Back Index Next

 

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim ayetlerinin tefsirinde genellikle bir ayetle yetinilmemeli, o konudaki benzeri diğer ayetler de bir araya getirilerek onların toplamından ayetin gerçek anlamı elde edilmelidir. Görme konusunda da Kur'an-ı Kerim'deki tüm ayetler ve hadisler bir araya getirilecek olursa, İslam dini açısından Allah'ın görülemeyeceği anlaşılılır.

Ayrıca, buradan, Hz. Musa'nın (a.s) Allah'ı görmek isteyişi, İsrailoğullarının ısrarı üzerine olduğu anlaşılmaktadır. Onlar şöyle diyorlardı: Allah'ın sesini duyarak bize naklettiğin gibi kendisini de görerek bizim için nitelendir: "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız, demiştiniz." (Bakara, 55; Nisâ, 153) İşte bu nedenle Hz. Musa (a.s) Allah'ı görmeyi istedi ve buna olumsuz cevap aldı; nitekim şöyle buyuruyor: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i On(un)la konuşunca: Rabb'im, bana (kendini) göster, sana bakayım! dedi. (Rabb'i) buyuruyor ki: Sen beni asla göremezsin..." (A'raf, 143)

NAKLÎ SIFATLARI

43. İlke:

Buraya kadar beyan ettiğimiz Allah'ın sıfatları (tekellüm, konuşma dışında) aklın, Allah'ta olup olmadığına hükmettiği sıfatlardı; Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde, nakil dışında hiçbir kaynağı olmayan bir takım sıfatlar da kaydedilmiştir, örneğin:

1- Allah'ın eli: "Sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir." (Fetih, 10)

2- Allah'ın yüzü: "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah('ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O (her şeyi) bilendir." (Bakara, 115)

3- Allah'ın gözü: "Gözlerimizin önünde ve vahyimizin gereğince gemiyi yap." (Hud, 37)

4- Arşa istivâ etmek: "O Rahman Arş'a istivâ etmiş(kurulmuş)tur." (Tâhâ, 5)

Bunlara naklî sıfatlar denilmesinin nedeni, bunları sadece nakillerin haber vermesidir.

Şunu da hatırlatmamız gerekir ki, akıl ve mantık açısından bu sıfatlar örfü anlamlarına alınamazlar; çünkü bu iş Allah'ı cisimleştirmeyi ve bir şeye benzetmeyi gerektirmekte; oysa akıl ve nakil bunun doğru olmadığını vurgulamaktadır. Bu nedenle bu sıfatların gerçek anlamlarına ulaşmak için Kur'an-ı Kerim ayetlerinin tümünü göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, Arapça, diğer diller gibi mecaz ve kinayelerle doludur; kavmin diliyle konuşan Kur'an-ı Kerim de bu metodu kullanmıştır. Şimdi bu sıfatları açıklayalım:

A- Birinci ayette şöyle buyuruyor: Sana biat edenler (ahitleşmek için elini sıkanlar) gerçekte Allah'a biat etmekteler (çünkü elçiyle ahitleşen, onu gönderenle ahitleşmiş olur). Sonra şöyle diyor: "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir." Yani Allah'ın gücü onların gücünden üstündür. Allah'ın maddî bir eli olduğu ve O'nun ellerinin onların ellerinin üzerinde yer aldığı anlamına gelmez. Çünkü ayetin devamında buyuruyor ki: "Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir."

Ahdini bozanları tehdit eden ve sözlerini tutanları müjdeleyen bu tür bir ifade, "Allah'ın eli"nden maksadın Allah Teala'nın güç ve kudreti olduğunu göstermektedir. Esasen "el" kelimesi çeşitli kültürlerde bazen kinaye olarak güç ve kudreti göstermektedir; nitekim "el elden üstündür" denilmektedir.

B- Allah Teala'nın yüzünden maksat, insandaki özel bir uzuv vs. değil, O'nun zatıdır. Kur'an-ı Kerim insanların yok olacaklarını bildirdiği zaman şöyle buyuruyor: "(Yer) üzerinde bulunan her şey yok olacaktır." Bunun hemen ardından ise Allah'ın kalacağını ve O'nun fani olmayacağını vurguluyor: "Yalnız Rabb'inin celal ve ikram sahibi yüzü (zatı) bâki kalacaktır." (Rahman, 27)

Bu açıklamadan, bahis konumuz olan ayetin anlamı açıklığa kavuşmaktadır ve o da şudur: Allah Teala belli bir noktada değildir; O'nun varlığı her şeyi kapsamaktadır; nereye dönersek O'na doğru dönmüş oluruz. Sonra bunu ispatlamak için iki noktaya değinmektedir:

1- Geniş (vasi'): Allah'ın varlığı sonsuzdur.

2- Bilen (âlim): Her şeyden haberdardır.

C- Üçüncü ayette Kur'an-ı Kerim Hz. Nuh'un Allah Teala tarafından gemi yapmakla görevlendirildiği vurgulanmaktadır. Denizden uzak bir noktada gemi yapması nedeniyle bilinçsiz kişiler tarafından alay ve eziyete maruz kaldığı için, böyle bir ortamda Allah Teala ona şöyle buyuruyor: Sen gemiyi yap; sen bizim denetimimiz altındasın ve bu işi biz sana vahyettik. Bundan maksat şudur: Hz. Nuh (a.s) Allah Teala'nın emrine uygun davranmış ve doğal olarak da O'nun tarafından korunmakta, himaye edilmektedir ve alay edenler ona bir zara veremeyeceklerdir.

D- Arapça'da "Arş" kelimesi "taht" anlamındadır ve "istivâ" kelimesi ise, "elâ" kelimesiyle birlikte kullanıldığında istikrar ve yerleşme anlamındadır. Hükümdarlar genellikle hükümet tahtına yerleşerek ülkenin işlerini yoluna koydukları için, bu tabir de kinaye olarak hükümet alanını istila etmek ve işleri yönetme gücüne sahip olmayı vurgulamaktadır. Allah Teala'nın belli bir yer ve mekanı olmadığını ispatlayan mezkur aklî ve naklî deliller dışında, bu gibi tabirlerden amacın maddî bir tahtın üzerinde oturmak değil, kinaye olarak varlık aleminin işlerini idare etmek için istilâ etmek olduğunu gösteren apaçık iki delil vardır:

1- Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde bu cümleden önce, gök ve yerin yaratılışından ve Allah'ın yaratılış sarayını görünür bir direği olmadan yarattığından bahsedilmiştir.

2- Bir çok ayetlerde, bu cümleden sonra, dünyanın işlerini idare etmekten bahsedilmektedir.

Bu cümlenin alemin yaratılışı ve idaresi arasında yer almış oluşundan, arşa istiva etmekten maksadın ne olduğunu anlayabiliriz; aslında Kur'an-ı Kerim bize şunu anlatmak istiyor: Varlık aleminin yaratılışı, tüm o yüceliğine rağmen işlerin idaresinin Allah'ın elinden çıkmasına neden olmamış, Allah yaratmakla birlikte alemin işlerinin idaresini de kendi elinde bulundurmuştur; bu ayetlerden biri şöyledir:

"Rabb'iniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde (dönemde) yarattı, sonra (tedbir) Arş'a(ına) istivâ etti. Emri tedbir (buyruğunu) icrâ eder (yarattıklarını yönetir). O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez..." (Yunus, 3)[29]

 

Dördüncü Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(3)

 

ADL-İ İLAHÎ

44. İlke:

Tüm Müslümanlar Allah'ı adil bilmektedir ve adalet Allah'ın cemal sıfatlarından biridir. Bu inancın temeli, Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de her türlü zulümden tenzih edilişi ve O'nun "adaleti ayakta tutan, uygulayan" olarak anılmasıdır; nitekim şöyle buyuruyor: "Allah zerre kadar haksızlık etmez." (Nisâ, 40) Ve yine şöyle buyuruyor: "Allah insanlara hiç zulmetmez." (Yunus, 44)

Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler." (Âl-i İmrân, 18)

Bu ayetlerin dışında, akıl da apaçık bir şekilde Allah'ın adil olduğuna hükmetmektedir. Çünkü adalet, kemal sıfatı ve zulüm ise noksanlık sıfatıdır; insan aklı Allah Teala'nın tüm kemallere sahip olduğuna, zat ve fiil makamında her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olduğuna hükmetmektedir.

Esasen zulüm ve haksızlık, şu etkenlerden birinin ürünüdür:

1- Ya fail, zulmün çirkinliğini bilmemektedir (bilinçsizlik);

2- Veya fail, zulmün çirkinliğini bilmekte; ama adaleti uygulama gücüne sahip değildir veya o zulme ihtiyacı vardir (acizlik ve ihtiyaç);

3- Ya da fail, zulmün çirkinliğini bilmekte ve adaleti uygulama gücüne de sahip bulunmaktadır; fakat işleri hikmet üzere olan bir kişi olmadığı için çirkin işleri yapmaktan çekinmektedir (cahillik ve aptallık).

Açıktır ki bu etkenlerin hiç biri Allah Teala'da söz konusu değildir; dolayısıyla, Allah'ın fiillerinin tümü adalet ve hikmet üzeredir.

Bu istidlal Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den nakledilen bir rivayette yer almıştır;[30] Şeyh Seduk şöyle rivayet ediyor: Bir Yahudi Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek bir takım sorular sordu; bu cümleden Allah'ın adaletiyle ilgili soru sordu. Hz. Resulullah (s.a.a) Allah Teala'nın zulmetmeyeceği hakkında şöyle buyurdu: "Allah Teala zulmün çirkinliğini bildiği ve ona ihtiyacı olmadığı için zulmetmez."[31] Adliyye (Şii ve Mutezile) mütekellimleri de Allah'ın adaleti bahsinde bu istidlali getirmişlerdir.[32]

Bu ayetler ışığında, Müslümanlar Allah'ın adil oluşunda ittifak etmiş, fakat adaletin tefsirinde ihtilafa düşmüşler ve her biri şu iki görüşten birini benimsemişlerdir:

a- Akıl fiillerin iyi ve kötü oluşunu idrak etmekte, iyi fiili failinin mükemmelliğinin ve kötü fiili ise onun eksikliğinin bir belirtisi olarak kabul etmektedir. Allah Teala da zatı itibariyle tüm kemallere sahip olduğu için O'nun fiili mükemmel ve beğenilirdir ve O'nun kutlu zatı her türlü çirkin fiilden münezzehtir.

Şu noktayı da hatırlatmamız gerekir ki, akıl hiçbir zaman Allah Teala hakkında bir hüküm vermez ve Allah'ın kesinlikle adil olması "gerekir" demez; burada aklın işi Allah Teala'nın fiilinin gerçeğini keşfetmektir. Yani Allah Teala'nın zatının mutlak zatının mükemmelliği ve O'nun her türlü eksiklikten münezzeh oluşu, O'nun fiilinin de en mükemmel ve eksiklikten münezzeh olması gerektiğini ve sonuçta kullarına adaletle davranacağını ortaya koymaktadır. Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri de insanın akıl vasıtasıyla idrak ettiği şeyleri teyit etmekte ve vurgulamaktadır. Bu ise İslamî kelam ilminde "aklî iyilik ve kötülük" denilen şeydir; bu görüşün taraftarlarına "Adliye" denmektedir ve bunların başında gelenler ise İmamiye'dir.

b- Bu görüşün karşısında yer alan diğer bir görüş, aklın, -hatta genel olarak bile- fiillerin iyi ve kötü olduğunu teşhis etmekten aciz olduğunu, fiillerin iyi ve kötü olduğunu tanımanın tek yolunun vahiy olduğunu vurgulamaktadır! Allah'ın yapılmasını emrettiği şey iyi ve yapılmasını nehyettiği şey ise kötüdür. Bu görüşe göre, eğer Allah, suçsuz birinin cehenneme veya günahkâr birinin ise cennete götürülmesini emrederse, bu iş iyilik ve adaletin özüdür! Bu gurup şöyle diyor: "Allah'ı adil olarak nitelendiriyorsak, sırf Kur'an-ı Kerim'de böyle tavsif edildiği içindir."

45. İlke:

Aklî iyilik ve kötülük (husn ve kubh) biz Şiilerin inançlarının bir çoğunun temelini oluşturduğu için, aşağıda özetle çok sayıdaki delillerden sadece ikisine işaret ediyoruz:

a- Her insan, hangi mezhep ve inanca sahip olursa olsun ve dünyanın neresinde yer alırsa alsın, adaletin güzelliği ile zulmün çirkinliğini ve yine ahdine sadık kalmanın güzelliği ile sözünde durmamanın çirkinliğini, "iyiliğe iyilikle karşılık verme"nin güzelliğini ve "iyiliğe karşı kötülük yapma"nın kötülüğünü anlamaktadır. Beşer tarihini incelememiz bu gerçeğe tanıklık eder ve şimdiye kadar aklıselim sahibi bir kişinin bu konuyu inkâr ettiğine rastlanmamıştır.

b- Aklın, fiillerin iyi ve kötü olduğunu tamamen idrak edemediğini ve insanların iyi ve kötüyü tanımak için şeriata müracaat etmeleri gerektiğini kabul edecek olursak, bu durumda hatta şerî iyilik ve kötülüğü de ispatlamanın imkansız olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü eğer Allah Teala'nın bir fiilin iyi ve diğer bir fiilin ise kötü olduğunu bildirdiğini kabul edecek olursak; biz O'nun sözünde yalan olması ihtimalini verdiğimiz sürece bu haberden onların iyi ve kötü olduklarını anlayamayız. Bunu anlamak için daha önce; yalanın çirkinliği ve Allah Teala'nın bu çirkin sıfattan münezzeh olduğunun ispatlanması gerekir ve bu ise akıl yolu dışında imkansızdır.[33]

Ayrıca; Kur'an-ı Kerim ayetlerinden, aklın bir takım fiillerin iyi ve kötü olduklarını idrak etme gücüne sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle Allah Teala insanların akıl ve vicdanını hükmetmeye çağırarak şöyle buyuruyor:

"Biz Müslümanları suçlular gibi yapar mıyız hiç, neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz (öyle)?!" (Kalem, 35-36)

Yine şöyle buyuruyor:

"İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?" (Rahman, 60)

Burada cevap vermemiz gereken bir soru söz konusu olmaktadır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "O, yaptığından sorulmaz, ama onlar, (kullar) sorulurlar." (Enbiyâ, 23) Şimdi burada akla takılan soru şudur: Allah Teala kendisini sorguya tabi tutulmaktan üstün görmektedir; o halde O, yaptığı fiillerin hiç birinden sorumlu tutulmaz; oysa aklî iyilik ve kötülüğe göre, eğer Allah'ın kötü bir iş yaptığı kabul edilecek olursa, "neden yaptın?" diye sorguya tabi tutulmayı gerekir.

