Back Index Next

 

İşte bu nedenle Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in aziz kızı Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a)'dan geriye kalan yazılara da "Mushaf" denilmesi şaşırtıcı değildir; bu mushafın gerçeğini İmam Sadık (a.s) açıklayarak şöyle buyuruyor: "Hz. Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra Fatıma (s.a) yetmiş beş gün yaşadı ve onu büyük bir üzüntü kapsadı; Cebrail (Allah'ın emriyle) inerek Hz. Resulullah ve onun mevkisinden bahsedip Fatıma'ya teselli verdi ve ona, gelecekte vuku bulacak olayları anlattı. Müminlerin Emir Ali (a.s) Cebrail'in söylediklerini (Hz. Fatıma -s.a-in imlasıyla) yazdı; Fatıma mushafı işte budur."[80]

Ebu Cafer, İmam Sadık (a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakleder: "Fatıma mushafında Kur'an'dan bir şey yoktur; bu kitap babasının (s.a.a) ölümünden sonra ona telkin edilen bir şeydir."[81] Bu rivayette, onun Kur'an olduğunu sanmayın buyuruyor. Elinizdeki kitabın, fıkıh ve hadis bölümünde, İslam ümmetinde, peygamber ve elçi olmadıkları halde meleklerle konuşan büyük evliyalar olduğuna, onlara "muhaddes" denildiğine ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in değerli şeceresinin de "muhaddes" olarak adlandırıldığına değineceğiz.

Yedinci Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(6)

 

İMAMET VE HİLAFET

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) İslam dinini tebliğ edip bir medine-i fazile (ütopya) kurma noktasında 23 yıl zahmet çekip çaba harcadıktan sonra, hicretin on birinci yılının başlarında dünyadan göçtü. O hazretin vefatıyla, her ne kadar vahiy ve nübüvvet son bulduysa ve artık hiç bir peygamber ve yeni bir din gelmeyecektiyse de, Hz. Resulullah (s.a.a)'in yüklendiği vazifeler (vahyi iblağ sorumluluğu dışında) kesinlikle son bulmamıştı ve sonuçta, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra, bilgili ve takvalı bir kişinin, o hazretin halifesi ve Müslümanların imam ve önderi olarak her zamanda bu vazifeleri yapmayı üstlenmesi gerekiyordu. Her ne kadar Hz. Resulullah (s.a.a)'ın halifesinin bazı sıfatları ve onun nasıl tayin edileceği konusunda Şiâ'yla Ehl-i Sünnet arasında görüş farklılığı varsa da, bu konu bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmektedir. Aşağıda önce "Şiâ" kelimesinin anlamı ve onun ne zaman ortaya çıktığına değinecek ve peşinden de imametle ilgili diğer konuları inceleyeceğiz.

83. İlke:

"Şiâ"nın sözlük anlamı izleyicidir; terim olarak ise Hz. Resulullah (s.a.a)'ın vefatından sonra İslam toplumunun rehberliğini, Hz. Ali (a.s) ve onun masum evlatlarının hakkı bilenlerdir.

Tarihî belgelerin de gösterdiği üzere, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hayatı boyunca çeşitli yerlerde defalarca Hz. Ali (a.s)'ın fazilet ve menkıbelerinden ve yine kendisinden sonra onun rehberlik ve önderliğinden bahsetmiştir. Sahih rivayetler gereğince, bu tavsiye, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın hayatı döneminde bir grubun Ali (a.s)'ın etrafını sarmalarına ve Ali Şiâsı diye tanınmalarına neden oldu. Bu grup, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın vefatından sonra, önceki inançlarında kalarak, kişisel ve grupsal çıkarlarını Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Ali (a.s)'ın önderliği konusundaki nassına tercih etmediler. İşte böylece bir grup Hz. Resulullah (s.a.a)'ın döneminde ve o hazretin vefatından sonra "Şiâ" diye tanındı. Milel ve Nihel yazarları da bu konuya açık bir şekilde değmişlerdir.

Nubahtî (Ö: 310 hk.) bu konuda şöyle yazıyor: Şiâ, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın döneminde ve ondan sonra Ali (a.s)'ı imam ve halife olarak kabul edenlere ve diğerlerinden ayrılarak onun safında yer alanlara denir.[82]

Ebu'l Hasan Aş'erî diyor ki: Bu gruba "Şiâ" denilmesinin nedeni, Ali'yi izlemeleri ve onu diğer sahabelerden öne geçirmeleridir.[83]

Şehristanî ise şöyle yazıyor: Şiâ, özellikle Ali (a.s)'ı izleyen, nass ve vasiyet kanalıyla onun imamet ve hilafetine inananlardır.

Dolayısıyla Şiâ'nın, İslam dışında bir tarihi ve İslam'ın başlangıç tarihinden başka bir başlangıcı yoktur ve gerçekte, İslam ve Şiilik bir akçenin iki tarafı veya aynı zamanda dünyaya gelen iki çehrenin iki yüzüdür. Seksen altıncı ilkede, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, insanları açıkça İslam'a davet ettiği ilk günlerde, Haşim oğullarını toplayarak Ali (a.s)'ın vasisi ve halifesi olduğunu onlara bildirmiş ve ondan sonra da çeşitli dönemlerde, özellikle Gadir-i Hum'da onun hilafetini resmen ilan etmiş olduğu belgeleriyle anlatılmaktadır.

Evet, "Şiilik" ne Sakife'de toplananların uzlaşmalarının, ne Osman'ın öldürüldüğü dönemin olaylarının ve ne de diğer efsanelerin ürünüdür; aksine sürekli ilahî kılavuzluklarıyla, Şiilik fidanını ilk kez sahabenin kalbine eken ve zamanla onu besleyen, Selman ve Ebuzer gibi bazı sahabeleri Şii diye adlandıran Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bizzat kendisidir. Müfessirler, "İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır." (Beyyine, 7) ayetinin tefsirinde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in "Bu ayetten maksat, Ali ve Şiileridir" buyurduğunu nakletmişlerdir.[84]

Tarih kitaplarında, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den hemen sonra, halifesinin, Hz. Ali (a.s) olması gerektiğine inanan sahabe ve tabiinin ismi kaydedilmiştir. Yukarıda söylediğimiz anlamda Şiilik, dünya Müslümanlarının büyük bir bölümünü oluşturan bütün Şiiler hakkında kullanılan ortak bir sözcüktür. Şiilerin tarih boyunca diğer İslam mezhepleriyle omuz omuza İslam dininin yayılmasında önemli bir payı olmuştur. Çeşitli bilimlerin temelini atmış, önemli devletler kurmuş, bilim, edebiyat ve siyaset alanında ümmete çok seçkin kişiler sunmuştur ve bu gün de dünyanın bir çok noktasında varlığını sürdürmektedir.

84. İlke:

İlerideki ilkelerde ispatlayacağımız üzere, imamet konusu ilahî ve semavî bir konudur ve Hz. Resulullah (s.a.a)'ın halifesi bizzat o hazrete gelen ilahî vahiy kanalıyla tayin edilmelidir. Ancak bu konunun naklî ve şer'î delillerine değinmeden önce, bu hususta hiçbir şer'î nassın olmadığını kabul ederek, o zamanın şartlarını göz önünde bulundurup aklın hükmünün gereklerinin neler olduğuna bakalım.

Eğer bir ıslah edici, uzun yıllar boyu nice zahmetlerle bir planı uygular da insanlık için yeni bir metot sergilerse, akıl, bu plan ve yeni metodunun hayatını sürdürmesi ve hatta ilerlemesi ve yayılması için doğal olarak bir çare düşünmesi gerektiğine apaçık bir şekilde hükmetmektedir; nitekim bir insanın nice zahmetlerle bir bina yaptıktan sonra, onu gelecek tehlikelerden korumak için hiçbir önlem almaması, ona bakmak ve korumak için kimseyi tayin etmemesi düşünülemez.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), getirdiği şeriatıyla insanlığın hayatında derin bir değişimin zeminini hazırlayan ve tamamen yeni bir medeniyetin temelini atan insanlık tarihinin en büyük şahsiyetidir. İnsanlığa ebedî bir din sunan ve kendi asrında insanlığa önderlik yapan o hazret bu dini; gelecekte karşılaşması muhtemel tehlike ve afetlerden korumak ve yine ebedî ümmeti hidayet etmek ve yönetmek için kesinlikle bir çare düşünmüş ve kendisinden sonra yönetimin niteliğini açıklamıştır; çünkü o hazretin ebedî bir şeriat getirmesine rağmen kendisinden sonra onun ayakta kalmasını tazmin edecek olan rehberlik konusunda bir plan sunmuş olmaması hiçbir şekilde düşünülemez. İnsanoğlunun saadeti için en küçük meseleyi açıklamayı ihmal etmeyen bir peygamberin, insanlığın kaderini belirleyecek en önemli konuların başında gelen İslam toplumunun önderliği ve onun niteliği konusunda hiçbir şey söylememiş ve hiçbir kılavuzlukta bulunmamış ve gerçekte İslam toplumunu başı boş bırakmış olması nasıl düşünülebilir?! Dolayısıyla, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kendisinden sonra hilafet konusunda hiçbir şey söylemeden dünyadan göçtüğü iddiası kabul edilemez.

85. İlke:

Sadr-ı İslam tarihine müracaat ederek Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatı döneminde bölge ve dünyanın içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurduğumuzda, imamet makamının nassla atanmasının gerekliliği anlaşılacaktır. Çünkü o hazret dünyadan göçünce İslam dinini bir tehlike üçgeni tehdit etmekteydi: Bu tehlike üçgeninin bir açısını Rum imparatorluğu, ikinci açısını İran imparatorluğu ve üçüncü açısını ise içteki münafıklar oluşturmaktaydı. Birinci açının tehlikesi konusunda şunu söyleyelim ki, Hz. Resulullah (s.a.a) hayatının son anlarına kadar onu unutmamış, işte bu nedenle hayatının o son günleri ve hatta son saatlerinde Rumlarla savaşmak için Usame b. Zeyd'in komutasında büyük bir ordu seferber etmiş ve ondan ayrılanları lanetlemiştir. İkinci açıdaki tehlike ise Hz. Resulullah (s.a.a)'in mektubunu yırtarak Yemen valisine o hazreti tutuklamasını veya başını bedeninden ayırıp kendisine göndermesini emreden kötü düşünceli düşmandı. Ve nihayet üçüncü tehlike de sürekli Medine'de veya Medine dışında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'i rahatsız eden ve çeşitli komplolarla o hazretin kalbini incitenlerdi; Kur'an-ı Kerim'in çeşitli surelerinde onların indirdikleri darbelerden bahsedilmiş ve hatta Kur'an-ı Kerim'in bir suresi onların adına ve onların kötü düşünce ve amelleri hakkında nazil olmuştur.

Şimdi şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Acaba böyle bir tehlike üçgeni karşısında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in düşmanın her taraftan pusuda yattığı İslam ümmeti ve İslam dinini rehbersiz, lidersiz ve başı boş bırakmış olması düşünülebilir mi?!

Şüphesiz Hz. Resulullah (s.a.a) Arap halkının kabile hayatı yaşadığını ve kabile fertleri arasında, kabile reislerine karşı duyulan taassubun onların canlarıyla yoğrulduğunu, dolayısıyla, lider tayinini böyle bir halka bırakmanın gruplaşmalara ve kabile kavgalarına neden olacağını ve düşmanın da bu ihtilaftan kendi lehine yararlanacağını biliyordu. İşte bu gerçeği göz önde bulundurarak Şeyh Ebu Ali Sina diyor ki: "Halifeyi  Peygamberin nassıyla tayin etmek gerçeğe daha yakındır; çünkü o hazretin kendisinden sonra halifeyi tayin etmesiyle her türlü kavga ve ihtilafın kökü kurutulmuş olur."[85]

86. İlke:

Şimdi, hikmet ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ilahî bilincinin, kendisinden sonra İslam ümmetinin imamet ve rehberliği konusunda gerekli girişimlerde bulunmasını gerektirdiği anlaşıldıktan sonra, o hazretin bu konuda hangi girişimlerde bulunduğuna bakalım.

Bu hususta iki görüş vardır; şimdi bu görüşleri ele alıp inceleyelim:

1- Hz. Resulullah (s.a.a), Allah Teala'nın emriyle, İslam ümmetinin rehberlik ve imamet makamına lâyık olan kişiyi seçerek onu kendisinin halifesi olarak halka tanıttı.

2- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), önder seçimini halka bıraktı ve vefatından sonra kendilerine bir önder seçmelerini dileyerek bunu halka açıkladı.

Kitab, sünnet, Hz. Resulullah (s.a.a)'in sireti ve İslam tarihi bu iki görüşten hangisi onaylıyor acaba?

