Bihar’ul Envar’dan

 

İBRETLİ ÖYKÜLER

 Orjinal Adı: Dastanha-i Bihar’ul-Envar

Mahmud NASIRİ

 

1. Cild

 


İÇİNDEKİLER
Ehl-i Beyt (a.s)’dan Kıssalar........ 11

BİRİNCİ BÖLÜM..... 15

1- Hz. Peygamber (s.a.a)’in Gülümsemesi....... 16

2- Siraya Riayet Edin.............. 17

3- Resulullah (s.a.a)’in Ağlaması....... 18

4- Âmanin Yanında Hicabı Korumak!.............. 20

5- Kötü Ahlaklilik Kabir Azabina Sebep Olur.. 21

6- Bereketli On Dirhem........... 23

7- Ya Resulellah! Bana Tavsiye Et!... 26

8- Yetimler İçin Ağlamak....... 27

9- Dostlarla Müdara. 29

10- Çaba veya Zengin Olmak Yolu.... 31

11- Hz. Ali (a.s) Adaletten Söz Ediyor............. 32

12- Yabis Vadisinde Ne Geçti ?.......... 33

13- Kanun Çiğneyen Genç.... 36

14- Hz. Ali (a.s) ve Beyt’ul- Mal......... 38

15- Hz. Ali ve Öksüzler.......... 39

 

16- Ömer Hz. Ali’den Bahsediyor...... 41

17- Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’yı İstemesi............. 43

18- Hz. Fatıma (a.s)’ın Çeyizi. 46

19- Hz. Fatıma’nın Tesbihatı. 48
20- Hz. Fatıma ve İlim Öğretmenin Değeri....... 50

21- Hz. Fatıma’nın İlminin Üstünlüğü ve İlmin Değeri.. 51

22- Önce Komşu Sonra İnsanın Kendisi......... 53

23- Şaşırılacak Tebessüm...... 54

24- Uyanık Köle........ 56

25- Hz. Ali’nin Oğlundan Daha Şecaatli!........ 57

26- Muaviye’nin Evlilik Teklifine Olumsuz Cevap........ 58

27- Hayvanları Koruma.......... 62

28- Kim Hüseyin’im İçin Ağlayacak.. 63

29- Günah Yapmak İçin Reçete!......... 64

30- İmam Hüseyin (a.s)’ın Ashabının Vefakarlığı.......... 65

31- İbn-i Ziyad’ın Sonucu..... 66

32- Ham Öğüt!........... 68

33- Peygamber (s.a.a)’ın Hadisini Alaya Almanın Sonucu........ 70

34- Helal Rızkı Talep Etmek Sadakadır............. 72

 

35- İmam Seccad (a.s)’ın Ka’be’nin Kenarındaki Münacatı....... 73

36- Ahiret Yolculuğu İçin Azık Omuza!.......... 74

37- Namahrem Kadınla Şaka Yapmanın Haramlılığı....... 76

38- İmam Bakir (a.s)’dan Tavsiyeler.. 77

39- Eğer Kâim (a.s)’ı Mülakat Etmeden Ölürsem!.......... 78

40- Yeşil Yazıyla Yazılmış Bir Mektup............. 79

41- Ateşin İçinde Yalın Ayak!............ 81

42- Birbirinizin Nasıl Yetişiyorsunuz?............. 83

43- Tuzsuz Ekmek İnfak Etmek........... 84
44- İmam Sadık (a.s)'ın Şarap Meclisini Terk Etmesi..... 86

45- İmamların Şiileri Cennet Ehlidir.... 87

46- Altin Külçesi ve İmam Sadık (a.s)’ın Mucizesi........ 88

47- Batında Maymun ve Domuz Olan İnsanlar.............. 89

48- Bir Hiristiyan’ı Müslüman Eden Ayet...... 90

49- Yetmiş Helal Dinar İle Ticaret....... 93

50- Suçsuz Kadın...... 94

 

51- Günün Fiyatıyla Ekmek Almak..... 97

52- Mal Bağışlamakla Islah Etmek...... 98

53- İmam Sadık'ın Yahya Bin Halid’in Valisine Mektubu......... 100
54- Fikhî Muammalar............ 103

55- Memun ve Hırsız!........... 110

56- Memun ve Balık Avlamak!......... 114

57- Kıskançlık Alevi!............ 116

58- Sevginin Faydası........... 121

59- Torbalarla Oluşturulan Dağ!...... 124

60- Filozof ve Kararı!............ 125

61- Hz. Mehdi (a.s)’ın Doğumu........ 127

62- İmam Mehdi (a.s) İle Mülakat.... 130

63- Hamamci Ebu Racih ve İmam Zaman (a.s).............. 133

İKİNCİ BÖLÜM.... 136

64- Resulullah’dan Duymamış İsem Dilsiz Olayım!..... 137

65- Hz. Fatime (a.s)’ın Bedduasının Kabul Olması...... 139

66- Hükümetle Vedalaşmak!.............. 141

 

67- Abdulmelik Bin Mervan’ın Mekke’de Konuşması............. 143

68- Hamid Bin Kahtabe’nin Cinayet Macerası!........... 145

69- Kürdan ve Bir Yıl Bekletilme!..... 149

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.............. 150

70- Hz. Süleyman’ın Bilkis’le Evlenmesi....... 151

71- Ben-i İsrail Behanesi!.... 153

72- Cehennemden Bir Haber!............ 156

73- Annenin Bedduası!....... 158

74- Hakimin Burnunda Bir Kurt!....... 160

75- Bir Şehrin Yere Gömülme Sebebi!............ 162

76- Keşke Allah’ın Bir Merkebi Olsaydı!...... 163

77- Kurtuluş Yolu... 165

78- Boşuna Giden Üç Dua... 168

79- Amelin Karşılığı.............. 169

80- Bencillik Asla!.. 170

 

 

 

Orjinal Adı: Dastanha-i Bihar’ul-Envar

Derleyen: Mahmud NASIRİ

Çeviren: Fahrettin ALTAN

Yayınlayan: İmam Ali (a.s) Kuruluşu

1. Baskı 1999

Sıtare Mabaası

Tiraj: 3000

 

 

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

 

İmam Ali (a.s) Kuruluşu

İran-Kum P.K. 37185/737

Tel (0251) 743996

Fax: 743119

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İthaf...

 

Bu kitaptan elde edilebilecek olan sevapları, nur denizleri ve hidayet meşaleleri olan “On Dört Masum”a (a.s) ve onların mektebini daha iyi tanımak ve o mektebe hizmet yapmak amacıyla yirmi üç yıl boyunca oğlundan ayrı kalmaya sabreden ve bu sabır neticesinde oğlu tarafından Ehl-i Beyt mektebine hizmetlerin ürününü görerek büyük bir aşkla o eserlerden yararlanan ve ömrünün son günlerinde de İmam Rıza ve bacısı Hz. Masume (a.s) ve diğer İmamzadeler’in ziyaretlerine nail olan aziz babam Meşhedi Salman (r.a)’in ruhuna ithaf ediyorum...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖNSÖZ

 

İnsan bazen Kur’ân, bazen dua, bazen akaid, bazen şiir... bazen de hikaye okumak ister. Hikayeler içerisinde en güzel ve doğru olan, Kur’ân ve hadis kitaplarında geçen hikayelerdir. Eğer hikayeler Ehl-i Beyt’ten ve de onlarla ilgili olursa o zaman daha çok cazibeli ve şirin olur. Kur’ân ve hadislerde geçen kıssaların hepsi öğüt ve ibret vericidirler. Bu çeşit kıssalarda gerçekten hisseler vardır.

Bu zamanda halkımız genellikle ilmi kitaplar okumaya fazla rağbet göstermiyorlar; çünkü ilmi kitaplar, bir takım ıstılah ve terimler içerdiğinden dolayı ağır ve yorucu oluyorlar. Ama kıssa ve hikayeler öyle olmadıklarından dolayı normal insanlar daha çok o çeşit kitaplara rağbet ediyorlar.

Her dalda bizim çeşitli kitaplarımızın olması gerekir. Çünkü insanlar çeşitli huy ve tabiatlara sahiptirler. Herkes tefsir, akaid veya felsefe okumak istemiyor. Mesleğine göre, ihtiyacına göre, tabiatına göre, canı istediği dalda kitap okumak ister. Biz, kıssa okumak isteyen kardeşlerimiz için çeşitli hadis ve rivayetlerden derlenerek en güzel bir şekilde hazırlanmış olan ve daha çok Ehl-i Beyt’le ilgili öyküleri içeren Bihar’ul- Envar Kitabının Hikayeleri adlı eseri seçip, onu tercüme etmeğe koyulduk. Elhamdulillah çok kısa bir zamanda onun birinci cildinin tercümesini yapıp bitirdik; inşaallah en yakın bir zamanda onun diğer ciltlerini de tercüme edip kardeşlerimizin istifadesine sunacağız.

Sayın hocamız Mahmud Nasiri, Bihar’ul- Envar kitabı hakkında yeterince bahsettiğinden dolayı biz bu kitap hakkında bir şey söylemek istemiyoruz; sadece şunu demek isterim ki, Bihar’ul- Envar kitabı, gerçekten ismine layık bir kitaptır. Bu kitaptan istifade edebilecek bir kimse, diğer kitaplara sahip olmasa da kitap açısından zengindir. Bu kitap dört yüz kitabın birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Kitabın müellifi Allame Meclisi (r.a) pek çok yerlerde nakledilen sözler hakkında kendi görüşlerini de belirtmiştir.

Allah’tan dileğimiz, Ehl-i Beytin söz ve maariflerinin halkımızın içerisine bundan daha fazla girmesi ve onlarla amel edilmesidir. Allah Teala bizleri, bu aileye hizmet edenlerden kılsın ve kıyamet günü bizleri onlardan ayırmasın inşaallah. Allah’ım, bu çalışmalarımızı bizlerden kabul et ve Ehl-i Beyt mektebini en yakın bir zamanda İmam Mehdi (a.s)’ın zuhuruyla bütün dünyaya hakim kıl. Amin!                                                                        

Fahrettin Altan

 

 

 

 

 

 

EHL-İ BEYT (A.S)’DAN KISSALAR

 

MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

 

Bihar’ul- Envar kitabının hikayeleri, gerçekte o değerli kitabın en okunaklı ve eğitici bölümlerindendir. Bu kitabın ilmi ve manevi içeriği insana gerçekten onun “Nur Denizleri” isminin derin manasını çağrıştırmaktadır.

Merhum Allame Muhammed Bakır Meclisi (r.a) Hicri-Kameri 1037 yılında İran’ın “İsfahan” şehrinde gözlerini dünyaya açtı. Merhum Allame, Şia’nın en büyük hadis mecmuasını tedvin etmiştir, İslam ve Şia alemine bir ömür boyu büyük hizmetler yaptıktan sonra 73 yaşında bu dünyadan göçmüştür.

Allame Meclisi takvalı ve İslami adaplarla eğitilmiş bir fert, sürekli dini ve ibadi meclis ve merasimleri ihya eden bir şahıs olarak tanınıyordu. O şanı yüce alimin Safevi devletinde ve halk arasında o kadar büyük bir otoritesi olmasına rağmen dünyevi taallukattan (tutkunluktan) uzak durmuş, tevazu, maneviyat ve mükemmel bir takvayla yaşamıştır.

Allame Meclisi (r.a), bütün İslamî ilimlerde, örneğin: Tefsir, Fıkıh, Usul, Tarih, Rical ve Diraye dallarında kendi zamanının seçkin alimlerinden sayılıyordu. Hadaik kitabının müellifi gibi bazı kimseler onu, ilmi şahsiyet açısından İslam tarihinde eşsiz bir fert olarak bilmişlerdir.

Muhakkik Kazimî, “Makabis” kitabında şöyle yazıyor:

“Merhum Meclisi, fazilet ve sırlar kaynağı, hekim bir şahıs ve... nur denizinde bir dalgıç idi; onun gibi birisini zaman görmemiştir.

İşte bu fazilet ve özelliklerinden dolayıdır ki, Allame Bahr’il- Ulum ve Şeyh Ensari ona “Allame” lakabını vermişlerdir.

Allame Meclisi’nin akli ve nakli ilimlerdeki bilgisinin ne derecede yüksek olduğu, onun değerli eser ve kitaplarına göz attığımız zaman iyice anlaşılmış olur.

Az önce değindiğimiz gibi “Bihar’ul- Envar” kitabı Şia’nın en büyük hadis kaynaklarından biridir. Bu kitap, İslamî maarif ve bilgilerin büyük bir ansiklopedisi hükmündedir.

Bu değerli kitapta merhum Allame Meclisî tüm hadis ve rivayetleri özel bir tertip ve tanzim ile bir araya toplamıştır. Bu çalışmalarında kendi zamanının alim ve talebelerinin yardımlarından da faydalanmıştır. Allame Meclisi mezkur kitabın tedvini için ülkenin çeşitli yörelerinden gerekli olan bir çok kaynaklar toplamaya başlamış ve bu yol uğrunda elinden gelen gayreti sarf etmiştir.

Bihar’ul- Envar kitabının asıl mevzusu hadis, peygamberlerin yaşam tarihleri ve Masum İmamların (a.s)hayatlarıyla ilgilidir. Hadisleri tefsir ve şerh ederken, pek çok fıkhi, tefsiri, kelami, tarihi, ahlaki vb. kaynaklardan yararlanmıştır.

“Bihar’ul- Envar” kitabı şimdiye kadar defalarca çeşitli şekillerde basılmıştır. Bizim bu mecmuadaki esas aldığımız nüsha, son zamanlarda yüzon cilt olarak Tahran’da basılan nüsha olmuştur. Bu değerli kitap, şimdi bilgisayar programı şeklinde disketlerde de mevcuttur. Bu kitaptan faydalanmak isteyenler, istedikleri hadisi veya mevzuyu kolayca elde edebilmeleri için bu yeni imkandan da faydalanabilirler.

Yazar, uzun yıllar boyunca bu nurlu kitabın hikaye ve yararlı sözlerinden yararlanmış ve onları dini kardeşlerine aktarmaya da gayret göstermiştir. Bu kitap Arapça olduğundan dolayı değerli kardeşlerimizin pek çoğu onun güzel ve içerikli sözlerinden yararlanamıyorlar. İşte bundan dolayı onun değerli ve tatlı hikayelerini “Bihar’ul- Envar’ın Hikayeleri” başlığı altından (Farsça’ya) tercüme etmeye teşebbüs ettik ...

Bu mecmuanın hikayeleri üç bölümde tedvin edilmiştir:

Birinci bölüm: On Dört Masumun (a.s)’dan Hikaye ve Rivayetler.

İkinci bölüm: Nükteler ve Sözler.

Üçüncü bölüm: Peygamberler ve Geçmiş Ümmetler.

Şunu da hatırlatmak gerekir ki, bu hikayeleri tercüme ederken, konunun daha iyi anlaşılır ve çekici olması için emanete riayet ederek serbest bir tercüme yöntemine başvurduk. Bu alandaki çalışmalarımızda bazen mevcut tercümelerden de yararlandık.

Bendeniz, bu kitabın hikayelerinin tercüme ve anlatımında hiçbir eksikliğin olmadığını iddia etmiyorum. Bu ve sonraki ciltlerin eksikliğini gidermedeki değerli önerilerinizi bize ileterek bu kitabın daha güzel bir şekilde halkımızın istifadesine sunulması için yardımınızı bekliyoruz.

MAHMUD NASİRİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİCİ BÖLÜM

 

 

 

ON DÖRT NUR DENİZİNDEN

 

 


 

 

1- HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’İN GÜLÜMSEMESİ

 

Bir gün Resulullah (s.a.a) gülümseyerek göğe bakıyordu, bir adam Hazretin gülmesinin sebebini sorunca Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Evet göğe bakıyordum, iki melek, kendi yerinde ibadetle meşgul olan mümin bir kulun gece gündüz yaptığı ibadetlerinin mükafatını yazmaları için yeryüzüne indiler, fakat onu, hasta olduğundan dolayı ibadetgahında bulamayınca göğe çıkıp Hak Teala’ya şöyle arz ettiler: “Ey Rabbimiz! Biz o mümin kulun ibadetini yazmak için her zamanki gibi onun ibadetgahına gittik, fakat onu orada bulamadık, hasta yatağına düşmüştü.”

Allah-u Teala, o meleklerin cevabında şöyle buyurdu: “O mümin kul, hasta yatağında olduğu sürece, her gün ibadetgahında olduğu zaman ona yazdığınız her günün sevabı miktarınca ona sevap yazın. Hasta yatağında olduğu müddetçe onun hayır amellerinin mükafatı bana aittir; onun mükafatını ben vereceğim.”[1]

 

 

2- SIRAYA RİAYET EDİN

 

 

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Bir gün Resulullah (s.a.a) istirahat halinde idi. Oğlu İmam Hasan su istedi. Resulullah (s.a.a) de bir kaba biraz süt sağıp onu Hasan’a (a.s) verdi. Hüseyin (a.s) bu durumu görünce sütü almak için yerinden kalktı. Ama Resulullah (s.a.a) ona mani olup sütü Hasan’a verdi. Bu durumu görünce şöyle dedim: “Ya Resulellah! Güya Hasan’ı daha çok seviyorsun” Resulullah cevaben buyurdular ki: “Hayır öyle değildir. Benim Hasan’ı savunmamın sebebi, öncelik onun hakkı olduğu içindir. Çünkü O, daha önce su istemişti, sıraya riayet etmek gerekir.”[2]


 

3- RESULULLAH (S.A.A)’İN AĞLAMASI

 

Resulullah (s.a.a) bir gece zevcesi Ümmü Seleme’nin evinde idi. Gece yarısı uykudan kalkıp evin karanlık bir köşesinde dua ve ağlamakla (Allah’a yalvarıp yakarmakla) meşgul oldu. Ümmü Seleme, Resulullah (s.a.a)’ı yatağında görmeyince kalkıp onu aramaya koyuldu. Bir de baktı ki Resulullah (s.a.a) evin karanlık bir köşesinde durup ellerini göğe kaldırmış, ağlayarak Allah’a şöyle yalvarıp yakarıyor:

“Allah’ım! Bağışladığın nimetleri benden esirgeme. Beni, düşmanların bana gülme vesilesi kılma, kıskançları bana musallat etme.

Allah’ım!Beni kurtardığın kötülük ve çirkinliklere geri çevirme.

Allah’ım! Beni hiçbir zaman ve hiçbir an kendi başıma bırakma; kendin beni her şeyden ve her afetten (beladan) koru.”

Ümmü Seleme Resulullah (s.a.a)’in bu durumunu görünce ağlayarak kendi yerine döndü. Resulullah (s.a.a) Ümmü Seleme’nin ağlama sesini duyunca, ona doğru gidip ağlamasının sebebini sordu.

Ümmü Seleme şöyle dedi:

“Ya Resulellah! Senin ağlaman beni ağlattı. Sen neden ağlıyorsun? Siz Allah katında olan onca büyük makam ve yakınlığınıza rağmen Allah’tan böyle korkuyorsunuz, Allah’tan bir an bile sizi kendi başınıza bırakmamasını istiyorsunuz, o halde vay bizim halimize!”

Resulullah (s.a.a) onun sözüne karşılık şöyle buyurdular:

“Nasıl korkmayayım, nasıl ağlamayayım, nasıl kendi akıbetimden korkmayayım, nasıl kendi makam ve mevkime güveneyim! Oysa ki Allah Teala, Hz. Yunus’u[3] bir an kendi haline bıraktı ve onun başına gelmemesi gereken şey geldi!”[4]

 

 

4- ÂMANIN YANINDA HİCABI KORUMAK!

 

Ümmü Seleme şöyle diyor:

Peygamber (s.a.a)’in huzurunda idik. Meymune isminde olan hanımlarından birisi de orada idi. Bu esnada âma (kör) olan İbn-i Ümmü Mektum Resulullah’ın huzuruna geldi. Resulullah (s.a.a) bana ve Meymune’ye; “İbn-i Ümmü Mektum’un karşısında hicabınızı (kendinizi) koruyun.”

Ya Resulellah o âma değil midir, hicaplı olmamızın ne anlamı vardır? dediğimizde de şöyle buyurdular:

“Siz de mi körsünüz? Siz onu görmüyor musunuz?”[5]


 

5- KÖTÜ AHLAKLILIK KABİR AZABINA SEBEP OLUR

 

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Sa’d bin Muaz’ın ölüm haberini Resulullah (s.a.a)’e verdiklerinde, Hazret kalkıp ashabıyla birlikte onun evine gittiler. Resulullah’ın emri ile Sa’d’a gusül verdiler. Gusül ve kefenleme işleminden sonra onu bir tabuta bırakıp defnetmek için kabristana götürdüler.

Cenazeyi teşyi ederken Resulullah (s.a.a) yalın ayak ve abasız hareket ediyordu, kabrin yakınına ulaşana dek bazen tabutun sağ bazen de sol tarafını tutuyordu. Resulullah (s.a.a)’in bizzat kendisi kabrin içine girip cenazeyi kabre bıraktı; taş, tuğla ve diğer şeylerin getirilmesini emretti. Daha sonra mübarek elleriyle cenazenin üzerini kapatıp onun üzerine toprak döktüler.

Bu esnada Sa’d’ın annesi kabrin kenarına gelerek şöyle dedi: “Ey Sa’d ! Cennet sana kutlu olsun.”

Resulullah (s.a.a) bu sözü ondan duyar duymaz şöyle buyurdular: “Ey Sa’d’ın annesi !Sus! Allah adına bu kadar kesin ve yakin ile konuşma. Şimdi Sa’d kabir azabına duçar olmuştur ve bundan dolayı eziyet görür.”

Daha sonra kabristandan geri döndüler. Hz. Peygamber’le birlikte olan halk şöyle dediler: “Ya Resulellah! Sa’d için yaptığın işleri şimdiye kadar hiç kimse hakkında yapmamışsınız. Ayak yalın, abasız onun cenazesini teşyi ettiniz; tabutun bazen sağ bazen de sol tarafından tutuyordunuz !”

Resulullah (s.a.a) onların cevabında şöyle buyurdular:

“Melekler de abasız ve ayakkabısız idiler; ben de onlara uydum, elim Cebrail’in elinde olduğundan dolayı o tabutun neresinden tutuyorduysa ben de o tarafından tutuyordum.”

Halk bu sözleri duyunca şöyle dediler:

“Ya Resulellah ! Sa’dın cenazesine namaz kıldınız, mübarek ellerinizle onu kabre bıraktınız, kabri kendi elinizle düzelttiniz, yine de kabir Sa’d’ı sıktı mı diyorsunuz?”

Resulullah (s.a.a) cevaben: “Evet, kabir azabına duçar oldu. Çünkü o, evinde kötü ahlaklı idi, kabir azabı bundan dolayı idi.”[6]

 

 


 

6- BEREKETLİ ON DİRHEM

 

Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından O’na bir gömlek almak için Pazara gitmekle görevlendi. Hz. Ali (a.s) da pazara gidip oniki dirheme bir gömlek alarak eve döndü.

Resulullah (s.a.a)- “Bu gömleği kaça aldın?”

Hz. Ali- “Oniki dirheme.”

Resulullah (s.a.a) - “Bu gömleği öyle sevmiyorum, bundan daha ucuzunu istiyorum. Acaba satıcı bunu geri almaya hazır olur mu?”dedi

Hz. Ali (a.s) şöyle diyor: Gömleği alıp çarşıya döndüm, Peygamber’in isteğini satıcıya ilettim, satıcı da kabul etti. Parayı alıp Peygamber (s.a.a)’in yanına döndüm. Bir gömlek almak için Resulullah (s.a.a) ile birlikte Pazara doğru hareket ettik. Yolun yarısında Resulullah (s.a.a)’ın gözü, ağlayan bir cariyeye ilişti. Resulullah (s.a.a) onun yanına gidip; “Neden ağlıyorsun?” diye sordu. Cariye cevaben şöyle dedi. “Ev sahibi bana dört dirhem verdi, bir şeyler almak için beni çarşıya gönderdi. Fakat ben parayı nasıl kaybettiğimi bilemiyorum, şimdi eve dönmekten korkuyorum.”

Resulullah (s.a.a) on iki dirhemden dört dirhemi cariyeye verdi ve “İstediğin şeyleri al ve eve dön” diye buyurdular.

Resulullah (s.a.a) Allah’a şükredip pazara doğru hareket etti, pazardan dört dirheme bir gömlek alıp giydi. Eve döndüğünde, yol üzerinde bir çıplağı görünce gömleğini çıkarıp ona verdi. Kendisi tekrar çarşıya geri döndü, yine dört dirheme bir gömlek alıp giydi ve eve doğru hareket etti. Yolun yarısında yine aynı cariyeyi üzüntülü ve şaşkın bir halde gördü. Bunun üzerine; “Neden evinize gitmedin?” diye sordu.

Cariye- Ya Resulellah, gecikmişim, beni dövmelerinden korkuyorum.

Resulullah- “Gel birlikte gidelim, evinizi bana göster ben affetmeleri için aracı olurum.”dedi.

Resulullah (s.a.a) o cariye ile birlikte yola koyuldu. Evlerine yetiştiklerinde cariye; “İşte bu bizim evdir” dedi.

Resulullah (s.a.a) kapının arkasından yüksek bir sesle; “Ey ev sahibi! Selam’un- aleykum” dedi. Bir cevap gelmedi. Tekrar ikinci kez selam verdi, yine bir cevap duyulmadı. Üçüncü kez bir daha selam verdiğinde, “Aleyke’s- selam ya Resulellah ve rahmetullahi ve berekatuh” diye cevap verdiler.

Resulullah (s.a.a), “Neden ilk defa cevap vermediniz? Acaba benim sesimi duymadınız mı?”diye sordu.

Ev Sahibi, "İlk defasında duyduk, senin olduğunu bile anladık."dedi.

Resulullah (s.a.a), “ Öyleyse neden geç cevap verdiniz?” diye sordu.

Ev sahibi, "Senin sesini bir kaç defa duymak istedik."dedi.

Resulullah (s.a.a)- “Sizin bu cariyeniz gecikmiştir, onu muahaza etmemeniz (cezalandırmamanız) için size ricaya geldim.”dedi.

Ev sahibi, "Ya Resulullah! Sizin mübarek ayağınızın hürmetine bu cariye artık şimdiden azattır (hürdür)."dedi.

