden sorumlu tutulacaktır." (İsrâ, 34)

Yine bu konuda şöyle buyuruyor: "Kulak, göz ve gönül bunların hepsi o(yaptığı)ndan sorumludur." (İsrâ, 36)

Başka bir yerde ise şöyle buyuruyor: "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyâmet, 36)

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) de bu konuda şöyle buyuruyor: "Haberiniz olsun; hepiniz yöneticilersiniz ve hepiniz elinizin altındaki insanlardan sorumlusunuz."[10]

18. İlke:

İnsanın sahip olduğu manevî mükemmellikler dışında hiç kimsenin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlüğün en açık ölçüsü ise bütün yaşam boyutlarında takva ve sakınmaktır. Nitekim şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, en çok takvalı olanınız (korunanız)dır." (Hucurat, 13)

Dolayısıyla, insanın ırk, coğrafya ve benzeri özellikleri İslam açısından üstünlük, övgü ve iftihar kaynağı değildir.

19. İlke:

Fıtrî kökü olup gerçekte insanlık kuralları olan ahlakî değerler, sabit ve ebedî ilkelerdir; zamanın geçmesi ve toplumsal değişimler onların değişmesine neden olmaz. Örneğin, söz ve ahdine sadık kalmanın güzelliği veya iyiliğe iyilikle karşılık vermek ebedî bir şeydir ve insanoğlu olduğu müddetçe de böyle kalacaktır; bu ahlakî kural değişmez. Nitekim ihanet ve ahde vefa etmemenin çirkinliği de böyledir. Dolayısıyla, akıl bakımından, insanoğlunun toplumsal hayatında insanın tabiat ve yaratılışıyla içiçe ve sabit olan bir takım kurallar vardır.

Evet, ahlakî kuralların yanında zaman ve mekan şartlarından etkilenerek değişime uğrayan gelenek ve görenekler de vardır ki bunların sabit ahlakî kurallarla hiçbir ilişkisi yoktur.

Kur'an-ı Kerim bazı aklî ve sabit olan ahlakî kurallara işaret edere şöyle buyuruyor: "İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?" (Rahman, 60)

"İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur." (Tevbe, 91)

"Şüphesiz Allah iyilik edenlerin ecrini zâyi etmez." (Yusuf, 90)

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fehşadan, münker(kötülük)den ve azgınlıktan men eder." (Nahl, 90)

20. İlke:

İnsan amellerinden dolayı, ahiret yurdunda mükafatlandırılacağı veya cezalandırılacağı gibi aynı şekilde bu dünyada da amellerinin iyi veya kötü sonuçlarından payına düşeni alır. Gerçekte dünyadaki olaylardan bir bölümü insanın fiilinin tepkisidir. Vahiy de bu gerçeğin üzerinden perdeyi kaldırmış ve insanoğlunun bilgisi de bir yere kadar bunu elde etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bu konuda bir çok ayet vardır; buna örnek olarak şu iki ayete değinebiliriz:

"(O) ülkelerin halkı inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat onlar (Allah'ın ayetlerini) yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık." (A'raf, 96)

Hz. Nuh (a.s) kendi ümmetine, günahtan temizlenmekle Allah'ın rahmet kapılarının açılması ve Allah Teala'nın nimetlerinin artması arasında bir ilişki olduğunu hatırlatmaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor: "Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayandır dedim. (O'ndan mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol yağmur göndersin. Ve size çok mallarla, oğullarla yardım etsin. Size bahçeler versin, ırmaklar versin." (Nûh, 10-12)

21. İlke:

Ümmetlerin ilerlemesi ve gerilemesi bazı dış etkenler dışında, genellikle onların inanç, ahlak ve davranışlarında kök salan bir takım sebeplerden kaynaklanmaktadır. Bu ilke Allah'ın kaza ve kaderiyle de çelişmemektedir; çünkü bu kuralın kendisi Allah'ın genel takdirinin mazharlarından biridir. Yani Allah'ın genel iradesi, ümmetlerin kendi inanç ve davranışlarıyla kendi kaderlerini çizmeye taalluk etmiştir. Örneğin toplumsal ilişkilerini adalet ve eşitlik ilkesi üzerine kuran bir toplum, huzurlu ve güzel bir hayat sürer; toplumsal ilişkileri bunun aksine olan bir ümmeti ise kötü bir kader bekler. Bu ilkeyi Kur'an-ı Kerim "ilahî sünnetler" olarak adlandırmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

"Kendilerine uyarıcı gelince bunun, onları Hak'tan uzaklaşmaktan başka bir katkısı olmadı. Yeryüzünde büyüklük tasarlama(larını) ve kötü tuzak(ları) kurma(larını artırdı.) Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan başkasını mı bekliyorlar?! Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın; Allah'ın kanununda bir sapma bulamazsın." (Fâtır, 42-43)

"... Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz... O günler... Onları (zafer ve yenilgiyi) biz insanlar arasında çevirip duruyoruz..." (Âl-i İmrân, 139-140)

22. İlke:

İnsanoğlunun parlak bir geleceği vardır. İnsanoğlunun yaşamı genellikle acı ve tatsız olaylarla içiçe olmuştur; fakat bu durum sonuna kadar böyle devam etmeyecektir; beşer tarihi adaletin her yeri kapsayacağı parlak bir geleceğe doğru hareket etmektedir ve Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle salihler, yeryüzüne hakim olacaklardır. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım varis olacak (ve yer onların eline geçecek) diye yazmıştık." (Enbiyâ, 105)

Ve yine şöyle buyuruyor:

"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va'detti; onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yer yüzünde hükümran kılacak." (Nur, 559

Dolayısıyla, tarihin geleceğinde ve hakla batılın sürekli savaşında, her ne kadar uzun sürse bile nihaî zafer hakkındır. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Hayır, bir hakkı batılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, derhal (batılın) canı çıkar." (Enbiyâ, 18)

23. İlke:

İnsan Kur'an-ı Kerim açısından özel bir saygınlığa sahiptir; öyle ki meleklerin secdegâhı olmuştur. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Andolsun biz, Ademoğullarına çok ikram ettik, onları karada ve denizde taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." (İsrâ, 70)

İnsanın yaşamının temelini, saygınlık ve izzet-i nefsini korumak oluşturduğunu dikkate alarak, bu ilahî bağışı zedeleyecek her iş İslam açısından yasaktır. Daha açık bir tabirle, her türlü kötü sultayı kabul etmek kesinlikle yasaktır. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Başkalarının kulu olma; Allah seni hür yaratmıştır."[11]

Ve yine şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, kendisini alçaltması dışında müminin işlerini onun kendisine bırakmış (ve onu onları yapıp yapmamada serbest bırakmış; ama kendisini alçaltmasına müsaade etmemiştir)."[12]

Açıktır ki, Allah'ın meşru hükümetleri bu kanunla çelişmemektedir; sonraki bölümde buna daha geniş bir şekilde değineceğiz.

24. İlke:

İnsanın yaşamında akıl ve düşünceden yararlanması İslam açısından özel bir yere sahiptir; çünkü insanın diğer hayvanlardan üstünlüğünün ölçüsü düşünme ve akıl gücüdür. İşte bu nedenle Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde, insanoğlu düşünmeye ve akletmeye davet edilmiş, varlıklar üzerinde düşünmek ve akletmeyi akıl sahiplerinin özelliklerinden kabul etmiştir. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: Rabb'imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın." (Âl-i İmrân, 191) (Yaratılış üzerinde düşünme ve incelemenin gerekliliğini vurgulayan ayetler burada sayamayacağımız kadar çoktur).