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hayatına dikkat edildiğinde, -getirdiği dini yakın akrabalarına ve sonra da bütün insanlara ilan etmekle görevlendirildiği ilk günden itibaren ölüm anına kadar- o hazretin kendisinden sonraki halifenin özelliklerine defalarca işaret ettiğini ve önderlik konusunda "halkın seçimi"ni değil, "atama" metodunu seçtiği kesinlik kazanmaktadır. Bu konu aşağıdaki delillerle ispatlanmaktadır:

1- EV GÜNÜ HADİSİ:

Bi'setten üç yıl geçtikten sonra, Allah Teala, "Yakın akrabalarını uyar" (Şuerâ, 214) ayetini indirerek Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e davetini açığa çıkarmasını emrediyor. Hz. Resulullah (s.a.a) Haşimoğulları'nın ileri gelenlerini toplayarak şöyle buyuruyor: "Ben sizin için dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah Teala bana, sizi ona davet etmemi emretti. Sizden hanginiz bu dini yaymakta bana yardım ederek aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olmayı ister?" O hazret bu buyruğunu üç defa tekrarladı ve her defasında sadece Ali (a.s) buna hazır olduğunu ilan etti. Bunun üzerine Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), "Bilin ki bu, sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve halifemdir"[86] buyurdu.

2- MENZİLET HADİSİ:

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) çeşitli yerlerde, Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)'ın o hazret indindeki makam ve mevkisini, Harun'un Musa'nın indindeki makam ve mevkisi gibi bilmiş, Harun'un makamlarından sadece birinin (peygamberliğin) Ali'de (a.s) olmayacağını bildirerek neredeyse tevatür haddine ulaşan menzilet hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ya Ali! Harun, Musa'ya ne menziledeyse sen de baba o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yoktur."[87]

Kur'an-ı Kerim'in nassıyla, Hz. Harun, Hz. Musa (a.s)'ın döneminde peygamberlik[88], hilafet[89] ve vezirlik[90] makamına sahipti ve Menzilet hadisi de Harun'un, peygamberlik makamı dışında tüm makamlarını Ali (a.s) için ispatlamaktadır. Doğal olarak eğer, peygamberlik dışında o makamların tümü Hz. Ali (a.s) için ispatlamak istenmeseydi, bu durumda peygamberlik makamını müstesna etmeye gerek kalmazdı.

3- SEFİNE HADİSİ:

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), kendi Ehl-i Beyt'ini (a.s) Nuh'un gemisine benzetiyor; bu gemiye binenler kurtulmuş, binmeyenle ise tufana tutularak boğulmuştu; nitekim şöyle buyuruyor: "Bilin ki aranızda Ehl-i Beyt'imin misali, Nuh'un gemisi gibidir; kim ona bindiyse kurtuldu ve kim de ondan ayrıldıysa boğuldu."[91] Biliyoruz ki, Nuh'un gemisi, insanların tufandan kurtulmaları için tek sığınaklarıydı. Dolayısıyla, Sefine Hadisine göre, Hz. Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'i (a.s) de, insanların sapmalarına neden olabilecek tatsız olaylardan kurtulabilmeleri için ümmetin yegane sığınağıdır.

4- ÜMMETİN GÜVENCESİ HADİSİ:

Hz. Resulullah (s.a.a), Ehl-i Beyt'ini (a.s) ümmetin söz birliği ve ihtilaftan kaçınma sebebi olarak tanıtıp buyurmuştur ki: "Yıldızlar yerdekilerin -denizde- boğulmamalarını sağlayan yegane güvencesidir; Ehl-i Beyt'im (a.s) de ümmetimin ihtilaf karşısındaki yegane güvencesidir; dolayısıyla eğer Arap kabilelerinden biri onlara muhalefet edecek olursa ihtilafa düşerek şeytanın hizbi olur."[92] "Yıldızlar yerdekilerin denizde boğulmamalarının tek garantisidir; çünkü denizciler, "Onlar yıldız(lar)la yol bulurlar" -Nahl, 16- ayeti gereğince dalgaların arasından yıldızlar vasıtasıyla yollarını bularak sahile ulaşırlar. Ehl-i Beyt'im (a.s) de ümmetimin ihtilaflar karşısında güvende kalmasına neden olur; dolayısıyla kim onlara muhalefet edecek olursa ihtilafa düşerek şeytanın safında yer almış olur."

5- SEKALEYN HADİSİ:

Sekaleyn hadisi, Şiâ ve Sünni ulemasının kendi kitaplarında naklettikleri mütevatir hadislerdendir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu hadiste İslam ümmetine hitap ederek, iki paha biçilmez şeyi aranızda emanet bırakarak sizden ayrılıyorum buyuruyor ve sonra bu ikisine birlikte ve yekparça şeklinde sarılmayı ümmetin hidayet sebebi; bu ikisinden birinden ayrılmayı ise delalet nedeni olarak tanıtıp şöyle buyuruyor:

"Aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı, diğeri itretim (yani soyumdan olan) Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisine sımsıkı sarılacak olursanız hiçbir zaman sapmazsınız; bu ikisi -Kevser- havuzun-un- başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar."[93]

Bu hadis, Ehl-i Beyt (a.s)'ın Kur'an-ı Kerim'le omuz omuza ilmî merciliğini açık bir şekilde ispatlamakta ve Müslümanlara, dinî konularda Allah'ın kitabıyla birlikte Ehl-i Beyt (a.s)'ın kılavuzluklarına sarılmayı gerekli kılmaktadır. Fakat bazı kimselerin Ehl-i Beyt (a.s)'in kapısı dışında tüm kapıları çalmaları gerçekten gerçekten üzücü bir durumdur! Naklinde Şiâ ve Sünnilerin ittifak ettikleri Sekaleyn hadisi, tüm dünya Müslümanlarını tek bir ümmet haline getirebilir; çünkü eğer Hz. Resulullah (s.a.a)'tan sonra ümmetin halifesi ve siyasi yöneticisinin tayini konusunda iki fırka arasında ihtilaf varsa ve ümmet bu meseleden tarihî algılama nedeniyle iki gruba ayrılıyorlarsa, bu durumda tefrika için hiçbir delilin bilimsel dayanağı yoktur ve -her iki fırkanın ittifak ettikleri Sekaleyn hadisi gereğince- birlik içinde ve tek bir güç olmaları gerekir.

Esasen halifelerin hilafeti döneminde de pratikte ümmetin ilmî mercii Ali (a.s)'dı ve dinî konulardaki ihtilaflar Ali (a.s) vasıtasıyla hallediliyordu. Gerçekte, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'ın Ehl-i Beyt'i bu mercilik sahnesinden kenara bırakıldığı günden itibaren fırkacılık başladı ve birbiri ardından çeşitli kelam fırkaları ortaya çıktı.

87. İlke:

Hadislerde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bazen genel ve bazen de kişisel olarak, halifesini açık bir şekilde tanıtmıştır; bu hadislerin her biri bilinçli ve hakikati arayan kişilere hücceti tamamlamaktadır. Fakat buna rağmen Hz. Resulullah (s.a.a) mesajını uzaktan-yakından gelen herkese duyurarak bu konuda her türlü şek ve şüpheyi tamamen ortadan kaldırmak için, Veda Haccı dönüşünde Gadir-i Hum denilen yerde durarak etrafındakilere, Allah Teala tarafından, kendilerine bir mesajı açıklamak üzere görevlendirildiğini bildirdi; bu mesaj, çok büyük bir vazifeyi yerine getirmeyi içeriyordu ve bunu yapmadığı takdirde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) peygamberliğini yerine getirmiş sayılmıyordu:

"Ey Elçi, Rabb'inden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini duyurmamış olursun. Allah seni insanlar(ın şerrin)dan korur." (Maide, 67)[94]

Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) için bir minber hazırladılar. O hazret minbere çıkarak şöyle buyurdu: "Yakında Hakk'ın davetine icabet edeceğim; benim hakkımda sizler ne diyorsunuz?" Cemaat, "Allah'ın dinini bize iblağ ettiğine, hayrımızı dilediğine ve bu konuda çok çaba harcadığına tanıklık ediyoruz; Allah sana hayırlı mükafatlar versin" dediler.

Sonra, "Allah'ın birliğine, kıyametin hak olduğuna tanıklık ediyor musunuz?" buyurdu. Oradakiler olumlu cevap verince şöyle buyurdu:

"Ben sizden önce (Kevser) havuz(un)a gideceğim; bakalım benim iki paha biçilmez halifeme karşı nasıl davranacaksınız." Bir sahabe, "Sizin iki halifeniz nelerdir?" diye sorunca hazret şöyle buyurdu:

"Biri Allah'ın kitabı, diğeri ise soyum olan itretimdir; Latif ve Habir olan Allah bana, bu ikisinin kıyamet günü havuzun başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmayacağını bildirmiştir. O ikisinden öne geçmeyin; yoksa helak olursunuz; onlardan geride de kalmayın, aksi durumda yine helak olursunuz."

Sonra Ali (a.s)'ın elinden tutarak kaldırdı; orada olan herkes o ikisini görüyordu; hazret şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Müminlere kendi canlarından daha evlâ (irade sahibi) olan kimdir?"

Cemaat, "Allah ve Peygamberi daha iyi bilir" dediler.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), "Mevlam Allah'tır benim, ben ise müminlerin mevlasıyım ve ben onlara kendi canlarından daha evlayım." buyurduktan sonra üç kez şöyle ekledi:

"Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır; Allah'ım! Onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol, ona şefkatli olana şefkatli ol, ona gazap edene gazap et, ona yardım edene yardımcı ol, onu alçaltanı alçalt, o döndükçe hakkı da onun ekseninde döndür; haberiniz olsun ha! Burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin bunu."

88. İlke:

Gadir Hadisi, mütevatir hadislerdendir ve bu hadisin ravileri olan sahabe, tabiin ve İslam mühaddisleri onu her asırda mütevatir olarak rivayet etmişlerdir. Sahabeden 110, tabiinden 89, İslam uleması ve mühaddislerinden 3500 kişi Gadir Hadisini nakletmiştir; böyle bir tevatüre sahip olan bu hadisin varlık ve itibarında hiçbir şüpheye yer yoktur. Yine ulemadan bir grubu Gadir Hadisi hakkında müstakil kitaplar yazmışlardır; bunların arasında bu hadisin senetlerini de bir araya toplayan en temel belge Allame Abdulhüseyin'in (1320-1390 hk.) eseri olan el-Gadir kitabıdır.

Şimdi, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ali (a.s)'ın "mevla" oluşundan maksadın ne olduğu inceleyelim.

Karineler, bu tabirden, rehberlik ve önderliğin kastedildiğini açıkça ortaya koymaktadır:

A- Gadir-i Hum olayında, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hac kafilesini susuz ve bitki yeşermeyen kurak bir çölde ve günün çok sıcak bir zamanında durdurdu. Hava o kadar sıcaktı ki orada olanlar abalarının yarısını başlarının üzerine örtmüş; diğer yarısını da altlarına sermişlerdi. Böyle bir konumda, doğal olarak Hz. Resulullah (s.a.a), ümmetin hidayetinde kader belirtici çok önemli bir konuyu açıklayacak demekti; evet, Müslümanların kaderini belirlemede vahdetin kaynağı ve dinin koruyucusu olan halife tayininden daha önemli bir şey olabilir miydi?

B- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)'ın velayet ve hilafetini söz konusu etmeden önce usul-i dini teşkil eden tevhid, nübüvvet ve mead konusundan bahsedip halktan onlar hakkında ikrar aldı ve sonra ilahî mesajı iblağ etti. Hz. Resulullah (s.a.a)'ın, insanlardan usul-i din konusunda ikrar almasının hemen peşinden ilahî mesajı iblağ edişinden, bu mesajın önemini ve o hazretin bu büyük kongreden hedefinin, belli bir kişiyle dost olmak, onu sevmek gibi sıradan bir şey olamayacağını anlamak mümkündür.

C- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hutbesinin başında yakında dünyadan göçeceğini bildirmiştir ve bu da o hazretin kendisinden sonra ümmetin durumundan endişelendiğini göstermektedir. O halde dininin, gelecekteki olaylar fırtınasında bir tehlikeyle karşılaşmaması için bir çare araması daha uygun olurdu.

D- İmam Ali (a.s) hakkındaki ilahî mesajı açıklamadan önce, kendisinin evlâ -üstün- ve mevla -efendi- oluşundan bahsederek, Allah benim mevlamdır ve ben de müminlerin mevlasıyım, müminlere, onların kendi canlarından daha evlayım, buyurdu. Hz. Resulullah (s.a.a)'ın bu buyruğu, Ali (a.s)'ın mevlalığının, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın mevlalık ve evlalığı türünden olduğunu ve o hazretin, Allah'ın emriyle bu mevlalığı İmam Ali (a.s) için de ispatladığını göstermektedir.

E- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ilahî mesajı açıkladıktan sonra, orada olanlardan, olmayanlara duyurmalarını istedi.