Daha sonra Resulullah (s.a.a) kendi kendisine şöyle dedi: “Allah’a şükür, ne de bereketli on iki dirhemdi! İki çıplağı örttü, bir köleyi ise azat etti.”[7]


 

7- YA RESULELLAH! BANA TAVSİYE ET!

 

Hz. Ali (a.s) şöyle diyor:

Bir şahıs Resulullah (s.a.a)’in huzuruna gelerek Hazretin kendisine tavsiye etmesini istedi. Resulullah (s.a.a) ona şöyle tavsiye ettiler:

“Benim sana tavsiyem şudur ki; parçalansan, ateşe atılıp yakılsan bile Allah’a şirk koşma.

Annene ve babana eziyet etme; eğer dünyadan göçmeni bile emretseler öyle yap.

İhtiyacından fazla kalan malını dini kardeşinin ihtiyarına bırak.

Müslüman kardeşinle karşılaştığında açık yüzlü ol.

Halka ihanet etme.

Gördüğün her Müslüman’a selam ver.

İnsanları İslam’a doğru davet et.

Bil ki, her sorunu çözmenin (sıkıntısı olanın sıkıntısını gidermenin), Hz. Yakub’un oğullarından bir köleyi azat etmek kadar sevabı vardır.

Bil ki, şarap ve her sarhoş edici şey de haramdır.”[8]


 

8- YETİMLER İÇİN AĞLAMAK

 

Uhud savaşında İslam savaşçılarından çoğu şahadete erişti, Hz. Hamza da o savaşta şehit düştü, hatta Hz. Peygamber (s.a.a)’in şehit olduğu haberi bile yayıldı.

Savaş sona erdikten sonra, Medine kadınları Uhud’a doğru hareket edip Peygamber (s.a.a)’in istikbaline koştular; herkes kendi şehitlerini bırakıp, Peygamber’i sorup arıyorlardı.

Bu arada Cehş’in kızı Zeynep Peygamber (s.a.a) ile karşılaştı.

Hz. Peygamber, “Sabırlı ve tahammüllü ol!”dedi.

 Zeynep, " Niçin?"diye sordu.

Hz. Peygamber, “Kardeşin Abdullah’ın şahadetinden dolayı.”diye buyurdu.

Zeynep, "Şahadet onun için kutlu ve mübarek olsun!"dedi.

Hz. Peygamber, “Sabret!”dedi.

Zeynep- Ne için?

Hz. Peygamber, “Dayın Hamza’nın şahadetinden dolayı.”diye buyurdu.

Zeynep, "Biz hepimiz Allah’tanız ve hepimiz O’na doğru döneceğiz, şahadet makamı ona mübarek olsun!"dedi.

Resulullah (s.a.a) biraz durduktan sonra Zeyneb’e dönerek şöyle buyurdu:

- “Sabırlı ol!”

Zeynep, "Şimdi niçin?"diye sordu.

Resulullah,“Eşin Mus’ab bin Umeyr’in şahadetinden dolayı.”diye buyurdu.

Zeynep, bu sözü duyunca yüksek bir sesle ağladı ve can yakıcı bir şekilde sızladı. Zeyneb’e; "Neden kocan için böyle ağlıyorsun?" diyenlere şöyle cevap verirdi: “Ağlamam kocam için değildir. Çünkü o Peygamber (s.a.a)’in yanında şahadet makamına erişmiştir. Benim ağlamam onun yetimleri içindir. Zira eğer çocuklar babalarını benden sorarlarsa onlara ne cevap vereyim?”[9]


 

9- DOSTLARLA MÜDARA

 

Ebu Hureyre şöyle diyor:

Resulullah (s.a.a) (bir gün) oturdukları halde birden dişleri görülür bir şekilde güldüler. Gülmesinin sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:

“Ümmetimden iki kişi gelip Allah Teala’nın huzurunda duracaklar; onlardan biri diyecek ki: "Allah’ım! benim hakkımı ondan al! Allah Teala buyuracak ki: “Kardeşinin hakkını ver!” Borçlu adam arz edecek ki: Allah’ım! Benim iyi amellerimden bir şey kalmamıştır (ona verecek dünyevi bir malım da yoktur).” Hak sahibi de diyecek ki: “Ey Rabbim! Öyleyse benim günahlarımdan yüklensin!”

Sonra Resulullah (s.a.a)’in gözlerinde yaşlar boşanarak şöyle buyurdular:

“O gün (kıyamet günü) öyle bir gündür ki insanlar, günahlarının başka bir kimseye yüklenmesine ihtiyaç duyarlar. Allah Teala hakkını isteyen kimseye şöyle buyurur: "Gözlerini çevir, cennete doğru bir bak, ne görüyorsun?" O zaman başını kaldırıp güzel nimetleri görünce hayretle; "Allah’ım! Bunlar kimin içindir?" diyecektir.

Allah Teala, “O hakkın değerini bana veren kimse içindir.”buyurur.

Hak sahibi, "O hakkın değerini kim sana ödeyebilir?"diye sorar.

Allah Teala, “Sen.”diye cevap verir.

Hak sahibi, "Ben nasıl ödeyebilirim?"diye sorar.

Allah Teala, “Ondan geçmenle (hakkını bağışlamanla).”diye cevap verir.

Hak sahibi, "Allah’ım! Ondan geçtim."der.

Daha sonra Allah Teala buyuracak ki: “Dini kardeşinin elini tut, birlikte cennete gidin !”

Bu esnada Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Takvalı olun, birbirinizin arasını bulun!”[10]


 

10- ÇABA VEYA ZENGİN OLMAK YOLU

 

Bir adam bir şey istemek için Hz. Peygamber’in yanına gitti. Oraya ulaştığında Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydu:

“Kim bizden bir şey isterse veririz, kim ihtiyaçsız olmaya çalışırsa Allah onu ihtiyaçsız kılar.”

Adamcağız Resulullah (s.a.a)’in bu sözünü duyunca Hazretten bir şey istemeden huzurlarından ayrıldılar. İkinci kez yine Resulullah’ın yanına gelip bir şey istemeksizin evine geri döndü.

Üçüncü kez yine Resulullah’tan aynı sözü duyunca bir şey istemeksizin evine geri döndü. Sonra komşusundan bir balta emanet alıp çöle çıktı, bir miktar odun toplayıp pazara götürerek bir buçuk kilo arpaya odunları sattı. Elde ettiği arpayı, ekmek yaparak ailesiyle birlikte yediler. Adam yılmadan bu işine devam etti, ilk önce bir balta satın aldı, daha sonra elde ettiği kazançtan iki genç deve ve bir köle aldı, böylece durumu düzelip zenginleşti. Daha sonra Resulullah’ın yanına giderek macerayı Hazrete anlattı. Resulullah (s.a.a) onun sözünü dinledikten sonra şöyle buyurdular:

“Demedim mi kim bizden bir şey isterse ona veririz, ihtiyaçsız olmaya çalışırsa Allah onu ihtiyaçsız kılar?!” [11]


 

11- HZ. ALİ (A.S) ADALETTEN SÖZ  EDİYOR

 

Hz. Ali (a.s) Beyt’ül- Malı bölerken fark koymaksızın onu halk arasında eşit olarak bölüyordu. Hz. Ali’nin bu tutumu bazı kimseleri rahatsız etmişti, bundan dolayı bir çokları da Muaviye’nin yanında yer almışlardı.

Hz. Ali’nin dostlarından bazıları Hazretin huzuruna varıp şöyle dediler: "Eğer siyasetçi kimseleri iş başına getirir ve onları başkalarına tercih etmiş olursan, işlerin ilerlemesi için daha uygun olur.

Hz. Ali (a.s) onların bu önerisinden sinirlenip şöyle buyurdular: “Acaba hükümetim altındaki insanlara zulmederek bu vesileyle kendi çevremde dostlar toplamamı mı bana öneriyorsunuz? Allah’a ant olsun ki yer ve gök var olduğu müddetçe bu işi yapmayacağım. Eğer mal kendimin olsaydı onu eşit olarak bölerdim, nerede kaldı ki mal Allah’ın malıdır !”

Daha sonra şöyle buyurdular: “Eğer bir kimse, iyi bir işi yerinde yapmazsa, bir kaç gün gönlü karanlık kimselerin yanında övülebilir, onların kalbinde sevgi oluşturabilir. Fakat kötü bir hadiseyle karşılaşınca ve onların yardımına muhtaç olduğu zaman dünya malı ve makamı için sana sevgi duyan kimseler, seni en fazla kınayan ve sana karşı en kötü dostlardan olurlar.”[12]

 

 

12- YABİS VADİSİNDE NE GEÇTİ ?

 

Ebu Besir diyor ki, Hz. Sadık (a.s)’a; “Adiyat suresindeki geçen Yabis (Kumsal çöl) Vadisinin macerası ve Hicri 8. Yılda (o mekanda) İslam ordusunun kahramanlıklarıyla ilgili olayın hakikati nedir? dediğimde İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:

“Yabis çölünün halkı on iki bin süvari nizam idi, ölüm anına kadar Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’a karşı savaşacaklarına dair ahdedip, el ele verdiler.

Cebrail onların bu antlaşmasını Resulullah’a haber verdi. Resullullah (s.a.a) de Ebu Bekir'i, daha sonra Ömer’i bir orduyla onlara doğru gönderdi. Bunlar bir netice elde etmeksizin geri döndüler.

Peygamber (s.a.a) bu kez Hz. Ali’yi, muhacir ve ensardan oluşan dört bin kişiyle Yabis Vadisine doğru gönderdi. Hz. Ali (a.s), ordusuyla birlikte Yabis Vadisi’ne doğru hareket etti. İslam ordusunun Hz. Ali’nin komutasında onlara doğru yürüdüğü düşmana bildirildi. Düşman silahçılarından iki yüz kişi savaş alanına doğru koştular. Hz. Ali (a.s) da bir grup ashabıyla birlikte onlara doğru yürüdü. Düşmana ulaştıklarında, “Siz kimsiniz, nereden gelmişsiniz, ne yapmak istiyorsunuz ?” diye sordular.

Hz. Ali (a.s) onların cevabında şöyle buyurdu:

“Ben Resulullah’ın amcasının oğlu, Onun kardeşi ve elçisi Ebu Talip oğlu Ali’yim, sizi, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenizi davet ediyorum, eğer iman ederseniz yorar ve zararda Müslümanlarla ortak olursunuz.”

Onlar Hz. Ali’nin sözüne karşılık şöyle dediler:

“Senin sözünü işittik, savaşa hazır ol ve bil ki, biz seni ve ashabını öldüreceğiz! Bizim vaadimiz yarın sabahtır.”

Hz. Ali (a.s) da onlara cevaben şöyle buyurdu:

“Yazıklar olsun size, beni ordunuzun çok olmasıyla mı tehdit ediyorsunuz? Bilin ki, biz Allah’tan, meleklerden ve Müslümanlardan sizin aleyhinize yardım alacağız. Yüce Allah’ın gücünden başka bir güç ve kudret yoktur.”

Düşman kendi yerine dönüp mevzisini pekinleştirdi. Hz. Ali (a.s) da ordusuna dönüp savaşa hazırlanmaya koyuldu. Hz. Ali (a.s) Müslümanlara, gece vakti bineklerinin cihazlarını hazırlamalarını, kuşanmalarını ve sabah erkenden düşmana saldırmak için hazır bir vaziyette olmalarını emretti.

Sabah şafak söktüğünde Ali (a.s) ordusuyla birlikte namaz kılıp düşmana saldırdı. Düşman öyle gafil avlandı ki, Müslümanların onlara nereden saldırdığını anlayamadı. İslam ordusunun geride kalanı henüz yetişmemişken onlardan çoğu öldürülüp neticede bir çokları da esir alındı ve malları ise Müslümanların eline geçti.

Cebrail-i Emin, Hz. Ali ve İslam ordusunun muzaffer olduğunu Hz. Peygambere haber verdi. Resulullah (s.a.a) minbere çıkıp Allah’a hamd ettikten sonra Müslümanların düşmana galip olduğunu ve İslam ordusundan sadece iki kişinin şahadete eriştiğini halka duyurdu.

Daha sonra Peygamber (s.a.a) ve ashabı Medine’den çıkıp Hz. Ali’yi istikbal etmeye koştular. Medine’nin bir fersahl uzaklığında Hz. Ali’nin ordusuyla karşılaşıp onlara "hoş geldiniz!" dediler. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’i görünce bineğinden aşağı indi, Peygamber (s.a.a) de bineğinden aşağı inip Hz. Ali’nin alnından öptü. İslam ordusunun istikbaline gelen Müslümanlar da Hz. Peygamber gibi Hz. Ali’yi kutlayıp bu fethi tebrik ettiler, düşmandan elde edilen bolca ganimeti ve esirleri görerek daha çok sevindiler.

Bu esnada Cebrail-i Emin gök yüzüne inerek ve bu zaferden dolayı “Âdiyât” suresini Resulullah’a getirdi:

“Soluk soluğa koşan atlara ant olsun, (tırnaklarıyla) ateş çakıp saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir (düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara...”

Peygamber (s.a.a)’in gözlerinden sevinç yaşları boşandı, işte burada o meşhur sözü Hz. Ali’ye buyurdular:

“Eğer ümmetimden bir grubun, Hıristiyanların Hz. İsa hakkında dedikleri söz gibi senin hakkında söylemesinden korkmasaydım, senin hakkında öyle bir söz söylerdim ki, her nereden geçseydin ayağının altındaki toprağı götürür, onunla teberrük ederlerdi!”[13]


 

13- KANUN ÇİĞNEYEN GENÇ

 

Bir gün Hz. Ali (a.s) bir iş için çok sıcak bir havada evden dışarıya çıkmıştı. Kays’ın oğlu Sa’d Hazreti görüp şöyle dedi:

“Ey Emir’ul mü’minin! Bu sıcak havada neden evden dışarı çıktınız?”

Hz. Ali (a.s): “Bir mazluma yardım etmek veya kalbi yanık birisine sığınak vermek için çıktım.”

Bu sırada korku ve istırap içinde olan bir kjadın gelerek imam (a.s)’ın karşısında durdu ve şöyle dedi:

“Ey Emir’ul Mü’minin? Kocam bana zülüm ediyor ve beni döveceğine dair de yemin etmiştir.”

Hz. Ali (a.s) bu sözü duyunca başını önüne eğdi ve biraz düşündü, sonra başını kaldırıp şöyle buyurdu:

“Hayır! Allah’a and olsun ki, gecikmeksizin mazlumun hakkı alınmalıdır.”

Bu sözü buyurduktan sonra: “Evin nerededir?” diye sordu kadın evini gösterdikten sonra Hazret kadınla birlikte onların evine doğru hareket etti. Hz. Ali (a.s) kapının önünde durarak yüksek bir sesle ev sahibine selam verdi. Renkli elbise giymiş bir genç evden dışarı çıktı. Hz. Ali (a.s) onu görünce şöyle buyurdular:

“Allah’tan kork! Sen hanımını korkutmuşsun, (bununla da yetinmeyip) onu evden dışarı atmışsın!”

Genç adam edepsizce sinirli bir şekilde şöyle dedi:

“Hanımıma ait olan bir işi seninle ne ilişkisi vardır? Allah’a and olsun ki, senin bu sözünden dolayı onu ateşle yakacağım!”

Hz. Ali (a.s), bu edepsiz ve kanunu çiğneyen gencin sözlerinden dolayı çok sinirlendi, bu yüzden kılıcını kınından sıyırarak şöyle buyurdular:

“Ben sana iyiliği emrediyor, kötülükten sakındırıyorum. Allah’ın emrini sana bildiriyorum; şimdi bana isyan edip Allah’ın emrinden mi çıkıyorsun? Çabuk tövbe et, yoksa seni öldürürüm.”

Hz. Ali (a.s) o gençle konuştuğu sırada oradan geçen bazı kimseler, İmama yaklaşarak Emir’ul Mü’minin lakabıyla o hazrete selam verip o genci affetmesini istediler.

O ana kadar Hz. Ali (a.s)’ı tanımayan genç, halkın hazrete saygı göstermesinden, kendisini Müslümanların lideri karşısındaki küstahlığını anlamış oldu. Kendisine gelerek utançla başını önüne eğdi ve şöyle dedi:

“Ey Emir’ul Mü’minin! Benim hatamı affet, emrine uyacağım, eşime mümkün olduğu kadar şefkatli davranmaya çalışacağım.”

Hz. Ali (a.s), o gencin bu çeşit sözlerinden dolayı kılıcını kınına bıraktı gencin kusurunu affederek evine girmesini emretti; kadına da, bu gibi şeylerin tekrarlanmaması için kocasına karşı iyi davranmasını tavsiye etti.[14]


 

14- HZ. ALİ (A.S) VE BEYT’UL- MAL

 

Zazan şöyle naklediyor:

Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti döneminde Beyt’ul Mal’a ait bir çok mallar Kufe’ye geliyordu. Hz. Ali (a.s)’ın hizmetçisi Kanber, Beyt’ul-Mal’dan bir kaç altın ve gümüş kap alıp İmam (a.s)’ın huzuruna getirdi ve şöyle dedi:

“Bütün ganimetleri taksim ettin, ama onlardan kendin için hiçbir şey götürmedin! Bundan dolayı ben bu kabaları senin için ayırdım.”

İmam Ali (a.s) bu sözü ondan duyunca kılıcını çekip şöyle buyurdu: “Vay haline! Evime ateş getirmek mi istiyorsun!”

Daha sonra İmam (a.s) o kapları parça-parça etti ve şehrin yöneticilerini çağırtıp halkın arasında adaletle bölmeleri için o parçalanmış kapları onlara verdi.[15]


 

15- HZ. ALİ VE ÖKSÜZLER

 

Bir gün Hz. Ali (a.s), su kırbasını omzuna alıp giden bir kadını gördü. Ona acıdığından yanına vardı, su kırbasını alıp onun evine götürdü. Sonra durumunun nasıl olduğunu sordu. Kadın şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talib, eşimi memuriyete gönderdi, o da o memuriyette öldürüldü, şimdi bir kaç yetim çocuk bana kalmıştır, onları geçindirmeye de gücüm yoktur. İhtiyaçtan dolayı halka hizmet etmek mecburiyetindeyim."

Hz. Ali (a.s) bu sözleri dinledikten sonra evine döndü ve o geceyi sabaha kadar rahatsız bir şekilde geçirdi. Sabahleyin, içi yiyecekle dolu olan bir sepet götürüp o kadının evine doğru hareket etti. Yolun yarısında bazıları Hz. Ali (a.s)’a; "Sepeti verin biz götürelim." diyorlardı. Ama Hz. Ali (a.s) onlara cevaben; “Kıyamet günü benim amellerimi kim omuzlayacaktır? diye buyuruyordu.

Nihayet o kadının evine yetişti, kapıyı çaldı.

Kadın, "Kim o ?"diye seslendi.

Hz. Ali, “Dün sana yardım edip su kırbasını evinize getiren kimseyim, çocuklarına yiyecek getirmişim, kapıyı aç!”dedi.

Kadın kapıyı açıp şöyle dedi:

"Allah senden razı olsun, benimle Ali bin Ebu Talib arasında Allah hükmetsin.

Hz. Ali (a.s) içeri girip kadına şöyle dedi:

- “Ekmek mi yapıyorsun yoksa çocuklara mı bakıyorsun?”

Kadın, "Ben ekmeği daha güzel yaparım, sen çocuklara bak!

Kadın unu hamur yaptı, Hz. Ali (a.s) da kendisiyle birlikte getirdiği eti kebap yapıp hurmayla çocukların ağzına bırakıyordu. Sevgi ve şefkatle babasıymışçasına lokmayı çocukların ağzına bırakırken her defasında; “Evlatlarım! Eğer Ali sizin hakkınızda kusur etmişse onu helal edin” buyuruyordu.

Hamur hazır olunca Hz. Ali (a.s) tandırı yakıp yüzünü onun ateşine yaklaştırarak şöyle diyordu: “Ey Ali! Ateşin tadını (yakıcılığını) tat! İşte bu, öksüz çocuk ve dul kadınların durumundan habersiz olan kimsenin cezasıdır.”

Komşunun hanımı tesadüfen Hz. Ali’yi görüp tanıdı, işte bundan dolayı aceleyle ev sahibi kadının yanına gidip şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Bu şahıs, Müslümanların önderi ve bu ülkenin yöneticisi Ali bin Ebu Taliptir.”

Kadıncağız dediği sözlerden utanç duyduğu halde aceleyle Hazreti Ali’nin yanına gelip; “Ey Emir’el-Muminin! Senden utanç duyuyorum, beni affet” dedi.

Hz. Ali (a.s) da cevaben; “Senin ve çocuklarının hakkında kusur yaptığımdan dolayı ben senden utanç duyuyorum!” buyurdular.[16]

 


 

16- ÖMER HZ. ALİ’DEN BAHSEDİYOR

 

Ebu Vasile şöyle diyor:

Bir gün Ömer bin Hattap bana; “Yakına gel de Ali’nin şecaat ve yiğitliğini sana anlatayım dedi.” Yanına yaklaşınca şöyle dedi:

“Uhud savaşında kaçmamak için Peygamberle ahitleşmiştik; bizden kaçan sapık, bizden ölen ise şehit ve Peygamber de onun ailesinin sorumlusu ve himayecisi olacaktı. Savaş zamanı aniden, her biri yüz savaşçıya bedel olan yüz şecaatli komutan grup bize saldırdılar; öyle ki artık biz savaş gücünü kaybettik, perişan bir vaziyette savaş alanından kaçtık. Bu sırada Ali’yi gördüm, güçlü bir aslan gibi yerden biraz kum avuçlayıp yüzümüze serpti ve şöyle dedi:

“Yüzünüz çirkin ve kara olsun! Nereye kaçıyorsunuz?”

Biz bu sözlerle savaş meydanına dönmedik, bu defa bize saldırdı, elindeki kılıçtan kan damlıyordu, şöyle feryat etti: “Siz biat edip biatinizi bozdunuz. Allah’a ant olsun ki, sizler öldürülmeye kafirlerden daha layıksınız.”

Ali’nin gözlerine baktım, sanki iki zeytin meşalesi gibi ateş saçıyordu veya kanla dolu iki kâse gibi idi. Bize saldırdığı takdirde hepimizi öldüreceğine yakin ettim. Bundan dolayı ben herkesten daha önce ona doğru koşup şöyle dedim: “Ey Ebe’l Hasan! Allah aşkına! Allah aşkına! Araplar savaşta bazen kaçıyor, bazen de saldırıyorlar ve yeni saldırı kaçmanın hasarını telafi ediyor.”

Güya kendisini kontrol etti, yüzünü bizden çevirdi. O zamandan şimdiye kadar, Ali’nin o günkü heybetinden kalbime işleyen vahşeti asla unutmamışım![17]

 

 


 

17- HZ. ALİ’NİN HZ. FATİME’Yİ

İSTEMESİ

 

Zahhak bin Mezahim, Hz. Ali’den onun şöyle buyurduğunu naklediyor:

Ashaptan bazıları benim yanıma gelerek şöyle dediler:

"Peygamber (s.a.a)’in huzuruna varıp Fatime hakkında O’nunla konuşsan ne olur?..."

Ben Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gittim, beni gördüklerinde gülümseyip şöyle buyurdular: “Ya Ebe’l Hasan! Niçin gelmişsin? Ne istiyorsun?”

Ben akrabalığımızdan, ilk müslüman olmamdan ve onun yanındaki cihatlarımdan söz ettim.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Doğru söyledin, söylediğinden bile daha üstünsün.”

Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Fatime’nin bana eş olmasını kabul ediyor musunuz?” diye arz etim.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki:

“Ya Ali ! Senden önce de Fatime’yi istemeğe geldiler, mevzuyu Fatime’ye söylediğimde yüzünden razı olmadığı okunuyordu. Şimdi sen burada bekle, ben tekrar döneceğim.”

Resulullah (s.a.a) Fatime’nin yanına gittiğinde, Fatime (babasını görünce) hemen yerinden kalkıp Hazretin abasını omzundan aldı, ayakkabısını çıkardı, ayaklarını yıkaması için su getirdi ve ayaklarını yıkadıktan sonra geçip kendi yerinde oturdu.

Sonra Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu:

“Ali bin Ebu Talib öyle bir kimsedir ki, sen onun akrabalık, fazilet ve İslamiyetinden iyice haberdarsın, ben de Allah’dan istemiştim ki onu kendi katında en iyi ve sevimli birisiyle seni evlendirsin, şimdi o seni istemek için gelmiştir.”

Bu esnada Fatime sustu ve yüzünü geri çevirmedi. Resulullah (s.a.a) Fatime’nin yüzünden herhangi bir rahatsızlık (razı olmamak eseri) hissetmediğini görünce yerinden kalkıp: “Allah-u Ekber ! Fatime’nin susması onun razı olduğunun nişanesidir.”buyurdular.

Sonra Cebrail Resulullah’ın yanına gelip şöyle dedi: “Ey Muhammed! Fatime’yi Ali’yle nikahla! Allah Teala, Fatime’yi Ali için, Ali’yi de Fatime için beğenmiştir.”

İşte böylece Peygamber (s.a.a) Fatime’yi benimle evlendirdi. Sonra Resulullah (s.a.a) benim yanıma gelip elimi tutarak şöyle buyurdular: “Allah’ın adıyla kalk ve şöyle de: “Ala bereketin vema şaallah’u, la havle illa billahi tevekkeltu aleyhi”

(Bereket üzere, Allah’ın isteği üzerine, güçler ancak Allah iledir, Allah’a tevekkül ettim.)

Sonra beni Fatime’nin yanına götürüp şöyle dediler: “Allah’ım! Bu ikisi, yaratıklarının benim yanımda en sevimli olanlarıdırlar, onları sev, evlatlarını çok bereketli et, kendi tarafından onlara bir muhafız kıl, ben onların her ikisini ve evlatlarını kovulmuş şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum.”[18]

 


 

18- HZ. FATİME (A.S)’IN ÇEYİZİ

 

Peygamber (s.a.a), Fatime (a.s)’ı, Hz. Ali (a.s)’la evlendirmeye karar aldıktan sonra Hz. Ali’ye şöyle buyurdular:

“Ey Ali! Kalk zırhını sat!” Hz. Ali (a.s) da zırhını çarşıya götürüp sattı, parasını çeyiz almak için Peygamber (s.a.a)’in huzuruna takdim etti. Resulullah (s.a.a) de Fatime’nin evine ve kendisine gerekli şeyler alınması için o parayı ashaptan bazılarına verdi. O parayla satın alınan şeyler şunlardan ibaretti:

1- Yedi dirhemlik beyaz bir gömlek.