Böyle bir bakış açısı nedeniyle, Kur'an-ı Kerim insanları geçmiştekileri araştırıp incelemeden körü körüne taklip etmekten alıkoymuştur.

25. İlke:

İslam dininde insanın iktisadî, siyasî ve diğer alanlarda kişisel özgürlüklerinin onun manevî yücelişiyle çelişmemesi ve genel maslahatları zedelememesini şart koşulmuştur. Gerçekte İslam dininde mükellefiyetin felsefesi, insanı sorumlu kılarak onun zatî değerini koruyup umumî maslahatları temin etmektir. İslam dininin putperestlik, ayyaşlık ve benzerlerini yasaklamasının nedeni insanın değer ve saygınlığını korumaktır ve işte buradan İslam dininin cezalandırma kanunlarının felsefesi de açıklık kazanmaktadır.

Kur'an-ı Kerim kısas kanununun uygulanmasını insan için hayat veren bir etken saymış ve şöyle buyurmuştur: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 179)

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor: "İnsan gizlice bir günah işlediği zaman sadece kendisine zarar verir; ama günahı açıkta yaptığı zaman kendisine itiraz edilmediğinde topluma zarar verir."

 İmam Sadık (a.s) bu hadisi naklettikten sonra şöyle eklemiştir: "Bunun sebebi şudur: Açıkta günah işleyen kişi bu hareketiyle Allah'ın hükümlerinin saygınlığını çiğner ve Allah'ın düşmanları da onu izler."[13]

26. İlke:

İslam dininde kişisel özgürlüğün örneklerinden biri, dini kabul etmede zorlamanın olmayışıdır; nitekim şöyle buyuruyor: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur." (Bakara, 256) Çünkü İslam'a göre beğenilen din, kalben inanmak ve iman etmektir ve bu da zor ve kaba kuvvetle insanın kalbine yerleşmez; inancın kalbe yerleşmesi için bir takım ön hazırlıklara gerek vardır; bunların ne önemlisi ise hakkın batıldan ayrılmasıdır. Bu tanıma oluştuğu zaman, normal şartlarda insan hakkı seçer.

Evet, "cihad" İslam dininin önemli farzlarından biridir; ancak cihadın anlamı başkalarını İslam dinini kabullenmeye zorlamak değildir; aksine onun anlamı, "doğru yolun belli olması" için ilahî mesajın insanların kulağına ulaşmasını engelleyen etkenlerin kaldırılmasıdır. Doğal olarak, saltanat ve servet sevdalıları maddî ve şeytanî amaçlarla dinin özgürlük vadeden mesajının insanların kulağına ulaşmasına engel olurlarsa, (insanoğlunu irşat ve hidayet etmekten ibaret olan) peygamberliğin felsefesi, Allah Teala'nın mesajının insanlara ulaşmasını sağlamak amacıyla ortam hazırlanması için mücahidlerin her türlü engeli ortadan kaldırmalarını gerektiriyor.

Buraya kadar söylediklerimizden, İslam dininin insan ve alem hakkındaki görüşü anlaşıldı. Bu konuda yeri geldiğinde açıklayacağımız diğer noktalar da vardır. Şimdi İslam dininin inanç ve ahkam alanındaki görüşlerini inceleyelim.

 

İkinci Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(1)

 

TEVHİD VE MERHALELERİ

27. İlke:

Allah'ın varlığına inanmak, bütün semavî dinlerdeki ortak ilkedir ve esasen ilahî kişiyle (hangi dine tabi olursa olsun) maddeci bir kişiyi birbirinden ayıran şey de bu konuda saklıdır.

Kur'an-ı Kerim Allah'ın varlığını delile ihtiyacı olmayan apaçık bir konu bilmekte ve bu husustaki her türlü şek ve şüpheyi yersiz saymaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?!" (İbrahim, 10)

Allah Teala'nın varlığı apaçık bir konu olmasına rağmen, Kur'an-ı Kerim delil ve düşünme yoluyla Allah'ı tanıyıp akıllarına takılabilecek her türlü şek ve şüpheyi gidermek isteyen kimseler için bir takım yollar göstermiştir. Onların en önemlileri şunlardır:

1- İnsanın özel şartlar altında kendini gösteren daha üstün bir varlığa ihtiyaç ve bağımlılık hissi, onu yaratılışın kaynağına götüren fıtratının sesidir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

"Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratışına ki, insanları ona göre yaratmıştır." (Rum, 30)

Yine şöyle buyuruyor: "Gemiye bindikleri zaman (gemileri denizin kükreyen dalgaları arasında batmak üzere olunca), dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Fakat (Allah) onları salimen karaya çıkarınca hemen (O'na) ortak koşarlar." (Ankebut, 65)

2- Tabiat alemi ve ondaki Allah'ı varlığının apaçık nişaneleri olan insanı hayrete düşüren şeyler üzerinde inceleme yapmaya davet! Bu nişaneler, varlık aleminde bilim, güç ve hekimane bir yönetimin parmağı olduğunu göstermektedir:

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır." (Âl-i İmrân, 190)

Bu konuyla ilgili ayetler oldukça çoktur ve biz burada örnek olarak bu kadarıyla yetiniyoruz.

Açıktır ki, bu söylediklerimiz Allah'ı tanıma yolunun bu ikisiyle sınırlı olduğu anlamına gelmez; aksine Allah'ın varlığını ispatlamak için İslam kelamcıların kelam kitaplarında kaydettikleri bir çok deliller vardır.

TEVHİD MERHALELERİ

Bütün semavî dinler tevhid ve tek ilaha tapmak esasına dayanmaktadır ve bunlar arasındaki en açık ortak nokta, tek olan Allah'a inanmaktır; ama bu dinlerin bazı takipçileri arasında bu ortak inançta sapmalar meydana gelmiştir. Aşağıda Kur'an-ı Kerim ve hadislerden ilham alarak ve yine aklî deliller yardımıyla tevhid mertebelerini açıklayacağız:

28. İlke:

Tevhidin ilk mertebesi, tehvid-i zatîdir. Tevhid-i zatî iki kısımdır:

a- Allah Teala'nın zatı tek ve eşsizdir; O'nun için eş ve benzer düşünülemez.

b- Allah Teala'nın zatı basittir (yalındır); O'nda hiçbir şekilde kesret ve terkip söz konusu değildir.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) yukarıdaki iki anlamı şöyle açıklamaktadır:

1- "O, tektir ve varlıklar arasında onun benzeri yoktur."

2- "O manen tektir; ne dışarıda, ne hayalde ve ne de akılda parçalara ayrılmaz."[14]

Tevhid hakkında Müslümanların inancını açıklayan İhlas suresi her iki merhaleye işaret etmektedir: Birinci kısma "Hiçbir şey O'nun dengi değildir" ayetiyle ve ikinci kısma ise "De ki: O Allah birdir" ayetiyle değinmektedir.

Dolayısıyla, Hıristiyanlıktaki teslis=üçleme (baba, oğul, Ruh-ul Kudüs) İslam mantığı açısından batıldır ve Kur'an-ı Kerim ayetlerinde onun doğru olmadığı açıklanmıştır; nitekim kelam kitaplarında da bu konu genişçe açıklanmıştır. Biz burada sadece şu açıklamayla yetiniyoruz:

Üç ilahın varlığı anlamında teslis=üçleme, şu iki şıktan biridir: 1- Bu üç ilahtan her biri diğerinden ayrı bir varlık ve kişiliğe sahiptir; yani her biri tüm ilahlık özelliğine sahiptir. Bu durumda birinci anlamdaki tevhid-i zatîye (O'nun eşi ve benzeri yoktur) ters düşer. 2- Üç ilah bir şahsiyeti teşkil etmekte ve her biri onun bir bölümünü oluşturmaktadır; bu durumda da terkibi gerektirmekte ve tevhid-i zatînin ikinci anlamına (O, basittir) ters düşmektedir.