Cevap: Allah'ın sorguya tabi tutulmamasının nedeni O'nun hekim oluşu, işlerini bir hikmet üzere yapışıdır; işleri hikmet üzere olan bir fail ise hiçbir zaman kötü bir iş yapmaz ve sürekli hikmet, güzel iş yapmanın gereğidir; dolayısıyla bu soru tamamen yersizdir.

46. İlke:

İlahî adaletin tekvin, teşrî ve ceza kanunlarında çeşitli tecellileri vardır; aşağıda her birini ayrı ayrı açıklayacağız:

a- Tekvinî Adalet: Allah Teala her varlığa lâyık olduğu şeyi verir, yaratırken ve icat ederken hiçbir zaman kabiliyetleri görmezlikten gelmez. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Rabb'imiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir." (Tâhâ, 50)

b- Teşriî Adalet: Allah, manevî kemalatı kazanmaya layık olan insanı peygamberler göndererek ve din kanunları yasayarak hidayet eder ve yine insanı gücünün yetemeyeceği şeyle mükellef kılmaz. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Allah adaleti, ihsanı akrabaya vermeyi emreder, fahşadan, münkerden ve bağy(azgınlık)den men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (Nahl, 90) Adalet, iyilik ve akrabalara yardımda bulunmak insanın kemale ermesine neden olduğu ve geri kalan üç amel ise onun alçalmasına sebebiyet verdiği için ilk üç fiili farz kılmış ve son üç fiilden de alıkoymuştur.

Yine Allah'ın insanı gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef etmeyeceği hakkında şöyle buyuruyor: "Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz." (Mü'minun, 90)

c- Cezaî Adalet: Allah Teala mükafat ve ceza bakımından hiçbir zaman mümin ve kafire, iyi ve kötüye bir gözle bakmaz; her insana hakkettiği ve lâyık olduğu mükafat ve cezayı verir. Dolayısıyla, peygamberler vasıtasıyla tekliflerini insanlara tebliğ edip hücceti tamamlamadıkça, kesinlikle onları cezalandırmaz; nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Biz elçi göndermedikçe (hiçbir kimseye) azap edecek değiliz." (İsrâ, 15)

Yine şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez." (Enbiyâ, 47)

47. İlke:

Allah Teala insanı yaratmış ve onu yaratmakla da bir hedefi amaçlamıştır. İnsanın yaratılışından hedef ise Allah'a kulluk ve ibadet sayesinde gerçekleşecek olan istenilen kemale ulaşmaktır. İnsanın böyle bir hedefe yönelmesi Allah Teala tarafından bir takım ön hazırlıkları yapılmasını gerektirirse, Allah Teala o ön hazırlıkları yapacaktır; aksi durumda, insanın yaratılışı hedefsiz olur. Bu nedenle insanları hidayet etmek için peygamberler göndermiş, onlara mucizeler ve açık deliller vermiştir. Yine kullarını itaate yönlendirmek ve onları günahtan sakındırmak için, mesajlarında cezalandırıp mükafatlandıracağını vaadetmiştir.

Bu söylediklerimiz, "Adliye" kelamında, iyilik ve kötülük kuralının dallarından sayılan ve bir çok itikadî konuların temelini oluşturan "Lütuf ilkesi" olarak ifade edilmektedir.

KAZA VE KADER

48. İlke:

Kaza ve kader, kitap ve sünnette geçen ve aklî delillerle de teyit edilen İslam'ın kesin inançlarındandır.

Kaza ve kader hakkında bir çok ayet vardır; onlardan bazıları şöyledir:

Kur'an-ı Kerim kader hakkında şöyle buyuruyor: "Biz her şeyi bir kadere (ölçüye) göre yarattık." (Kamer, 49) Yine şöyle buyuruyor: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinmeyen bir mikdar ile indiririz." (Hicr, 21)

Kaza hakkında da şöyle buyuruyor: "Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir." (Bakara, 117)

Yine şöyle buyuruyor: "O, sizi çamurdan yaratıp, sonra bir süre koymuştur." (En'am, 2)

Bu ayetlere ve bu konudaki rivayetlere nazaran hiçbir Müslüman kaza ve kaderi inkâr edemez. Ancak bu meseleyi tüm ayrıntılarıyla bilmek gerekmez ve esasen böyle dakik meseleleri idrak etme kapasitesi olmayanların bu meselelere girmeleri doğru değildir; çünkü bazen bu meselelere girdiklerinde kendi inancında yanılarak veya tereddüde düşerek sapabilirler. İşte bu nedenle Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu gruba hitaben şöyle buyurmaktadır: "Karanlık bir yoldur, o yolu katetmeyin, derin bir okyanustur, ona girmeyin; Allah'ın sırrıdır onu keşfetmekte kendinizi sıkıntıya sokmayın."[34]

Elbette İmam'ın bu uyarısı, böyle dakik konuları kavrama gücüne sahip olmayan kimselere yöneliktir; çünkü bu konuda bahsetmek onların sapmasına neden olabilir. Bunun en açık delili o hazretin kendisinin çeşitli yerlerde kaza ve kaderi açıklamasıdır.[35] Dolayısıyla, biz de kendi marifetimiz ölçüsünce Kur'an-ı Kerim rivayetler ve akıldan yararlanarak onu açıklıyoruz:

49. İlke:

"Kader" lügatte "ölçü ve miktar" ve "kaza" ise "kesinlik" anlamındadır.[36] Sekizinci İmam Ali b. Musa (a.s) kaza ve kaderin tefsirinde şöyle buyuruyor: "Kader bir şeyin bakî kalıp yok olması açısından ölçüsünü almak, kaza ise bir şeyin kesinlik kazanması ve gerçekleşmesidir."[37]

Bir şeyi ölçmeye "kader" ve onun kesinlik kazanıp gerçekleşmesine de "kaza" denildiğini bildikten ve bu iki terimin sözlük anlamını açıkladıktan sonra bu iki terimin anlamlarını belirtelim:

A- Kader:

Varlıklardan her biri, mümkün-ul vücud olması hasebiyle, belli bir varlık ölçüsüne sahiptir; örneğin cansız varlıkların ölçüsü bitki ve hayvanlardan farklıdır. Yine ölçülü varlık aleminde her şeyi Allah Teala yarattığı için doğal olarak takdir de Allah'ın takdiri olacaktır. Ayrıca, bu miktar ve ölçüm Allah'ın fiili olması hasebiyle "fiilî takdir ve kader" ve Allah Teala'nın, yaratmadan önce bilmesi hasebiyle de "ilmî takdir ve kader" denilmektedir. Gerçekte kader inancı, eşyanın özellikleri bakımından Allah'ın yaratıcılığına inanmaktır ve bu fiilî takdir Allah Teala'nın ezelî ilmine dayanmaktadır; sonuçta ilmî kader inancı, gerçekte Allah Teala'nın ezelî ilmine inanmaktadır.

B- Kaza:

Değindiğimiz gibi, "kazâ" bir şeyin varlığının kesinlik kazanması anlamındadır. Açıktır ki, her şeyin varlığının kesinleşmesi sebep ve sonuç düzeni üzerine olup o şeyin tam sebebinin gerçekleşmesine bağlıdır. Sebep ve sonuç düzeni Allah'a vardığı için de gerçekte her şeyin kesinleşmesi O'nun kader ve iradesine bağlıdır. Bu, Allah Teala'nın fiil ve yaratma makamında kazasıdır ve bu kesinlik hakkında Allah'ın ezelî ilmi, O'nun zatî kazasıdır.

Buraya kadar söylediklerimiz Allah Teala'nın -ister zatî olsun, ister fiilî- tekvinî kazâ ve kaderiyle ilgiliydi. Bazen de kaza ve kader teşri alemiyle ilgilidir. Yani asıl ilahî teklif ve teşri Allah Teala'nın kazasıdır; onun farz ve haram oluşu gibi özellik ve niteliği de Allah Teala'nın teşriî takdiridir. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), kazâ ve kaderin gerçeğini soran bir adama cevap olarak kaza ve kaderin bu merhalesine değinerek şöyle buyurmuştur: Kazâ ve kaderden maksat, itaate emretmek ve günahtan sakındırmak; insana, iyi işleri yapma ve çirkin işleri terk etme gücü vermek, onu Allah Teala'ya yaklaşmaya muvaffak etmek, günahkârı kendi haline bırakmak, mükafat ve ceza vaadi vermektir; bunlar Allah Teala'nın bizim amellerimizdeki kaza ve kaderidir.[38]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)'ın burada, bu soruyu soran kişiye cevabında, sadece teşriî kaza ve kaderi açıklamakla yetinmesinin sebebi, soruyu soranın veya orada bulunanların durumunu gözetmesi olabilir. Çünkü o gün tekvinî kaza ve kaderden ve sonuçta insanın amellerinin kaza ve kader dairesi içinde yer alışından, cebr ve iradenin varlığı anlaşılıyordu; çünkü İmam (a.s) hadisin devamında şöyle buyuruyor: "Bunun aksini zannetme; çünkü böyle bir sanı amelin batıl olmasına neden olur." Bundan maksat, insanın fiilinin değeri onun iradeye dayanmasına bağlıdır; insanın amel ve fiilinde mecbur olmasıyla da bu değer yok olur.

Sonuç şudur: Kazâ ve kader konusu, bazen tekvin ve bazen de teşridir ve her iki kısmın da iki merhalesi vardır:

1- Zatî (amelî); 2- Fiili.

50. İlke:

İnsanın fiillerinde kaza ve kader onun irade ve serbestliğiyle en küçük bir çelişki içinde değildir. Çünkü Allah Teala'nın insan hakkında takdiri onun özel failiyetidir ve o da şudur: O iradeli ve serbest bir faildir, her amelin fiil ve terki onun iradesindedir. İnsan hakkında Allah'ın kazası, O'nun iradesinden sonra fiilin kesinleşmesidir.

Başka bir tabirle: İnsanın yaratılışı irade ve özgürlükle iç içe ve ölçülüdür. İnsan kendi iradesiyle bir fiilin sebeplerini oluşturduğunda, Allah'ın kazası, onu bu yolla geçerli kılmasıdır.

Bazı kişiler; günahkâr oluşlarını Allah'ın takdir ettiğini söyleyerek gittikleri yoldan başka bir yolun olmadığını sanmışlardır; oysa akıl ve vahiy bu sanıyı çürütmektedir. Çünkü akıl açısından, insan kendi kararıyla yolunu seçmiştir ve dinimiz açısından da o şükreden ve hayırsever veya kötü ve nankör bir kişi olabilir; nitekim şöyle buyuruyor: "Biz ona yolu gösterdik: (O) ya şükredici veya nankör olur." (İnsan, 3)

Asr-ı saadette putperestlerden bir grubu, sapıklıklarını Allah'ın iradesinin ürünü sanarak, "Allah istemeseydi biz putperest olmazdık" diyorlardı! Kur'an-ı Kerim onların sanısını şöyle nakletmektedir: "(Allah'a) ortak koşanlar diyecekler ki: Allah isteseydi ne biz ne de babalarımız ortak koşmazdık ve bir şeyi de haram yapmazdık." (En'am, 148) Sonra onlara cevap olarak şöyle buyruluyor:

"Onlardan önce yalanlayanlar da öyle demişlerdi de nihayet azabımızı tadmışlardı."

Son olarak şunu da hatırlatalım ki, Allah Teala'nın varlık aleminde bazen insanın saadete ermesiyle ve bazen de zarar görüp mutsuz olmasıyla tamamlanan genel sünnetleri, O'nun kaza ve kaderinin örneklerindendir; kendi iradesiyle o ikisinden birini seçen ise insandır. Daha önce, "İslam'ın bakış açısından insan" konusunda da bundan bahsetmiştik.

İNSAN VE İRADE

51. İlke:

İnsanın irade ve özgürlüğü, kesin ve açık bir gerçektir ve insan aşağıda işaret edeceğimiz çeşitli yollarla bunu anlayabilir:

a- Herkesin vicdanı, insanın bir şeyi yapıp yapmamaya karar vermekte serbest olduğuna tanıklık eder ve bu apaçık konuda şüphe eden kimsenin, hiçbir açık hakikati kabul etmemesi gerekir.

b- İnsan toplumlarında -ister dindar olsun ve ister olmasın- çeşitli kişiler hakkında yapılan övgü ve kınamalar, öven veya kınayan kişinin, failinin, kendi işlerinde serbest ve özgür kabul ettiğini göstermektedir.

c- İnsanın irade ve serbestliği görmezlikten gelinirse din ve şeri'at düzeni de boş ve faydasız olacaktır. Çünkü eğer her insan daha önce kendisi için belirtilen yolu izlemek zorundaysa ve ondan bir kıl payı sapamazsa, bu durumda emir ve nehiy, vaad ve vaid, mükafat ve cezanın hiçbir anlamı olmayacaktır.

d- Tarih boyunca sürekli birey veya beşer toplumunu ıslah etmeye çalışan, bu yolda planlar hazırlayıp sonuca varan insanların olduğunu görmekteyiz. Açıktır ki, bu konu insanın mecbur oluşuyla bağdaşmamaktadır; çünkü cebr görüşüne göre bu çabaların tümü boş ve sonuçsuz olacaktır.

