2. Cilt
Orjinal Adı:
Dastanha-i Bihar’ul-Envar
Derleyen:
Mahmud NASIRİ
Çeviren: Fahrettin ALTAN
Baskı: Mihr
Yıl: 1999
Tiraj: 3000
İRAN-KUM
P.K.: 37185/737
Tel (O251)743969
FAX:
743119
Bu kitaptan elde
edilebilecek olan sevapları, nur denizleri ve hidayet meşaleleri olan
“On
Dört Masum”a (a.s) ve onların mektebini daha iyi tanımak ve o mektebe
hizmet yapmak amacıyla yirmi üç yıl boyunca oğlundan ayrı kalmaya sabreden ve
bu sabır neticesinde oğlu tarafından Ehl-i Beyt mektebine hizmetlerin ürününü
görerek büyük bir aşkla o eserlerden yararlanan ve ömrünün son günlerinde de
İmam Rıza ve bacısı Hz. Masume (a.s) ve diğer İmamzadeler’in ziyaretlerine nail
olan aziz babam
Meşhedi Salman (r.a)’in ruhuna ithaf ediyorum...
İnsan bazen Kur’ân, bazen
dua, bazen akaid, bazen
şiir... bazen de hikaye
okumak ister. Hikayeler içerisinde en güzel ve doğru olan, Kur’ân ve hadis
kitaplarında geçen hikayelerdir. Eğer hikayeler Ehl-i Beyt’ten ve de onlarla
ilgili olursa o zaman daha çok çekici ve şirin olur. Kur’ân ve hadislerde geçen
kıssaların hepsi öğüt ve ibret vericidirler. Bu çeşit kıssalarda gerçekten
hisseler vardır.
Bu zamanda halkımız
genellikle ilmi kitaplar okumaya fazla rağbet göstermiyorlar; çünkü ilmi
kitaplar, bir takım ıstılah ve terimler içerdiğinden dolayı ağır ve yorucu
oluyor. Ama kıssa ve hikayeler öyle olmadıklarından dolayı normal insanlar daha
çok o çeşit kitaplara rağbet ediyor.
Her dalda bizim çeşitli
kitaplarımızın olması gerekir. Çünkü insanlar çeşitli huy ve tabiatlara
sahiptirler. Herkes tefsir, akaid veya felsefe okumak istemiyor. Mesleğine
göre, ihtiyacına göre, tabiatına göre, canı istediği dalda kitap okumak ister.
Biz, kıssa okumak isteyen kardeşlerimiz için çeşitli hadis ve rivayetlerden
derlenerek en güzel bir şekilde hazırlanmış olan ve daha çok Ehl-i Beyt’le
ilgili öyküleri içeren
Bihar’ul- Envar
Kitabının Hikayeleri adlı
eseri seçip, onu tercüme etmeğe koyulduk. Elhamdulillah çok kısa bir zamanda
onun birinci cildinin tercümesini yapıp bitirdik; şimdi de Allah’ın yardımıyla
onun ikinci cildinin tercümesini siz Ehl-i Beyt aşıklarına sunuyoruz; inşaallah en yakın bir zamanda
onun diğer ciltlerini de tercüme edip kardeşlerimizin istifadesine sunacağız.
Sayın hocamız Mahmud
Nasiri, Bihar’ul- Envar kitabı hakkında yeterince bahsettiğinden dolayı
biz bu kitap hakkında bir şey söylemek istemiyoruz; sadece şunu demek isterim
ki, Bihar’ul- Envar kitabı, gerçekten ismine layık bir kitaptır. Bu
kitaptan istifade edebilecek bir kimse, diğer kitaplara sahip olmasa da kitap
açısından zengindir. Bu kitap dört yüz kitabın birleştirilmesinden meydana
gelmiştir. Kitabın müellifi Allame Meclisi (r.a) pek çok yerlerde nakledilen
sözler hakkında kendi görüşlerini de belirtmiştir.
Allah’tan dileğimiz, Ehl-i Beytin söz ve maariflerinin halkımızın içerisine bundan daha fazla girmesi ve onlarla amel edilmesidir. Allah Teala bizleri, bu aileye hizmet edenlerden kılsın ve kıyamet günü bizleri onlardan ayırmasın inşaallah. Allah’ım, bu çalışmalarımızı bizlerden kabul buyur ve Ehl-i Beyt mektebini en yakın bir zamanda İmam Mehdi (a.s)’ın zuhuruyla bütün dünyaya hakim kıl. Amin!
Fahrettin
ALTAN
Ben İran’ın güzel illerinden olan “Erdebil” şehrinde İslami bir ailede dünyaya geldim. Çocukluğumun ilk günlerinden Kur’ân’ı babamın mektebinde okudum. Devlet okulunun tahsili sona erdikten sonra çok eski bir geçmişi olan Erdebil’in ilim havzasında dini tahsile başladım.
Bu derslere başladıktan bir yıl sonra on beş yaşına ayak basmamışken dini ilim açısından çok meşhur olan “Kum” şehrine gelmeğe hazırlandım. İlk önce babamla birlikte sekizinci İmam Ali bin Musa er- Rıza (a.s)’ın ziyaretine müşerref olduk. İmam Rıza (a.s)’ın kabrini ziyaret ettikten sonra O Hazretin Kum’daki bacısı Hz. Masume (a.s)’ın ziyaretine geldik.
Babam Kum’da birkaç gün kaldıktan sonra, beni Hz. Masume’ye emanet ederek hakkımda dua edip ağlar bir vaziyette vatana doğru hareket etti. Ben şefkatli babamın o halini halen unutmamışım. İşte o zamandan itibaren Kum’daki büyük alim ve müçtehitlerin ilim harmanından ilim toplamaktayım. Havza (medrese) ve danişgah (üniversite)da tedris etmenin yanı sıra bir müddet de Kum havzasının müdüriyetinde vazifemi ifa etmişim.
Şimdi de havzanın bazı işlerinde yardımda bulunmaktayım. Allah Teala’nın lütuf ve inayetiyle, dil ve kalemimizle cami ve kütüphanelerin onarılmasında müslümanların hizmetinde bulunmuşum; basılmış olan bir çok makalelere ilaveten bazı kitaplar da yazmaya muvaffak olmuşum. Onlardan bazıları şunlardır:
1-
Esas-ı Tealim-i
İslam. (İslam Öğretilerinin Esası.) Bu
kitap, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kiril harfleriyle Azerice tercüme
edilip basılan ilk kitaptır.
2-
Huda der Fıtrat ve
Tabiat. (Fıtrat ve Tabiatta Allah.) Kiril
diline tercüme edilen ikinci kitaptır.
3-
Ulema ve
Danişmendanha-i Bozorgi
İslami.
(İslami Büyük Alim ve
Bilginler.) Bu kitabın şimdilik ikinci cildi hazırlanmış durumdadır; Allah’ın
yardımıyla devam edecektir.
4-
Nezerha ve Guzerha. (Bakışlar ve Geçişler.)
5-
Müntehab’ul- Ahbar. (Seçikin Hadisler.)
6- Nakş-i Ahlak der Zindegi. (Ahlakın Yaşamdaki Rolü.)
7-
Dastan-i Do Berader. (İki Kardeşin Hikayesi.)
8-
Bihar’ul- Envar’dan
İbretli Öyküler. Bu kitabın dört cildi hazırlanıp
basılmıştır; on cilde ulaşması ümit ediliyor.
Bihar’ul- Envar kitabının
hikayeleri, gerçekte o değerli kitabın en okunaklı ve eğitici bölümlerindendir.
Bu kitabın ilmi ve manevi içeriği insana gerçekten onun
“Nur Denizleri”
isminin derin manasını tedai etmektedir.
Merhum
Allame Muhammed
Bakır Meclisi (r.a) Hicri-Kameri 1037 yılında İran’ın
“İsfahan”
şehrinde gözlerini dünyaya açtı. Merhum Allame, Şia’ın en büyük hadis
mecmuasını tedvin etmiştir, İslam ve Şia alemine bir ömür boyu büyük hizmetler
yaptıktan sonra 73 yaşında bu dünyadan göçmüştür.
Allame Meclisi takvalı ve
İslami adaplarla eğitilmiş bir fert, sürekli dini ve ibadi meclis ve
merasimleri ihya eden bir şahıs olarak tanınıyordu. O şanı yüce alimin Safevi
devletinde ve halk arasında o kadar büyük bir otoritesi olmasına rağmen dünyevi
taallukattan (tutkunluktan) uzak durmuş, tevazu, maneviyat ve mükemmel bir
takvayla yaşamıştır.
Allame Meclisi (r.a),
bütün İslamî ilimlerde, örneğin: Tefsir, Fıkıh, Usul, Tarih, Rical ve Diraye
dallarında kendi zamanının seçkin alimlerinden sayılıyordu.
Hadaik
kitabının müellifi gibi bazı kimseler onu, ilmi şahsiyet açısından İslam
tarihinde eşsiz bir fert olarak bilmişlerdir.
Muhakkik Kazimî, “Makabis” kitabında şöyle yazıyor:
“Merhum
Meclisi,
fazilet ve sırlar kaynağı, hekim bir şahıs ve... nur denizinde bir dalgıç idi;
onun gibi birisini zaman görmemiştir.
İşte bu fazilet ve
özelliklerinden dolayıdır ki, Allameye “Bahr’il- Ulum” ve Şeyh Ensari de
ona; “Allame”
lakabını vermişlerdir.
Allame Meclisi’nin akli ve nakli ilimlerdeki bilgisinin ne derecede yüksek olduğu, onun değerli eser ve kitaplarına göz attığımız zaman iyice anlaşılmış olur.
Az önce değindiğimiz gibi
“Bihar’ul- Envar” kitabı Şia’ın en büyük hadis kaynaklarından biridir.
Bu kitap, İslamî maarif ve bilgilerin büyük bir ansiklopedisi hükmündedir.
Bu değerli kitapta merhum
Allame Meclisî tüm hadis ve rivayetleri özel bir tertip ve tanzim ile
bir araya toplamıştır. Bu çalışmalarında kendi zamanının alim ve talebelerinin
yardımlarından da faydalanmıştır.
Allame Meclisi mezkur kitabın tedvini
için ülkenin çeşitli yörelerinden gerekli olan birçok kaynaklar toplamaya
başlamış ve bu yol uğrunda elinden gelen gayreti sarf etmiştir.
Bihar’ul- Envar kitabının asıl mevzusu hadis,
peygamberlerin yaşam tarihleri ve Masum İmamların (a.s) hayatlarıyla ilgilidir.
Hadisleri tefsir ve şerh ederken, pek çok fıkhi, tefsiri, kelami, tarihi,
ahlaki vb. kaynaklardan yararlanmıştır.
Bihar’ul- Envar kitabı şimdiye kadar defalarca
çeşitli şekillerde basılmıştır. Bizim bu mecmuadaki esas aldığımız nüsha, son
zamanlarda
yüz on cilt olarak Tahran’da basılan nüsha olmuştur. Bu
değerli kitap, şimdi bilgisayar programı şeklinde disketlerde de mevcuttur. Bu
kitaptan faydalanmak isteyenler, istedikleri hadisi veya mevzuu kolayca elde
edebilmeleri için bu yeni imkandan da faydalanabilirler.
Yazar, uzun yıllar boyunca bu nurlu kitabın hikaye ve yararlı sözlerinden yararlanmış ve onları dini kardeşlerine aktarmaya da gayret göstermiştir. Bu kitap Arapça olduğundan dolayı değerli kardeşlerimizin pek çoğu onun güzel ve içerikli sözlerinden yararlanamıyorlar. İşte bundan dolayı onun değerli ve tatlı hikayelerini “Bihar’ul- Envar’ın Hikayeleri” başlığı altında (Farsça’ya) tercüme etmeye teşebbüs ettik... Bu mecmuanın hikayeleri üç bölümde tedvin edilmiştir:
Birinci bölüm: On Dört Masumun (a.s)’dan Hikaye ve
Rivayetler.
İkinci bölüm: On Dört Masum (a.s)’ın Asrında
Yaşayanlar (Nükteler ve Sözler).
Üçüncü bölüm: Peygamberler ve Geçmiş Ümmetler.
Şunu da hatırlatmak gerekir ki, bu hikayeleri tercüme ederken, konunun daha iyi anlaşılır ve çekici olması için emanete riayet ederek serbest bir tercüme yöntemine başvurduk. Bu alandaki çalışmalarımızda bazen mevcut tercümelerden de yararlandık.
Bendeniz, bu kitabın hikayelerinin tercüme ve anlatımında hiçbir eksikliğin olmadığını iddia etmiyorum. Bu ve sonraki ciltlerin eksikliğini gidermedeki değerli önerilerinizi bize ileterek bu kitabın daha güzel bir şekilde halkımızın istifadesine sunulması için yardımınızı bekliyoruz.
Mahmud
NASIRİ
Ashabtan biri Hz. Resulullah (s.a.a)’in huzuruna gelerek çok fakir olduğunu belirtip durumu hakkında açıklamada bulundu.
Resulullah (s.a.a) şöyle
buyurdular:
“Evine git, evinde değeri az da olsa ne eşyan varsa bana getir!”
Ensardan olan adam evinde bulunan bir kilim ile bir kâseyi alarak Hz. Resulullah’ın huzuruna götürdü. Resulullah (s.a.a) onları alıp orada bulunanlara şöyle buyurdular:
“Kim bunları benden
satın almak istiyor?”
Bir adam: “Ben onları bir dirheme alırım” dedi.
Resulullah (s.a.a):
“Bundan
fazlasını veren yok mu?”
diye buyurdular.
Diğer birisi: “Ben iki
dirheme alırım” dedi.
Resulullah (s.a.a), bu
eşyaları o adama vererek;
“Bunlar senin malındır” buyurdular.
Daha sonra o iki dirhemi
de Ensar’dan olan fakire vererek şöyle buyurdular:
“Bir dirhemle ailen
için yiyecek temin et ve bir dirhemle de bir balta al.”
Ensar’dan olan adam
Resulullah (s.a.a)’in emirlerine uyarak kendisine bir balta alıp tekrar Hz.
Peygamberin huzuruna geldi.
Resulullah (s.a.a) şöyle
buyurdular:
“Bu balta ile git odun kes ve onları toplayarak pazara götürüp
orada sat.”
Adam, Resulullah
(s.a.a)’in emrine uyarak on beş gün ciddi bir şekilde çalıştı ve bu çalışma
neticesinde durumu düzeldi.
Sonra Resulullah (s.a.a)
o adama şöyle buyurdular:
“Böylesine çalışman,
kıyamet günü yüzünde sadaka izinin olmasından daha hayırlıdır.”
[1]
Bir genç Resulullah (s.a.a)’in huzuruna gelerek
şöyle dedi:
Ya Resulellah! Allah yolunda cihat etmeyi çok istiyorum.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Allah yolunda cihat et. Eğer öldürülürsen, diri
olup cennet nimetlerinden yararlanacaksın; kendi ecelinle ölmüş olursan, o
zaman senin mükafatın Allah’a kalır; ölmeyip sağ olarak döndüğün takdirde de
bütün günahların bağışlanıp annenden doğduğun gün gibi tertemiz olursun...”
Daha sonra genç şöyle dedi: Ya Resulullah! Annem ve babam çok yaşlı benim savaşa gitmeme razı değiller; “sana alışmışız, sensiz kalamayız” diyorlar.
Resulullah (s.a.a) onun bu sözü üzerine şöyle
buyurdular:
“Annen ve babanın hizmetinde ol. Allah’a and
olsun ki, bir gece-gündüz anne ve babaya hizmet etmek, bir yıl savaş cephesinde
cihat etmekten daha hayırlıdır.”
[2]
Resulullah (s.a.a), can
vermek üzere olan bir gencin yanında bulunarak ona;
“La ilahe illâllah”
söyle demesini buyurdu. Genç adam, birkaç defa söylemek istedi ama dili
tutularak söyleyemedi. Resulullah (s.a.a) baş ucunda oturan kadına;
“Bu
gencin annesi var mı?” diye sordular.
Kadın: “Evet, ben onun
annesiyim” dedi.
Resulullah (s.a.a):
“Sen
bu gençten razı değil misin?” buyurdu.
Kadın: “Razı değilim ve
altı yıldır onunla konuşmuyorum.” dedi.
Resulullah (s.a.a):
“Onun
suçunu bağışla.”
buyurdular.
Kadın: “Ey Allah’ın elçisi! Sizin hoşnutluğunuz için ben afettim. Allah da onu bağışlasın.” dedi.
Sonra Resulullah (s.a.a)
o gence dönerek;
Tevhid (La ilahe illâllah) kelimesini söyle”
diye
buyurdular.
Genç; “La ilahe illâllah”
dedi.
Resulullah (s.a.a):
“Ne
görüyorsun?” diye sordu.
Genç; “Kötü kıyafetli,
kirli elbiseli ve pis kokulu kara birisini görüyorum; boğazımı sıkarak beni
öldürmek istiyor.” dedi.
Resulullah (s.a.a) ondan
şu sözleri tekrar etmesini
istedi:
“Ey ameller az da olsa
ve günahlar ne kadar çok da olsa bağışlayan yüce Allah! Az amellerimi kabul et
ve çok olan günahlarımı bağışla, şüphesiz sen bağışlayan ve esirgeyensin.”
Genç adam, bu sözleri
tekrar ettikten sonra Allah resulü (s.a.a);
“Şimdi ne görüyorsun?” diye
sordu.
Genç; “Beyaz elbiseli,
güzel simalı ve güzel kokulu birisini görüyorum. O güzel elbise giymiş yanımda
oturmakta; siyah çehreli kimse
ise yanımdan uzaklaşmakta!” dedi.
Resulullah (s.a.a);
“Tekrar
o duayı oku.” buyurdular.
Genç adam, o duayı tekrar okudu.
Resulullah (s.a.a);
“Şimdi
ne görüyorsun?” diye sordu.
Genç; “Kara adamı artık görmüyorum, şu anda
yanımda beyaz yüzlü adam oturuyor.” dedi.
Genç adam bu sözleri
söyledikten sonra dünyadan göçtü.[3]
Zengin Müslümanlardan
biri temiz ve şık elbiseyle Resulullah (s.a.a)’in yanına gelerek O Hazretin
yanında oturdu. Daha sonra eski elbiseli bir fakir de gelerek o zengin adamın
yanında oturdu. Zengin adam hemen elbiselerini toplayarak fakirden biraz
uzaklaştı. Resulullah (s.a.a) o adamın bu kibirli tavrından çok rahatsız oldu
ve zengin adama:
“Onun fakirliğinden, sana bir şeyin geçmesinden mi
korktun?”
buyurdular.
Zengin adam: “Hayır, ya
Resulellah.” dedi.
Peygamber (s.a.a): “Senin
zenginliğinden bir şeyin ona ulaşmasından mı korktun?”
Zengin adam: “Hayır!”
Peygamber (s.a.a): “Onun
elbisesinin senin elbiseni kirletmesinden mi korktun?”
Zengin adam: “Hayır, ya
Resulellah!”
Peygamber (s.a.a):
“Öyleyse neden çekilerek kendini ondan uzaklaştırdın.”
Zengin adam: “Benim, beni
aldadan, gerçekleri görmeme mani olan, her çirkin işi güzel, her güzeli de
çirkin gösteren (şeytan veya nefs-i emmare isminde) bir arkadaşım var. Yaptığım
bu kötü amel de, onun aldatmalarından biridir. Ben yanıldığımı itiraf ediyorum.
Bu çirkin tavrımı telafi etmek için sermayemin yarısını karşılıksız olarak bu
Müslüman fakire vermeğe hazırım.
Peygamber (s.a.a) fakir
adama dönerek;
“Bu bağışı kabul ediyor musun?”
buyurdular.
Fakir adam: “Hayır, ya
Resulellah!”
Zengin adam: “Neden?”
Fakir: “Çünkü senin gibi
kibirli ve bencil olmaktan, amellerimin senin amelin gibi akıl ve mandıktan
uzak olmasından korkuyorum.”[4]
İbn-i Abbas (Peygamberin amcasının oğlu) şöyle diyor:
Resulullah (s.a.a), bazı
kimseler dikkatini çektiğinde;
“Onun bir meslek ve sanatı var mıdır?”
diye soruyordu. Eğer cevaben; “Hayır” demiş olsalardı;
“Benim gözümden
düştü” buyururdu.
Hz. Peygamber’e; “Neden?” diye sorduklarında şöyle buyuruyordu: “Çünkü Allah’ı tanıyan bir kimsenin meslek ve sanatı olmazsa, Allah’ın dinini dünyasına geçim kaynağı edinir ve dinin sırtından ekmek yemiş olur.” [5]
Bir gün Resulullah (s.a.a) bir mahalleden geçerken, bir grup gencin kendi aralarında taş kaldırma yarışı yapmakta olduklarını gördü. Orada bulunan büyük bir taşı herkes gücü miktarınca kaldırıyordu.
Resulullah (s.a.a) bu
gençlere hitaben;
“Ne yapıyorsunuz?”
diye sordu.
Gençler; “Bu ağır taşı
kaldırmakla hangimizin daha güçlü olduğunu bilmek istiyoruz.” dediler.
Resulullah (s.a.a)
onların bu sözlerine karşılık şöyle buyurdular:
“Hanginizin daha güçlü
olduğunu söylememi istiyor musunuz?”
Gençler; “Buyurun ya
Resulellah!” dediler.
Resulullah (s.a.a) şöyle
buyurdular:
“En güçlü insan; bir
şeyden hoşlandığında, hoşlandığı şey onu günaha sevk etmeyen, sinirlendiğinde
siniri onu haktan uzaklaştırmayan, yalan ve çirkin bir sözü ağzına almayan ve
gücünü kendi hakkından fazlasına tecavüzde sarf etmeyen kimsedir.”
[6]
Resulullah (s.a.a) son hastalığında Bilal’a halkı camide toplamasını emretti. Halk bu davet üzerine camide toplandı. Resulullah (s.a.a)’in kendisi de ağır hasta olmasına rağmen camiye gelerek minbere çıktılar. Allah’a hamd-u sena ettikten sonra, halk için katlandığı zorlukları anlatarak şöyle buyurdular:
“Ey dostlar! Ben sizin
için görevimi nasıl eda ettim? Sizinle beraber (düşmana karşı) savaşmadım mı?
Ön dişlerim kırılmadı mı? Alnım parçalanmadı mı? Acaba yüzüme akan kanla
sakalım kana boyanmadı mı? Her zorluğa katlanmadım mı? Yiyeceklerimi başkalarına
feda etmemden dolayı karnıma taş bağlamadım mı?”
Ashap cevaben şöyle
dediler:
“Kuşku yok ki hepsi
doğrudur. Ümmet uğruna nice zorluklara katlandınız, hakkı yayma yolunda eşsiz
çaba ve gayret sarfettiniz, bu hususta hiçbir ihmalkarlıkta bulunmadınız. Allah
Teala size en iyi ecir ve mükafatı versin.”
Resulullah (s.a.a) bu
esnada şöyle buyurdular:
“Alemlerin rabbi olan
Allah Teala, hiçbir zulümden (insan haklarından) geçmeyeceğine dair yemin
etmiştir. Sizler Allah aşkına söyleyin; her kimin benim üzerimde bir hakkı
varsa veya herkime (farkında olmadan) bir haksızlıkta bulunmuş isem bana
bildirsin ve hakkını benden istesin. Çünkü bu dünyada uygulanacak olan kısas
benim için ahirette melek ve peygamberlerin karşısında uygulanacak olan cezadan
daha iyidir!”
Bu sırada
Sevvadet bin
Kays isminde bir adam meclisin sonlarından ayağa kalkarak şöyle dedi:
Ey Allah’ın elçisi! Annem
ve babam sana feda olsun! Siz
Tâif’ten döndüğünüzde ben sizi karşılamaya
geldim. Siz
“Azba” ismindeki devenize binmiştiniz, ince bir çubuk da
elinizde vardı, o çubuğu kaldırıp deveye vurmak istediğinizde benim karnıma
deydi; kasıtlı veya kasıtsız olduğunu anlayamadım.
Resulullah (s.a.a) şöyle
buyurdular:
“Kasıtlı olmasından
Allah’a sığınıyorum, kesinlikle kasıtlı olarak vurmamışım.”
Daha sonra şöyle
buyurdular:
“Ey Bilal! Fatıma’ın
evine git, benim o ince çubuğu getir!”
Bilal camiden çıkıp Medine sokaklarında yüksek bir sesle şöyle diyordu: “Ey insanlar! Boynunda herhangi bir hak ve kısas olan şahıs, kıyamet gününden önce ödesin. Şimdi İslam Peygamber’i (s.a.a) kendisini kısasa hazırlamış ve halkın hakkını kıyamet gününden önce ödüyor.”
Bilal, Hz. Fatıma (a.s)’ın evinin kapısını çalarak; “Baban ince çubuğu istiyor.” dedi.
Hz. Fatıma (a.s):
“Ey
Bilal! Babam ince çubuğu ne için istiyor? Artık bugün ona ihtiyaç yoktur. Çünkü
babam, bu çubuğu yolculuk günlerinde kendisiyle birlikte götürüyordu!”
Bilal: “Ey Fatıma!
Babanın şimdi minberin üzerinde olduğunu ve halkla vedalaştığını bilmiyor
musun?”
Hz. Fatıma (a.s) bu sözü
duyar duymaz feryat ederek ağladı ve şöyle buyurdu:
“Bu gam ve üzüntüden
dolayı eyvahlar olsun! Babacığım senden sonra artık kim mazlum ve yoksullara
yetişecek ve onlar senden sonra kime sığınacaklar! Ey Allah’ın habibi,
kalplerin mahbubu!”
Hz. Fatıma (a.s) daha sonra el çubuğunu Bilal’a verdi. Bilal da o çubuğu Resulullah’a götürdü.
Resulullah (s.a.a);
“O
yaşlı adam nerededir?” buyurdular.
Yaşlı adam yerinden
kalkarak; “Buradayım ey Allah’ın elçisi! Annem ve babam sana feda olsun.”
Peygamber (s.a.a):
“İleri
gel, razı olman için bana kısasını uygula!”
Yaşlı adam: “Annem ve
babam sana feda olsun, karnını aç!”