29. İlke:

Tevhidin ikinci merhalesi, Allah Teala'nın zatî sıfatlarında tevhittir. Biz Allah'ı tüm kemalî sıfatlara sahip bilmekteyiz. Akıl ve vahiy de bu kemal sıfatlarının Allah Teala'da varlığına delalet etmektedir. Dolayısıyla Allah Teala: Alim, Kadir, Hay, Duyan, Gören vs...dir. Bu sıfatlar anlam bakımından birbirinden farklıdırlar. "Alim" kelimesinden anladığımız şey "kadir" kelimesinden anladığımızdan farklıdır. Fakat asıl bahis konusu şudur: Bu sıfatlar mana ve mefhumda birbirlerinden farklı oldukları gibi gerçekte de birbirlerinden farklı mıdırlar; yani acaba Allah Teala'nın varlığında da birbirinden ayrı mıdırlar, yoksa bir midirler?

Bu sorunun cevabında şunu söylemek gerekir: Bu sıfatların Allah Teala'nın zatında ayrılıkları, O'nun zatında kesret ve terkibi gerektirdiğinden, kesinlikle bu sıfatların, mana ve mefhumda birbirinden farklı ve ayrı şeyler olmalarına rağmen, bir ve aynı şeydirler. Başka bir tabirle: Allah Teala'nın zatı basit (yalın) olmasına rağmen bu sıfatların tümüne sahiptir; Allah Teala'nın zatının bir bölümünü ilim, diğer bölümünü kudret ve bir başka bölümünü de hay ve diri oluşu teşkil etmez ve araştırmacıların tabiriyle: O'nun tümü ilimdir, tümü kudrettir ve tümü dirlik ve hayattır...[15]

Dolayısıyla, Allah Teala'nın zatî sıfatları, kadim ve ezelî olmakla birlikte O'nun zatının aynıdır. Allah Teala'nın sıfatlarını ezelî ve kadim, fakat zatıyla aynı olduğunu kabul etmeyenlerin görüşleri ise doğru değildir. Çünkü, bu görüş gerçekte Allah Teala'nın sıfatlarını insana benzetmekten kaynaklanmış ve insandaki sıfatlar onun zatından ayrı olduğu için Allah Teala'da da böyle olduğunu sanmışlardır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah Teala ezelden beri bizim Rabb'imizdir; hiç bir malum, mesmu' (duyulan), mubser (görülen) ve makdur (güç yetirilen) olmadan önce ilim, sem' (duyma), basar (görme) ve kudret O'nun zatının aynıydı."

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) de Allah Teala'nın sıfatlarının O'nun zatıyla aynı oluşunu şöyle açıklamaktadır: "Tevhidde ihlasın kemâli O'nu (zatından ayrı) sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü her sıfat, vasfedilenden ve her vasfedilenden de sıfattan ayrı olduğuna tanıklık eder[16]."[17]

30. İlke:

Tevhidin üçüncü merhalesi, yaratıcılığında tevhiddir. Yani, Allah Teala'dan başka yaratıcı yoktur ve varlıkların tümünü yaratan O'dur. Kur'an-ı Kerim tevhidin bu merhalesini vurgulayarak şöyle buyuruyor:

"Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O, tektir, kahredendir." (Ra'd, 16)

"İşte her şeyin yaratıcısı olan Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka tanrı yoktur." (Mü'min, 62)

Vahiy dışında, akıl da yaratıcılıkta tevhide tanıklık etmektedir; çünkü Allah'tan başka her şey mümkün ve muhtaç bir varlıktır ve doğal olarak onun ihtiyacı Allah tarafından giderilmekte ve varlık boyutunda isteklerini O temin etmektedir.

Yaratıcılıkta tevhid, tabii ki varlık aleminde sebep sonuç ilkesini reddetmek anlamında değildir. Çünkü mümkün varlıkların birbiri üzerinde etkisi, Allah'ın iznine bağlıdır; sebebin varlığı ve varlıkların sebebiyeti -her ikisi de- O'nun iradesinin görüntülerinden sayılmaktadır. Güneş ve aya sıcaklık ve parlaklık veren O'dur ve istediği zaman da onlardan bu etkiyi alır. Bu açıdan O tek ve eşsiz yaratıcıdır.

Altıncı ilkede değindiğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim de sebep sonuç düzenini onaylamıştır. Nitekim şöyle buyuruyor: "Rüzgarları gönderen, bulutları kaldıran, sonra onu göğe dilediği gibi yayan Allah'tır." (Rum, 48) Bu ayette, bulutları hareket ettirmede rüzgarın etkisi açıkça beyan edilmektedir.

Allah Teala'nın yaratıcılık dairesinin tüm varlıkları kapsamına alması, kulların çirkin işlerinin Allah Teala'ya nispet verilmesini gerektirmez. Çünkü her varlık, mümkün bir varlık olması hasebiyle, Allah'ın genel irade ve gücüne istinat etmeden var olamaz; ancak insan hakkında, onun kendi fiilinde iradeli ve muhtar[18] bir varlık olduğu için, Allah'ın takdiriyle karar verme hakkına sahiptir, itaat ve itaatsizlik bakımından fiilin gerçekleşmesi onun iradesine ve aldığı karara bağlıdır.

Başka bir tabirle: Allah Teala varlıkları yoktan var edendir ve varlık mutlak olarak O'ndandır ve O'na istinat edilir; bu açıdan hiçbir kötülük söz konusu değildir. Nitekim şöyle buyuruyor: "O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) Ancak onun akıl ve din ölçüleriyle bağdaşıp bağdaşmamasına neden olan insanın kararıdır. Konunun daha fazla açıklık kazanması için "yemek" ve "içmek" gibi insanın fiillerinden ikisini göz önünde bulundurduğumuz takdirde, bu iki fiil varlık oldukları için Allah'a isnat edilmekte; fakat varlık onlarda "yemek" ve "içmek" şekline gerçekleştiği ve insan kendi organlarının iradî faaliyetiyle onu bu şekle getirdiği için de bunların faile ait olmaları gerekmektedir; çünkü kesinlikle bu iki fiil bu şekilde Allah'a isnat edilemez. Dolayısıyla, Allah varedendir; insan ise yiyen, içen, fail ve işi yapandır.

31. İlke:

Tevhidin dördüncü merhalesi, rububiyet ile alem ve insanı yönetmekte tevhittir. Rububiyette tevhidin iki boyutu vardır:

1- Tekvinî yönetim;

2- Teşriî yönetim.

Teşriî yönetimi ayrı bir ilkede bahsedeceğiz. Şimdilik tekvinî yönetim çerçevesinde tevhidi ele alalım.

Tekvinî yönetim, varlık alemini yönetmektir; yani varlık aleminin yönetimi -onu icat edip yarattığı gibi- tek ve eşsiz olan Allah Teala'nın elindedir. İnsanların işlerinde bir şeyi meydana getirmekle yönetmek birbirinden ayrılabilir; örneğin birisi bir fabrikayı yapar ve diğeri ise onu yönetir. Fakat varlık aleminde, yaratanla yöneten bir kişidir ve buradaki nükte ise alemin yönetiminin onun yaratılışından ayrı olmayışıdır.