Bu dört delil, irade ve serbestlik ilkesini sağlam ve şüphe edilmez bir gerçek kılmaktadır.

Elbette, beşerin irade ve serbestlik ilkesinden, onun tamamen kendi başına bırakıldığı ve Allah Teala'nın onun fiilinde hiçbir etkisi olmadığı sonucunu almamak gerekir. Çünkü tefviz olan böyle bir inanç, insanın sürekli Allah'a muhtaç olduğu ilkesiyle çelişmekte ve yine Allah'ın güç ve yaratıcılık dairesini sınırlandırmaktadır. Oysa durum daha farklıdır; bunu bir sonraki ilkede açıklayacağız.

52. İlke:

Hz. Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra Müslümanlar arasında söz konusu olan meselelerden biri de insanın fiilinin nasıl gerçekleştiğiydi. Bir grup cebr görüşünü seçerek insanı mecbur bir fail kabul ederken, diğer bir grup da bu görüşün zıddını kabul ederek insanın kendi başına bırakılmış bir varlık olduğunu ve onun fiillerinin Allah Teala'ya isnat edilmeyeceğini savundular. Her iki grup da gerçekte fiilin ya insana ya da Allah'a isnat edilmesi gerektiğini, ya insan gücünün ya da Allah'ın gücünün etkili olması gerektiğini düşünüyorlardı.

Oysa burada Masum Ehl-i Beyt İmamlarımızın (a.s) gösterdiği üçüncü bir yol daha vardır. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Ne cebr söz konusudur ne de tefviz; bu ikisinin arasında bir şeydir."[39] Yani fiil insana isnat edilmesine rağmen Allah'a da isnat edilmektedir. Çünkü fiili yapan faildir; fakat buna rağmen fail ve sahip olduğu gücü Allah yarattığı içinde fiil Allah'tan ayrılmaz.

Ehl-i Beyt (a.s)'ın insanın fiilinin gerçeğini beyan etmekteki metodu, Kur'an-ı Kerim'de açıklanan şeydir. Bu semavî kitap bazen fiili faile isnat ettiği halde Allah'a da isnat etmektedir; yani her iki nispeti de kabul etmektedir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı." (Enfal, 17) Bundan maksat şudur: Hz. Resulullah (s.a.a) bir şeyi yaptığında, bu işi kendinin müstakil gücüyle değil, Allah'ın gücüyle yapmıştır. Dolayısıyla, her iki isnat da doğrudur.

Başka bir ibaretle, her şeyde Allah'ın güç ve kudreti vardır; tıpkı elektrik kablosundaki elektrik santralından kaynaklanan elektrik akımı gibi; elbette elektrik düğmesine bizim basmamızla lamba yanmaktadır. "Lambayı biz yaktık" diye söylememiz doğru olduğu gibi "lambanın aydınlığı elektrik akımından kaynaklanmaktadır" demimiz de doğrudur.

53. İlke:

Biz, insanın irade ve serbestliğine inanmakla birlikte Allah Teala'nın ezelden beri işlerimizden haberdar olduğuna ve bu iki inanç arasında da bir çelişki olmadığına inanıyoruz. Bu ikisinin bir araya toplanmayacağına inananlar, Allah Teala'nın ezelî ilminin insanın fiilinin "iradî olarak" gerçekleşeceğine taalluk ettiğine ve doğal olarak da böyle ezelî bir ilim insanın özgürlüğüyle çelişmeyeceğine dikkat etmeleri gerekir.

Başka bir tabirle, Allah'ın ilmi insanın fiilinin gerçekleşeceğine taalluk ettiği gibi, onun fiilinin nasıl (insanın irade ve isteğiyle) gerçekleşeceğine de taalluk etmiştir. Böyle bir ezelî ilim insanın irade ve serbestliğiyle çelişmesi bir kenara dursun, onu sağlamlaştırmaktadır da; çünkü eğer fiili insanın irade ve isteğiyle gerçekleşmezse, bu durumda Allah'ın ilmi gerçeği göstermeyecektir. Çünkü, ilmin gerçek görüntüsü, bir şeye taalluk ettiği şekilde gerçekleşmesidir. Doğal olarak eğer Allah'ın ilmi, insanın fiil ve eyleminin onun iradesiyle gerçekleşmesine, yani insanın yapmak istediği eylemi serbest ve özgürce yapmasına taalluk etmişse, bu durumda fiil zorunluluk ve cebirle değil, bu özellikle gerçekleşmelidir.

Beşinci Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(4)

Genel Risalet

 

PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİNİN DELİLLERİ

54. İlke:

Hikmet sahibi Allah Teala insanları hidayete ulaştırmak için yüce kişiler göndermiş ve onlar vasıtasıyla mesajını insanlara ulaştırmıştır. Bunlar Allah Teala tarafından kullara hidayet feyzinin akış vasıtası olan peygamberler ve elçilerdirler. Bu feyz beşerin ondan yararlanma liyakatini kazandığı ilk günden itibaren Allah Teala tarafından nazil olmuş ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in dönemine kadar da devam etmiştir. Bilinmesi gerekir ki, her peygamberin dini kendi zamanı ve kendi ümmetine göre en mükemmel dindi ve eğer bu ilahi feyiz sürekli olmasaydı beşer kemale eremezdi.

İnsanın yaratılışı "hekim" olan Allah Teala'nın eylemi olduğu için, doğal olarak O'nun yaratışının bir hedef ve amacı vardır; insanın varlığında hayvanla ortak olduğu içgüdüler dışında aklı da olduğu için onun yaratılışından hedef ve amacın da makul bir hedefinin olması da gerekiyor.

Diğer taraftan, insanın aklı her ne kadar onun tekamül yolunu katetmesinde etkili ve gerekliyse, yine de yeterli değildir. Eğer insanın hidayetinde akılla yetinilecek olursa o kemal yolunu asla tam olarak tanıyamayacaktır. Örnek olarak, başlangıç ve kıyametin farkına varmak beşerin en önemli fikirsel meselelerindendir. Beşer nereden geldiğini, niçin geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu anlamak istiyor. Fakat akıl tek başına bu meseleleri tam anlamıyla açıklayamıyor. Bunun en açık tanığı, günümüz insanının bilimde o kadar ilerlemesine rağmen, hala insanlardan büyük bir kesiminin putperest olmasıdır.

İnsanoğlunun akıl ve ilminin yetersizliği sadece başlangıç ve kıyamet konusunda değildir; beşer bir çok hayati meselelerde de sağlam bir yol seçememiştir. Beşerin iktisadî, ahlakî, ailevî konularda ve diğer meselelerde farklı ve çelişkili görüşleri, onun bu meseleleri doğru bir şekilde kavrayamadığını göstermektedir ve işte bu nedenle birbirine ters düşen ekollerin meydana geldiklerini görmekteyiz.

Bu noktaya dikkat ettiğimizde, akıl, ilahî hikmet gereğince beşere yaşamın doğru yolunu öğretmeleri için ilahî eğiticiler ve önderler gönderilmesi gerektiğine dosdoğru bir şekilde hükmetmektedir.

Aklın hidayetlerinin ilahî hidayetlerin yerini alabileceğini sananlar şu iki noktaya dikkat etmeleri gerekir:

1- Beşerin akıl ve bilgisi tam anlamıyla insanı, varlık aleminin sırlarını, onun varlık alemindeki seyrinin geçmiş ve geleceğini tanımada eksik ve yanlıştır; oysa beşeri yaratan, her yaratıcının kendi yarattığı şeyi tanıdığı hükmüyle, insanı, onun varlığının boyutlarını ve sırlarını tam olarak tanımaktadır. Kur'an-ı Kerim bu delile değinerek şöyle buyuruyor: "Yaratan (yarattığı şeyi) bilmez mi? O latiftir (bilgisi her şeyin içine geçen, her şeyi) haber alandır." (Mülk, 14)

2- İnsan kendini sevme içgüdüsü gereğince, bilinçli veya bilinçsiz olarak, sürekli kişisel menfaatlerinin peşindedir ve programlarında kişisel ve grupsal menfaatlerini tam olarak görmezlikten gelememektedir. Doğal olarak beşerin programları tamamen kapsamlı değildir; fakat peygamberlerin programı Allah Teala tarafından olduğu için böyle bir eksiklikten münezzehtir.

Bu iki noktaya nazaran, beşerin her zaman ilahî hidayetlere ve peygamberlerin programlarına muhtaç olduğunu söyleyebiliriz.

KUR'AN VE PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ

55. İlke:

Bir önceki ilkede aklın hükmüyle peygamberlerin gönderilmesinin gerekli olduğunu öğrendik. Şimdi peygamberliğin hedeflerini göz önünde bulundurarak Kur'an-ı Kerim ve rivayetler açısından gerekliliğini inceleyelim. Ama Kur'an-ı Kerim'in bu meseleye bakışının da aklî bir tahlil olduğunu unutmamak gerekir.

Kur'an-ı Kerim peygamberlerin gönderilmesinden izlenen hedefin şunlar olduğunu bildirmektedir:

1- Tevhid temellerini sağlamlaştırmak ve bu konuda her türlü sapıklıkla mücadele etmek. Nitekim şöyle buyuruyor: "Andolsun biz her millet içinde: 'Allah'a kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının' diye bir elçi gönderdik." (Nahl, 36) İşte bu amaçla Allah'ın peygamberleri sürekli müşriklerle çatışmış ve bu yolda büyük sıkıntılara göğüs germişlerdir.

Emirulmüminin Ali (a.s) peygamberlerin gönderilişinin hedefi hakkında şöyle buyuruyor: "Peygamberleri gönderdi ki kulları tevhid ve Allah'ın sıfatları hakkında bilmediklerini öğrensinler; inkâr ettikten sonra O'nun ilahlığını bilsinler ve inad ettikten sonra tek ve yegane olarak tanısınlar."[40]

2- İnsanları ilahi maarif ve mesajlarla ve yine apaçık tezkiye yoluyla tanıştırmak. Nitekim şöyle buyuruyor:

"O'dur ki ümmetler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları yücelten onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir elçi gönderi." (Cum'a, 2)

3- Beşer toplumunda adaleti canlı tutmak. Nitekim şöyle buyuruyor: "Andolsun biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler." (Hadid, 25) Kesinlikle adaleti yerine getirmek, insanın adaleti çeşitli boyut ve zeminlerde tanımasına ve ilahî hükümet kanalıyla onu gerçekleştirmesine bağlıdır.

4- İhtilaf konularında hakemlik. Nitekim şöyle buyuruyor: "İnsanlar bir tek ümmet idi. (Nihayet aralarında anlaşmazlık çıktı) Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi." (Bakara, 213)

Açıktır ki insanların anlaşmazlık ve ihtilafı sadece inanç ve akaid konusu ile ilgili değildi; hayatın çeşitli boyutlarını kapsamaktaydı.

5- Kullara hücceti tamamlamak. Nitekim şöyle buyuruyor: "(Bunları) müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak )gönderdik) ki, elçileri geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisâ, 165)

Kesinlikle Allah Teala'nın insanı yaratma hususunda, yaratılış için bir hedefi vardır; bu hedef beşerin tüm yaşam boyutlarında mükemmel bir program hazırlama vasıtasıyla gerçekleşir; bu program Allah tarafından insanoğluna hüccet tamamlayacak ve sonra, "ben doğru-dürüst yaşam yolunu bilmiyordum", diye bahane uyduramayacağı bir şekilde ulaştırılmalıdır.

PEYGAMBERLERİ TANIMANIN YOLLARI

56. İlke:

İnsanoğlunun fıtratı delil olmaksızın hiçbir iddiayı kabul etmemeyi gerektirmektedir; dolayısıyla, delilsiz bir iddiayı kabul eden kimse ise insanî fıtratının aksine davranmış olur. peygamberlik iddiası beşerin edebileceği en büyük iddiadır ve doğal olarak böyle büyük bir iddiayı ispatlamak için sağlam ve kesin delilin sunulması gerekir. Bu delil aşağıdaki şu üç şeyden biri olabilir:

a- Peygamberliği kesin delillerle ispatlanan önceki peygamber, sonraki peygamberin peygamberliğini bildirmesiyle. Nitekim Hz. İsa (a.s) son peygamberin peygamberliğini bildirmiş ve onun geleceğini müjdelemiştir.[41]

b- Çeşitli tanık ve belirtilerin onun iddiasının doğruluğuna tanıklık etmesiyle. Bu delilleri onun yaşam tarzı, davetinin içeriği, yanında yer alan kişiler ve yine onun davet metodundan anlamak mümkündür. Günümüzde dünya mahkemeleri de hakla batılı ve suçluyla suçsuzu tanımak için bu yolu izlemekteler. Sadr-ı İslam'da da bu metottan yararlanarak Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in doğru söylediğini anlıyorlardı.[42]

c- Mucize göstermekle. Yani peygamberlik iddiasıyla birlikte, iddiasıyla uyum arzeden olağan üstü bir iş yaparak diğerlerini; benzerini yapmaya davet etmekle.