2- Dört dirhemlik büyük bir baş örtüsü.

3- Hayber malı siyah bir elbise.

4- Hurma lifinden örülen bir yatak tahtı.

5- Biri koyun yünü, diğeri de hurma lifiyle doldurulmuş olan ketenden iki adet döşek.

6- İçi ezhar ismindeki bitki ile doldurulmuş olan koyun derisinden dört adet yastık.

7- Bir adet hasır-ı hicri.

8- Bir adet el değirmeni.

9- Bir bakır kap.

10- Su içmek için deriden yapılan bir kırba.

11- Elbise yıkamak için bir leğen.

12-Süt için bir adet kâse.

13- Bir su kabı.

14- Bir yün perde.

15- Bir ibrik.

16- Bir çömlek maşrapa.

17- Sergi olarak kullanılan bir adet deri.

18- İki çömlek testi.

19- Bir aba (Kufe dokunmalı bir çarşaf).

Ashap bu eşyaları alıp Peygamber (s.a.a)’in evine getirdiler. Peygamber (s.a.a) mübarek elleriyle onları alıp bakıyor ve “Mübarek olsun” diyordu.[19]


 

19- HZ. FATİME’NİN TESBİHATI

 

Hz. Ali (a.s) bir gün ashaptan birine şöyle buyurdu:

“Kendimle Fatime’nin (a.s) durumunu sana anlatmamı istiyor musun? Fatime o kadar evime su getirdi ki, bedeninde kırba iz bıraktı; o kadar el değirmeniyle buğday öğüttü ki elleri nasır bağladı; o kadar evde temizlik yaptı, evi süpürdü ve kazanın altında ateş yaktı ki elbisesi eksilip bozardı. Bu yüzden Fatime’ye; “Peygamber’in huzuruna gidip durumu O’na beyan edecek olursan, ev işlerinde yardımda bulunacak bir hizmetçi verir sana.” dedim.

Fatime (a.s) bu tavsiyeleri kabul edip Resulullah (s.a.a)’in yanına gitti. Ama Resulullah’ın bir grup sahabeyle sohbet ettiğini görünce ihtiyacını izhar etmekten utanıp bir şey söylemeden geri döndü.

Resulullah (s.a.a) Fatime’nin bir hacetten dolayı geldiğini anlamıştı. İşte bundan dolayı o günün sabahı evimize teşrif buyurdular, selam verdiler, biz de cevap verdik. Eve dahil oldu ve yanımızda oturup şöyle buyurdu:

“Fatimeciğim, dün gece ne maksatla bizim eve geldin?”

Fatime (a.s) hacetini arz etmekten utandı. Bu sırada ben şöyle dedim:

“Ya Resulellah! Fatime eve o kadar su taşımış ki, kırbanın bağı göğsünde iz bırakmış, o kadar el değirmeni çevirmiş ki elleri nasır bağlamış, o kadar ev işlerinin temizliğinde çalışmış ki elbiseleri bozarmış, yemek yapmak için o kadar kazanın altında ateş yakmış ki, elbiseleri kararmış. Bundan dolayı ona: “Eğer babanın yanına gidip bir hizmetçi istemiş olursan seni bu durumdan kurtarır” dedim.

Peygamber (s.a.a)’in gözleri yaşarıp şöyle buyurdular:

“Fatimeciğim! Hizmetçiden daha hayırlı bir ameli sana öğreteyim mi? Her gün otuz üç defa “Subhanellah”, otuz üç defa “Elhamdülillah” ve otuz dört defa da “Allah-u Ekber”[20] zikrini söyle; bu zikir yüz defadan fazla değildir; fakat bunun amel defterinde bin sevabı vardır. Fatimeciğim! Eğer bunu her gün sabahleyin söylersen, Allah dünya ve ahret işlerinde sana kifayet eder.”

Fatime (a.s) babasına cevap olarak üç defa şöyle dedi: “Allah ve Resulünden razı oldum.”[21]

 


 

20- HZ. FATİME VE İLİM ÖĞRETMENİN

DEĞERİ

İmam Hasan Askeri (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:

“Bir gün bir kadın, Hz. Fatime (a.s)’ın huzuruna varıp şöyle dedi: "Güçsüz bir annem vardır, namazında zor bir meseleyle karşılaştı ve o meseleyi sana sormam için beni huzurunuza gönderdi. Hz. Fatime (a.s) o meselenin cevabını verdi. O kadın, ikinci kez başka bir mesele sordu. Hz. Fatime yine cevabını verdi. Daha sonra üçüncü bir mesele sordu, böylece sorduğu soruların sayısı onu buldu. Hz. Fatime de hepsine cevap verdi. Sonra o kadın sorunun çokluğundan dolayı utanınca da kendisine şöyle dedi:

“Karşılaştığın her soruyu utanmadan gel sor, ben senin sorularından yorulmam. Eğer bir kimse ağır bir yükü dama çıkarmak için ecir olur ve karşılığında yüz bin dinar alırsa, acaba o iş ona ağır gelir mi ?”

Kadın: “Hayır, ağır gelmez ve o işten yorulmaz” dedi.

Hz. Fatime sonra şöyle buyurdular:

“Her meselenin cevabına karşılık bana verilen sevap, arası incilerle dolu olan yer ile göklerken daha fazladır. Öyleyse meselelere cevap vermekten hiç yorulur muyum ?”

Babamdan şöyle buyurduğunu duydum:

“Şiilerimizden alim olanlar, kıyamet günü haşır olduklarında onlara, çaba, ilim ve halkı hidayet ettikleri miktarınca sevap ve mükafat verilir; hatta onlardan birine nurdan bir milyon süslü elbiseler verilir. Sonra Rabbimizin münadisi şöyle nida eder: “Ey İmamlarından ayrı kaldıkları vakit Âl-i Muhammed yetimlerini düşünenler, onların sorumluluğunu üstlenenler ! İşte bunlar sizin öğrencileriniz ve ilminiz sayesinde dinlerini koruyan ve hidayeti bulan yetimlerdir. Dünyada ilminizden yararlandıkları miktarca onlara hediye verin.”

Bunun üzerine ümmetin alimleri, yetimlerine (takipçilerine) hediye verirler. Hatta onlardan bazılarına yüz bin hediye verecekler. Daha sonra o yetimler de kendi öğrencilerine hediye verecekler. Hediyeler taksim edildikten sonra Allah Teala şöyle buyuracak: “Yetimleri düşünen alimlerin hediyelerini bir kat daha artırın” Sonra da: “İki kat daha artırın, onların takipçilerine de aynı şekilde artırın” diye buyurur.

Daha sonra Hz. Fatime (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın cariyesi, bu hediyelerden bir iplik, güneşin kendisine doğduğu her şeyden bir milyon kez daha üstündür. Çünkü dünyada üstün sayılan şey, gam ve kederle karışmıştır. Ama ahret nimetlerinin hiçbir noksanı ve lekesi yoktur.”[22]

 

21- HZ. FATİME’NİN İLMİNİN

 ÜSTÜNLÜĞÜ VE İLMİN DEĞERİ

 

İmam Hasan Askeri (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:

“Bir inatçı düşman, diğeri ise mümin olan iki kadın, bir dini meselede ihtilaf edince, ihtilafın çözümü için Hz. Fatime (a.s)’ın huzuruna yelip meseleyi ona anlattılar. Hak mümin kadınla olduğu için Hz. Fatime (a.s) delil ve burhan ile de onu teyit etti ve böylece inatçı düşman kadın yenilgiye uğradı. Mümin kadın bunu çok sevindi.

Hz. Fatime (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ın melekleri, bu galibiyetten dolayı senden daha çok sevindiler. Şeytanın (ve takipçilerinin) üzüntüsü de düşman olan kadının üzüntüsünden daha çok oldu.”

İmam Hasan Askeri (a.s) daha sonra şöyle buyurdu:

“İşte bundan dolayı Allah-u Teala meleklerine şöyle buyurdu: “Fatime’nin bu hizmeti karşılığında ona cennet ve nimetlerini,önce verilenden bir milyon kat daha artırın ve bu işi, ilmiyle, mümin bir kimseyi düşmana galip kıldıran her alim (ve bilgin) hakkında da yapın; onun da sevabını bir milyon kat artırın.”[23]

 

 


 

22- ÖNCE KOMŞU SONRA İNSANIN

KENDİSİ

 

İmam Hasan-ı Mucteba (a.s) şöyle buyuruyor: “Annem Zehra (a.s)’ın, Cuma akşamı sabaha kadar alemlerin Rabbine ibadet ettiğini gördüm; sabah şafak sökünceye kadar daima rüku ve secde halindeydi. Müminlerin tek-tek isimlerini zikredip onlara dua ediyordu, fakat kendisi için hiç dua etmedi. Bu durumu görünce; “Anneciğim, neden kendin için dua etmiyorsun?” diye sordum. Annem cevaben şöyle buyurdular:

“Önce komşu, sonra ev (insanın kendisi!)”[24]

 

 


 

23- ŞAŞIRILACAK TEBESSÜM

 

Peygamber (s.a.a)’in durumu çok ağırlaşmıştı, başını Hz. Ali’nin dizine koydu ve bayıldı. Fatime (a.s) babasının nâzenin yüzüne bakıyor, göz yaşı döküyor ve şöyle diyordu: “Âh, Babamın bereketi ile rahmet yağmuru (vahiy) iniyordu. Öksüzlerin ve dul kadınların sığınağı idi.”

 Resulullah (s.a.a), Fatime’nin ağlama sesini işitince gözlerini açıp yavaş bir sesle:

“Aziz kızım! Şu ayeti oku: “Muhammed ancak bir resuldür. O’ndan önce nice resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz ?” Ölümün çaresi yoktur,bütün peygamberler öldüğü gibi ben de öleceğim. Fakat niçin millet, benim hedefimi sürdürmüyor ve geri dönmek istiyor ?” buyurdu.

Bu sözler, Hz. Fatime’yi daha da ağlattı. Resul-ü Ekrem (s.a.a) aziz kızının perişan halini ve ağlar gözlerini görünce ona teselli vermek istedi. Bundan dolayı Fatime’ye: “Yakına gel” diye işaret etti. Başını babasına yaklaştırınca Peygamber (s.a.a) onun kulağına bir şeyler söyledi. Fatime’nin tebessüm ettiğini gördüler ve şaşırdılar. Sebebini sorduklarında; “Babam hayatta olduğu müddetçe sırrını kimseye söylemem” dedi.

Fatime (a.s) babasının ölümünden sonra; “Babam kulağıma: ‘Fatimeciğim, senin de ölümün yakındır; bana kavuşacak olan ilk kişi sensin’ buyurdu.” dediğinde Hz. Fatime’nin tebessümünün sebebi anlaşılmış oldu.[25]

 


 

24- UYANIK KÖLE

 

İmam Hasan (a.s)’ın (başka bir rivayete göre İman Hüseyn-a.s-‘ın) hizmetçisi, cezalandırılmayı hakkeden bir suç işledi. İmam (a.s) onun tembih edilmesini emretti. Hizmetçi; “Ey mevlam, “Ve’l kazimin’el ğayz” (öfkelerini yenenler) dediğinde, İmam (a.s); “Ondan vazgeçin” buyurdu. Hizmetçi; “Ey mevlam, “Ve’l afine aninnas” (insanları affedenler) dediğinde İmam (a.s); “Seni affettim” buyurdu. Hizmetçi; “Ey mevlam, “Vallahu yohibb’ul muhsinin” (Allah ihsan edenleri sever) dediğinde de İmam (a.s); “Sen Allah rızası için artık hürsün, sana bağışladığım miktarın bir kaç katı daha senin içindir” buyurdu.[26]


 

25- HZ. ALİ’NİN OĞLUNDAN DAHA

ŞECAATLİ!

 

Cemel savaşında Hz. Ali (a.s) oğlu Muhammed-i Hanefiye’yi çağırdı, mızrağını ona verip şöyle buyurdu: “Bu mızrak ile düşman ordusuna saldır!”

Muhammed-i Hanefiye mızrağı alıp düşmana saldırdı. Düşman ordusundan bir grup kişi onun ilerlemesine mani oldular, bir şey yapamayacağını görünce babasının yanına dönmek zorunda kaldı.

Sonra İmam Hasan (a.s) mızrağı alıp düşmana saldırdı, bir müddet sonra kanlı mızrağıyla babasının yanına geldi. Muhammed-i Hanefiye, İmam Hasan’ın o şecaatini görünce, mağlubiyet duygusuna kapıldığından dolayı kızarıp başını önüne eğdi. Hz. Ali (a.s) onun bu halini görünce; “Rahatsız olma, O Peygamber’in oğludur, sen ise Ali’nin oğlusun” buyurdular.[27]


 

26- MUAVİYE’NİN EVLİLİK TEKLİFİNE

OLUMSUZ CEVAP

 

Muaviye, Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra kudret tahtına oturup bütün İslamî ülkelerin hükümdarı oldu. Muaviye tarafından Medine’nin valisi olan Mervan Muaviye'den bir mektup aldı, o mektupta şöyle yazılmıştı: “Adbullah bin Cafer’in (Hz. Ali’nin kardeşinin oğlu) kızını oğlum Yezid’e iste, her ne kadar mihriye isterse kabul ederim, her ne kadar borcu olursa öderim, buna ilaveten bu vuslat, Beni Haşim ve Beni Ümeyye arasında da barışa sebep olacaktır.”

Mervan mektubu okuduktan sonra Abdullah bin Cafer’le görüştü ve onun kızını Yezid’e istedi.

Abdullah onun cevabında şöyle dedi:

“Bizim kadınların ihtiyarı (söz sahibi) Hasan bin Ali (a.s)’dır, kızımı ondan iste!” dedi.

Mervan ; İmam Hasan (a.s)’ın yanına varıp Abdullah’ın kızını Yezid’e istedi.

İmam Hasan (a.s) cevabında şöyle buyurdular: “İstediğin kimseleri davet et, ben görüşümü o toplantıda açıklayacağım.”

Mervan da Beni Haşim ve Beni Ümeyye büyüklerini davet etti, hepsi hazır olduklarında Mervan ayağa kalkıp Allah’a hamd-u sena ettikten sonra şöyle dedi:

Muaviye, Abdullah bin Cafer’in* kızı Zeyneb’i şu şartlarla Yezid’e istemem için beni memur etmiştir:

1- Babası her ne kadar mihriye tayin ederse kabul ediyoruz.

2- Babası her ne kadar borçlu olursa öderiz.

3- Bu vuslat Beni Ümeyye ve Beni Haşim taifeleri arasında barışa sebep olacaktır.

4-Yezid, eşi olmayan bir ferttir! Canıma and olsun ki, sizin Yezid ile iftihar etmeniz, Yezid’in sizinle iftihar etmesinden daha çoktur!

5-Yezid öyle bir kimsedir ki, onun siması bereketine (yüzü suyu hürmetine) buluttan yağmur isteniliyor!

Mervan bunları dedikten sonra susup bir kenarda oturdu.

İmam Hasan (a.s) da Allah’a hamd-u sena ettikten sonra sözüne şöyle başladı:

1- “Mehriyeye gelince, biz Peygamber (s.a.a)’in, kızları ve akrabalarının mihriyesi hakkındaki sünnetinden - 400 veya 480 veyahut 500 dirhemden - öteye geçmeyiz.

2- “Babasının borçları” hakkındaki sözlerine gelince; bizim kadınlarımız ne zaman babalarının borçlarını ödemiş ki böyle bir söz öneriliyor!

3- “İki taifenin sulhu (barışı)” hakkındaki sözünüze ilişkin de söylemem gerekir ki, bizim size karşı düşmanlığımız, Allah için ve Allah yolunda idi. Öyleyse...

4- “Bizim Yezidin vücuduyla iftiharımız, onun bizimle iftihar bulmasından daha çoktur” sözünüze gelince; eğer hilafet (saltanat) makamı nübüvvet (Peygamberlik) makamından daha yüce olursu, bizim Yezid’le iftihar etmemiz gerekir, ama eğer nübüvvet makamı hilafet makamından daha yüksek olursa, onun bizimle iftihar etmesi gerekir.”

5- “Yezid’in yüzünün bereketiyle buluttan yağmur isteniliyor” sözüne gelince; bu söz doğru değildir. Çünkü bu söz, sadece Hz. Muhammed (s.a.a) ve O’nun Ehl-i Beyt’i hakkında geçerlidir; onların nurlu yüzlerinin bereketi hürmetine (Allah’tan) yağmur talep ediliyor.

Bizim görüşümüz bu konuda şudur ki, Abdullah’ın kızını, amcası oğlu Kasım bin Muhammed bin Cafer’e nikahlayacağız. Ben şimdi onu, Kasım’a eş olarak nikahladım, mihriyesini de Medine’deki tarlamı tayin ettim... Bu tarla onların geçimini sağlar ve artık başkalarına muhtaç olmazlar.

Mervan bu durumla karşılaşınca şöyle dedi:

“Ey Beni Haşim! Acaba böyle açıkça karşımıza çıkıyor ve sözlerimize cevap mı veriyorsunuz?”

İmam Hasan (a.s) cevaben şöyle buyurdular:

“Evet! Bu cevaplardan her biri sizin sözlerinize her tek karşılık idi.”

Mervan olumlu cevap almaktan ümidini kesip aralarındaki geçen macerayı bir mektupla Muaviye’ye bildirdi, Muaviye de mektubun cevabında şöyle dedi:

“Biz onlardan kız istedik onlar menfi (olumsuz) cevap verdiler, ama eğer onlar bizden kız istemiş olurlarsa müsbet (olumlu) cevap veririz!”[28]


 

27- HAYVANLARI KORUMA

 

Nahbih’ul - Kassab şöyle diyor:

Hasan bin Ali’nin yemek yediğini gördüm; önünde de bir köpek vardı, bir lokma yediğinde, o kadar da köpeğe atıyordu. Ey Resulullah’ın torunu! Bu köpeği buradan kovayım mı? dediğimde buyurdular ki:

“Bırak kalsın, canlı birisinin yüzüme baktığı halde yemek yiyip de ona bir şey vermezsem Allah’tan utanırım!”[29]

 


 

28- KİM HÜSEYİN’İM İÇİN AĞLAYACAK

 

Hz. Peygamber (s.a.a), Hüseyin (a.s)’ın şehit olacağını ve çekeceği diğer musibet ve sıkıntıları kızı Fatime (a.s)’a haber verdiğinde Fatime (a.s) çok ağladı ve şöyle dedi:

“Bu sıkıntı ve musibetler ne zaman vuku bulacaktır?” Peygamber (s.a.a); “ Ben, sen ve Ali dünyada olmadığımız bir zamanda” buyurdular.

Fatime (a.s) bu sözü duyunca ağlaması daha çoğaldı. Sonra; “ Kim Hüseyinime ağlayacak ve onun için yas tutacaktır.”dediğinde de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Fatimeciğim! Ümmetimin kadınları, Ehl-i Beyt’imin kadınlarına, erkekleri de erkeklerine ağlayacaklar. Her yıl onun yasını yenileyecekler (canlandıracaklar). Kıyamet günü olduğunda sen kadınlara şefaat edeceksin, ben de erkeklere. Kim Hüseyin’in sıkıntı ve musibetine ağlamış olursa, onun elini tutup cennete götüreceğiz. Fatimeciğim! Kıyamet günü, Hüseyin’in musibetine ağlayan göz dışında bütün gözler ağlayacaktır; o göz cennet nimetlerine ulaşmak için gülecektir.”[30]

 


 

29- GÜNAH YAPMAK İÇİN REÇETE!

 

Bir kişi İmam Hüseyn (a.s)’ın huzuruna gelerek; “Ben günahkar bir kimseyim, kendimi günah işlemekten alamıyorum, bana nasihat et” dediğinde İmam (a.s) şöyle buyurdu:

“Beş şeyi yap, sonra dilediğin günahı işle:

a) Allah’ın rızkını yeme, istediğin günahı yap.

b) Allah’ın mülkünden ve hakimiyeti altından dışarı çık, istediğini yap.

c) Allah-u Teala’nın seni göremeyeceği bir yer bul, ne yapmak istersen yap.

d) Azrail canını almaya geldiği zaman teslim olma, o zaman gönlünün istediğini yap.

e) Kıyamet günü cennetin maliki seni cehenneme götürmek istediğinde cehenneme gitme, ondan sonra arzuladığın işi yap!”[31]

30- İMAM HÜSEYN (A.S)’IN ASHABININ VEFAKARLIĞI

 

Aşura gecesi, İmam Hüseyn (a.s)’ın ashabının her biri bir dil ile kendi vefakarlıklarını ilan ettiler. İmam’ın ashabından olan Muhammed bin Buşr-i Hazremi’ye, “Rey sınırlarında oğlun kafirlerin eline esir düşmüştür” diye yeni bir haber ulaştı. Muhammed bu haberi duyunca şöyle dedi: "Onun ve kendimin mükafatını Allah’tan istiyorum. Ben oğlumun esir olmasından sonra yaşamamı istemiyorum."

 İmam Hüseyn (a.s) onun sözünü duyduğunda şöyle buyurdu: “Bey’atimi senden kaldırdım, sen serbestsin, git oğlunu kurtarmak için çalış.”

 Muhammed bin Buşr, İmam’ın sözlerine karşılık şöyle dedi:

“Eğer senden ayrılmış olursam, yırtıcı hayvanlar beni diri-diri parçalayıp yesinler!”

İmam Hüseyin (a.s), değeri bin dinar olan beş tane Yemen kumaşını ona verip şöyle buyurdu:

“Bunları diğer oğluna ver de bu elbiseleri düşmana hediye vererek kardeşini esaretten kurtarsın.”[32]

 

 

31- İBN-İ ZİYAD’IN SONUCU

 

İbrahim (Malik Eşter’in oğlu), İbn-i Ziyad ve diğer düşmanların başlarını Muhtar’ın yanına götürdüğünde o yemek yiyordu.

Muhtar bu durumu görünce şöyle dedi:

“İmam Hüseyn’in kutsal başını İbn-i Ziyad’ın yanına getirdiklerinde de o yemek yiyordu. Şimdi Allah’a hamd ediyorum ki, İbn-i Ziyad’ın uğursuz başı, ben yemek yerken benim yanıma getirilmiş oldu!”

Bu esnada beyaz bir yılan kesik başların arasında bulunup İbn-i Ziyad’ın burnunun deliğine girdi ve onun kulağından dışarı çıktı. Bu amel bir kaç kez tekrarlandı!

Muhtar yemek yedikten sonra kalkıp ayağındaki ayakkabısıyla İbn-i Ziyad’ın uğursuz yüzüne vurdu. Sonra ayakkabısını kölesinin yanına atıp; “Bu ayakkabıyı yıka; zira onu bir necis kafirin yüzüne vurdum!” dedi.

Muhtar, düşmanların uğursuz kesik başlarını, Hicaz’da olan Muhammed-i Hanefye’ye gönderdi. Muhammed-i Hanefiye de İbn-i Ziyad’ın başını İmam Seccad (a.s)’ın yanına gönderdi. İmam Seccad (a.s) o esnada yemek yemekle meşguldüler. Bu durumu görünce şöyle buyurdular:

“Babamın kutsal başını İbn-i Ziyad’ın yanına götürdüklerinde o yemek yiyordu. O sırada Allah’tan istedim ki, İbn-i Ziyad’ın kesik başını yemek sofrasının kenarında görene dek beni yaşatsın. Allah’a hamd olsun ki, şimdi duam kabul oldu.”[33]

 


 

32- HAM ÖĞÜT!

 

Bir gün İmam Seccad (a.s), Mina’da Hasan-i Basri’nin halka mev’ize (öğüt) ettiğini görünce ona şöyle buyurdular:

“Ey Hasan! Sus da senden bir soru sorayım! Acaba işin sonunda kendin ile Allah arasındaki olan bu halinden razı olacak mısın?”

Hasan-ı Basri, "Hayır! Razı olmayacağım."dedi.

İmam Seccad (a.s)- “Acaba istediğin hal ve duruma ulaşmak için bu durumunu değiştirmeyi düşünüyor musun?” dedi.

Hasan-i Basri bu sözü duyunca başını önüne eğdi, sonra şöyle dedi:

“Bu durumu değiştirmek için her defasında kendimle aht ediyorum, ama maalesef böyle olmuyor, sadece sözde baki kalıyor (pratiğe geçmiyor).”

İmam Seccad (a.s)- “Acaba Hz. Muhammed (s.a.a)’den sonra, seninle tanışlığı (akrabalığı) olan bir peygamberin geleceğini ümit ediyor musun?”diye sordu.

Hasan-i Basri, "Hayır."dedi.

İmam Seccad (a.s), “Acaba bu dünyadan başka diğer bir dünyanın da olup orada iyi işler yapacağına ümitli misin?”diye sordu.

Hasan-i Basrî, "Hayır!"dedi.

İmam Seccad (a.s), “Acaba eğer bir kimsenin az bir aklı da olmuş olursa, senin kendinden razı olduğun miktarda kendisinden razı olur mu? Oysa ki diğer bir peygamberin geleceğine ve başka bir dünyanın da olup orada iyi amaller yapmakla meşgul olacağına ümidin de yoktur! Bu halinle halka öğüt mü veriyorsun?”dedi.

İmam Seccad (a.s) onun yanından uzaklaşınca, Hasan-i Basri; “Bu şahıs kim idi?” dedi. "Ali bin Hüseyn (Seccad) idi." dediklerinde; “Bunlar (Ehl-i Beyt) ilim ve hikmet kaynağıdır” dedi.

Artık ondan sonra Hasan-i Basri’nin halka öğüt verdiğini kimse görmedi.[34]

 


 

33- PEYGAMBER (S.A.A)’İN HADİSİNİ

ALAYA ALMANIN SONUCU

 

İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:

“İnsan halkla ne yapacağını bilmiyor! Eğer Peygamber (s.a.a)’den duyduğumuz bazı meseleleri onlara söylemiş olursak alay edebilirler, diğer taraftan da bu gerçekleri saklamayı istemiyoruz!”