Peygamberler tarihi, yaracılıkta tevhid meselesinin onların ümmetleri arasında tartışılan bir konu olduğunu göstermektedir; eğer şirk vardıysa, genellikle alemin yönetimi ve onu izleyerek kulluk ve tapınma hakkında söz konusuydu. Hz. İbrahim Halil (a.s) döneminde müşrikler sadece bir tek yaratıcıya inanıyorlardı; fakat yanılarak alemin yöneticisinin yıldızlar, ay veya güneş olduğunu sanıyorlardı; Hz. İbrahim'in (a.s) onlarla tartışması da bu konudaydı.[19]

Nitekim Hz. İbrahim'den (a.s) sonra yaşayan Hz. Yusuf'un (a.s) döneminde de şirk; ilah ve rububiyet konusunda söz konusuydu -sanki Allah alemi yarattıktan sonra, onun yönetimini diğerlerine bırakmıştı- ve bu konu Hz. Yusuf'un (a.s), zindan arkadaşlarıyla konuşmasından apaçık anlaşılmaktadır. Onlara şöyle diyor ki: "Çeşitli tanrılar mı iyi, yoksa her şeyi (hükmü altında tutan) kahredici Allah mı?" (Yusuf, 39)

Yine Kur'an ayetlerinden, Hz. Resulullah (s.a.a)'in dönemindeki müşrikler kaderlerinin bir bölümünün mabutlarının elinde olduğuna inandıkları anlaşılmaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor: "Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka tanrılar edindiler." (Meryem, 81)

Yine şöyle buyuruyor: "Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. (O tanrılar) kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir." (Yâsîn, 74-75)

Kur'an-ı Kerim çeşitli ayetlerde müşrikleri, "siz kendilerine ve tapanlara bir yarar veya zarar dokundurmaya gücü yetmeyen şeylere tapmaktasınız", diye buyurmaktadır. Bu gibi ayetler, Hz. Resulullah (s.a.a)'in dönemindeki müşriklerin, mabutlarının yarar ve zarar verebildiğine inandıklarını[20] ve bunun da onların putlara tapmalarına neden olduğunu göstermektedir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in dönemindeki müşriklerin inançlarını ortaya koyan bu ve benzeri ayetler, onların yaratıcılıkta tevhide inanmakla birlikte, Allah'ın ilahlığı konusunda bazı şeylerde müşrik olduklarını ve o şeylerde kendi mabutlarını etkili bildiklerini göstermektedir. Kur'an-ı Kerim onları putlara tapmaktan alıkoymak için bu inancı batıl bilerek, "sizin mabutlarınızın böyle bir rolü olamaz", buyuruyor.

Bazı ayetler ise müşrikleri, Allah Teala için eş ve benzer tuttukları ve onları Allah kadar sevdikleri için kınıyor: "İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah'ı sever gibi onları severler." (Bakara, 165)

Allah Teala'ya ortak koşmanın kınandığı diğer ayetlerde de görmekteyiz[21] ve bu ayetlerden anlaşıldığı üzere, müşrikler onların Allah Teala'nın özelliklerine sahip olduklarına inanıyorlardı. Daha sonra onların bu makamlara sahip olduklarını sandıkları için de onları severek adeta kendilerine tapınıyorlardı. Başka bir tabirle: Onları bazı açılardan Allah Teala'nın eşi, benzeri ve şeriki sandıkları için onlara tapıyorlardı.

Kur'an-ı Kerim kıyamet gününde müşriklerin kendilerini ve putlarını şöyle kınayacaklarını beyan ediyor: "Vallahi biz apaçık bir sapıklık içindeymişiz! Çünkü sizi (putları) âlemlerin Rabb'îne eşit tutuyorduk." (Şuarâ, 97-98)

Evet, Allah Teala'nın ilahlık dairesi çok geniştir; bu nedenle Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in dönemindeki müşrikler rızık, diriliş, emanet ve alemin genel yönetimi gibi önemli konularda muvahhid idiler.

Nitekim şöyle buyuruyor: "De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sahibi kimdir? (Onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğu(nu) yürütüyor (kainatı yönetiyor)? "Allah", diyecekler. De ki: O halde (O'nun azabından) korunmuyor musunuz?!" (Yunus, 31)

"De ki: Biliyorsanız (söyleyin) dünya ve içinde bulunanlar kimindir? "Allah'ındır", diyecekler. O halde neden anmıyorsunuz? de. Yedi göğün Rabb'i ve büyük Arş'ın Rabb'i kimdir? de. Bunlar, "Allah'ındır", diyecekler. O halde neden (O'nun azabından) korunmuyorsunuz?! de." (Mü'minûn, 84-87)

Fakat bu kişiler, daha önce değindiğimiz Meryem ve Yâsîn suresinin ayetleri gereğince, savaşta galip gelme, yolculukta tehlikeden korunma gibi şeylerde alemin kaderinde mabutlarının bir etkisi olduğunu sanıyor ve bundan da öte, şefaati onların hakkı bilerek onların Allah Teala'nın izni olmaksızın şefaat edebileceklerini ve şefaatlerinin etkili olacağını sanıyorlardı.

Dolayısıyla, bazı kişilerin, bazı şeylerin yönetimini Allah Teala'ya has bilerek müvahhid olmalarıyla şefaat, yarar ve zarar sağlamak, izzet ve mağfiret, yönetim ve bazı işleri elinde bulundurma gibi şeyleri mabutlarına ait bilip onlarda mabutlarının etkili olacağına inanmaları arasından bir çelişki yoktur.

Evet, bazen müşrikler Allah'a ortak koşmalarına ve putperestliklerine geçerlilik kazandırmak için şöyle diyorlardı: Bizi putlar aracılığıyla Allah'a yakın olmak için onlara tapıyoruz (yani yaşamımızda onları etkili bilmiyoruz). Kur'an-ı Kerim onların bu izahını şöyle naklediyor: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." Ancak ayetin devamında onların bu konuda yalan söylediklerini açıklıyor: "Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez." (Zümer, 3)

Fakat rububiyet ve ilahlıkta tevhid, insan ve dünya hakkında Allah'ın -küllî veya cüzî- izni olmaksızın Allah'tan başkasının her türlü bağımsız yönetim düşüncesini geçersiz kılmak anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'in tevhidî mantığı, her türlü müstakil yönetim düşüncesini iptal ederek Allah'tan başkasına ibadeti batıl ve geçersiz bilmektedir.

Rububiyette tevhidin delili apaçık bellidir: Çünkü alem ve insan hakkında "yaratılış düzeninin yönetimi" onun "yaratılışı"ndan ayrı değildir. Ve eğer alemle insanın yaratıcısı bir kişiyse, onların yöneticisi de bir kişidir. İşte yaratıcılıkla alemin yönetimi arasındaki bu bağlantı nedeniyle Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de göklerin yaratılışından bahsederken, kendisini alemin yöneticisi olarak tanıtarak bağımsız buyuruyor:

"Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istivâ etti, güneşi ve ay'ı iradesine boyun eğdirdi. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) işi(ni) O düzenler..." (Râ'd, 2)

Başka bir ayette varlık alemine hakim olan düzeni alemin yöneticisinin bir ve tek olduğunun delili kabul ederek şöyle buyuruyor:

"Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı; ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti." (Enbiyâ, 22)

Yönetimde tevhid, "Allah Teala'nın izniyle" görevlerini yerine getirmekte olan ve gerçekte Allah Teala'nın rububiyetinin mazharlarının bir cilvesi olan diğer yöneticilere inanmakla çelişmez. Dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim rububiyette tevhidi vurgulamakla birlikte, başka yöneticilerin de varlığını açıkça vurgulayarak şöyle buyuruyor: "İşi düzenleyenlere..." (Nazi'at, 5)

32. İlke:

Tedbir ve yönetimden maksat, ister dünyada olsun, ister ahirette, ister yaratma boyutunda olsun, ister yasama tüm alanlarda insan ve dünyayı idare etmektir. Dolayısıyla, insanoğlunun işlerini yönetmek tüm alanlarda tek olan Allah Teala'ya hastır.