89. İlke:

İslam tarihi, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in düşmanlarının, o hazretin ilahî davetini söndürmek için, onu sihirbazlıkla suçlamaktan yatağında öldürmeye varıncaya kadar her çeşit yola baş vurduklarını, fakat her defasında, Allah Teala'nın o hazrete lütufta bulunarak onu müşriklerin uğursuz planlarından koruduğunu göstermektedir. Onların son ümidi (özellikle o hazretin erkek çocuğunun kalmadığını göz önünde bulundurarak) Hz. Resulullah (s.a.a)'ın ölümüyle bu davetin sönmesiydi: "Yoksa onlar (senin hakkında): 'Bir şairdir, zamanın felaketlerine çarpmasını (ölmesini) gözetliyoruz' mu diyorlar?" (Tur, 30) Müşrikler ve münafıkların çoğu bu düşünceye sahipti. Fakat Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), hayatı boyunca İslam'a karşı halis imanı ve direncini ortaya koyan birini kendi yerine tayin ederek, düşmanların ümidini suya düşürdü ve böylece dinin bekasını tazmin ederek temelini güçlendirdi; böyle bir rehberin tayiniyle de İslam nimeti kemale erdi. İşte böylece, Ali (a.s)'ın Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in halifesi olarak tayin edilmesinin ardından Gadir-i Hum günü "İkmal" ayeti nazil oldu:

"Bu gün artık inkar edenler, sizin dininiz(i yok etmek)den umudu kesmişlerdi. Onlardan korkmayın, benden korkun! Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak (Peygamberin halifesinin tayiniyle kemale ermiş) İslam'ı beğendim."[95] (Mâide, 3)[96]

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in halefi konusunun ilahî bir mesele olduğunu ve halkın bunda bir rolü olmadığını ispatlayan yukarıdaki mütevatir rivayetler dışında, tarihî gerçekler de, o hazretin, Mekke'de bulunduğu ve daha Medine'de hükümet kurmadığı günlerde bile, hilafet konusunu ilahî bir mesele olarak kabul ettiğini göstermektedir. Örneğin, Benî Amr kabilesinin reisi hac mevsiminde Hz. Resulullah (s.a.a)'ın huzuruna çıkarak, biz sana yardım etmemiz sonucu muhaliflerine karşı zafere ulaştın; acaba önderlik konusunda bizim de bir payımız var mı? diye sorunca o hazret buyurdu ki: "Bu iş Allah'a düşer; Allah kimi ister bu işe seçer."[97] Açıktır ki, eğer hilafet konusu halkın seçimine bırakılmış olsaydı, o hazretin, "bu iş ümmete düşer!" veya "halletme ve anlaşma (hall ve akd) şurasına düşer!" demesi gerekirdi. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu konudaki buyruğu, Allah Teala'nın risalet konusundaki şu buyruğunun aynıdır: "Allah, elçiliğini nereye koyacağını (elçilik görevini kime vereceğini) daha iyi bilir" (En'am, 124)

90. İlke:

Hilafet makamının nasla belirtilmesi gerektiği ve ümmetin peygambere halife tayin etme konusunda bir rolü olmadığı konusu sahabenin zihninde de vardı. Ancak onlar birinci halifenin dışında, Allah ve Resulü'nün nassı yerine bir önceki halifenin nass ve atamasını sözkonusu ediyorlardı; nitekim tarih kitaplarının ittifak ettiği gibi ikinci halife birinci halife vasıtasıyla tayin edildi.

İkinci halifenin Ebubekir tarafından tayininin kesin bir şekilde gerçekleşmediği, bunun sadece bir öneri olduğu sanısı tarihî naslara aykırıdır. Çünkü daha birinci halife hayattayken Hz. Resulullah (s.a.a)'in sahabesi tarafından bu tayine itiraz edildi ve itiraz edenlerden biri de Zübeyr'di. Açıktır ki, eğer olay sadece bir öneriydiyse, sahabenin itirazı tamamen yersiz olurdu. Ebubekir tarafından Ömer'in tayini dışında, üçüncü halife de Ömer'in tayin ettiği altı kişilik bir şura kanalıyla hilafete geçirildi ve bu da, diğerlerini kamuoyuna müracaat etmekten engelleyen bir nevi tayindi.

Esasen kamuoyuna müracaat ve halifenin ümmet tarafından seçilmesi düşüncesi sahabenin aklından bile geçmiyordu ve daha sonraları bu hususta iddia edilen şeyler, diğerlerinin değindikleri izahlardır; aksine, sahabe, halifenin, bir önceki halife tarafından seçilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Örneğin, ikinci halife yaralandığı zaman, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın eşlerinden Aişe, halifenin oğlu Abdullah b. Ömer'le ona mesaj göndererek dedi ki: "Benim selamımı babana ilet ve Peygamberin ümmetini çobansız bırakma de!"[98] Abdullah b. Ömer de, babası ölüm yatağına düşünce ondan, kendisinden sonraki halifeyi tayin etmesini isteyerek dedi ki: "İnsanlar senin hakkında konuşmaktalar; onlar, kendi yerine birini seçmeyeceğini sanıyorlar. Eğer senin develerinin ve koyunlarının çobanı, gıyabında yerine birini bırakmadan onları çölde kendi başlarına bırakırsa, sen onu kınamaz mısın?! İnsanların halini gözetmek, develerin ve koyunların durumunu gözetmekten daha üstündür."[99]

91. İlke:

İmamet konusunun başında, Müslümanlar açısından imam ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in halifesinin o hazretin (şeriat getirme dışında) vazifelerini üstlenecek kişi olduğuna değindik. Şimdi imamet makamı ve onun öneminin daha açık bir şekilde anlaşılması için bu vazifelerin en önemlilerine değinelim:

A- Kur'an-ı Kerim'in kavramlarını açıklamak ve problemleri halletmek Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vazifelerindendi. Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki: "Sana bu Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl, 44)

B- Şer'i hükümlerin beyanı o hazretin vazifelerindendi; onların bir bölümünü Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini okuyarak ve bir kısmını da sünnet yoluyla beyan ediyordu. Hz. Resulullah (s.a.a), İslam dininin hükümlerini tedricen ve vuku bulan olayları göz önünde bulundurarak açıklıyordu ve işin tabiatı bu vazifenin devam etmesini gerektiriyordu; oysa hükümlerin açıklaması hususunda  Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den bize ulaşan hadislerin sayısı beş yüz hadisi geçmemektedir.[100] Bu hacimdeki fıkhî hadislerin ümmete yeterli olmayacağı açıktır.

C- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkın merkezi olup kılavuzluklarıyla ümmetin akaidinin her türlü sapmaya uğramasını engellediği için, o hazretin varlığı nedeniyle mübarek hayatları döneminde fırkacılık meydana gelmedi veya meydana gelme fırsatı bulmadı.

D- Dinî ve itikadî  soruları cevaplandırmak da Hz. Resulullah (s.a.a)'in diğer bir vazifesiydi.

E- Söz ve davranışlarıyla toplum fertlerini terbiye ederdi.

F- İslam toplumunda adalet, eşitlik ve emniyeti oluşturmak da o hazretin vazifesiydi.

G- Düşmanlar karşısında İslam ülkesinin sınırlarını ve mal varlığını korumak da Hz. Resulullah (s.a.a)'in sorumluluklarından sayılmaktaydı. Nitekim, son iki vazifeyi, halk tarafından seçilen önder de yapabilir; fakat diğer vazifeleri yapmak (Kur'an-ı Kerim'in zor kavramlarını ve din hükümlerini açıklamak…), Allah Teala'nın özel lütfüne şamil olan, bilgi ve amelde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kopyası olan bilinçli ve güçlü bir öndere gerek vardır. Yani değindiğimiz bu önemli vazifeleri yerine getirip İslam dininin inişli çıkışlı tarihi boyunca Hz. Resulullah (s.a.a)'ın boşluğunu doldurabilecek Peygamberin ilmini taşıyan ve her türlü hatadan masun olan birisi olmalıdır. Ancak peygamberin ilminin hamili olan böyle bir kişi peygamber olamayacak ve bir şeraitin de temelini atmayacaktır ve kesinlikle imamet makamıyla peygamberlik makamı bir değildir.

Açıktır ki böyle birinin tayini, ümmetin ilim ve bilgi seviyesinin üzerindeydi ve bunun ancak Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından ve Allah Teala'nın emriyle gerçekleşmesi gerekirdi. Yine açıktır ki, yukarıda değindiğimiz hedeflerin gerçekleşmesi de insanların, Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından tayin edilen imam ve öndere itaat etmelerine bağlıdır; bu hedeflerin gerçekleşmesi için Allah Teala'nın tayini ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in ilanı yeterli değildir (kendisine itaat edilmeyen bir kimsenin görüşü olmaz). Nitekim Kur'an-ı Kerim ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkında da durum böyleydi ve böyledir de. Hz. Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra vuku bulan olumsuz olaylar ve Müslümanlardan bir grubunun fırkacılık yapması, Hz. Resulullah (s.a.a)'in -neuzubillah- kendi hekimane vazifesini yerine getirmemesinden ve kendisinden sonra ümmetin yönetimi için temel bir plan hazırlamadığından veya planının eksik oluşundan değil, ümmetten bazılarının kendi kişisel görüşlerini o hazretin planından öne geçirmeleri ve kendi maslahatçı görüşlerini Allah ve Resulü'nün nassına tercih edişleridir; ve bu da, tarihte vuku bulan ilk olay değildir; İslam tarihinde bunun benzerleri oldukça fazladır.[101]

92. İlke:

Bir önceki ilkede, imamın sadece ülkenin yönetimi ve onun sınırlarını korumakla uğraşacak normal bir önder olmadığını, onun bunun dışında daha önce değindiğimiz diğer vazifeleri de olduğunu söyledik. Kur'an'ın tefsiri, hükümlerin açıklaması, halkın itikadî sorularını cevaplamak, halkın inancında ve dinde her türlü tahrifin vuku bulmasını önlemek gibi bu önemli vazifeleri yerine getirmek geniş ve hata kabul etmeyen bir bilgiye sahip olmaya bağlıdır. Oysa bu gibi şeyleri normal kişiler üstlenecek olurlarsa hata ve yanılgıdan masun olmayacaklardır.

Elbette masumiyet peygamberlik demek değildir; bir insan peygamber olmadığı halde hata ve yanılgıdan masum olabilir. Bunun en açık örneği, daha önce peygamberlerin masum oluşu konusunda masumiyetinin delillerine değindiğimiz Hz. Meryem'dir.[102]

İmamın masum olmasının gerekliliğine mezkur aklî tahlil dışında bir takım diğer deliller de delalet etmektedir; onlardan bazıları şöyledir:

1- Allah Teala'nın kesin iradesi Ehl-i Beyt'in her türlü çirkinlikten uzak olmasına taalluk etmiştir; nitekim Kur'an şöyle buyuruyor: "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden çirkinliği uzak tutmayı ve sizi tertemiz kılmayı diliyor." (Ahzab, 33)

Bu ayet Ehl-i Beyt'in masumiyetine şöyle delalet etmektedir: Allah Teala'nın özel iradesinin, Ehl-i Beyt'in her türlü çirkinlikten uzak olmasına taalluk etmesi, onların günah işlemekten masum olmasını gerektiriyor. Çünkü ayette geçen "rics" teriminden maksat, her türlü fikrî, ruhî ve amelî çirkinliktir ve günah bunun en açık örneğidir; bu irade ümmetin hepsine değil, özel kişilere taalluk ettiğinden, doğal olarak herkese taalluk eden tathir iradesiyle farklıdır. Müslümanların tümünü kapsayan tathir iradesi, teşriî=yasama iradesi[103] olup kişilerin itaatsizlik etmesi sonucu gerçekleşmeyebilir de; oysa bu irade, günahtan temiz olma iradesinden ayrılmayacak olan tekvinî iradedir.

Şuna da değinmemiz gerekiyor ki, Allah Teala'nın, Ehl-i Beyt'in masum olması doğrultusundaki tekvinî iradesi, onların kendilerinden iradelerinin olmamasına neden olmaz; nitekim peygamberlerin masum oluşu da böyledir (bu konu akaid kitaplarında detaylı bir şekilde geçmiştir).

2- "Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve soyum olan itretim…" buyuran Sekaleyn hadisi gereğince Ehl-i Beyt İmamları Kur'an-ı Kerim'le aynı sırada yer almıştır; yani Kur'an-ı Kerim'in her türlü hata ve yanlışlıktan masun olduğu gibi Ehl-i Beyt İmamları da her türlü fikrî ve amelî hatadan masundur.

Bu konu, Sekaleyn hadisinin son bölümünden apaçık anlaşılmaktadır:

a- "Bu ikisine sımsıkı sarılırsanız asla sapmazsınız."

b- "Bu ikisi (Kevser) havuz(un)un başında bana gelinceye kadar birbirinden asla ayrılmazlar."

Çünkü, kendisine sarılmak hidayet kaynağı olan, insanı dalaletten alıkoyan ve hiçbir zaman da Kur'an'dan (masum) ayrılmayan bir şey kesinlikle her türlü hata ve günahtan masun olacaktır.

3- Hz. Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt'ini, içine binenlerin tufan dalgalarından kurtulduğu ve binmeyenlerin ise boğulduğu Nuh'un gemisine benzetmiştir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Ümmetim arasında Ehl-i Beyt'imin misali Nuh'un gemisi gibidir; kim ona bindiyse kurtuldu ve kim de ondan ayrıldıysa boğuldu."[104]

Kısa bir şekilde açıkladığımız bu delillerle dikkat ettiğimizde Ehl-i Beyt'in masumiyetinin apaçık ve delillerle ispatlanmış bir konu olduğu anlaşılır; kaldı ki masumiyetin naklî delilleri bizim burada zikrettiklerimizle sınırlı değildir.

93. İlke: ON İKİ İMAM

İmamları iki yolla tanımamız mümkündür:

A- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Allah'ın emriyle belli bir kişinin imam olduğuna tasrih etmesiyle;

B- Önceki imamın sonraki imamın imametine tasrih etmesiyle.

Şiâ'nın on iki imamının imameti her iki yolla ispatlanmıştır. Hem Hz. Resulullah (s.a.a) rivayetlere göre onların imametine tasrih etmiştir ve hem de her imam, kendisinden sonraki imamı tanıtmıştır.