Hz. Peygamber (s.a.a) karnının üzerindeki gömleği bir tarafa çekince yaşlı adam şöyle dedi: “Mübarek karnınızdan öpmem için bana müsaade ediyor musunuz?”
Peygamber (s.a.a) müsaade
edince, yaşlı adam Hz. Peygamber’in karnından öperek şöyle dedi:
“Allah’ım! Bu amel ile kıyamet günü cehennem ateşinden sana sığınıyorum.”
Hz. Peygamber (s.a.a):
“Ey
Sevvadet bin Kays! Kısas mı yapıyorsun, yoksa beni af mı ediyorsun?”
Sevvade: “Ya Resulellah!
Affediyorum.”
Peygamber (s.a.a):
“Allah’ım!
Sevvadet bin Kays’ı bağışla; nitekim o, senin peygamberin olan Muhammed’i
bağışladı.”
[7]
Resulullah (s.a.a) ve bir
grup ashabı bir çölden geçiyorlardı, yol esnasında deve otlatan bir çobanı
gördüler. Hazret o çobandan biraz süt almak için ashaptan birisini onun yanına
gönderdi.
Deve çobanı, Hz. Peygamber’in süt almak için gönderdiği adama şöyle dedi: “Develerin memelerinde olan süt kabilemizin kahvaltısı içindir, kaplara sağmış olduğum süt de onların akşam yemeği içindir.”
Çoban bu bahaneyle
Hazrete süt vermekten kaçındı. Resulullah (s.a.a) o çoban hakkında şöyle dua
ettiler:
“Allah’ım onun mal ve evlatlarını çoğalt!”
O bölgeden geçtikten sonra koyun otlatan bir çobana rastladılar. Peygamber (s.a.a), ondan süt almak için birisini onun yanına gönderdi. Koyunları otlatan çoban, koyunları sağdı ve önceden de sağmış olduğu sütle birlikte sütlerin hepsini, Hz. Peygamber’in göndermiş olduğu adamın kabına döktü ve bir koyun da Hazret için göndererek şöyle dedi:
“Şimdilik bu kadar
göndere biliyorum, eğer müsaade ederseniz bundan fazlasını temin edebilirim.”
Resulullah (s.a.a) onun
da hakkında şöyle dua ettiler:
“Allah’ım! Ona ihtiyacı miktarınca rızk ver!”
Ashaptan biri bu sözleri
duyunca şöyle dedi:
“Ya Resulellah! Size süt
vermeyen kimse hakkında, öyle bir dua ettiniz ki, hepimiz o duanın bizim
hakkımızda da söylenmesini seviyoruz; size süt veren kimse hakkında da öyle bir
dua ettiniz ki, hiçbirimiz onun bizim hakkımızda söylenmesini istemiyoruz.”
Resulullah (s.a.a)
cevaben şöyle buyurdular:
“Az mal, yaşam
ihtiyaçlarını giderir; böyle bir mal insanı gafil eden servetten daha iyidir.”
Daha sonra şöyle dua ettiler:
“Allah’ım! Muhammed ve
O’nun evlatlarına yeterli miktarda rızk bağışla.”
[8]
Hz. Peygamber, (s.a.a)
ashabıyla bir yolculuğunda susuz ve otsuz bir bölgede konakladılar. Hazret
ashabına;
“Odun getirin yakalım”
buyurdular.
Ashap: “Ya Resulellah!
Burası otsuz-ağaçsız bir bölgedir, burada odun bulunmaz!” dediler.
Hz. Peygamber (s.a.a);
“Gidin,
herkes bulabildiği kadar odun toplasın getirsin.” buyurdular.
Ashaptan her biri odun
toplamak için bir tarafa gitti. Onlardan her biri toplayabildikleri kadar çalı
çöp toplayıp getirdiler. Topladıkları şeyleri Resulullah’ın karşısında üst-üste
döktüler. Böylece yığınla odun toplanmış oldu.
Bu sırada Resulullah
(s.a.a) şöyle buyurdular:
“Küçük günahlar da bu
küçük odunlar gibidir; ilk önce göze görünmez, ama birbiri üzerine toplanınca
büyük bir yığın olarak karşımıza çıkar.”
Sonra şöyle buyurdular:
“Ey
dostlar! Küçük günahlardan da kaçının. Gerçi küçük günahlar çok önemsenmiyor
ama bilin ki, her şeyin bir talip ve gözeteni vardır. Bu gözetenler (Allah ve
melekleri), hayatınızda yaptığınız, ölümünüzden sonra da eseri kalıcı şeyleri
gözetip yazmaktalar. Önemsenmeyen bu küçük günahların bir gün, ne kadar büyük
bir yığını teşkil ettiğini göreceksiniz.”
[9]
Resulullah (s.a.a)’in
zamanında, Suffe[10] halkından olan bir mümin, çok muhtaç ve fakir
duruma düştü. O, bütün namazlarını Resulullah’ın arkasında kılan biri idi.
Resulullah (s.a.a) ona acıyordu, ihtiyaç ve garipliğini göz önünde bulundurarak
şöyle buyuruyordu:
“Ey Sa’d! Elime
bir şey geçerse senin ihtiyacını gidereceğim.”
Bir müddet böyle geçti,
fakat Resulullah’ın eline bir şey geçmedi. Hazret,
Sa’d’ın haline daha
çok üzülmeğe başladı. Allah Teala, Hz. Peygammber’in, Sa’d’a nispet üzüntüsüne
teveccüh ederek Cebrail ile iki dirhem Resulullah’a gönderdi.
Cebrail, Hz. Peygamber’e şöyle arzetti:
“Ey Muhammed! Allah Teala, senin Sa’d için olan üzüntünden haberdardır; acaba onun ihtiyacını gidermek istiyor musun?”
Hz. Peygamber (s.a.a):
“Evet.”
Cebrail:
“Bu iki
dirhemi ona ver ve emret ki onunla ticaret yapsın.”
Hz. Peygamber (s.a.a) o
iki dirhemi Cebrail’den aldı; Hazret öğle namazına gittiğinde, Sa’d’ın, kapının
önünde kendisini beklediğini gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Ey Sa’d! Acaba
ticaret yapmayı iyi başarabiliyor musun?”
Sa’d: “Ticaret yapabileceğim herhangi bir sermaye yoktur.” dedi.
Hz. Peygamber, iki dirhem
ona vererek şöyle buyurdular:
“Onunla ticaret yap ve Allah’ın sana nasip
edeceği rızkı elde et.”
Sa’a iki dirhemi alarak
Hz. Peygamber’le birlikte camiye gitti, öğle ve ikindi namazını Hazretle kaldı.
Sonra Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdular:
“Kalk rızkının peşine
git; sürekli senin durumuna üzülüyordum.”
Sa’d, ticaret yapmakla
meşgul oldu. Allah Teala onun parasına bereket verdi; aldığı her şeyi iki
katına satıyordu. Dünya artık Sa’d’a yönelmişti, sermayesi git gide artıyordu,
malı çoğaldı, muamelesi parladı; öyle ki, caminin yanında bir dükkan aldı;
sermayesi ve eşyalarını orada toplayıp ticaret yapıyordu.
Bilal ezan okuduğunda, Resulullah
(s.a.a) camiye hareket ederken Sa’d’ı alış verişle meşgul olarak görüyordu.
Sa’d, henüz abdest alıp namaza hazırlanmamıştı, oysa daha önceleri ezandan önce
abdest alarak namaza hazır oluyordu.
Resulullah (s.a.a) onu
böyle gördüğünde şöyle buyurdular:
“Ey Sa’d! Dünya seni namazdan geri
bırakmasın!”
Sa’d da şöyle diyordu:
“Ne yapayım? Sermayemi yok mu edeyim? O adama bir cins satmıştım, paramı ondan
almak istiyorum, başka birisinden de bir takım eşya almışım, parasını ödemem
gerekir!”
Resulullah (s.a.a),
Sad’ın bu haline onun fakirliğine üzüldüğünden daha çok üzüldü. Cebrail Hz.
Peygamber’in huzuruna gelerek şöyle arzetti:
“Ey Peygamber! Allah
Teala, senin Sa’d için üzüldüğünden haberdardır; onun hangi halini daha çok
seviyorsun? Önceki halini mi yoksa şimdiki halini mi?”
Resulullah (s.a.a)
cevaben şöyle buyurdular:
“Ey Cebrail! Onun önceki halini (fakirliğini)
seviyorum. Çünkü dünya, onun ahiretini elinden aldı.”
Cebrail şöyle arzetti:
“Kuşkusuz
dünya malı bir imtihan olup insanı ahiretten alı koymaktadır.”
Cebrail sözünün devamında
şöyle dedi:
“Ya Resulellah! Sa’d’a de ki, ona verdiğin o
iki dirhemi size geri versin, geri verdiği takdirde durumu önceki haline
dönecektir.”
Peygamber (s.a.a) bu söz
üzerine Sa’d’a şöyle buyurdular:
“Ey Sa’d! Sana verdiğim o iki dirhemi bana
geri verir misin?”
Sa’d cevaben şöyle arzetti: “İki dirhemin yerine iki yüz dirhem sana veririm.”
Hz. Peygamber (s.a.a) de
buyurdular ki:
“Hayır! Sadece o iki dirhemi istiyorum.”
Sa’d o iki dirhemi
çıkarıp Hazrete verdi. Çok geçmeksizin artık dünya ondan yüz çevirmeye başladı,
sahip olduğu her şey elinden çıktı. Sa’d tekrar önceki fakirlik ve yoksulluk
haline düşü verdi.[11]
Bir gün Resulullah
(s.a.a) şöyle buyurdular:
“Beni miraca götürdüklerinde
cennete girdim. Orada bazı meleklerin altın ve gümüş tuğlayla bir bina
yaptıklarını gördüm. Ama bazen durup bekleşiyorlardı. Meleklere;
“Siz neden
bazen çalışıp bazen duruyorsunuz; bunun sebebi nedir?” diye sordum.
Cevaben şöyle dediler: “Bina malzemeleri elimize geçtiğinde çalışıyoruz, geçmediğinde ise duruyoruz.”
Onlara;
“Sizin bina
malzemeniz nedir?” diye sordum. Cevaben dediler ki: “Subhanellah ve’l
hamdulillah vela ilahe illellah vellahu ekber” dir. Mümin bir şahıs bu zikri
söylediğinde, biz binayı yapıyoruz, sustuğunda ise çalışmayıp bekliyoruz.”[12]
Bir gün cemaatle sabah
namazını camide kıldıktan sonra Resulullah (s.a.a)’in gözü, uykusuzluktan
uyuklayan ve başı önüne düşen bir gence takıldı. Bu gencin rengi sararmış,
bedeni zayıflamış ve gözleri kızarmıştı.
Resulullah (s.a.a) ona;
“Durumun
nasıldır, nasıl sabahladın?”
diye sordular.
Genç: “Ölümden sonraki dünyaya yakin ve imanla sabahladım, durumum ise işte böyledir.” dedi.
Resulullah (s.a.a) onun
bu sözüne karşı;
“Her yakinin bir alemeti vardır; senin yakininin alemeti nedir?”
buyurdu.
Genç şöyle dedi: “Ey Allah’ın elçisi! Beni solduran, geceleri uykumu kaçıran ve yazın sıcak günlerinde (oruç tutmakla) beni dünyaya ve dünyada olana ilgisiz kılan işte bu yakindir. Şimdi basiret gözüyle kıyametin koptuğunu ve halkın hesap vermek için toplanmış olduğunu, benim de onların arasında bulunduğumu görüyorum. Yine cennet ehlinin, cennet nimetlerinden yararlandıklarını, cennet tahtlarına yaslandıklarını ve birbirleriyle sohbet ettiklerini, Cehennem ehlinin ise ateşin alevleri arasında inlediklerini ve yardım dilediklerini görür gibiyim; şu anda cehennem ateşinin sesi, kulağımda çınlıyor.”
Resulullah (s.a.a),
gencin bu sözlerini dinledikten sonra ashabına şöyle buyurdular:
“Allah Teala, bu
gencin kalbini iman nuruyla aydınlatmıştır.”
Daha sonra gence dönerek
şöyle buyurdular:
“Bu hal üzere sabit
kal ve onu kaybetme.”
Genç: “Ey Allah’ın
elçisi! Allah’tan hak yolunda şahadete erişmemi iste” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.a) de
ona dua ettiler. Bu genç çok geçmeksizin Allah resulü ile birlikte savaşlardan
birine katıldı ve o savaşta şehit düşenler arasında onuncu kişi olarak şahadete
erişti.[13]
Ebu Derda şöyle diyor:
Karanlık gecelerden
birinde, Medine’de
Ben-i Neccar
hurmalıkları arasından geçiyordum. O
esnada hüzün dolu bir gamlı ve inilti kulağıma ilişti. Sese yaklaştığımda
gecenin karanlığında kuytu bir köşede birisinin Allah Teala’ya şöyle münacat
ettiğini duydum:
“İlahî! Nice helak
edici günahlarıma karşı, hilimli davranarak beni ansızın cezalandırmadın; nice
suçlarımın üzerini örterek lütuf ve kereminle onları aşikar etmedin. İlahi!
Gerçi ömrüm sana isyan etmekle geçmiş ve günahlarım amel defterimi
doldurmuştur; ama benim ümidim, senin mağfiret ve hoşnutluğundan başka bir şey
değildir.”
Bu kalp okşayıcı,
etkileyici ses, beni öylesine kendisine cezp etti ki elimde olmaksızın o sese
doğru hareket ettim, aniden gözüm Ali bin Ebi Talib’e ilişti. O Hazretin dua ve
münacatına mani olmamak ve o yakarıştan mahrum kalmamak için ağaçların arasına
saklandım.
Ali bin Ebi Talip, o
ıssız karanlık gecede iki rekat namaz kıldı, sonra en içiten dualarla hüzün
dolu gözyaşlarını dökerek yakarışını sürdürdü.
Hz. Ali (a.s)’ın
münacatlarından biri de şu idi:
“Ey Rabbim! Senin
affını düşündüğümde, günahlarım küçük geliyor; senin şiddetli azabını
düşündüğümde ise musibetim büyüyor.”
Daha sonra duasına şöyle
devam etti:
“Âh! Amel defterimde
benim unuttuğum ama senin kaydettiğin günahları okumuş olursam o zaman ‘Onu
tutun’ diye emredeceksin. Yakalanıp da ailesi kendisini kurtaramadığı,
kabilesinin kendisine bir fayda sağlayamadığı ve meleklerin kendisine merhamet
etmediği kimsenin vay haline!”
Daha sonra duasını şöyle
sürdürdü:
“Ciğer ve böbrekleri
yakan, organları birbirinden ayıran ateşten dolayı vay halimize! Cehennemin
şiddetli yakıcı alevinden dolayı eyvah!”
Ebu Derda sözünün devamında şöyle diyor:
Hz. Ali (a.s) yine
şiddetle ağladı, bir müddet sonra ondan artık bir ses duyulmuyordu, hiçbir
hareket ve kımıldama da görülmüyordu. Kendi kendime şöyle dedim: “Gece
uyumadığından dolayı kesinlikle uykuya dalmıştır.” Şafağın sökmesi yaklaştı,
onu namaz için uyandırmak istedim. Bundan dolayı onun yanına gittim, yanına
varır varmaz onu, kuru bir ağaç gibi yere düşmüş olduğunu gördüm. Hareket
ettirdim, hareket etmedi; seslendim cevap vermedi. Bu durumu görünce;
“İnna
lillah ve inna ileyhi raciun”
dedim.
Ebu Derda sözünün devamında şöyle diyor:
Ben suretle Hz. Ali’nin
(a.s) evine doğru koştum, Hazretin durumunu onlara bildirdim.
Fatıma (a.s) şöyle dedi:
“Ebu
Derda! Olay nedir?”
Ben Hz. Ali’nin durumunu
onlara anlattım. Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu:
“Ebu Derda! Allah’a
and olsun ki, o baygınlıktır; Allah korkusuyla kendisinden geçmiştir.”
Daha sonra bir kap suyla
Hz. Ali’nin yanına döndük, O Hazretin yüzüne su serptik, böylece kendisine
geldi, gözlerini açtı, benim şiddetle ağladığımı görünce bana bakarak şöyle
buyurdu:
“Ebu Derda! Neden ağlıyorsun?”
Cevaben dedim ki:
“Kendine yakıştırdığın şeyden dolayı ağlıyorum.”
Buyurdular ki:
“Ey Ebu
Derda! Beni hesaba götürdüklerinde, günahkarlar azaba yakin ettiklerinde, katı
yürekli melek ve cehennem zebanileri (görevlileri) beni kuşattıklarında, Kahhar
Allah’ın huzurunda durduğumda, dostlar beni ilahi emre teslim ettiklerinde ve
dünya ehli halime acıdıklarında durumun nasıl olacak? Elbette sen, her gizli ve
saklı şeyleri bilen bir Allah’ın karşısında yer aldığımda bana herkesten daha
çok acıyacaksın.”
[14]
Emir’ul- Muminin Hz. Ali
(a.s)’ın kızı Ümmü Gülsüm şöyle diyor:
Ramazan ayının on
dokuzuncu gecesi, iftar için babama iki tane arpa ekmeği, bir kap süt ve biraz
da tuz getirdim. Babam namazını kılıp bitirdiğinde iftar etmeye hazırlandı.
Gözleri yemeye takıldığında düşünceye daldı. Sonra başını sallayıp yüksek sesle
ağladı ve şöyle buyurdu:
“Ey aziz kızım!
Babanın iftarı için bir tepside iki çeşit katık (süt ve tuz) mı hazırladın? Sen
bu amelinle kıyamet günü Allah’ın huzurunda benim çok durmamı mı istiyorsun?
Ben daima, kardeşim ve
amcam oğlu Resulullah (s.a.a)’in yolunu takip etmeye kararlıyım. Hz. Peygamber
(s.a.a) dünyadan göçene dek, kendisi için bir tepside iki çeşit katık
getirtmemiştir.
Aziz kızım! Kimin
yemesi, içmesi ve giyimi (helal yoldan bile olsa) güzel olursa, kıyamet günü
ilahi mahkemede durması da çok olacaktır! Eğer bunlar haram yoldan kazanılmış
olursa, çok durmaktan ilave azaba da tabi tutulacaktır. Çünkü dünyanın helal
malında hesap, haramında ise azap vardır!”[15]
Ali bin Ebu Rafi şöyle
diyor:
Ben Hz. Ali (a.s)’ın
beyt’ul- mal hazinesinin koruyucusu idim. Beyt’ul- mal arasında,
Basra
savaşında ganimet alınmış olan değerli bir inci gerdanlık vardı. Emir'ul-
Muminin Hz. Ali (a.s)’ın kızı, bir şahsı yanıma göndererek şöyle bir istekte
bulundu:
“Duyduğuma göre beyt’ul-
malda bir inci gerdanlık varmış; birkaç günlüğüne onu bana emanet vermeni
istiyorum, kurban bayramından sonra onu geri vereceğim.”
Ben de mesajı ileten şahsa; “Ben o inciyi, ancak zamanetle (taahhütle) ona verebilirim” dedim. Emir’ul- Muminin (a.s)’ın kızı bu şartı kabul etti. Ben de bu şartla üç günlüğüne o inciyi ona verdim.
Tesadüfen Hz. Ali (a.s),
gerdanlığı kızının boynunda görüp tanımıştı. Kızına;
“Bu gerdanlığı nereden
elde ettin?”
diye sormuş; o da şöyle demiş:
“Sizin hazinedarınız olan
Ali bin Ebu Rafi’den üç günlüğüne emanet olarak aldım, kurban bayramından sonra
geri vereceğim.”
Ali bin Ebu Rafi sözünün
devamında şöyle diyor:
Emir’ul- Muminin Hz. Ali
(a.s) beni çağırttı ben de O Hazretin huzuruna gittim, gözü bana ilişir ilişmez
şöyle buyurdular:
“Ey Ebu Rafi!
Müslümanlara hıyanet mi ediyorsun?!”
Ben cevaben;
“Müslümanlara hıyanet etmekten Allah’a sığınırım” dedim.
Hazret;
“Öyleyse
neden, Müslümanların beyt’ul- malında olan bir gerdanlığı, benim ve
Müslümanların müsaadesi olmaksızın kızıma verdin?”
diye sorguladı.
Arz ettim ki: Ey Emir’ul- Muminin! O sizin kızınızdır, gerdanlığı emanet olarak geri vermek şartıyla birkaç günlüğüne benden istedi; ben de onu üç günlüğüne emanet olarak ona verdim, onu yerine iade etmesi için de taahhüdü kendi üzerime aldım.
Hz. Ali (a.s) şöyle
buyurdu:
“Bugün onu geri alıp
kendi yerine bırakmalısın, eğer bundan sonra böyle bir iş yapacak olursan, ağır
bir şekilde cezalandırılırsın.”
Daha sonra şöyle buyurdular:
“Eğer benim kızım bu
gerdanlığı taahhütlü olarak almamış olsaydı, Haşimi kadınlarından ilk şahıs
olarak, hırsızlık adıyla onun elini keserdim.”
Bu söz Hazretin kızının kulağına yetişince babasının yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Emir’ul- Muminin! Ben senin kızın ve bedeninin bir parçasıyım; bu gerdanlığı kullanmaya benden daha layık kim vardır?”
Hazret şöyle cevap verdi:
“Kızım! İnsan nefsinin
isteklerine kapılarak haktan uzaklaşmamalıdır. Seninle eşit olan muhacir
kadınların hepsi, bu bayramda böyle bir gerdanlıkla süslenmişler mi ki sen de
onların seviyesinde yer alarak onlardan geri kalmış olmayasın?!”[16]
Hz. Ali (a.s), yüzünde
korku eseri gözüken bir adamı görerek;
“Neden korkuyorsun?” diye sordu.
Adam cevaben; “Allah’tan
korkuyorum.” dedi.
İmam (a.s) onun bu sözü
üzerine şöyle buyurdular:
“Ey Allah’ın kulu! Sen günahından kork, kulların
hakları hususundaki yaptığın zulümler hakkında Allah’ın adaletinden kork.
Allah’ın emrettiği şeyde O’na itaat et; salahını göz önünde bulundurarak nehy
ettiği şey hususunda ise O’na isyan etme.
Bütün bunlara uyduktan
sonra Allah’tan korkma! Çünkü O, kimseye zulmetmez; suçsuz olarak alsa kimseyi
cezalandırmaz. Durumunun değişmesi hususunda kötü sonuçtan korkuyor isen o
başka. Allah Teala’ın seni kötü sonuçtan güvende kılmasını istiyor isen
bilmelisin ki, yapmış olduğun her hayır, Allah’ın sana olan fazl ve lutfündan
dolayıdır; yapmış olduğun her kötü iş ise, Allah’ın sana mühlet vermesi, seni
gözetmesi, sana karşı sabırlı davranmasından kaynaklanmaktadır.”[17]
İkinci halifenin
döneminde bir genç onun yanına gelerek annesini şikayet etti. Bağırarak yüksek
bir sesle; “Allah’ım! Benimle annemin arasında hükmet” diyordu.
Ömer o gence; “Annen ne
yapmıştır, neden onun hakkında şikayet ediyorsun?” diye sordu.
Genç cevaben şöyle dedi:
“Annem dokuz ay boyunca
beni karnında büyütmüş, iki yıl boyunca da bana süt vermiştir. Ama büyüyünce ve
iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edince beni yanından kovdu, bununla da
yetinmeyip sen benim oğlum değilsin diyor! Oysa o benim annem ve ben de onun
oğluyum!”
Ömer, kadını
getirmelerini emretti; kadın da ihzar edilmesinin sebebini anlayınca, dört
kardeşi ve kırk tane de şahitle birlikte mahkemede hazır oldu.
Ömer gence, iddiasını
tekrarlamasını emretti. Genç de söylemiş olduğu sözleri tekrarladı ve o kadının
kendi annesi olduğuna dair de yemin etti.
Ömer kadına dönerek;
“Senin bu söze karşı cevabın nedir? diye sordu.
Kadın cevaben şöyle dedi:
“Allah’a ve Peygamber’e
and olsun ki, bu genci tanımıyorum. O böyle bir iddiayla, beni kabilem ve ailem
arasında rezil etmek istiyor! Ben Kureyş hanedanından bekar bir kadınım, şimdi
ben böyle iken o nasıl benim oğlum olabilir?!”
Ömer kadına; “Şahidin var
mıdır?” diye sordu.
Kadın da cevaben;
“Bunların hepsi benim şahidimdir.” dedi.
O kırk kişi de, gencin yalan söylediğine ve kadının halen bakire olup onun evlenmediğine dair tanıklık ettiler.
Ömer, şahitler hakkında tahkik yapılması ve doğru söyledikleri takdirde de gencin iftiracı olarak cezalandırılması için hapse atılmasını emretti.
Memurlar, genci hapse
götürdükleri sırada Hz. Ali’yle karşılaştılar. Genç adam Hz. Ali’yi görür
görmez; “Ya Ali!
İmdadıma yetiş; bana zülüm yapılmıştır.” diye feryat etti.
Genç adam olayın ne olduğunu anlattı. Hz. Ali (a.s) memurlara, o genci Ömer’in yanına geri çevirmelerini emretti. Genç adam Ömer’in yanına geri çevirildiğinde Ömer; “Ben onun hapse atılmasını emretmiştim, ne için onu getirdiniz?” dedi.
Memurlar cevaben şöyle dediler: “Hz. Ali geri çevirmemizi emretti. Biz defalarca sizden; ‘Ali bin Ebu Talip ile muhalefet etmeyiniz’ diye emrettiğinizi duyduk.”
Bu sırada Hz. Ali (a.s)
içeri girerek gencin annesini ihzar etmelerini emretti. Bu emir doğrultusunda
onu getirdiler. Bu esnada Hz. Ali (a.s) gence;
“İddianı beyan et”
diye
buyurdu.
Genç tekrar maceranın
hepsini anlattı. Hz. Ali (a.s), Ömer’e dönerek;
“Bunların arasında kadılık
yapmamı istiyor musun?”
diyerek öneride bulundu.