Zamret bin Ma’bed, "Siz duyduğunuz şeyleri söyleyin. "dedi.

İmam (a.s), “Allah’ın düşmanını tabuta bırakıp kabristana götürdüklerinde ne söylediğini biliyor musunuz?” diye sordu.

Zamret, "Hayır."dedi.

İmam (a.s), “Allah’ın düşmanı onu götüren kimselere şöyle der:

“Acaba duymuyor musunuz? Beni aldatan, beni bu duruma düşüren ve beni kurtarmayan Allah’ın düşmanını size şikayet ediyorum. Benimle dost olarak beni hor-hakir eden dostlardan, kendilerini himaye ettiğim beni zelil eden evlatlarımdan ve servetimi onun güzelliği için harcadığım fakat başkalarının oraya yerleştiği evimden şikayetim vardır! Bana acıyın! Bu kadar acele etmeyin!”dedi.

Zamret, "Eğer bu kadar güzel konuşabiliyorsa, hareket edip onu taşıyanların da boynuna binebilir!"dedi.

İmam (a.s)- “Allah’ım! Eğer Zamret, Peygamber’in sözlerini alaya alıyorsa ondan intikam al!”diye beddua etti.

Zamret, kırk gün yaşadıktan sonra hayatını kaybetti. Onun cenazesi yanında olan kölesi, onun defin işlerinden sonra İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın huzuruna gelip Hazretin kenarında oturdu.

İmam (a.s),“Nereden geliyorsun?”dedi.

Köle, "Zamret’in cenazesinin defninden dönüyorum. Onun üzerine toprak döktüklerinde, hayatı zamanındaki kesin olarak tanıdığım sesini ondan duydum, şöyle diyordu:

“Ey Zamret! Bugün, sahip olduğun her dost seni hor-hakir etti, sonuçta ebedi evin olan cehenneme yöneldin!”

İmam (a.s)- “Allah’tan afiyet (kurtuluş) diliyorum. Zira Peygamber’in hadisini alayya alanın cezası işte budur.”[35]

 

 


 

34- HELAL RIZKI TALEP ETMEK SADAKADIR

 

İmam Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:

“Ali bin Hüseyn (İmam Seccad) (a.s) sabahın erken vakitleri rızk elde etmek için evden dışarı çıktı. Bir adam: "Yebne Resulillah (Ey Resulullah’ın torunu)! Nere gidiyorsunuz? diye sordu.

İmam (a.s)- “Aileme sadaka vermek için evden dışarı çıktım.”dedi.

Adam, "Ailenize nasıl sadaka veriyorsunuz?"diye sordu.

İmam, “Kim helal yoldan bir rızk elde ederse (ve onu ailesi için harcarsa) Allah katında onun için sadaka sayılır!”diye sordu.[36]


 

35- İMAM SECCAD (A.S)’IN KA’BE’NİN KENARINDAKİ MÜNACATI

 

Tavus-u Yemani şöyle diyor:

Ali bin Hüseyin (a.s)’ın akşamdan sahur vaktine kadar Ka’be’nin etrafında tavaf ettiğini gördüm. İbadetle meşguldü, hacılar evlerine gittiğinde ve orası sakinleşince göğe bakıp şöyle dedi:

“Allah’ım! Yıldızlar ufuklarında kayboldular, halkın gözleri uykuya daldı, senin rahmet kapıların, dergahına muhtaç olanların hepsinin yüzüne açıktır. Bana acıman, beni affetmen ve kıyamet günü mahşer sahrasında ceddim Muhammed’in çehresini (yüzünü) bana göstermen için senin azametli dergahına yönelmişim.” Sonra sızlar ve ağlar bir halde şöyle dua ettiler:

“Allah’ım! İzzet ve celaline ant olsun ki, günah işlemekle sana muhalefet etmeyi kast etmedim, senin hakkında şüphe ettiğimden veya azabına cahil olduğumdan veyahut cezalandırmana itiraz ettiğimden dolayı sana isyan etmedim. Sadece nefsim beni aldatmıştır, senin (günahlarımı) açığa vurmaman da bu işi yapmak için bana yardım etmiştir.”[37]

 

36- AHİRET YOLCULUĞU İÇİN AZIK

OMUZA!

 

Zühri şöyle diyor:

Karanlık ve soğuk bir gecede, Ali bin Hüseyin’i bir miktar yiyecek omzuna alıp giderken gördüm. "Ey Resulullah’ın torunu! Bu nedir? Nereye götürüyorsun?"diye sordum.

İmam (a.s),“Ey Zühri! Ben yolcuyum, bu da yol azığıdır; (yolculuk anında eli boş ve azıksız kalmamam için) götürüp emniyetli bir yere bırakmak istiyorum!”dedi.

Zohri, "Ey Resulullah’ın torunu! Bu, benim kölemdir, müsaade edin bu yükü o götürsün ve istediğiniz yere ulaştırsın."dedi.

İmam (a.s), “Allah aşkına, bırak kendim kendi yükümü götüreyim, sen kendi yoluna devam et, benimle işin olmasın!”dedi.

Zohri bir kaç gün sonra İmam (a.s)’ı görüp şöyle dedi:

“Ey Resulullah’ın torunu! Ben o gece hakkında konuştuğunuz yolculuktan bir eser görmedim.”

İmam (a.s),“Ahret yolculuğunu diyordum, ölüm yolculuğunu kastetmiştim, onun için hazırlanıyordum!” dedi.

Daha sonra İmam (a.s), o gece muhtaçların evine o azığı götürmekten hedefinin ne olduğunu izah edip şöyle buyurdu:

“Ölüm için hazırlanmak; haramlardan uzak durmak ve hayır işler yapmakla gerçekleşir.”[38]


 

37- NAMAHREM KADINLA ŞAKA

YAPMANIN HARAMLILIĞI

 

Ebu Basir (r.a) şöyle diyor:

“Kufe’de idim, kadınlardan birine Kur’ân okumayı öğretiyordum. Bir gün bir yeri okumak hususunda onunla şaka yaptım! Uzun bir zaman geçtikten sonra Medine’de İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna vardım. İmam (a.s) beni kınayarak şöyle buyurdu:

“Kim halvet bir yerde günah işlerse, Allah Teala lütfünü ondan esirger, o kadına dediğin söz ne biçim söz idi?”

Ebu Basir diyor ki: “Utancığımdan başımı aşağı dikip tövbe ettim.”

İmam Bakır (a.s) benim bu durumumu görünce;“Tekrarlamaman için dikkatli ol!” buyurdular.[39]

 


 

38- İMAM BAKIR (A.S)’DAN TAVSİYELER

 

Cabir-i Cu’fi şöyle diyor:

Hac amellerini yapıp bitirdikten sonra bir grup (hacılarla) birlikte İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna vardık. İmam (a.s)’la vedalaşmak istediğimizde, "bize tavsiyelerde bulunun." dedik. İmam (a.s) şöyle buyurdular:

“Güçlüler zayıflara yardımda bulunsunlar, zenginler fakirlere şefkatli olsunlar, sizlerden her biriniz dini kardeşine nasihat etsin, kendisi için istediği şeyi onun için de istesin.

Bizim sırlarımızı, ehli olmayan kimselerden saklı tutun, halkı bize musallat etmeyin! Bizim sözlerimize ve bizden taraf sizlere iletilen haberlere teveccüh ediniz; eğer Kur’ân’a muvafık olduğunu görürseniz onu kabul edin; Kur’ân’a aykırı olduğunda ise onu duvara çalın!

Eğer bir söz sizin için şüpheli olursa, onun hakkında karar almayın, gerektiği şekilde size izah etmemiz için onu bize sunun. Eğer sizler dediğim gibi olur ve bu sınırları aşmazsanız, Kâim’imizden (Hz. Mehdi’den) önce sizden herhangi biriniz ölmüş olursa, şehit olarak ölmüştür. Kim bizim Kâim’imizi derk edip onun rikabında (yanında) öldürülürse, iki şehit sevabı olur; eğer onun yanında yer alıp da düşmanlarımızdan birisini öldürürse, yirmi şehidin sevabını kazanmış olur.”[40]


 

39- EĞER KÂİM (A.S)’I MÜLAKAT ETMEDEN ÖLÜRSEM!

 

Abdulhamid-i Vasitî şöyle naklediyor:

İmam Muhammed Bakır (a.s)’a arzettim ki:

“Allah’a ant olsun ki, dükkanlarımızı İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurunu beklemek için tatil etmişiz. Artık fakirlik ve mecburiyetten dolayı halka el açmamıza (dilenmemize) bir şey kalmamıştır!”

İmam Bakır (a.s) cevaben şöyle buyurdular:

“Ey Abdulhamid! Eğer bir kimse, kendisini Allah’ın yoluna vakfederse, Allah Teala’nın bir rızk yolunu onun yüzüne açmayacağını mı zannediyorsun? Allah’a ant olsun ki, Allah-u Teala rahmet kapısını onun yüzüne açacaktır. Kendisini bizim ihtiyarımıza bırakana, bizi ve bizim emrimizi (velayetimizi) diriltene Allah rahmet etsin.”

Abdulhamid, Eğer Kâim’i (Hz. Mehdi’yi) mülakat etmeden ölürsem, nasıl olurum?diye sordu.

İmam (a.s), “Sizlerden herhangi biriniz (kalpten); “Eğer Kâim-i âl-i Muhammed’i görmüş olursam O’nun yardımına koşacağım” derse, (sevap elde etmek açısından) O’nun yanında kılıç sallayan kimse gibi olur; O’nun yanında şehit olan kimse de iki defa şehit olan kimse gibi olur.”diye buyurdu.[41]

 

 

40- YEŞİL YAZIYLA YAZILMIŞ BİR MEKTUP

 

Cebel Amil büyüklerinden bir kişi her yıl Mekke ziyaretine müşerref oluyordu; dönüşte ise Medine’de İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna varıyordu.

Bir defasında hacca müşerref olmadan önce İmam Sadık (a.s)’ın hizmetine varıp, on bin dirhem İmam’a vererek şöyle dedi:

“Bu miktar parayla benim için bir ev almanı rica ediyorum.”

Daha sonra Mekke-i Muazzama’yı ziyaret ermek için İmam (a.s)’ın huzurundan ayrıldı. Hac amellerini yaptıktan sonra İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vardı. İmam (a.s) onu evine alıp ona bir yazı takdim ederek şöyle buyurdular:

“Cennette öyle bir ev senin için aldım ki, onun bir tarafı Muhammed Mustafa (s.a.a)’in evine, ikinci tarafı Ali (a.s)’ın evine, üçüncü tarafı Hasan-ı Mucteba (a.s)’ın evine, dördüncü tarafı ise Hüseyn bin Ali (a.s)’ın evine yakındır!” (Yani onlarla komşusun.)

O adam, bu sözü İmam (a.s)’dan duyunca kabul etti.

İmam (a.s) da o miktar parayı, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s)’ın evlatlarından fakir ve yoksul olanlar arasında dağıttı. Cebelî olan adam kendi vatanına döndü. Bir müddet geçtikten sonra o adam hastalandı, akrabalarını toplayıp şöyle dedi:

“Ben İmam Sadık (a.s)’ın buyurduğunun gerçek olduğuna inanıyorum, sizden ricam, bu yazıyı benimle defnetmenizdir!”

Kısa bir süreden sonra adam dünyadan göçtü. Vasiyetine göre o yazıyı onunla defnettiler. Ertesi gün geldiklerinde, kabrinin üzerinde yeşil yazıyla yazılmış bir mektup gördüler; o mektupta şöyle yazılmıştı:

“Allah’a ant olsun ki, Cafer bin Muhammed vaadine vefa etti!”[42]


 

41- ATEŞİN İÇİNDE YALIN AYAK!

 

Me’mun-u Rıkkî şöyle naklediyor:

Bir gün İmam Sadık (a.s)’ın huzurunda idim, Sehl bin Hasan-ı Horasanî İmam (a.s)’ın yanına geldi, selam verip oturdu. Sonra şöyle dedi:

“Ey Resulullah’ın torunu! İmamet (makamı) sizin hakkınızdır. Çünkü siz, şefkat ve rahmet ailesisiniz. Neden hakkı almak için kıyam etmiyorsunuz? Oysa ki sizin takipçilerinizden yüz bin kişi, kesici kılıçlarıyla sizin kenarınızda düşmanla savaşmaya hazırdırlar!”

İmam (a.s) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular:

“Ey Horasanî! Otur da hakikat sana aşikar olsun”

İmam (a.s) cariyesine, tandırı yakmasını emretti, tandır hemen alevlenmeye başladı, öyle ki onun alevi tandırın üst tarafını aydınlattı. İmam (a.s) Sehl’e; “Ey Horasanî! Kalk bu tandırın içinde otur!” buyurdu.

Horasanî adam (Sehl) mazeret istemeye başlayıp şöyle dedi: “Ey Resulullah’ın torunu! Beni ateşle yakma, bu hakiri affet!

İmam (a.s); “Rahatsız olma, seni bağışladım.” buyurdu.

Bu sırada Harun-u Mekki, naleynini (ayakkabısını) eline almış olduğu bir halde, yalın ayak içeriye girip selam verdi. İmam (a.s) onun selamının cevabını verdi ve şöyle buyurdu:

“Naleyni at ve tandırda otur!”

Harun naleynini atıp hemen tandırın içine girdi!

İmam (a.s), Horasani ile sohbet etmeye başladı. Horasan’ın pazarının durumundan ve oranın özelliklerinden öyle bir konuşuyordu ki, sanki uzun yıllarca orada kalmıştı. Daha sonra Sehl’den, tandırın durumunun nasıl olduğuna bakmasını istedi. Sehl der ki; Tandırın başına yetiştiğimde, Harunun ateşler arasında diz üstü oturmuş olduğunu gördüm. Beni görür görmez tandırdan dışarı çıktı ve bize selam verdi.

İmam (a.s) Sehl’e; “Horasan’da bunun gibi kaç kişi bulunur?”diye sordu.

Horasanî ; “Allah’a ant olsun ki, bir kişi de bulunmaz.” dedi.

İmam (a.s) da onun bu sözüne karşılık; “Evet, Allah’a ant olsun ki, bir kişi de bulunmaz. Eğer bunun (Harun) gibi beş kişi de bulunsaydı, biz kıyam ederdik.” buyurdular.[43]

 

42- BİRBİRİNİZE NASIL

YETİŞİYORSUNUZ?

 

İmam Cafer Sadık (a.s) Asim’e şöyle buyurdular:

“Ey Asim! Birbirinize nasıl yetişiyor ve yardımda bulunuyorsunuz?”

Asim,“Mümkün olan en iyi bir şekilde.”dedi.

İmam (a.s), “Sizlerden fakir biri mümin kardeşi evinde bulunmadığı bir sırada onun evine gider de, hiçbir kimsenin itirazıyla karşılanmaksızın, "onun para cüzdanını getirin." deyip cüzdanı açarak ihtiyacı miktarınca ondan para götürebilir mi?”diye sordu.

Asim, “Hayır, durum böyle değildir.”dedi.

İmam (a.s), “Öyleyse benim istediğim gibi sizler fakirlik ve ihtiyaç anında birbirinize yetişip yardım etmiyorsunuz.”dedi.[44]

 

 

 

 


 

43- TUZSUZ EKMEK İNFAK ETMEK

 

Yağmurlu bir gece İmam Sadık (a.s) gecenin karanlığından istifade ederek tek başına evden dışarı çıkıp “Zılle-i Beni Saide”* tarafına yola koyuldu. Mualla bin Huneys, İmam (a.s)’ı bu karanlık gecede yalnız bırakmamak için az bir mesafeyle sessizce Hazretin arkasına takıldı.

Aniden İmam (a.s)’ın omzundan bir şeyin yere düştüğünü hissetti. O anda İmam’ın yavaş bir sesle; “Allah’ım! Bunu bana geri çevir” dediğini duydu.

Mualla bu durumu görünce yakına gidip selam verdi. İmam (a.s) Mualla’nın sesinden onu tanıyıp şöyle buyurdu:

 “Mualla sen misin?”

Mualla, “Evet, ben Mualla’yım.”dedi.

Mualla İmam (a.s)’ın cevabını verdikten sonra, yere düşen şeyin ne olduğuna dikkat ederken bir miktar ekmeğin yere düşmüş olduğunu gördü.

İmam (a.s); “Mualla! Bunları yerden topla bana ver” buyurdu.

 Mualla da ekmekleri yerden toplayıp İmam’a verdi. Mualla diyor ki; İmam’ın omzundaki dağarcık çok büyüktü, bir insan onu ancak zorlanarak taşıyabilirdi.

İmam (a.s)’a; “Müsaade edin bu dağarcığı ben omzuma alayım” dedim. Ama İmam (a.s); “Ben bu iş için senden daha layığım” buyurdular.

İmam (a.s) ekmekle dolu olan dağarcığı omzuna alınca birlikte “Zılle-i Beni Saide” tarafına doğru hareket ettik, nihayet oraya ulaştık. Orası yoksul ve çaresizlerin, evi ve barkı olmayanların (dinlenmek için) toplandığı bir yer idi.

Herkes uykuya dalmıştı; bir kişi bile uyanık değildi. İmam (a.s) ekmekleri bir ve ikişer olarak onların elbiselerinin altına bırakıyordu; öyle ki ekmek verilmemiş hiç kimse baki kalmadı. İmam (a.s) sonra dönmeye azmetti.

Mualla diyor ki İmam (a.s)’a: “Efendim, bu gecenin karanlığında kendilerine ekmek getirdiğin bu kimseler, Şii midirler, sizin imametinizi kabul ediyorlar mı? diye sordum. İmam (a.s) cevaben: “Hayır! Bunlar benim imametime inanmıyorlar; eğer imamete itikatları olsaydı (onlara) tuz da getirirdim!” buyurdular.[45]


 

44- İMAM SADIK (A.S)'IN ŞARAP

MECLİSİNİ TERK ETMESİ

 

Harun bin Cehm şöyle diyor:

İmam Sadık (a.s) “Hiyre”de Mensur-u Devaniki ile mülakat ettiğinde ben de onun hizmetinde idim. Mensur’un komutanlarından biri oğlunu sünnet ettirmişti. Bu münasebetten dolayı a’yan ve eşraftan (ileri gelen büyük şahsiyetlerden) bir çok kimseleri de velimeye (sünnet törenine) davet etmişti. İmam Sadık (a.s) da davet edilenlerdendi. Sofra hazırlandı, misafirler sofranın başına oturup yemek yemekle meşgul oldular. Bu sırada misafirlerden biri su istedi. Kendisine şarap kadehlerinden birini verdiler, kadeh onun eline verilir verilmez İmam Sadık (a.s) yemeği yarıda bırakıp hemen sofranın başından kalkarak meclisten dışarı çıktılar. İmam’ı geri çevirmek için her ne kadar ısrar ettiyseler de İmam (a.s) geri dönmedi ve Peygamber (s.a.a)’in şu sözünü buyurdular:

“Kim şarap olan bir sofranın başında oturursa, Allah ona lanet eder.”[46]

 

45- İMAMLARIN ŞİİLERİ CENNET EHLİDİR

 

Zeyd bin Usame şöyle naklediyor:

Bir gün İmam Sadık (a.s)’ın ziyaretine müşerref oldum. İmam (a.s) bana; “Kaç yaşındasın?”diye sordular. "Yaşım bu kadardır." dedim. İmam (a.s); “İbadetlerini tazele ve geçmiş günahlarından tövbe et.” buyurdu.

İmam (a.s)’ın bu sözü beni çok etkiledi, ağlamaya başladım.

İmam (a.s), “Niçin ağlıyorsun?” buyurdu.

Ben, “ Kendi buyruğunuzla ölümümden haber verdiniz” dedim.

İmam (a.s), “Ey Zeyd! Müjde olsun sana. Çünkü sen bizim Şialarımızdansın ve yerin cennettir.” buyurdular.[47]

 


 

46- ALTIN KÜLÇESİ VE İMAM SADIK (A.S)’IN MUCİZESİ

 

Bir gün İmam Cafer Sadık (a.s)’ın ashabından bir grup kimse, onun huzurunda oturmuşlardı. İmam (konuşma esnasında) şöyle buyurdular:

“Yerin hazine ve anahtarları bizim yanımızdadır. Eğer ayağımızla yere işaret etmiş olursak, yer kendinde sakladığı altın ve gümüş ne varsa dışarı döker!”

Sonra ayağıyla yere bir çizgi çizdi, (derken) yer yarıldı, İmam (a.s) elini uzatıp bir karış uzunluğunda olan bir parça altını dışarı çıkardılar!

Daha sonra; “Yerin yarığına bakın!” buyurdular. Ashap yerin yarığına baktıklarında, birbiri üzerine yığılmış güneş gibi parlayan bir takım altınlar gördüler.

Ashaptan biri şöyle dedi: “Ey Resulullah’ın turunu! Allah Tebarek ve Teala dünya malından size bu şekilde bağışta bulunmuştur, o halde neden şii ve dostlarınız böyle fakir ve muhtaç bir durumdalar?”

İmam (a.s) onun cevabında şöyle buyurdular: “Allah-u Teala dünya ve ahireti, biz ve Şiilerimiz için toplamıştır. Biz ve dostlarımız cennete gideceğiz, düşmanlarımız ise cehennemi boylayacaktır.”[48]


 

47- BATINDA MAYMUN VE DOMUZ OLAN İNSANLAR

 

İmam Sadık (a.s)’ın muhlis ve samimi Şiilerinden olan Ebu Besir, İmam (a.s)’la hac merasimine katıldı.

İmam (a.s)’la birlikte Ka’be’yi tavaf ederken İmam’a şöyle dedi: “Canım sana feda olsun, acaba Allah Teala hac merasimine katılan bu kadar toplumun hepsini affediyor mu?”

İmam (a.s), “Ey Ebu Besir! Gördüğün bu toplumdan çoğu insanlar, maymun ve domuzdur!”buyurdu.

Ebu Besir, “Onları bana gösterir misiniz?”dedi.

İmam (a.s) elini onun gözlerine çekti, bir takım kelimeler söyledi. Aniden o insanlardan çoğunu maymun ve domuz görerek vahşete kapıldı! İmam (a.s) daha sonra yine elini onun gözlerine çekti. Derken onları zahirde oldukları şekliyle gördü.

Daha sonra İmam (a.s) Ebu Besir’e şöyle buyurdular: “Üzülme! Siz cennette hoşnut olacaksınız, cehennemin tabakaları sizin yeriniz değildir. Allah’a ant olsun ki, siz hakiki Şiilerden üç, iki, hatta bir kişi bile cehennem ateşinde olmayacaktır.”[49]

 

 

48- BİR HIRİSTİYAN’I MÜSLÜMAN EDEN AYET

 

Zekeriyya bin İbrahim şöyle diyor:

“Ben bir Hıristiyan idim, Müslüman oldum. Daha sonra hac merasimine katılmak için Mekke’ye doğru hareket ettim. Orada İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vardım. İmam (a.s)’a; “Ben bir Mesihi (Hıristiyan) idim, sonra Müslüman oldum.” dedim.

İmam (a.s), “Müslüman olmana ne sebep oldu ?”diye sordu.

Zekeriyya şöyle dedi: "Şu ayet hidayet yolunu bulmama sebep oldu: “Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz.”[50]

Bu ayetle İslam’ın kamil bir din olduğunu anladım. Mektep ve medreseye gitmeyen bir kimseden bu çeşit sözler mümkün değildir. Binaen aleyh ona vahiy edilmiş olması gerekir."

İmam (a.s)- “Gerçekten Allah (c.c) seni hidayet etmiştir.” buyurdu.

Sonra İmam (a.s) üç defa şöyle buyurdular:

“Allah’ım, onu (iman yoluna) hidayet et.”

İmam (a.s) daha sonra; “Yavrum, her ne diliyorsan (soracağın ne varsa) sor!”buyurdu.

Zekeriyya-, "Babam, annem ve bütün ailem Mesihidirler; annem de kördür. Acaba ben onlarla yaşamak zorunda olduğuma göre onların kaplarında yemek yiyebilir miyim?"diye sordu.

İmam (a.s), “Onlar domuz eti yiyorlar mı?”diye sordu.

Zekeriyya, “Hayır, ona el bile dokundurmuyorlar.”dedi.

İmam (a.s), “Onlarla birlikte ol! Sakıncası yoktur. Özellikle annene çok şefkatli ol, ölürse onu başkasına bırakma (kendin defnet). Mina’da benim yanıma gelinceye dek yanıma geldiğini hiç kimseye söyleme.” dedi.

Zekeriyya diyor ki, Mina’da İmam’ın huzuruna vardım. Halk mektep çocukları (öğrenciler) gibi onun etrafını sarıp soru soruyorlardı.

Kufe’ye döndüğümde, anneme karşı çok şefkatli davrandım. Bir gün annem şöyle dedi: “Oğlum! Sen bizim dinimizde oluğun müddetçe, bana karşı böyle davranmıyordun! Şimdi böyle davranmana sebep olan nedir?”

Zekeriyya, “Allah’ın Peygamberlerinden birinin Ehl-i Beyt’inden olan bir şahıs, bana böyle davranmayı emretmiştir.”dedi.

Zekeriyya’nın annesi, “O şahıs peygamber midir?”diye sordu.

 Zekeriyya, “Hayır, o peygamberin torunudur.”dedi

Zekeriyya’nın annesi, “O şahısın Peygamber olması gerekir. Çünkü bu çeşit tavsiyeler, Peygamberlere mahsustur.” dedi.

Zekeriyya, “Hayır anne! Bizim Peygamberden sonra artık bir Peygamber gelmeyecektir, o Peygamber’in torunudur.” dedi.

Zekeriyya’nın annesi, “Senin dinin, dinlerin en iyisidir, o dini bana öğret!” dedi.

Zekeriyya diyor ki, "Ben şehadeteyni ona öğrettim; öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra şöyle dedi:

“Gözümün nuru! Bana dediğini tekrarla!" Ben şehadeteyni tekrar ona söyledim; o da o anda dünyaya gözlerini kapadı. Sabahleyin Müslümanlar ona gusül verdiler, ben de ona namaz kıldım ve onu kabrine koydum.”[51]


 

49- YETMİŞ HELAL DİNAR İLE TİCARET

 

Bir gün bir genç İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna gelip; “Sermayem toktur.” dedi.