Şimdi rububiyette tevhidin ikinci kısmına (teşriî yönetim) dikkat ediniz:

TEŞRİÎ YÖNETİM:

Allah Teala, geniş yaratılış aleminde yegane yönetici olduğu, varlık alemini ve insanların yaşantısını elinde bulundurduğu (tekvinî yönetim) gibi şeriat ve yasamayla ilgili her şey -hükümet, kanun koymak, itaat, şefaat ve suçların affı- de O'nun elindedir ve O'nun izni olmaksızın hiç kimse bu konularda tasarruf edemez. İşte bu nedenle hakimiyette tevhid, yasamada tevhid, itaatte tevhid... yönetimde tevhidin dallarından sayılmaktadır.

Dolayısıyla, eğer Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların yöneticisi seçilmişse, bu seçim Allah'ın izniyle gerçekleşmiştir ve işte bu nedenle ona itaat aynen Allah'a itaat gibi gerekli sayılmıştır, hatta Allah'a itaatin özü bilinmiştir. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ, 80) Ve yine buyuruyor ki: "Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik." (Nisâ, 64) Çünkü eğer Allah'ın izni ve emri olmasaydı, peygamber ne yönetici olurdu, ne de kendisine itaat edilirdi ve gerçekte, onun hükümeti ve ona itaat ediliş Allah'ın hükümet ve itaatinin tecelligâhıdır.

Ayrıca görev tayini ilahlık işlerinden olduğu için hiç kimse Allah'ın emrettiği dışında bir şeye hüküm verme hakkına sahip değildir: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kafirler onlardır!" (Mâide, 44)

Yine şefaat ve günahları affetmek Allah Teala'ya has haklardandır ve hiç kimse onun izni olmaksızın şefaat edemez; nitekim şöyle buyuruyor: "O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 255) Ve yine şöyle buyuruyor: "(Allah'ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler." (Enbiyâ, 28)

Dolayısıyla, İslam açısından, Hıristiyanlıkla olduğu gibi ilahî makam dışında bir kişinin cenneti satabileceği veya birinden ahiret azabını uzaklaştırabileceği düşüncesiyle af ve bağışlama kartlarının alış-verişi temel ve esası olmayan bir şeydir; nitekim şöyle buyuruyor: "Günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir?" (Âl-i İmrân, 135)

Muvahhid bir insan bu söylediklerimizi göz önünde bulundurarak, din ve yasamayla ilgili konularda Allah Teala'yı yegane merci ve yönetici kabul etmeli; sadece Allah Teala'nın kendisi hüküm sürmesi ve dinî vazifeleri beyan etmesi için birini seçmişse bu durumda ona itaat edilmelidir.

33. İlke:

İbadette tevhid, bütün ilahî dinler arasında ortak bir ilkedir ve bir anlamda peygamberlerin gönderilişinden hedef de bu ilkeyi hatırlatmaktır; nitekim şöyle buyuruyor: "Andolsun biz her millet içinde: Allah'a kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının, diye bir elçi gönderdik." (Nahl, 36) Tüm Müslümanlar namazda ibadette tevhide tanıklık ederek şöyle demekteler: "Yalnız sana kulluk ederiz." (Fatiha, 5)

Dolayısıyla, sadece Allah'a tapmanın ve O'ndan başka her şeyden uzaklaşmanın gerektiği kesindir; hiç kimse bu genel kurala karşı değildir. Eğer tartışma konusu varsa, o da bazı şeyleri yapmanın Allah'tan başkasına ibadet olup olmadığı üzerindedir. Bu konuda kesin bir sonuca varmak için ibadet teriminin mantıklı bir şekilde tanımlanması ve tapınma adı altında yapılan amelin saygı ve tazim için yapılan amelden ayrılması gerekir.

Şüphesiz babaya, anneye, peygamberlere ve Allah'ın velilerine tapmak haram ve şirktir; buna rağmen onlara saygı göstermek ve tazim etmek de gerekli ve tevhidin özüdür: "Rabb'in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya, babaya iyilik etmenizi emretti." (İsrâ, 23) Şimdi "ibadet"i "saygı"dan ayıran etkenin ne olduğuna ve bir amelin bazı durumlarda (örneğin meleklerin Adem'e ve Yakupoğulları'nın Yusuf'a secde etmesi gibi) tevhidin özüyken, bazı durumlarda (örneğin, putların karşısında secde etmek gibi) şirk ve putperestlik olmasının nedenlerine bakalım. Aslında bu sorunun cevabı daha önce işlediğimiz yönetimde tevhid konusunda apaçık anlaşılmaktadır.

Allah'tan başkasından nehyedilen ibadet ve tapınmak, insanın, bir varlığın bağımsız olarak dünya veya insanın kaderini ya da bu ikisinin bir bölümünün yönetimini elinde bulundurduğu ve başka bir tabirle, "insan ve dünyanın maliki" ve "Rabb"i olduğu inancıyla onun karşısında huzu etmesine denir.

Ancak bir varlık karşısında, Allah'ın salih kulu, fazilet ve keramet sahibi, insan hakkında ihsan ve iyilik kaynağı olması bakımından huzu edilirse, böyle bir amel ibadet değil, saygı ve ta'zimdir. Meleklerin veya Yakupoğulları'nın secdesi, şirk ve Allah'tan başkasına ibadet rengini taşımıyorsa, bu huzunun onların ilah ve rabb oldukları inancından değil, Adem ve Yusuf'un saygın bir kul oldukları (onların Allah katında saygınlığından) kaynaklanmaktadır.

Bu kuralı göz önünde bulundurarak, Müslümanların kutsal türbelerde Allah'ın yakın velilerine gösterdikleri saygı ve tazim hakkında da hükmedilebilir. Açıktır ki kutsal türbeleri öpmek veya Hz. Resulullah'ın veladet ve peygamberliğe seçildiği günde sevinmek, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e karşı saygı ve sevgi göstermektir ve bu durum kesinlikle onun ilah ve tanrı olduğu inancından kaynaklanmamaktadır. Yine Allah velilerinin mehdinde okunan şiir, methiye ve ağıtlar, Hz. Resulullah'ın (a.s) anılarını korumak ve din büyüklerinin mezarları üzerinde türbe yapmak da şirk, bid'at ve şirk değildir; çünkü ameller, Allah'ın velilerinin ilah oldukları inancından değil, onları sevmekten kaynaklanmaktadır; bidat da değildir, çünkü bu ameller, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini sevmenin gerekliliğini vurgulayan Kur'an-ı Kerim ve hadislere dayanmaktadırlar. Bizim, veladet ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliğe seçildiği günlerde saygılı davranışlarımız, bu saygıyı göstermenin bir cilvesidir (bu konuyu, bid'atla ilgili konuda açıklayacağız).

Bunun karşısında, müşriklerin putlar karşısında secdesi reddedilmiştir; çünkü onların secdesi putların ilah ve rabb olduğu, insanların kaderlerinin bir kısmının putların elinde olduğu inancından kaynaklanmaktaydı. Müşrikler en azından izzet ve zilletin, mağfiret ve şefaatin putların elinde olduğuna inanıyorlardı.