Ömer de cevaben şöyle
dedi: “Subhanellah! Nasıl istemeyebilirim; oysaki Resulullah (s.a.a);
“Ali
bin Ebu Talib, hepinizden daha alimdir”
diye buyurmuştur.
Hz. Ali (a.s) Kadına;
“Kendi
iddiana şahidin var mıdır?” diye sordu.
Kadın cevaben; “Evet, kırk şahidim vardır; hepsi de hazırdır.” dedi.
Bu sırada
şahitler ileri gelerek önceki gibi tanıklık ettiler.
Hz. Ali (a.s)
şöyle buyurdular:
“Allah’ın rızasına uygun olarak Resulullah (s.a.a)’in bana
öğrettiği hüküm üzere hükmediyorum.”
Daha sonra
kadına; “Acaba işlerinde (herhangi) bir sorumlu ve yetki sahibi birisi var
mıdır?” diye sordu.
Kadın
cevaben; “Evet, vardır; bu dört kişi benim kardeşlerimdir, benim hakkımda yetki
sahipleridir.”
Hazret
kadının kardeşlerine dönerek;
“Acaba kendiniz ve kız kardeşiniz hakkında
bana icaze ve yetki veriyor musunuz?”
diye sordu.
Onlar da
cevaben; “Evet siz, bizim hakkımızda yetkilisiniz” dediler.
Hazret sonra
şöyle buyurdu:
“Allah Teala’ın ve bu mecliste hazır bulunanların
tanıklığıyla nakit ödeyeceğim dört yüz dirhem mihriyeyle bu kadını bu gence
nikahlıyorum.”[18]
Hazret
daha sonra Kanber’e dönerek;
“Acele dört yüz dirhem getir”
diye emretti.
Kanber de
dört yüz dirhem getirdi. Hazret paranın hepsini gencin eline vererek şöyle
buyurdular:
“Bu parayı
al, hanımının eteğine dök ve onun elinden tut götür; artık evlilik eseri sende
olmadıkça (yani cenabet guslü almadıkça) benim yanıma dönme.”
Genç adam
yerinden kalkıp paraları kadının eteğine dökerek; “Kalk gidelim” dedi.
Bu esnada
kadın şöyle feryat etti:
“Ateş! Ateş!
Ey Peygamber’in amcasının oğlu! Acaba beni kendi oğlumun hanımımı yapmak
istiyorsun?! Allah’a and olsun ki, bu genç benim oğlumdur. Kardeşlerim beni,
babası serbest bırakılmış olan bir şahısla evlendirdiler. Ben bu genci ondan
dünyaya getirdim. Bu çocuk büyüyünce kardeşlerim bana şöyle dediler: Onun senin
çocuğun olduğunu inkar et; ben de onların emri gereğince böyle bir işi yaptım.
Ama şimdi onun benim oğlum olduğunu itiraf ediyorum; kalbim onun sevgi ve
muhabbetiyle doludur.”
İşte böylece
kadın oğlunun elinden tutarak mahkemeden dışarı çıktılar. Ömer bu duruma şahit
olduktan sonra şöyle dedi: “Eyvah Ömer! Eğer Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”[19]
Harun bin
Andere babasından şöyle naklediyor:
Soğuk bir
mevsimde Hz. Ali (a.s)’ın huzurunda idim. Hz. Ali eski bir kadifeyi omzuna
atmıştı, ama soğuktan titriyordu. O’nu böyle görünce şöyle dedim:
“Ey Emir’ul-
Muminin! Allah Teala beyt’ul- malda diğer Müslümanlara bir pay belirlediği gibi
siz ve aileniz için de bir pay belirlemiştir; o payı alarak rahatlıkla
yaşayabilirsiniz. Neden kendinize bu kadar katı davranarak soğuktan
titriyorsunuz?”
Hz. Ali (a.s)
cevaben buyurdular ki:
“Allah’a
and olsun ki, sizin beyt’ul- maldan herhangi bir tane bile almam. Gördüğünüz bu
kadifeyi de kendimle birlikte Medine’den getirmişim; bundan başka giyecek bir
şeyim de yoktur.”
[20]
İmran bin
Şahin, Irak büyüklerindendi; o Azududdevle ed-Deylemî hükümeti aleyhine kıyam
etti. Azududdevle büyük bir çaba sarf ederek onu yakalamak istedi (ama muvaffak
olamadı). İmran Necef-i Eşref’e kaçtı. Orada tanınmayacak bir kıyafetle gizlice
yaşamaya başladı.
İmran, Hz.
Ali (a.s)’ın kabrinin kenarında sürekli dua ve namaz kılmakla meşguldü. Bir gün
uykusunda Hz. Ali (a.s)’ı görü, Hazret ona şöyle buyuruyor:
“Ey İmran!
Yarın Fenahseru (Azududdevle), ziyaret maksadıyla buraya gelecek, herkesi
buradan dışarı çıkaracaklardır.”
Daha sonra
mutahhar kabrinin köşelerinden birine işaret ederek şöyle buyurdular:
“Sen burada dur, onlar
seni görmeyeceklerdir, Azududdevle ziyaretgaha girerek kabri ziyaret edip namaz
kılacaktır. Daha sonra seni yakalamak için, Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i beyt’ini
vasıta kılarak Allah’ın dergahına dua ve münacat edecektir; işte o zaman onun
yanına git ve de ki: “Ey Şah! Dualarında, kendisini yakalamak için Muhammed ve
Ehl-i beytine tevessül ederek Allah Teala yakardığın şahıs kimdir?”
Fenahseru şöyle
diyecek: “O halkımız arasında ihtilaf çıkaran, bizim kudretimizi kıran ve
hükümetimiz aleyhine kıyam eden bir şahıstır.”
O zaman ona de ki:
“Eğer bir kimse onu yakalaman için sana yardımcı olursa ona ne mükafat
verirsin?” O diyecek ki: “Her ne istese vereceğim, hatta eğer benden onun
affedilmesini bile istese onu affedeceğim.”
Bu sırada kendini ona
tanıt; artık her ne istesen o kabul edecektir.”
İmran sözünün devamında
şöyle diyor: Şah İmam Ali (a.s)’ın ziyaretine gelerek mezkur duayı ettiğinde
ona dedim ki: “Takip ettiğin ve yakalanması için aradığın İmran bin Şahin
benim.”
Azududdevle de; “Kim
buraya gelmen için sana izin verdi ve durumu sana anlattı?” diye sordu.
Ben de cevaben dedim ki:
“Mevlam Hz. Ali (a.s) rüyamda bana şöyle buyurdu:
“Yarın Fenahseru buraya
gelecektir, onunla bu şekil konuş.”
Ben de o sözleri size
arzettim. Azududdevle; “Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin hakkı hürmetine söyle
bakalım O Hazret sana:
“Yarın Fenahseru buraya gelecektir mi?” diye
buyurdular.
Ben de: “Evet! And olsun Emir’ul- Muminin’in hakkına ki, O Hazret o şekilde bana buyurdular.” dedim.
Bunun üzerine
Azududdevle: “Annem ve ebemden başka hiç kimse, benim ismimin
“Fenahseru”
olduğunu bilmiyordu!” dedi.
Şah orada onun suçlarını
affedip onu vezirlik makamına atadı; ona vezirlik elbisesi getirmelerini
emretti, kendisi de Kufe’ye doğru hareket etti.
İmran, affedildiği
takdirde, başı açık ve ayak yalın olarak Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın
ziyaretine gitmeyi nezr (adak) etmişti. (Elbette sonra nezrini yerine getirdi.)
Bu öyküyü
nakleden Hasan Tahal el- Mikdadi şöyle diyor:
Benim dedem Hz. Ali
(a.s)’ın hareminin görevlilerindendi. Bir gece Hz. Ali (a.s)’ın ona rüyasında
şöyle buyurduğunu anlattı:
“Uykudan kalk, git bizim dostumuz (İmran bin
Şahin) için haremin kapısını aç!”
Dedem uykudan kalkıp haremin kapısını açıyor ve bekliyor; (az sonra) bir adamın İmam’ın Haremine doğru geldiğini görüyor. Hareme ulaştığında dedem ona; “Ey serverimiz” buyurun, diyor. İmran da; “Ben kimim?” diye soruyor.
Dedem cevaben; “Siz İmran
bin Şahin’siniz” diyor.
İmran, ben İmran bin
Şahin değilim diyor.
Dedem de diyor ki: “Hayır
siz İmran’sınız; şimdi Hz. Ali (a.s)’ı uykumda gördüm, bana;
“Kalk dostumuz
için kapıyı aç”
diye emrettiler.
İmran hayretle; “Allah
aşkına böyle mi buyurdu? diye soruyor.
Dedem de; “Evet! Allah’a
and olsun ki böyle buyurdu” diyor.
İmran kendisini yere
atarak haremin eşiğini öpüyor ve dedeme 60 dinar vermelerini emrediyor.[21]
Bir adam kendisinin Ehl-i
Beyt’in gerçek Şialarından (taraftarlarından) olup olmadığını öğrenmek için;
hanımından Hz. Fatıma (a.s)’ın yanına giderek bu konu hakkında bilgi almasını
istedi. Kadın Hz. Fatıma (a.s)’ın huzuruna gidip durumumu anlattığında Hz.
Fatıma (a.s) o kadına şöyle buyurdular:
“Kocana de ki, eğer
emrettiğimiz şeyleri yerine getiriyor, sakındırdığımız şeylerden de uzak
duruyor isen bizim şialarımızdansın aksi takdirde bizim şialarımızdan değilsin.”
Kadın evine dönerek Hz. Fatıma (a.s)’ın sözlerini kocasına iletti. Kocası Fatıma (a.s)’ın sözlerini duyar duymaz üzüntüden ıstırapla şöyle feryat etti:
“Vay benim halime! İnsan günah ve hataya bulaşmayabilir mi? Durum böyle ise o zaman ben daima cehennem ateşinde yanacağım. Çünkü onların şialarından olmayan kimse, ebedi olarak cehennemde kalacaktır.”
Kadın tekrar Hz. Fatıma
(a.s)’ın huzuruna gelerek kocasının üzüntüsünü ve sözlerini O Hazrete anlattı.
Hz. Fatıma (a.s) şöyle
buyurdular:
“Kocana de ki, durum
düşündüğün gibi değildir. Bizim şialarımız cennet ehlinin en iyileridir. Bizi
seven, dostlarımızı dost edinen ve düşmanlarımızla düşman olan herkes cennet
ehlidir. Ama kalbi ve diliyle, biz Ehl-i Beyt’e teslim olmasına rağmen emir ve
nehiylerimize uymayıp günah işleyen kimse bizim gerçek şialarımızdan olamaz.
Ama yine de onlar, bela ve musibetler vasıtasıyla, kıyamet gününün çeşitli
zorlukları veya cehennemin üst tabakasında azabı tatmakla günahlardan
arındıktan sonra, bize olan iman ve muhabbetlerinden dolayı onları oradan
kurtarıp kendi yanımıza götüreceğiz.”
[22]
Bir gün Hasan ve Hüseyin
(a.s) hasta olmuşlardı. Resulullah (s.a.a) ashabından birkaç kişiyle onları
ziyaret ederek babaları Ali (a.s)’a: “Ey Ali! Çocuklarının şifası için adak
etmiş olsaydın çok iyi olurdu.” dediler.
Hz. Ali ve Hz. Fatıma
(a.s), bu öneri üzerine çocuklarının şifası için üç gün oruç tutmayı adadılar.
Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve hizmetçileri olan Fizze de üç gün oruç tutmayı
adadılar.
Çok geçmeksizin Allah
Teala onların her ikisine de şifa verdi. Evde herhangi bir yemek olmadığı halde
oruç tutmaya başladılar. Hz. Ali (a.s) komşudan üç kilo arpa borç aldı. Hz.
Fatıma (a.s) onun üçte birini un yaparak onunla beş tane ekmek pişirdi. Birinci
günün akşamı beş kişi iftar için sofranın etrafında oturdular. O esnada bir
dilenci kapıya gelerek şöyle dedi: “Selam olsun size ey Peygamber (s.a.a)’in
ailesi! Ben Müslüman fakirlerden birisiyim, bana biraz yemek verin ki, Allah
Teala da cennet yemeklerinden size versin.”
Evde bulunan herkes
ekmeğini o yoksula vererek; suyla iftar edip yattılar. İkinci gün için bir şey
yemeksizin oruç tuttular. Hz. Fatıma (a.s) o gün için de beş ekmek pişirerek
sofraya getirdi. İftar zamanı bir yetim gelerek şöyle dedi: “Selam olsun size
ey Peygamber (s.a.a)’in Ehl- i beyt’i! Ben bir Müslüman yetimim. Bana biraz
yemek verin ki, Allah Teala da size cennet yemeğinden versin.”
Yine evdekilerin hepsi
kendi paylarını ona verdiler; kendileri ise suyla iftar ettiler. Üçüncü günü
yine aynı şekilde oruç tuttular.
Hz. Fatıma (s.a) üçüncü
gün yine beş tane arpa ekmeği yaptı. İftar zamanı bir esir kapıya gelerek
yardım diledi. Yine hepsi kendi ekmeğini ona verdiler. Kendileri ise suyla
iftar edip aç karnına yattılar.
Sabah olunca Hz. Ali
(a.s) açlıktan bitkin ve halsiz bir halde olan Hasan ve Hüseyin (a.s)’ı
ellerinden tutarak Hz. Peygamber (s.a.a)’in yanına götürdü. Hz. Peygamber,
onları o halde görünce şöyle buyurdular:
“Ey Ali! Sizde gördüğüm bu durum,
beni oldukça üzüyor.”
Daha sonra yerinden kalkarak onlarla birlikte Hz. Fatıma (s.a)’ın evine doğru hareket ettiler. Eve yetiştiklerinde, Hz. Fatıma’yı ibadet mihrabında durup ibadetle meşgul olduğunu, açlıktan çok zayıf bir duruma düşüp gözlerinin içine çöktüğünü gördüler.
Hz. Resulullah (s.a.a)
O’nu bağrına basarak şöyle buyurdular:
“Sizin bu durumunuzdan Allah’a
sığınıyorum.”
Bu sırada Cebrail
gelerek:
“Ey Allah’ın elçisi! Allah Teala böyle bir aileye sahip olduğundan
dolayı seni kutluyor.”
dedi ve
“Hel eta” (Dehr) suresinin
nazil oluşunu müjdeledi.[23]
Şam halkından olan bir adam, Muaviye’nin
kötü propagandası etkisinde kalarak aldanıp Hz. Peygamber’in Ehl- i Beyt’ine
düşman olmuştu. Bir gün Medine’ye geldiğinde İmam Hasan (a.s)’ı gördü. İmamın
yanına gidip çirkin sözler söylemeye başladı; ağzına geleni O’na söylüyordu.
İmam Hasan (a.s) ise şefkat ve merhametle adamın yüzüne bakıyordu. Adam çirkin
sözlerini sarfettikten sonra İmam (a.s) ona selam verdi ve gülümseyerek şöyle buyurdular:
“Ey şeyh (yaşlı adam)!
Galiba sen bu şehirde garipsin, hakkımızda yanılmışsın, gerçeği sana yanlış
anlatmışlar. Eğer senden razı olmamızı istersen, razı oluruz; eğer bizden bir
şey talep edersen veririz; eğer bir yol gösterici istersen seni hidayete
yöneltiriz; eğer yükünü taşımak için bizden yardım dilersen, yükünü taşırız; aç
isen, doyururuz; çıplak isen, giydiririz; ihtiyacın varsa, ihtiyacını
gideririz; evin yoksa yer veririz; bir isteğin varsa, karşılarız; eğer bütün yolculuk
eşyanla evimize gelirsen, gidene kadar konuğumuz olursun; biz de şevk ve
muhabbetle seni ağırlarız; çünkü bizim geniş bir evimiz ve misafiri ağırlamak
için yererli vesilemiz vardır.”
Şamlı adam, İmam (a.s)’ın
sevgi ve şefkatle dolu sözlerini duyunca şiddetle ağladı, söylediklerinden
utanç duyarak şöyle dedi:
“Senin Allah Teala’nın
yeryüzündeki halifesi olduğuna şehadet ederim. Allah Teala, risaletini hangi
ailede karar kılacağını daha iyi biliyor. Ey Hasan! Sen ve senin baban benim
yanımda, Allah’ın en düşman kulları idiniz; şimdi ise sizler benim yanımda
Allah’ın en sevgili kullarısınız.”
Daha sonra yaşlı
adamcağız, İmam Hasan (a.s)’ın evine misafir oldu. Medine’de olduğu müddetçe
bir misafir gibi ağırlandı ve o ailenin müritlerinden oldu.
[24]
Bir gün Osman, caminin
eşiğinde oturmuştu. Bir fakir yanına gelerek maddi yardım istedi. Osman, beş
dirhem ona vermelerini emretti. Fakir: “Bu miktar para bana yeterli değil;
beni, daha çok yardım edecek birinin yanına gönderin.” dedi.
Osman eliyle caminin bir
köşesine işaret ederek; “O gençlerin yanına git” dedi.
Orada oturan gençler ise,
İmam Hasan, İmam Hüseyin ve Abdullah bin Cafer’di. Fakir adam onların yanına
gitti, selam verip muhtaç olduğunu söyledi.
İmam Hasan (a.s),
İslam’ın rahmetlerinden su-i istifade edilmemesi için ona yardım etmeden önce şöyle buyurdular:
“Ey fakir!
Başkalarından mali yardım istemek, sadece şu üç yerde câizdir:
İnsanın üzerinde
ödemekten aciz olduğu diyet (kan parası) olursa.
2- Ödemeye gücü
yetmeyeceği, bel büken bir borcu varsa.
3- Fakir ve aciz olup
da eli bir yere yetişmezse.
Bu üç durumdan
hangisiyle karşılaşmışsın?”
Fakir adam; “Benim sıkıntım, bu üç şartın birinden ibarettir.” dedi.
İmam Hasan (a.s), adamın
bu sözü üzerine elli dinar, İmam Hüseyin (a.s) kırk dokuz dinar, Abdullah bin
Cafer ise kırk sekiz dinar verdiler.
Fakir adam geri dönüp
Osman’ın yanından geçerken Osman ona; “Ne yaptın?” diye sordu.
Fakir adam şöyle dedi:
“Senin yanına gelip para
istedim, sen de bana bir miktar para verdin, ama bu paraları ne için istediğimi
sormadın. Ama o üç gencin yanına gidip yardım istediğimde onlardan biri (İmam
Hasan -a.s-);
“Ne için para istiyorsun?”
diye sordu. Sonra şöyle
buyurdu: “Ancak üç durumda, başkalarından mali yardım istenilebilir:
“Aciz
eden diyet, bel büken borç, boyun eğdiren fakirlik.”
Ben de; “Benim sıkıntım o
üç durumdan biridir.” dedim. Bunun üzerine birincisi 50 dinar, ikincisi 49
dinar, üçüncüsü de 48 dinar verdiler.
Osman fakir adamın bu
sözlerini duyunca şöyle dedi: “Bu gençlerin benzeri kesinlikle bulunmaz, onlar
ilim, hikmet, keramet ve fazilet kaynağıdırlar.”[25]
Fars esirlerini Medine’ye
getirdiklerinde Ömer, esir kadınları satmayı, erkekleri ise Arapların kölesi
yapmayı istiyor ve Kabe’yi tavaf edecek hasta, yaşlı ve zayıf Arapların, Fars
esirlerin omuzlarında taşıtılmasını düşünüyordu. Ama Hz. Ali (a.s) ona, Hz.
Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurmuş olduğunu hatırlattı:
“Her kavmin büyük ve
şerefli insanlarının, sizinle aynı akideye sahip olmasalar bile saygınlıklarını
koruyun.”
Farslar (İranlılar),
bilgili ve büyük insanlardır; buna binaen, ben bu esirlerden kendi payımı ve
Beni Haşim’in payını, Allah yolunda serbest bırakıyorum.”
Daha sonra muhacir ve
ensardan olanlar da şöyle dediler: “Ey Resulullah’ın kardeşi! Biz de kendi
payımızı sana bağışlıyoruz.”
Hz. Ali (a.s) da şöyle
dedi: “Allah’ım! Bunlar kendi paylarını bana bağışladılar, ben de kabul
ederek onları serbest bıraktım.”
Ömer, Hz. Ali (a.s)’ın bu tavrını görünce şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talip öncelikli davrandı, Acem halkı hakkındaki aldığım kararı bozdu.”
O toplandıda onlardan
bazıları da, şahın esir olan kızlarıyla evlenmelerini önerdiler. Hz. Ali (a.s):
“Bu hususta onları (kendilerine eş seçmek için) özgür bırak, onları mecbur
etme” diye teklifte bulundu.
Arabın önde gelenlerinden
biri Yezdgerd’in (İran Şahının) kızı
Şehribanu’ya işaret etti,
ama o, yüzünü örterek kabul etmedi.
Şehribanu’ya; “Seni
isteyenlerden hangisini seçiyorsun? Acaba evlenmeye razı mısın?” diye
sorduklarında susup cevap vermedi. Hz. Ali (a.s) onun bu susması hakkında şöyle
buyurdular:
“O evlenmeye razıdır,
sonradan kendisine eş seçecektir; susması, onun evlenmeye razı olduğunu
gösterir.”
İkinci kez evlenmeyi ona
teklif ettiklerinde Şahribanu şöyle dedi:
“Eğer ben evlenmek hususunda özgür
isem, Hüseyin bin Ali’yi seçiyorum.”
Hz. Ali (a.s);
“Sen
kimi, işlerin için vekil tayin ediyorsun?”
diye sorduğunda, Şehribanu O
Hazreti kendisine vekil seçti. Hz. Ali (a.s), Huzeyfe-i Yemani’ye, nikah
hutbesini okumasını emrettiler; o da hutbeyi okudu. İşte böylece Şehribanu İmam
Hüseyin (a.s)’la evlenmiş oldu; İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) da o değerli
kadından dünyaya geldi ve İmam Hüseyin’in nesli, bu evlilik vesilesiyle devam etti.[26]
Araplardan biri İmam
Hüseyin (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi:
“Ey Peygamber’in oğlu!
Ben birinin kan parası için kefil olmuştum ama onu ödemeye gücüm yok. Onu
halkın en şereflisinden istesem daha iyi olur diye düşündüm; Hz. Peygamber’in
ailesinden daha şerefli bir kimse ise aklıma gelmedi.”
İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Ey Arap kardeş! Ben
senden üç soru soracağım, eğer birine cevap verir isen, borcunun üçte birini
vereceğim; ikisine cevap verir isen borcunun üçte ikisini vereceğim, hepsine
cevap verdiğin takdirde de bütün borçlarını ödeyeceğim.”
Arap adam; “Ey
Peygamber’in oğlu! Senin gibi ilim ve şeref ehli bir kimse, benim gibi bedevi
(göçebe cahil) bir Araptan soru sormak mı istiyor?” dedi.
İmam (a.s): “Evet! Çünkü
ceddim Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum:
“İyilik ve ihsan,
ilim ve bilgi miktarınca yapılmalıdır.”
Arap adam, İmam’ın bu
sözüne karşı şöyle dedi:
“Pekâla buyurun ne isterseniz sorunuz; bilirsem cevap veririm, aksi takdirde sizden öğrenirim. Güç yalnızca Allah’tandır.”
İmam (a.s):
“Hangi amel, bütün amellerden
üstündür?”
Arap: “Allah’a iman.”
İmam (a.s):
“Hangi şey insanın helak olmaktan
kurtarır?”
Arap: “Allah’a güvenmek
ve O’na tevekkül etmek.”
İmam (a.s):
“İnsanı
süsleyen şey nedir?”
Arap: “Kendisiyle amel
edilen ilim ve bilgi.”
İmam (a.s):
“İlimin
dışında insanı süsleyen şey nedir?”
Arap: “Cömertlik ve mertlikle birlikte olan servet.”
İmam (a.s):
“Eğer o
olmazsa nasıl?”
Arap: “Sabır ve tahammülle birlikte olan fakirlik.”
İmam (a.s):
“Ona sahip
olmazsa nasıl?”
Arap: Böyle bir durumda,
gökten bir ateş gelsin o adamı yaksın. Çünkü o böyle bir azaba layıktır.
İmam (a.s) bu esnada
güldü, içerisinde bin dinar altın olan bir keseyle taşı iki yüz dinar değerinde
olan kendi yüzüğünü o adama vererek şöyle buyurdular:
“Bu altın dinarları
borç sahiplerine ver, bu yüzük ile de (onu satarak) geçim masraflarını
karşıla.”
Arap adam onları alarak
şu ayeti okudu:
“Allah Teala, risaletini nerede karar kılacağını daha iyi
bilir.”[27]
İmam Hüseyin (a.s) şöyle
buyuruyor:
“Ben babamla birlikte karanlık bir gecede Ka’be’yi tavaf ediyorduk. Ka’be’nin etrafı sakinleşmişti, ziyaretçiler uykuya dalmışlardı. Aniden yürek yakan bir ses duyduk. Biri Allah’ın dergahına yünelerek insanı etkileyici içten bir acıyla yalvarıp ağlıyordu.”
Babam bana şöyle buyuru:
“Ey
Hüseyin! Allah’ın dergahına sığınan, kırık kalple pişmanlık göz yaşı döken
günahkar bir kulun sesini duyuyor musun? Git onu bul benim yanıma getir.”
İmam Hüseyin (a.s) şöyle
devam ediyor: Gecenin karanlığında Ka’be’nin etrafını gezdim, o adamı rükünle
makam arasında namaz halinde buldum. Selam vererek şöyle dedim:
“Ey Allah’ın
pişman olan kulu! Babam Emir’ul- Muminin seni çağırıyor.” Bu sözü duyunca
aceleyle namazını tamamladı. Onu babamın huzuruna götürdüm. Babam onun temiz
elbise giymiş, yakışıklı bir genç olduğunu görerek şöyle buyurdu:
“Sen kimsin?”
Genç: “Ben bir arabım.”
Emir’ul- Muminin:
“Durumun
nasıldır? Neden öyle yakıcı bir şekilde ağlıyorsun?”
Genç: “Ey Emir’ul- Muminin! Babama isyan etmenin cezasını çekiyorum; onun bedduası yaşandımın temellerini sarstı, sağlık ve huzurumu elimden aldı.”