İmam (a.s); “Doğru ve dürüst ol! Allah Teala rızkı ulaştırır.” buyurdular.

Genç İmam’ ın yanından ayrılıp dışarı çıktığında yol üzerinde kemere bağlanan bir kese buldu. İçerisinde yedi yüz dinar vardı. Kendi kendine şöyle dedi: “İmam’ın tavsiyesiyle amel etmem gerekir, halka bir kese bulduğumu ilan etmeliyim.”

Böyle bir kararı aldıktan sonra yüksek bir sesle şöyle dedi: “Kim bir kese kaybetmişse, gelip nişanesini söyleyerek onu alsın!”

Bir adam gelip o kesenin nişanelerini söyledi ve o keseyi ondan aldı. Kese sahibi kendi isteği ile yetmiş dinarı ona verdi.

Genç İmam (a.s)’ın huzuruna dönüp macerayı ona anlattı.

İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdular: “Bu helal olan yetmiş dinar, haram olan o yediyiz dinardan daha iyidir; Allah Teala onu sana yetiştirmiştir.”

Adam o parayla ticaret yaparak durumunu düzeltti, çok zengin oldu. [52]

 

 

50- SUÇSUZ KADIN

 

Beşşar-i Mekkarî şöyle diyor:

Kufe’de İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vardım. İmam (a.s) hurma yemekle meşgul idiler.

İmam (a.s); “Beşşar! Otur bizimle hurma ye.” buyurdu.

 Ben cevaben şöyle arzettim: “Sana feda olayım! Gelirken kalbimi inciten bir manzarayla karşılaştım, rahatsızlıktan bir şey yiyemiyorum!”

İmam (a.s), “Yolda ne gördün?”diye sordu.

Beşşar, “Yolda gelirken memurlardan birinin bir kadını dövdüğünü ve onu hapse doğru götürdüğünü gördüm. Her ne kadar halktan yardım dilediyse, hiç kimse yardımına koşmadı!”dedi

İmam (a.s),“O kadın ne yapmıştı?”diye sordu.

Beşşar," Halk dediğine göre o kadının ayağı kayıp yere düştüğünde; “Ya Fatime! Allah senin katiline lanet etsin” demiş."dedi.

İmam (a.s) bu sözü duyur duymaz ağlamaya başladı. Öyle ki mendili, mübarek sakalı ve göğsü yaş oldu.

İmam (a.s),“Beşşar! Kalk, o kadının kurtuluşu için “Sehle” camisine gidip dua edelim.” buyurdu.

İmam (a.s), o kadından bir haber elde etmek için sultanın sarayına da bir kişi gönderdi.

İmam’la birlikte “Sehle” camisine gittik ve iki rekat namaz kıldık. İmam (a.s) o kadının kurtuluşu için dua edip secdeye kapandı. Daha sonra başını secdeden kaldırıp şöyle buyurdu:

“Kalk gidelim, o kadını serbest bıraktılar!”

İmam (a.s)’la birlikte camiden çıktık. Sultanın sarayına gönderilen şahıs da yolun yarısında bizimle karşılaşıp İmam’a şöyle dedi:

“Sultanın sarayına gittim, kadını hapisten çıkardıklarını gördüm, onu hakimin yanına getirdiler. Hakim kadına şöyle dedi:

“Sen ne yaptın ki memur seni yakalayıp buraya getirdi?” Kadın olayın nasıl olduğunu tarif etti. Hakim kadının sözlerini duyunca ona iki yüz dirhem verdi. Ama o kabul etmedi. Hakim kadına; “Bizi helal et, bu dirhemleri de al!”dedi. Kadın yine o parayı almadı; fakat sonuçta serbest bırakıldı.

İmam Sadık (a.s) bu sözleri dinledikten sonra şöyle buyurdular:

 “Beşşar! Bu yedi dinarı ona ver. Çünkü bu paraya çok muhtaçtır. Benim selamımı da ona ulaştır.”

Beşşar diyor ki, o yedi dinarı kadına verip İmam (a.s)’ın selamını ona ulaştırdığımda, o kadın sevincinden düşüp bayıldı. Ayıldığında; “İmam bana mı selam gönderdi? dedi. “Evet, selamını sana iletmemi istedi”dedim. Üç kez bu soru ve cevap tekrarlandı. Sonra benden, selamını İmam Sadık (a.s)’a ulaştırmamı ve O’nun cariyesi olduğunu İmam’a söylememi ve İmam’ın duasına muhtaç olduğunu söyledi.

Onun yanından döndükten sonra, macerayı İmam’a anlattım, İmam (a.s) da sözlerimizi dinledi ve ağladığı halde ona dua ettiler.[53]

 


 

51- GÜNÜN FİYATIYLA EKMEK ALMAK

 

İmam Sadık (a.s), evinin masraf sorumlusu olan Mu’teb’e şöyle buyurdular:

“Mu’teb! Cinsler (yiyecek gıdaları) pahalanıyor, bu yıl evde buğday var mıdır?”

Mu’teb; “Ey Resulullah’ın torunu! Bir kaç aya yetecek kadar buğday zahire etmişiz.”dedi.

İmam (a.s); “Onları pazara götür, halkın ihtiyarına bırak ve sat!”buyurdu.

Mu’teb; “Şehirde buğday az bulunuyor, bunları satacak olursak artık buğday almak bizim için kolay olmayacaktır.”dedi.

İmam (a.s); “Sen benim dediğimi yap, buğdayın hepsini, halkın ihtiyarına bırak ve sat!”

Mu’teb; İmam (a.s)’ın emri doğrultusunda var olan buğdayı götürüp çarşıda sattı ve neticeyi İmama iletti.

İmam (a.s) ona tekitle şöyle buyurdular:

“Artık bundan sonra, benim ekmeğimi, her gün için çarşıdan al; benim evimin ekmeği, halkın büyük kitlesinin yediği ekmekle bir farkı olmamalıdır. Benim evimin ekmeği bundan sonra yarısı buğday yarısı da arpadan olmalıdır. Benim, elhamdülillah yılın sonuna kadar evimi buğday ekmeği ile idare etmeğe gücüm vardır; ama Allah’ın huzurunda ilahî iktisada ve yaşantıdaki muhasebeye riayet etmiş olmak için bu işi yapmıyorum!”[54]

 

52- MAL BAĞIŞLAMAKLA ISLAH ETMEK

 

Adamın birisi sürekli olarak İmam’ın yanına gelip ağzına geleni Hazrete söylüyordu (İmam’a sövüyordu). İmam (a.s)’ın yakınlarından bazıları durumu böyle görünce İmam’a; “İzin verin biz bu fasığı öldürelim!” dediler.

İmam (a.s), onların böyle bir hareketine izin vermedi. O adamın mekan ve tarlasının nerede olduğunu sordular. Daha sonra İmam (a.s) bir bineğe binip onun tarlasına gitti.

O adam yüksek bir sesle; “Benim tarlamın içinden gelmeyin, mahsulümü çiğnemeyin!” diye bağırdı.

İmam (a.s) o adama yaklaşıp bineğinden aşağı indiler. Gülümseyerek kenarında oturdular. Daha sonra şöyle buyurdular:

“Bu ziraata ne kadar masrafın olmuş?”

Tarla sahibi, “Yüz dinar.”dedi.

İmam (a.s), “Ne kadar (kâr) elde etmeyi ümid ediyorsun?”diye sordu

Tarla sahibi, “İki yüz dinar.”dedi.

İmam (a.s), “Bu üç yüz dinarı al, mahsul da senin kendi malın olsun. Allah Teala ümit ettiğin şeyi sana bağışlasın.”

Adam parayı alıp İmam’ın alnından öptü. İmam (a.s) gülümseyip geri döndü (oradan ayrıldı). İmam Sadık (a.s) ertesi gün camiye geldiler. O adam da camide oturmuştu. İmam (a.s)’ı görünce; “Allah Teala risaletini, hangi ailede karar kılacağını daha iyi biliyor” dedi.

İmam (a.s)’ın ashabı; “Dün ne diyordu, bugün ne diyor?” dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdular:

“Siz dün bana; ‘müsaade edin bu adamı öldürelim’ dediniz, ama ben bir miktar parayla onu ıslah ettim!”[55]

 


 

53- İMAM SADIK (A.S)’IN YAHYA BİN

HALİD’İN VALİSİNE MEKTUBU

 

 Rey ahalisinden (halkından) olan bir şahıs şöyle diyor:

Yahya bin Halid, bir kimseyi bize vali tayin etti. Bir miktar maliyet (vergi) borçlu idim, sürekli benden istiyorlardı. Ama ben onu ödemekten mazurdum. Çünkü benden almış olsalardı, fakir ve muhtaç olurdum. Valinin, Şii mezhepli birisi olduğunu bana söylediler. Bununla birlikte yine de onun yanına gitmekten korktum. Çünkü bu haberin doğru çıkmayarak beni yakalamalarından, borcu ödemeye mecbur kılacaklarından ve huzurumu bozacaklarından korkuyordum.

Bu sorunun çözümü için Allah’a sığınmak istedim. Bundan dolayı Allah’ın evi (Kâ’be)’nin ziyaretine gidip mevlam İmam Sadık (a.s)’ın yanına vardım ve kendi halimden şikayet ettim.

İmam (a.s) benim sözlerimi dinledikten sonra valiye şöyle bir mektup yazdılar:


Bismillahirrahmanirrahim

“Bil ki, Allah’ın arşının altında bir gölge vardır; kardeşine ihsan eden, onun sorununu gideren veya onun kalbini şen edenden başka bir kimse o gölgenin altında yer alamaz; ve bu senin kardeşindir. Vesselam.”

Hac amellerini yaptıktan sonra kendi şehrime geri döndüm. Geceleyin o adamın yanına gidip mülakat için izin istedim ve “ben Musa bin Cafer’in elçisiyim” dedim.

Valinin kendisi yalın ayak gelip kapıyı açtı ve iki gözümün arasından öpüp beni bağrına bastı. İmam (a.s)’ı görmekle ilgili benden soru sorduğu her defasında aynı hareketi tekrarlıyordu (gözlerimin arasından öpüp beni bağrına basıyordu). İmam’ın sıhhatinin yerinde olduğunu ona söylediğimde çok sevindi ve Allah’a şükretti. Daha sonra beni evinin baş tarafına oturttu, kendisi ise karşımda oturdu. İmam (a.s)’ın ona hitaben yazmış olduğu mektubu ona teslim ettiğimde ayağa kalkıp mektubu öptü ve onu okudu. Daha sonra para ve elbise istedi; paraları dinar-dinar, dirhem-dirhem (kuruş-kuruş) bölüp elbiseleri de bir-bir taksim etti; hatta bölmesi mümkün olmayan malları da bana bağışlıyordu.

O böldükleri ve bağışladıkları mal ve paraları bana verdikçe; “Kardeş! Seni hoşnut ettim mi?” diye soruyordu.

Ben de cevaben; “Evet, Allah’a ant olsun ki, sen benim hoşnutluk ve sevincimi artırdın” diyordum.

Daha sonra maliyet (vergi) defterini istedi ve benim adıma yazılan her şeyi (borcu) sildi ve “bu vergi vermekten muaftır” diye bir mektup da yazıp bana verdi. Sonra onunla vedalaşıp evime döndüm.

Eve dönerken kendi kendime: “Ben bu adamın (valinin) hizmetini telafi etmekten acizim, gelecek yıl hacca müşerref olduğumda onun için dua etmem ve İmam (a.s)’ın huzuruna gittiğimde, onun benim için yaptığı şeyleri İmam’a anlatmam iyi olur” diye düşündüm.

Bu düşündüğüm işi de yaptım; benimle o adam arasında geçen şeyleri İmam’a anlattım. İmam (a.s)’ın bu durumdan sevindiği yüzünden okunuyordu.

İmam’a; “Mevlam! Bu haber seni sevindirdi mi?” diye sordum.

İmam (a.s); “Evet, Allah’a and olsun ki, bu haber beni, Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ı, ceddim Resulullah (s.a.a)’i ve Allah-u Teala’yı hoşnut ve mesrur etti.” buyurdular.[56]

 


 

54- FIKHÎ MUAMMALAR

 

Yılların birinde Harun Raşit, Ka’be’nin ziyaretine gitti. Tavaf zamanı, halifenin yalnız tavaf etmesi için halkın aradan çıkmasını istediler.

Harun tavaf etmek isterken, bir Arap da gelip onunla tavaf etmeğe başladı. (O adamın bu ameli halifenin onuruna dokundu, kızarak," bu adamı buradan uzaklaştırınız." diye emretti.) Memurlar Arap adama; “Halife tavafını bitirene kadar biraz sabret!" dediler.

Arap adam onların cevabında şöyle dedi: “Allah-u Teala’nın, bu kutsal yerde herkesi eşit bildiğini ve Kur’an-ı Kerim’de; “Mescid’ul-Haram’ı (Ka’be’yi), yerli olsun, dışarıdan gelmiş olsun, onu eşit insanlar için kıldık”[57] diye buyurmuş olduğunu bilmiyor musunuz?

Harun bu sözü Arap’tan duyunca kendi muhafızına; “Onunla bir işin olmasın, onu kendi haline bırak” diye emretti. Sonra “Hacer’ul-Esved”i istilam etmek (ona el sürmek) için ona doğru gitti. Arap adam orada da öncelikle davranıp ondan önce Hacer’ul-Esved’i istilam etti!

Daha sonra Harun, namaz kılmak için Makam-ı İbrahim’e geldi. Yine de Arap adam Harun’dan önce oraya yetişti ve namaz kılmakla meşgul oldu.

Harun namazını bitirir bitirmez, o adamı ihzar etmelerini emretti. Adam Harun’un bu emrini duyunca şöyle dedi: “Benim halifeyle bir işim yoktur, eğer halifenin benimle bir işi varsa, onun kendisi benim yanıma gelsin!”

Harun istemediği halde o adamın karşısına gelip ona selam verdi; Arap adam da selamının cevabını verdi.

Harun, “Burada oturmama izin veriyor musun?”dedi.

Arap, “Burası benim mülküm değildir, biz burada eşitiz, istediğin takdirde oturabilirsin!”dedi.

Harun, (Arap adamın bu şekil konuşmasından rahatsız olarak ona) Senden dini bir mesele sormak istiyorum, doğru cevap vermediğin takdirde sana eziyet edeceğim.”dedi.

Arap, “Senin sorun, (bilmediğin bir meseleyi) öğrenmek için mi, yoksa (bu yolla) bana eziyet etmek mi istiyorsun?”dedi.

Harun, “Elbette öğrenmek içindir.”dedi.

Arap, “Çok iyi! Ama ayağa kalkman ve öğretmeninden bir soru sormak isteyen bir öğrenci gibi benim karşımda oturman gerekir.”dedi.

Harun mecburen kalkıp onun karşısında toprak üstünde oturdu.

Harun, “Söyle bakalım, Allah Teala ne gibi şeyleri sana farz kılmıştır?”dedi.

Arap, “Farzın hangi kısmından soruyorsun? Bir farzdan mı, beş farzdan mı, on yedi farzdan mı, otuz dört farzdan mı, doksan dörtten mi, yüz elli üçten mi, on ikinin birinden mi, kırkta birden mi, iki yüzde beşten mi, ömür boyuca bir defa olandan mı, veya birbirine karşılık olandan mı soruyorsun?” dedi.

Harun, “Ben bir farzdan sordum, ama sen bana bunca sayılar saydın!”dedi.

Arap, “Eğer din, dünyada sayı ve hesap üzere olmasaydı Allah-u Teala kıyamet günü insanlar için bir hesap açmazdı. Sonra şu ayeti okudu:

“Bir hardal tanesi bile olsa onu (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz.”[58]

Bu esnada Arap adam halifeyi ismiyle çağırdı. Harun oldukça öfkelendi, öyle ki kıpkırmızı kesildi. (Çünkü halifenin görüşüne göre herkesin ona Emir’ul- Muminin demesi gerekirdi.) Öfke ve gazap alameti yüzünde belirdiği halde şöyle dedi:

“Dediğin şeyleri açıkla! Açıklayabilirsen serbestsin, aksi takdirde Safa ile Merve arasında boynunun vurulmasını emredeceğim!”

Koruyucu halifeye; “Allah aşkına onu bu kutsal mekanda öldürme” diye rica etti!

Arap adam, koruyucunun bu sözünden dolayı güldü!

Harun- “Niçin güldün?”diye sordu.

Arap, “Sizin ikinizin halinden gülmem tuttu. Çünkü hanginizin daha cahil olduğunu bilmiyorum. Zira eceli yetişmiş olan bir kimsenin mi, yoksa eceli yetişmeyen bir kimseyi öldürmek için acele eden birinin mi affedilmesi isteniyor ?!”dedi.

Harun, “Velhasıl dediğin şeyleri izah et!”dedi.

Arap, “Allah Teala’nın, bana neyi farz kıldığı şeyden soru sordun, cevabı şudur ki; Allah Teala çok şeyleri bana farz kılmıştır.

“Farz olan bir şeyden mi soru soruyorsun?” sözümden maksadım, İslam dinidir. (Zira her şeyden önce ona uymak kullara farzdır.)

Beşten maksadım beş vakit namazlardı; on yediden maksat farz namazların on yedi rekat olmasıdır; otuz dörtten maksat, namazların secdeleridir; yüz elliden maksat namazın tesbihleridir; on ikiden birinden maksat, Ramazan ayıdır ki, on iki aydan sadece bir ayın oruç tutulması farz kılınmıştır; kırkta birinden maksat, kırk dinar altını olan bir kimsenin zekat olarak bir dinar vermesinin farz olmasıdır; iki yüzden beşinden maksat, iki yüz gümüş dirhemi olan bir kimsenin, zekat olarak beş dirhem vermesinin gerekliliğidir.

“Ömür boyu sadece bir defa farz olandan mı soruyorsun?” sözümden maksadım, Allah’ın evinin (Ka’be’nin) ziyaretidir ki, ömür boyu sadece bir defa, istitaatı (gücü ve imkanı) olan kimseye farz olur. Biri birine karşılıktan maksadım, kim haksız yere bir kimseyi öldürürse, ona karşılık olarak sadece katilin öldürülmesidir. Allah-u Teala; “En nefs-u bi’n nefs” (Cana karşılık can... kısas edilmelidir) buyuruyor.

Arap adamın sözü son bulunca Harun, bu meselelerin tefsir ve açıklanmasından ve Arab’ın sözünün güzelliğinden bir hayli hoşnut oldu, onun ilim açısından büyük bir şahsiyet olduğuna kanaat etti ve ona karşı olan öfkesi artık sevgiye dönüştü.

Arap daha sonra Harun’a hitaben şöyle dedi:

“Sen bir takım şeyler benden sordun, ben de cevap verdim. Şimdi ben de senden soru sormak istiyorum, sen de onlara cevap ver! Cevap vermiş olursan bu bir kese altın senin kendi malındır, istediğin takdirde onu bu kutsal mekanda sadaka verebilirsin; cevap veremezsen, o zaman sen, kendi kabilemin fakirleri arasında taksim etmem için bir kese altın bana vermelisin.

Harun çaresizlikten bu öneriyi kabul etti. Arap adam Harun’a şöyle bir soru yöneltti:

“Bir erkek sabahleyin kendisine haram olan bir kadına baktı, ama öğle olunca o kadın ona helal oldu, ikindi olunca tekrar kadın ona haram oldu; akşam olunca yine o kadın ona helal oldu, gece olunca tekrar o erkeğe haram oldu, ertesi gün sabah olunca o kadın ona yine helal oldu, öğle olunca tekrar ona haram oldu, ikindi olunca yine helal oldu, akşam olunca tekrar haram oldu, gece olunca yine helal oldu.”

Bu meseleleri nasıl çözmek gerekir? Biliyorsan ise çöz!”

Harun, “Ey Arap beni bir denize attın! Lütfen kendin cevap ver.”dedi.

Arap, “Acayip bir halifesin! Bu çeşit meselelerin çözümünden aciz kalman ve bir de Müslümanların halifesi olduğunu iddia etmen hiç doğru değildir!”dedi.

Harun, “İlim senin makamını yükseltmiş, kendin açıkla!”

Arap, “Sabahleyin erkeğin ona bakması haram olan kadın, parayla satın alınan bir cariye idi, öğle olunca o erkek onu sahibinden aldı ve böylece ona helal oldu; ikindi olunca onu azat etti, böylece ona haram oldu; akşam olunca onu nikahladı, böylece ona helal oldu; gece olunca ona talak verdi, böylece ona haram oldu; ertesi günün sabahı rücu etti (döndü), böylece kadın ona helal oldu; öğle olunca zihar etti (sen bana annemin sırtı gibisin dedi), böylece ona helal oldu; ikindi olunca ziharın keffaretini verdi, böylece ona helal oldu; akşam olunca kadın mürted (kafir) olarak haram oldu, ama geceleyin tövbe etti ve böylece kocasına helal oldu.”

Harun, bu cevaba şaşırıp kaldı. On bin dirhemin ona verilmesini emretti. Ama Arap muhtaç olmadığını söyledi.

Harun, “Ömür boyu rahat olman için sana aylık bağlamamı istiyor musun?”dedi.

Arap, “Sana rızk veren beni unutmaz.”dedi.

Harun, “Borcun varsa söyle ödeyelim.”dedi.

Arap, “Allah Teala’nın kendisi borçları ödüyor.”dedi.

Harun, “İsmin nedir?”diye sordu.

Arap, “ Musa bin Cafer!”dedi.

Harun İmam (a.s)’ı ilk kez görüyordu, İmam (a.s) da, halkın kendisini tanımaması için elbisesini değiştirdiğinden dolayı kimse onu tanıyamamıştı.[59]

 


 

55- MEMUN VE HIRSIZ!

 

Muhammed bin Sinan şöyle naklediyor:

Horasan’da mevlam Hz. Rıza (a.s)’ın yanında idim. Memun o zamanları genellikle İmam Rıza (a.s)’ı sağ tarafında oturtuyordu.

Memun’a bir adamın hırsızlık yaptığını bildirdiler. Memun o adamın getirilmesini emretti. Hazır olduğunda Memun, alnındaki secde izinden dolayı onu zahitler kıyafetinde gördü. Bundan dolayı hırsıza; “Öf bu güzel ize ve bu çirkin işe! Acaba (alnındaki) gördüğüm bu güzel eser ve zahitlik simasıyla mı seni hırsızlık yapmakla suçluyorlar?”

Zahid adam, “Ben bu işi (hırsızlığı) çaresiz olduğumdan dolayı yaptım. Çünkü sen, humus ve ganimetlerden benim payımı vermiyorsun!”dedi.

Memun, “Senin humus ve ganimetlerde ne hakkın vardır?” dedi

Zahid, “Allah-u Teala humusu beş yere taksim edip şöyle buyurmuştur:

“Biliniz ki elde ettiğiniz ganimetin humusu (beşte biri) Allah’ın, Resulün, zevil kurbanın (Peygamber’in akrabalarının), yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur.”[60]

Yine ganimeti de altı yere bölüp şöyle buyurmuştur: “Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından peygamberine verdiği fey (mal, servet, toprak vb.), Allah’a, Peygamber’e, yakın akrabalığı olanlara (Ehl-i Beyt’e), yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir? Öyle ki (bu mal ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet olmasın.”[61]

Bu ayetlerin gereğince, ben yolcu ve yoksul olduğum halde sen beni hakkımdan mahrum kılmışsın.”dedi.

Memun, “Acaba ben, senin bu sözlerinle Allah’ın hüküm ve cezalarından birini terk mi edeyim?”dedi.

Zahid, “İlk önce kendini arındır, daha sonra başkalarını arındırmaya çalış! İlk önce Allah’ın haddini (cezasını) kendine uygula, daha sonra başkalarına uygula!”dedi.

Memun artık cevap veremedi, İmam Rıza’ya dönerek; “Bu konuda senin görüşün nedir?” dedi.

İmam Rıza (a.s)- “Bu adamın maksadı şudur ki, sen hırsızlık yaptığın için, o da hırsızlık yapmıştır!”

Memun bu sözden öfkelenip hırsızlık yapan adama dönerek şöyle dedi: “Allah’a ant olsun ki senin elini kestireceğim.”

Zahid, “Acaba sen mi benim elimi kestiriyorsun, oysa ki sen benim kölemsin?!”dedi.

Memun, “Yazıklar olsun sana, ben nasıl senin kölen oldum?!” dedi.

Zahid, “Senin annen Müslümanların malıyla alındığından dolayı seni azat etmedikleri serece bütün Müslümanların kölesisin; ben de seni azat etmemişim.

Üstelik sen humusu da yutmuşsun! Binaen aleyh ne Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inin hakkını eda etmişsin, ne de benim ve benim gibi olanların hakkını vermişsin. Bir de kirli (suçlu) birisi, kendisi gibi çirkefli birisini temizleyemez; temiz bir kimsenin bulaşık bir şeyi temizlemesi gerekir. Hadde (şer’i cezaya) layık olan birisi kendisinden başlamadan önce başka birisine had uygulayamaz! Allah Teala’nın şöyle buyurduğunu duymamış mısın?:

“Siz insanlara iyiliği emrediyorken kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz Allah’ın kitabını okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?”[62] dedi.

Bu esnada Memun İmam (a.s)’a yönelerek; “Bu şahıs hakkında görüşün nedir?” diye sordu.

İmam Rıza (a.s) cevaben şöyle buyurdular:

Allah (c.c) Hz. Muhammed (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur:

“Allah Teala’nın kullara verdiği bir hüccet-i baliğası (üstün ve apaçık delili) vardır. Hüccet-i baliğa öyle bir hüccettir ki, cahil bir şahısa yetiştiğinde alim bir şahıs gibi onu anlar, dünya ve ahiret hüccetle ayakta durmuşlardır!”

İmam Rıza (a.s)’ın sözü buraya vardığında Memun, zahid adamın serbest bırakılmasını emretti.

Memun bu olaydan sonra, halkın arasına çıkmıyordu, Hz. Rıza (a.s) hakkında düşünceye dalmıştı; nihayet İmam (a.s)’ı zehirleyerek şehit etti.[63]

 


 

56- MEMUN VE BALIK AVLAMAK!