İlk iki yol genel olmadığı halde üçüncü yol geneldir ve peygamberlik tarihi boyunca insanoğlu, peygamberleri tanımak için bu yoldan yararlanmış ve peygamberler de iddialarını ispatlamak için bundan istifade etmişlerdir.

57. İlke:

Mucize ve peygamberlik iddiasının doğruluğu arasında mantıklı bir ilişki vardır. Çünkü mucize gösteren kişi iddiasında doğru olursa, mesele kesinlikle ispatlanır ve eğer iddiasında, kullarını hidayet etmek isteyen hikmet sahibi Allah'a karşı yalan söylüyorsa, ona böyle bir gücü vermesi doğru olmaz. Çünkü insanlar böyle olağan üstü bir gücü görünce ona iman edip sözlerine uyarlar. Sonuçta, eğer o kişi iddiasında yalancı ise, onları saptırır ve bu ise Allah'ın adalet ve hikmetiyle çelişmektedir. Bu mesele, daha önce bahsettiğimiz aklî iyilik ve kötülük kuralının dallarından biridir.

58. İlke:

Peygamberlik iddiasıyla yapılan olağan üstü işe "mucize" denir; ancak bu olağan üstü işi, peygamberlik iddiasında bulunmayan salih bir kul yaparsa, buna da "keramet" denir. (Peygamberler dışında) Allah'ın salih kullarının da olağan üstü işler yapabileceklerine Kur'an-ı Kerim'in değindiği bir örneği, Hz. Meryem'e gökten sofra inişi ve diğeri ise Hz. Süleyman'ın (a.s) seçkin dostlarından biri (Asif b. Berhiya) aracılığıyla Sebe' kraliçesinin tahtının bir anda Yemen'den Filistin'e getirilmesidir. Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruyor: "Zekeriyya, onun yanına, mabede her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. Ey Meryem! Bu sana nereden? derdi. (Meryem) Bu, Allah katından, derdi." (Âl-i İmrân, 37)

Belkıs'ın tahtı hakkında ise şöyle buyuruyor: "Yanında Kitab'dan bir ilim bulunan kimse de, Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim." (Neml, 40)

59. İlke:

Mucizeyle diğer olağan üstü şeyler arasındaki farklar özetle şunlardır:

a- Eğitim Görmemiş Olmak: Mucize gösteren kimse, hiçbir eğitim görmeden olağan üstü bir iş yapar; oysa diğer olağan üstü işleri yapmak, bir takım eğitim ve alıştırmaların ürünüdür. Musa b. İmrân (a.s) gençlik döneminden sonra Mısır'a doğru hareket etti. Yolda peygamberliğe seçildi ve "Ey Musa! Asanı at" diye hitap edildi. Asasını atınca ansızın bir ejderha oldu; öyle ki Musa'nın kendisi de korktu. Yine Hz. Musa'ya (a.s), "Elini koltuğunun altından dışarı çıkar" diye hitap edildi; elini çıkarınca, ondan gözleri alıcı bir nur parlayıverdi.[43]

Fakat Hz. Süleyman'ın (a.s) dönemindeki sihirbazlar hakkında şöyle buyuruyor: "Şeytanlar insanlara büyü öğretiyorlardı... Bunlar, o ikisinden, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı..."

b- Mücadele Edilmez Olmak: Mucize, Allah Teala'nın sonsuz gücünden kaynaklandığı için onunla mücadele edilmez; oysa cadı, büyü ve riyazet çekenlerin yapmış olduğu işler, beşerin sınırlı gücünden kaynaklandığı için onlarla mücadele edilebilir ve bir benzeri getirilebilir.

c- Sınırsız Oluş: Peygamberlerin mucizeleri bir veya iki şeyle sınırlı değildi; aksine aralarında ortak nokta bulunmayacak kadar çeşitlidir. Örneğin asayı atınca onun ejderhaya dönüşmesiyle eli koltuk altından çıkarmakla parlak bir nura dönüşmesi arasında mukayese edilmeyecek kadar büyük bir fark vardır. Yine bu ikisiyle asayı taşa vurmak sonucu ondan çeşme akması arasında da büyük bir fark vardır.[44] Yine bu üçüyle asayı denize vurmak neticesinde denizin yarılması arasında da apayrı bir fark vardır.[45]

Hz. İsa (a.s) hakkında da, çamurdan kuş yapıp ona üfürdükten sonra Allah'ın izniyle canlandığını görmekteyiz. Yine elini körlerin ve abraş hastalığına yakalananların yüzüne sürünce onlara şifa veriyor, ölüleri diriltiyor ve evlerde biriktirdikleri şeyleri bildiriyordu.[46]

d- Esasen, mucize veya keramet gösterenler hiç şüphesiz büyücüler ve olağan üstü şeyler yapan diğerleriyle hem hedef bakımından ve hem de ruhiyat açısından farklıdırlar. Birinci grup yüce hedefleri takip etmekteler; oysa ikinci grup dünyevî hedefler peşindeler ve doğal olarak bunların ruhiyatı da farklıdır.

VAHİY VE NÜBÜVVET

60. İlke:

Bir önceki ilkede, gerçek peygamberle sahte peygamberlik iddiasında bulunanları tanımanın yollarını açıkladık. Şimdi "vahiy" diye adlandırılan peygamberlerin gayb alemiyle bağlantı kurdukları yolu inceleyelim.

Peygamberlerle gayb aleminin en önemli irtibat yollarından olan "vahiy", beşer aklının veya garizesinin ürünü değildir; aksine Allah Teala'nın, mesajlarını beşere ulaştırmaları için peygamberlere verdiği özel bir bildiridir. Kur'an-ı Kerim vahyi şöyle tavsif etmektedir: "Onu, Senin kalbine Ruhu'l Emin (vahiy meleği) indirdi." (Şuarâ, 193-194) Bu ayet; peygamberin ilahi mesajlardan haberdar oluşunun, zahiri hislerin ve benzerlerinin kullanılmasının sonucu olmadığını, onu Ruhu'l Emin'in peygamberin kalbine indirdiğini göstermektedir.[47]

Dolayısıyla; vahyin karışık gerçeğini normal ölçülerle açıklayamayız. Gerçekte, vahyin inişi, hakikatini bilmesek bile iman edilmesi gereken gaybî sırlardan biridir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 3)

61. İlke:

Her şeyi maddî ölçülerle ve hissi şeylerle ölçmek ve gaybî gerçekleri hissi kalıplarda sınırlandırmak isteyenler, ilahî vahyi, tümü bizim açımızdan batıl olan çeşitli şekillerde yorumlamışlardır. Aşağıda bu gibi yorumları naklederek eleştirmeye çalışacağız:

a- Bazı yazarlar peygamberleri, insanların dahileri bilmiş, vahyi onların düşünce ve batinî hislerinin ürünü sanmışlardır. Bunlara göre Ruhu'l Emin gerçekte bu dahilerin tertemiz ruh ve nefsi, semavî kitap ise onların yüce düşünceleridir.

Vahyi bu şekilde yorumlamak, sadece hissî metotlara güvenen yeni tecrübî bilimler karşısında onların kendilerini kaybettiklerini göstermektedir. Bu görüşün önemli sorunu, Allah'ın peygamberlerinin buyruklarıyla çelişmesidir; çünkü onlar sürekli beşer için getirdikleri şeylerin ilahî vahiyden başka bir şey olmadığını vurgulamışlardır. Dolayısıyla, yukarıdaki yorum, peygamberlerin yalancı olmalarını gerektirmektedir. Bu ise onların tarihin tanıklık ettiği yüce, sadık ve dürüst makamlarıyla bağdaşmamaktadır.

Başka bir tabirle, ıslah ediciler iki kısımdırlar: Programlarını Allah Teala'ya istinat eden ıslah ediciler ve programlarını kendi düşüncelerinin ürünü tanıtan ıslahçılar. Her iki grup da çoğunlukla hayırsever ve samimidirler. Dolayısıyla, her iki ıslahçı grubu bir sayamayız.

b- Diğer bir grup, bir önceki görüşte beyan ettiğimiz görüşün amaçladığı hedefle, vahyi peygamberlerin ruhî haletlerinin tecellisinin sonucu bilmektedirler. Bunların iddia ettiğine göre peygamberler, Allah Teala'ya karşı güçlü imanları nedeniyle, yaptıkları ibadetler sonucu, artık varlıklarında bir takım yüce hakikatleri keşfederek, bunların kendilerine gayb aleminden telkin edildiğini sanacakları bir makama ulaşırlar. Oysa; bu algıların onların nefsinden başka bir kaynağı yoktur. Bu görüşün taraftarları şöyle diyorlar: Biz peygamberlerin doğru konuştuklarında şüphe etmeyiz ve onların gerçekten bir takım şeffaf gerçekleri gördüklerine inanıyoruz; fakat asıl mesele bu yüce gerçeklerin kaynağındadır; peygamberler bu hakikatlerin kendilerine gayb alemi adındaki diğer bir alemden telkin edildiğini sanırlar; oysa bunun kaynağı onların kendi nefsidir.[48]

Bu görüş, yeni bir söz değildir; aksine cahiliye döneminin, vahiy hakkındaki görüşlerinden biridir; fakat yeni bir görünüme bürünmüştür. Bu görüş özetle, vahyi; peygamberlerini hayalinin ve onların kendilerine yönelmelerinin ürünü bilmekte; onların, aşırı bir şekilde Allah hakkında düşünce, ibadet ve beşeri ıslah etmeyi tasarlamaları sonucu, karşılarında ansızın bir takım hakikatler bularak bu hakikatlerin kendilerine gayb aleminden telkin edildiğini sandıklarını savunurlar; bu ise, bir açıdan cahiliye Arab'ının vahiy hakkındaki düşüncesinin tâ kendisidir. Onlar diyorlardı ki: "(Muhammed'in söyledikleri) karmakarışık rüyalardır." (Enbiyâ, 5)

Kur'an-ı Kerim diğer ayetlerde bu görüşü sert bir şekilde reddederek buyuruyor ki: Peygamber, vahiy meleğini gördüğü konusundaki iddiasında sadıktır; ne onun kalbi yanılmıştır ve ne de gözü: "Gönül gördüğünde yanılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü)." Ve yine şöyle buyuruyor: "(Muhammed'in) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı." (Necm, 11 ve 17) Yani gerçekten hem zahirî ve hem de batinî gözle vahiy meleğini gördü.

PEYGAMBERLERİN MASUM OLUŞU

62. İlke

Masumiyet korunmak anlamında olup peygamberler hakkında şu mertebeleri vardır:

a- Vahyi alma, koruma ve iblağ konusunda masumiyet;

b- Günah ve kusurdan masumiyet;

c- Kişisel ve toplumsal konularda hata ve yanlışlıktan masumiyet.

Birinci merhalede peygamberlerin masum oldukları ittifak konusudur; çünkü bu merhalede her türlü hata ve yanlışlık, halkın güvenini sarsar ve artık peygamberin getirdiği mesajlara itimat ve güven kalmaz ve sonuçta peygamberliğin hedefi çelişkiye düşer.

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim, ilahî vahyin doğru bir şekilde beşere iblağ edilmesi için Allah Teala’nın peygamberi tamamen gözettiğini hatırlatmaktadır; nitekim şöyle buyuruyor: "Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir Çünkü O, elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar. (Böyle yapar) ki oların, Rab'lerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin (=duyurmaları gerçekleşsin). Ve (Allah), onların yanında bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır; her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 26-28)

Bu ayette vahyin korunması için iki türlü koruyucu belirtilmiştir:

a- Peygamberi her taraftan kuşatan melekler;

b- Peygamberi ve melekleri kuşatan Allah Teala.

Böyle bir korumanın nedeni ise nübüvvet ve peygamberliğin amacının gerçekleşmesi, yani Allah Teala'nın vahyinin beşere ulaşmasıdır.

63. İlke:

İlahi peygamberler, şeriat hükümlerini yerine getirmede her türlü günah ve sürçmeden korunmuşlardır ve esasen peygamberlerin gönderilişinin hedefi, onların böyle bir korunmaya sahip olmaları durumunda gerçekleşir. Çünkü onlar iblağ ettikleri ilahî hükümlere bizzat tam anlamıyla bağlı kalmazlarsa, onların sözlerinin doğruluğuna güven kaybolur ve sonuçta peygamberliğin hedefi gerçekleşmez.

Muhakkik Tusî, kısa bir ibaretinde bu delile şöyle değinmektedir: "Peygamberlerin sözlerine güvenilmesi ve böylece nübüvvetin amacının gerçekleşmesi için peygamberlerin masum olması gerekiyor."[49]

Peygamberlerin günahtan masum oluşu, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde vurgulanmıştır:

a- Kur'an-ı Kerim peygamberleri hidayet olmuş ve Allah Teala tarafından seçilmiş kişiler olarak tanıtmaktadır: "Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik." (En'am, 87)

b- Allah Teala'nın hidayet ettiği kişiyi hiç kimsenin saptıramayacağını hatırlatmaktadır: "Allah kime doğru yolu gösterirse; artık onu şaşırtan olmaz." (Zümer, 37)

c- Günah ve masiyeti dalalet olarak tanıtmaktadır: "O, sizden bir çok kuşağı saptırmıştı." (Yâsîn, 62)

Bu ayetlerden, peygamberlerin her türlü dalalet ve günahtan arınmış oldukları anlaşılmaktadır.