Emir’ul- Muminin:
“Olay
nedir?”
Genç: “Ben laubali bir
gençtim, sürekli günah işliyordum, Allah’tan da hiç korkum yoktu. Bana karşı
şefkatli olan yaşlı bir babam vardı. Bana her ne kadar nasihat etseydi,
sözlerini dinlemezdim. Bana nasihat ettiği zaman, onu azarlıyordum, sövüyordum,
bazen de dövüyordum.
Bir gün, bir yerde bir
miktar para vardı, onu alıp harcamak için o paraya doğru gittim. Babam o parayı
almama mani oldu. Ben de parayı zorla elinden alarak onu sert bir şekilde yere
vurdum; o esnada babam ellerini dizlerine koyup kalkmak istedi, ama acı ve
eziklikten yerden kalkamadı. Paraları alıp işime gittim. O anda, babam bütün
arzularının yok olduğunu görüp Allah’ın evine (Ka’be’ye) giderek bana beddua
edeceğine dair yemin etti.
Birkaç gün sonra da oruç
tutup namaz kıldı. Daha sonra yolculuk için hazırlığını tamamlayıp Ka’be’ye
yani buraya doğru hareket etti. Ben onu izliyordum; tavaf ettikten sonra
Ka’be’nin perdesinden tutarak kırık bir kalp ve yakıcı bir ahla bana beddua
etti.
Allah’a and olsun ki!
Bedduası sana ermeden, bu bedbahtlığa yakalandım, böylece sağlık (nimeti)
elimden alınmış oldu.”
Genç adam bu sırada
gömleğini açarak bedeninin bir tarafının felç olduğunu gösterdi. Genç
sözlerinin devamında şöyle dedi:
“Bu olaydan sonra bütün
yaptıklarıma çok pişman oldum. Babamın yanına giderek özür diledim. Ama o kabul
etmedi, kendi evine doğru gitti. Üç yıl bu durumla yaşadım, nihayet hac
mevsiminin üçüncü yılı, babamdan, Ka’be’ye giderek bana beddua ettiği yerde
benin için hayır dua etmesini ısrarla istedim.
Babam lütfederek benim bu
ricamı kabul etti. Mekke’ye doğru hareket ettik. Seyyak çölüne yetiştiğimizde
artık karanlık çöktü. Caddenin kenarından bir kuş aniden kanatlarını (çırparak)
uçunca deve ürktü ve babamı yere attı. Babam taşların üzerine düştü, düşür
düşmez de can verdi. Babamı o bölgede defnedip buraya geldim. Biliyorum benim
bu kötü kaderim, babamın bedduası ve benden razı olmaması sebebiyledir.
Emir’ul- Muminin (a.s),
gencin bu dertli hikayesini duyduktan sonra şöyle buyurdular:
“Senin
feryadına koşacak olan, şimdi yetişmiştir; Resululah (s.a.a)’den duymuş olduğum
duayı sana öğreteceğim; içerisinde Allah’ın ism-i a’zamı olan bu duayı kim
okursa, Allah Teala onun duasını kabul eder; gam, üzüntü, hastalık ve fakirlik onun
yaşandısından uzaklaşır, günahları ise bağışlanmış olur...”
[28]
İmam Hüseyin (a.s), sözünün devamında şöyle
buyuruyor:
Genç duayı alıp gitti. Zilhicce ayının onuncu gününün sabahı, sevinçli bir halde yanımıza geldi. Sağlığının düzelmiş olduğunu gördük.
Genç şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, Allah’ın ism-i a’zamı bu duadadır. Allah’a and olsun ki, duam kabul oldu, hacetim karşılandı.”
Emir’ul- Muminin (a.s)
ondan, nasıl şifa bulduğunu açıklamasını istedi.
Genç şöyle dedi:
“Zilhiccenin onuncu gecesinde, karanlık her tarafı sardığı herkesin uykuya
daldığı bir vakitte, duayı elime alıp Allah’ın dergahına yakararak göz yaşı
döktüm. Kısa bir süre uyudum; uykuda Resulullah (s.a.a)’i gördüm; mübarek elini
omzuma koyarak şöyle buyurdu:
“Alah’ın ism-i a’zemı
hürmetine sağ- salim ol ve güzel bir yaşandın olsun.”
İkinci kez olarak
gözlerim uykuya dalınca şöyle bir ses kulağımda çınladı: “Ey genç! Kalk artık.
Allah’ın ism-i azamı ile yakardın ve duan kabul oldu.”
Ben uykudan uyandığımda
kendimi sağ-salim gördüm.[29]
Herseme şöyle diyor:
Hz. Ali (a.s)’la birlikte
Sıffin savaşından döndüğümüzde
Kerbela’dan geçerken Hz. Ali (a.s)
o bölgede namaz kıldı. Sonra
Kerbela toprağından bir avuç alarak
koklayıp şöyle buyurdular:
“Eyvahlar olsun sana ey toprak! Şüphesiz,
sorgusuz cennete gidecek bir rakım insanlar senden haşr olacaklar.”
Herseme, Hz. Ali’nin şiilerinden olan eşinin yanına döndüğünde, Kerbela’da karşılaştığı olayı ona anlattı ve hayretle; “Hz. Ali bu olayı nereden ve nasıl biliyor?” diye sordu.
Herseme diyor ki: “Bu
maceradan bir müddet geçti. Ubeydullah bin Ziyad, İmam Hüseyin’le savaşmak için
bir ordu gönderdiğinde ben de o ordunun içerisinde idim.
Kerbela
bölgesine geldiğimizde, aniden, Hz. Ali (a.s)’ın namaz kıldığı ve bir avuç
toprağını alarak kokladığı yeri görüp tanıdım. Bundan dolayı gelişime pişman
oldum; atıma binerek Hz. Hüseyin (a.s)’ın huzuruna vardım; Hz. Hüseyin (a.s)’a
selam vererek bu bölgede babasından duyduğum sözleri O’na naklettim.
İmam Hüseyin (a.s) bu
sözü dinledikten sonra şöyle buyurdular:
“Bize yardım etmeye mi gelmişsin
yoksa bizimle savaşmaya mı?”
Cevabında şöyle dedim:
“Ey Resulullah’ın oğlu! Sizin yardımınıza geldim, size karşı savaşmaya değil.
Ama hanımım ve çocuklarımı sahipsiz bıraktım, İbn-i Ziyad’dan dolayı onlar için
endişeliyim.”
İmam Hüseyin (a.s) bu sözü duyunca şöyle buyurdular:
“Durum böyle ise o
zaman katligahımızı görmemen ve sesimizi duymaman için bu bölgeden uzaklaş.
Allah’a and olsun ki, kim bugün bizim mazlumiyet sesimizi duyar da yardımımıza
koşmazsa cehenneme girmiş olacaktır.”
[30]
Aşura günü öğle namazı vakti,
Ebu
Semame-i Saydavi İmam Hüseyin (a.s)’a şöyle arzetti:
“Ya Eba Abdullah! Canım
size feda olsun! Düşmanın ordusu size yaklaştı, Allah’a and olsun ki, ben senin
huzurunda öldürülmedikçe sen öldürülmeyeceksin; gönlüm, seninle öğle namazı kıldıktan
sonra Rabbimi mülakat etmeyi (şahadet şerbetini içmeyi) istiyor.”
İmam Hüseyin (a.s) göğe
doğru bakarak şöyle buyurdular:
“Bize namazı
hatırlattın, Allah seni namaz kılanlardan etsin. Evet, namazın ilk vaktidir. Bu
halktan namaz kılmamız için savaşı durdurmalarını isteyin.”
Hasin bin Numeyr, İmam Hüseyin’in sözünü duyunca şöyle seslendi:
“Sizin namazınız Allah
katında kabul değildir.”
Habib bin Mezahir, cevaben şöyle dedi: “Ey alçak!
Resulullah’ın oğlunun namazının kabul olmayıp da senin namazının kabul
olacağını mı zannediyorsun?!...”
Daha sonra
Züheyr bin
Kayn ve
Said bin Abdullah, İmam Hüseyin (a.s)’ın namaz kılması için
Hazreti korumak amacıyla O’nun önünde durdular; İmam (a.s) da az bir yareniyle
namaz kıldılar.
Said bin Abdullah, kendisini İmam’a taraf atılan oklara
siper ediyordu, bedenine o kadar ok isabet etti ki, ayak üstünde duramayıp yere
düştü ve şöyle dedi:
“Allah’ım! Âd ve Semud
kavmine lanet ettiğin gibi bu kavme de (Kufe halkına da) lanet et! Allah’ım!
Benim selamımı Peygamberine ulaştır; Hazreti bunca yaraların acısından haberdar
et; çünkü bu işten hedefim, Peygamberinin oğluna yardım etmektir.”
Said, bu olaydan sonra
şahadete erişti. Allah’ın rahmet ve rızvanı ona olsun.
[31]
Veheb bin Abdullah
Aşura
günü, annesi ve eşiyle birlikte İmam Hüseyin (a.s)’ın ordusu arasında idiler.
Aşura
günü Veheb’in annesi oğluna şöyle dedi: “Aziz oğlum! Resulullah’ın oğlunun
yardımına hazırlan.”
Veheb annesinin
cevabında; “İtaat, kusur etmem” dedi ve daha sonra meydana doğru hareket etti.
Recez (kahramanlık şiiri) okuduktan sonra kendisini tanıtarak düşmana saldırıp
şiddetle savaştı. Düşman ordusundan birçok kişiyi öldürdükten sonra annesi ve
eşinin yanına döndü. Annesinin karşısında durarak; “Ey anne! Şimdi benden tazı
oldun mu?” dedi.
Annesi de cevaben şöyle
dedi: “İmam Hüseyin’i savunma yollunda O’ndan önce ölmedikçe senden razı olmam.”
Veheb’in eşi de şöyle dedi: “Allah aşkına beni kendi musibet inde yaslı etme.”
Veheb’in annesi bu sözü
duyunca şöyle haykırdı:
“Oğlum! Bu kadının sözüne
kulak asma (onu dinleme) savaş alanına doğru hareket et, Peygamber (s.a.a)’in
sana şefaat etmesi için, şehit olana dek onun oğlunun önünde düşmana karşı
savaş.”
Veheb annesinin sözüne
uyarak recez okuduğu halde tüm gücüyle düşman ordusuna saldırdı. Düşman
ordusundan 19 süvariyle 20 piyadeyi öldürdükten sonra elleri kesildi. Bu sırada
Veheb’in hanımı çadırın direğini eline alarak Veheb’e doğru koştu; koştuğu
halde şöyle diyordu:
“Ey Veheb! Annem, babam
sana feda olsun, edebildiğin kadar Peygamber’in Ehl- i Beyt’ini savunmak
yolunda savaş.”
Veheb, hanımını kadınların bulunduğu çadıra döndürmek istiyordu ama hanımı Veheb’in eteğinden tutarak; “Ben seninle birlikte ölünceye dek kesinlikle geri dönmeyeceğim.” diyordu.
İmam Hüseyin (a.s) bu
manzarayı görünce o kadına şöyle seslendi:
“Allah Teala sana iyi
mükafat versin, sana merhamet etsin, kadınların yanına dön.”
Kadın İmam (a.s)’ın sözü
üzerine geri döndü. Daha sonra Veheb (r.a) savaşa devam ederek şehit oldu. Veheb’in
eşi, kocası şehit olduktan sonra artık sabredemeyip meydana doğru koştu;
kocasının yüzündeki kanları temizlerken Şimr’in gözü o vefalı kadına ilişti,
bunun üzerine kölesine sopayla ona saldırmasını emretti; köle de sopayla
saldırarak onu şehit etti. Bu kadın İmam Hüseyin (a.s)’ın ordusunda
Aşura
günü şehit olan ilk kadındır.[32]
İmam Rıza (a.s)’ın ashabından olan Seyyid Ali Hüseyini şöyle naklediyor:
Ben Ali bin Musa er- Rıza
(a.s)’ın komşusu idim.
Aşura günü olduğunda, din kardeşlerimizden bir
kişi İmam Hüseyin (a.s)’ın maktelini (katledilme olayını) okuyordu. İmam Bakır
(a.s)’ın buyurmuş olduğu şu rivayete yetişti:
“Kimin gözlerinden
sivri sineğin kanadı kadar göz yaşı akarsa, Allah Teala onun günahlarını,
denizin köpüğü kadar da olsa affeder.”
O mecliste, ilim
iddiasında bulunan cahil bir şahıs da vardı. Mezkur hadisin doğru olmadığı
düşüncesindeydi. Hz. Hüseyin’e o kadar az ağlamanın nasıl olur da bu kadar
büyük sevabı olabilir? diyordu. Bu konu hakkında onunla çok tartıştık, sonunda
da saplandısından kurtulmadan kalkıp gitti. O gece öylece geçti, sabah olunca
yanımıza gelerek dün gece söylemiş olduğu sözlerden dolayı özür diledi; pişman
olduğunu dile getirip şunları anlattı:
“Dün gece şöyle bir rüya
gördüm: Kıyamet kopmuş, cehennemin üzerine sırat köprüsü çekilmiş ve cenneti
süslemişlerdi, o esnada hava çok sıcak oldu, susuzluk bana galebe çaldı, sağ
tarafıma baktığımda
Kevser havuzunu gördüm, O havuzun kenarında iki
kişiyle bir kadın durmuşlardı, onların yüzlerinin nuru mahşer çölünü
aydınlatmıştı; kendileri de siyah elbise giyip ağlıyorlardı. Bir adamdan;
“Kevser havuzunun başında duran bu şahıslar kimlerdir?” diye sordum.
Cevaben dedi ki: “Onlardan biri Muhammed Mustafa (s.a.a)dır, diğeri Aliyy’ul Murtaza (a.s) ’dır, kadın ise Fatımat’uz- Zehra (s.a)’dır.”
Dedim ki: Neden siyah
elbise giymişler, neden ağlıyorlar?
Dedi
ki: “Bugünün
Aşura günü
olduğunu bilmiyor musun?”
Dedim ki: Aşura günü, İmam Hüseyin’in Kerbela’da şehit olduğu gündür, onlar öyleyse bu yüzden siyah elbise giymiş ağlıyorlar.
Daha sonra Hz. Fatıma
(a.s)’ın yanına giderek şöyle dedim: “Ey Resulullah’ın kızı! Susuzum.”
Hz. Fatıma (a.s) öfkeli bir halde bana bakarak şöyle dedi:
“Sen kalbimin meyvesi,
gözümün nuru olan oğlum Hüseyin’e ağlamanın faziletini inkar eden şahıs değil
misin? Onu haksız yere, zulümle şehit etmişlerdir. Allah’ın laneti onları katl
eden, onlara zulüm eden ve onları su içmekten men eden kimselerin üzerine
olsun.”
Bu halde iken uykudan
uyandım ve kendi sözümden pişman oldum, şimdi de kusurumu affetmeniz için
sizden özür diliyorum.
[33]
İmam Zeyn’ul- Abidin
(a.s)’ın akrabalarından biri, İmam (a.s)’ın karşısında durarak Hazrete çirkin
sözler söyledi. İmam (a.s) onun cevabını vermedi. Adam İmam (a.s)’ın yanından
uzaklaşınca Hazret yarenlerine dönerek şöyle buyurdular:
“Bu adamın sözlerini
duydunuz, şimdi benimle birlikte onun yanına gelmenizi ve benim ana karşı
vereceğim cevabı da duymanızı istiyorum.”
İmam (a.s)’ın yarenleri cevaben
şöyle arzettiler:
“Biz hazırız, zaten onun cevabını burada vermenizi istiyorduk, biz de edebildiğimiz kadar ona diyeceğimizi diyeceğiz.”
Daha sonra İmam (a.s)
ayakkabısını giyerek yola koyuldu; yol esnasında şu ayeti okuyorlardı:
“Onlar öfkelerini
yener ve insanların suçlarını affederler. Allah iyi iş yapanları sever.”
[34]
Ravi diyor ki, biz İmam
(a.s)’ın bu ayeti okumasıyla ona ağır bir söz söylemeyeceğini anladık, o adamın
evine geldiğimizde İmam
(a.s) onu çağırmaları için şöyle buyurdular:
“Ona deyin ki, Ali bin
Hüseyin’in seninle işi vardır.”
O adam İmam Zeyn’ul-
Abidin (a.s)’ın kendisine yapmış olduğu küstahlığın cevabını vermeye geldiğini
zannederek kendini savunmak için hazırlıklı bir halde evden dışarı çıktı. Ama
İmam (a.s) onunla göz göze gelince şöyle buyurdular:
“Ey kardeş! Az önce
benim yanıma geldin, ağzına geleni bana söyledin, eğer söylediğin o çirkin
şeyler bende var ise ben istiğfar ediyor, Allah’tan beni affetmesini istiyorum;
ama eğer söylediğin sözler bende yoksa Allah Teala seni affetsin.”
Ravi diyor ki: O şahıs,
İmam (a.s)’ın bu sözlerini duyunca, İmam (a.s)’a doğru ilerleyip O’nun anlından
öperek şöyle dedi
“Evet, sizler benim o sözlerimden uzaksınız. Ben
söylediğim o sözlere daha layığım.”
[35]
Hz. Ali (a.s)’ın kızı
Fatıma, bir gün İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın, çok ibadet etmesinden dolayı
güçsüz ve zayıf bir duruma düşmüş mübarek bedenini görünce, hemen Cabir’in
yanına gelerek şöyle dedi:
“Cabir! Ey Resulullah’ın
sahabesi! Bizim sizin üzerinizde bir takım haklarımız vardır; onlardan biri
şudur ki; eğer bizlerden birisinin çok ibadet etmekle kendisini tehlikeye
düşürdüğünü gördüğünüzde canını koruması için onu uyarmanızdır. Şimdi
kardeşimin yadigarı olan Ali bin Hüseyin (a.s), çok ibadet etmekle kendisini
zayıf bir duruma düşürmüş, onun alın ve dizleri nasır bağlamıştır.”
Cabir bu söz üzerine, dördüncü İmam (a.s)’ın evine doğru hareket etti. Kapının önünde, Beni Haşim’den olan diğer çocuklarla oynayan bir çocuk gördü. Cabir bu çocuğun yürümesine dikkatlice baktı, kendine; “Bu yürüyüş Hz. Peygamber’in yürüyüşünün aynısıdır” dedi. Daha sonra çocuğa; “Evladım ismin nedir?” diye sordu.
O çocuk:
“Ben Ali bin
Hüseyin’in oğlu Muhammed’im” dedi.
Cabir bu sözü ondan
duyunca şiddetle ağlayarak şöyle dedi: “Babam sana feda olsun! Yakına gel.”
İmam Muhammed Bakır
(a.s), Cabir’in yanına geldi: Cabir İmam Muhammed Bakır (a.s)’ın gömleğinin
düğmelerini açarak elini Hazretin göğsüne bıraktı ve öperek şöyle dedi:
“Ben Hz. Peygamber (s.a.a)’in
selamını sana iletiyorum, Resulullah bana seni görünce böyle davranmamı
emretmişti.”
Daha sonra; “Değerli
babandan, benim için
izin al” dedi.
İmam Bakır (a.s) da,
babasının yanına giderek yaşlı adamın hareketleriyle söylediği sözünü babasına
nakletti:
İmam Zeyn’ul- Abidin
(a.s) şöyle buyurdular:
“Oğlum! O Cabir’dir;
söyle içeri gelsin.”
Cabir içeri girdiğinde İmam (a.s)’ı mihrapta, çok ibadet etmesi neticesinde bedeninin ezik ve güçsüz bir duruma düştüğünü gördü. İmam (a.s) Cabir’e saygı için ayağa kalktı, onun hal ve hatırını sorarak kendi yanına oturttu.
Cabir şöyle arzetti: “Ey
Peygamber’in oğlu! Allah Teala cenneti siz ve dostlarınız, cehennemi ise
düşmanlarınız için yaratmış olduğunu bildiğiniz halde, ibadet etmede bunca çaba
ve zahmetin sebebi nedir?
İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Allah Teala Kur’ân’da
Hz. Peygamber’e hitaben,
“Senin günahlarının hepsini affetmişiz”
buyurmasına
rağmen yine de ceddim Resulullah’ın -anam babam ona feda olsun- ayakları
şişecek bir şekilde ibadet ettiğini görmedin mi? Hz. Peygamber’e; “Siz bu
makama sahip olmanıza rağmen yine böylesine ibadet mi ediyorsunuz? dediklerinde
Hazret şöyle buyurdular: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”
Cabir, sözlerinin İmam
(a.s)’a tesir etmeyeceğini ve O Hazreti bu meşakkatli tavırdan alı
koymayacağını anlayınca şöyle arzetti:
“Ey peygamber’in oğlu! O
halde en azından canını koru. Çünkü siz öyle bir ailedensiniz ki, bela ve
sıkıntılar o aile vasıtasıyla def olur, rahmet yağmuru onların vücudu
bereketiyle nazil olur.”
İmam (a.s) Cabir’in
sözlerini dinledikten sonra şöyle buyurdular:
“Ey Cabir! Ben
babalarıma kavuşana dek, onların tuttukları yol ve amellerden vazgeçmeyeceğim.”
Cabir İmam (a.s)’ın bu
sözünü duyunca şöyle dedi:
“Allah’a and olsun ki,
Hz. Peygamber’in evlatları arasında, Yusuf peygamberden başka Ali bin Hüseyin
gibi bir kimseyi göremiyorum. Allah’a and olsun ki, yüce şahsiyetin evlatları,
Hz. Yusuf’un evlatlarından daha iyiler, bunun evlatları arasında, yeryüzünün
zulümle dolduğu bir sırada adaletle dolduracak olan bir kimse (Hz. Mehdi)
vardır.”[36]
Bir kimse İmam Zeyn’ul-
Abidin (a.s)’ın huzurunda iken şöyle bir dua etti:
“Allah’ım! Beni yaratıklarından hiçbirine muhtaç etme!”
İmam (a.s) adamın böyle
bir dua ettiğini görünce şöyle buyurdular:
“Kesinlikle böyle bir
dua etme! Çünkü başkasına muhtaç olmayacak hiçbir kimse yoktur; herkesin bir
birine ihtiyacı vardır. Ama dua ederken şöyle de:
“Allah’ım! Beni kötü
kullarına muhtaç etme.”
[37]
İmam Zeyn’ul- Abidin
(a.s), oğlu İmam Muhammed Bakır (a.s)’a şöyle buyurdular:
“Oğulcağızım! Beş
kimseyle arkadaş olmaktan sakın:
1-
Yalancıyla arkadaş olmaktan sakın. Zira o (insanı
aldatan bir) seraba benzer; uzağı yakın yakını da uzak olarak sana gösterir.
2-
Laubali ve günahkar kimseyle arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o seni, bir lokmaya
veya ondan daha az bir menfaate satar.
2-
Cimriyle arkadaş olmaktan sakın. Zira o, kendisine
ihtiyaç duyduğun bir zamanda malını senden esirger.
3-
Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, sana yarar
vermek isterken ahmaklığından dolayı zarar verir.
4-
Akrabasıyla ilişkiyi
kesenle arkadaş olmaktan sakın. Zira ben Kur’ân’ın üç yerinde[38] akrabasıyla ilişkiyi keseni melun (lanet
edilmiş) olarak zikredilmiş gördüm.”[39]
İmam Bakır (a.s)’ın değerli babası İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s), ibadette hiç kimsenin erişemediği bir makama erişmişti. İmam (a.s)’ın, geceleri çok ibadet ettiğinden dolayı renginin sarardığını, gözlerinin kızarmış olduğunu, alnının nasır bağladığını, ayaklarının şiştiğini gören oğlu İmam Bakır (a.s) kendisini tutamayıp ağlamaya başladı.
İmam Bakır (a.s)
buyuruyor ki:
“Ben babamın o haline üzüldüğümden
dolayı ağladım, babam ise düşünceye dalmıştı, az sonra beni fark ederek şöyle
buyurdular: ‘Ey yavrum! Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın ibadetinin yazılı
olduğu o kitaplardan birisini bana getir.’ Ben o kitabı babama verdim, o
kitaptan biraz okudular, daha sonra dayanamayıp onu yere bırakarak şöyle
buyurdular: “Kim Ali bin Ebu Talib (a.s)’ın ibadetine güç yetirebilir.”
[40]
İmam Seccad (a.s)’ın bir cariyesi vardı, bir gün Hazretin namaza hazırlanması için İmam Seccad (a.s)’ın eline su döküyordu. Cariye yorulduğundan dolayı ibrik elinden düşerek İmam’ın başını yaraladı. İmam (a.s) başını kaldırıp cariyeye baktı.
Cariye:
“Ve’l-
kazimin’el- ğayz” (öfkelerini sindirenler) dedi.
İmam (a.s):
“Ben
öfkemi sindirdim” buyurdu.
Cariye:
“Ve’l- afine
an’in- nas” (İnsanların suçundan geçenler) dedi.
İmam (a.s):
“Ben seni
affettim” buyurdu.
Cariye:
“Vellah’u
yuhibb’ul- muhsinin”[41] (Allah güzel iş yapanları sever) dedi.
İmam (a.s) :
“Git,
artık sen Allah yolunda serbest ve özgürsün.”
buyurdular.[42]
İbn-i Akkaşe isminde bir
şahıs, İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna gelerek şöyle arzetti:
“Neden İmam Sadık
(a.s)’ın evlenmesine zemin hazırlamıyorsunuz? Oysa onun evlilik zamanı
gelmiştir.”
İmam Bakır (a.s), önünde
mühürlenmiş bir kese olduğu halde şöyle buyurdu:
“Yakın bir zamanda
Berber halkından köle satan bir şahıs gelecek ve Meymun sarayında
konaklayacaktır; bu kese altınla Ebu Abdullah (İmam Sadık) için cariye alacağız.”
Bir müddet böyle geçti.
Bir gün İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna gittiğimizde şöyle buyurdular:
“O köle satan dediğim
şahıs gelmiştir; şimdi bu para kesesini alarak gidin ondan bir cariye alın.”
İbn-i Akkaşa şöyle diyor:
Biz köle satanın yanına
giderek; “Ceriyelerden birini bize sat” dedik.