Bu konuda, kısaca incelemeyi dikkate alarak sadece bir hadise değiniyoruz:[105]

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) sadece Ali (a.s)'ı atamakla yetinmeyip ondan sonra da on iki imamın geleceğini, din ve İslam'ın izzetinin onların vasıtasıyla gerçekleşeceğini vurgulamıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur: "On iki halife olduğu müddetçe bu din aziz kalacaktır." Veya: "On iki halife olduğu müddetçe İslam aziz kalacaktır." Şunu da hatırlatmamız gerekir ki, on iki imamın varlığına delalet eden rivayetler Ehl-i Sünnet'in de en muteber Sahihlerinde geçmiştir.[106]

İslam'ın izzetinin varlıklarına bağlı sayılan bu on iki imam, kesinlikle on iki Ehl-i Beyt İmamlarından başkasına tatbik etmez. Çünkü ne Abbasî halifeleri dinin izzet kaynağıydılar, ne de Emevî halifeleri ve ne de 12 sayısı onlara tatbik etmektedir.

Ehl-i Beyt'in 12 İmamı şunlardır:

1- Müminlerin Emiri Ali b. Ebutalib (a.s) (d: Bi'setten on yıl önce, ö: Hicretin 40. yılı); Necef-ul Eşref'te defnedilmiştir.

2- İmam Hasan b. Ali (a.s); lakabı Mucteba'dır (3 - 50 hk.); Medine'de, Cennet-ul Bâki mezarlığında defnedilmiştir.

3- İmam Hüseyin b. Ali Seyyid-uş Şuheda (a.s) (1 - 4 hk.); Kerbela'da defnedilmiştir.

4- İmam Ali b. Hüseyin (a.s); lakabı Zeynülabidin'dir (38 - 94 hk.); Medine'de, Cennet-ul Bâki mezarlığında defnedilmiştir.

5- İmam Muhammed b. Ali (a.s); lakabı Bâkır'dır (57 - 114 hk.) Medine'de, Cennet-ul Bâki mezarlığında defnedilmiştir.

6- İmam Cafer b. Muhammed (a.s); (83 - 148 hk.); Medine'de, Cennet-ul Bâki mezarlığında defnedilmiştir.

7- İmam Musa b. Cafer (a.s); lakabı Kâzım'dır (128 - 183 hk.); Kazimeyn'de defnedilmiştir.

8- İmam Ali b. Musa (a.s); lakabı Rıza'dır (148 - 203 hk.); Horasan'da defnedilmiştir.

9- İmam Muhammed b. Ali (a.s); Cevad lakabıyla meşhurdur (195 - 220 hk.) Kazimeyn'de defnedilmiştir.

10- İmam Ali b. Muhammed (a.s); Hâdi lakabıyla meşhurdur (212 - 254 hk.); Samırra'da defnedilmiştir.

11- Hasan b. Ali (a.s); Askerî lakabıyla meşhurdur (232 - 260 hk.); Samırra'da defnedilmiştir.

12- Muhammed b. Hasan (a.f); Hüccet ve Mehdi lakaplarıyla meşhurdur. İmam Mehdi, Şiilerin on ikinci imamı olup şu anda hayatta ve gayıptır, bir gün Allah'ın emriyle zuhur edecek ve Kur'an-ı Kerim'in (Nur, 54; Tevbe, 33; Fetih, 28 ve Saf, 9) ve mütevatir hadislerin sarih vaadi gereğince dünyanın dört bir yanında İslam dinini hakim kılacaktır.[107]

Şiâ İmamlarının (a.s) hayatı, tarih kitaplarında genişçe açıklanmıştır ve on ikinci imam günümüzde hayatta olduğu için Allah'ın izniyle imamet makamını üstlenmiştir; ilerideki ilkelerde o hazret hakkında bazı noktalara değineceğiz.

94. İlke:

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'ini sevmek Kur'an-ı Kerim ve o hazretin sünnetinin vurguladığı konulardandır; nitekim şöyle buyuruyor: "De ki: Ben buna (risaletime) karşılık sizden, yakınlarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum." (Şurâ, 27) Ayette geçen "kurba" kelimesinden maksat da, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarıdır; çünkü ayette bu talepte bulunan o hazretin kendisidir (dolayısıyla peygamberin yakınlarını sevmek kastedilmiştir, herkesin kendi yakınını değil -çev-)

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarını sevmek başlıbaşına büyük bir kemal olduğu gibi insanın onlarla aynı renkte olmasına, faziletleri alıp çirkinliklerden uzaklaşmakta onlara uymasına da neden olur.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den rivayet edilen mütevatir hadislerde, o hazretin Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmenin imanın belirtisi ve onlara düşmanlık etmenin ise küfür ve nifakın nişanesi olduğu, onları sevenin Allah ve Resulü'nü sevmiş olduğu, onlara düşmanlık edenin ise Allah ve Resulü'ne düşmanlık ettiği belirtilmiştir.

Esasen, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmek, kendisinden şek ve şüphe etmenin caiz olmadığı, "nasibiler" diye bilinen ve bu nedenle İslam'ı inkar edenlerden sayılan az bir grup dışında tüm Müslümanların ittifak ettiği İslam dininin zaruriyatındandır.

ON İKİNCİ İMAM

ZUHUR VE GAYBET

On İki İmam'ın her biri hakkında bahsetmek kitabımızın kapasitesinin dışındadır; ancak burada değinmemiz gereken tek şey, şimdi gaybet perdesinde olan ve bir gün Allah'ın izniyle zuhur ederek evrende genel adaleti hakim kılacak olan Hz. Mehdi (a.s)'ın varlığına inanmaktır. Aşağıda bu konuyla ilgili birkaç ilkeye değineceğiz.

95. İlke:

Beşer tarihinin geleceğinde, evrensel adalet hükümetini kurmak için Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'inden (a.s) bir kişinin zuhur edeceği, Müslümanların cumhurunun ittifak ettiği İslam inancının kesin inançlarından biridir. Bu konuda nakledilen hadisler tevatür haddine ulaşmaktadır. Araştırmacıların yaptığı hesaba göre, bu konuda 657 rivayet nakledilmiştir; biz bunların arasından sadece Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde nakledilen hadisle yetiniyoruz:

Hz. Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki: "Dünyanın ömründen ancak bir gün kalsa bile, Allah, yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi adalet ve eşitlikle dolduracak olan evlatlarımdan bir kişi zuhur edinceye kadar o günü uzatacaktır."[108]

Dolayısıyla, ahir zamanda Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in evlatlarından olan bir kişinin kıyam ve zuhur edeceği Şiâsı ve Sünni'siyle tüm Müslümanların ittifak ettiği bir konudur.

96. İlke:

Her iki fırkanın naklettiği rivayetler de, bu evrensel ıslah edicinin özellikleri şöyle açıklanmıştır:

1- Hz. Resulullah (s.a.a)'ın Ehl-i Beyt'indendir. 389. rivayet.

2- Emirulmüminin Ali (a.s)'ın evlatlarındandır.  214. rivayet.

3- Fatıma-ı Zehra (s.a)'in evlatlarındandır.         192. rivayet.

4- İmam Hüseyin (a.s)'ın evlatlarından dokuzuncusudur. 148. rivayet.

5- İmam Zeynulabidin (a.s)'ın evlatlarındandır. 185. rivayet.

6- İmam Hasan Askerî (a.s)'ın evlatlarındandır. 146. rivayet.

7- Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) on ikincisidir.    136. rivayet.

8- Onun doğumunu bildiren rivayetler. 214. rivayet.

9- Uzun ömre sahip olacaktır. 318. rivayet.

10- Uzun bir zaman gaybet edecektir. 91. rivayet.

11- Zuhur edince İslam dini dünyayı kapsayacaktır. 27. rivayet.

12- Yeryüzünü adalet ve eşitlikle dolduracaktır. 132. rivayet.

Dolayısıyla, bu rivayetlere göre, beşer tarihinin geleceğinde böyle bir evrensel ıslah edicinin varlığı kesin ve şüphe edilmez bir konudur; bu alanda ihtilaf konusu olan şey şudur: Acaba bu ıslah edici anadan dünyaya gelmiş midir ve şu an yaşıyor mu, yoksa gelecekte mi dünyaya gelecektir? Şiâ ve Ehl-i Sünnet araştırmacılarından bir grubu birinci görüşü benimseyip o hazretin 255 hk. Yılında dünyaya geldiğine ve günümüzde yaşadığına inanmaktadır. Fakat Ehl-i Sünnet'ten bir grubu onun gelecekte dünyaya geleceğini söylüyorlar.

Ehl-i Beyt'i izleyen Şiiler o hazretin hk. 255. yılında dünyaya geldiğine ve şu anda yaşadığına inandığı için, kitabımızın kapasitesince, o hazretin gaybeti ve ömrünün uzunluğu hakkında birkaç noktaya değinmemiz gerekiyor.

97. İlke:

Kur'an-ı Kerim açısından, Allah'ın velileri iki kısımdır: İnsanların tanıdıkları zahiri veli ve insanların arasında olup onların durumundan haberdar olduğu halde insanların kendisini tanımadıkları ve onların gözlerinden gayıp olan veli.

Kehf suresinde, her iki veli de bir arada zikredilmiştir: Bunlardan biri Musa b. İmran ve diğer ise Hızır ismiyle tanınan onun denizdeki ve karadaki yol arkadaşı. Allah'ın bu velisini hatta Hz. Musa bile tanımıyordu; sadece Allah'ın kılavuzluğuyla tanımış ve ilminden yararlanmıştır; Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "(Deniz sahilinde) kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona: Sana öğretilenden, bana bir bilgi öğretmen için sana tabi olabilir miyim? dedi." (Kehf, 65-66)

Kur'an-ı Kerim daha sonra Allah'ın bu velisinin faydalı ve yararlı işlerinin bir kısmını açıklamaktadır; bu kıssada, insanların kendisini tanımadıkları halde onun eser ve bereketlerinden yararlandıklarını görmekteyiz.[109]

Hazret-i Veli-i Asr (günümüzün velisi) -a.f- de Hz. Musa'nın yol arkadaşı gibi, tanınmadığı halde ümmeti için yararlı işlerde bulunan bir velidir. Bu durumda, imamın gaybet etmesi, onun toplumdan ayrılması ve uzaklaşması anlamında değildir; aksine o -Masum Ehl-i Beyt (a.s)'ın rivayetlerinde de geçtiği üzere- gözler kendisini görmediği halde yeryüzündekilere ışık ve sıcaklık veren bulut arkasındaki güneş gibidir.[110]

Ayrıca, tarih boyunca, o hazretin huzuruna varmaya layık olan çok sayıdaki temiz ve takvalı kişiler, huzuruna çıkarak ondan yararlanmış olup günümüzde de yararlanmaktadırlar ve bu kanalla diğerleri de onun varlığının bereketlerinden istifade etmektedirler.

98. İlke:

Geçmişte ve günümüzde beşer arasında normal olan durum, önder ve rehberin işlerin bir bölümünü doğrudan doğruya kendisinin ve diğer bir bölümünü de onun temsilcilerinin yapmasıdır. Evet, zamanın imamı Hz. Mehdi (a.f)'in gaybete çekilmesinin çeşitli nedenleri vardır ve insanlar doğrudan doğruya o hazrete ulaşmaktan mahrumdur; fakat o hazretin adil ve takvalı fakihlerden ibaret olan temsilcilerinden yararlanma şansı izleyicilerinin yüzüne kapalı değildir. Büyük fakihler ve yüce makamlara sahip olan müçtehidler, din ve hükümetle ilgili konularda o hazretin temsilcileridirler ve gaybet döneminde İslam toplumunun yönetimi onlara bırakılmıştır. Elbette o hazretin varlığının tüm nimetlerinden yararlanmaktan mahrum olmanın nedeni, gaybette bulunmasını gerektiren özel şartlardır.