 

Üçüncü Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(2)

 

ALLAH'IN SIFATLARI

34. İlke:

Allah Teala'nın zatı sonu olmayan bir gerçek olduğu, eşi ve benzeri bulunmadığı için insan, Allah'ın zatının künhünü idrak edemez; ancak buna rağmen O'nu cemal ve celal sıfatlarıyla tanıyabilir.

Cemal sıfatlarından maksat, ilim, hayat ve irade gibi Allah Teala'nın sahip olduğu mükemmellikleri gösteren sıfatlardır.

Cemal sıfatlarından maksat ise, Allah Teala'nın kendileriyle tavsif edilmekten yüce olduğu sıfatlardır. Çünkü bu sıfatlar, sıfatlandırdıkları şeyi eksik, noksan, aciz ve güçsüz olduğunu göstermektedirler; oysa Allah Teala, mutlak gani olup her türlü kusur ve eksiklikten münezzehtir. Cisim olmak, bir mekanı bulunmak, bir zamanda yer almak ve parçalardan oluşmak gibi şeyler bu sıfatlardandır. Bazen bu sıfatlar subutî ve selbî sıfatlar diye de ayrılmaktadırlar; ama her iki tabir de aynı şeyi ifade etmektedir.

35. İlke:

Tanıma konusunda, gerçekleri tanımanın temel yollarının his, akıl ve vahiy olduğunu söyledik. Allah'ın celal ve cemal sıfatlarını tanımak için de bu iki yoldan yararlanılabilir.

1- Akıl: Varlık alemini ve ondaki Allah'ın yaratıkları olan gizli simge ve sırları incelediğimizde Allah Teala'nın sahip olduğu mükemmelliklere ulaşmaktayız. Acaba bu büyük yaratılış sarayının bilinçsiz, güçsüz ve iradesiz yapıldığı düşünülebilir mi?! Kur'an-ı Kerim bu konuda aklın hükmünü teyit etmek için alemdeki ve canlardaki yaratılış nişanelerini incelemeye davet ederek şöyle buyuruyor:

"De ki: Göklerde ve yerde olanlara bakın!" (Yunus, 101)

Elbette tabiat alemini incelerken, akıl bu yolu hissin yardımıyla katetmektedir. Şöyle ki, ilk önce his hayretle objeyi idrak etmekte, sonra da akıl yaratığın insanı hayrete düşürmesini onun yaratıcısının azamet ve cemalinin nişanesi saymaktadır.

2- Vahiy: Kesin deliller peygamberlik ve vahyi ispatlayıp Kitab ve peygamberin söylediklerinin tümünün Allah Teala tarafından olduğu anlaşıldıktan sonra, doğal olarak Kitab ve sünnette geçenler Allah'ın sıfatlarını tanımada insanoğluna kılavuzluk edebilir. Bu iki mercide Allah Teala en üstün sıfatlarla tavsif edilmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala için 135 isim ve sıfat sayıldığını bilmek yeterlidir; bunların en önemlilerinden biri ise şudur.

"Öyle Allah ki O'ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O çok esirgeyen, çok acıyandır. O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yoktur. Pahişahtır, mukaddestir, selam (esenlik veren), mümin (güvenlik veren), müheymin (gözetip koruyan), aziz (üstün, galip) cebbar (istediğini zorla yaptıran), mütekebbir (çok ulu)dur! Allah (puta tapanların) artık koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, vareden, (varlığa getirdiklerine) şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nun şanının yüceliğini anlar. O, aziz (mutlak galip), hakim (hükümdar, her şeyi hikmetle yapan)dır." (Haşr, 22-24)

Burada şunu da hatırlatmamız gerekir ki, Allah'ın sıfatlarını tanıma konusundan sakınanlar gerçekte "muattala" grubundandırlar; çünkü insanı akıl ve vahyin yönelttiği yüce maariften mahrum etmektedirler ve eğer böyle bir maarif hakkında bahsedip konuşmak yasak olursa, Kur'an-ı Kerim'de bu kadar sıfatın sayılmasına ve onların üzerinde düşünmeye emredilmesine hiç gerek kalmazdı.

36. İlke:

Allah'ın sıfatları başka bir açıdan iki kısma ayrılmaktadır:

a- Zatî sıfatlar.

b- Fiilî sıfatlar.

Zatî sıfatlardan maksat, Allah Teala'nın kendileriyle tavsif edilmesi için O'nun zatının tasavvur edilmesi yeterli olan ve başka bir tabirle ilim, güç ve hayat gibi Allah Teala'nın zatından alınan sıfatlardır.

Fiil sıfatlarından maksat ise, Allah Teala'nın, fiillerini göz önünde bulundurarak kendisiyle sıfatlandığı sıfatlardır; yaratıcılık, rızık vericilik, affedicilik vb. gibi; bunların tümü fiilin Allah Teala'dan kaynaklanmasını göz önünde bulundurarak O'ndan alınmaktadır.

Başka bir tabirle, Allah Teala'dan yaratmak ve rızık vermek adında bir fiil kaynaklanmadığı sürece, her ne kadar zatı itibariyle yaratma, rızık vermek, rahmet ve mağfiret etme gücüne sahip olsa bile O'nu bilfiil yaratıcı ve rızık verici olarak kabul edemeyiz.

Son olarak şunu da hatırlatalım ki, Allah Teala'nın tüm fiilî sıfatları O'nun zatından ve zatî kemalatından kaynaklanmaktadır; yani Allah Teala bütün bu fiilî kemalatın kaynağı olan mutlak bir kemale sahiptir.

ALLAH'IN ZATÎ SIFATLARI

Allah Teala'nın sıfatlarının subutî ve selbî ve yine zatî ve fiilî sıfatlara ayrıldığını öğrendikten sonra onunla ilgili en önemli meseleleri söz konusu etmemiz uygun olacaktır:

37. İlke:

A- Ezelî ve Kapsamlı İlim

Allah'ın ilmi, O'nun zatının özü olması hasebiyle ezelî ve sonsuzdur. Allah Teala zatî ilmi dışında, ister küllî olsun ve ister cüzî, ister vuku bulmadan önce olsun ve ister vuku bulduktan sonra, zatın ötesindeki şeylerden de haberdardır. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği önemle vurgulayarak şöyle buyuruyor: "Allah, her şeyi bilendir." (Ankebut, 62) Ve yine şöyle buyuruyor: "Yaratan bilmez mi? O latiftir, haber alandır." (Mülk, 14) Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) nakledilen hadislerde de çeşitli yerlerde Allah Teala'nın ilminin ezelî ve kapsamlı oluşu vurgulanmıştır; nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Yaratılıştan önce mekan hakkındaki ilmi, onun yaratılmasından sonrası gibidir; O'nun ilmi bütün her şeyde böyledir."[22]

B- Kapsamlı Güç

Allah Teala'nın gücü, ilmi gibi ezelî olup O'nun zatının özü olması hasebiyle ilmi gibi sınırsızdır. Kur'an-ı Kerim Allah Teala'nın ilminin kapsamlılığını vurgulayarak şöyle buyuruyor: "Allah, her şeye kadirdir." (Ahzab, 27) Ve yine buyuruyor ki: "Allah, her şeye güç yetirendir." (Kehf, 45)

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Her şey O'nun yanında ilim, güç, sulta, malikiyet ve kuşatma bakımından eşittir."[23]

Ayrıca, eğer zatları hasebiyle muhal ve imkansız olan şeyleri meydana getirmek Allah Teala'nın güç ve kudret dairesi dışında ise, Allah Teala'nın güç ve kudretinin yetersizliğinden değil, onun gerçekleşme ve var olma kabiliyetinin olmamasındandır (başka bir tabirle, noksanlık alıcıdadır). Müminlerin Emiri Hz. Ali'den (a.s) muhal ve imkansız şeylerin meydana gelişi hakkında sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