 

Bir gün Memun balık avlamak için kendi sarayından dışarı çıktı. Güzergahda, İmam Cevad (a.s)'ın da içlerinde olduğu bir grup çocukla karşılaştı. İmam Cevad’dan başka bütün çocuklar kaçtı. Memun bu durumu görünce; “Onu (İmam Cevad’ı) benim yanıma getirin” diye emretti.

Memun, “Neden diğer çocuklar gibi sen de kaçmadın?”

İmam (a.s)- “Ben kaçmama sebep olacak bir hata yapmamıştım, yol da, kenara çekilerek sana yol açacak kadar dar değildi, istediğin yerden gidebilirdin.”dedi.

Memun, “Sen kimsin?”diye sordu.

İmam (a.s), “Ben Muhammed bin Ali bin Musa bin Cafer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyn bin Ali bin Ebu Talib’im!”dedi.

Memun, “İlim açısından ne seviyedesin?”diye sordu.

İmam (a.s), “Benden göklerin haberi hakkında sor!”dedi.

Memun İmam (a.s)’ın yanından ayrılıp kendi yoluna devam etti. Memun’un elinin üzerinde beyaz bir avcı doğan vardı. Doğanı bıraktı, doğan uçup bir müddet gözlerden kayboldu. Daha sonra, diri bir yılanı[64] avlamış olduğu halde geri döndü. Memun yılanı özel bir yere bıraktı. Sonra etrafındakilere; “O çocuğun eceli bugün (benim elimle) yetişmiştir!” deyip bir grup çocuk arasında bulunan İmam Cevad’ı yanına çağırttı.

Memun İmam Cevad’a: “Sen yer ve göklerin haberinden ne biliyorsun?” diye sordu.

İmam Cevad (a.s) cevaben şöyle buyurdular:

“Ben babalarımdan, babalarım da Peygamber (s.a.a)’den, o da Cebrail’den, o da alemlerin Rabbinden şöyle buyurduğunu duymuşuz:

“Yerle gök arasında dalgalı ve çalkantılı bir deniz vardır, o denizde karınları yeşil ve sırtlarında siyah noktalar bulunan bazı balıklar bulunmaktadır. Şahlar, bilginleri onlarla imtihan etmek için beyaz doğanlarıyla onları avlarlar!”

Memun bu cevabı duyunca; “Sen, babaların, ceddin ve Rabbin hepiniz doğru söylediniz!” dedi.[65]

 

57- KISKANÇLIK ALEVİ!

 

Yaz mevsiminin sonlarında, Hicri 218. Yılının Recep ayının on ikinci gecesi Abbasi halifesi olan Memun dünyadan göçtü ve “Tarsus”* bölgesinde toprağa verildi. Ondan sonra kardeşi Mu’tesim hilafet makamına geçti. Mümkün olan her yolla liderlik temellerini sağlamlaştırmaya çalışan Mu’tesim, İmam Cevad (a.s) tarafından gelebilecek tehlikeleri önlemek ve İmam’ın kendisini gözetimi altında bulundurmak için Hazreti Medine’den Bağdat’a getirtti.

İmam Cevad (a.s)’ın Bağdat’a yerleşmesinden uzun bir süre geçmemişken, Abbasi halifesi olan Mu’tesim’in emriyle İmam (a.s) zehirletilerek şahadete erişti. Bu olay, bir macera sonucu gerçekleşti; o macera şöyledir:

Memun’un kadılarından olan İbn-i Ebi Duad’ın samimi dostu Zerkan şöyle diyor:

Bir gün İbn-i Ebi Duad, çok gamlı olduğu halde Mu’tesim’in yanından döndü; üzüntüsünün sebebini sordum. Cevaben şöyle dedi:

“Bugün, keşke yirmi yıl bundan önce ölmüş olsaydım diye arzu ettim.”

Zerkan, “Niçin?”diye sordu.

İbn-i Ebi Duad, “Mu’tesim’in huzurunda Ebu Cafer (İmam Cevd -a.s-) tarafından benim aleyhime tamam olan bir meseleden dolayı.” dedi.

Zerkan, “Meğer ne oldu (mesele ne idi?)”diye sordu.

İbn-i Ebi Duad, “Bir hırsızı halifenin yanına getirdiler, hırsız kendi hırsızlığına itiraf etti, halifeden, şer’i cezayı uygulamasıyla (günahının) temizlenmesini istedi. Halife alimleri bir araya topladı, Ebu Cafer (İmam Cevad) de orada idi. Halife bize; “Hırsızın eli nereden kesilmelidir?” diye soru sordu. Ben de; “Bilekten” dedim. Halife; “Delilin nedir?” dedi. Ben de cevaben; “El, parmaklardan bileğe kadardır. Çünkü Allah-u Teala; “Teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün.”[66] buyurmuştur. Bu ayatten maksat, parmaklardan elin bileğine kadar olan kısımdır.” dedim.

Alimlerden bazıları da benim sözümü teyit edip "hırsızın eli bilekten kesilmelidir." dediler. Bazıları da hırsızın elinin dirsekten kesilmesi kanısında idiler. Çünkü Allah-u Teala abdest ayetinde şöyle buyurmuştur: “Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın...”

Bu ayet, elin sınırının dirseye kadar olduğuna delalet etmektedir.

Daha sonra Mu’tesim, Ebu Cafer’e (İmam Cevad’a) dönüp On’a; “Bu mesele hakkında görüşün nedir?” diye sordu. O da cevaben; “Buradakiler bu konu hakkında konuştular, beni muaf kıl” dedi. Mu’tesim yine sözünü tekrarladı, o da maziret istedi. Nihayet Mu’tesim şöyle dedi: “Allah aşkına bu konuda bildiğini söyle.”

Bunun üzerine Ebu Cafer (İmam Cevad) şöyle dedi:

“Beni yemine verdiğin için (bu konu hakkında) görüşümü söylüyorum. Bunların hepsi yanıldılar. Çünkü hırsızın elinin ayasının kalması için parmakları kesilmelidir.”

 Mu’tesim- “Bu fetvanın delili nedir?”

Ebu Cafer- “Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Secde, bedenin yedi uzvuyla tahakkuk bulur; yüz (alın), iki elin ayası, iki dizlerin kapağı ve iki ayak ( ayaktaki iki büyük parmaklar).” Binaenaleyh eğer hırsızın eli bilekten veya dirsekten kesilmiş olursa, artık secde zamanı yere bırakacak bir eli kalmıyor.

Allah-u Teala da buyurmuş ki:

“Secde yerleri Allah içindir, öyleyse Allah’la birlikte bir kimseyi çağırmayın...” Secde yerlerinden maksat, yedi uzuvdur; Allah için olan şey kesilmez.”

Mu’tesim, bu sözden hoşu gelip hırsızın sadece parmaklarının kesilmesini emretti.

İbn-i Ebi Duad sonra şöyle ekliyor:

Bu esnada halim öyle bir şekilde değişti ki sanki kıyamet kopmuştu, keşke ölseydim de böyle bir günü görmeseydim diye arzu ettim.

Üç günden sonra Mu’tesim’in yanına gidip ona şöyle dedim:

“Halifenin hayrını isteyerek ona tavsiye etmek bana farzdır; ben şimdi ateşe (cehenneme) girmeme sebep olacak bir söz söyleyeceğim.”

Mu’tesim; “Hangi sözü söyleyeceksin?” diye sordu. Ben de cevaben şöyle dedim: “Halife kendi meclisinde, bir dini mesele için fakih ve alimleri topluyor, ordunun komutanları ve ülkenin büyük şahsiyetlerinin bulunduğu ve dinledikler bir yerde bir meselenin hükmünü onlardan soruyor, onlar da cevap veriyorlar, ama halife alimlerin görüşlerini kabul etmiyor, sadece Müslümanların yarısının imamet ve önderliğine inandıkları ve onu hilafete (daha) layık bildikleri bir kişinin sözünü kabul ediyor. Bu, halife için güzel değildir!”

Bu esnada halifenin rengi değişti ve sarsılıp şöyle dedi:

“Bana iyi tavsiye ettiğinden dolayı Allah sana mükafat versin.”

Daha sonra Çarşamba günü katiplerinden birine, Ebu Cafer’i (İmam Cevad’ı) evine davet etmesini emrettı: O da öyle yaptı. Ama Ebu Cafer kabul etmeyip mazeret istedi. Fakat Mu’tesim kendi davetinde ısrar edip şöyle dedi: “Mübarek ayaklarını teberrük etmem için evime gelmen gerekir. Ayrıca halifenin vezirlerinden bir kaç kişi seni görmek istiyorlar.”

Ebu Cafer mecburen halifenin davetini kabul etti ve onun evine gitti. Ama onlar Ebu Cafer’in yemeğine zehir dökmüşlerdi. Yemekten yer yemez, yemeğin zehirle karıştırıldığının farkına vardı. Bu yüzden kalkıp hareket etmek istedi. Ev sahibi ise kalmasını rica etti. Ama o; “Senin evinde olmamam senin için daha iyidir!” dedi.

Ebu Cafer (İmam Cevad) bir süre rahatsızdı, nihayet zehir bütün bedenine işledi; sonuçta dünyaya gözlerini kapattı (şehit oldu).[67]

 


 

58- SEVGİNİN FAYDASI

 

Bir şahıs, Yusuf bin Yakub’u Abbasi halifesi olan Mütevekkil’e ispiyonladı. Mütevekkil, onu cezalandırmak için ihzar etti.

Yusuf; “Eğer Allah Teala beni sağ-salim evime geri çevirir ve Mütevekkil’den taraf bana bir zarar dokunmazsa İmam Ali Naki’ye yüz eşrefi (18 nohut ağırlığında altın) vereceğim” diye adakta bulundu.

O sırada halife İmam (a.s)’ı Hicaz’dan Samerra’ya getirip kendi yanında tuttu. İmam (a.s) da geçim açısından sıkıntı içerisinde idi.

Yusuf, Samerra’nın girişine yetişince kendi kendine şöyle dedi: “Mütevekkil’in yanına gitmeden önce yüz eşrefiyi İmam’a vermem daha iyi olur. Ama İmam’ın evini tanımıyorum, diğer taraftan da Mütevekkil onunla görüşmeyi yasaklamıştır, kimse onun evine gidemiyor. "Burada ne geziyorsun." diyebilirler.”

Bu düşündeyken bineğimi serbest bırakmam ve böylece kimseden sormadan Allah’ın lütfuyla İbn’ur- Rıza’nın (İmam Hadi’nin) evine gitmem aklımdan geçti. Bineği serbest bıraktım, pazar ve sokaklardan geçip bir evin önünde durdu. Her ne yaptımsa hareket edip oradan geçmedi. Bir adama; “Bu ev kimin evidir?” diye sordum. "Rafiziler’in İmamı olan İbn’ur-Rıza’nın evidir." dedi!

Bu hadiseyi, İbn’ur- Rıza’nın azametinin bir nişanesi olarak telakki ettim. Bu haldeyken evden bir zenci hizmetçi dışarı çıkıp; “Yusuf bin Yakub sen misin?” diye sordu. "Evet benim" dedim. Bineğinden in dedi. Ben de binekten indim, beni eve aldı.

Ben kendi kendime: "Bu, İbn’ur- Rıza’nın hakkaniyetinin ikinci delilidir." dedim. Çünkü beni görmemişken tanıdı!

Köle daha sonra; “Adadığın yüz eşrefiyi bana ver” dedi.

Ben yine kendi kendime: "Bu da O Hazretin hakkaniyetinin üçüncü delili!" dedim. Parayı (eşrefileri) hizmetçiye verdim o da alıp gitti, biraz sonra gelerek beni evin içine götürdü. İçeriğe girince azametli bir şahsın yalnız başına oturmuş olduğunu gördüm. Bana hitaben; “Ey Yusuf! İslam’ı seçmen için yeterli miktarda delil görmedin mi?” dedi. Ben de; “Yeterli miktarda gördüm” dedim.

İbn’ur- Rıza bu sözüm üzerine şöyle buyurdu: “Heyhat! Sen Müslüman olmayacaksın, ama senin oğlun İshak Müslüman ve Şii olacaktır. Ey Yusuf! Halk zannediyor ki, sizin bize karşı olan sevgi ve dostluğunuzun faydası yoktur. Allah’a ant olsun ki, onların zannettikleri gibi değildir. Kimin bize karşı sevgisi olursa, ister Müslüman olsun ister gayri Müslüman faydasını mutlaka görecektir. Huzurlu olarak Mütevekkil’in yanına git, hiç kaygı ve düşüncen olmasın. Sen bu şehre vardığında Allah Teala, seni buraya getirmek için bir meleği görevlendirdi; seni buraya getiren hayvan da ahirette cennete gidecektir.”[68]

 

 


 

59- TORBALARLA OLUŞTURULAN DAĞ!

 

Abbasi halifesi olan Mütevekkil, askeri gücüne dayanarak muhaliflerini korkutmak istiyordu. Böyle bir düşünceye sahip olduğundan dolayı, bir ara, doksan bine ulaşan ordusunun fertlerine, at torbalarını kırmızı toprakla doldurup geniş bir çölde onları üst üstte dökmelerini emretti.

Askerler, Mütevekkil’in emrini yerine getirdiklerinde üst üste dökülmüş yığınla topraklardan büyük bir dağ oluştu. Mütevekkil tepenin üzerine çıkıp İmam Hadi (a.s)’ı kendi yanına çağırarak; “Ordumu görmen için seni buraya çağırdım!” dedi. Üstelik Mütevekkil, ordusuna, savaş elbiselerini giyip silahla donanmalarını da emretmişti.

Mütevekkil’in bu hareketten amacı, inkılapçıları (hükümet aleyhine ayaklanmak isteyenleri), özellikle Mütevekkil’in aleyhine kıyam emri verebilecek güce sahip olan İmam Hadi (a.s)’ı tehdit etmekti.

İmam Hadi (a.s) Mütevekkil’in bu hareketten amacının ne olduğunu bildiğinden dolayı ona şöyle buyurdu: “Acaba sen de benim ordumu görmek istiyor musun?”

Mütevekkil; “Evet” dedi.

İmam (a.s) bu esnada bir dua okudu! Aniden yerle gök ve doğuyla batı arası silahlı meleklerle dolmuş oldu. Mütevekkil bu durumu görünce düşüp bayıldı.[69]


 

60- FİLOZOF VE KARARI!

 

Irak’ın ünlü filozofu “İshak-i Kindi” zamanın birinde, kendi zannıca Kur’an’ın çelişen ve mütenakız ayetleri hakkında bir kitap yazmayı düşündü ! Bu işi yapması için evinde oturup bir şeyler yazmakla meşgul oldu.

Bir gün onun öğrencilerinden biri İmam Hasan Askeri (a.s)’ın huzuruna vardı.

İmam (a.s),“Acaba sizin aranızda üstadınızı, Kur’ân hakkında başlattığı işten alıkoyabilecek yiğit birisi var mıdır?”dedi.

Öğrenci, “Biz onun öğrencilerindeniz, onun bu işi veya diğer işleri hakkında onu nasıl bu işten vazgeçirebiliriz?”

İmam (a.s), “Sana öğretmek istediğim şeyi üstadının yanında yapmaya hazır mısın?”dedi.

Öğrenci, “Evet.”dedi.

İmam (a.s), “Onun yanına git, ona karşı çok sıcak ve şefkatli davran; öyle ki artık birbirinize ünsiyet etmiş olasınız. Yapmak istediği işlerde ona yardımcı ol. Tam samimi olduğunuzda ona de ki; “Aklıma bir soru takılmıştır, onu söylemek için izninizi istiyorum, zaten sizin gibi birisinden bu izin beklenmektedir." Daha sonra şöyle de: “Eğer bu Kur’anın yaratıcısı senin yanına gelip de; Benim bu sözden maksadım senin düşündüğün mana değildir." derse nasıl olur?”

Üstat sana, “Evet, böyle bir şey diyebilir?” diyecektir. Çünkü üstadın senin ne söylediğini çok iyi anlıyor. Cevap verdiğinde ona de ki: “Sen Kur’an’ın maksadını nereden anladın? Şayet sizin zannettiğiniz gibi değildir !”

Öğrenci İmamdan bu sözleri öğrendikten sonra filozofun yanına gitti. İmam’ın buyurduğu gibi ilk önce onunla samimi ve dost olmaya çalıştı, daha sonra İmam’ın ona öğrettiği sözü üstada söyledi. Bu söz onu çok etkiledi. Öğrenciye; “Dediğin sözü bir kez daha tekrarla” dedi. O da söylemiş olduğu sözü tekrarladı.

Filozof, biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Söylediğin söz, lügat (sözcük) açısından mümkündür, bakış açısından da dikkate şayandır.”

Başka bir rivayete göre filozof ona şöyle dedi: “Allah aşkına söyle bakalım, bu sözü kimden öğrendin?”

Öğrenci ilk önce o sözün kendi sözü olduğunu söyledi. Ama filozofun ısrarıyla gerçeği söyleyerek "İmam Hasan Askeri’den öğrendim." dedi.

Filozof sonra şöyle dedi:

“Şimdi doğruyu söyledin. Çünkü böyle bir sözü o aileden başkası söyleyemez.” Filozof daha sonra, yazdığı bütün şeyleri yakmalarını emretti! [70]


 

61- HZ. MEHDİ (A.S)’IN DOĞUMU

 

Hz. Hüccet bin Hasan İmam- ı Asr (Hz. Mehdi -a.s-) Hicretin 255. yılı Şaban ayının on beşinde “Samerra”da gözlerini dünyaya açtı.

İmam Muhammed Taki (a.s)’ın kızı Hekime şöyle naklediyor: İmam Hasan Askeri (a.s) beni çağırıp şöyle buyurdu: “Hala ! Bu gece Şaban ayının yarısıdır, bu gece bizim yanımızda iftar et! Allah Teala bu gece kendi hüccetini aşikar edecektir (dünyaya getirecektir.)

Hekime, “Doğacak oğlun annesi kimdir?”diye sordu.

İmam (a.s), “Nercis’tir.”dedi.

Hekime, “Fedan olayım ! Ben onda hamilelikle ilgili hiçbir eser görmüyorum!”dedi.

İmam (a.s), “Maslahat budur; dediğim gibi olacaktır.”diye buyurdu.

Hekime şöyle ekliyor: Eve girdim, selam verip oturdum. Nercis hatun geldi, ayakkabılarımı çıkarıp şöyle dedi:

- “Benim banum (hanım efendi)! İyi geceler.”

Hekime, “Bizim ailenin banusu sensin!”dedi.

Nercis, “Hayır! Ben nerede, bu yüce makam nerede!”dedi.

Hekime, “Kızım! Bu gece Allah-u Teala sana öyle bir evlat verecek ki, dünya ve ahiretin efendisi olacaktır.”dedi.

Hekime diyor ki: Nercis bu sözü benden duyunca utanarak oturdu. Ben namazımı kıldım, iftar edip uyudum. Gece yarısı uyandım, gece namazını kıldım, Nercis’in de uyumuş olduğunu gördüm, onda doğum alametlerinden hiçbir şey gözükmüyordu. Namazın takibinden (dua ve zikirden) sonra tekrar yattım. Çok geçmeksizin ıstırapla kalktım, Nercis’in de uyanmış olduğunu gördüm; namaz kılıyordu. Ama yine de doğum nişanelerinden hiçbir şey onda gözükmüyordu. Biraz şüpheye düştüm.

Bu esnada İmam Hasan Askeri (a.s) kendi yerinden yüksek bir sesle; “Halacığım! Acele etme, doğum vakti yaklaşmıştır.” buyurdular.

İmam’ın sesini duyduktan sonra, Elif lam Mim (Bakara), Secde ve Yasin surelerini okumakla meşgul oldum. Aniden Nercis ıstırapla uykudan uyandı ve ayağa kalktı. Ben ona yaklaştım, Allah’ın ismini dile getirdim (söyledim), "kendinde bir şey hissediyor musun?" diye sordum.

Nercis, “Evet, halacığım!” dedi.

Hekime, “Mustarip olma, güçlü ol; işte bu sana verilen müjdedir.”dedi.

Daha sonra beni ve Nercis’i uyku bastı. Uyananca, o göz nurunun doğmuş olduğunu gördüm, yedi uzvuyla secde halinde idi. Onu kucağıma aldım, onun doğum pisliğinden tertemiz olduğunu gördüm.

Bu sırada İmam Hasan Askeri (a.s) bana seslenerek; “Halacığım! Oğlumu yanıma getir” diye buyurdular.

Ben de o çocuğu İmam’ın yanına götürdüm. İmam (a.s) onu bağrına bastı, dilini onun ağzına bıraktı, elini gözü ve kulağına sürerek; “Oğlum! Benimle konuş” buyurdu. O bebek de şöyle dedi:

“Eşhedu en la ilahe illellah, vahdehu la şerike leh ve eşhedu enne Muhammed’en Resulullah.”

Daha sonra Hz. Ali’den babası İmam Hasan Askeri’ye kadar diğer İmamlara salat ve selam gönderdi. Sonra sustu.

İmam (a.s): “Halacığım! Onu annesinin yanına götür, ona da selam versin; sonra tekrar yanıma getir!” buyurdu. Onu annesinin yanına götürdüm, selam verdi, annesi de onun cevabını verdi. Tekrar onu babasının yanına götürdüm..."[71]


 

62- İMAM MEHDİ (A.S) İLE MÜLAKAT

 

Allame Meclisi (r.z) babasından şöyle naklediyor:

Bizim zamanımızda Emir İshak Esterabadi (r.z) isminde çok mümin ve salih bir şahıs vardı. Kırk defa yaya olarak hacca gitmişti. Halk arasında tayy’ül arz (bir anda kaç fersah yolu kat eden) lakabıyla meşhur olmuştu. Bir yıl İsfahan’a geldi. İsfahan’a geldiğinden haberim olunca görüşüne gittim. Hal hatır sorduktan sonra ona; “Acaba gerçekten sizin tayy’ül arz’ınız var mı? Çünkü halk arasında böyle meşhur olmuştur” dedim.

Cevaben şöyle dediler:

Bir yıl Mekke’ye müşerref oldum, hac kafilesiyle bir konağa vardık, o konaktan Mekke’ye yedi veya dokuz konak (elli fersahtan fazla) bir mesafe vardı. Ben bazı sebeplerden dolayı kafileden geriye kalmıştım, yavaş-yavaş tamamıyla onlardan ayrı düştüm. Asıl caddeyi kaybettiğimden dolayı şaşkınlık içerisinde kalmıştım. Susuzluk beni öyle etkilemişti ki, diri kalacağımdan artık ümidimi kesmiştim. Bir kaç defa; “Ey Salih! Ey Eba Salih! (Ey İmam-ı Zaman!) Beni caddeye hidayet et” diye feryat ettim.

Bu sırada uzaktan bir şebeh (karartı) gördüm, düşünceye daldım! Kısa bir süreden sonra o şebeh yanımda hazır oldu. Buğday renkli, güzel simalı ve temiz elbiseli bir genç olduğunu gördüm. Siması büyük bir şahsiyet olduğunu gösteriyordu, bir deveye binmişti, yanında da bir su kabı vardı. Ona selam verdim, o da selamın cevabını verdikten sonra “Susuz musun?” diye sordu. Ben de; "Evet susuzum." dedim. Su kabını bana verdi, ben de o sudan içtim. Sonra; “Kafileye yetişmek istiyor musun?” diye sordu.

Sonra beni devenin arkasına bindirdi, birlikte Mekke’ye doğru hareket ettik. Ben her gün “Hırz-i Yemani” duasını okurdum, yine o duayı okumakla meşgul oldum. Duanın bazı cümlelerinin yanlış olduğunu tezekkür verip şöyle oku diyordu.

Bir kaç dakika geçmeksizin bana; “Burayı tanıyor musun?” diye sordu. Bakınca Mekke olduğunu gördüm. “İniniz!” diye emrettiler. İndiğimde geri dönüp gözlerden kayboldu. Bu esnada onun İmam Mehdi (a.s) olduğunun farkına vardım.

Ondan ayrılmama ve onunla birlikte olup da onu tanımadığımdan dolayı çok üzüldüm. Yedi gün geçtikten sonra, bizim kafilemiz Mekke’ye ulaştı.

Kafilemizde olanlar, benim sağ kalmamdan ümitlerini kestikten sonra birden beni Mekke’de gördüler. İşte bu yüzden halk arasında tayy’ül arz’a sahip olmakla meşhur oldum.

Allame Meclisi (r.a) bu hikayeyi naklettikten sonra, babasının şu sözünü de ekliyor: “Hırz-ı Yemani” duasını onun yanında okudum, yanlış yerlerini düzeltti, onu nakil ve tashih etmeyi bana icaze verdiğinden dolayı da Allah’a şükür ediyorum.[72]

 


 

63- HAMAMCI EBU RACİH VE İMAM

ZAMAN (A.S)

 

Necef’ul- Eşref’’in yakınlarında yer alan “Hille” şehrinin muhlis şiilerinden olan Ebu Racih, o şehrin umumi hamamlarından birisinin sorumlusu idi. Bundan dolayı o şehrin halkının çoğu onu tanıyorlardı. O zaman “Hille” şehrinin valisi Mercan Sağir isminde bir şahıs idi. Bazı kimseler, Ebu Racih-i Hemmami’nin Resulullah (s.a.a)’in münafık ashabından bazılarına dil uzattığını ona söylediler. Vali o şahısın ihzar edilmesini emretti.

Onu getirdiklerinde onun suratına o kadar yumruk ve tekme vurdular ki, dişleri yerinden çıktı! Dilini çıkarıp çuvaldızla deldiler, (bıçakla) burnunu kestiler, onu çok vahim bir halde bir grup gaddar kimselere teslim ettiler. O zalimler de onun boynuna bir ip atıp Hille şehrinin sokak ve caddelerinde dolaştırdılar!

Bedeninden o kadar kan aktı ki, artık yürümeye gücü kalmadı, onun yaşayabileceği ümit edilmiyordu. Vali onu öldürmek isteğinde, orada hazır olanlardan bazıları şöyle dediler:

“O yıpranmış yaşlı bir kişidir, yeterince cezalandırılmıştır, ister istemez çok geçmeksizin ölecektir, siz onu öldürmekten vazgeçiniz.”