99. İlke:

Zamanın imamı Hz. Mehdi'nin -Allah zuhurunu yakınlaştırsın- gaybete çekilmesinin nedeni, belki de künhüne varmamız mümkün olmayan Allah Teala'nın sırlarından biridir. Geçmiş ümmetlerde de ilahî önderlerin, insanlar arasından geçici olarak gaybete çekildiklerini görmekteyiz. Musa b. İmran (a.s) kırk gün ümmetinin gözünden gaybete çekilerek mikatta yer almış (A'raf, 142), Hz. İsa (a.s) Allah'ın iradesiyle ümmetin gözlerinden gizli kalmış ve böylece düşmanları onu öldürememişler (Nisâ, 158), Hz. Yunus (a.s) bir müddet kavminden gaybete çekilmiştir (Saffat, 140). Esasen, bir konu mütevatiren nakledilerek ispatlanırsa, tam anlamıyla nedenini anlayamadığı zaman insan ona şek ve şüphe gözüyle bakmamalı veya onu reddetmemelidir; çünkü aksi durumda, İslam dininin kesin konularından ve zaruriyatından olan Allah'ın hükümlerinden büyük bir bölümünde şüphe edilir. Vesli-i Asr Hz. Mehdi -Allah mübarek zuhurunu yakınlaştırsın- gaybeti de bu kuraldan müstesna değildir ve bunun gerçek neden ve sırlarını bilmemek, insanın onda şek ve şüphe etmesine neden olamaz. Fakat buna rağmen o hazretin gaybetinin sırrını beşerin düşüncesi oranında anlaşılabileceğini söyleyebiliriz ki o da şudur:

Allah Teala'nın bu son masum hücceti büyük bir ülküyü (evrensel adaleti yaymak ve dünyanın dört bir yanında tevhid bayrağını dalgalandırmak) gerçekleştirmesi irade edilmiştir ve dünyanın o adil ve özgür imamı karşılamaya gitmesi için bu ülkünün zamanının gelmesine, beşerin akıl ve bilgisinin ilerlemesine ve insanoğlunun ruhî bakımdan hazır olmasına ihtiyacı vardır. Doğal olarak, o hazret gerekli hazırlıklar olmadan zuhur edecek olursa, Allah'ın diğer hüccetlerinin kaderine (şehadet) uğrayacak ve o büyük ilahi ülkü gerçekleşmeden dünyadan göçecektir. Bu konuya rivayetlerde de işaret edilmiştir. İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Hz. Kâim -Allah zuhurunu yakınlaştırsın- zuhur etmeden önce gaybete çekilecektir." Ravi bunun nedenini sorunca İmam (a.s), "İnsanların öldürülmesini önlemek için" buyurdu.[111] Ayrıca bazı rivayetlerde insanların imtihan edilmesi ve sınamadan geçmesi söz konusu edilmiştir; şöyle ki, insanlar gaybet döneminde imtihandan geçerek iman ve itikat konusunda ne kadar dirençli ve sağlam oldukları sınanacaktır.[112]

100. İlke:

Kelamî deliller, toplumda masum imamın oluşunu, Allah Teala'nın, insanların hidayetine neden olan büyük lütuflarından biri bilmektedir. Açıktır ki, insanlar Allah'ın bu lütfüne mahzar olurlarsa, onun varlığının tüm eser ve bereketlerinden yararlanacak ve aksi durumda o hazretten tam anlamıyla yararlanma nimetinden mahrum olacaklardır; bu mahrumiyetin nedeni de Allah Teala ve İmam değil, onların kendileridir.[113]

101. İlke:

Hazret-i Veli-i Asr -Allah mübarek zuhurunu yaklaştırsın- hk. 255 yılında dünyaya gözlerini açmıştır ve buna göre şimdi (hk. 1418 yılında) o hazretin mübarek ömründen on bir asırdan fazla bir zaman geçiyor. Allah Teala'nın eşsiz gücünü göz önünde bulundurarak, onun nasıl böyle bir ömre sahip olduğunu kabullenmek zor bir şey değildir ve gerçekte, o hazretin böyle uzun bir ömre sahip olmasının çok zor görenler, Allah'ın eşsiz gücünden gaflet etmişlerdir. "Allah'ı şanına yaraşır biçimde tanıyamadılar." (En'am, 91) Ayrıca, geçmiş ümmetlerde uzun ömre sahip olan çok sayıda insanlar vardı; nitekim Kur'an-ı Kerim Hz. Nuh (a.s)'ın peygamberlik dönemini dokuz yüz elli sene olarak belirtmiştir (Ankebut, 14). Günümüzde, insanoğlu, uzun ömürlü olmanın sırlarını bulmaya çalışmaktadır; bilginlere göre, insan uzun ömürlü olma kabiliyetine sahiptir; fakat bir takım faktörler insanın uzun süre yaşamasını engellemektedir. Sahi, Kur'an-ı Kerim'in apaçık vurguladığı gibi, Hz. Yunus'u kıyamete kadar balığın karnında diri olarak tutma gücüne sahip olan Allah Teala (Saffat, 143-144), kendi bereket ve lütufları sayesinde yeryüzündeki hüccetine uzun bir ömür veremez mi?! Bunun cevabının olumlu olduğu apaçık bellidir.

Ebedi bir alemi olan Allah

Bir hücceti diri tutabilir elbet

102. İlke:

İmam Mehdi'nin -Allah mübarek zuhurunu yakınlaştırsın- ne zaman zuhur edeceğini hiç kimse bilmiyor ve bu konu, kıyametin ne zaman kopacağı gibi sadece Allah Teala'nın bildiği sırlardandır. Dolayısıyla, o hazretin ne zaman zuhur edeceğini bildiğini iddia edenler veya o hazretin zuhuru için belli bir zaman tayin edenlerin iddiasını kabul etmemek gerekir (vakit belirtenler yalan söylüyorlar).

İmam Mehdi'nin  -Allah mübarek zuhurunu yakınlaştırsın- zuhuru konusunda bir takım nişaneler belirtilmiştir; bunlar da kendi aralarında "kesin belirtiler" ve "kesin olmayan belirtiler" olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır; konuyla ilgili ayrıntılar akait ve hadis kitaplarında geçmiştir.

 

Sekizinci Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(7)

 

ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYAT

103. İlke:

İlahî dinlerin tümü, ahiret yurduna inanmanın gerekliliğinde görüş birliği içerisindedirler. Bütün peygamberler, tevhide davet ederken mead ve ölümden sonraki hayattan bahsetmiş ve ahiret yurduna imanı programlarının temeli kılmışlardır. Bu esas üzerine, kıyamete inanmak İslam'a imanın temel rükünlerindendir. Mead konusu, her ne kadar Tevrat ve İncil'de -İncil'de daha açık bir şekilde- söz konusu edilmişse de Kur'an-ı Kerim bu konunun üzerinde diğer semavî kitaplardan daha fazla durmuş ve ayetlerinin büyük bir bölümünü ona ayırmıştır. Kur'an-ı Kerim'de kıyamet çeşitli isimlerle anılmıştır; örneğin: Yevm-ul Kıyame = kıyamet günü, Yevm-ul Ahire = ahiret günü, Yevm-ul Hesab = Hesap günü, Yevm-ul Be's = diriliş günü vs… buna bu kadar önem verilmesinin nedeni, kıyamete inanmayan birinin iman ve dindarlığının hiçbir yararı olmayacağını vurgulamak içindir.

104. İlke:

İslam filozofları ve mütekellimler, Kur'an-ı Kerim'den ilham alarak mead ve ölümden sonraki hayatın gerekliliği konusunda çeşitli deliller getirmişlerdir. İşte bu nedenle Kur'an-ı Kerim'in bazı delillerine değinmemiz uygun olacaktır:

A- Allah Teala mutlak haktır; onun fiili de mutlak hak olup her türlü batıl ve boş işten münezzehtir. Amaçlı ve ebedi bir hayat olmaksızın beşerin yaratılışı abes ve boş bir şeydir; Nitekim Kur'an-ı Kerim, "Biz sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?!" (Mü'minun, 115) buyurmaktadır.

B- İlahî adalet, mükafat ve ceza konusunda iyi kişilerle kötülere eşit davranılmamasını gerektirmektedir. Buna rağmen dünya hayatının, mükafatlandırma ve cezalandırma konusunda adaletin tam anlamıyla gerçekleşmesinin imkansız bir nitelikte olduğunu görmekteyiz. Çünkü her iki grubun kaderi birbirine düğümlenmiştir ve bunların birbirinden ayrılması imkansızdır. Diğer bir taraftan, bazı iyi ve kötü işlerin, bu dünyanın kapasitesine sığmayacak kadar büyük mükafat ve cezaları vardır; örneğin, biri ömür boyu Allah yolunda cihad ve mücadele ettikten sora can veriyor ve diğeri çok sayıda hak yanlısı mazlum kişileri öldürüyor. Dolayısıyla, ilahi adaletin sonsuz imkanlar alanında gerçekleşmesi için başka bir aleme gerek vardır; nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?!" (Sâd, 28)

"Hepinizin dönüşü, O'nadır. Bu, Allah'ın gerçek olarak verdiği sözdür. O, yaratmağa başlar, sonra (öldürür ve) inanıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık vermek için (yeniden yaratır). İnkar edenlere gelince, küfürlerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içki ve acı bir azab vardır." (Yunus, 4)

C- Beşerin bu dünyada yaratılışı değersiz bir zerreden başlar ve tedricen cismî kemal derecelerini kateder. Sonra öyle bir noktaya varır ki bedenine ruh üfürülür ve Kur'an-ı Kerim bu seçkin varlığın yaratılışının mükemmelliğini göz önünde bulundurarak alemin yaratıcısını "yaratanların en güzeli" olarak adlandırır; sonra ölümün gelip çatmasıyla dünya evinden önceki merhalenin kemali olan ahiret yurduna göçer. Kur'an-ı Kerim'de buna şöyle işaret edilmektedir: "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. Sonra siz, bunun ardından öleceksiniz. Sonra siz kıyamet günü muhakkak dirileceksiniz." (Mü'minun, 14-16) Ayetin akışı, beşerin değersiz bir zerreden yaratılışıyla tekrar dirilişi arasında bağlantı olduğunu gösteriyor.

105. İlke:

Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu asırda, kıyameti inkar edenler bir takım eleştirileri söz konusu ediyorlardı; Kur'an-ı Kerim çeşitli yerlerde bu eleştirileri reddederek kıyametin varlığının delillerini ortaya koymuştur. Burada bunlardan bazılarına değiniyoruz:

A- Bazen Allah'ın mutlak gücüne dayanarak şöyle buyurur: "Dönüşünüz Allah'adır. O, her şeyi yapacak güçtedir." (Hûd, 4)

B- Bazen, insanları ilk kez yaratmaya gücü yeten kimsenin, onları yeniden yaratmaya da aciz olmayacağına değinmektedir. Örneğin, kıyameti inkar edenleri, "Kim bizi (dünya hayatına) geri döndürecek?" diyecekler diye eleştirmekte ve sonra şöyle cevap vermektedir: "De ki: Sizi ilk defa yaratan (döndürür)" (İsrâ, 51)

C- Bazı yerlerde, insanın dirilişini, yerin kış uykusuna daldıktan sonra ilk baharda dirilişine benzeterek şöyle buyuruyor: Yere su indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve güzel bitkiler bitirir. Sürekli tekrarlanan bu doğal gerçeğe işaret ettikten sonra kıyameti söz konusu ederek şöyle buyuruyor: "O, ölüleri diriltir." (Hac, 5-6)[114]

D- "İnsan ölüp bedeni çürüyerek toprağa karıştıktan sonra, dağılan azaları tekrar nasıl tanınacak da önceki beden gibi bir beden oluşturacak" eleştirisine karşı Kur'an-ı Kerim, Allah Teala'nın kapsamlı ilmine dayanarak buyuruyor ki: "Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır." (Yâsîn, 81) Başka bir yerde de kapsamlı ilimden şöyle bahseder: "Biz yerin, Onlar(ın cesetlerin)den ne eksilttiğini bilmişizdir. Yanımızda (her şeyi) zapteden bir kitap vardır." (Kâf, 4)

E- Bazen insanın, ölümden sonra çürüyerek toprağa dönüşecek sadece cismî ve maddî ecza ve uzuvlar mecmuası olduğu sanılmaktadır. Öyleyse bu durumda, kıyamet günü dirilecek olan kişinin, önceki kişinin bizzat kendisi olduğu nasıl söylenebilir? Başka bir tabirle, bu iki bedenin birliğinin koruyucusu nedir?

Kur'an-ı Kerim kafirlerin "Biz yerde (toprağa karışıp) kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?" (Secde, 10) dediklerini naklederek, onlara cevap olarak buyuruyor ki: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra Rabb'inize döndürülürsünüz." (Secde, 11)

Bu ayetteki "teveffa" kelimesi "almak" anlamındadır. Bu tabirden, ölünce, yerde kalan ve toprağa defnedilen şey (beden) dışında, ölüm meleğinin aldığı başka bir şeyin (ruh) daha olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, Kur'an-ı Kerim'in cevabının anlamı şudur: Bu iki bedenin kişilik ve vahdetini koruyacak olan şey (uzuvların vahdeti dışında) "dönüş"ün "başlangıç"ın aynısı olmasına neden olan ölüm meleği tarafından alınan ruhtur.

Bu ve benzeri ayetlerden, kıyamet gününde haşredilen insanın, dünyadaki insanın bizzat kendisi olduğu, mükafat ve cezanın, bunları hakeden kişiye ulaşacağı anlaşılmaktadır. Başka bir ayette de Kur'an-ı Kerim bu vahdeti vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yâsîn, 79)

106. İlke:

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadisler, insanların meadının hem cismanî ve hem de ruhanî olduğunu göstermektedir. Cismanî meaddan maksat, bedenin ahiret yurdunda haşredilip tekrar ona nefsin verilmesi, beden ve duyu organları olmaksızın gerçekleşmeleri mümkün olmayan kısmî ve hissedilir mükafat ve cezalar, lezzet ve acıların gerçekleşmesidir.