Köle satan; “Bütün
cariyeleri sattım; sadece iki hasta cariye vardır; onlardan birinin durumu
iyiye gidiyor”dedi.
Dedik ki: “Onları getir
de görelim.”
Köle satan o iki cariyeyi
getirdi. Onları gördükten sonra; “Durumu iyi olan cariyeyi kaça satıyorsun?”
dedik.
Köle satan; “Yetmiş
dinara satıyorum” dedi.
Biz; “Biraz ucuza sat”
dedik.
Köle satan; “Yetmiş
dinardan ucuza satmam” dedi.
Biz de cevaben; “Biz onu
bu kesedeki paraya alıyoruz” dedik. Kesenin içerisinde ne kadar para olduğunu
da bilmiyorduk. Köle satanın yanındaki sakalı beyaz yaşlı bir adam; “Keseyi
açın, içerisindeki parayı sayın” dedi.
Köle satan ise: “Hayır,
açmayın; eğer 70 dinardan bir dinar az olsa dahi satmayacağım” dedi.
Yaşlı adam; “Keseyi yakına getirin” dedi. Biz de yanına giderek keseyi açıp içerisindeki paraları saydık; paranın tam yetmiş dinar olduğunu gördük. Parayı o adama verdik, cariyeyi alarak İmam Bakır (a.s)’ın yanına getirdik. İmam Sadık (a.s) da o Hazretin yanında durmuştu. Cariye alma olayını İmam Bakır (a.s)’a anlattık. İmam (a.s) da Allah’a şükür etti.
Daha sonra İmam Bakır
(a.s) cariyeye;
“İsmin nedir?” diye sordu.
Cariye; “İsmim
Hamide’dir”
dedi.
İmam (a.s); “Dünya ve ahirette hamide (övülmüş ve beğenilmiş) olasın” buyurdular.
Daha sonra İmam Bakır
(a.s) ondan bir takım sorular sordu, o da cevap verdi. Sonra İmam (a.s) oğlu
İmam Sadık’a dönerek;
“Bu cariyeyi al götür” buyurdu.
İşte böylece
“Hamide”
İmam Sadık (a.s)’ın eşi oldu ve insanların en iyisi İmam Musa Kazım (a.s) ondan
dünyaya geldi.[43]
Ehl- i Sünnet
bilginlerinden olan Muhammed bin Münkedir şöyle diyor:
Bir gün havanın çok sıcak
olduğu bir zamanında Medine dışına çıkmıştım. İmam Bakır (a.s)’ı güçlü yapısına
rağmen yorgunluktan iki kölesine dayanarak tarlada çalıştığını gördüm. Kendi
kendime dedim ki:
“Kureyş’in büyük
şahsiyetlerinden olan bu yaşlı adam, havanın böylesine sıcak bir vaktinde dünya
malı peşindedir!” Ona nasihat etmeğe karar verdim Bunun için yanına gidip selam
verdikten sonra şöyle dedim:
“Acaba senin gibi değerli
bir şahısın, bu sıcak havada yorgun bedeniyle dünya malı peşinde olması uygun
mudur? Eğer bu anda ve böyle bir halde ecelin yetişirse ne yaparsın?”
İmam Bakır (a.s),
ellerini kölelerinin omzundan kaldırarak dikilip şöyle buyurdu:
“Allah’a and olsun ki,
böyle bir halde ölmüş olursam, Allah’a ibadet ve itaât ettiğim halde ölmüş
olurum. Sen ibadetin sadece namaz, zikir ve dua olduğunu mu zannediyorsun?
Geçimi helal yolla sağlamanın kendisi de bir çeşit ibadettir. Çünkü ben,
çalışmakla kendimi sana ve başkalarına muhtaç olmaktan koruyorum. Evet ölümün
ise, günah işlediğim ve Allah’a isyan ettiğim bir zamanda bana gelmesinden
korkarım. Allah Teala bize, başkalarına yük olmamayı emretmiştir. Eğer
çalışmazsak elimizi sana veya senin gibi şahıslara açmış oluruz.”
Muhammed bin Münkedir,
İmam Bakır (a.s)’dan böyle bir cevap alınca şöyle arzetti:
“Allah sana rahmet etsin!
Size öğüt vermek isterken siz bana öğüt verdiniz!”[44]
Salim’in oğlu Hişam şöyle
diyor:
Muhammed bin Numan’ın
huzuruna vardım. O sırada bir adam yerinden kalkarak; “Allah’ını nasıl
tanıdın?” diye sordu, o da cevaben; “Allah’ın tevfiki, irşadı, tarifi ve
hidayetiyle tanıdım” dedi. Onun yanından ayrılıp yolda Hişam bin Hekemi gördüm;
ona; “Rabbini nasıl tanıdın?” diye sordum; cevaben şöyle dedi:
“Eğer bir adam bana;
‘Allah’ını nasıl tanıdın?’ diye sorarsa, cevaben şöyle derim: Ben Allah
Teala’yı kendi vücudum vasıtasıyla tanıdım; çünkü o bana her şeyden yakındır.
Görüyorum ki benim vücudum, çeşitli parçalarla oluşan ve özel bir düzenle yerli
yerince yerleştirilmiş bir yapıya sahiptir. Bu parçaların bir araya gelerek
oluşumu, tam bir ustalıkla düzenlenmiş çok hassas bir yaratılış üzere
gerçekleşmiştir. Bir çok şekiller onda yer almış ve her biri, tam bir uyum
içinde eksiksiz, kendi görevini yerine getirmek üzere en uygun olan yerde
yerleştirilmiştir.
Yine görüyorum ki benim
için göz, kulak, koklama, tatma, dokunma gibi çeşitli duyu organları yaratılmış
ve bunların her biri kendi vazifesini yerine getirmekte.
Her akıllı insan, böyle
düzenli bir vücudun, bunları yaratan ve düzene sokan biri olmaksızın kendi
kendiliğine vücuda gelmesini, aklen imkansızdır. Bu yolla, vücudumun şekil ve
düzeninin, çok akıllı bir yaratıcı tarafından yaratılmış olduğunu anlamış oldum
(işte o yaratıcı Allah’tır)...”
[45]
İmam Bakır (a.s),
Mescid’ul-
Haram’a girdiğinde Kureyş’ten olan bir grup insan da oradaydı. İmam’ı
gördüklerinde; “Bu Irak’lıların (şiilerin) lideridir” dediler.
Onlar da; “İçimizden
birini, ondan soru sorması için yanına gönderirsek iyi olur” dediler.
Daha sonra onlardan bir genç İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna gelerek; “Hangi günah, bütün günahlardan daha büyüktür?” diye sordu.
İmam (a.s);
“En büyük günah, şarap içmektir.”
buyurdular.
Genç geri dönerek İmam (a.s)’dan aldığı cevabı arkadaşlarına iletti. Tekrar o genci İmam (a.s)’ın yanına gönderdiler. Genç aynı soruyu tekrarlayınca İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“En büyük günah, şarap
içmektir demedim mi? Çünkü şarap, şarap içeni zina, hırsızlık ve adam öldürmeye
sürüklüyor; şirk ve küfre sebep oluyor.
Şarap içen, bütün
günahlardan daha büyük olan kötü işler yapmaktadır.”
[46]
İmam Sadık (a.s)’ın
zamanında, Ahvaz ve Şiraz’ın valisi olan
“Neccaşi” isminde bir şahıs
vardı. O Abbsi halifeleri tarafından vali olmasına rağmen İmam Sadık (a.s)’ın
dost ve şiilerindendi.
İşçilerden biri İmam
Sadık (a.s)’ın huzuruna vararak şöyle dedi: Ahvaz ve Şiraz valisi olan Neccaşi,
sizin şiilerinizden olan mümin bir adamdır. Onun vergi defterinde benim için
bir miktar vergi yazmışlar, bundan dolayı onlara borçluyum. Eğer uygun
görürseniz benim hakkımda ona bir mektup yazarak beni ona tavsiye ediniz.
İmam Sadık (a.s) ona
şöyle kısa bir mektup yazdılar:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Kardeşini sevindir, Allah da seni sevindirsin.”
Adam mektubu alarak
Neccaşi’nin yanına gitti. Neccaşi genel bir mecliste oturduğu sırada, o da o
meclise girip oturdu. Meclis sakinleştiğinde mektubu Neccaşi’ye verirken; “Bu
İmam Sadık (a.s)’ın mektubudur” dedi.
Neccaşi mektubu öpüp
gözünün üzerine koyarak; “Hacetin nedir?” diye sordu.
İşçi adam: “Sizin vergi
defterinizde, bana bir miktar borç yazılmış.”
Neccaşi: “Ne kadar.”
İşçi adam: “On bin dirhem.”
O anda Neccaşi, defter
memurunu çağırarak ona şöyle emretti:
“Bu adamın borcunu
defterden sil, onu benim hesabımdan öde; onun gelecek yılının vergisi hakkında da aynı işi yap.”
Daha sonra vali (Neccaşi)
ona dönerek; “Seni sevindirdim mi?” diye sordu.
İşçi adam; “Evet, sana
feda olayım.” dedi.
Bu sırada vali memurlarına, bir merkep (binek), bir hizmetçi ve bir takım elbise ona vermelerini de emretti. Onlardan her birini ona verdikçe; “Seni sevindirdim mi?” diye soruyordu.
O da; “Evet, sana feda olayım”
diyordu. O, evet dedikçe Neccaşi de bağışını artırıyordu. Nihayet o adama şöyle
dedi: “İmam Sadık (a.s)’ın mektubunu bana verdiğin zaman üzerinde oturmuş
olduğum halıyı da al götür. Bundan sonra da bir ihtiyacın olduğunda,
ihtiyacının karşılanması için benim yanıma gel.”
İşçi adam halıyı da
toplayıp sevinçle dışarı çıktı. Daha sonra İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vararak
Ahvaz valisiyle görüşme olayını İmam’a anlattı. İmam Sadık (a.s) da Neccaşi’nin
ona karşı davranışını duymakla hoşnut oldu.
İşçi adam; “Ey
Resulullah’ın oğlu! Görüyorum ki Neccaşi’nin bana karşı iyi davranması sizi de
hoşnut etti? dediğinde İmam Sadık (a.s);
“Evet, Allah’a and olsun ki
Neccaşi, Allah’ı ve Allah’ın Peygamber’ini de hoşnut etti.”
buyurdular.[47]
Katade diyor ki, bir gün
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:
“Ben sizlerden bir
gencin, gününü iki hal dışında başlatmasını sevmiyorum: Ya alim (öğreten)
olmalıdır; ya da öğrenen (öğrenci); eğer böyle olmazsa vazifeyi yapmada kusur
etmiştir; kusur eden de (gençliğini) zayi etmiştir; (gençliğini) zayi eden de
günah işlemiştir; günah işleyen de, Muhammed’i (s.a.a) hak olarak gönderen
Allah’a and olsun ateşe girmiş olacaktır.”
[48]
İmam Sadık (a.s) şöyle
buyuruyor:
Ensar Müslümanlarından bir grup kimse, Resulullah (s.a.a)’in huzuruna gelerek selam verdiler. Resulullah (s.a.a) de selamlarının cevabını verdi.
Ensarlılar; “Ya
Resulellah! Bizim sizden bir isteğimiz vardır” dediler.
Resulullah (s.a.a);
“İsteğiniz nedir? söyleyin.”
buyurdu.
Ensarlılar: “İsteğimiz çok büyüktür.”
Resulullah (s.a.a):
“Her ne kadar büyük de olsa
söyleyin.”
Ensarlılar: “Cennet ehli
olmamız için Allah tarafından cenneti bize garanti et.”
Resulullah (s.a.a) bu sözü duyunca, başını aşağı eğdi, tefekkür halinde biraz toprağı alt üst etti, sonra başını kaldırarak buyurdular ki:
“Ben cenneti, şu
şartla size garanti ediyorum; kesinlikle kimseden bir şey istemeyiniz.”
İmam Sadık (a.s) sözlerinin devamında şöyle
buyurdular:
“Geçmişte Müslümanlar
böyle idiler; yolculukta onlardan birinin elinden kırbaç yere düştüğünde,
isteme zilletine düşmemesi için kimseden, o kırbacı bana ver diye istekte
bulunmazlardı. İşte bundan dolayı kendisi bineğinden inerek kırbacı yerden
alırlardı. Veya sofranın kenarında, su içmek istediğinde bazıları suya daha
yakın olmasına rağmen onlardan su istemezdi; kendisi kalkıp o suyu alır içerdi;
çünkü su içmede bile kimseden bir ricada bulunmayı istemezlerdi.”
[49]
Allah’ı inkar eden biri
olan Abdullah-i Disanî, İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vararak şöyle dedi:
“Beni Rabb’ime doğru
yönelt.” dedi.
İmam (a.s):
“İsmin
nedir?” diye sordu.
Disanî ismini demeden
kalkarak gitti.
Dostları ona; “Neden
ismini söylemedin?” dediler.
Disani şöyle dedi: “Eğer
ismim Abdullah’tır demiş olsaydım, o zaman kesinlikle; “Kulu olduğun zat
kimdir?” diye sorardı.
Arkadaşları ona dediler ki: “İmam Sadık’ın (a.s) yanına git ve O’ndan Allah’a yöneltmesini ve senden ismini sormamasını rica et.”
Disani İmam Sadık
(a.s)’ın yanına dönerek; “Beni yaratanıma hidayet et ve ismimi de sorma” dedi.
İmam (a.s) ona;
“Otur”
diye buyurdu. Bu esnada küçük bir çocuk, elinde bir yumurtayla oynadığı halde
içeriye girdi. İmam Sadık (a.s) o çocuğa;
“Yumurtayı bana ver” dedi. Çocuk
da yumurtayı o Hazrete verdi.
Sonra İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Ey Disanî! Bu bir
kaledir, kalın bir kabuğu vardır, kalın kabuğun altında ince bir perde vardır,
o ince perdenin altında da akıcı bir gümüş ve sıvı bir altın (yumurtanın beyazı
ve sarısı) vardır; ne sıvı altın akıcı olan gümüşe karışır, ne de akıcı olan gümüş
sıvı altına karışıyor. Bunlar kendi hallerindedir; hiç kimse onun içerisinden
bir haber getirmemiştir ve yine hiçbir kimse onun erkek için mi yoksa dişi için
mi yaratılmış olduğunu bilmiyor. Kırıldığında tavus gibi elvan-elvan kuşlar
ondan dışarı çıkıyor! Acaba bunun ilim sahibi bir yaratıcısının olduğuna
inanmıyor musun?”
Disanî bir müddet başını
aşağı eğdikten sonra şöyle dedi “Allah’tan başka bir ilahın olmadığına ve
Muhammed’in (s.a.a) de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet (tanıklık)
ediyorum. Şüphesiz sen İmamsın ve Allah’ın, yaratığına olan hüccetisin.
Kuşkusuz ben sahip olduğum inançtan dolayı tövbe ediyorum.”
[50]
Bir adam İmam Sadık
(a.s)’ın huzuruna gelerek Allah Teala’nın varlığı hakkında soru sordu. İmam
(a.s); “Ey
Allah’ın
kulu! Şimdiye kadar gemiye binmiş misin?” diye sordu.
Adam; “Evet” dedi.
İmam (a.s) buyurdu ki:
“Acaba
gemin denizde hiç kırılmış mı; öyle ki denizin dalgalarına yakalanmış olasın ve
o yakınlarda da seni kurtaracak ne bir gemi ve ne de güçlü bir dalgıç bulunsun
ve kurtuluş ümidi de tamamıyla yüzüne kapanmış olsun?”
Soru soran şahıs: “Evet,
böyle bir sahneyle karşılaşmıştım.”
İmam (a.s):
“O korkunç
tehlikeli durumda kalbin, seni o korkunç tehlikeden kurtarabilecek bir şeye
yöneldi mi?”
Soru soran şahıs: “Evet.”
İmam (a.s):
“İşte O
şey, kurtarıcı olmayan yerde, tek kurtarıcı olarak akla gelen, yardımcı
bulunmayan yerde yardım etmeye kadir olan ve sığınaksızların sığınağı olan
Allah’tır.”
[51]
Hanefi mezhebi imamı Ebu
Hanife şöyle diyor:
Bir gün İmam Sadık’la
görüşmek için O Hazretin evine gittim. O saatte Kufe halkından bir grup kimse
de oraya gelmişti. İmam Sadık (a.s) onlarla görüşmek için izin verince ben de
onlarla birlikte içeri girdim. Huzuruna yetiştiğimde şöyle dedim:
“Ey Resulullah’ın oğlu!
Halkı Resulullah’ın ashabına sövmekten alıkoyacak birini Kufe’ye gönderirseniz
iyi olur. Benim kendim, Resulullah’ın ashabına söven on bin kişiden fazlasını
biliyorum.”
Hazret buyurdu ki:
“Halk benim sözümü kabul
etmiyor.”
Ben: “Kim sizden kabul etmiyor; oysa siz Resulullah (s.a.a)’in oğlusunuz?” dedim.
İmam Sadık buyurdu ki:
“İşte
sen, benim sözümü kabul etmeyenlerden birisin. Şimdi izinsiz evime girdin,
izinsiz oturdun, izinsiz konuşmaya başladın.”
İmam Sadık daha sonra
şöyle buyurdu:
“Senin kıyasa göre fetva verdiğini duyum.”
Ben; “Evet” dedim.
Buyurdu ki:
“Vay senin
haline! Allah’ın emirleri karşısında kıyasa başvuran ilk kimse şeytan idi. Allah
Teala ona;
“Adem’e secde ete” diye emrettiğinde şöyle dedi: “Ben secde
etmem; çünkü beni ateşten yarattın, Adem’i ise balçıktan; ateş balçıktan
üstündür.” Binaen aleyh, kıyasla hak bulunmaz. Meseleyi daha iyi anlayabilmen
için senden soruyorum: Ey Ebu Hanife! Sana göre, bir kimseyi haksız yere
öldürmek mi günah açısından büyüktür; yoksa zina mı?”
Dedim ki: “Bir kimseyi
haksız yere öldürmek.”
İmam Sadık:
“O halde
neden Allah Teala katilin isbatı için iki şahit, zinanın isbatı için ise dört
şahit istemiştir? Acaba bu ikisini birbiriyle kıyaslamak olur mu?”
Ben: “Hayır!” dedim.
İmam Sadık:
“İdrar mı
daha necistir, yoksa meni mi?”
Ben: “İdrar” cevabını
verdim.
İmam Sadık:
“Öyleyse
neden Allah Teala idrarda abdest almayı emrediyor, ama menide gusletmeyi?
Acaba
bu ikisi birbiriyle kıyaslanır mı?”
Ben: “Hayır!” dedim.
İmam Sadık:
“Acaba
namaz mı daha önemlidir, yoksa oruç mu?”
Ben: “Namaz” dedim.
İmam Sadık:
“O halde
neden hayız gören kadına orucun kazası farzdır da namazın kazası farz değildir
Acaba bunları birbiriyle kıyas etmek mümkün mü?”
Ben: “Hayır!” dedim.
İmam Sadık:
“Acaba
kadın mı (güç yönünden) daha zayıftır, yoksa erkek mi?”
Ben: “Kadın.” dedim.
İmam Sadık:
“Öyleyse
neden Allah Teala mirasta erkek için iki pay, kadın için ise bir pay belirlemiştir?
Acaba bu hüküm kıyasla doğru olur mu?”
Ben: “Hayır!” dedim.
İmam Sadık:
“Neden
Allah Teala, bir kimse on dirhem hırsızlık yaptığında elinin kesilmesini
emretmiş, ama bir adam bir kimsenin elini keserse beş yüz diyet belirlemiştir?
Acaba bu hüküm kıyasla uyuşur mu?”
Ben: “Hayır!” dedim.
İmam Sadık:
“Duydum ki
şu ayetin;
“Kıyamet günü nimetler hakkında sizden sorulacak” tefsirinde
nimetlerden maksat, tatlı yemekler ve yazın içilen serin sulardır, demişsiniz.”
Ben: Evet! Öyle mana etmiştim.
İmam Sadık:
“Eğer bir
adam seni davet edip de önüne, tatlı yemekler getirse, daha sonra minnet etse,
böyle bir adam hakkında nasıl hükmedersin?”
Ben: “Cimri bir adamdır
derim.”dedim.
İmam Sadık:
“Acaba
Allah Teala cimri mi (kıyamet günü, bize vermiş olduğu yemek ve sular hakkında
bizden hesap sorsun?”
Ben: Öyleyse Allah
Teala’ın, hakkında insandan hesap soracağı nimetlerden maksat nedir? dedim.
Buyurdular:
“Nimetlerden
maksat, biz Peygamber Ehl- i Beyt’inin muhabbet ve sevgisidir.”
[52]
Şuayb- i Kavfi şöyle diyor:
Ben ziyaret için Mekke’ye gelmiş olan Yakub’la birlikte İmam Kazım (a.s)’ın huzuruna vardık. İmam (a.s) Yakub’a bakarak şöyle buyurdu:
“Ey Yakup! Sen dün bu
bölgeye geldin, seninle kardeşin İshak arasında filan mahallede ihtilaf çıktı,
birbirinize küfür bile ettiniz. Siz çirkin sözleri ağzınıza almamalısınız, din
kardeşlerine sövmek ve kötü sözler sarf etmek; bizim, baba ve dedelerimizin
dininden uzak şeylerdir. Biz, şialarımızdan hiçbir kimseye, böyle davranması
için izin vermeyiz. Eşi- benzeri olmayan Allah’tan sakın ve takvalı ol.
Ey Yakup! Yakın bir zamanda ölüm, (sıla- i rahmi
kestiğinizden dolayı) seninle kardeşin arasında ayrılık salacaktır. Kardeşin
İshak bu yolculukta, ailesinin yanına varmadan önce ölecektir, sen de ona karşı
davranışından dolayı pişman olacaksın. Siz birbirinizle ilişkiyi kestiniz,
birbirinizle küsülüsünüz; işte bundan dolayı Allah Teala sizin ömrünüzü
kısalttı.”
Yakup İmam Kazım (a.s)’dan o sözleri
duyanca şöyle dedi:
“Fedan olayım! Benim
ecelim ne zaman yetişecektir:”
İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Senin ecelin de
yetişmişti ama filan yerde halana hizmet ettiğinden ve ona hediye vererek mutlu
olmasına neden olduğun için bu sıla-i rahim sebebiyle Allah Teala yirmi yıl
senin ömrünü artırdı.”
Şuayb şöyle ekliyor:
Bir müddet sonra Yakub’u
Mekke’de gördüm, halini sorduğumda şöyle dedi:
“Kardeşim (İshak), İmam
Kazım (a.s)’ın buyurduğu gibi ailesine ulaşmadan önce vefat etti ve orada da defnedildi.”[53]
Bir gün Abbasi halifesi
olan Harun Reşid, İmam Kazım (a.s)'a şöyle dedi:
“Neden halkın size
Peyamber’in (s.a.a) oğulları demesine müsaade ediyorsunuz? Oysa siz Ali’nin
(a.s) oğullarısınız; anne bir kap gibidir; nesli baba üretiyor anne değil!”
İmam (a.s) cevaben şöyle
buyurdular:
“Ey halife! Eğer Hz.
Peygamber (s.a.a) hayatta olup da senin kızını isteseydi, kızını O Hazrete
verir miydin?”
Harun: “Subhanellah!
Neden vermeyeyim? Elbette verirdim ve bu vesileyle Arap ve Acem’e (Arap
olmayana) karşı iftihar ederdim.”
İmam (a.s):
“Ama Hz.
Peygamber (s.a.a) kesinlikle benim kızımı istemez, ben de kızımı O’na
nikahlamazdım.”
Harun: “Neden?”
İmam (a.s):
“Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.a) benim büyük babamdır.”
Harun: “Aferin! O halde nasıl,
Hz. Peygamber’in oğlu olmamasına rağmen kendinizi O’nun oğlu biliyorsunuz;
oysaki nesil oğuldandır kızdan değil? Siz kızın oğlusunuz, kızın oğlu da nesil
sayılmıyor!”
İmam (a.s):
“Hz.
Peygamber’in kabri ve o kabirde yatan kimsenin hakkı hürmetine, beni bu sorunun
cevabından mazur gör.”
Harun: “Hayır, mazur görmem; Resulullah’ın (s.a.a) oğulları olmanıza dair sözünün kanıtı için delil getirmelisin; Kur’ân’dan delil getirmedikçe özrünüzü kabul etmem. Çünkü siz Kur’ân’ın bütün ilimlerini biliyorsunuz.”
İmam (a.s):
“Sorunun
cevabını vermeme hazır mısın?”
Harun: “Evet, söyle.”
İmam (a.s) şu ayeti okudu:
“Bismillahirrahmanirrahim:
“Ve min zurriyetihi Davud’e ve
Süleyman’e ve Eyyub’e ve Yusuf’e ve Musa ve Harun’e ve kezalike neczi’l-
muhsinin ve Zekeriyya ve Yehya ve İsa.”
[54]
Sonra şöyle bir soru
sordu: “Hz. İsa’ın babası kimdir?”
Harun: İsa’nın babası yoktur.
İmam (a.s):
“Bu
okuduğum ayette Allah Teala Hz. İsa’yı, annesi Meryem tarafından aralarında
büyük bir zaman olmasına rağmen Hz. İbrahim’in oğullarından saymaktadır. İşte
böylece biz de annemiz tarafından Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in oğlu
oluyoruz.”
[55]
Bir gün Memun etrafında
bulunanlara şöyle dedi: “Şia olmayı kimin bana öğrettiğini biliyor musunuz?”
Orada hazır bulunanlar:
“Hayır, bilmiyoruz.” dediler.
Memun: “Babam Harun Reşid
öğretti.” dedi.
Hüzzar: “Böyle bir şey
nasıl mümkündür; oysa Harun’un kendisi sürekli bu aileyi öldürüyordu?”