Ayrıca, daha önce peygamberlerin masum olmasının gerekliliği için getirdiğimiz aklî delil, onların peygamberliğe gönderilmeden önce de masum olmalarının gerekliliğine delalet etmektedir. Çünkü ömrünün bir bölümün günah ve sapıklıkla geçirdikten sonra hidayet bayrağını eline alan bir insana, halk pek güven duymaz; fakat hayatının başından beri her türlü çirkinlikten arınmış olan bir kimse çok kolay bir şekilde insanların güvenini kazanabilir. Ayrıca peygamberliği inkar eden garazlı kişiler de çok kolay bir şekilde onun karanlık geçmişinden yararlanıp kişiliğini terör ederek mesajını lekeleyebilirler. Böyle bir ortamda, ancak tertemiz ve dürüst bir hayat sonucu "Muhammed-i Emin" lakabını alan kimse parlak kişiliğiyle tıpkı bir güneş gibi, düşmanın kötü tebligat perdesini bir kenara itip insanı hayrete düşüren sebat ve direnişiyle tedricen cahiliyetin karanlık muhitini aydınlatabilir.

Ayrıca, açıktı ki hayatının başından beri günahtan uzak ve masum olan bir kimse, sadece peygamberliğe seçildikten sonra böyle bir makama sahip olan kimseden daha üstün ve hidayet rolü daha fazladır; Allah Teala'nın hikmetinin gereği ise en güzeli ve en mükemmel olanı seçmektir.

64. İlke:

Peygamberler, günahtan masum olmaları dışında, aşağıdaki konularda da hatadan masumdurlar:

a- Kavga ve tartışma konularında hakemlikte: Peygamberler Allah Teala tarafından yargı ölçüleri gereğince insanlar arasında hakemlik etmek ve hüküm vermekle görevlenmişlerdi; yani davacıdan tanık isterler, davacı tanık getiremeyecek olursa karşı taraftan yemin etmesini isterlerdi; onlar hiçbir zaman bu ölçüye aykırı davranmamışlardır. Ancak tanığın kasıtlı olarak veya yanlışlıkla gerçeğe aykırı tanıklık yapması veya aleyhine dava açılan kişi yalan yere veya yanlışlıkla yemin etmesi sonucu peygamber gerçeğe aykırı bir hüküm verirse, böyle bir hüküm peygamberlerin masumiyetine bir zarar dokundurmaz; çünkü ilahî ölçüler gereğince hükmetmekle görevlendirilmiştir; hükmü gerçeğe aykırı olduğunda ise, o hükmünün yanlış olduğunun farkındadır; fakat toplumsal maslahatlar nedeniyle ona uygun davranmakla görevli değildir.

b- Din hükümlerinin mevzularını, örneğin filan sıvının şarap olup olmadığını teşhis etmede.

c- Toplumsal meseleler ve işlerin maslahat ve mefsedetlerinin teşhisinde.

d- Normal hayat meselelerinde.

Son üç konuda peygamberlerin masum oluşunun delili şudur: Çoğu insanlar bu gibi şeylerde hata yapmakla din hükümlerinde hata yapmayı bağlantılı görmektedir. Sonuçta, bu gibi konularda hata yapmak, peygamberin kişiliğine karşı halkın güvenini sarsarak sonuçta peygamberlik hedefinin sarsılmasına neden oluyor. Ancak ilk iki konuda masumiyetin gerekliliği son konudakinden daha açık bir şekilde ifade edilmiştir.

65. İlke:

Masumiyet ve ismet mertebelerinden biri de peygamberlerde insanların onlardan uzak durmasına neden olacak bir şeyin olmamasıdır. Hepimiz biliyoruz ki bazı cismî hastalıklar veya bireyin alçaklık ve horluğunun belirtisi olan bazı ruhî hastalıklar insanların nefret etmesine ve kişiden uzaklaşmasına neden olurlar. Doğal olarak peygamberlerin bu gibi cismî ve ruhî kusurlardan münezzeh olmaları gerekiyor; çünkü halkın peygamberden kaçması ve ondan uzak durması, ilahî risaletin kendisi vasıtasıyla insanlara ulaştırılmasından ibaret olan peygamberin gönderiliş felsefesiyle çelişmektedir.

Burada aklın hükmünün bir gerçeğin keşfi anlamında olduğunu ve yine Allah Teala'nın hikmeti gereği peygamberliğe böyle kusurlardan uzak olan kimselerin seçilmesinin zaruretini hatırlatmamızda da yarar var.[50]

66. İlke:

Peygamberlerin masum olmasının gerekliliği konusunda Kur'an-ı Kerim'in sarih hakemliğini ve aklın kesin hükmünü açıladık; fakat bu alanda bazı rivayetler -ilk bakışta- onların günah işlediklerini göstermektedir (Hz. Adem (a.s) hakkındaki ayetler gibi). Bu durumlarda ne söyleyebiliriz?

Şunu hemen hatırlatalım ki, kesinlikle Kur'an-ı Kerim'de hiçbir çelişkinin olmadığı hükmüyle, ayetlerdeki belirtilere dikkat ederek onların gerçek maksadının ne olduğunu anlamak gerekir ve bu gibi durumlarda ayetlerden birinci derecede anlaşılan şey kesinlikle aceleci bir hükmün ölçüsü olamaz. Büyük Şiâ kelamcıları ve müfessirler bu ayetleri tefsir etmiş ve hatta bazıları bu konuda müstakil kitaplar yazmışlardır. Bu ayetlerin her birini ayrı ayrı ele alıp incelemek kitabımızın kapasitesinin dışında olduğu için bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu kitaplara müracaat edebilirler.[51]

67. İlke:

Masumiyetin neden ve kaynağını iki şeyde özetleyebiliriz:

A- Peygamberler (ve Allah'ın has kulları) Allah Teala'yı tanıma açısından, O'nun hoşnutluk ve rızasını hiçbir şeyle değişmeyecekleri çok yüce bir mevkie sahiptirler. Başka bir ibaretle, peygamberlerin, Allah'ın azamet, cemal ve celalini idrak etmeleri Allah'tan başkasına teveccüh etmelerini ve Allah rızasından başka şeyi düşünmelerini engeller. Bu marifet derecesi Hz. Ali (a.s)'ın buyruğunda şöyle ifade edilmektedir: "Gördüğüm her şeyden önce, her şeyden sonra ve her şeyle birlikte Allah Teala'yı gördüm." İmam Sadık (a.s) da şöyle buyuruyor:  İmam Sadık (a.s) da şöyle buyuruyor: "Ancak ben O'na sevdiğim için ibadet etmekteyim ve bu ise yüce kişilerin ibadetidir."[52]

B- Peygamberlerin Allah'a itaatin parlak sonucunu ve günahın çirkinliğini tam anlamıyla bilmeleri, onların Allah'a itaatsizlik etmekten korunmalarına neden olur. Kapsamlı ve her yönlü masumiyet, Allah'ın velilerinden özel bir gruba hastır; fakat buna rağmen bazı takvalı müminler de, amellerinin büyük bir bölümünde günah işlemekten masumdurlar; örneğin takvalı bir kişi ne pahasına olursa olsun hiçbir zaman intihar etmeye kalkışmaz veya suçsuz bir kişiyi öldürmez.[53] Dahası, normal insanlar bile bazı şeylere karşı masumdurlar. Örneğin, aklı başında hiç kimse ne pahasına olursa olsun çıplak elektrik kablosuna elini sürmez. Açıktır ki, bu gibi durumlarda masumiyet, kişinin amelinin kötü sonucunu kesin olarak bilmesinden kaynaklanmaktadır; o halde insan günahın çok tehlikeli sonuçları hakkında da böyle bir ilme sahip olursa, bu ilim kişinin günahtan uzak durmasına ve masum olmasına neden olur.

68. İlke:

Masumiyetin kaynağını göz önünde bulundurarak, masumiyetin, masumun özgürlük ve iradesiyle çelişmediğini, aksine masumun, tam anlamıyla Allah'ı tanıması, itaat ve günahın sonuçlarını bilmesi nedeniyle her ne kadar hiçbir zaman günaha yaklaşmasa da günah işleme güç ve iradesine sahip olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Tıpkı çocuğunu öldürme gücüne sahip olmasına rağmen asla bunu yapmayan şefkatli bir baba gibi. Daha açığı, Allah Teala'dan çirkin bir işin baş göstermemesidir. Mutlak kudret sahibi olan Allah Teala kendisine itaat eden kişileri de cehenneme sokup günahkâr kişileri cennete götürebilir; fakat onun adalet ve hikmeti böyle bir iş yapmasına engel olur. Evet, günahı terk etmek, Allah'a ibadet ve itaat etmek masum bir kişi için büyük bir iftihardır; çünkü onlar günah işlemeye güçleri yettiği halde günah işlemezler.

69. İlke:

Biz, bütün peygamberlerin masum olduklarına inanmakla birlikte, masumiyetin peygamberliği gerektirmediğine inanıyoruz. Çünkü bir kişi masum olmasına rağmen peygamber olmayabilir. Kur’an-ı Kerim Hz. Meryem hakkında, “Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni dünyaların kadınlarına üstün kıldı” buyuruyor. (Âl-i İmrân, 42) Kur’an-ı Kerim’in Hz. Meryem hakkında “seçti” tabirini kullanmış olmasından, onun masum olduğu anlaşılmaktadır; çünkü peygamberler hakkında da “seçmek” terimi kullanılmıştır: “Allah Adem’ı, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip alemlere üstün kıldı” (Al-i İmran, 32)

Ayrıca, yukarıdaki ayette Hz. Meryem’in tertemiz kılınmasından bahsedilmiştir; bundan da maksat, Yahudilerin, onun çocuğunu gayri meşru yollarla dünyaya getirdiği şeklindeki iftira ve suçlamalardan değil, onun her türlü çirkinlikten arı olmasıdır. Çünkü Hz. Meryem'in bu günahtan temize çıkarılması, Hz. İsa (a.s)'ın doğumunun ilk günlerinde konuşmasıyla ispatlanmıştı[54] ve artık tekrar bunu vurgulamaya gerek yoktu.

Ayrıca, Hz. Meryem (s.a)'in tertemiz olduğunu bildiren ayet, ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla Hz. Meryem'in ibadet mihrabında olduğu ve Hz. İsa (a.s)'a hamile olmadığı dönemle ilgilidir; dolayısıyla o dönemde hiçbir suçlama söz konusu olmadığından tathir yani suçlanmanın reddi ve nihayet beraat olayı da sözkonusu olamaz.

 

Altıncı Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(5)

Özel Risalet



 

 

 

 

70. İlke:

Önceki bölümde nübüvvetten genel olarak bahsettik; bu bölümde sadece İslam peygamberi Hz. Muhammed b. Abdullah (s.a.a)'tan bahsedeceğiz. Daha önce Hz. Resulullah (s.a.a)'ın peygamberliğinin üç yolla ispatlandığına değindik:

1- Peygamberlik iddiasına getirdiği mucizeyle;

2- Onun davasının doğruluğunu onaylayan karine ve belirtileri toplamakla;

3- Önceki peygamberlerin tasdikiyle.

İslam peygamberinin nübüvvetini her üç yolla ispatlamak mümkündür; biz bunların her birine kısaca değiniyoruz.

KUR'AN-I KERİM VEYA EBEDÎ MUCİZE

Kesin ve tartışmasız tarih, İslam peygamberinin (s.a.a) davetini çeşitli mucizelerle söz konusu ettiğine tanıklık etmektedir. Fakat bu mucizeler arasında, Hz. Resulullah (s.a.a) onlardan birinin üzerinde -ki gerçekte bu, o hazretin ebedi mucizesidir- özellikle durmuştur: Ve o da Kur'an-ı Kerim'dir.

Hz. Resulullah (s.a.a) bu semavî kitapla peygamberliğini ilan ederek insanlara meydan okumuş, getirebilirlerse onun bir benzerini ve mislini getirmeye davet etmiştir. Kur'an-ı Kerim açık bir şekilde meydan okumasına rağmen hiç kimse bi'set asrında onun mislini getirememiştir. Bu gün de, asırlar geçmesine rağmen Kur'an-ı Kerim halâ meydan okuyarak şöyle buyuruyor: "Andolsun eğer insan(lar) ve cin(ler) şu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar)." (İsra, 88) Kur'an-ı Kerim burada inanmayanlara meydan okuyarak diyor ki: Ey peygamber, de ki eğer getirebilirlerse Kur'an gibi bir kitap getirsinler. Başka bir yerde bundan azıyla da yetinerek, "De ki, eğer getirebilirlerse Kur'an sureleri gibi on sure, hatta bir tek sure getirsinler" buyurmaktadır.

"De ki: Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin." (Hud, 13)

"…Onun gibi bir sure getirin." (Bakara, 23)

Biliyoruz ki, İslam düşmanları, bu dinin ortaya çıkmasından geçen 15 asır boyunca, İslam'a darbe indirmek için ellerinden gelen hiçbir şeyi esirgemediler ve hatta İslam peygamberini sihirbazlık ve delilikle suçlamaktan da geri kalmadılar; ancak hiçbir zaman Kur'an-ı Kerim'in meydan okumasına karşılık veremediler. Nitekim günümüzde de her türlü fikir, düşünce ve araç-gereçlere sahip olmalarına rağmen Kur'an'ın bu kesin ve açık meydan okumasına karşılık verecek güce sahip değillerdir ve bu da Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olmadığını göstermektedir.

71. İlke:

Peygamber efendimizin (a.s), tarih ve hadis kitaplarında genişçe açıklanan çeşitli mucizeleri vardı. Fakat buna rağmen o hazretin bütün dönemlerde parlayan mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Hz. Resulullah (s.a.a)'in diğer peygamberlerin aksine böyle bir mucizeye sahip olmasının nedeni onun dininin son ve ebedî din oluşudur. Ebedî dinin, bütün asırlarda tüm nesillere kesin bir delil olması için insanların tarih boyunca kimseye müracaat etmeden doğrudan kendisine müracaat edebilecekleri ebedî bir mucizeye ihtiyaçları vardır.