Ama ertesi günü halk, onun namaz kılmakla meşgul olduğunu görünce şaşırıp kaldılar; her açıdan salimdi, dişleri kendi yerinde idi, bedeninin yaraları iyileşmişti, o yaralardan hiçbir eser göze çarpmıyordu. Hayretle ona şöyle dediler:

“Nasıl oldu ki kurtuldun, sanki sana hiç dayak yememişsin?!”

Ebu Racih cevab olarak şöyle dedi:

“Ben ölüm yatağına düştüğümde, hatta dilimle mevlam Hz. Veliyy-i Asr (a.s)’dan yardım dileyecek bir gücün bile kalmamıştı; bundan dolayı kalbimde O Hazrete tevessül ettim, O’ndan yardım diledim. Gece tam karanlık çöktüğünde, aniden evim aydınlandı! O anda gözüm mevlam İmam Zaman (a.s)’ın cemalına ilişti, İmam (a.s) yanıma gelip mübarek elini yüzüme çekti ve şöyle buyurdu:

“Kalk! Ailenin geçimini temin etmek için dışarı çık; Allah Teala sana şifa verdi!”

Şimdi sağlığımın yerinde olduğunu sizler de görüyorsunuz.

 Onun sağlık ve bu ilginç durumunun haberi çok geçmeksizin her tarafa yayıldı. Hille’nin valisi kendi memurlarına, Ebu Racih’i onun yanına ihzar etmelerini emretti. Onu getirdiklerinde vali, Ebu Racih’in kıyafetinin tamamiyle değişmiş olduğunu, yüzü ve bedenindeki onca yaralardan hiçbir eser kalmadığını gördü; dünkü Ebu Racih ile bugünkü Ebu Racih kesinlikle kıyas edilemezdi!

Vali bu durumu görünce, onun kalbine bir korku düştü; o bu olaydan o kadar etkilendi ki, artık ondan sonra (çoğu Şia olan) Hille halkına karşı tavırları tamamen değişmiş oldu.

Hille valisi önceleri, Hille’de İmam Zaman (a.s)’ın makamıyla meşhur olan yere geldiğinde, o kutsal mekana saygısızlık yapması için alay edercesine kıbleye sırt çeviriyordu. Ama bu olaydan sonra, o kutsal mekana gelip kıbleye doğru dizleri üstünde oturuyordu ve Hille halkına saygılı davranıp onların yanlışlıklarını görmezlikten geliyordu ve iyi iş yapanlara iyilik yapıyordu. Bununla birlikte ömrü çok uzun sürmedi.[73]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 NÜKTELER VE SÖZLER

İMAMLARIN ASRINDA YAŞAYANLAR


 

64- RESULULLAH’DAN DUYMAMIŞ

İSEM DİLSİZ OLAYIM!

 

Ebu Müslim şöyle diyor:

Bir gün ben, Hasan-ı Basri ve Enes bin Malik birlikte Ümmü Seleme’nin ( Peygamberin zevcesi) evine gittik. Enes evin kapısı önünde oturarak içeri girmedi. Ama benle Hasan-ı Basri içeriye geçtik. Hasan-ı Basri Ümmü Seleme’ye selam verdi, o da selamın cevabını verdi.

Daha sonra Ümmü Seleme; "Evladım sen kimsin?"diye sordu.

Hasan-ı Basri, "Ben Hasan-ı Basri’yim."dedi.

Ümmü Seleme, "Niçin gelmişsin?"diye sordu.

Hasan-ı Basri, "Resulullah (s.a.a)’in Ali bin Ebu Talib hakkındaki hadisini bana söylemen için gelmişim."dedi.

Ümmü Seleme, "Allah’a ant olsun ki, bu iki kulağımla Peygamber’den duyduğum bir hadisi sana söyleyeceğim; eğer yalan söylemiş olursam sağır olayım! Bu iki gözümle gördüm, görmemiş isem kör olayım! Kalbim onu almıştır, eğer buna tanıklık etmezse Allah onu mühürlesin! Eğer Resulullah (s.a.a)’den duymamış ise dilsiz olayım. Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebu Talib’e şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Kim kıyamet günü Allah’ın huzurunda hazır olduğu gün senin velayetini inkar ederse, müşrik ve puta tapanların safında yer almış olacaktır.”

Hasan-ı Basri bu hadisi duyunca şöyle dedi:

“Allâh-u Ekber, tanıklık ediyorum ki, gerçekten Ali bin Ebu Talib benim ve bütün müminlerin mevlasıdır.”

Ümmü Seleme’nin evinden dışarı çıktığımızda, Enes bin Malik, Hasan-ı Basri’ye; "Neden tekbir getirdin?"diye sordu. O da sebebini ona açıkladı. Bunun üzerine Peygamber’in hizmetçisi Enes bin Malik şöyle dedi: “Bu Hadisi, Resulullah (s.a.a) üç, dört defa buyurmuştur.”[74]


 

65- HZ. FATİME (A.S)’IN BEDDUASININ KABUL OLMASI

 

İki eli, iki ayağı kesilmiş ve her iki gözü de çıkmış olan bir adam; “Allah’ım beni ateşten koru!” diye feryat ediyordu.

Bir şahıs ona; “Senin için bir ceza kalmadığı halde yine de Allah’ın seni ateşten korumasını mı istiyorsun? dediğinde o adam şöyle dedi:

Ben Kerbela’da idim, İmam Hüseyin öldürüldüğünde, onun üzerinde değerli bir şalvar ve kuşağın olduğunu gördüm, bütün elbiseleri yağmalanmıştı, sadece üzerinde bir şalvar kalmıştı.

Hüseyin’in (a.s) bedenine doğru yaklaştım, o kuşağı açmak istediğimde, elini kaldırıp onun üzerine koydu! Elini kenara itemedim, bu yüzden elini kestim. Yine o kuşağı açmak istediğimde bu defa sol elini o kuşağın üzerine koydu! Her ne yaptımsa elini onun üzerinden kaldıramadım. Bundan dolayı sol elini de kestim! Yine de o kuşağı açmak istedim, bu anda zelzelenin korkutucu sesini duydum! Korkarak kenara çekildim, geceleyin şehitlerin parça-parça olan bedenlerinin kenarında yattım.

Uyku aleminde güya Hz. Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali ve Fatime (a.s) ile gelip İmam Hüseyin’i öptüğünü gördüm.

Hz. Peygamber; “Oğlum seni öldürdüler mi? Allah da seni bu hale sokanları öldürsün!” buyurdu.

İmam Hüseyin; “Beni Şimr öldürdü, burada yatan bu şahıs da benim ellerimi kesti.” dedi.

Fatime (a.s) da bana bakıp şöyle dedi: “Allah el ve ayaklarını kessin,gözlerini çıkarsın ve seni ateşe soksun!”

Uykudan uyandım, el ve ayaklarımın kesildiğini ve kör olduğumu anladım. Fatime’nin (a.s) üç duası kabul olmuştur, ama dördüncüsü (ateşe atılmak) halen duruyor. İşte bundan dolayı; “Allah’ım beni ateşten koru!” diye dua ediyorum. [75]

 


 

66- HÜKÜMETLE VEDALAŞMAK!

 

Yezid’in oğlu Muaviye hilafetten kenara çekildiğinde minbere çıkıp şöyle bir konuşma yaptı:

“Benim size emirlik etmeğe isteğim yoktur, razı olduğunuza da inanmıyorum. Ama siz bize düçar oldunuz, biz de size düçar olduk!

Ceddim Muaviye, geçmişi ve makamı kendisinden daha güzel olan Ali bin Ebi Talip ile hilafet hususunda münazaa ve muhalefet etti (savaştı). Ceddimin bu tavrıyla ne kadar çirkin işler işlediğini biliyorsunuz; siz de onunla beraber ne yaptığınızı iyice biliyorsunuz. Nihayet kendi amelinin rehini olup kabre koyuldu. Allah günahlarını affetsin. (Laanehullah)

Muaviye’den sonra hilafet benim babam olan Yezid’in eline geçti; bu işe yanaşmaması daha iyi idi. Çünkü o hilafete layık birisi değildi. O, yapmaması gereken işi yaptı, yaptığı bu hatayı iyi bir iş sanıyordu. Onun da çok geçmeksizin zamanı tükendi ve (tutuşturduğu fesat) ateşi söndü. Yaptığı çirkin işlerine olan hüznümüz ölümüne olan hüznümüzü bize unutturdu. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Şimdi ben bu ailenin üçüncü ferdiyim, benim halife olmama gönlü olmayanlar, gönüllü olanlardan daha çoktur. Ben sizin günahlarınızı taşıyamam. Bu siz, bu da hilafetiniz; onu alın, kimi isteseniz ona verin!”

Bu sırada Mervan bin Hakem ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Eba Leyla! Siz Ömer’in sünnetine göre amel edin!”

Yezid’in oğlu, Mervan’ın şöyle dedi: “Ey Mervan! Beni dinimden saptırmak mı istiyorsun! Ömer’in kişileri gibi sen de bana kişiler getir, sonra onu (hilafeti) onların arasında şuraya bırak!”

Daha sonra şöyle dedi:

“Allah’a ant olsun ki, eğer hilafet, bir ganimet idiyse biz payımızı ondan aldık, yok eğer şer idiyse, Ebu Süfyan evlatlarına bu miktarı yeter!”

Minberden aşağı inince annesi ona; “Keşke sen hayızlının kullandığı bez olsaydın!” dedi. Muaviye de annesinin cevabında :

“Keşke öyle olsaydım da Allah’ın O’na karşı isyan edenleri ve başkalarının hakkını alanları ateşle cezalandıracağını bilmiş olmasaydım!”dedi.[76]

 


 

67- ABDULMELİK BİN MERVAN’IN

MEKKE’DE KONUŞMASI

 

Emevi halifesi olan Abdulmelik bin Mervan, Mekke’de konuşma yapıyordu. Sözleri öğüt ve nasihate yetiştiğinde, toplumun arasından bir adam kalkıp şöyle dedi: “Yeter! Yeter! Siz emrediyor fakat kendiniz çirkin işlerden kaçınmıyorsunuz, öğüt veriyorsunuz fakat kendiniz öğüt almıyorsunuz! Acaba biz sizin amelinize mi uyalım yoksa sözünüze mi itaat edelim?!

Eğer "bizim sünnetimize (takındığımız tavra) uyun." derseniz, zalimlere nasıl uyabiliriz veya Allah’ın malını kendi servetleri bilen ve O’nun kullarını kendi kulları sayan günahkarlara hangi delile göre itaat etmemiz gerekir? "Eğer bizim düsturlara uyun ve nasihatlerimizi kabul edin." derseniz, kendisine nasihat etmeyen başkalarına nasihat edebilir mi? Adil olmayan bir kimseye itaat etmek caiz midir?

Eğer, "ilmi nerede bulursanız alın ve nasihati kimden olursa kabul edin." derseniz, şayet bizim aramızda, sizden güzel konuşan, güzel söz söyleyen bazı kişiler olabilir!

Hilafetten el çekiniz, baskı sistemini kaldırınız, şayet şehirlerde ve çöllerde avare olan kimseler çıkıp bu hilafeti üstlenerek hükümeti güzel bir şekilde idare edebilirler!

Allah’a ant olsun ki, biz kesinlikle size uymadık (biat etmemişiz), sizi kendi mal, can ve dinimize musallat kılmadık ki bize karşı zalimler gibi davranasınız. Biz kendi zamanımızın durumunu çok iyi biliyoruz, sizin hükümet süresinin son bulmasını ve bütün eziyet ve mihnetlerin yok olmasını bekliyoruz.

Sizlerden hilafet tahtına oturmuş olan herkesin belli bir süresi vardır, o süresi dolunca, büyük-küçük amellerinin hepsini yazılmış olan dosyasında okuyacak ve o zaman zalimler ne kadar zulüm yaptıklarını anlayacaklardır!”

Bu esnada halifenin silahlı memurlarından biri yanına gelip onu yakaladı, artık ondan hiçbir haber çıkmadı![77]


 

68- HAMİD BİN KAHTABE’NİN CİNAYET MACERASI!

 

Ubeydullah bin Bezzaz en-Nişaburî şöyle diyor:

Ben Hamid bin Kahtabe-i Tusi ile muamele yaptım. Bir gün onunla görüşmek için yolculuğa çıktım. Oraya yetiştiğimde benim oraya geldiğimden haberi oldu. Yolculuk elbisesini henüz üzerimden çıkarmamışken beni yanına çağırttı. Bu olay Ramazan ayının öğle vakti vuku buldu.

Onun yanına gittim, onu içerisinden su geçen bir odada gördüm, selam verdim. Hamid, ibrik ve leğen getirerek ellerini yıkadı. Benim de ellerimi yıkamamı istedi. Daha sonra yemek sofrasını açtılar. Ben Ramazan ayı ve oruçlu olduğumu unutmuştum. Ama az sonra Ramazan ayı olduğunu hatırladım, hemen yemekten el çektim.

Hamid bana; “Ne oldu? Niçin yemek yemiyorsun?” dedi. Ben de cevabında; “Ramazan ayıdır, ben orucumu iftar etmem için ne hastayım, ne de bir mazeretim vardır. Ama siz neden oruçlu değilsiniz?!”

 Emir (Hamid): “Orucumu yememin özel bir sebebi yoktur, sağlığım da yerindedir.” dedi. Daha sonra gözleri yaşararak ağladı. Yemeği yedikten sonra ona; “Ağlamanın sebebi nedir? diye sordum. Cevaben şöyle dedi:

“Harun Raşid Tus’da olduğunda, gecelerin birinde beni istedi, huzuruna gittiğimde, önünde bir mumun yandığını ve yanında kınından çıkarılmış bir kılıcın olduğunu gördüm. Onun hizmetçisi de ayak üstünde durmuştu. Onun karşısında yer aldığımda başını aşağı eğip "evine geri dön." diye emretti.

Evime yetiştikten uzun bir zaman geçmeden Harun’un memuru gelerek; “Halifenin seninle işi vardır” dedi.

Kendi kendime; “İnna lillah! Harun beni öldürmek mi istiyor?” dedim. Korktuğum halde onun yanına gidip karşısında hazır oldum.

Harun; “Emir’ul- Muminine nasıl itaat ediyorsun?” diye sordu.

Ben de; Canım, malım, ailem ve evladımla” dedim.

Harun gülümseyip geri dönmemi emretti.

Evime yetiştiğimde yine Harun’un memuru gelerek; “Emir’in seninle işi vardır” dedi!

Ben yine Harun’un huzuruna gittim, eski halinde oturmuştu. Bana; “Emir’ul- Muminin’e nasıl itaat ediyorsun?” diye sordu. Ben de; “Canım, malım, ailem, evladım ve dinim ile” dedim. Harun bu sözümden dolayı güldü. Sonra bana; “Bu kılıcı al , bu köle sana ne emrettiyse onu yap!” dedi.

Hizmetçi kılıcı götürüp bana verdi. Beni, kapısı anahtarlı olan bir bahçeye götürdü, kapıyı açtı, bahçenin içerisinde bir kuyu ve kapısı anahtarlı olan üç oda vardı. Hizmetçi o odalardan birinin kapısını açtı, o odada zincirlere vurulmuş ve saçları omuzlarına dökülmüş olan yirmi kişi gördüm. Hizmetçi bana; “Emir’ul- Muminin” bunların hepsini öldürmeni emretmiştir” dedi.

Onların hepsi Alevi ve Ali ile Fatime (a.s)’ın evlatları idi. Hizmetçi onları teker teker getiriyordu, ben de kılıçla onların boynunu vuruyordum. Nihayet sonuncusunun da boynunu vurdum! Daha sonra hizmetçi cenazeleri ve ölenlerin başlarını o kuyuya döktü.

Daha sonra hizmetçi diğer bir odanın kapısını açtı, o odada da Ali (a.s) ve Fatime (a.s) neslinden zincirlerle bağlanmış yirmi kişi vardı.

Hizmetçi; “Emir’ul- Muminin, bunları öldürmeni emretmiştir” dedi. Sonra onları bir bir benim yanıma getirip ben de boyunlarını vuruyordum. Nihayet hepsini kılıçtan geçirdim; o da onların cenaze ve başlarını kuyuya döktü.

Daha sonra hizmetçi diğer bir odanın kapısını açtı, o odada da Ali (a.s) ve Fatime (a.s) neslinden zincirlerle bağlanmış yirmi kişi vardı.

Hizmetçi; “Emir’ul- Muminin, bunları da öldürmeni emretmiştir” dedi. Ben de onlardan yaşlı bir kişi kalana dek hepsinin teker-teker kılıçla boynunu vurdum. Sıra o yaşlıya yetişince bana: “Lanet olsun sana ey bedbaht! Kıyamet günü seni ceddimiz Resulullah’ın yanına getirdiklerinde, Hz. Ali ve Hz. Fatime (a.s)’ın evlatlarından altmış kişiyi öldürdüğüne dair ne mazeretin olacaktır?” dedi.

Bu esnada el ve ayaklarım titremeye başladı, hizmetçi bu halimi görünce öfkeyle bana bakıp bu vazifeyi de yapmamı emretti. Ben onun sözüne itaat ederek o yaşlı kişiyi de öldürdüm! Hizmetçi de onun cesedini kuyuya attı. Şimdi işlediğim bu suçla, oruç ve namazımın bana ne faydası olabilir, oysa cehennem ateşinde ebedi kalacağımı biliyorum![78]

 


 

69- KÜRDAN VE BİR YIL BEKLETİLME!

 

Ahmed bin Havari şöyle diyor:

Selman-i Darani’yi (ariflerden biri), uykumda görmeyi arzu ediyordum. Bir yıl sonra onu uykuda gördüm.

Ona; “Üstat ! Allah Teala sana ne yaptı?” diye sordum.

Cevaben şöyle dediler:

“Bir gün bir yerden geçiyordum, oradan bir çöp(kürdan) götürdüm, dişimi temizleyip temizlemediğimi de bilmiyorum, şimdi o çöpün hesabı (veya cezası) için bir yıl burada bekletildim!”[79]

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

PEYGAMBERLER VE GEÇMİŞ ÜMMETLER


 

70- HZ. SÜLEYMAN’IN BİLKİS’LE

EVLENMESİ

 

 Hz. Süleyman’ın Şam’da hükümranlığı zamanında Seba kraliçesi Bilkis de Yemen’de hükümranlık yapıyordu. Hz. Süleyman tarafından bir heyet Yemen’e gidip O’nun ordusunun azamet ve gücünü Seba kraliçesine bildirdiler.

 Seba kraliçesi, Hz. Süleyman’ın tevhidi emrine uymasının gerekli olduğunu ve ordusunu korumak için de onun ümmetine katılmaktan başka bir çaresinin olmadığını zekiliği ile anlamış oldu.

Bundan dolayı kendi kavminin büyüklerinden ve ileri gelenlerinden bir grup kişiyle birlikte, yakından daha fazla tahkik ve inceleme yapmaları için Şam’a doğru hareket ettiler.

Hz. Süleyman, Bilkis ve yanındakilerin Şam’a doğru geldiklerinden haberi olunca, huzurundakilere; “Sizden hangi biriniz, onlar buraya yetişmeden Seba kraliçesinin tahtını bana getirebilir?” diye sordu.

Cinlerden bir ifrit şöyle dedi:

“Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getirebilirim.”

Hz. Süleyman; “Ben bu işin bundan daha çabuk yapılmasını istiyorum.” dedi.

(Allah’ın ism- i azamından birini bilen) Asif bin Berhiya da şöyle dedi:

“Ben o tahtı, gözünü açıp kapatmaktan daha önce senin yanına getireceğim.”

Hz. Süleyman, bir an geçmeksizin Bilkis’in tahtını kendi kenarında görünce hemen Allah’a hamt ve şükretti.

Daha sonra Hz. Süleyman, Bilkis O’nun yanına geldiğinde onun tahtı tanıyıp tanımayacağını öğrenmesi ve onun zekiliğinin ne derecede olduğunu anlaması için tahtın üzerinde bazı değişikler yapılmasını emretti.

Çok geçmeksizin Bilkis ve beraberindekiler Hz. Süleyman’ın yanına yetiştiler.

Bir şahıs Bilkis’e, onun tahtına işaret ederek, "Acaba senin tahtın böyle midir?" diye sordu.

Bilkis tam bir zekilikle; “Sanki o tahtın kendisidir!” dedi.

Bilkis, o tahtın kendi tahtı ve kendisinden önce olağan üstü bir güçle oraya getirilmiş olduğunu anlayınca hakka teslim olup Hz. Süleyman’ın dinini kabul etti. Bilkis, daha önceden de Hz. Süleyman’ın hak üzere olduğunun nişanelerini anlamıştı. Nihayet Hz. Süleyman’ın dinini benimsedi ve (meşhur nakle göre) O’nunla evlendi. Sonra her ikisi, halkı tevhit dinine hidayet etmek için gayretler sarf ettiler.[80]

 

71- BEN-İ İSRAİL BEHANESİ!

 

İmam Rıza (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:

“Ben-i İsrail’den bir kişi akrabalarından birini öldürüp onun cenazesini, Yakup Peygamberin en iyi torunlarından birinin yolu üzerine bıraktı. Sonra gelip onun kanını talep etmeğe başladı. Daha sonra Hz. Musa’nın yanına gelip; “Filan adamın oğulları filan adamı öldürmüşlerdir, onun katilini bize bul” dediler.

Hz. Musa; “Hakikatin ortaya çıkması için Allah Teala bir sığır kesmenizi buyuruyor” dedi.

Onlar, “Bizi alaya mı alıyorsun?”dediler.

Hz. Musa, “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınıyorum.” dedi.

İmam Rıza (a.s) buyuruyor ki: “Eğer onlar herhangi bir sığır getirmiş olsalardı kifayet edecekti, fakat onlar bahane için meseleyi sıkı tutup yersiz izahlar isteyince Allah Teala da sıkı tuttu.

Onlar, “Rabbine adımıza yalvar da bize niteliklerini açıklasın.”dediler.

Hz. Musa, “Allah buyuruyor ki: “O ne pek yaşlı ve ne de pek genç, ikisi arası dinç (bir sığır) dır. Artık emr olunduğunuz şeyi yapın.”

Onlar, “ Rabbine adımıza (bir daha) yalvar da bize rengini bildirsin”dediler.

Hz. Musa, “Rabbim buyuruyor ki: “O, bakanların içini ferahlatacak sarı bir inektir.”dedi.

Onlar, “Rabbine (bir kere daha) adımıza yalvar da bize onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre (bir çok) sığır birbirinin benzeridir. İnşaallah biz doğruya varırız.”dediler.

Hz. Musa, “Rabbim diyor ki: “O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salma ve onda alaca olmayan bir inektir.” dedi.

Onlar, “Şimdi gerçeği getirdin.”dediler.

Nihayet o nitelikte olan bir ineği, Ben-i İsrailli bir gencin yanında buldular. Onu satın almak istediklerinde o genç; “Bu sığırın derisi dolu altın vermedikçe onu satmam” dedi.

Onlar Hz. Musa’nın yanına gelip o gencin sözünü ona ilettiler. Hz. Musa; “Almaktan başka çareniz yok” buyurdu. Onlar da o sığırı o gencin dediği fiyata alıp Hz. Musa’nın yanına getirdiler. Hz. Musa onun kesilmesini ve kuyruğunun[81] maktule dokundurulmasını emretti. Onlar Hz. Musa’nın emrettiği gibi yaptıklarında maktul dirilip şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Peygamberi! Amcam oğlu beni öldürdü, onun iddia ettiği kimse değil!”

Böylece katilin kim olduğunu tanımış oldular. Hz. Musa’nın ashabından biri O Hazrete şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Peygamberi! Bu sığırın bir hikayesi vardır.” Hz. Musa; “O hikaye nedir?” dediğinde şöyle dedi:

“Bu sığırın sahibi olan genç, anne ve babasına çok şefkatli birisi idi. Bir gün bir muamele yapıp babasının yanına geldi, hazine anahtarının onun başı altında olduğunu görünce onu tatlı uykudan kaldırmak istemeyip yaptığı muameleden vazgeçti. Babası uyandığında meseleyi ona anlattı. Babası bu sözü ondan duyunca; “Aferin, elinden çıkan o kâra karşılık şu ineği sana bağışladım” dedi.

Hz. Musa ashabına; “Bakınız! İyilik, iyilik yapana ne ulaştırdı. (İyiliğin iyilik yapana ne kadar faydası oldu!)” buyurdular.[82]

 


 

72- CEHENNEMDEN BİR HABER!

 

İmam Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:

Hz. İsa (a.s) havarileriyle (ashabıyla) seyahat ediyordu, halkı yol ve evlerinde ölen bir köye yetiştiler. Hz. İsa, köy halkının bu durumunu görünce şöyle dedi:

“Bunlar, kendi ecelleriyle ölmemişlerdir, kesinlikle İlahi gazaba uğramışlardır, eğer böyle olmamış olsaydı, birbirlerini defnederlerdi.”

 Havariler; “Keşke bunların durumunun neden ibaret olduğunu bir bilseydik” dediler.

Allah tarafından Hz. İsa’ya şöyle hitap edildi:

“Ey İsa! Ölüleri sesle! Onlardan biri senin cevabını verecektir.”

Hz. İsa bu vahiy üzerine; “Ey köy halkı!” diye onlara seslendi.

Onlardan biri, “Ey Ruhullah! Ne diyorsun?”dedi.

Hz. İsa, “Durumunuz nasıldır, neden bu hale düştünüz?”diye sordu.

 Ölü, “Biz sabahleyin esenlikle uykudan kalktık, fakat akşamleyin hepimiz Haviye’ye düştük.”

Hz. İsa, “Haviye nedir?”dedi.

Ölü, “Dağları içinde dalga vuran ateşten bir denizdir.”dedi.

Hz. İsa, “Neden bu azaba düçar oldunuz?”diye sordu.

Ölü, “Dünya sevgisi ve tağutlara itaat etmek bizi bu hale soktu.”dedi.

Hz. İsa, “Ne kadar dünyaya gönül bağladınız?”dedi.

Ölü, “Süt emen çocuğun annesinin göğsüne gönül bağladığı gibi! Dünya bize yönelince seviniyorduk, bizden yüz çevirdiğinde ise gamlı oluyorduk.”dedi.