Memun: “Onları mülkü ve
saltanatının bekası için öldürüyordu. Çünkü mülk (saltanat) akimdir (akraba ve
evlat tanımaz). Yılların birinde babam Harun ile Mekke’ye gittim. Mekke’ye
ulaştığımızda teşrifatçılarına, Mekke ve Medine ehlinden Muhacir, Ensar, Beni
Haşim ve diğer Kureyş kabilelerinden huzuruna gelenlerin şecerelerini
(soylarını) bildirdikleri takdirde içeriye girmelerine izin verilmesini
emretti.
İşte bundan dolayı onun
yanına gelen herkes, ben falan oğlu falanım, diye soy şeceresini sayıyordu.
Harun da iki yüz dinardan beş bin dinara kadar şerafeti ve babalarının hicretteki
rolüne göre onlara bağışta bulunuyordu.”
Memun sözlerinin
devamında şöyle diyor:
Bir gün ben mecliste
hazır iken Fazl bin Rabiy (Harun’un veziri) içeri girerek; “Ey müminlerin
emiri! Kapıda birisi kendisinin Musa bin Cafer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin
bin Ali bin Ebi Talip olduğunu iddia ederek içeri girmek istiyor.” dedi
Harun bu sözü işitir
işitmez bana, Emin’e, Mutemin’e ve yanında bulunan diğer komutanlara dönerek
şöyle dedi: “Kendinizi kontrol edin, saygılı olun.”
Sonra kapıdaki nöbetçiye;
“Ona izin verin gelsin ve sakın benim halımın üzerinden başka bir yere
bineğinden aşağı inmesin.”
Biz ayakta beklediğimiz
halde, bedeni zayıf yaşlı bir şeyh içeri girdi; ibadet onu zayıf bir hale
getirmişti; secdeler onun yüz ve burnunda iz bırakmıştı. Gözü Harun’a ilişince
merkebinden inmek istedi. Fakat Harun yüksek bir sesle; “Vallahi benim halımın
üzerinde bineğinden inmelisin” dedi!
Memurlar O’nun binekten inmesine izin vermediler. Hepimiz saygıyla ona bakıyorduk. O merkebiyle sultanın özel yerine ulaştı. Teşrifatçı ve komutanlar onun etrafını sarmışlardı, o da merkepten halının üzerine indi. Babam yerinden kalkarak onu karşılayıp bağrına bastı ve yüzünü gözlerini öptü. Sonra elinden tutarak onu meclisin baş tarafına götürdü. Kendi yanında oturtarak konuşmaya başladılar. Harun tamamen ona dönük oturmuştu. Durumları hakkında ona sorular sordu. Sorularından bazıları şunlardı:
“Ya Ebe’l- Hasan (İmam’ın
künyesi)! Sorumluluğun altındaki ailenin sayısı kaçtır?”
İmam Kazım:
“Beş yüz
kişiden fazladır.”
İmam Kazım (a.s):
“Hayır,
onların çoğu, hizmetçi, akraba ve yakınlarımdır. Ama çocuğum otuzdan fazladır;
erkekler şu kadar, kızlar da şu kadardır.”
Harun: “Neden kızları
amca oğulları ve münasip kişilerle evlendirmiyorsun?”
İmam Kazım (a.s):
“Mali durumum iyi değil.”
Harun: “Tarlan nasıl?”
İmam Kazım (a.s):
“Bazen
mahsul veriyor, bazen vermiyor.”
Harun: “Borçlu musun?”
İmam Kazım (a.s):
“Evet!”
Harun: “Ne kadar?”
İmam Kazım (a.s):
“On
bin dinar civarında.”
Harun: “Ey amca oğlu! Ben
o kadar sana mal vereceğim ki, oğul ve kızlarını evlendirecek, borcunu ödeyecek
ve tarlanı verimli hale getireceksin.”
İmam Kazım a.s):
“Bu
durumda akrabalık hakkına riayet etmiş olursun. Allah Teala, bu iyi niyetine
karşılık sana mükafat versin. Biz yakın bir akrabalık bağına sahibiz ve aynı
soydanız. Senin ceddin Abbas Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin amcasıdır. Biz
aynı kökten gelmekteyiz; böyle bir nimeti ve kudreti Allah senin ihtiyarına
vermiş; böyle bir amelde bulunmak senden uzak değildir.”
Harun: “İftihar ile bunu yapacağım.”
İmam Kazım (a.s):
“Allah
Teala yöneticilere, fakirlerin yardımına koşmayı, borçluların borçlarını
ödemeyi, çıplakları giydirmeyi, zindanda olanlara ve esirlere iyi davranmayı
farz kılmıştır. Sen bu işi yapmaya en iyi ve uygun bir şahıssın.”
Harun: “Öyle yapacağım ya
Ebu’l- Hasan!”
Bu sırada Musa bin Cafer
(İmam Kazım) ayağa kalktı. Harun da saygı için ayağa kalktı, O’nun yüzünü ve
gözlerini öptü. Sonra bana, kardeşlerim Emin ve Mutemin’e dönerek şöyle dedi:
“Amcanız oğlu ve
efendinizden önde giderek bineğinin üzengisini tutun, elbisesini düzeltin ve
evine kadar O’nu uğurlayın.”
Yol esnasında Musa bin
Cafer (a.s) gizlice bana şöyle dedi:
“Hilafet, babandan
sonra sana yetişecektir, hilafete ulaştığında çocuklarıma karşı iyi davran.”
Biz O’nu evine
ulaştırdıktan sonra geri döndük. Ben babama karşı kardeşlerimden daha cüretkar
idim. Meclis boşalınca babama şöyle dedim:
“Ey müminlerin emiri! Bu
adam kimdi ki, O’na bu kadar saygı gösterdin, karşısında ayağa kalktın, onu
karşıladın, meclisin başında. Onu oturttun, kendin ise ondan aşağıda oturdun,
bize üzengisini tutmamızı emrettin?”
Cevaben; “O insanların
(gerçek olan) İmam’ı, Allah’ın hücceti ve halifesidir.” dedi.
Ben; “Meğer bunlar sizin
özellikleriniz değil mi?” diye sordum.
Dedi ki: “Hayır, ben
zahirde halkın imamıyım, zor ve galebe ile halka önderlik yapıyorum. Musa bin
Cafer ise hak olan İmam’dır. Oğlum! Allah’a and olsun ki O, Resulullah’ın
halifeliğine benden ve bütün insanlardan daha layıktır. Sen bile, benim oğlum
olduğun halde hükümeti elde etmeye çalışır isen başını bedeninden ayırırım.
Zira saltanat akimdir (oğul falan tanımaz).”
Bu olay böyle geçti.
Harun Medine’den Mekke’ye hareket etmek istediğinde, içerisinde iki yüz dinar
bulunan bir keseyi getirmelerini emretti. Sonra Fazl bin Rebiy’e şöyle dedi:
“Bu keseyi Musa bin
Cafer’e götür ve O’na de ki: Müminlerin emiri dedi ki, şimdilik mali durumumuz
iyi değil, ama yakın bir zamanda size daha fazla ihsan edeceğim.”
Ben ona itiraz ederek
şöyle dedim: “Ey müminlerin emiri! Nasıl oluyor da Muhacir, Ensar, Beni Haşim,
Kureyş ve soyunu bilmediğin kişilere beş bin dinar veya ondan az veriyorsun,
ama bu kadar saygı gösterdiğin Musa bin Cafer’e iki yüz dinar -ki en az bahşişindir-
veriyorsun!”
Harun cevaben şöyle dedi:
“Sus! Annesiz! Eğer ona söz verdiğimi vermiş olursam, o zaman ondan taraf
güvende kalamam, yarın şia ve dostlarından yüz bin kişi karşımda durabilir.
O’nun ve ailesinin yoksulluk ve fakirliği, hem benim, hem de sizin için zengin
olmalarından daha
iyidir.”
[56]
Harun Reşid bir büyücüden
bir mecliste öyle bir iş yapmasını istedi ki, Musa bin Cafer (İmam Kazım -a.s-)
ona karşı koymaktan aciz kalsın ve halk arasında mahcup olsun. Büyücü, sofra
açıldığında öyle bir düzen kurdu ki, İmam Musa bin Cafer (a.s) elini uzatıp bir
ekmek almak istediğinde ekmek Hazretin önünden fırlayıp uçuyordu.
Harun çirkin arzusuna
ulaştığını görünce sevincinden kahkahayla gülüyordu. İmam (a.s) hemen başını
kaldırıp perdenin üzerindeki aslana bakarak şöyle buyurdu:
“Ey aslan! Allah’ın bu
düşmanını tut.”
Perde üzerindeki aslan,
hemen bir büyük aslan şekline girerek atlayıp büyücüğü parça-parça edip yuttu.
Harun ve hizmetçileri böyle bir durumu görür görmez korkudan bayılıp düştüler. Ayıldıklarında Harun
İmam (a.s)’a şöyle dedi:
Senin üzerindeki hakkım için bu aslandan o adamı geri çevirmesini iste. İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdu:
“Eğer Hz. Musa’nın
asası, büyücülerin oyunlarından yuttuğu şeyleri geri çevirirse, bu aslan resmi
de o adamı geri çevirecektir.”
[57]
Nişabur halkından bir
grup insan otuz bin dinar, elli bin dirhem ve bir miktar kumaş toplayarak
İmam’a ulaştırması için
Muhammed bin Ali en- Nişaburi’yi kendilerine
emin bir fert olarak seçtiler.
Mümin bir kadın olan
Nişabur’lu
Şatita da salim bir dirhemle dört dirhem değerinde olan
eliyle dokuduğu bir parça getirerek şöyle dedi: “İnnellahe la yestahyi min’el- hak”
(Gönderdiğim eşya gerçi
azdır; ama az da olsa İmam’ın hakkını göndermekten utanmamak gerekir.)
Muhammed bin Ali şöyle
diyor:
Onun dirheminin bir nişanesi olması için onu eğdim. Daha sonra takriben elli sayfalık bir mektup getirdiler, sayfanın baş kısmında bir soru yazılmıştı, soruların cevabı yazılması için de sayfanın alt kısmı beyaz kalmıştı. Yapraklar iki iki birbirinin üzerine bırakılıp üç iple bağlanmıştı, her ipin üzerine de kimsenin onu açmaması için bir mühür vurulmuştu.
Bu malları gönderenler
şöyle dediler:
Bu cüzveyi geceleyin İmam (a.s)’a ver ve o gecenin sabahı onların cevabını al. Eğer zarfların salim olduğunu, mektupların mühürlerinin de kırılmadığını görmüş olursan, onlardan beş tanesinin mührünü kırarak zarfları aç o mektuplara bak. Eğer meselelerin cevabı, mühürler kırılmaksızın verilmiş olursa, İmam’dır, paraları O’na ver. Eğer böyle olmazsa, bizim paraları geri çevir.
Muhammed bin Ali,
Nişabur’dan
Medine’ye doğru hareket ediyor, Medine’de İmam Sadık (a.s)’ın oğlu Abdullah
Eftah’ın evine gidiyor, onu denedikten sonra, onun İmam olmadığını anlayınca oradan
dışarı çıkarak şöyle diyor:
“Allah’ım beni doğru yola
( gerçek olan İmam’a) hidayet et.”
Muhammed bin Ali’nin kendisi şöyle diyor:
Hayranlık içerisinde
durduğum bir halde, bir köle gelerek şöyle dedi: “Gel aradığın kimsenin yanına
gidelim.” O köle beni, Musa bin Cafer’in evine götürdü. Hazret beni görünce
şöyle dedi:
“Neden ümitsiz oldun,
neden başkalarına doğru gidiyorsun? Benim yanıma gel; Allah’ın hücceti ve
velisi benim. Ebu Hamza, ceddim Resulullah’ın camisinin kapısı önünde beni sana
tanıtmadı mı? Ben dün sormuş olduğunuz bütün meselelerin cevabını verdim. O
soruları ve
Şatita’ın vermiş olduğu dirhemle -ki Vazuri’ye ait olan ve
içerisinde dört yüz dirhem bulunan kesenin içerisindedir- getir; üstelik
Şatita’ın,
Belhi kardeşlerin paketi içerisinde olan dokuduğu parçayı da ver.”
İmam Musa bin Cafer
(a.s)’ın bu sözleri aklımı başımdan aldı. İstediği her şeyi getirerek O
Hazretin önüne bıraktım. İmam (a.s)
Şatita’nın dirhem ve parçasını
götürerek şöyle buyurdu:
“İnnellahe la yestahyi min’el- hak. (Allah, haktan
hâya etmez) Benim selamımı
Şatita’ya ilet.”
İmam (a.s) bir kese para
götürerek bana verip şöyle buyurdu:
“İçerisinde kırk dirhem olan bu para kesesini ona ver.”
Daha sonra şöyle buyurdular:
“Kendi kefenimden olan bir parçayı, hediye olarak ona gönderiyorum; bu, Fatımat’üz- Zehra (a.s)’ın köyü olan “Sayda” köyünün pamuğundandır; İmam Sadık (a.s)’ın kızı olan bacım Halime onu dokumuştur. Ona de ki: Siz Nişabur’a vardıktan sonra on dokuz gün yaşayacaktır. Bu paralardan on altı dirhemi harcasın, geri kalan yirmi dört dirhemi de gerekli olan masrafları için bir kenara bıraksın. Namazını ben kendim kılacağım.”
İmam (a.s) daha sonra
şöyle buyurdular:
“Ey Ebu Cafer
(Muhammed’in künyesi)! Beni gördüğünde sakla ve kimseye söyleme! Çünkü bu,
senin hayrınadır; getirmiş olduğun geri kalan para ve malları da sahiplerine
geri çeviri...”
[58]
Ali bin Yaktin, İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın
ashabından ve Harun Reşid’in güçlü vezirlerindendi. Bir gün
İbrahim Cemmal,
görüşmek için onun huzuruna çıkmak istedi, fakat Ali bin Yaktin izin vermedi.
Ali bin Yaktin o yıl, Allah’ın evini ziyaret etmek için Mekke’ye doğru hareket
etti. Medine’de İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın huzuruna çıkmak istedi. Ama İmam
(a.s) ilk günü görüşmek için ona izin vermedi. İkinci günü İmam (a.s)’ın
huzuruna müşerref olarak şöyle dedi: “Efendim! Benim suçum nedir ki görüşmemiz
için izin vermiyorsun?”
İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Sana görüşmemiz için
izin vermememin sebebi, sen kardeşin
İbrahim Cemmal’a, o deveci, sen ise
vezir olduğundan dolayı görüşme izni vermedin. Sen İbrahim’i kendinden razı
etmedikçe, Allah Teala senin haccını kabul etmez.”
Ali bin Yaktin İmam
(a.s)’ın bu sözüne karşılık şöyle dedi:
“Efendim! İbrahim’le
nasıl görüşeyim, oysaki o Kufe’dedir, ben ise Medine’de?”
İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Gece olduğunda
kölelerin ve çevrendekilerden hiçbir kimse farkına varmadan tek başına
Baki’
kabristanlığına git. Orada yularlı ve binmeğe hazır bir deve göreceksin; ona
bin, o seni Kufe’ye ulaştırır.”
Ali bin Yaktin, İmam
(a.s)’ın bu sözü üzerine
Baki’ kabristanlığına giderek o deveye bindi.
Çok geçmeksizin Kufe’de İbrahim’in evinin önünde deveden aşağı indi. Evin
kapısını çalarak; “Ben Ali bin Yaktin’im” dedi.
İbrahim evin içerisinden;
“Harun’un veziri Ali bin Yaktin mi? Onun burada ne işi vardır?” diye sordu.
Ali bin Yaktin; “Önemli
bir müşkülüm (sorunum) vardır” dedi.
İbrahim kapıyı açmak
istemiyordu, ama ona Allah için deyince kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz içeri
girdi ve yalvararak şöyle dedi:
“İbrahim! Mevlam İmam
Musa bin Cafer (a.s), sen beni affetmedikçe beni huzuruna kabul etmiyor.”
İbrahim onu böyle perişan
görünce; “Allah seni affetsin” dedi.
Vezir (Ali bin İbrahim)
buna razı olmadı; bundan dolayı yüzünü yere koyarak İbrahim’e; “Allah aşkına
ayağını yüzüme koy” dedi. Ama İbrahim böyle bir işi yapmaya hazır olmadı.
İkinci kez yine ona; “Allah aşkına bunu yap” dedi. Bu defa o kabul ederek
ayağını onun yüzüne koydu. İbrahim ayağını Ali bin Yaktin’in yüzüne koyduğunda
o şöyle diyordu: “Allah’ım! Şahit ol.”
Ali bin Yaktin daha sonra
evden dışarı çıkıp deveye bindi. Aynı gece deveyi, Medine’de İmam (a.s)’ın
evinin kapısında yatırarak içeri girmek için o Hazretten izin istedi. İmam
(a.s) bu defa izin vererek onu huzuruna kabul etti.[59]
Sultan Sincir (İran
şahı)’in veya vezirlerinden birinin oğlu hassas bir hastalığa yakalandı.
Doktorlar, geziye çıkarak avcılıkla meşgul olmasını önerdiler. Doktorların bu
önerisi üzerine hasta şahıs her gün, bazı köle ve hizmetçileriyle birlikte
gezmeye ve avcılığa çıkıyordu.
Günlerin birinde önünden
bir ahu geçti. O atıyla ahuyu takip etmeye koyuldu. Ahu İmam Rıza (a.s)’ın
mübarek makamına sığındı. Şahın oğlu köle ve hizmetçilerine onu avlamalarını emretti.
Ama atlar hareket etmedi. Bu durumu görünce şaşkınlığa uğradılar. Daha sonra
köle ve hizmetçilerine attan inmelerini emretti; kendisi de attan inerek ayak
yalın ve edeple İmam Rıza (a.s)’ın kabrine doğru hareket etti. Kabre yetişince
kendisini kabrin üzerine attı; Allah’a yalvarıp yakarmaya başlayarak
hastalığının şifasını İmam (a.s)’dan istedi. O anda duası kabul olarak şifa
buldu. Orada bulunanların hepsi sevinip hoşnut oldular; onlardan bazıları şahın
yanına vararak oğlunun İmam Rıza (a.s)’ın kabrinin bereketiyle şifa bulduğunu
söyleyerek şu öneride bulundular:
“Şahzade İmam (a.s)’ın
kabrinin kenarında kalsın, usta ve işçiler, İmam (a.s)’ın kabrinin üzerinde bir
kubbe yapmadıkça, orayı güzel bir şehir haline sokmadıkça ve orası ondan taraf
bir hatıra olarak kalmadıkça geri dönmesin.”
Şah bu haberi duyur
duymaz, sevinerek secdeye kapandı, sonra usta ve mimarlara, kabrin üzerinde bir
kubbe yapmalarını ve oluşturulacak şehrin çevresine de bir sınır çekmelerini
emretti.[60]
İmam Rıza (a.s) şöyle
buyuruyor:
“Eğer nimetinin sürekli, yiğitliğinin kamil, geçiminin de uygun olmasını istiyor isen, köle ve aşağılık kişileri işinde ortak etme. Zira eğer onlara malında güvenir isen, hıyanet ederler; bir söz söylerlerse, yalan söylerler; eğer sıkıntıya yakalanır isen, seni yalnız bırakırlar. Ama akıllı kimseyle arkadaş olmanın sakıncası yoktur; onun cömertliğini beğenmesen de aklından yararlanmış olursun. Fakat kötü ahlaklıdan uzak dur. Kerim adamla arkadaş olmayı da elinden çıkarma; onun aklını beğenmesen de, kendi aklınla onun kerimliğinden yararlanmış olursun. Ama edebildiğin kadar, ahmak ve alçak adamdan kaçmaya çalış.” [61]
İmam Cevad (Muhammed Taki
-a.s-) küçük yaşla (takriben sekiz yaşında) imamet makamına ulaşan ilk
İmam’dır. Küçük olmasına rağmen, ilmi Allah tarafından olduğundan dolayı, bütün
ilim ve fazilet sahibi kimselerden üstündü.
O Hazretin muhalifleri,
O’nunla tartışıp münazaralar yapıyorlardı. Bazen kendi batıl hayallerince, O’nu
ilmi sahnede mağlup etmek için zor sorular söz konusu ediyorlardı. O
münazaralardan bazıları çok heyecanlı ve gürültülü idi; onlardan biri, İslam
ülkelerinin baş kadısı olan Yahya bin Eksem’le olan münazaradır.
Abbasi halifesi olan
Memun’un emriyle bir münazara meclisi tertiplendi. İmam Cevad (a.s), o meclisde
hazır oldu, Yahya bin Eksem de oraya gelerek İmam’ın karşısında oturdu.
Yahya bin Eksem:
Halife’ye bakarak şöyle dedi:
“Ebu Cafer (İmam Cevad
-a.s-)’den bir soru sormama izin veriyor musunuz?”
Memun; “O Hazretin
kendisinden izin al” dedi.
Yahya bin Eksem; “Fedan
olayım, bir mesele sormama izin veriyor musunuz?” dedi.
İma Cevad (a.s);
“Sormak istediğin soruyu sor”
buyurdu.
Yahya bin Eksem: “İhram halinde bir av öldüren şahıs hakkında ne dersiniz?” dedi.
İmam (a.s):
“Avı
haremin dışında mı öldürmüş, içerisinde mi? Söz konusu kimse hükme alim miydi,
cahil miydi? Kasıtlı olarak mı bu işi yapmış, yoksa kısıtsız olarak mı? Avlayan
adem köle miydi, hür müydü? Çocuk muydu, büyük müydü? İlk defası mıydı, yoksa
daha önceden de bu işi yapmış mıydı? Avlanan hayvan kuşlardan mıydı, yoksa
başka türben mi? Kuş ise yavru muydu, yoksa büyük müydü? Avlayan adam, bu işi
tekrarlamak isteyen birisi mi, yoksa yaptığından pişman olan biri mi? Bu işi
geceleyin mi yapmış, yoksa gündüz mü? Bu adam hac ihramında mıydı, yoksa Umre
ihramında mı?”
Yahya bin Eksem, bu sorular karşısında şaşırıp kaldı, acizliği yüzünde belirdi, dili tutuldu; öyle ki mecliste bulunanlar, onun zaaf ve acizliğini iyice anlamış oldular.
Bu galibiyetten sonra
Memun şöyle dedi: “Bu nimet karşısında ve görüşümde yanılmadığımdan dolayı
Allah’a hamt ediyorum...”
Daha sonra ailesine
dönerek; “Kabul etmediğiniz şeyi şimdi öğrenmiş oldunuz mu?” dedi.
Meclisteki sohbetlerden sonra halk dağılıp gittiğinde halifenin akrabalarından bir grup kimse yalnız kalınca, Memun İmam (a.s)’a şöyle dedi:
“Fedan olayım! Eğer uygun
görüyorsanız, ihram halinde av öldürmekle ilgili söz konusu edilen meselelerin
hükmünü, yararlanmamız için açıklayın.”
İmam (a.s) buyurdular ki:
“Eğer ihram halinde
olan şahıs, haremin dışında bir av öldürürse ve av büyük kuşlardan olursa,
keffaret olarak bir koyun kurban kesmelidir. Eğer bu amel haremin dahilinde
yapılmış olursa, keffareti iki kat olur.
Eğer haremin haricinde
bir kuş yavrusunu öldürmüş olursa, o zaman keffaret olarak sütten kesilen bir
kuzu kurban kesilmelidir. Ama eğer bu işi haremin dahilinde yaparsa, bir kuzu
kurban kesmeli ve ayrıca kuş yavrusunun kıymetini de vermelidir. Eğer (haremin
dışında avladığı) yabani hayvanlardan olursa, vahşi eşek için bir inek, deve
kuşu için bir dişi deve, zebra için ise keffaret olarak bir koyun kurban
kesmelidir. Eğer bunları haremin dahilinde yapmış olursa, kurbanlığı Mina’da
kesmelidir. Ama bu işi Umre ihramında yapmış olursa,kurbanlığı Mekke’de
kesmelidir.
Avın keffareti alim ve
cahile eşittir. Ama kasıtlı olarak bu işi yapmış olursa (keffaretten ilave)
günah da işlemiştir; fakat yanlışlıkla yapmış olursa, günah işlemiş sayılmaz.
Keffaret hürrün kendisine farzdır; kölenin keffareti ise efendisinin üzerinedir
(onun ödemsi gerekir). Küçük çocuğa keffaret farz değildir; ama büyük adama
farzdır. Eğer yapmış olduğu işten pişman olup tövbe ederse, (keffaret verdikten
sonra) ahiret azabı ondan kalkar, ama eğer bu işten vazgeçmezse (keffaretin
yanı sıra) ahiret azabını da hakketmiş olur.”
Memun, İmam (a.s)’ın bu
izahını duyunca şöyle dedi: “Aferin ey Cafer! Allah sana hayır versin. Eğer
uygun görüyorsanız, siz de Yahya bin Eksem’den onun sorduğu gibi bir soru
sorun.”
Bunun üzerine İmam (a.s)
Yahya bin Eksem’e;
“Sorayım mı?” diye buyurdu.
Yahya bin Eksem de
cevaben; “Sana feda olayım, onu artık kendiniz bilirsiniz; eğer bilirsem
cevabını veririm, bilmediğim takdirde sizden istifade ederim” dedi.
İmam Cevad (a.s) ona
şöyle bir soru yöneltti:
“Söyle bakalım,
sabahleyin bir kadına bakması haram, kuşluk vakti helal, öğle vakti haram,
ikindi vakti helal, akşam haram, yatsı vakti helal, gece yarısı helal, şafak
vakti haram olan bir erkek hakkında ne dersin? Bu nasıl bir kadındır; neden
bazen o erkeğe helal, bazen de haram oluyor?”
Yahya bin Eksem; “Allah’a and olsun ki, bu sorunun cevabını bilmiyorum; hangi sebebe göre helal ve haram olduğunu da bilmiyorum; uygun görüyor iseniz, faydalanmamız için kendiniz onu izah ediniz?” dedi.
İmam (a.s) şöyle
buyurdular:
“Bu kadın bir adamın
cariyesidir; sabahleyin yabancı bir erkek ona bakıyor, bakması haram olur;
kuşluk vakti cariyeyi sahibinden alıyor, böylece ona helal olur; öğle vakti onu
azad ediyor, neticede haram olur; ikindi vakti onunla evleniyor, böylece ona
helal olur; akşamleyin zihar ediyor (senin sırtın bana, annemin sırtı gibidir
diyor), böylece ona haram olur; yatsı vakti ziharın keffaretini vererek tekrar
ona helal olur; gece yarısı onu boşuyor, böylece ona haram oluyor; şafak vakti
rücu ediyor böylece kadın ona helal oluyor.”