Kur'an-ı Kerim çeşitli açılardan mucizedir; burada bunların tümünden bahsetmemiz mümkün olmadığından bazılarına özetle değiniyoruz:

Kur'an-ı Kerim'in indiği gün, Arap dünyasının, fesahat ve belagat bilginlerinin dikkatini çeken ilk şey, tümüne fesahat ve belagat denilen Kur'an-ı Kerim'in kelimelerinin güzelliği, terkiplerinin yeniliği ve üstün anlamlara sahip olmasıydı. Bu özelliği o günün (ve günümüz) Arab'ı çok iyi bir şekilde görmekteydi; işte bu nedenle Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) sürekli Kur'an-ı Kerim ayetlerini okuyarak ve sürekli meydan okuyarak fesahat ve belagat meydanının kahramanlarını Kur'an karşısında saygıyla eğilmek zorunda bırakıyor, Kur'an'ın yüceliği karşısında onların hayrette kalmasına ve onun beşer üstü bir şey olduğunu itiraf etmesine neden oluyordu.

Kureyş şairi ve fesahat hocası Velid b. Muğayre Hz. Resulullah (s.a.a)'tan birkaç ayet dinledikten sonra onun hakkında şunları dile getirdi: "Vallahi, şimdi Muhammed'den öyle bir söz dinledik ki ne insanların ve ne de cinlerin sözüne benzer. Bu sözlerin özel bir tatlılığı ve güzelliği var. Onun sözlerinin dalları meyve dolu, kökleri bereketlidir; öyle yüce bir sözdür ki ondan üstün ve seçkin bir söz yoktur; yani kesinlikle onunla rekabet edilemez."[55]

Kur'an-ı Kerim'in zahirî güzelliği ve manevî yüceliği karşısında saygıyla tazim eden tek kişi Velid b. Muğayre değildir; Utbe b. Rabia ve Tufeyl b. Amr gibi Arabın diğer fasihleri de Kur'an-ı Kerim'in edebî açıdan mucize olduğunu itiraf edip onun karşısında acizliklerini dile getirmişlerdir. Elbette cahiliye dönemi Arabı, kültürel seviyesinin düşük olması nedeniyle Kur'an-ı Kerim'in bu mucizevî yönü dışında bir şey anlamıyordu. Fakat İslam dini, tıpkı bir güneş gibi, dünyanın yerleşim bölgesinin dörtte birine ışık saçtığı dönemde, dünya düşünürleri gururlanarak ve titizlikle bu kitabın yüce ayetleri üzerinde akıl yorarak onun edebî yönleri dışında her biri tek başına kutsal alemle bağlantılı olduğunu gösteren diğer boyutlarından da yararlanarak her asırda, onun sonsuz gerçeklerinden yepyeni noktalar öğrendiler ve bu hareket halâ devam etmektedir…

72. İlke:

Bir önceki ilkede, Kur'an-ı Kerim'in edebî açıdan mucize olduğunu özetle açıkladık. Şimdi kısaca Kur'an-ı Kerim'in diğer mucizevî boyutlarına değinelim. Kur'an-ı Kerim'in edebî açıdan mucize oluşunu, sadece Arapça'da uzman olan kimseler anlasa da, onun diğer mucizevî boyutlarını Arap olmayanlar da anlayabilirler.

A- Kur'an-ı Kerim'i getiren, okuma-yazması olmayan ümmî bir kişidir; ne okula gitmiş, ne öğretmen görmüş ve ne de bir tek kitap okumuştur. Nitekim buyuruyor ki: "(Ey Muhammed) sen bundan önce herhangi bir kitab okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı o zaman inkarcılar, (senin risaletinin hakkaniyetinden) kuşkulanırlardı." (Ankebut, 48)

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu ayeti, kendisini yakından tanıyan halka okudu. Eğer o hazretin okur-yazarı olsaydı tabii ki onun bu iddiasını yalanlarlardı ve eğer bazılarının onu "(Kur'an'ı) ona bir insan öğretiyor."[56] diye suçladıklarını görüyorsak, bu da diğer iftiralar gibi tamamen temelsizdi; nitekim Kur'an-ı Kerim bu iftirayı reddederek şöyle buyuruyor: "Biz onların '(Kur'an'ı) ona bir insan öğretiyor.' Dediklerini biliyoruz. Hak'tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili a'cemi (yabancı, açık değildir), bu ise apaçık Arapça bir dildir."[57]

B- Kur'an-ı Kerim yirmi üç yıl içinde çeşitli şartlar altında (savaşta, barışta, seferde, vatanda ve…) Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından tilavet edilmiştir. Böyle bir konuşma, sahibinin sözlerinde bir nevi ikilik ve hatta birkaç yönlülük olmasını gerektirmektedir. Kitaplarının eşit şartlarda ve yazılarının birbiriyle uyumlu olmasını gözeterek yazan yazarların, çoğu zaman yazılarında ihtilaf ve uyumsuzluk gözetlenmektedir; o halde bir sözü tedricen, çeşitli durum ve şartlarda söyleyen kimselerin sözlerinde ihtilaf ve uyumsuzluğun olmaması mümkün müdür?!

Kur'an-ı Kerim'in ilahiyat, tarih, teşri ve yasama, ahlak ve tabiat gibi çeşitli konulardan bahsetmiş olması ve bu mecmuada içerik ve metot bakımından tepeden tırnağa en mükemmel insicam ve uyumluluğa sahip olması gerçekten dikkat çekicidir. Kur'an-ı Kerim'in bizzat kendisi bu mucizevî yönüne değinerek şöyle buyuruyor: "Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer (o) Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 82)

C- Kur'an-ı Kerim, insanın sabit fıtratını dikkate alarak o esas üzerine yasama yapmıştır. Bu temel bakış sonucu, insanın ruhu ve hayatının bütün açılarına dikkat ederek hiçbir zaman eskimeyecek ve yok olmayacak temel ilkelere değinmiştir.

İslam'ın genel kanunlarının özelliklerinden biri de çeşitli şartlar altında ve farklı ortamlarda icra edilebilir oluşudur ve Müslümanlar dünyanın büyük bir bölümünü ele geçirdiklerinde, bu kanunlar sayesinde, asırlar boyu nice toplumları güç ve kudretle idare etmişlerdir. İmam Muhammed Bâkır (a.s), "Allah Teala halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi kitabında indirmiş ve onu elçisine açıklamıştır; her şey için bir sınır belirtmiş ve her sınır için de bir delil tayin etmiştir"[58] buyurmaktadır.

73. İlke:

D- Kur'an-ı Kerim çeşitli ayetlerde çeşitli münasebetlerle, varlık aleminin o günün insanının bilmediği sırlarını beyan etmiştir; hiçbir şeyden haberi olmayan bir toplumda yaşayan okur-yazarı olmayan bir kişinin bu sırları keşfetmesi ise vahiy kanalı dışında imkansızdır. Yer çekimi kanununun keşfedilmesi günümüz biliminin iftiharlarındandır ve günümüzde varlık dünyasının ayakta durması bu esas üzerine yorumlanmaktadır. Kur'an-ı Kerim çok kısa bir cümlede bu kanunu açıklayarak şöyle buyuruyor: "Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti." (Ra'd, 2) Genel çift kanununun keşfedilmesi de günümüz biliminin elde ettiği şeylerden biridir; oysa Kur'an-ı Kerim bu alanda en küçük bir bilgi olmadığı bir dönemde buyurmuştur ki: "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık ki düşünüp öğüt alasınız." (Zariyat, 49) Buna tefsir ve kelam kitaplarında veya Dairet-ul Maarifte nakledilen diğer örnekleri de gösterebiliriz.

E- Kur'an-ı Kerim bazı olaylar vuku bulmadan önce onlardan kesin bir şekilde haber vermiş ve verdiği haberler tüm ayrıntılarıyla vuku bulmuştur. Bunun örnekleri oldukça fazladır; örnek olarak bunlardan biri şöyledir: Allah'a tapan Hıristiyan Rumlar, ateşperest Sasanîler'e yenik düşünce, Arap müşrikler bu olayı hayıra yorarak "biz de Arap yarımadasının Allah'a tapanlarına (Müslüman'lara) galip geleceğiz" demişlerdi. Kur'an-ı Kerim o dönemde kesin bir şekilde şöyle buyurmuştur: "Rum(lar) yenildi. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde. Onlar (bu) yenilgilerinden sonra yeneceklerdir; birkaç (3-9) yıl içinde. (Onların) bu (yenilgileri)nden önce de, sonra da emir Allah'ındır. O gün müminler sevinir(ler)." (Rum, 2-4) Çok geçmeden bu öngörü gerçekleşti ve Allah'a tapan her iki grup da (Rum Hıristiyanları ve Arabistan Müslümanları) aynı zamanda düşmanlarına (Sasanî İran ve müşrik Kureyş'e) galip geldiler. İşte bu nedenle, her iki zafer de aynı zamanda gerçekleştiği için ayetin sonunda müminlerin sevinç ve mutluluğundan bahsedilerek buyruluyor ki: "O gün müminler sevinir(ler)."

F- Kur'an-ı Kerim çeşitli surelerde farklı tabirlerle peygamberlerle geçmiş ümmetlerin yaşam öyküsünü açıklamıştır. Bu konu Tevrat ve İncil'de de geçmiştir. Fakat bunları karşılaştırdığımızda Kur'an-ı Kerim'in tümünün ilahî vahiy olduğunu, oysa Tevrat ve İncil'in tahriften korunmadığını görmekteyiz. Kur'an-ı Kerim'in anlattığı peygamberlerin yaşam öyküsünde akıl ve fıtrata aykırı ve peygamberlerin yüce makamına uygun olmayan en küçük bir şey yoktur; oysa Tevrat ve İncil'in kıssalarında bu gibi uyumsuzluklar oldukça fazladır. Bu konuda sadece Hz. Adem'in kıssasında Kur'an-ı Kerim'le Tevrat ve İncil'i karşılaştırmamız yeterlidir.

74. İlke:

KUR'AN-I KERİM VE HZ. RESULULLAH (S.A.A)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLLERİ

Belirti ve nişaneleri bir araya toplamak -daha önce de dediğimiz gibi- peygamberlerin iddialarını doğrulayabilecek şeylerdendir. Burada kısaca, İslam peygamberinin davasının doğruluğuna delalet eden belirtilere değinmek istiyoruz. Bu belirtiler şunlardan ibarettir:

A- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Geçmişi: Kureyş halkı, Hz. Resulullah (s.a.a)'i peygamberliğe seçilmeden önce onu "Muhammed-i Emin" diye çağırıyor ve değerli eşyalarını ona emanet ediyorlardı. Ka'be'nin binasını yenilerlerken Hacer-ul Esved'i yerine yerleştirme konusunda dört kabile arasında ihtilaf çıktı; sonunda bu işi emin ve tertemiz bir kişi olan Kureyş'in azizinin, yani Hz. Muhammed (s.a.a)'in yapmasına karar verdiler.[59]

B- Ortamın Çirkinliklerinden Temiz Oluşu: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) putperestlik, kumar, kızları diri diri gömme, murdar ve kan yeme, zulüm ve haksızlığın hakim olduğu bir ortamda yetişmişti. Buna rağmen o kesinlikle bu akidevî ve ahlakî çirkinliklere bulaşmayan yüce bir kişiydi.

C- Davetinin İçeriği: Hz. Resulullah (s.a.a)'in davetinin içeriğine baktığımızda o hazretin halkı; bulunduğu ortamda yaygın olan şeyin tam aksine davet ettiğini görmekteyiz. Onlar putperesttiler, o ise tevhide davet etti; onlar kıyameti inkar ediyorlardı, o ise kıyamete imanı İslam'ın şartı saydı; onlar kızları diri diri gömüyor ve kız çocuğuna en küçük bir değer vermiyorlardı, o ise kadını insanî değerlere kavuşturdu. Onlar faiz yiyor ve servet biriktiriyorlardı, o ise faiz yemekten ve servet biriktirmekten insanları alıkoydu; o dönemde yaygın bir şekilde kumar oynanıyor ve şarap içiliyordu, o ise bunları şeytanî şeyler sayarak bunlardan sakınmayı farz bildi…

D- Davet Vesileleri: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) davetini yaymak için tamamen insanî ve ahlakî yöntemlerden yararlanıyordu. O hazret hiçbir zaman düşmanın suyunu kesmek, suyu zehirlemek ve ağaçları kesmek gibi vesilelerden yararlanmadı. Aksine kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zarar vermemeyi, ağaçları kesmemeyi ve düşmana hücceti tamamlamadan savaşa başlamamayı tavsiye ediyordu. "Amaç, aracı meşru kılar" şeklindeki Makyavelistlik mantığından nefret ederdi. Örneğin, Hayber savaşında, Yahudilerden birinin düşmanı dize getirmek için suyu zehirleme önerisini kabul etmedi. Onun hayatı düşmana karşı saygın davranışlarla doludur.

E- Davetini Kabul Edenlerin Kişilik ve Özellikleri: Hz. Resulullah (s.a.a)'e iman edenlerin ruhiyat, düşünce ve davranışlarına bakılacak olursa onun sözlerinin doğruluğu anlaşılır. Açıktır ki, bir insanın daveti, toplumun seçkin kişileri üzerinde etkili olursa, bu onun doğru ve hak üzere olduğunu gösterir. Fakat eğer etrafını dünyaperest kişiler sararsa bu da onun davasının zayıflığını ortaya koyar. Hz. Resulullah (s.a.a)'e gerçek iman edenler arasında, tarihin ahlakî özelliklerine, takva, zahitlik, cihad, fedakarlık, temizlik ve dürüstlüklerine tanıklık ettiği Emirulmüminin Ali (a.s), Cafer b. Ebutalib, Selman, Ebuzer, Bilal, Mus'ab, Miktad ve Ammar'ı görmekteyiz.