Ruhanî meaddan maksat ise, hissedilir mükafat ve cezaların, kısmî ve cismanî lezzet ve acıların dışında, iyi ve kötü kişiler için ruhun hissedip algılamakta beden ve duyu organlarına ihtiyacı olmadığı bir takım ruhî mükafat ve cezaların da verilmesidir. (Allah'ın rızası gibi) Kur'an-ı Kerim hissî mükafatları sıraladıktan sonra şöyle buyuruyor: "Allah'ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte büyük başarı budur." (Tevbe, 72) Veya aynen öldürücü hasret ve üzüntü gibi; nitekim şöyle buyuruyor: "Onları hasret gününe karşı uyar ki, o zaman kendileri (her şeyden) habersiz bir halde inanmamakta ısrar ederlerken iş bitmiş olur." (Meryem, 39)

107. İlke:

Ölüm, hayatın son bulması demek almayıp, bir evden başka bir eve göçtür; bu ev kıyamet ve bekâ yurdundan ibaret olan ebedi mekandır. Ayrıca dünya ile kıyamet arasında, "berzah" denilen başka bir yurt daha vardır ki insan ölümden sonra bir süre orada kalır. Berzah hayatının gerçeği, bizim için açık olmayıp onun hakkındaki bilgimiz, Kur'an-ı Kerim ve rivayetlerin, bize bildirdiği kadardır. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'in bazı kılavuzlukları şöyledir:

A- Bir müşrikin ölümü gelip çatınca, Allah'ım! der, yapmadığım vazifeleri yerine getirmem için beni geri çevir. Bunun üzerine ona şöyle hitap edilir: Asla! Bu ancak onun söylediği (olmayacak) bir laftır. Daha sonra buyuruyor ki: "Önlerinde tâ dirilecekleri (kıyamet) gün(ün)e kadar, bir perde var." (Mü'minun, 100)

Yukarıdaki ayet, insanların ölümden sonra da bir gerçekleri olduğunu, fakat bir engelin onların dünyaya dönmesine mani olduğunu anlatmak istiyor.

B- Şehidler hakkında buyuruyor ki: "Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız." (Bakara, 154)

Başka bir ayette, Allah yolunda şehid olanlar için bazı hayat belirtileri sıralanmakta ve şöyle buyrulmaktadır: "Allah'ın, keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinirler ve arkalarından henüz (şehid olup) kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığını ve onların da üzüntüye uğramayacaklarını müjdelerler." (Âl-i İmran, 170) (maksat, ahiret azabından dolayı korkunun ve dünya amelleri nedeniyle üzüntünün olmayışıdır.)

C- Günahkârlar, özellikle Firavunoğulları hakkında, kıyamet gelip çatmadan önce her sabah ve akşamleyin onların ateşe sunulduklarını ve kıyamet gününde de en şiddetli azaba tutulacaklarını haber vermektedir; nitekim şöyle buyuruyor: "Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar (dünya durdukça azab böyle devam eder). Kıyamet koptuğu gün de: Firavun ailesini azabın en çetinine sokun! (denilir)." (Mü'min, 46)

108. İlke:

İnsanın berzah hayatının ilk merhalesi bedenden ruhun alınmasıyla başlar. İnsan toprağa verilince, bir çok hadisler gereğince, Allah'ın melekleri, tevhid, nübüvvet ve bir takım itikadî konuları ve din hükümlerini onsan sorarlar. Açıktır ki mümin kişinin bu sorulara cevabı kafirin verdiği cevapla farklı olacak ve sonuçta kabir ve berzah müminler için rahmet mazharı, kafirler ve münafıklar için ise Allah'ın azab sahnesi olacaktır. Kabir evinde meleklerin insanı sorguya çekeceği, orada müminlerin ilahî rahmetin kapsamına gireceği ve kafirlerin ise azaba uğrayacağı dinimizin kesin ilkelerindendir ve mezar gerçekte kıyamete kadar devam edecek olan berzah hayatının başlangıcıdır.

İmamiye uleması akaid kitaplarında tüm bu söylediklerimizi açıkça vurgulamışlardır. Şeyh Seduk, İtikadat adlı kitabında diyor ki: "Kabirde sorgu-sual hakkında inancımız, onun hak oluşudur ve kim bu sorulara doğru cevap verirse Allah'ın rahmetinin kapsamına girer ve kim de doğru cevap vermezse ilahî azaba uğrar."[115]

Şeyh Mufid, Tashih-ul İtikad adlı kitabında şöyle yazıyor: "Hz. Resul-i Ekrem (a.s)'den nakledilen sahih rivayetlerden, kabirdekilerden dinleri hakkında sorulacağı anlaşılmaktadır ve bazı rivayetler, insanı sorguya çekmekle görevli olan iki meleğin isimlerinin Nakir ve Nekir olduklarını bildirmektedir." Daha sonra şöyle ekliyor: "İnsanın kabirde sorguya çekilmesi, ölülerin kabirde dirileceklerini ve sonra hayatlarının kıyamet gününe kadar devam edeceğini göstermektedir."[116]

Hace Nasıruddin Tusî de, Tecrid-ul İtikad adlı kitabında şöyle kaydeder: "Kabir azabı vuku bulacaktır; çünkü aklen bunun gerçekleşmesi mümkündür; bu konuda nakledilen mütevatir rivayetler de vardır."[117]

Diğer İslam mezheplerinin akaid kitaplarına müracaat edildiğinde bu inancın herkesin ittifak konusu olduğu anlaşılacaktır; kabir azabını inkar eden tek kişinin Zırar b. Amr olduğu söylenmektedir.[118]

109. İlke:

Yukarıda geçen açıklamalarımızdan, mead ve kıyamet gerçeğinin, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, dünyada yaptığı amellerinin ahiret yurdunda mükafat ve cezasını görmek için -Allah'ın iradesiyle- tekrar aynı bedene dönüşü olduğu anlaşılmış oldu.

Hindu inancının izleyicileri gibi bazıları, semavî dinlerde söz konusu edilen kıyamet anlayışını reddettikleri halde, insanların amellerinin karşısında mükafatlandıracaklarını ve cezaya çarptırılacaklarını kabul ederek bunun "tenasüh" yoluyla gerçekleşeceğini söyler ve şöyle derler: Ruh cenine taalluk edip geliştikten sonra tekrar bu dünyaya döner ve çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemini kateder; ancak önceki hayatında iyi olan kişiler tatlı bir hayat yaşar, geçmişteki hayatlarında kötü olanlar ise tatsız bir yaşam geçirirler. Tarih boyunca sürekli izleyicileri olan tenasüh inancı, Hinduların temel inançlarından biri sayılmaktadır.

Dikkat edilmesi gerekir ki, nefislerin tümü sürekli olarak tenasüh yolunu katederse, artık kıyamete bir gerek kalmaz. Oysa aklî ve naklî deliler, kıyamet inancının zaruriyattan olduğunu vurgulamaktadır; ve gerçekte tenasühe inananlar, kıyameti doğru bir şekilde yorumlayamadıkları için onun yerini tenasühle doldurmak istemişlerdir. İslam açısından, tenasüh inancı küfürdür. Akaid kitaplarımızda bu inancın batıl olduğu ve İslam itikadıyla bağdaşmadığı ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır; burada, akaid kitaplarımızda bu konuda kaydedilenlere kısaca değinelim:

1- İnsan nefsi ölüm anında bir kemal merhalesine ulaşmıştır. Bu esas üzerine, onun tekrar cenine taalluk etmesi, nefisle beden arasında uyumluluk olmasının gerekliliği hasebiyle, nefsin kemal merhalesinden noksanlığa ve fiiliyetten kuvvete dönmesini gerektirmektedir ve bu ise varlık alemine hakim olan -varlıkların kuvvetten fiile doğru kemalî seyri doğrultusundaki- sünnetle çelişmektedir.[119]

2- Nefsin bedenden ayrıldıktan sonra başka bir bedene taalluk ettiğini kabul edecek olursak, bu konu, bir bedende birden fazla nefsin olmasını ve çifte kişiliği gerektirir. Bu ise, bir kişiliğe sahip olan insanın kendisi konusundaki vicdanî idrakiyle çelişmektedir.[120]

3- Tenasüh inancı, yaratılış sistemine hakim olan sünnetle çelişmekle birlikte, zalimler ve çıkarcı kişiler, onu bahane ederek kendilerinin fiili izzet ve refahlarını geçmişteki temiz ve iyi hayatlarının, mazlum ve mahrumların bedbahtlığını ise önceki hayatlarındaki çirkin işlerinin sonucu sayacaklardır! Ve böylece kendilerinin sultaları altındaki toplumda çirkin işlerine, zulüm ve haksızlıklarına kılıf uyduracaklardır.

110. İlke:

Tenasüh konusunun sonunda, iki soruyu cevaplamamız gerekiyor:

Soru 1- Kur'an-ı Kerim, geçmiş ümmetlerde meshler -çirkin dönüşümler- olduğunu ve böylece bazı insanların domuz ve maymuna dönüştüğünü vurgulamaktadır: "Onlardan maymun ve domuzlar yapmıştır." (Mâide, 60)[121] Eğer tenasüh batılsa, mesh (insanların hayvanlara dönüşümü) nasıl gerçekleşmiştir.

Cevap: Meshle, bahsettiğimiz tenasüh birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Çünkü tenasühte, ruh, kendi bedeninden ayrıldıktan sonra, "cenin"e veya başka birinin bedenine taalluk ediyor; fakat meshde, ruh bedenden ayrılmıyor; zulmeden günahkar insanın kendisini maymun ve domuz şeklinde görerek ondan ıstırap çekmesi için sadece bedenin şekil ve biçimi değişiyor.

Başka bir tabirle, günahkar insanın nefsi; insanî makamdan hayvanî makama düşmüyor. Çünkü eğer böyle olacak olsaydı, mesh edilen insanlar, kendilerinin çarptırıldığı ceza ve ıstırabı anlayamazlardı; oysa Kur'an-ı Kerim meshi, günahkarlar için cezalandırma olarak tanıtmaktadır.[122]

Taftazanî bu konuda diyor ki: "Tenasühün gerçeği, ruhun insanların nefisleri bedenden ayrıldıktan sonra, bu dünyada, diğer bedenlerde tedbir ve tasarruf etmek için onlara taalluk etmesidir; meshte olduğu gibi bedenin şekil değiştirmesi değildir."[123]

Allame Tabatabaî de şöyle diyor: "Meshedilen insanlar, beşer ruhlarını koruyarak şeklen mesholan kişilerdir; onların insanî nefsi de mesholup maymun nefsine dönüşmez."[124]

Soru 2- Bazıları, ric'at inancının, tenasüh inancından kaynaklandığını sanmışlardır.[125] Acaba ric'at inancı tenasühü gerektirmiyor mu?

Cevap: Yeri geldiğinde açıklayacağımız gibi, ric'at, İmamiye ulemasının çoğunun inancına göre, iman ve küfür ehlinden bir grup ahir-i zamanda tekrar bu dünyaya döneceklerdir; onların dünyaya dönüşü ise, Hz. İsa (a.s)'ın yaptığı gibi ölülerin diriltilmesi[126] ve yüz sene sonra Uzeyr'in dirilişi[127] gibidir. Dolayısıyla, ric'at inancının tenasühle hiçbir ilişkisi yoktur; ricat konusunu işlerken bu konuda daha fazla bilgi vereceğiz.

111. İlke:

Ulemanın sözlerinde, Kur'an-ı Kerim'i izleyerek "işrat-us saet" diye bir meselenin söz konusu edildiğini görmekteyiz; bundan maksat kıyamet gününün alamet ve nişaneleridir.

Kıyamet gününün nişaneleri iki kısma ayrılır:

A- Kıyamet günü gelmeden ve varlık aleminin düzeni bozulmadan önce gerçekleşecek olan ve vuku bulduklarında insanların daha yeryüzünde yaşayacakları olaylardır. "işrat-us saet" kelimesi genellikle bu gibi olaylara söylenir;

B- Varlık düzeninin bozulmasına neden olan olaylar; bu olaylar çoğunlukla Tekvir, İnfitar, İnşikak ve Zelzele surelerinde zikredilmiştir.

Birinci kısım nişaneler özetle şunlardan ibarettir:

1- Son Peygamberin (s.a.a) gönderilişi (Muhammed, 18);

2- Ye'cuc ve Me'cuc barajlarının yıkılması (Kehf, 98-99);

3- Gökyüzünü siyah bir dumanın kapsaması (Duhan, 10-16);

4- Hz. İsa (a.s)'ın inişi (Zuhrum, 57-61);

5- Yerden bir Dabbe (canlı)nın çıkışı (Neml, 82).

Bu nişanelerin ayrıntıları için tefsir ve hadis kitaplarına müracaat edebilirsiniz.

İkinci kısmın nişaneleri hakkında da Kur'an-ı Kerim ayrıntılı bir şekilde durumların değişiminden, güneş, ay, denizler, dağlar, yer ve göğün dağılacağından bahsetmiş, kısacası, varlık aleminin düzeninin bozulacağını ve Allah Teala'nın mükemmel gücünün cilvesi olan başka bir düzenin geleceğini vurguluyor; nitekim buyuruyor ki: "O gün yer başka yerle, gökler de (başka göklerle) değiştirilir. Bütün insanlar tek ve kahredici Allah'ın huzurunda durur." (İbrahim, 48)

112. İlke:

Kur'an-ı Kerim "Sur'a üfürülüş" diye bir olaydan bahsetmektedir; bu olay iki merhalede gerçekleşecektir:

A- (Allah'ın dilediği kimse dışında) yer ve göklerdeki bütün varlıkların ölümüne sebep olan Sur'a üfürülüş;

B- Ölülerin dirilip Allah Teala'nın huzurunda yer almalarına neden olan Sur'a üfürülüş.[128]

"Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan( düşüp bayıldı(lar). Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar (ölüm uykusundan) kalktılar, (kaderlerine) bakıyorlar." (Zümer, 68)

Kur'an-ı Kerim, insanların kıyamet gününde haşredilmesi hakkında şöyle buyuruyor: "Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler." (Kamer, 7)

113. İlke:

Ölülerin dirilip kıyamet sahnesine getirilmesinden sonra, cennet ve cehenneme girmeden önce, bazı olaylar vuku bulacaktır; Kur'an-ı Kerim bu olayları şöyle bildirmiştir:

1- Kişilerin, özel bir şekilde amelleri hesaba çekilecek; örneğin amel defterleri kendi ellerine verilecektir. (İsrâ, 13-14)

2- Herkesin amel defterinde, küçüklü büyüklü tüm işleri yansıdığı gibi, insanın vücudunun içi ve dışından tanıklar da onun dünyada yaptığı amellere tanıklık edecektir.