[62]
Mütevekkil (Abbasilerin
vampir halifesi), halkın İmam Hadi (a.s)’a yönelmesinden rahatsız olup dehşete
kapıldı. Fitne peşinde olan bazı müfsitler İmam Hasdi (a.s)’ın evinde,
halifenin aleyhine kıyam etmeleri için bir takım silah, yazı ve eşyaların
toplanmış olduğunu Mütevekkile haber vermişlerdi.
Mütevekkil, haber
vermeksizin Türklerden olan bir grup kimseleri, İmam Hadi (a.s)’ın evine
gönderdi. Memurlar İmam (a.s)’ın evine saldırdılar. Evin her tarafını
aradılarsa da bir şey bulamadılar. Arama işi bittikten sonra İmam (a.s)’ı takip
ettiler; Hazreti, üzerine yünlü bir elbise atıp kapısı kapalı bir odada ibadet
ve Kur’ân okumakla meşgul olduğu bir halde görünce hemen İmam’ı yakalayıp
Mütevekkil’in yanına götürerek şöyle dediler: “Biz O’nun evinde bir şey
bulamadık; Onun kıbleye doğru oturup Kur’ân okuduğunu gördük.”
Abbasi halifesi Mütevekkil, eğlence meclisinin başında oturup şarap içmekle meşgul iken İmam (a.s) içeri girdi. İmam’ı görünce Hazretin heybet ve azameti onu sardı, elinde olmaksızın İmam’a saygı göstererek O’nu kendi kenarında oturttu, elinde bulunan şarap bardağını da Hazrete ikram etti.
İmam (a.s);
“Allah’a
and olsun ki, kesinlikle benim et ve kanıma şarap karışmamıştır, beni bundan
muaf et.”
dedi; o da artık ısrar etmedi.
Mütevekkil daha sonra
şöyle dedi: O halde bize bir şiir oku, şiir okumanla bizim meclisimizi
şenlendir.
İmam (a.s) cevaben;
“Ben
fazla şiir bilmiyorum” buyurdular.
Halife; “Kurtuluş yolu yoktur,
okumalısın” dedi.
İmam (a.s) onun bu ısrarı üzerine şöyle bir şiir
okudular:
Onlar (Güçlü ve kan
dökücü yöneticiler) dağların doruklarında sabahladılar; koruyordu onları güçlü
kişiler, ama bir fayda etmedi.
İzzetten sonra kendi
kalelerinden aşağı indirildiler; karanlık ve dar çukurlara dolduruldular;
indikleri yer ne de kötü idi!
Defnedildikten sonra
da birisi şöyle feryat etti: Nerede o taçlar ve ziynetler?
Nerede o perde ve
tüller arkasında saklanan yüzler?
Kabir onlardan taraf
fasih bir şekilde şöyle cevap verdi: O yüzlerin üzerinde kurtlar (haşereler)
savaşıyor.
Onlar bu dünyada uzun
bir süre yiyip içtiler; ama bugün o yiyip içmeden sonra kendileri başkalarına
yiyecek oldular.
[63]
İmam (a.s)’ın sözleri
Mütevekkil’in sert kalbini öyle etkiledi ki, elinde olmaksızın ağladı; öyle ki,
gözlerinin yaşı sakalını ıslattı. Mecliste bulunanlar da ağladılar. Mütevekkil
daha sonra şarap bardağını yere çaldı; artık o eğlence meclisi bozulup başka
bir havaya büründü. Mütevekkil dört bin dinar İmam a.s)’a takdim ederek
saygıyla O’nu evine uğurladı.[64]
Hz.
Abdulazim- i
Haseni (r.a) şöyle diyor:
Mevlam İmam Ali Naki
el-Hadi (a.s)’ın huzuruna vardım. Gözü bana iliştiğinde şöyle buyurdular:
“Hoş
geldin ey Ebu’l- Kasım (Hz. Abdulazim’in künyesi)! Sen gerçekten bizim
dostumuzsun.”
Arzettim ki: “Ey
Resulullah’ın oğlu! Kendi dinimi (inancımı) size sunmak istiyorum; eğer bu
inancımı beğenmiş olursanız ölene dek o inanç üzere baki kalayım.”
İmam (a.s);
“Anlat
bakalım”
diye buyurdular.
Arzettim ki: “Ben inanıyorum ki, Allah Tebarek ve Teala birdir, eşi ve benzeri yoktur; ibtal (nefy) ve teşbih (varlıklara benzetme) sınırından hariçtir; cisim, suret (şekil), âraz ve cevher değildir; aksine cisimleri mücessem eden, şekilleri şekillendiren, âraz ve cevherleri yaratan O’dur; her şeyin rabbi, maliki, karar kılanı ve yoktan var edeni yine O’dur. Şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.a) O’nun kulu, elçisi ve peygamberlerinin sonuncusudur; kıyamet gününe dek O’ndan sonra peygamber yoktur; O’nun şeriatı bütün (semavi) şeriatların sonuncusudur; O’nun şeriatından sonra bir şeriat yoktur.
Yine inanıyorum ki,
O’ndan sonra İmam, halife ve veliyyi emr olan Emir’ul- Muminin Ali bin Ebu
Talib (a.s)’dır; sonra İmam Hasan (a.s)’dır; Sonra İmam Hüseyn (a.s)’dır; sonra
Ali bin Hüseyn (a.s)’dır; sonra Muhammed bin Ali (a.s)’dır; sonra Cafer bin
Muhammed (a.s)’dır; sonra Musa bin Cafer (a.s)’dır; sonra Ali bin Musa
(a.s)’dır; sonra Muhammed bin Ali (a.s)’dır; sonra sizsiniz ey mevlam.”
Bu esnada İmam (a.s)
şöyle buyurdular:
“Benden sonra oğlum Hasandır; O’ndan sonra gelecek İmam’a
karşı halkın durumu nasıl olacaktır?”
Abdulazim diyor, arzettim
ki: “Ey mevlam! Halkın durumu nasıl olacaktır?”
Buyurdular ki:
“Oğlumdan
sonra gelecek olan İmam görülmeyecektir; zuhur edip yeryüzünü zulümle dolduğu
gibi adaletle doldurana dek O’nun özel ismini zikretmek câiz değildir.”
Hz. Abdulazim diyor ki,
sonra şöyle arzettim; “O’nun imametini de ikrar ederek diyorum ki; Onların
dostu Allah’ın dostudur, O’nların düşmanı da Allah’ın düşmanıdır. Yine diyorum
ki; Miraç haktır, kabirde soru-sual haktır, cennet haktır, cehennem haktır,
sırat (köprüsü) haktır, mizan (terazi) haktır; kıyamet günü gelecektir, onun
gelmesinde hiçbir şüphe yoktur; (o gün) Allah Teala kabirdekileri haşredecektir.
Yine inanıyorum ki; velayetten sonra farz olan ameller namaz, zekat, oruç, hac,
cihad, iyiliğe emretmek ve kötülükten sakındırmaktır.”
Ali bin Muhammed (İmam Hadi -a.s-) buyurdular:
“Ey Ebe’l- Kasım (Hz.
Abdulazim’in künyesi)! Allah’a and olsun ki, Allah’ın kullarına beğendiği din
işte budur; bu itikat üzere sabit kal; Allah Teala seni dünya ve ahirette güçlü
ve değişmez söz ile sabit kılsın.”
[65]
İmam
Hasan Askeri
(a.s) zindanda olduğu bir zamanda,
Samirra’da kıtlık oldu, yağmur
yağmıyordu. O zamanın halifesi (Mutemed), herkesin yağmur namazı için
çöle çıkmalarını emretti. Halk üç gün ard-arda namaz için musallaya (cemaat
namaz kılınan yere) gidip dua ettiler, fakat yağmur yağmadı.
Dördüncü günü, oskofların
büyüğü olan “Caslik”, Hıristiyan ve ruhbanlarla birlikte çöle gittiler. Onların
arasında bir rahip vardı, elini duaya kaldırır kaldırmaz şiddetle iri taneli
yağmur yağdı. Müslümanlardan bir çoğu, bu olayı görür görmez şaşkınlığa uğrayıp
Hıristiyan dinine yönelmeye meylettiler. Bu olay halifenin hoşnutsuzluğuna
yolaçtı. Halife, çaresizlikten İmam (a.s)’ı hapisten çıkararak kendi yanına
getirmelerini emretti.
İmam (a.s)’ı halifenin
yanına getirdiklerinde halife; “Atanın ümmetinin sapmaması için onların feryadına
yetiş!” dedi.
İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Yarın kendim çöle gideceğim, Allah'ın yardımıyla şek ve şüpheyi gidereceğim.”
O günü Casilik,
rahiplerle birlikte yağmur talebi için şehirden dışarı çıktılar. İmam Hasan
Askeri (a.s) da bir grup Müslümanlarla birlikte çöle doğru hareket ettiler.
Rahip elini duaya kaldırdığında İmam (a.s) kölelerinden birine;
“O rahibin
yanına giderek onun sağ elini tut ve parmakları arasında saklamış olduğu şeyi
dışarı çıkar”
buyurdu.
Köle de İmam (a.s)’ın
emri doğrultusunda, rahibin parmakları arasındaki siyah kemiği çıkardı. İmam
(a.s) kemiği eline alarak rahibe;
“Şimdi dua et!”
diye buyurdu.
Rahip ellerini duaya
kaldırıp (Allah’tan) yağmur istedi. Ama bu defa gökteki az bulut da yok olarak
güneş doğdu.
Halife İmam (a.s)’a; “Bu
nedir?” diye sordu.
İmam (a.s) da şöyle
buyurdu:
“Bu kemik, peygamberlerden birinin kemiğidir. Bu adam bu kemiği
peygamberlerden birisinin kabrinden çıkarmıştır. Peygamberin kemiği açığa
çıktığı zaman gökten şiddetle yağmur yağar.”
[66]
İşte böylece hakikat
herkese aşikar olarak Müslümanların kalbi rahatladı.
Ebu Haşim şöyle diyor:
İmam Hasan Askeri (a.s)
oruç tutuyordu; iftar vakti kölesi İmam (a.s)’a her ne getirseydi, biz de
O’nunla o yemeği yiyorduk. Ben de O Hazretle oruç tutuyordum. Günlerin birinde
takatim kalmadı. Bu nedenle başka bir odaya giderek orucumu, tatlı kuru bir
ekmekle açtım.[67]
Daha sonra İmam Hasan
Askeri (a.s)’ın yanına gelerek oturdum. İmam (a.s) kölesine şöyle buyurdular:
“Ebu
Haşim’e biraz yemek ver yesin, o oruç değildir.”
Ben güldüğümde İmam (a.s)
şöyle buyurdular:
“Neden gülüyorsun?
Güçlü olmak istediğinde et ye; tatlı kuru ekmek güç vermez.”
Arzettim ki: “Allah,
Peygamberi ve siz doğru buyuruyorsunuz” Daha sonra yemek yedim...[68]
Ebu Eyyub- i Ensari’nin
oğullarından ve İmam Ali Naki (a.s) ile İmam Hasan Askeri (a.s)’ın şia ve
komşularından olan
Buşr bin Süleyman şöyle diyor:
Bir gün İmam
Ali Naki
(a.s)’ın hizmetçilerinden olan
Kufur, benim yanıma gelerek; “İmam (a.s)
seni huzuruna çağırıyor” dedi. Ben İmam (a.s)’ın huzuruna varıp karşısında
oturduğumda Hazret şöyle buyurdu:
“Ey Buşr! Sen
Ensari’nin oğullarındansın; öyle bir aileden ki, Medine’de Hz. Peygamber’e
yardım etmeye kalktılar ve biz Ehl- i Beyt’in sevgisi sizin ailenizde devam
etmiştir; işte bu yüzden siz bizim güvendiğimiz insanlardansınız. Şimdi,
fazilet sayılacak olan ve onu yapmakla da diğer şiilerden üstün olacağın
tamamıyla gizli bir iş ile seni görevlendiriyorum.”
Daha sonra İmam (a.s),
Rumi yazısı ve diliyle bir mektup yazıp (ağzını) mühürleyerek bana verdi ve
içerisinde iki yüz yirmi altın bulunan sarı bir kese de çıkarıp şöyle
buyurdular:
“Bu altın keseyi al ve
Bağdat’a doğru hareket et filan günün sabahı Fırat köprüsünün kenarında hazır
ol. Esirleri taşıyan kayıklar oraya yetiştiğinde, bir grup cariyeleri satmak
için getirdiklerini göreceksin.
Beni Abbas ordusunun
vekillerinden bir grup insanlar ve Arap gençlerinden de birkaç kişi, cariye
almak için oraya toplanmış olacaklar, onlardan her biri cariyelerden en iyisini
almaya gayret edecektir.
Bu esnada sen de, Ömer
bin Zeyd (köle satan) isminde olan bir şahısı gözetim altında tut. Bu şahıs,
şu... şu özellikte bir cariyeyi, satmak için müşterilere sunacaktır; onun bir
özelliği de; iki ipek elbise giymiş olması, namahremlerden şiddetle kaçınması
ve hiçbir kimsenin ona yaklaşarak yüzüne bakmasına izin vermemesidir. O sırada
onun perde arkasından ağlayarak Rumca şöyle dediğini duyacaksın: “Vay benim
halime! İsmet örtüm yırtıldı ve şahsiyetim yok oldu.”
Müşterilerden biri
köle satana; “Ben onu üç yüz dinara alıyorum; çünkü onun iffet ve hicabı beni,
onu almaya daha çok teşvik etti” diyecektir.
Cariye de ona diyecek
ki: “Benim sana rağbetim yoktur, Hz. Süleyman’ın kıyafetine girsen, onun haşmet
ve saltanatına sahip olsan dahi ben seni istemiyorum; kendi malına acı, paranı
boşuna harcama!”
Köle satan adam da
diyecek ki: “Sen hiçbir müşteriye razı olmuyorsun, öyleyse ne yapmak gerekir?
Ben seni satmaya mecburum.”
Cariye de diyecek ki:
“Neden acele ediyorsun? Bırak kalbim istediği bir alıcı bulunsun.”
Bu sırada köle satanın
yanına giderek şöyle de: “Büyüklerden biri, Rumi hattı ve diliyle bir mektup
yazmıştır; o mektupta asalet, necabet, sahavet ve diğer ahlaki özelliklerini
açıklamıştır. Şimdi bu mektubu cariyeye ver de o mektubu yazanın ahlaki
özelliklerinden haberdar olsun. Eğer razı olursa, ben bu mektup sahibinden
taraf, bu cariyeyi onun için almaya vekaletim vardır.”
Buşr şöyle diyor: Ben
İmam (a.s)’ın huzurundan ayrılarak Bağdat’a doğru hareket ettim ve İmam
(a.s)’ın emirlerinin hepsini yerine getirdim. Mektup cariyenin eline geçince
mektubu okudu ve sevinçten şiddetle ağladı. Sonra Ömer bin Zeyd’e dönerek şöyle
dedi:
“Beni bu mektup sahibine
satmalısın, benim ona alakam vardır. Allah’a and olsun ki, eğer beni ona
satmazsan kendimi öldürürüm ve sen de benim ölümümden sorumlu olursun.”
İşte bu durum, benim onun
fiyatı hakkında fazla konuşmamama sebep oldu. Nihayet mevlamın bana verdiği
miktara anlaştık. Ben paraları ona verdim, o da çok sevinmiş olan cariyeyi bana
teslim etti. Ben o hanım efendiyle birlikte, onun için Bağdat’ta kiraladığım
eve gittik. Cariye sevinçten rahat edemiyordu, İma (a.s)'ın mektubunu cebinden
dışarı çıkarıp sürekli öpüyordu; onu gözlerinin üzerine bırakıp yüzüne sürüyordu.
Bu halini görünce dedim ki: “Ey hanım efendi! Ben senin bu hareketine şaşırıyorum; sahibini görmediğin ve tanımadığın bir mektubu nasıl öpüyorsun?”
Şöyle dedi: “Ey Peygamber’in oğlunun makamı hakkında ilmi az olan zavallı! Hakikatin sana aşikar olması için sözümü canı gönülden dinle:
Mutlu Bir Kızın İlginç
Macerası
“Benim ismim
Melike’dir,
Yuşua’nın kızıyım, babam Rum şahının oğludur; annem ise Hz. İsa’nın vasisi olan
Şem’un Safa’nın evlatlarından ve İsa peygamberin yarenlerinden sayılmaktadır.
Hayret verici çok ilginç maceramı şimdi sana anlatacağım:
Ben on üç yaşında iken
büyük babam (Rum şahı), beni kardeşi oğluyla evlendirmek istedi. Hz. İsa
(a.s)’ın havarilerinin neslinden olan üç yüz dini lider ve ruhbanı, ülkenin
büyükleri ve ileri gelenlerinden yedi yüz kişiyi, ordu komutanları ve yüksek
makamlardan ise dört bin kişiyi evlilik töreni için davet etti. Rum
İmparatorunun sarayında, davet edilenlerin katılımıyla benim görkemli evlenme
törenim başlamış oldu. Bu sırada, cevahirlerle süslenen şaha mahsus bir taht,
sarayın ortasında kırk sütun üzerine yüksek bir yere bırakıldı. Damadı özel bir
törenle tahtın üzerine oturttular, onun baş kısmına salipler (haçlar) taktılar,
hizmetçiler hizmet etmeye başladılar, oskoflar da damadın çevresini bir halka gibi
sardılar. Hıristiyan inançlarına, dinine uygun bir şekilde evlilik akdini
okumak için İncilleri açtılar. Bu esnada aniden salipler yukarından aşağı
döküldüler, tahtın ayakları kırılmış oldu. Şanssız damat yere yıkılıp bayıldı;
oskofların yüzlerinin rengi kaçtı, bedenleri titremeye başladı. Oskofların
büyüğü babama dönerek şöyle dedi.
“Şahım! Bu hadise,
Hıristiyan mezhebinin ve İmparatorluk dininin yok olmasının bir belirtisidir.
Böyle bir işi yapma; bizi
de bu uğursuz merasimi yapmaktan mazur gör.”
Büyük babam da bu vakıayı, uğursuzluğa yorumladı. Bununla birlikte tekrar tahtın ayaklarının yapmalarını, salipleri (haçları) yerlerine asmalarını, şansı dönmüş damadın kardeşini tahtın üzerinde oturtmalarını emretti. Her nasıl olursa olsun beni evlendirerek bu uğursuzluğun onların ailesinden yok olması için tekrar akd merasiminin düzenlenmesini istedi.
Düğün
Töreni Tekrar Bozuldu
Rom İmparatorunun emriyle tekrar meclisi süslediler; haçlar yerine asıldı; mücevherlerle süslü taht, ayakları üzerine konuldu; yeni damat tahtın üzerine oturtuldu; ordu ve ülke büyükleri bu evlilik merasiminin yapılması için hazırlandılar. Ama Hıristiyanlık dinine göre evlilik akdini okumaları için İncilleri açtıklarında aniden önceki vahşetli hadise tekrarlanmış oldu; haçlar yere döküldü, tahtın ayakları kırıldı, kötü şanslı damat tahttan yere düşerek bayıldı, konuklar dehşete uğrayarak dağıldılar, düğün meclisi, yine evlilik akdi okunmaksızın bozulmuş oldu, büyük babam da üzgün bir şekilde saraydan çıkıp kendi haremine giderek perdeleri çekti.
Kader
Belirleyici Rüya
Ben de kendi odama
gittim, gece olunca uyudum. O gece gördüğüm rüya benim gelecek kaderimi
belirledi. Rüyamda gördüm ki;
Hz. İsa (a.s),
Şem’un Safa
ve
havarilerden bir grup kimseler, büyük babamın köşkünde toplanmışlardı, tahtın
yerinde de kendisinden nur saçan çok yüksek bir minber vardı.
Bu sırada
Hz. Muhammed
(s.a.a), O Hazretin damat ve halifesi (Hz. Ali -a.s-) ve evlatlarından
bir grup kimseler, köşke girdiler. Hz. İsa (a.s), O Hazreti karşıladı, bağrına
basarak birbirlerine sarıldılar. O anda Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Ey Resulullah! Senin
vasin Şem’un’un kızı
Melike’yi oğlum (İmam
Hasan Askeri –a.s-) için
istemeye gelmişim.”
Hz. İsa (a.s) Şem’un’a bakarak şöyle dedi:
“Ey Şem’un! Mutluluk
sana yönelmiş, bu mübarek evlilik için olumlu cevap ver; kendi soyunu Âl-i
Muhammed (s.a.a)’in soyu ile aşıla!”
Şem’un; “İtaat ederim”
dedi.
Daha sonra Hz. Muhammed
(s.a.a), minberin üzerinde oturup nikah akdinin hutbesini okudu ve beni oğluna
(İmam Hasan Askeri’ye) nikahladı.
Hz. İsa, havariler ve Hz. Muhammed (s.a.a)’in evlatlarının hepsi bu evliliğe tanık oldular. Uykudan kalktığımda, canımdan korkarak uykumu babama ve dedeme anlatmadım; zira beni öldürmelerinden korktum. İşte bu yüzden rüyamdaki bu macerayı bir sır olarak sakladım.
Bu rüyadan sonra, imam
Hasan
Askeri (a.s)’a olan sevgi ateşi, kalbimde öyle alevlendi ki, artık yemek ve
içmekten kesildim. Yavaş yavaş zayıf ve takatsiz oldum, sonuçta hastalandım.
Büyük babam, Rum memleketinde var olan doktorları, beni tedavi etmeleri için
getirdi, ama hiçbirisinin bir yararı olmadı. Büyük babam, tedavilerden ümidini
kesince şefkatle şöyle dedi: “Ey gözümün nuru! Kalbinde yerine getire bileceğim
bir arzun var mıdır?”
Dedim ki: “Şefkatli
babam! Kurtuluş kapılarını yüzüme kapalı görüyorum. Ama eğer senin zindanında
bulunan Müslüman esirlere işkence etmekten vazgeçip onları hapisten serbest
bırakırsanız, ümit ederim ki, Hz. İsa (a.s) ve annesi Meryem bana şifa
verirler.”
Babam benim isteğimi
kabul etti, ben de zahirde biraz iyileştiğimi izhar ettim, yavaş-yavaş yemeğe
başladım. Babam çok sevindi, eskiye oranla Müslüman esirlere daha iyi
davranmaya çalıştı.
On Dört Geceden Sonra İkinci Rüya
On dört geceden sonra şu
rüyayı gördüm: Hanımların hanım efendisi Hz.
Fatımat’üz- Zehra (a.s),
Hz. Meryem ve cennet hurilerinden yetmiş bin kişi gelerek şeref
verdiler. Hz. Meryem bana bakarak;
“Dünya kadınlarının hanım efendisi olan
bu kadın, senin eşinin (büyük) annesidir.” dedi.
Ben Hz. Fatıma (a.s)’ın
eteğinden tutarak ağladım ve İmam Hasan Askeri (a.s)’ın beni görmeye
gelmemesinden dolayı şikayet ettim.
Hz. Fatıma (a.s) şöyle
buyurdular:
“Sen Hıristiyan
dininde olduğun müddetçe, oğlum seni görmeye gelmeyecektir; bu bacım Meryem,
senin dininden Allah’a sığınıyor. Eğer Allah-u Teala, Hz. İsa ve Meryem’in
senden razı olmalarını ve oğlumun seni görmeye gelmesini istiyorsan, Allah’ın
birliğine ve babam Hz. Muhammed’in risaletini ikrar et ve şehadeteyni (yani
eşhedu en lâ ilahe ilellah ve eşhedu enne Muhammed’en resulullah) söyle.”
Bu kelmeleri söylediğimde Hz. Fatıma (a.s) beni bağrına bastı; böylece ruhum rahatladı, sağlık durumum düzeldi.
Sonra şöyle buyurdu:
“Şimdi
oğlum Hasan Askeri’yi bekle; yakında onu senin yanına göndereceğim.”
Üçüncü Rüya ve Maşuku Görme
O gün çok geç sona erdi, akşamın ulaşmasıyla, sevgiliyi görmeye muvaffak olabilmem için çabuk uyudum. Şansın iyiliğinden İmam Hasan Askeri (a.s)’ı rüyamda görünce şikayet edercesine şöyle dedim: “Ey kalbimin mahbubu! Neden bana cefa ettin, bu müddet içerisinde beni görmeye gelmedin? Ben canımı senin muhabbetin uğrunda telef ettim.”
Buyurdular ki:
“Benim
seni görmeye gelmememin tek nedeni, senin Hıristiyan mezhebinde olman ve
müşriklerin dininde yaşamandı. Şimdi İslam’ı kabul ettiğinden dolayı, ben her
gece, zahirde Allah Teala bizi birbirimize kavuşturana dek seni görmeye
geleceğim.”
O geceden şimdiye kadar,
hiçbir gece beni kendisini görmekten mahrum etmemiştir; sürekli rüya aleminde,
o maşuku görmeye muvaffak oldum.”
Rum İmparatoru Kızının Esir Olma Macerası
Buşr şöyle diyor:
Meleke hanıma; “Nasıl
esaret tuzağına düştünüz?” diye sorduğumda şöyle cevap verdiler:
Gecelerin birinde, İmam
Hasan Askeri (a.s) rüya aleminde bana şöyle buyurdular:
“Senin büyük baban,
bugünlerde bir orduyu Müslümanlara karşı savaşa gönderecektir; kendisi de
orduyla birlikte savaş cephesine gidecektir. Sen de cephe arkasında hizmet için
savaşa katılan kadınların elbisesini giy, tanınmayacak bir şekilde hizmetkar
kadınlarla birlikte, muradına ermen için cepheye doğru hareket et.”