F- Ortamda Olumlu Bir Etki Bırakmak ve Büyük ve Yüce bir Medeniyetin Temelini Atmak: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) yirmi üç yıl boyunca, Arap yarım adasının durumunu tamamen değiştirdi. O hazret yağmacı insanlardan emin kişiler, putperest kişilerden kültürlü ve dirençli müminler yetiştirerek sadece kendi ortamında yüce bir medeniyet yaratmakla kalmayıp eşsiz İslam medeniyetini diğer bölgelere de yaydı. Sadr-ı İslam Müslümanlarından Cafer b. Ebutalib (a.s), bu noktanın üzerinde durarak Habeş kralının sorusunun cevabında dedi ki:

"Ey kral! Allah Teala bizi, putperestlik ve kumar oynamaktan alıkoyup bize namaz kılmayı, zekat vermeyi, adaletli olmayı, iyilik yapmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreden, bizi fahşâ ve kötülükten meneden bir peygamber gönderdi."[60]

Bu ve benzeri belirtiler, peygamber efendimizin (a.s) buyruğunun doğruluğunu ve amacının hakkaniyetini göstermektedir. Şüphesiz bu özelliklere sahip olan bir kişinin peygamber ve gayb alemiyle bağlantıda olduğu yolundaki iddiası doğrudur; nitekim diğer belirtiler de bu konuyu tamamen teyit etmektedir.

75. İlke:

Önceki Peygamberin Onaylaması: Peygamberlik iddiasını ispatlamanın yollarından birisi de önceki peygamberin onaylamasıdır. Çünkü önceki peygamberin peygamberliğinin kesin delillerle ispatlandığını kabul etmemiz durumunda onun buyruğu kendisinden sonraki peygamberin de peygamberliğini ispatlayan kesin bir delil sayılabilir. Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden, kitap ehlinin, Hz. Resulullah (s.a.a)'i kendi çocukları gibi tanıdıkları, yani onun peygamberliğinin belirtilerinin kendi kitaplarında açıklandığı geçer. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu iddiada bulununca kimse onun inkar etmedi; nitekim Kur'an şöyle buyuruyor: "Kendilerine kitap verdiklerimiz (Yahudiler ve Hıristiyanlar), onu, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara, 146)

Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. İsa (a.s)'ın kendisini müjdeleyerek ben size, benden sonra ismi Ahmed olan bir peygamberin gelişini müjdeliyorum dediğini hatırlattı: "Benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak (geldim." (Saf, 6) Ehl-i kitap, her ne kadar gerçeği söylemekten çekindiyseler de bu iddayı yalanlamadılar. Ayrıca, İncil'in asırlar boyu tahrife uğramasına rağmen, Yuhenna İncili'nde (14, 15 ve 16. bölümlerde) Hz. İsa'nın "Farkilita = övülmüş = Muhammed" isminde bir kişinin geleceğini müjdelediğini hatırlatmakta da yarar var; araştırmacılar bu kitaba müracaat edebilirler.

76. İlke:

Daha önce de değindiğimiz gibi, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mucizeleri sadece Kur'an-ı Kerim'le sınırlı değildi; o hazret bazen çeşitli münasebetlerle halkı ikna etmek için mucizeler gösteriyordu. Şunu hemen hatırlatalım: Esasen aklî bir muhasebe, Hz. Resulullah (s.a.a)'in hayatında Kur'an-ı Kerim'den başka mucizelerin de varlığını ispatlamaktadır: Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Musa (a.s)'ın 9 mucizesi[61] ve Hz. İsa'nın ise 5 mucizesi olduğunu bildiriyor.[62] Bu durumda, kendisinin önceki peygamberlerden üstün ve onların sonuncusu olduğunu bildiren Hz. Resulullah (s.a.a)'in, kendisinden önceki peygamberlerin bu kadar çeşitli mucizelere sahip olduğunu bildirdiği halde kendisinin sadece bir mucizeye sahip olduğu söylenebilir mi?! Halkın, önceki peygamberler o kadar mucizeler gösterdikleri halde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den çeşitli mucizeler göstermesini istemedikleri ve onun sadece bir mucize göstermesiyle yetindikleri kabul edilebilir mi?!

Ayrıca Kur'an-ı Kerim Hz. Resulullah (s.a.a) için çeşitli mucizeler saymıştır; bu mucizeler şöyledir:

A- Ayın İkiye Bölünmesi: Müşrikler, iman etmek için Hz. Resulullah (s.a.a)'in işaretiyle ayın ikiye bölünmesini şart koştuklarında o hazret Allah'ın izniyle bu mucizeyi gösterdi: "(Kıyamet) saat(i) yaklaştı, ay yarıldı. Bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve süregelen bir büyüdür derler." (Kamer, 1-3) Ayetin son bölümü, maksadın, kıyamet gününde ayın yarılması olmadığını, aksine, bu olayın Hz. Resulullah (s.a.a)'in dönemine ait olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.

B- Miraç: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir gecede Mekke'deki Mescid-ul Haram'dan Filistin'deki Mescid-ul Aksa'ya ve oradan da ulvî aleme gitti; o kadar kısa bir zaman içerisinde böyle büyük bir hareket Hz. Resulullah (s.a.a)'in Kur'an-ı Kerim'de nakledilen mucizelerinden biridir; Allah'ın gücü ise tabiî etkenlerin elçisinin yukarı aleme yükselmesine engel olmaktan yücedir.[63]

C- Kitap Ehliyle Mübahele: Hz. Resulullah (s.a.a) hak üzere olduğunu ispatlamak için bir grup kitap ehlini mübahele yapmaya davet ederek, gelin kendimiz, çocuklarımız ve kadınlarımızla mübahele edelim, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine dileyelim dedi. Şüphesiz mübahele iki taraftan birinin yok olmasına neden olur; fakat hazret mübahele yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Kitap ehli Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu kararlılık ve direncini ve mübahele meydanına en azizlerini getirdiğini görünce gerileyerek Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in şartlarını kabul ettiler.[64]

Gayptan haber verme konusunda da daha önce Hz. İsa (a.s)'ın gayptan haber verdiğini söyledik.[65] Hz. Resulullah (s.a.a) de vahiy yoluyla gayptan haber veriyordu; Rumların İranlılara zaferi[66] ve Mekke'nin fethi[67] bu cümledendir.

Bunlar Kur'an-ı Kerim'de zikredilen mucizelerdir. Bunların dışında tarihçiler ve muhaddisler, Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında, tümü mütevatir olan mucizeler rivayet etmişlerdir.

HZ. RESULULLAH (S.A.A)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN ÖZELLİKLERİ

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in davetinin bir takım özellikleri var; bunların en önemlileri dört şeydir. Biz üç ilkede bunlara değineceğiz:

77. İlke:

Hz. Resulullah (s.a.a)'in dini ve daveti evrenseldir; belli bir kavim veya bölgeye has değildir; nitekim Kur'an şöyle buyuruyor: "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe', 28) Yine buyuruyor ki: "(Ey Muhammed), biz seni ancak alemlere rahmet için gönderdik." (Enbiyâ, 107) İşte bu nedenle o hazretin davetlerinde "insanlar" kelimesini kullanarak, "Ey insanlar, Elçi size, Rabb'inizden gerçeği getirdi. Kendi yararınıza olarak (ona) inanın" (Nisâ, 170) buyurmaktadır.

O hazret kendi davetine başladığı zaman, kendisinden önce kendilerine bir uyarıcı gelmeyen topluluğu uyarmak için doğal olarak ilk önce kendi kavmini uyardı: "Hayır, o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi, doğru yola gelsinler diye uyarman için Rabb'inden (sana indirilen) gerçektir." (Secde, 3) Fakat bu o hazretin risalet alanının belli bir grubu aydınlatmayla sınırlı olduğu anlamına gelmez. Nitekim bazen Kur'an-ı Kerim belli bir grubu davet ederken, aynı zamanda hemen peşinden onu, davetinin ulaşabileceği kimseler için de hüccet sayarak şöyle buyuruyor: "Bu Kur'an bana vahyolundu ki, onunla sizin ve (onun) ulaştığı herkesi uyarayım." (En'am, 19)

Peygamberlerin, davetleri ister evrensel olsun ister bölgesel, getirdikleri dine öncelikle kendi kavimlerini davet etmelidirler; nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın." (İbrahim, 4) Fakat dediğimiz gibi, bir peygamberin kendi kavminin diliyle gönderilmesi, kesinlikle davetinin o kavimle sınırlı olduğu anlamına gelmez.

78. İlke:

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliği son peygamberliktir; nitekim onun dini de son din ve kitabı da semavî kitapların sonuncusudur. Yani ondan sonra başka bir peygamber gelmeyecek ve onun dini kıyamete kadar ebedî kalacaktır. Hz. Resulullah (s.a.a)'in son peygamber oluşundan şu iki konu anlaşılmaktadır:

1- İslam dini, kendinden önceki dinleri feshetmiş ve onun gelişiyle geçmiş dinler resmiyetlerini kaybetmişlerdir.

2- Gelecekte başka semavî bir din gelmeyecektir ve yeni bir semavî din iddiası artık kabul edilmeyecektir.

Hatemiyet konusu, hiç kimseye şüphe bırakmayacak bir şekilde Kur'an-ı Kerim ve hadislerde apaçık söz konusu edilmiştir. Bu konudaki belgelerden bazılarına işaret ediyoruz:

"Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." (Ahzab, 40) "Hatem" yüzük anlamındadır. İslam dininin geldiği dönemde, kişilerin mührü, yüzüklerinin kaşıydı; mektubun bittiğini bildirmek için onunla mektupları mühürlerlerdi. Bu noktayı göz önünde bulundurarak, yukarıdaki ayetin anlamı şudur: İslam peygamberinin gelişiyle, peygamberlik belgesine bitiş mührü vurularak peygamberlik dosyası kapandı.

Ayrıca, "risalet" vahiy kanalıyla elde edilen mesajları ulaştırmak ve iblağ etmek anlamında olduğundan, doğal olarak nübüvvetsiz ilahî risalet de olmayacaktır; ve sonuçta peygamberliğin bitişi risaletin de bitişidir.[68]

Bu konuda çeşitli hadisler arasından, "Menzilet" hadisine değinmemiz yeterli olacaktır: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), Tebuk savaşında Ali (a.s)'ın Medine'de kendi yerine bırakınca ona şöyle buyurdu: "Ya Ali, sen baba; Harun'un Musa'ya olduğu menzilede olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur."[69]

Mütevatir "Menzile" hadisi dışında, hatemiyetle ilgili hadisler de icmali tevatür şeklinde nakledilmiştir.[70]

79. İlke:

İslam dininin ebediyetinin sırrı iki şeyde saklıdır:

a- İslam dini, insanoğlunun ilahî hidayetlerle tabî ve fıtrî ihtiyacını temin etmek için daha mükemmel ve iyisi düşünülmeyecek en mükemmel programı sunmuştur.

b- Ameli hükümler alanında da insanoğlunun her türlü ihtiyaçlarını temin edebilecek bir takım kapsamlı ve sabit ilkeler sunmuştur. Bunun en açık tanığı, İslam (ve özellikle Şiâ) ulemasının on dört asır boyunca İslam toplumlarının amelî ahkam alanında tüm ihtiyaçlarını karşılayabilmiş ve bu güne kadar İslam fıkhının cevap vermekten aciz kaldığı bir durumla karşılaşılmamış olmasıdır. Bu hedefin gerçekleşmesinde faydalı ve etkili olan şeyler şunlardır:

1- Aklın Hüccet Oluşu: Aklın hakemlik yetkisi olduğu durumlarda itibar ve belgesel yeterliliği, hayat boyunca insanoğlunun vazifelerini ispatlamanın yollarından biridir.

2- Önemli Bir Konuyla Çeliştiğinde Daha Önemli Olanı Gözetmek: İslam hükümlerinin, eşyalarda bir takım gerçek ölçüler, zatî (veya arizî) maslahat ve mefsedelerden kaynaklandığını, bunların bazılarını akıl elde edebilirken diğer bazılarını da şeraitin beyan ettiğini bilmekteyiz; bu ölçülerin tanındığı durumlarda, doğal olarak fakih, bunların birbirleriyle çelişmeleri halinde, daha önemli olanı daha az önemli olana tercih ederek sorunu halledebilir.

3- İçtihad Kapısının Açık Oluşu: İçtihad kapısının İslam ümmetinin yüzüne açık oluşu -ki bu konu Şiâ'nın imtiyaz ve iftiharlarındadır- İslam dininin hatemiyetini garanti eden etkenlerdendir; çünkü diri ve sürekli içtihad sayesinde, sürekli yeni mesele ve olayların hükmü İslam dininin genel kurallarından çıkarılıp istinbat edilmektedir.

4- Sanevî Hükümler: İslam dininde, ilk etapta uyulması gereken ahkam-ı evveliye dışında, bir çok sorunları halledebilecek bir takım sanevî hükümler vardır. Örneğin, bir hükmü bir konuya tatbik etmek sıkıntı ve zorluğa neden olur veya kişilerin zarar ve ziyan görmesini gerektirirse, sıkıntı veya zararı nefyeden genel kurallar (fikıhta açıklanan şartlarla) çıkmazları kırma ve sıkıntıları gidermede şeriata yardımcı olurlar. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "O (Allah) dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 78) Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) de şöyle buyurmaktadır: "(Dinde) zarar vermek ve zarar görmek yoktur." İşte bu iki kurala ve benzerlerine sahip olan bir mektebin izleyicileri hiçbir zaman yaşamlarında çıkmazla karşılaşmazlar.

Hatemiyet konusu kelam kitaplarında geniş şekilde bahsedilmiştir; dileyenler bu kitaplara müracaat edebilirler.