Dış tanıklar şunlardır: Allah Teala (Âl-i İmran, 98), her ümmetin peygamberleri (Nahl, 89), Hz. Resul-i Ekrem (Nisâ, 41); İslam ümmetinin seçkinleri (Bakara, 143), Allah'ın melekleri (Kâf, 18), yeryüzü (Zilzal, 4-5)

3- İnsanların amellerini hesaplamak için, yukarıda söylediklerimizin dışında, adalet mizanları kurulacak ve herkes hakkettiği şeye tamamen ulaşacaktır; nitekim şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (insanın yaptığı iş), bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesab günü olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 47)

4- Rivayetlerden anlaşılıyor ki, kıyamet gününde herkesin geçmesi gereken umumî bir geçit vardır. Bu geçide rivayetlerde "Sırat" denmektedir; müfessirler Meryem suresinin 71-72. ayetlerinin de bunu vurguladığını bildirmişlerdir.[129]

5- Cennetliklerle cehennemlikler arasında, Kur'an-ı Kerim'in "hicab" diye tabir ettiği bir örtü ve engel vardır. Yine kıyamet gününde yüce kişiler, cennetliklerle cehennemlikleri, her birini yüzlerinden tanıyacakları yüksek bir yerde yer alacaklardır: "İki taraf arasında bir perde ve A'raf üzerinde de hepsini (hem cennettekileri, hem de cehennemdekileri, yüzlerindeki) işaretleriyle tanıyan erkekler vardır." (A'raf, 46) Bu yüce kişiler, bizim rivayetlerimiz gereğince peygamberler ve onların yüce vasileridir.

6- Hesaba çekme işi sona erip kişilerin kaderi belli olunca, Allah Teala "Liva-i Muhammed" denilen sancağı Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e verecek ve o hazret de cennetliklerin önünde cennete doğru hareket edecektir.[130]

7- Çeşitli rivayetlerde, mahşer sahrasında "Kevser Havuzu" diye meşhur olan büyük bir havuzun olduğu bildirilmiştir; Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) herkesten önce bu havuzun kenarına gelecek; ümmetin kurtuluşa erenleri Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'i (a.s) vasıtasıyla o havuzdan su içeceklerdir.

114. İlke:

İslam inançlarından biri de, kıyamet gününde şefaat edenlerin Allah'ın izniyle şefaat etmesidir. Şefaat, din ve Allah Teala'yla tamamen bağlarını kesmeyen ve bazı günahlara bulaşmış oldukları halde, şefaat edenlerin şefaatinin bereketiyle tekrar Allah'ın rahmetinin kapsamına girmeye kabiliyeti olan kimseler hakkında gerçekleşecektir. Şefaat inancı Kur'an ve sünnetten alınmıştır; örnek olarak bunlardan bazılarına değiniyoruz:

A- KUR'AN-I KERİM'DE ŞEFAAT:

Kur'an-ı Kerim ayetleri, kıyamet gününde "şefaat" olgusunun varlığını kabul ederek şefaatin Allah Teala'nın izin ve rızasına bağlı olduğunu vurgular: "(Allah'ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler" (Enbiyâ, 28) Başka bir ayette ise buyuruyor ki: "O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yunus, 3) Dolayısıyla, şefaat inancı (tabii ki Allah'ın izniyle) Kur'an-ı Kerim açısından, kesin bir şeydir.

Şimdi kimlerin şefaat edeceklerine bakalım.

Bazı ayetlerden, meleklerin de şefaatçilerden oldukları anlaşılmaktadır: "Göklerde nice melekler var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın (kurtuluşa ermesini) dilediği ve razı olduğu kimseye izin verildikten sonra olsun (Ancak o zaman şefaatin faydası olur)." (Necm, 26)

Müfessirler, "Belki böylece Rabb'in seni, övülmüş bir makama ulaştırır." (İsrâ, 79) ayetinin tefsirinde, övülmüş makamdan maksadın, Hz. Resulullah (s.a.a) için şefaat makamı olduğunu söylemişlerdir.[131]

B- HADİSLERDE ŞEFAAT:

Kur'an-ı Kerim dışında, hadis kitaplarında da şefaat hakkında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den bir çok hadisler rivayet edilmiştir; onlardan bazıları şöyledir:

1- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Şefaatim ancak ümmetimden büyük günahlar işleyenlere ulaşacaktır."[132] Zahiren, şefaatin büyük günahlar işleyenlere has kılınmasının nedeni, Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de açıkça, 'insanlar büyük günahlardan sakınacak olurlarsa onları affedeceğim' (Nisâ, 31) diye vaat etmesinden dolayı artık şefaat ve benzerlerine gerek kalmayışıdır.

2- Yine buyuruyor ki: "-Allah Teala tarafından- bana beş şey verildi -ve bu cümleden- bana şefaat verildi de ben onu ümmetim için saklıyorum. Benim şefaatim Allah'a şirk koşmayanlar hakkında olacaktır."[133]

Mahşer'de Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) dışında (Ehl-i Beyt İmamları, ulema ve şehitler gibi) kimlerin şefaat edecekleri ve yine kimlere şefaat edileceği hakkında bilgi edinmek isteyenler akaid, kelam ve hadis kitaplarına bakabilirler.

Ayrıca dikkat edilmesi gerekir ki, şefaat inancı -ve yine tövbenin kabul oluşu- kişilerin günahlarını sürdürmelerine neden olmamalı; aksine bir ümit kaynağı olmalı ve insanlar affedilmek ümidiyle doğru yola dönmeli ve artık iş işten geçtiğini sanarak hiçbir zaman doğru yola dönmeyi düşünmeyen ümitsizliğe katılanlar gibi olmamalılar.

Yukarıdaki açıklamalarımızdan yine şu anlaşılıyor ki, şefaatin açık etkisi, bazı günahların bağışlanmasıdır; dolayısıyla, bazı İslam fırkalarının (örneğin Mutezile'nin) dediği gibi, onun etkisi, sadece haklarında şefaat edilenlerin makamlarının yükselmesiyle sınırlı değildir.[134]

115. İlke:

Dediğimiz gibi, "ahirette Allah'ın izni dairesinde şefat ilkesi"ne inanç kesin İslam akaidindendir ve hiç kimsenin onu zedelemeye hakkı yoktur. Şimdi bakalım acaba bu dünyada da, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) gibi şefaatçilerden şefaat istenilebilir mi; başka bir tabirle, acaba insanın, "ya Hz. Resulullah! Allah Teala'nın huzurunda benim hakkımda şefaatçi ol (ey Allah'ın nezdinde saygın olan! Allah'ın nezdinde bana şefaatçi ol)" demesi doğru mudur?

Bu konunun meşruiyetinde, sekizinci asra kadar bütün Müslümanlar tarafından ittifak edilmekteydi ve sadece sekizinci asrın ikinci yarısından bu yana bazı kişiler buna muhalefet ederek bunu caiz görmediler; oysa Kur'an-ı Kerim ayetleri, muteber nebevî hadisler ve Müslümanların süre gelen sireti bunun caiz olduğuna tanıklık etmektedir. Çünkü şefaatçilerin şefaati, gerçekte, onların kişiler hakkında dualarıdır ve mümin bir kişiden bile dua talebinde bulunmak kesinlikle caiz ve iyi bir iştir.

İbn-i Abbas'ın Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den naklettiği hadisten, müminin şefaatinin, onun diğerleri hakkındaki duası olduğu apaçık bir şekilde anlaşılıyor: "Bir Müslüman ölür de kırk muvahhid mümin ona cenaze namazı kılarsa, Allah Teala, onun hakkında onların şefaatini kabul eder."[135] Çünkü, cenazeye namaz kılarken kırk müminin şefaati, onun hakkında duadan başka bir şey değildir.

Tarih sayfalarına baktığımızda, Hz. Resulullah (s.a.a)'in sahabesinin, o hazretin hayatında, ondan şefaat istediklerini görmekteyiz. Tirmizî, Enes b. Malik'ten şöyle nakleder: Hz. Resulullah (s.a.a)'ten kıyamet gününde benim hakkımda şefaat etmesini istedim, o hazret, böyle yapacağım buyurdu. Bunun üzerine, seni nerede bulayım? diye sordum. Hazret, Sırat köprüsünün kenarında, cevabını verdi.[136]

Şefaat dilemenin gerçeğinin, şefaatçi olacak kişiden dua talebinde bulunmaktan başka bir şey olmadığını dikkate alarak, bunun örneklerinin peygamberlerin döneminde vuku bulmuş olduğunu Kur'an-ı Kerim'den anlamak mümkündür:

1- Yakub oğulları, zulümleri ortaya çıktıktan sona babalarından, Allah Teala'dan kendileri hakkında bağışlanma talebinde bulunmasını istediler. Hz. Yakub da onların isteğini kabul ederek belirlenen zamanda vaadini yerine getirdi.[137]

2- Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki: Kendi haklarında zulmeden Müslümanlar, Hz. Resulullah (s.a.a)'in yanına gelerek ondan, kendileri için Allah'tan bağışlanma dilemesini istedikten sonra kendileri bağışlanma diler ve peygamber de onlar hakkında Allah'tan bağışlanma isterse, Allah Teala tövbelerini kabul eder ve onları rahmetinin kapsamına alır.[138]

3- Yine münafıklar hakkında şöyle buyuruyor: Onlara, gelin de peygamberden sizin hakkınızda bağışlanma dilemesini isteyin, denildiğinde, itaat etmez ve baş kaldırırlar.[139] Açıktır ki, mahiyeti bakımından şefaat talebiyle aynı şey olan Hz. Resulullah (s.a.a)'ten bağışlanma dilemekten yüz çevirmek, nifak ve istikbarın nişanesi; doğal olarak onu yapmak da iman ve Allah'ın huzurunda teslimiyetin nişanesidir.

Maksadımız, şefaat talebinde bulunmanın câiz ve meşru oluşunu ispatlamak olduğu için, bu ayetlerde, şefaat edecek kişinin diri olmayışı amacımıza bir zarar vermez; hatta eğer bu ayetin ölüler hakkında değil, sadece diriler hakkında nazil olduğu farzedilse bile, yine maksadımıza bir zarar vermez. Çünkü eğer dirilerden şefaat talebinde bulunmak şirk değilse, doğal olarak ölüden şefaat talebinde bulunmak da şirk değildir; çünkü şefaatçinin yaşaması veya ölmüş olması, tevhid ve şirkin ölçüsü değildir; kutsal ruhlardan şefaat talebinde bulunurken gerekli olan tek şey onların duymasıdır; biz tevessül konusunda, bu ilişkinin varlığını ve yararlı olduğunu ispatlayacağız.

Burada, müminlerin ve müvahidlerin peygamberlerden ve Allah'ın velilerinden şefaat talebinde bulunmalarıyla, putperestlerin kendi putlarından şefaat ummaları arasında temel bir fark vardır. Çünkü müvahhidler, iki temel konudan kesin emin olarak şefaat talebinde bulunurlar:

1- Şefaat makamı, Allah'a has ve O'nun iradesinde olan bir makamdır; nitekim şöyle buyuruyor: "De ki: Bütün şefaat Allah'ındır." (Zümer, 44) veya "O'nun izni olmadan, O'nun yanında kim şefaat eder?!"

2- Müvahhidlerin kendilerinden sığınma istedikleri şefaatçiler, Allah'a yakın olmalarından dolayı duaları kabul olan O'nun halis kullarıdır.

Bu iki şarta dikkat edildiğinde, şefaat konusunda müvahhidlerle bi'sat asrının müşrikleri arasındaki temel fark anlaşılacaktır:

Birincisi: Müşrikler, onların şefaatinin geçerli olması için hiçbir şart ve kaydı kabul etmiyorlardı; sanki Allah Teala kendi hakkını kör ve sağır putlara bırakmıştı! Oysa müvahhidler, Kur'an-ı Kerim'in kılavuzluğuyla, şefaat makamını sürekli Allah'a has bilmekte ve şefaatçilerin şefaatinin kabul olmasını Allah'ın izin ve rızasına bağlı kabul etmektedirler.

İkincisi: Hz. Resulullah (s.a.a) döneminin müşrikleri kendi elleriyle yapmış oldukları mabutları kendi rabb ve ilahları sanarak, beyinsizliklerinden dolayı, bu cansız varlıkların, varlık aleminin yaratılış ve yönetiminde bir payı olduğunu sanmaktaydılar! Oysa müvahhidler, peygamberler ve imamları Allah'ın seçkin kulları sayarak sürekli "… O'nun kulu ve elçisi" ve "…Allah'ın salih kulları" sözünü dillerinden düşürmezler, gerçekten de bu ikisi arasında pek büyük fark vardır!