"Gerçekten Allah Teala'ya acizlik isnat edilemez; fakat olmayacak olan senin sorduğun şeydir."[24]

C- Hayat

İlim ve güç sahibi Allah, kesinlikle diridir de; çünkü ilk iki sıfat diri varlığın özelliklerindendir; işte buradan Allah Teala'nın hay=diri oluşunun delilleri de anlaşılmaktadır. Elbette Allah Teala'daki hayat sıfatı, O'nun diğer sıfatları gibi her türlü eksiklikten uzaktır ve bu sıfatın insandaki özelliklerinden (ölüme maruz kalması gibi) münezzehtir. O, zatı itibarıyla hay olduğu için O'nun hakkında ölüm söz konusu olamaz. Başka bir tabirle, Allah Teala'nın varlığı mutlak kemal olduğu için kesinlikle bir türlü eksiklik olan ölüm O'nun hakkında söz konusu olmaz. Nitekim şöyle buyuruyor: "Ve ölmeyen (diriy)e tevekkül et." (Furkan, 58)

D- İrade

Kendi fiilinden haberi olan bir fail, haberi olmayandan mükemmeldir. Nitekim kendi fiilinde serbest ve iradeli olan (istediğinde yapan ve istemediğinde yapmayan) bir fail de fiili yapmak veya terk etmek zorunda olan mecbur ve zorunlu failden daha mükemmeldir. Bu noktayı ve yine varlık aleminde Allah Teala'nın en mükemmel varlık olduğunu dikkate alarak Allah Teala'nın başkası tarafından mecbur edilmeyen veya zat tarafından zorunlu kılınmayan iradeli bir fail olduğunu söylemek gerekir; "Allah Teala iradelidir" dediğimizde O'nun serbest olduğunu kastetmekteyiz.

İnsanda meşhur olduğu üzere tedricî ve meydana gelmiş bir şey anlamında bir irade Allah Teala'nın zatında söz konusu değildir. Bu nedenle Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) hadislerinden insanların hata ve sapmasını önlemek için, Allah'ın iradesi, fiilin gerçekleşmesi ve yapılması anlamında kabul edilmiştir. Nitekim şöyle buyuruyor: "İnsanın iradesi, peşinden fiilin gerçekleştiği bir iç durumdur; fakat Allah'ın iradesi böyle bir durum söz konusu olmadan fiilin gerçekleşmesidir."[25]

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, serbestlik anlamında irade, zatî sıfatlardan olup icat etmek ve var etmek anlamında fiilî sıfatlardandır.

ALLAH'IN FİİLÎ SIFATLARI

Şimdi, Allah Teala'nn zatî sıfatlarıyla ilgili ana başlıklarla tanıştıktan sonra, bazı fiilî sıfatlarla da tanışmamız yerinde olacaktır. Burada üç sıfatı inceleyeceğiz:

1- Konuşma;

2- Doğruluk;

3- Hikmet.

38. İlke:

Kur'an-ı Kerim Allah Teala'yı konuşma sıfatıyla vasfederek şöyle buyuruyor: "Ve Allah Musa ile de konuşmuştu." (Nisâ, 164)

Ve yine şöyle buyuruyor: "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder." (Şurâ, 51)

Dolayısıyla, konuşmanın Allah'ın sıfatlarından biri olduğunda şüphe yoktur; ancak asıl bahis konusu bu işin nasıl gerçekleştiği, bu sıfatın, Allah Teala'nın zatî sıfatlarından mı, yoksa fiilî sıfatlarından mı olduğundadır. Çünkü, açıktır ki konuşma, insanda olduğu şekliyle Allah Teala hakkında söz konusu değildir.

Konuşma sıfatı Kur'an-ı Kerim'de geçtiğinden, bunun gerçeğini anlamak için de Kur'an-ı Kerim'e müracaat etmemiz gerekiyor. Yukarıda gördüğümüz gibi Kur'an-ı Kerim'in, Allah Teala'nın, kullarıyla konuşmasını üç şekilde beyan ederek şöyle buyuruyor: "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir (her şeyi hikmeti uyarınca ve yerli yerinde yapar)." (Şurâ, 51) Yani beşer şu üç yolun dışında Allah Teala'yla konuşamaz:

1- Vahiy ve kalbine ilham olarak.

2- Perde arkasından; bu durumda beşer Allah'ın buyruğunu duyar, fakat O'nu görmez; nitekim Hz. Musa'nın (a.s) Allah Teala'yla konuşması da böyleydi.

3- Elçi (melek) göndererek Allah'ın izniyle ona vahyeder.

Bu ayette Allah Teala'nın konuşması şu şekilde beyan edilmiştir: Allah Teala bazen arada bir vasıta olmaksızın ve bazen de melek vasıtasıyla bir söz icat eder. Ayrıca, birinci durumda, bazen söz direkt olarak peygamberin kalbine iner ve bazen de kulak vasıtasıyla onun kalbine ulaşır. Her üç durumda konuşmak, söz icat etmek anlamında olup Allah'ın fiilî sıfatlarındandır.

Kur'an-ı Kerim'in kılavuzluğuyla Allah'ın konuşması bu şekilde tefsir edilmiştir; fakat bunun yanında diğer bir tefsir ise şöyledir: Allah Teala dünyadaki varlıkları kendi "kelimeleri" saymaktadır; nitekim şöyle buyuruyor: "De ki: Rabb'imin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabb'imin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)." (Kehf, 109)

Bu ayette, "kelimeler"den maksat, Allah Teala'nın kendi zatından başka kimsenin saymaya güç yetiremeyeceği O'nun yaratıklarıdır. Kur'an-ı Kerim'in bir ayette Hz. İsa'yı (a.s) "Kelimetullah=Allah'ın sözü" saymış olması bunun en bariz delilidir; nitekim şöyle buyuruyor: "O'nun Meryem'e attığı kelimesidir." (Nisâ, 171)

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) konuşmalarının birinde Allah'ın kelamını O'nun icadı ve fiili olarak yorumlamış ve şöyle buyurmuştur: "Olmasını istediği şeye "ol" der o da oluverir; ama ezici bir sesle değil, işitilen bir nidayla da değil; O'nun kelamı O'nun fiilidir, ilk defa (yoktan varettiği) ve başkalarına benzemeyen bir eylemdir."[26]

39. İlke:

Yukarıda Allah'ın kelamının gerçeği iki şekilde yorumlandı ve ikinci yorumun birincisinden daha geniş olduğu anlaşıldı; ayrıca Allah'ın kelamının kadim değil hadis olduğu ispatlanmış oldu. Çünkü O'nun kelamı O'nun fiilidir ve doğal olarak Allah'ın fiili hadistir ve sonuçta "kelam" da hadistir.