80. İlke:

İslam dininin özelliklerinden biri, mefhum ve hükümlerinin kolay bir şekilde anlaşılır ve mutedil oluşudur; bu özelliğin, İslam dinini dünyanın çeşitli kavim ve milletleri arasında nüfuz edip yayılmasının en önemli etkenlerinden biri sayabiliriz. İslam, Allah'a tapma konusunda, her türlü ipham ve karışıklıktan uzak olan halis ve apaçık bir tevhidi söz konusu etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de geçen İhlas suresi tek başına bu iddiamızı doğrulayabilir; nitekim bu kutsal kitap insanın konumu konusunda da takva ilkesine dayanmaktadır; ki bizzat bu da tüm yüce ahlakî özellikleri kapsamaktadır. Amelî hükümler alanında da İslam dini her türlü zorluk ve sıkıntıyı reddetmekte ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisini kolay ve rahat dinin getiricisi olarak tanıtmaktadır: "Ben kolay bir dinle geldim."

İnsaflı ve garazsız araştırmacılar, hatta Müslüman olmayan bilginler bile, İslam dininin hızla yayılmasının en önemli etkenini, bu dinin hükümlerinin açık ve kapsamlı oluşu bilmişlerdir. Örneğin, Fransalı meşhur bilgin doktor Gustav Lubon diyor ki:

İslam'ın ilerlemesinin sırrı onun koya oluşunda saklıdır. İslam, diğer dinlerde örnekleri oldukça fazla olan sağlıklı aklın kabullenmekten sakındığı konulardan uzaktır. Ne kadar düşünürseniz düşünün İslam'ın temel ilkelerinden daha kolayını bulamazsınız. İslam diyor ki: Allah birdir; tüm insanlar Allah karşısında eşittirler; insan birkaç dini vecibeyi yerine getirmekle cennet ve saadete ulaşır ve onlardan yüz çevirmekle de cehenneme düşer. İslam hükümlerinin bu açıklık ve kolaylığı, bu dinin dünyada yayılmasına büyük yardımı dokunmuştur. Bundan daha önemlisi İslam'ın kalplere işlediği o sağlam imandır; hiçbir şüphenin gideremediği muazzam bir imandır bu.

İslam, bilimsel keşifler için her dinden daha münasip ve daha yumuşak olduğu gibi insanları affetmeye teşvik etmede de nefisleri temizlemeyi ve ahlakî değerleri üstlenebilecek en büyük dindir.[71]

81. İlke:

Önceki peygamberlerin sunduğu semavî kitaplar, maalesef onlardan sonra tedricen bencil kişilerin garazlı eylemleri sonucu tahrif edilmiştir. Bu konuyu, Kur'an-ı Kerim dışında tarihî şahitler de teyit etmektedir. Nitekim bu kitapların kendileri incelenip içeriklerine dikkat edildiğinde de bu konu açık bir şekilde anlaşılmaktadır; çünkü bu kitaplarda, kesinlikle ilahî vahiy tarafından onaylanmayacak bir takım konular yer almıştır. Günümüz İncilinin daha fazla Hz. İsa'nın hayatı şeklini almış olmasını bırakın, Hz. İsa'nın nasıl dara çekildiği bile İncil'de açıklanmıştır. Fakat önceki semavî kitapların apaçık bir şekilde tahrife uğramasına rağmen, Kur'an-ı Kerim her türlü eksiltme ve artırmadan masun kalmıştır. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) kendinden geriye Kur'an-ı Kerim'in yüz on dört kamil suresini hatıra bırakarak dünyaya sunmuş ve vahyi katipleri -özellikle ilk günden beri onu yazan Hz. Ali (a.s)- onu kaleme almışlardır. Kur'an-ı Kerim'in nüzulundan 15 asır geçmesine rağmen, ayet ve surelerinden ne bir harf eksilmiş ne de bir harf eklenmiştir. Şimdi Kur'an-ı Kerim'in tahrif olmadığıyla ilgili bazı delillere değinelim:

1- Kur'an-ı Kerim nasıl tahrif olabilir; oysa Allah Teala onun korunacağını garanti ederek buyuruyor ki: "O zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz; ve onun koruyucu da elbete biziz!"[72]

2- Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'e batılın yol bulmasını reddederek buyuruyor ki: "Ne önünden, ne de arkasından onun boşa çıkaracak bir söz gelmez. (o) hüküm ve hikmet sahibi çok övülen (Allah)tan indirilmiştir." (Fussilet, 42)

Allah Teala'nın, Kur'an-ı Kerim'e yol bulamayacağını belirttiği batıl, Kur'an'ın gevşek düşürülmesine neden olan her türlü batıldır. Kur'an-ı Kerim'in kelime ve ayetlerinin artırılması veya eksiltilmesi onun gevşek düşürülmesine neden olduğundan kesinlikle bu kutsal kitapta artırma veya eksiltme olmamıştır.

3- Tarih, Müslümanların Kur'an'ı öğrenmeye ve ezberlemeye özel bir ilgi duyduklarını göstermektedir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) döneminde Araplar arasında bir kez duymakla uzun bir hutbeyi ezberleyen güçlü hafızlar vardı. O halde, bu kadar kâri=okuyan, hafızı olan ve ilgi duyulan bir kitabın tahrif olduğu nasıl söylenebilir?!

4- Şüphesiz Müminlerin Emiri Ali (a.s)'ın bazı konularda halifelerle görüş farklılığı vardı ve muhalefetini de farklı yerlerde mantıklı bir şekilde ortaya koyuyordu. Örnek olarak o hazretin Şıkşıkiyye hutbesini ve meşhur şiirlerini gösterebiliriz. Buna rağmen o hazretin hayatı boyunca, Kur'an-ı Kerim'in tahrif oluşundan bir kelime bile bahsetmediğini görüyoruz; (Allah korusun) eğer böyle bir şey olsaydı o hazret kesinlikle bu konuda sessiz kalmazdı. Aksine o hazret sürekli insanları Kur'an'da düşünmeye davet ederek şöyle buyuruyordu: "Kur'an'ı izleyen bir kimse yoksul değildir ve Kur'an'a uymayan kimse de zengin değildir; o halde Kur'an tohumunu ekenlerden ve ona uyanlardan olun."[73]

Değindiğimiz bu ve benzeri delilleri dikkate alarak, İmamiye Şiâsı'nın büyük uleması Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ı izleyerek eskiden beri Kur'an-ı Kerim'in tahriften korunduğunu vurgulamışlardır; örnek olarak aşağıdaki kişilere işaret edebiliriz:

1- Fazl b. Şazan (ö: 260 hk. Ehl-i Beyt İmamları (a.s) döneminde yaşamıştır) el-İzah adlı eserinde, s.217'de.

2- Şeyh Seduk (ö: 381 hk.) el-İtikadat kitabında, s.93'te.

3- Şeyh Mufid (ö: 413 hk.) Memcuat-ul Mesail'de basılmış olan Ecvibet-ul Mesail-is Serviye kitabında, s.266'da.

4- Seyid Murtaza (ö: 436 hk.) Ecbibet-ul Mesail-it Trablsiyat kitabında; Şeyh Tabersî onun bu konudaki sözünü Mecma-ul Beyan tefsirinin önsözünde kaydetmiştir.

5- Şeyh-u Taife diye meşhur olan Şeyh Tusî (ö: 460 hk.) et-Tibyan kitabında, c.1, s.3.

6- Şeyh Tabersî (ö: 548 hk.) Mecma-ul Beyan adlı tefsirinin önsözünde Kur'an'ın tarif olmadığına tasrih ve tekit etmiştir.

7- Seyid b. Tavus (ö: 664 hk.) Sa'd-us Suud adlı kitabında, s.144'de diyor ki: İmamiye Şiâsı'nın görüşü Kur'an'ın tahrif olmadığıdır.

8- Allame Hillî (ö: 726) Ecvibet-ul Mesail-il Mehnaviyye kitabında, s.121'de diyor ki: Gerçek şu ki, Kur'an-ı Kerim'de hiçbir çeşit artırma ve eksiltme olmamıştır ve ben Kur'an'ın tahrif edildiği sözünden Allah'a sığınırım; çükü bu konu Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mütevatir mucizesinde şüphe etmeye neden olur.

Burada, Kur'an-ı Kerim'in tahrif edildiğini reddeden Şiâ ulemasının isimlerine değinmeye son vererek bu görüşün çeşitli asırlarda sürekli İmamiye Şiâsının büyük ulemasının inancı olduğunu bir kez daha vurguluyoruz; nitekim asrımızda da Şiâ'nın tüm taklit mercileri bu görüşü savunmaktadırlar.

82. İlke:

Hadis ve tefsir kitaplarında, bazılarının Kur'an'ın tahrif edilmesinin delili olarak kabul ettikleri bir takım rivayetler nakledilmiştir; ancak dikkat edilmesi gerekir ki:

Birincisi; bu rivayetlerin çoğu gerekli itibara ve güvene sahip olmayan kişiler veya kitaplardan nakledilmiştir; rical ulemasının, rivayetlerini zayıf saydıkları ve inancını fasit bildikleri Ahmed b. Muhammed Seyyarî'nin (ö: 352) Kıraat kitabı[74] veya rical ulemasının, hakkında, "hayatının sonunda guluv yolunu tutmuştur" dedikleri Ali b. Ahmed-i Kufî'nin kitabı gibi.[75]

İkincisi; Kur'an-ı Kerim'in tahrif edildiğine delil olarak gösterilen bu rivayetlerin bir bölümünün tefsir yönü vardır. Başka bir ibaretle, ayetin külli mefhumu onun bir örneğiyle tatbik edilmiş ve bir grup da bu tatbik ve tefsirin Kur'an-ı Kerim'in bir bölümü olduğunu ve Kur'an'dan silindiğini sanmışlardır. Örneğin, Fatiha suresinde "sırat-el mustakim", ayeti rivayetlerde "Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt'inin yolu" olarak tefsir edilmiştir ve açıktır ki böyle bir tefsir, külliyi onun en üstün ferdine tatbik etmektir.[76]

İmam Humeyni (r.a), Kur'an-ı Kerim'in tahrif oluşuna hemledilen rivayetleri üç gruba ayırmıştır:

a- Zayıf rivayetler; bu rivayetlerle istidlal edilemez;

b- Uydurma rivayetler; uydurma olduklarının belirtileri apaçık belli olan rivayetlerdir.

c- Sahih rivayetler; bu rivayetlerin anlamına dikkat edildiğinde Kur'an ayetlerinin tahrif olmasından maksadın onların sözcüklerinin değil, anlamlarının tahrif olduğu anlaşılmaktadır.[77]

Üçüncüsü; bir mektebin izleyicilerinin gerçek inançlarını öğrenmek isteyenler, yazarın daha fazla konuları bir araya toplamak amacıyla yazdığı ve araştırmasını diğerlerine bıraktığı hadis kitaplarına değil, onların itikadî ve ilmî kitaplarına müracaat etmelidirler. Yine bir mektebin izleyicilerinden az bir grubun görüşlerine müracaat etmek, o mektebin kesin itikadını tanımak için yeterli değildir ve esasen bir mektebin ulemasının büyük çoğunluğu karşısında bir veya iki kişinin görüşüne istinat etmek, o mektep hakkında hüküm vermek için doğru bir ölçü değildir.

* * *

 

Tahrif konusunun sonunda, birkaç noktayı hatırlatmayı gerekli görüyoruz:

1- İslam mezheplerinin birbirlerini Kur'an'ın tahrif edilmesiyle suçlaması, özellikle asrımızda, ancak İslam düşmanlarının lehinedir.

2- Eğer Şiâ ulemasından bazıları Kur'an-ı Kerim'in tahrif edildiği konusunda bir kitap yazmışlarsa, Şiâ'nın büyük çoğunluğunun görüşü olarak değil, onların kişisel görüşleri olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla, mezkur kitabın yayınlanmasından sonra, Şiâ uleması tarafından ona bir çok reddiyeler yazıldığını görmekteyiz; nitekim hicri kameri 1345 yılında Mısır ulemasından biri, Kur'an-ı Kerim'in tahrif edildiğini ispatlamak için Ehl-i Sünnet kitaplarında geçen rivayetlere istinaden Kur'an ayetlerinin tilavetinin nesh edildiği veya unutturulduğu hakkında "Furkan" kitabını yazınca, el-Ezher uleması tarafından reddedilerek bu kitap müsadere edildi.

3- Tüm dünya Müslümanlarının semavî kitabı, ilki "Fatiha" ve sonu ise "Nass"la biten 114 sureden oluşan Kur'an-ı Kerim'dir. Bu kitapta Allah Teala'nın buyruklarına "Kur'an" denilmiş ve "Mecid", "Kerim" ve "Hekim"[78] sıfatlarıyla tanıtılmıştır ve Müslümanlar bazen ona "Mushaf" da derler; Mushaf Arapça'da bir araya toplanan yazılmış sayfalara denir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra Kur'an-ı Kerim'in surelerinin tümü bir araya toplanınca sahabeden bazıları tarafından ona "Mushaf" denilmesi önerildiği rivayet edilmiştir.[79]

Dolayısıyla, Mushaf, ister Kur'an olsun ister olmasın, yazılmış ve bir kitap halinde toplanmış sayfalar mecmuasına denir. Kur'an-ı Kerim ise amel defterini "Suhuf" olarak adlandırarak buyuruyor ki: "(Amel) defter(i) açılıp yayıldığı zaman" (Tekvir, 10) Nitekim diğer semavî kitapları da "Suhuf" olarak adlandırarak şöyle buyurmuştur: "İbrahim ve Musa'nın Suhufu (sahifeleri)" (A'la, 19)

 

Back Index Next