Dolayısıyla, müşriklerin putlardan şefaat dilemelerini reddeden ayetlere dayanarak, İslam dininde şefaat olduğunu reddetmek, tamamen temelsiz bir mugalata ve yersiz bir kıyaslamadır.

116. İlke:

İslam -hatta bütün semavî dinlerin- öğretilerinden biri de, tövbe kapısının günahkâr kulların yüzüne açık olmasıdır. Günahkâr insan, yapmış olduğu çirkin bir işten gerçekten pişman olduğu zaman, ruhunu Allah'a yöneliş ve O'nun huzurunda tazarru sarar ve samimi bir kalple artık o çirkin amele yaklaşmamaya karar verir; Allah Teala da, kelam ve tefsir kitaplarında açıklanan şartlarla onun tövbesini kabul eder. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: "Ey müminler, topluca Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz." (Nur, 31)

Tövbe ve şefaat inancının eğitimdeki etkilerinden haberi olmayanlar, bu ikisinin kapısının günahkârların yüzüne açık oluşunun, bir nevi onları günaha teşvik olduğunu sanırlar. Oysa onlar insanlardan bir çoklarının, herkesin bir şekilde bazı günahlara bulaştığından ve hayatı boyunca günaha yaklaşmayan çok az kişinin bulunduğundan gafildirler: "Söyle, bu dünyada günah işlemeyen kim var?" Dolayısıyla, eğer tövbe (ve şefaat) kapısı insanların üzerine açık olmazsa, geri kalan ömürlerinde günahlardan uzaklaşarak tertemiz bir yol katetmek isteyenler, kendi kendilerine, "Nasıl olsa işlediğimiz günahlardan dolayı cezalandırılıp cehenneme gideceğiz; öyleyse neden ömrümüzün bu geri kalan kısmında nefsimizin isteklerini tatmin ederek, meşru olmayan lezzetler içinde daha fazla yüzmeyelim?! diyecekler. Böylece, tövbe kapısının kapalı olması nedeniyle, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ağzını açan bir ejderha gibi insanları yutuverecektir.

İslam dininde, tövbenin kabul olmasının, din önderleri ve İslamî bilimler araştırmacıları tarafından hakkında ayrıntılı bir şekilde bahsedilen bir takım şartları olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman tövbe ilkesinin olumlu etkileri daha fazla açıklık kazanmaktadır. Kur'an-ı Kerim, tövbe hakkında apaçık ve net bir şekilde şöyle buyuruyor: "Rabb'iniz rahmeti kendi üzerine farz kıldı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından tevbe eder, uslanırsa muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir." (En'am, 54)

117. İlke:

Akıl ve rivayetler, kıyamet gününde her insanın, yapmış olduğu iyi amellerin mükafatını göreceğine tanıklık etmektedir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kim bir zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür." (Zilzal, 7) ve yine şöyle buyuruyor: "Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir." (Necm, 40-41)

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılıyor ki, insanın çirkin amelleri, onun iyi amellerini yok etmez. Buna rağmen bilinmesi gerekir ki, bazı özel günahları (küfür ve şirk gibi) işleyenler veya mürted olanların amelleri boşa çıkarılacak, sonuçta iyi amelleri zayi olacak ve ahirette ebedi azaba tutulacaktır; nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar, ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklar." (Bakara, 217)

Bu söylediklerimizi göz önünde bulundurarak, iman eden her insan ahiret yurdunda iyi ve kötü işlerinin karşılığını görecektir; ancak Kitab ve sünnette insanın iyi amellerinin boşa çıkarılması olarak addedilen mürted olması ve benzeri günahları işlemesi durumunda (iyi amellerinin karşılığını göremez).

Son olarak şu noktayı da hatırlatalım: Her ne kadar Allah Teala iyi işler hakkında müminlere mükafat vereceğini vaat edip diğer taraftan kötü işler için de onları cezalandıracağını bildirmişse de, aklın hükmü bakımından bu ikisi -mükafat ve ceza- birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Çünkü mükafat vaadine uymak aklî bir ilkedir ve ona aykırı davranmak çirkindir. Fakat cezalandırma vaadi böyle değildir; çünkü cezalandırmak, cezalandıranın hakkıdır ve o da kendi hakkından geçebilir. İşte bu nedenle bazı iyi işlerin, kötü işlerin çirkinliklerini örtmesi gayet doğaldır ve buna "tekfir=kefaret vermek" denir.[140] Kur'an-ı Kerim'de bazı iyi ameller kötü amellerin kefareti sayılmıştır; bunlardan biri, kişinin büyük günahlardan sakınmasıdır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız." (Nisa, 31)

Tövbe[141] ve gizlice verilen sadaka[142] gibi amellerin böyle bir etkisi ardır.

118. İlke:

Cehennem azabında ebedî kalmak kafirlere hastır; -canları "tevhid" nuruyla aydınlanan- günahkâr müminler için ise bağışlanıp ateşten çıkma yolu kapanmış değildir; nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir." (Nisa, 48)

Açık bir şekilde, Allah'a ortak koşmak dışında bütün günahların bağışlanabileceğini bildiren yukarıdaki ayet, şüphesiz tövbe etmeksizin ölen insanların kötü amellerine işarettir. Çünkü tövbe edildiğinde, bütün günahlar -hatta şirk bile- bağışlanır; ayetin müşrikle diğerleri arasında fark gözettiğini göz önünde bulundurarak, onun, tövbe etmeksizin ölen kilerin bağışlanmasına işaret ettiğini söylemek gerekir. Açıktır ki, eğer böyle bir insan müşrik olursa bağışlanmaz; fakat eğer müşrik olmazsa onun bağışlanma ümidi vardır; ancak kesin olarak değil, "dilediğine" kaydıyla; yani Allah'ın bağışlanmasını irade etmesi durumunda... Allah'ın geniş rahmetini açıklamakta olan yukarıdaki ayetteki, "Dilediğine" kaydı, günahkârları "korku"yla "ümit" arasında tutmuş olup, onları tehlikeyi önlemeye -ölümden önce tövbe etmeye- teşvik etmektedir. Dolayısıyla, mezkur vaad, insanı "umutsuzluk" ve "tecerrî" uçurumlarından uzaklaştırarak eğitimin doğru yoluna doğru ileri götürmektedir.

İmam Musa Kâzım (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah, küfür ve şirk ehli dışında kimseyi cehennem ateşinde ebedi olarak tutmayacaktır." Ve sonunda iyi amellerinin mükafatından yararlanacaktır; nitekim, "Kim bir zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür." buyurmaktadır. (Zilzal, 7)

119. İlke:

Biz, cennet ve cehennemin şimdi de varolduklarına inanmaktayız. Şeyh Mufid buyuruyor ki: Cennet ve cehennem, şimdi vardır; rivayetler onların varlığına tanıklık etmekte ve ulema da bu konuda ittifak içerisindedir."[143] Kur'an-ı Kerim ayetleri de bir şekilde cennet ve cehennemin günümüzde fiiliyeti olduğunu göstermektedirler; nitekim şöyle buyuruyor: "Andolsun, (peygamber) onu (vahiy meleğini) bir inişinde daha görmüştü; Sidret'ul Munteha (uzak ağac)ın yanında. Ki 'cennet-i meva' onun yanındadır." (Necm, 13-15) Başka bir yerde, müminlere müjde vermek ve kafirleri uyarmak amacıyla, cennetin sakınanlar için ve cehennemin ise kafirler için hazırlandığı bildirilmektedir; nitekim cennet hakkında, "sakınanlar için hazırlanmış" buyurmakta (Âl-i İmran, 133) ve cehennem hakkında da, "Kafirler için hazırlanmış ateşten sakının" (Âl-i İmran, 131) buyurmaktadır.

Buna rağmen, cennet ve cehennemin nerede olduklarını tam olarak bilmiyoruz; sadece bazı ayetlerden cennetin yüksek bir yerde olduğu anlaşılmaktadır: "Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azab) da var." (Zariyat, 22)

Dokuzuncu Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(8)

 

İMAN, KÜFÜR, BİD'AT, TAKVA, TEVESSÜL, BEDA...

120. İlke:

İmanla küfrün sınırı önemli kelamî konulardandır. "İman", lügatte, tasdik etmek ve "küfür" ise örtmek anlamındadır; dolayısıyla, -buğdayı yere gömen- çiftçiye de kafir denilmektedir. Fakat akaid ve kelam bilimlerinde "iman"dan maksat, Allah Teala'nın birliğine, kıyamet gününe ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliğine inanmak anlamındadır. Elbette Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliğine iman, geçmiş peygamberlerin, semavî kitapların ve o hazretin beşer için getirmiş olduğu talim ve Allah'ın hükümlerine yakin etmeyi de kapsar.

İmanın gerçek merkezi insanın kalbidir; nitekim Kur'an-ı Kerim, "Onların kalbine iman yazılmıştır" buyurmaktadır. (Mücadele, 22) Yine, İslam'ın gücü karşısında teslim oldukları halde, kalpleri iman nurundan boş olan göçebe Araplara, "Henüz iman kalplerinize girmedi" buyurur. (Hucurat, 14) Fakat bir kişinin iman getirdiğine hükmetmek, dil vasıtasıyla veya diğer yollarla onu açığa vurması veya en azından inancını inkar etmemesine bağlıdır. Çükü aksi durumda onun iman ettiğine hükmedilmez; Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: "Sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları (Allah'ın ayetlerini) inkâr ettiler." (Neml, 14)

Bu açıklamayla küfrün sınırı da açıklık kazanmış oluyor. Eğer bir insan Allah Teala'nın birliğini veya kıyamet gününü ya da Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliğini inkâr ederse, kesinlikle kafir olduğuna hükmedilir; nitekim, açık bir şekilde peygamberliği inkâr etmeyi gerektiren Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in getirdiği dinin zaruriyatından birini inkar etmek, insanı küfre mahkum eder.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), Ali (a.s)'ı Hayber kalesini fethetmeye gönderdiği zaman, ona bir bayrak verip, bu bayrağın sahibinin Hayber'i fethederek döneceğini hatırlattı. Bu arada Ali (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a)'e dönerek, onlarla savaşmanın sınırı nedir? diye sorunca, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu ki: "La ilahe illellah, Muhammed Hz. Resulullah diye şehadet getirinceye kadar onlarla savaş; böyle yaptıkları zaman, hak yere öldürülen ve malları alınanlar dışında, kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar."[144]

Yine birisi İmam Sadık (a.s)'a, "kulun Allah'a iman etmesine neden olan en küçük şey nedir?" diye sorunca, İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirmesi, hakka uymayı kabul etmesi ve zamanının imamını tanımasıdır; böyle yapacak olursa iman getirmiş olur."[145]

121. İlke:

İman gerçekte kalbî inanç olmasına rağmen, insanın kurtuluşa ermesi için böyle bir imanın yeterli olduğunu sanmamak gerekir; bunun için insan onun fiilî etki ve gereklerine de bağlı kalmalıdır. Dolayısıyla, birçok ayet ve hadislerde, gerçek mümin, imanın gereklerine bağlı kalıp Allah'ın farzlarını yerine getiren kişi olarak tanınmıştır. Kur'an-ı Kerim Asr suresinde bütün insanları zarar içerisinde sayarak onların arasından sadece şunları müstesna etmiştir: "Ancak inanıp, iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka."

İmam Muhammed Bâkır (a.s), İmam Ali (a.s)'dan, adamın biri o hazrete, Allah'ın birliğine ve peygamberin risaletine şehadet eden herkes mümin midir? diye sorması üzerine, "Allah'ın farzları nerede?" şeklinde cevap verdiğini nakleder.

Yine Emirulmüminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Eğer iman sadece sözden (şehadet getirmekten) ibaret olsaydı, artık oruç, namaz, helal ve haram yaşanmazdı."[146]

Buraya kadar söylediklerimizden şu sonucu alıyoruz: İmanın çeşitli mertebeleri ve her mertebenin de kendine has etkisi vardır. Kalben inandıktan sonra dile getirmek veya en azından inkar etmemek, imanın, peşinden bir takım dinî ve dünyevî gerekleri getiren en asgarî mertebesidir; oysa imanın, insanın dünya ve ahirette kurtuluşa ermesine neden olan diğer bir mertebesi de, onun ameli ve fiilî gereklerini yerine getirmektir.

Burada değinilmesi gereken diğer bir nokta da, bazı rivayetlerde dini vecibeleri yerine getirmenin de imanın erkanından sayılmış olmasıdır. İmam Rıza (a.s), babalarından ve onlar da Hz. Resulullah (s.a.a)'ten o hazretin şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İman kalple tanımak, dille ikrar etmek ve uzuvlarla da amel etmekten ibarettir."[147] Bazı rivayetlerde, kelime-i şehadetle birlikte namaz kılmak, zekat vermek, hac farizasını yerine getirmek ve Ramazan ayında oruç tutmak da kaydedilmiştir.[148] Böyle rivayetler, ya Müslümanlarla Müslüman olmayanların bu amellerle birbirlerinden tanınabileceklerine işaret eder ya da kelime-i şehadeti söylemenin; en önemlileri namaz, zekat, hac ve oruç olan diğer dinî vecibelerin yerine getirilmesi durumunda insanı kurtuluşa erdirebileceğine işaret eder.

 

Back Index Next