 Hz. İsa, “Tağutlara ne kadar itaat ediyordunuz?”diye sordu.

Ölü, “Her ne diyorlardıysa itaat ediyorduk.”dedi.

Hz. İsa, “Neden ölüler arasından sadece sen benim cevabımı verdin?”dedi.

Ölü, “Onların ağzına ateşten bir gem vurulmuştur, sert ve haşin melekler onların başı üzerine dikilmiştir. Ben dünyada onların arasında idim, fakat onlardan değildim. Allah’ın azabı onları kapsadığında beni de kapsadı. Şimdi bir kıl ile cehennemin kenarına asılmışım, ateşe düşeceğimden korkuyorum!”

Hz. İsa (a.s) ashabına dönüp; “Çöplükte yatarak arpa ekmeği yemek, din salim kaldığı takdirde insan için daha hayırlıdır.” buyurdular.[83]

 

73- ANNENİN BEDDUASI!

 

İmam Bakır (a.s)’dan şöyle nakl edilmiştir:

“Ben-i İsrail arasında Cureyh isminde bir abit vardı, o sürekli olarak mabette ibadet yapıyordu. Bir gün annesi mabede gelip onu çağırdı. O ibadetle meşgul olduğundan dolayı annesine cevap vermedi. Annesi cevap alamayınca eve geri döndü.

Bir saat sonra tekrar mabede gidip Cureyh’i çağırdı, Cureyh yine de annesinin sözüne itina etmedi. Annesi üçüncü kez yine mabede gelip onu çağırdı, yine bir cevap alamadı.

Oğlun bu tavrından dolayı annenin kalbi kırılıp ona beddua etti.

Ertesi gün hamile olan fahişe bir kadın onun yanına geldi, orada doğum sancısı tutarak bir çocuk dünyaya getirdi. O çocuğu Cureyh’in yanına bırakarak o veledüzzina çocuğun o abidin çocuğu olduğunu iddia etti.

Bu mevzu yayılıp dillere düştü. Halk birbirine şöyle diyordu: "Halkı zina yapmaktan nehy eden ve onları kınayan bir kimsenin şimdi kendisi zina yapmıştır."

Abidin zina yapma söylentisi o zamanın şahının kulağına yetişti. Şah abidin idam edilmesini emretti. Abidin idamı için halk toplandığında annesi gelip onu o şekilde rüsva görünce rahatsızlığından yüzünü tırmalayıp ağladı.

Cureyh annesine bakıp şöyle dedi:

“Anne sus! Senin bedduan beni buraya çıkarmıştır; oysa ben suçsuzum.”

Halk Cureyh’in bu sözünü duyunca ona şöyle dediler:

“Sana isnat edilen şeyin yalan olduğunu sabit etmedikçe biz bu sözü (suçsuz olmanı) senden kabul etmeyiz.”

Bu esnada annesi kendisinden razı olan abit şöyle dedi: “Bana isnat edilen çocuğu benim yanıma getirin!”

Çocuğu abidin yanına getirdiklerinde çocuk açık bir ifadeyle; “Benim babam filan çobandır” dedi.

Böylece Allah-u Teala, annesi ondan razı olduktan sonra onun yok olan haysiyetini geri çevirdi ve halkın Cureyh’e isnat ettikleri iftirayı temizledi.

Cureyh artık ondan sonra hiçbir zaman annesini kendisinden rahatsız etmeyeceğine ve sürekli olarak onun hizmetinde olacağına dair yemin etti.[84]


 

74- HAKİMİN BURNUNDA BİR KURT!

 

Ben-i İsrail arasında adaletle hüküm veren bir kadı vardı. Bu kadı, ölüm döşeğine düştüğünde hanımına şöyle vasiyet etti:

“Ben öldüğümde bana gusül ver, beni kefenle, yüzümü ört ve beni tahtanın (tabutun) üzerine bırak; inşaallah kötü bir şey görmezsin.”

Kadı öldüğünde hanımı onun vasiyetini yerine getirdi. Bir kaç dakikadan sonra, yüzündeki örtüyü bir kenara itince aniden, bir kurdun onun burnunu delik deşik ettiğini gördü. Bu manzaradan vahşete kapıldı! Örtüyü tekrar kadının yüzüne çekti, sonra halk gelip onun cenazesini götürerek defn ettiler.

O gecesi rüya aleminde kocasını gördü. Kocası ona şöyle dedi:

“Acaba kurdu görmekle vahşete mi kapıldın?”

Hanımı, “Evet!” dedi.

Kadı- “Allah’a ant olsun ki, o ürkütücü manzara, yargılıkta kardeşinden taraftarlık etme isteğimden dolayı idi! Bir gün kardeşin, biriyle kavga yapıp benim yanıma geldiler. Hüküm vermem için benim yanımda oturduklarında içimden; Allah’ım, hakkı hanımımın kardeşiyle (kaynımla) beraber kıl! diye bir istek geçti. Onların kavgasını incelediğimde, tesadüfen hakkın kayınımla olduğu ortaya çıktı, ben durumun böyle olduğundan dolayı çok sevindim. O gördüğün kurt, düşüncemin bir cezası idi bana. Çünkü hakkın kayınımla olmasını arzu edip kalbin isteğinde bile tarafsız olmaya riayet etmemiştim.[85]


 

75- BİR ŞEHRİN YERE GÖMÜLME

SEBEBİ!

 

Ben-i İsrail’den bir kişi, güzel ve sağlam bir saray yaptırdı. Çeşitli yemekler hazırlayarak sadece şehrin zenginlerini davet edip fakirleri terk etti. Fakirlerden bazıları davetsiz olarak oraya geldiklerinde; "Bu yemekler sizin gibilere hazırlanmamıştır." dediler

Allah-u Teala, fakir şeklinde olan iki meleği oraya gönderdi, onlara da aynı sözü dediler.

Sonra Allah-u Teala zengin kıyafetinde olan iki meleğin onların meclislerine gitmelerini emretti! Bu iki melek zenginler kıyafetinde onların meclisine gittiklerinde onları ağırlayıp meclisin başında oturttular.

Bu yüzden Allah-u Teala o iki meleğe, o şehri halkıyla birlikte yere gömmelerini emretti.[86]


 

76- Keşke Allah’ın Bir Merkebi

Olsaydı!

 

Süleyman-i Deylemi isminde bir şahıs şöyle diyor:

İmam Sadık (a.s)’a arzettim ki: Filan adam, ,ibadet ve dindarlıkta şöyle böyledir... (onu İmam’ın yanında medhettim).

İmam Sadık (a.s); “Aklı nasıldır?” diye sordular. “Bilmiyorum.” Dedim.

İmam (a.s) buyurdular ki: “kuşkusuz sevap akıl miktarıncadır.”

Sonra şöyle buyurdular: “Beniisrailden bir adam, (havası ve suyu) çok güzel olan bayındır ve yeşillik bir yerde Allah’a ibadet ediyordu. Bir melek oradan geçtiğinde onu görerek Allah’a şöyle arzetti: “Allah’ım! Bu kulunun sevap ve mükafatını bana göster!”

Allah Teala, ibadetle meşgul olan adamın sevabını ona gösterdi. İbadet eden şahsın sevabı meleğe çok az geldi. Bundan dolayı, onun bu kadar ibadetle sevabının azlığına şaşırdı.

Allah Teala o meleğe şöyle buyurdu:

“Onun yanına git, meselenin sana aydınlanması için onunla arkadaş ol."

Bu emir doğrultusunda melek, bir insan şekline girerek onun yanına geldi.

Abid (ibadet eden): Sen kimsin? Diye sordu.

Melek: Ben Allah’ın bir kuluyum. Senin bu mekanda makam ve ibadet etmenden haberdar olduğumdan dolayı, buraya gelerek birlikte Allah’a ibadet etmek istedim.” dedi.

Melek o günü abidler geçirdi. Diğer günün sabahısı abide şöyle dedi:

“Buranın ne de güzel hoş hava ve sapalı yerin vardır! Gerçekten burası tam da ibadet edilecek bir yerdir.

Abid: Evet, her açıdan iyidir, ama buranın bir eksikliği vardır!”

Melek: o eksiklik nedir? Diye sordu.

Abid: Keşke Rabbimizin bir merkebi Olsaydı! Eğer Rabbimizin bir merkebi olsaydı, onu burada otlatırdık; artık bu ot ve yeşillikler zayi olmazdı!” dedi.

Melek: “Senin Rabbinin merkebi yok mu? “diye sordu.

Abid: Evet! Eğer mektebi olsaydı, bu otlar zayi olmaz ve boşu boşuna gitmezdi dedi.

Allah Teala meleğe vahyederek şöyle buyurdu: “Ben akıl miktarınca mükafat ve sevap veririm.” (Aklı az olduğundan dolayı sevabı da azdır.)[87]


 

77- Kurtuluş Yolu

 

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

Beniisrail’den üç kişi yolculuğa sıktılar Yolculuklarında bir mağarada Allah’a ibadet etmeye koyuldular. Aniden dağın başından büyük bir taş gelerek mağaranın giriş kapısını tümüyle kapattı; artık çıkmaya imkan yoktu. Onlar bu durumu görünce, öleceklerine yakin ettiler. Çok konuşup düşündükten sonra birbirlerine şöyle dediler:

“Allah’a an olsun ki, Allah Teala ile kalpten doğru konuşmadıkça artık ölüm tehlikesinden kurtulmak mümkün değildir. Allah Teala’nın bizi bu sıkıntıdan kurtarması için, herkes Allah rızası için yaptığı ameli. Allah’a arzetmelidir.

Onlardan biri şöyle dedi:

“Allah’ım! Sen çok iyi biliyorsun ki, ben çok güzel bir kadına aşık oldum, onun rızasını elde etmek uğrunda ona ulaşmam için çok mal harcadım, onunla başbaşa kalıp günah işlemeğe hazır olduğumda, o an cehennemin ateşini hatırladım. Bundan dolayı o kadından el çekerek dışarı çıktım. Allah’ım! Eğer benim bu işim, senden korkudan dolayı olup senin hoşnutluğa sebep olmuşsa, bu taşı mağaranın önünden kaldır! Bu sırada taş, ışığı görecekleri bir şekilde azacak bir kenara gitti.

İkinci bir şahıs da şöyle dedi:

Allah’ım! Sen biliyorsun ki, ben bir grup insanı bana çalışmaları için kiraladım. İş bittiğinde onlardan her birine yarım dirhem vermeyi kararlaştırmıştık. İşlerini yaptıklarında ben onlardan her birisinin ücretini verdim. Ama onlardan biri, yarım dirhemi almaktan çekindi ve şöyle dedi: “Benim ücretim bu miktardan fazladır. Çünkü ben, iki kişi kadar iş yapmışım. Allah’a ant olsun ki bir dirhemden az kabul etmem.”

Nihayet ücretini almadan gitti. Ben o yarım dirhemle tohum alıp ektim, Allah Teala da bereket verdi, çok mahsulat topladım. Bir müddet sonra, ücretle çalışan aynı adam yanıma gelerek ücretini talep etti. Ben yarım dirhem yerine 18 bin dirhem (sermayenin aslını ve karını) ona verdim. Allah’ım! Eğer bu işi, yalnız senden kırkarak senin rızan için yapmış isem, bu taşı bizim yolun üzerinden kaldır! Bu esnada taş hareket ederek, biraz daha kenara gitti; öyle ki, artık birbirlerini görüyorlardı. Ama dışarı çıkamıyorlardı.

Üçüncü bir şahıs da şöyle dedi:

Allah’ım! Sen biliyorsun ki, benim (yaşlı) bir anne ve babam vardı; her gece onlara, içmeleri için süt getiriyordum. Bir gece eve geç geldim, onların uyumuş olduklarını gördüm. Süt kabını onların yanına bırakarak gitmek istedim, ama bir böceğin onun içerisine düşmesinden korktum. Bu nedenle onları süt içmeleri için uykudan kaldırmak istedim, rahatsız olmalarından korktum, bundan dolayı, onlar uyanana dek onların baş ucunda oturdum, uyandıklarında sütü onlara verdim. Allah’ım! Eğer ben bu işi senin rızan için yapmış isem bu taşı bizim yolumuzdan uzaklaştır. Taş aniden hareket etti, bu hareket neticesinde büyük bir yarık açıldı. Böylece o mağaradan çıkıp (ölüm tehlikesinden) kurtulmuş.[88]


 

78- Boşuna Giden Üç Dua

 

Allah Teala, İsrail peygamberlerinden birine; “senin ümmetinden bir kişinin üç duası kabuldur” diye vahyetti. Peygamber, o adamı bu meseleden haberdar etti. Adam hanımının yanına giderek meseleyi ona nakletti. Kadım, o dualardan birini onun hakkında uygulamasını istedi. Kocasın da kabul etti.

Bunun üzerine kadın kocasına; “Allah’tan, benim kadınların en güzeli olmamı iste” dedi. Kocası da dua etti; derken hanımı kendi zamanın en güzel kadını oldu. Çok geçmeksizin heva ve heves düşkünü şah ve kralların, zengin ve ayyaş gençlerin ilgilerini çekti.

Kadın artık, yaşlı ve fakir kocasına itina etmiyordu, huzursuzluk çıkarıp eşine karşı kötü davranıyordu.

Kocası bir müddet onunla geçinmeye çalıştı. Ama gün geçtikçe ahlakının kötüleştiğini ve artık tahammül edilmeyecek bir dereceye geldiğini görünce, Allah’tan onu köpek şekline sokmasını istedi, bu duası da kabul oldu... Bu ilginç maceradan dolayı o kadının çocukları, babalarının etrafında toplanarak “Halk bizi kınıyor, anneniz köpek olmuştur.” Diyorlar diyerek ağlamaya başladılar. Babalarının, annelerinin ilk şekline dönmesi için dua etmesini istediler. Babaları da dua ederek kadın ilk şekline girdi. İşte böylece, o adamın icabete erişen üç duası da boşuna gitti.[89]

 

79- Amelin Karşılığı

 

Hz. Musa (a.s)’ın zamanında zalim bir şah vardı. Bu şah, salih bir kulun aracılığıyla bir müminin ihtiyacını karşıladı. Tesadüfen şah ve mümin her ikisi aynı günde dünyadan göçtüler! Halk toplanıp şahı ihtiramla defnettiler, üç gün dükkanlarını kapatıp ağıtlar okuyarak matem tuttular. Ama mümin adamın cenazesi, öylece evinde kaldı; bir hayvan ona saldırıp onun yüzünün etini yedi! Üç günden sonra Hz. Musa’nın bu olaydan haberi oldu.

Musa (a.s), Allah’a yaptığı münacatta şöyle dedi:

“İlahi! Senin düşmanın olan o şah, çok ihtiram ve izzetle defn edildi. Ama senin dostun olan bu mümin kulun cenazesi yerde kaldı ve bir hayvan da onun yüzünün etini yedi; bunun sırrı nedir?” Allah Teala tarafından Hz. Musa’ya şöyle bir vahy geldi: “Ey Musa! Dostum olan bu mümin, o zalimden bir hacetinin karşılanmasını istedi, o da onun hacetini yerine getirdi. İşte ben onun mükafatını bu dünyada verdim.

Mümine gelince, benim düşmanım olan zalimden hacetini istediğinden dolayı, ben de onun cezasını bu dünyada verdim; işte böylece her ikisi de işlerinin neticesini görmüş oldular.[90]


 

80- Bencillik Asla!

 

Hz. İsa (a.s)’ın ashabından, olan kısa boylu bir tanesi sürekli Hz. İsa’nın kenarında gözüküyordu. Hz. İsa’yla birlikte olduğu yolculukları sırasın da bir denize yetiştiler. Hz. İsa halis bir yakinle, Bismillah (Allah’ın adıyla) diyerek suyun üzerinde hareket etti! Kısa boylu şahıs da Hz. İsa’nın suyun üzerinde hareket ettiğini görünce doğru bir yakinle Bismillah deyip suyun üzerinde hareket ederek Hz. İsa’ya yetişti. Bu esnada kısa boylu adam, bencilliğe kapılıp gururlanarak kendi kendisine şöyle dedi:

“Allah’ın ruhu olan İsa, suyun üzerinde hareket ediyor, ben de (onun gibi) suyun üzerinde hareket ediyorum; buna binaen onun benden üstünlüğü nedir; ikimiz de suyun üzerinde yürüyebiliyoruz! Böyle bir düşünce esnasında suya battı ve yüksek bir sesle; “Ey Allah’ın ruhu! Beni tut, boğulmaktan beni kurtar!” demeye başladı.

Hz. İsa (a.s), onun elinden tutarak sudan çıkarıp şöyle buyurdu: “Ey adam! Ne dedin ki suya battın?”

Kısa boylu adam şöyle dedi:

“Ben kendi kendime şöyle dedim: Ruhullah (Hz. İsa), suyun üzerinde yürüdüğü gibi ben de suyun üzerinde yürüyorum. Öyleyse bizim aramızda ne gibi bir fark vardır! Bencilliğe kapılarak bu cezaya duçar oldum.”

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdular: “sen kendini, (bencilliğinden dolayı) layık olmadığın bir dereceye çıkardın. Bundan dolayı Allah sana gazap etti; şimdi söylediğin sözden tövbe et!

Kısa boylu adam, tövbe ederek Allah’ın kendisi için belirlediği bir makama dönmüş oldu.

İmam Sadık (a.s),ın bu olayı naklettikten sonra şöyle buyurdu: “Öyleyse Allah’tan sakının, birbirinize karşı kıskançlık etmeyin.”[91]

Son

 



[1]- Bihar, c. 22, s. 83.

 

[2]- Bihar, c. 43, s. 283.

 

  [3]- Hz. Yunus (a.s) peygamberliğe seçildi ve “Neynava” şehrinde kendi kavmine tebliğ etmeğe başladı ama halk gerçeği ondan kabul etmedi. Yunus (a.s) vazifesinin sona erdiğini zannederek ilahi emir yetişmeden öfkeli bir halde şehri terkederek kavminin arasından çıkıp gitti. Durmadan yol gidiyordu, nihayet denizin kıyısına ulaştı. Denizde de gemiden dışarı atılarak balığın karnında yer aldı. Bu musibete duçar olunca kendisine gelerek tebliğ etmede sabır ve tahammül etmesi gerektiğinin ve Öfkeli bir halde şehri terk ederek kavminin arasından çıkıp gitti. Durmadan yol gidiyordu, nihayet denizin kıyısına ulaştı. Denizde de gemiden dışarı atılarak balığın karnında yer aldı. Bu musibete duçar olunca kendisine gelerek tebliğ etmede sabır ve tahammül etmesi gerektiğinin ve Allah’ın izni olmadan kavminin arasından dışarı çıkmasının doğru olmadığının farkına vardı. Bu yüzden karanlıklar arasında münacat etmeğe başladı ve Allah’tan kurtulmasını istedi. Allah Teala da duasını kabul ederek onu kurtardı.

[4]- Bihar, c. 16, s. 217.

[5]- Bihar, c. 104, s. 37.

[6]- Bihar, c. 6, s. 220 ve c. 22, s. 107 ve c. 73, s. 298.

[7]- Bihar, c. 16, s. 214.

[8]- Bihar, c. 77, s. 136.

[9]- Bihar, c. 20, s. 63.

[10]- Bihar, c. 77, s. 182.

[11]- Bihar, c. 75, s. 108.

[12]- Bihar, c. 41, s. 108 ve 111.

[13]- Bihar’ul-Envar, c, 21, s.72.

 

[14]- Bihar c. 40, s. 113.

[15]- Bihar’ul - Envar,c. 41,s. 135.

[16]- Bihar’ul-Envar, c. 41,s. 52.

[17]- Bihar’ul-Envar, c. 20, s. 52, c. 41 s. 73

[18]- Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 93.

[19]- (Bir rivayete göre de, çeyiz eşyalarını Resulullah’ın yanına getirdiklerinde Hazretin gözlerinden yaşlar aktı ve başını göğe doğru kaldırıp şöyle dedi: “Allah’ım bu evliliği, kaplarının çoğu çömlekten olan kimselere mübarek eyle.” Çev.)

Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 94.

 

[20]- Bazı rivayetlerde 34 defa Allah’u Ekber, 33 defa Elhamdulillah, 33 defa da Subhanellah olarak nakledilmiştir.

[21]- Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 82 ve 134.

[22]- Bihar’ul-Envar, c. 2, s. 3.

[23]- Bihar’ul-Envar, c. 2, s. 8.

[24]- Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 81 ve c. 89, s. 313 ve c. 93, s. 388.

[25]- Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 25.

[26]- Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 352.

[27]- (Diğer bir savaşta da düşmana saldırmakta ihtiyat edince Hz. Ali (a.s); “Sen annene benzemişsin”buyurup kendisi onlara saldırdı. Müt.)

Bihar’ul-Envar,c. 43,s. 345.


 

[28]- Bihar’ul-Envar, c. 44, s. 119-120.

*-Bazı rivayetlerde bu Kızın ismi Ümmü Gülsüm ve İmam Hasan yerine de İmam Hüseyin’in ismi zikredilmiştir.

 

[29]- Bihar’ul-Envar,c. 43,s. 352.

[30]- Bihar’ul-Envar, c. 44, s. 292

 

[31]- Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 126.

 

[32]- Bihar’ul-Envar, c. 44, s. 394.

[33]- Bihar’ul-Envar, c. 45, s. 335.

[34]- Bihar’ul-Envar, c. 46, s. 116.

[35]- Bihar’ul-Envar, c. 46, s. 142.

 

[36]- Bihar’ul-Envar, c. 46, s. 67.

 

[37]- Bihar’ul- Envar, c. 46, s. 81.

 

[38]- Bihar’ul-Envar, c. 46, s. 65.

 

[39]- Bihar’ul-Envar, c. 46, s. 247.

[40]- Bihar’ul- Envar, c. 2, s. 236.

 

[41]- Bihar’ul- Envar, c. 52, s. 126.

 

[42]- Bihar’ul-Envar, c. 47, s. 134.

 

[43]- Bihar’ul- Envar, c. 47, s. 123.

 

[44]- Bihar’ul- Envar, c. 48, s. 118.

[45]- Bihar’ul-Envar, c. 47, s. 20.

*- Zille-i Ben-i Saide, halkın sıcak günlerde, sıcaktan korunması için altında toplandıkları bir gölgelik, geceleri ise fakir ve garip kimselerin orada istirahat etmeleri için uygun bir yer idi.

[46]- Bihar’ul- Envar, c. 47, s. 39.

 

[47]- Bihar’ul- Envar, c.47, s.77.

 

[48]- Bihar’ul- Envar, c. 104, s. 37.

 

[49]- Bihar’ul-Envar, c. 47, s. 79 ve c. 68 s. 118.

 

[50]- Şura/52.

[51]- Bihar’ul- Envar, c. 47, s. 374.

 

[52]- Bihar’ul- Envar, c. 47, s. 117.

 

[53]- Bihar’ul-Envar, c. 100, s. 441.

 

[54]- Bihar’ul- Envar, c. 47, s. 59.

 

[55]- Bihar’ul- Envar, c. 48, s. 103.

 

[56]- Bihar’ul- Envar, c. 48, s. 174 ve 313.

 

[57]- Hacc/25.

[58]- Enbiya/47.

[59]- Bihar’ul-Envar, c. 48, s. 141.

 

[60]- Enfal/41.

[61]- Haşr/7.

[62]- Bakara/44.

[63]- Bihar’ul- Envar, c. 49, s. 288.

 

[64]- Bazı kitaplarda şöyle nakledilmiştir: Memun elinin üzerindeki avcıl bir doğanı turaç kuşunun peşine salıverdi. Doğan kısa bir süreden sonra, kakasında henüz diri olan bir küçük balık olduğu halde geri döndü. Memun da o balığı elini alıp saklayarak imam Cevad (Muhammed Taki)’ın yanına geldi ve elindeki nedir? diye sordu.

İmam Cevad (a.s) şöyle buyurdular: “Allah Telaa bir takım denizler yaratmıştır, bulutlar o denizlerden göğe yükselince küçük balıkları da kendisi ile birlikte götürür ve şahların avcıl doğanları onları avlıyorlar; şahlarda onları ellerine alıp saklayarak onlarla, peygamber soyundan olan ilim ve bilgi sahiplerini deniyorlar!”

Memun bu cevabı duyar duymaz şaşırıp kaldı ve şöyle dedi: kuşkusuz ki sen, imam Riza’nın oğlusun ve öyle bir şahsiyetin oğlundan böyle ilginç bir cevap duymak garipsenmemelidir.

[65]- Bihar’ul- Envar, c. 50, s. 56.

[66]- Mâide/6.

[67]- Bihar’ul-Envar,c. 50,s. 85.

* Tarsus eskiden İslam toprakları ile Rum ülkesi arasında bir bölgenin ismi idi.

[68]- Bihar’ul-Envar,c. 50,s. 154.

[69]- Bihar’ul- Envar, c. 50, s. 144.

[70]- Bihar’ul- Envar, c. 50, s. 311.

[71]- Bihar’ul- Envar, c. 51, s. 2.

 

[72]- Bihar’ul-Envar, c. 52, s. 175.

[73]- Bihar’ul-Envar, c. 52, s. 70.

[74]- Bihar, c. 42, s. 142.

[75]- Bihar’ul- Envar, c. 45, s.311.

[76]- Bihar’ul- Envar, c. 46, s. 118.

[77]- Bihar’ul- Envar, c. 46, s. 336.

 

[78]- Bihar’ul- Envar, c. 48, s. 176- 177.

[79]- Bihar’ul- Envar, c. 77, s. 169.

[80]- Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 111.

 

[81]- Bazı nakillere göre dilinin.

[82]- Bihar’ul-Envar, c. 13, s. 262.

[83]- Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 322.

 

[84]- Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 487.

 

[85]- Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 489.

 

[86]- Bihar’ul-Envar, c. 16, s. 113.

 

[87]- Bihar’ul-Envar, c. 1, s. 84 ve 14, s. 506.

 

[88]- Bihar, c. 14, s. 421, 427; c. 70, s. 244, 380 az bir farklılıkla.

[89]- Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 421, 427 ve c. 70, s, 244, 380.

 

[90]- Bihar, c. 75, s. 373.

[91]- Bihar, c. 14, s. 254.