Allah'ın kelamı hadis olmasına rağmen edep kurallarını gözetmek ve yine yanlış anlaşılmaması için Allah'ın kelamına "mahluk=yaratılmış" demiyoruz; çünkü bu durumda onu "uydurulmuş" ve "yapmacık" olarak tefsir edebilirler. Aksi durumda, eğer bu durum söz konusu olmasaydı Allah dışındaki her şey O'nun mahluku ve yaratığıdır. Süleyman b. Cafer Caferî şöyle diyor: Yedinci İmam Musa b. Cafer'e (a.s) "Kur'an mahluk mudur?" diye sorduğumda, İmam (a.s), "Ben, Kur'an Allah'ın kelamıdır, diyorum" buyurmuştur.[27]

Burada şu noktayı da açıklamak zorundayız: Üçüncü asrın başlarında, hicri kamerî 212 yılında, Müslümanlar arasından Kur'an-ı Kerim'in kadim mi, yoksa hadis mi olduğu hususunda bir mesele söz konusu oldu; bu konu Müslümanlar arasında şiddetli bir ihtilaf ve ikiliğe neden oldu; oysa Kur'an-ı Kerim'in kadim olduğundan yana olanlar, iddialarını ispatlamak için doğru-dürüst bir izah getiremiyorlardı; çünkü bazı ihtimallere göre Kur'an-ı Kerim kesinlikle hadis ve bazı ihtimallere göre de kadimdir.

Eğer maksat Kur'an-ı Kerim kitabı ve Kur'an-ı Kerim'in okunan kelimeleri ise veya Cebrail-i Emin'in Allah Teala'dan alıp Hz. Resulullah (s.a.a)'in kalbine indirdiği kelimeler ise, kesinlikle bunların tümü hadistir. Fakat eğer maksat bir bölümünü peygamberlerin kıssası ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gazveleri oluşturan anlam ve mefhumlarsa; bunları da kadim bilemeyiz.

Ve nihayet eğer maksat, Allah Teala'nın lafız ve mana açısından Kur'an-ı Kerim hakkındaki ilmiyse, kesinlikle Allah Teala'nın ilmi kadim ve O'nun zatî sıfatlarındandır; fakat ilim kelamdan ayrıdır.

40. İlke:

Allah Teala'nın sıfatlarından biri de "sıdk=doğruluk"tur; yani Allah sözünde doğru konuşandır ve O'nun sözünde yalan söz konusu olamaz. Bunun da delili açıktır; çünkü yalan cahillerin, muhtaçların, acizlerin ve korkanların tarzıdır; oysa Allah tüm bunlardan münezzehtir. Başka bir tabirle, yalancılık çirkindir ve Allah Teala ise çirkin işten münezzehtir.

41. İlke:

Allah Teala'nın kemal sıfatlarından biri de "hikmet"tir; nitekim "Hekim" O'nun isimlerindendir. Allah Teala'nın "hekim" oluşundan maksat şudur:

1- Allah Teala'nın fiilleri nihaî kemal ve sağlamlığa sahiptir.

2- Allah Teala çirkin ve abes işleri yapmaktan münezzehtir.

Birinci delili, yüce yaratılış sarayını en güzel bir şekilde ayakta tutan varlık aleminin insanı hayrete düşüren düzenidir; Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: "(Bu) her şeyi gayet iyi yapan Allah'ın yapısıdır." (Neml, 88)

İkincisi delili ise şu ayettir: "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık." (Sâd, 27)

Tüm bunların dışında, Allah Teala mutlak kemaldir; O'nun fiili de mükemmel olup abes ve boş şeylerden münezzehtir.

ALLAH'IN SELBÎ SIFATLARI

42. İlke:

Allah Teala'nın sıfatlarını kısımlara ayırırken O'nun sıfatlarının iki çeşit olduğunu hatırlattık: Birincisi cemal, diğeri ise celal sıfatları. O'nun kemalî sıfatlarına cemalî sıfatlar veya subutî sıfatlar denilmekte ve eksiklik türünden olan şeylere ise celal sıfatları veya selbî sıfatlar adı verilmektedir.

Selbî sıfatlardan amaç, Allah Teala'nın eksiklik ve muhtaç olmaktan tenzih edilmesidir. Allah'ın zatı mutlak ganî ve kemal olduğu için eksiklik ve muhtaç olmayı ifade eden bütün sıfatlardan uzaktır. Bu nedenle, İslam mütekellimleri şöyle diyorlar: Allah cisim ve cismanî bir varlık değildir, bir şey için yer ve mekan değildir ve hiçbir şeye de hulul etmez; çünkü bu özelliklerin tümü varlıkların eksiklik ve muhtaç oluşlarını gerektirmektedir.

Eksikliği bildiren sıfatlardan biri de görünür olmaktır; çünkü görünür olmak, görünmek için gerekli olan sıfatların gerçekleşmesini icap eder; bu cümleden görünen şey:

a- Belli bir yer ve yönde yer almalıdır.

b- Karanlıkta olmamalı ve ışık almalıdır.

c- Görenle O'nun arasında belli bir mesafe olmalıdır.

Bu şartların her şeyden üstün olan Allah Teala hakkında değil; cismanî ve maddî varlıklar hakkında söz konusu olduğu açıktır.

Ayrıca; görünen Allah hakkında şu iki durum söz konusudur: Ya vücudunun tümü görünmekte veya sadece bir bölümü görünmektedir. Birinci durumda her şeyi kuşatan Allah Teala sınırlanmış olacak; ikinci durumda ise uzuv ve ecza sahibi olacaktır. Oysa Allah'ın şanı her ikisinden de yücedir.

Bu söylediklerimizin tümü gözle görmek ve hissetmekle ilgiliydi; mükemmel iman sayesinde elde edilen batinî müşahede ve kalp gözüyle görmek bahsi ise konumuzun dışındadır ve Allah'ın velileri hakkında böyle bir şeyin mümkün olduğu ve gerçekleştiği şüphesizdir.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)'ın ashabından olan Za'leb-i Yemanî o hazrete, "Rabb'ini gördün mü?" diye sorduğunda o hazret, "Ben görmediğim bir şeye tapmam" cevabını verdi. Za'leb, "Onu nasıl gördün?" diye sorduğunda ise, "Gözler O'nu göremez; fakat kalpler imanın gerçekleriyle O'nu görür" buyurdu.[28]

Baştaki gözle Allah Teala'yı görmenin aklen imkansız oluşu dışında Kur'an-ı Kerim de açıkça görmenin mümkün olmadığını vurgulamaktadır.

Hz. Musa (a.s) -İsrail oğullarının ısrarı üzerine- Allah'ı görmeyi isteyince olumsuz cevap alıyor; Kur'an-ı Kerim bu olayı ve şöyle anlatıyor: "Rabb'im, bana (kendini) göster, sana bakayım! dedi. (Rabb'i) buyurdu ki: Sen beni asla göremezsin." (A'raf, 143)

Burada şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz: Eğer Allah'ı görmek mümkün değilse, o halde neden Kur'an-ı Kerim, "kıyamet günü salih kullar O'na bakacaklar", buyuruyor; örneğin: "Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parıldar, Rabb'ine bakar." (Kıyamet, 22-23)

Bu sorunun cevabı şudur: Ayetteki bakmaktan maksat, Allah'ın rahmetini beklemektir; ayetlerde bunu onaylayan iki kanıt vardır:

1- Bakmak yüzlere istinat edilerek, "yüzler sevinçle O'na bakarlar" buyrulmuştur. Eğer maksat Allah'ı görmek olsaydı, görmenin yüzlere değil, gözlere istinat edilmesi gerekirdi.

2- Bu surede iki grup hakkında bahsedilmiştir:

a- Yüzleri sevinçli ve ışıl ışıl parlayanlar: Bunların mükafatı "Rabb'ine bakar" cümlesiyle açıklanmıştır.

b- Yüzleri gamlı ve suratları asık olanlar: Bunların da cezası "Kendisine bel kemiğini kıran (bela)ın yapılacağını anlar" (Kıyamet, 25) ayetiyle açıklanmıştır.

İkinci cümleden maksat şudur: Bu grupta yer alanlar, bellerini kıracak bir belayla karşılaşacaklarını bilmekte ve onu beklemekteler.

 

Index Next