Birkaç günden sonra Rum
ordusu, savaş cephesine doğru hareket etti, ben de İmam (a.s)’ın buyurduğu
şekilde kendimi cephe arkasına ulaştırdım. Çok geçmeksizin savaş ateşi
alevlendi. Nihayet İslam’ın ön sıradaki askerleri bizi esir aldılar. Daha sonra
kayıklarla Bağdat’a doğru hareket ettik. Gördüğün gibi Fırat nehrinin kıyısında
kayıklardan indik. Şimdiye kadar benim Rum İmparatorluğu şahının torunu
olduğumu, senden başka hiçbir kimse bilmiyor; sana da ben söyledim.
Savaş ganimetlerini
böldüklerinde, ben yaşlı bir adamın payına düştüm. O ismimi sordu; tanınmak
istemediğimde dolayı ismim
Nercis’tir dedim.”
Buşr sözünün devamında
şöyle diyor:
Nercis’e; “Sen Rumlu
olduğun halde, nasıl Arapçayı böyle güzel biliyorsun?” diye sordum.
Cevaben şöyle dedi:
“Büyük babam, benim eğitimime çok özen gösteriyordu; çeşitli millet ve kavimlerin adap ve dillerini öğrenmemi istiyordu. Bundan dolayı, kendi tercümanı olan Arapça bilen bir kadına, Arapçayı gece- gündüz bana öğretmesini emretti. İşte bu yüzden Arapça dilini iyice öğrendim ve bu dille konuşmaya muvaffak oldum.”
Melike Hatun ve Semavi Hediye
Buşr şöyle devam ediyor:
Kısa bir bekleyişten
sonra Bağdat’tan
Samirra’ya hareket ettik. Onu,
İmam Ali Naki
(a.s)’ın yanına götürdüm. İmam (a.s) kısaca hal-hatır sorduktan sonra şöyle buyurdular:
“Allah Teala, İslam’ın
izzetiyle Hıristiyanlığın zilletini ve Hz. Muhammed ile Ehl- i Beyt’inin
azametini nasıl size gösterdi?”
Cevaben şöyle dedi:
“Ey Peygember’in oğlul
Sizin benden daha iyi bildiğiniz şey hakkında ben ne diyeyim!”
İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdular:
“İhtiram için sana
hediye vermek istiyorum; On bin altın mı, yoksa ebedi övünç ve şeref mayası
olan sevindirici müjdeyi mi vereyim; hangisini seçiyorsun?”
Arzetti: “Bana evlat
müjdesi veriniz.”
İmam (a.s):
“Dünyanın
doğu ve batısına malik olacak; yeryüzü zulüm ve adaletsizlikle dolduktan sonra
onu adaletle dolduracak olan bir evladı sana müjdeliyorum.” buyurdular.
Melike arzetti: “Bu
çocuğun babası kimdir?”
Hazret buyurdular ki:
“Resulullah (s.a.a)
falan zaman rüya aleminde, seni torunu için istemiştir.”
Daha sonra İmam (a.s)
şöyle bir soru sordu:
“O gece Hz. Mesih (İsa
-a.s-) ve O’nun vasisi, seni kimle evlendirdi?”
Arzetti: “Senin oğlun
İmam Hasan Askeri ile evlendirdi.”
İmam (a.s) buyurdu ki:
“Onu
tanıyor musun?”
Arzetti: “Hz. Fatıma
(a.s)’ın vesilesiyle Müslüman olduğum geceden itibaren
her gece beni görmeye geliyordu.”
Vuslat İçin Bekleyişin Sona Ermesi
Söz buraya yetiştiğinde
İmam Naki (a.s) hizmetçisine;
“Bacım Hakime’nin buraya gelmesini söyleyin”
buyurdular.
Hakime Hatun İmam
(a.s)’ın yanına geldiğinde Hazret:
“Bacı! Beklediğim değerli hanım budur”
buyurdular.
Hakime, İmam (a.s)’ın bu
sözünü duyur duymaz,
Melike’yi kucaklayarak yüzünden öptü ve çok
sevindi.
Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“Bacı! Bu hanımı eve
götür ve dini meseleleri ona öğret. Bu yeni gelin, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın
eşi ve Kâim- i Âl- i Muhammed (s.a.a)’in annesidir.”
[69]
İmam Sadık (a.s)’dan
şöyle nakledilmiştir: Bir gün Resulullah (s.a.a) ashabına;
“Hanginiz bütün
günleri oruç tutuyorsunuz!”
diye sordu.
Selman; “Ben ya
Resulellah” dedi.
Resulullah (s.a.a);
“Hanginiz
(her zaman için) geceyi ibadetle geçiriyorsunuz?”
diye buyurdular.
Selman; “Ben ya
Resulellah” dedi.
Yine Resulullah (s.a.a);
“Hanginiz
Kur’ân’ı her gece hatmediyorsunuz?”
diye sordular.
Selman; “Ben ya
Resulellah” dedi.
Ashabdan birisi (bu
durumdan) rahatsız olup
şöyle dedi: “Ya
Resulellah! Selman Fars ırkından olan birisidir, biz Kureyş toplumuna karşı
övünmek istiyor. Siz;
“Hanginiz bütün günleri oruç tutuyorsunuz?”
buyurdunuz,
Selman ben dedi; oysa ki o çoğu günler yemek yiyor. Siz;
“Hanginiz geceyi
ibadetle geçiriyorsunuz?”
buyurdunuz Selman ben dedi; oysaki o çoğu günleri
yatıyor. Siz;
“Hanginiz Kur’ân’ı her gün hatmediyorsunuz?”
buyurdunuz;
Selman ben dedi; oysaki o günlerin çoğunu susmakla geçiriyor.”
Onun bu sözleri üzerine
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Vazgeç (sus) ey falani, ben size Hekim
Lokman gibiyim (her sözümün bir hikmeti vardır). Onun kendisinden sorsan seni
aydınlatır.”
Bunun üzerine o adam cenabı Selman’a şöyle
dedi: “Ya Eba Abdullah! (Hz. Selman’ın künyesi) Sen bütün günleri oruçlu
geçirdiğini mi sanıyorsun?”
Selman; “Evet” dedi.
O adam; “Ben senin çoğu
günler yemek yediğini görüyorum” dedi.
Selman cevabında şöyle
dedi: “Sandığın şekilde değildir, ben her ay üç gün oruç tutuyorum. Allah Teâla
buyurmuştur ki:
“Kim bir iyilikle gelirse ona, yaptığının on misli mükafat
verilecektir.”
[70]
Ben Şaban ayını Ramazan
ayıyla birleştiriyorum. İşte bu Sevm’ud- Dehr (bütün günlerin orucu)
manasıdır.”
Daha sonra o adam şöyle dedi: “Sen bütün
geceyi ibadetle geçirdiğini mi sanıyorsun?”
Selman; “Evet” dedi.
O adam; “Oysa sen gecenin
çoğunu uyuyorsun” dedi.
Selman cevabında şöyle
dedi: “Senin düşündüğün gibi değildir. Fakat ben habibim Resulullah (s.a.a)’in
şöyle buyurduklarını duydum:
“Kim abdestli uyuyorsa, bütün geceyi ibadetle
geçirmiş gibidir”
[71] Binaenaleyh ben daima abdestli uyuyorum”
Sonra o adam; “Sen her
gün Kur’ân’ı hatmettiğini mi sanıyorsun?” dedi.
Selman; “Evet” dedi.
O adam; “Oysa sen günlerin çoğu vakitlerinde
susuyorsun.”
Selman cevabında şöyle dedi: “Senin sandığın gibi değildir. Ama ben habibim Resulullah (s.a.a)’den, Hz. Ali’ye şöyle buyurduklarını duydum:
“Ya Ebe’l- Hasan (Hz.
Ali’nin künyesi)! Senin misalin ümmetim arasında
“Kulhu vellahu ehad”
(Tevhid)
suresi gibidir. Kim onu bir defa okursa, Kur’ân’ın üçte birini okumuştur; kim
onu iki defa okursa, Kur’ân’ın üçte ikisini okumuştur; kim onu üç defa okursa,
Kur’ân’ı hatmetmiş gibidir.”
Daha sonra Hz. şöyle
buyurdular:
“Ya Ali! Kimseni diliyle severse, imanının üçte biri kamil olur.
Kim seni dili ve kalbiyle severse, imanının üçte ikisi kamil olur. Kim seni
dili ve kalbiyle sever, eliyle de yardımda bulunursa, imanı tamamen kamil
olur.”
Hazret daha sonra
sözlerinin devamında şöyle buyurdular:
“Ya Ali! Beni hak olarak meb’us kılan
Allah’a and olsun ki, eğer yer yüzünün ehli seni gök yüzünün ehli gibi
sevseydi, kesinlikle hiçbir kimse cehennem ateşiyle azap edilmezdi.”
Daha sonra cenabı Selman
sözlerini toparlayarak sonuçta; “Ben her gün “Kulhu vellahu ehad” suresini üç
defe okuyorum.”dedi.
Bu esnada o adam, ağzı
kenetlenmiş bir halde ayağa kalkarak çekip gitti.[72]
Osman bin Affan (üçüncü
halife), kölelerinden iki kişi vasıtasıyla
Ebuzer’e iki yüz dinar
göndererek şöyle dedi:
“Ebuzer’e deyin ki, Osman’ın selamı var, bu iki yüz dinarı da geçim masrafında harcamanızı istedi.”
Köleler Osman’ın sözünü
Ebuzer’e ilettiler. Ama Ebuzer -beklenilenin aksine- bu paraya ihtiyacı
olmadığını belirterek şöyle dedi: “Acaba Müslümanların her birine bu miktarda
para yetişmiş mi?”
Köleler; “Hayır! Halife,
sadece sizin için bu kadar lütufta bulunmuştur” dediler.
Ebuzer; “Ben
Müslümanlardan bir ferdim, onlardan her birine bu miktar para yetiştiğinde ben
de kabul edeceğim, aksi takdirde kabul edemem.” dedi.
Köleler; “Osman dedi ki,
bu miktar para, benim şahsı malımdır; Allah’a and olsun ki, bu para kesinlikle
harama karışmamıştır; tertemiz ve helaldir.”dediler.
Ebuzer; “Ama benim böyle
bir paraya ihtiyacım yoktur. Ben şimdilik halkın en ihtiyaçsızıyım.” dedi.
Köleler; “Allah sana
merhamet etsin; biz senin evinde, seni ihtiyaçsız kılacak dünya malından hiçbir
şey görmüyoruz!”dediler.
Ebuzer de cevaben dedi
ki: “Hayır! Gördüğünüz bu perdenin altında, birkaç gündür öylece baki kalan iki
arpa ekmeği vardır. Bu paralar benim ne derdime değecek ki! Allah'a and olsun,
bu iki ekmeğe kadir olduğum müddetçe, bu dinarları kabul edemem. Allah Teala
beni, Hz. Peygamber’in Ehl- i Beyti, Hz. Ali ve ailesinin muhabbet ve
velayetiyle her şeyden ihtiyaçsız kılmıştır. Resulullah (s.a.a) şöyle
buyurmuştur:
“Yaşlı bir adamın yalancı olması ne de çirkindir!”
Bu paraları geri çevirin
ve Osman’a deyin ki; Benim bu paralara ve onun yanında olan dünya malına,
Rabbimi mülakat edene dek ihtiyacım yoktur. Benimle onun arasında Allah Teala
hükmedecektir; Allah Teala en iyi hükmedendir.”[73]
Bir gün
Malik Eşter,
başında imamesi ve üzerinde ketenden bir gömlek olduğu halde Kufe pazarından
geçiyordu. Dükkanının önünde duran bir adam Malik Eşter oradan geçerken onu
aşağılamak kastıyla, göğsünü gererek ona doğru bir pislik attı. Malik Eşter
onun bu çirkin hareketini önemsemeyip herhangi bir tepki göstermeksizin yoluna
devam etti.
Malik Eşter biraz
uzaklaştığında, o adamın Malik’i tanıyan arkadaşlarından biri ona şöyle dedi:
“Kendisine hakarette bulunduğun o adamı tanıyor musun?”
Pazarcı adam; “Hayır
tanımadım; o adam kidir?” dedi.
Arkadaşı cevaben; “O
adam, Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin meşhur ashabından olan Malik Eşter’dir”
dedi.
Pazarcı adam, hakaret
ettiği şahısın Hz. Ali (a.s)’ın ordusunun komutanı ve savaş veziri olduğunu
anlayınca, korku ve vahşetten dolayı titremeye boşladı. Malik Eşter’den özür
dilemek için hızla onun peşine koştu. Malik’in camiye girip namaza durduğunu
gördü. Namaz bittikten sonra, kendisini Malik’in ayaklarına atarak öpmeye
başladı.
Malik Eşter; “Neden böyle
yapıyorsun?” diye sordu.
Adam şöyle dedi: “Sana
yaptığım çirkin işten dolayı özür diliyorum, lütfederek suçumu bağlamanızı
diliyorum.”
Malik Eşter şöyle dedi:
“Asla korkup vahşete kapılma! Allah’a and olsun ki, camiye gelmemin sebebi,
çirkin hareketinden dolayı Allah’tan senin için mağfiret dilemek ve seni doğru
yola hidayet etmesi için de dua etmem içindi.”
[74]
Hişam- i Kelbi, babasının şöyle dediğini
naklediyor:
Ben bir müddet
Beni Sa’d
kabilesinden olan
Beni Evd
arasında yaşadım. Onlar hanım ve çocuklarına
Ali Ebi Talib (a.s)’a sebbetmeyi öğretiyorlardı. Bir gün
Abdullah bin İdris
tayfasından olan bir adam Haccac’ın yanına gelerek bir söz dedi. Haccaç onun bu
sözünden öfkelendi ve sert bir şekilde onun cevabını verdi.
Adam, Haccac’ın bu halini görünce şöyle dedi:
“Haccaç! Bana karşı böyle
sert ve sinirli cevap verme. Zira
Kureyş ve
Beni Sakif
kabilelerinin sahip olduğu her faziletin bir benzeri bizde de vardır.
Haccaç; “Sizin ne faziletiniz
vardır?” dedi.
Adam; “Bizim aramızda,
Osman’a kötü laf diyen bir kimse yoktur; bizim kabilede ona kötü bir söz diyen
olmamıştır.” dedi.
Haccaç: “Bu bir
fazilettir.”
Adam: “Bizim aramızda
kesinlikle yabancı birisi bulunmamıştır.”
Haccaç: “Bu da başka bir
fazilettir.”
Adam: “Bizden bir kişi
dışında, “Ebu Turap (Hz. Ali -a.s-) safında savaşa hiç kimse katılmamıştır; o
bir şahıs da bizim gözümüzden düşüp inzivaya itilmiş ve bizim yanımızda hiçbir
değeri yoktur.”
Haccaç: “Bu da bir
fazilettie.”
Adam: “Bizim aramızda
şöyle bir adet vardır: Eğer bir kimse bir kadınla evlenmek istiyorsa, ilk önce
o kadından, Ali'yi iyilikle anıp anmadığını ve O’nu sevip sevmediğini sorar;
eğer iyilikle anıyor ve O’nu seviyorum derse, onunla evlenmez.”
Haccaç: “Bu da bir çeşit
fazilettir.”
Adam: “Bizim kabilemizde
Ali, Hasan ve Hüseyn isminde bir kimse bulunmaz; hiçbir kızın ismini Fatıma
koymamışız.”
Haccaç: “Bu da sizin için
bir fazilettir.”
Adam: “Hüseyn Irak’a
doğru geldiğinde, bizim kabilemizden bir kadın, Hüseyn öldürüldüğü takdirde on
deve keseceğine dair adak etti; Hüseyn öldürüldüğünde kendi adağına amel etti.”
Haccaç: “Bu da bir
faziletti.”
Adam: “Bizim kabileden
bir kişi, Ali’den beraat ve O’na lanet etmeğe çağrıldığında şöyle dedi: Ben
sizden daha fazlasını yapıyorum; Hasan ve Hüseyn’den de beraat edip O’nlara
lanet ediyorum.”
Haccaç: “Bu da bir
fazilettir.”
Adam: “Müslümanların
halifesi -Abdulmelik- bize çok ihtiram ediyordu; öyle ki bizim hakkımızda; “Siz
benim vefalı yaranlarımızsınız” diyordu.
Haccaç: “Bu da bir
fazilettir.”
Adam: Kufe’de, Beni Evd
kabilesi gibi çekici ve tatlı bir kabile yoktur.”
Haccaç onun bu sözünü
işittiğinde gülmeye başladı ve öfke ateşi söndü.
Hişam-i Kelbi yine
babasından naklediyor ki; Allah Teala, Beni Evd kabilesinin kötü işlerinden
dolayı tatlılık ve çekicilik nimetini onlardan aldı.”[75]
Beni Abbas halifelerinin
dördüncüsü olan
Musa Hadi’nin hükümeti zamanında, Bağdat’ta yaşayan
zenginin fakir bir komşusu vardı; bu komşu onun servetini kıskanıyordu. Zengin
olan komşusuna zarar vermek için ona nispet hiçbir iftirayı esirgemezdi. Ama
her ne kadar çaba harcasa da iğrenç maksadına erişemiyordu. Gün geçtikçe
kıskançlık ateşi körükleniyor ve kendisine ıstırap veriyordu.
Bütün çabalarından bir
netice alamadığını görünce, çok tehlikeli bir planı uygulamaya karar verdi.
Bundan dolayı küçük bir köle alarak onu eğitti; köle güçlü bir genç olunca bir
gün ona şöyle dedi:
“Oğlum! Ben seni önemli
bir iş için aldım ve o iş için bu kadar zahmetlere katlanıp seni muhabbet ve
sevgiyle büyüttüm. Bakalım o işi uygulamada nasıl davranacaksın! Keşke sana
emrettiğimde, hedefimi temin edip etmeyeceğini ve beni maksadıma ulaştırıp
ulaştırmayacağını bir bilseydim!”
Köle bu sözler karşısında
şöyle dedi: “Ey efendim! Köle efendisinin emri karşısında ne yapabilir? Allah’a
and olsun ki, eğer kendimi ateşi atarak yanmamı veya kendimi suya atarak
boğulmamı istesen, hoşnutluğunu kazanmak için bunları yaparım...”
Kıskanç komşu, kölesinin
sözlerine çok sevindi, onu bağrına basarak yüzünden öpüp şöyle dedi:
“Ümit ediyorum ki,
isteğimi yerine getirmeye layık olur ve beni arzuma kavuşturursun.”
Köle de şöyle dedi:
“Benim mevlam! Tüm vücudumla hedefin uğrunda çalışmam için minnet et de beni
kendi kastından haberdar et.”
Kıskanç köle sahibi de;
“Şimdilik onun vakti yetişmemiştir.” dedi.
Bu olaydan bir yıl geçti.
Bir gün efendisi onu çağırarak şöyle dedi:
“Ey köle! Ben seni şu iş
için istiyordum: Falan
komşum çok büyük servete
sahiptir; ben bundan dolayı çok rahatsızım! Onun öldürülmesini istiyorum.”
Köle, hazır bir memur
gibi şöyle dedi: “Müsaade verin şimdi onu öldüreyim.”
Kıskanç köle sahibi şöyle
dedi: “Hayır! Böyle olmasını istemiyorum. Çünkü onu öldürmeye gücünün
yetmeyeceğinden korkuyorum. Onu öldürsen bile, beni katil bilerek onun yerine
öldürürler. Ama şöyle bir plan tasarladım: Beni onun damının üzerinde öldür,
böylece onu katil olarak yakalayıp kısas etsinler!”
Köle; “Bu nasıl bir
iştir? Siz kendinizi öldürmekle ruhunuzun rahat olmasını mı istiyorsunuz?
Üstelik siz bana oranla şefkatli babadan daha şefkatlisiniz.”
Kıskanç adam, kölesinin
sözleri karşısında şöyle dedi: “Bu sözleri bir kenara bırak, ben seni bu iş
için büyüttüm; emirimi yerine getirmedikçe senden razı olmam.”
Köle her ne kadar rica
edip yalvardıysa da, kıskanç adam, bu çirkef fikrinden dönmedi; aksine çok
ısrarla kölesini bu işi uygulamaya razı etti. Üç bin dirhem köleye vererek
şöyle dedi: “Dediğim işi yaptıktan sonra, paraları al ve istediğin yere git.”
Kıskanç adam, ömrünün son
gecesinde kölesine şöyle dedi: “Kendini senden istediğim iş için hazırla,
gecenin son saatlerinde seni uyandıracağım.”
Kıskanç adam, gün
doğmadan kölesini uykudan uyandırdı, ona bir bıçak vererek birlikte
komşularının damı üzerine çıktılar; orada kıbleye doğru yatarak kölesine;
“Çabuk ol işi tamamla” dedi.
Köle de mecburi olarak
bıçağı, efendisinin boğazına dayayıp başını bedeninden ayırdı. Köle efendisini,
kan içerisinde çırpınır bir halde bırakıp evine giderek yatağında yattı.
O gecenin sabahı, kıskanç adamın ailesi onu aramaya başladılar; akşama yakın, onun cesedini kana boyanmış bir halde komşularının damının üzerinde buldular. Ölen kıskanç adamın ailesi mahallenin büyüklerini oraya topladılar; onlar da o olaya şahit oldular.
Bu olayın haberi
Musa
Hadi’ye yetişti. Halife, maktulün komşusu olan zengin adamı çağırtıp ondan
bir takım sorular sordu, o da olaydan hiçbir haberi olmadığını söyledi. Halife,
onun hapse atılmasını emretti. Köle de bu fırsattan yararlanarak
İsfahan’a
kaçtı. Tesadüfen İsfahan’da, hapse atılan zengin adamın akrabalarında biri,
ordunun aylığını ödeme sorumlusu idi. Köleyi görür görmez, kölenin efendisinin
öldürülme olayından haberi olduğundan dolayı olayın mahiyetinin ne olduğunu
ondan sordu.
Köle de macerayı, azaltıp
çoğaltmaksızın olduğu gibi ona anlattı. O da birkaç kişiyi kölenin sözlerine
şahit tuttuktan sonra onu halifenin yanına gönderdi. Köle de orada, hikayeyi
baştan sona nakletti. Halife, kölenin sözlerini duyunca, Olay karşısında
hayretler içerisinde kaldı. Daha
sonra köleyle hapisteki zengin
adamın serbest bırakılmalarını emretti.[76]
Abdurrahman bin
Seyyabe şöyle diyor:
Babam dünyadan
göçtüğünde, dostlarından biri kapımıza gelip bana baş sağlığı dileyerek dedi
ki:
“Abdurrahman! Baban
kendisinden geriye bir şey bıraktı mı?”
Ben de cevaben; “Hayır!” dedim.
Bu sırada içerisinde bin
dirhem bulunan bir keseyi bana vererek şöyle dedi:
“Bu para emanet olarak
senin yanında kalsın, onu kendin için bir sermaye et, onun kârıyla
ihtiyaçlarını gider ve asıl parayı bana geri çevir.”
Ben de sevinerek annemin
yanına gidip bu meseleyi ona açıkladım. Gece olunca babamın arkadaşlarından
birinin yanına gittim; o benim için biraz kumaş alıp bir dükkan kiraladı. Ben
orada alış-verişle meşgul oldum, Allah Teala da bereket verdi ve bana bol rızk
nasip etti. Nihayet hac mevsimi yetişti, Allah’ın evinin ziyaretine gitmek
kalbimden geçti. İlk önce annemin yanına gidip; Hacca gitmek istiyorum” dedim.
Annem ise şöyle dedi:
“Eğer böyle bir kastın
var ise, falan adamın parasını ver, daha sonra Mekke’ye git.”
Ben, o parayı hazırlayıp
o adama verdim. O adam öyle sevindi ki, adeta o parayı ona bağışladım. Çünkü o
parayı ödeme mi beklemiyordu.
Adam parayı alınca şöyle
dedi: “Yoksa para az olduğundan dolayı mı onu geri çevirdin. Eğer durum bu ise
daha fazla sana vereyim?”
Dedim ki: “Hayır! Mekke’ye gitmek istiyorum, işte bu yüzden önce emanetinizi size iade etmek istedim.”
Daha sonra Mekke’ye
gittim, hac amellerini yaptıktan sonra Medine’ye döndüm ve bir grupla birlikte
İmam
Sadık (a.s)’ın huzuruna vardım. Ben, genç ve yaşım az olduğundan dolayı
meclisin arka kısmında oturdum. Herkes bir soru soruyordu, Hazret de cevap
veriyorlardı. Meclis sakinleşince İmam (a.s)’ın yanına yaklaştım.
İmam (a.s);
“Bir
işiniz mi vardır?” diye sordular. Arzettim ki: “Sana feda olayım! Ben
Seyyabe’nin oğlu Abdurrahman’ım.”
İmam (a.s); “ Babanın
durumu nasıldır? diye sordular. Ben de cevaben; “Dünyadan göçtü!” dedim.
İmam Sadık (a.s), bu sözü
duyunca çok üzüldü ve onun için Allah’tan rahmet talep etti. Daha sonra şöyle
buyurdular:
“Acaba dünya malından bir şey geriye bıraktı mı?”
Ben de, babamın
arkadaşının bize bin dirhem verdiğini İmam’a arzettim. İmam (a.s) sözümü
tamamlamama mühlet vermeden;
“O adamın bin dirhemini ne yaptın?”
diye
sordu.
Ben de; “Sahibine iade
ettim” dedim.
İmam (a.s);
“Aferin!
Güzel iş yapmışsın.” buyurdu.
Sonra;
“Sana tavsiyede bulunmamı istiyor
musun?” diye buyurdu.
Arzettim ki: “Evet.”
Bunun üzerine İmam (a.s)
şöyle buyurdular:
“Doğru konuşan ol;
emaneti sahibine ver. Bu vasiyetime amel ettiğin takdirde halkın malında ortak
olacaksın.”
Bu sırada parmaklarını
birleştirerek;
“Bu şekilde onların ortağı olursun.”
buyurdular.
Abdurrahman sözünün
devamında şöyle diyor: “Ben İmam (a.s)’ın tavsiyelerine riayet ederek onlara
amel ettim, neticede mali durumum çok iyi oldu; öyle bir hadde ulaştı ki bir
yılda üç yüz bin dirhem zekat verdim.”[77]
Abdulazim- i Haseni
İmam
Cevad (a.s)’dan, o da babalarından şöyle naklediyor:
“Bir gün
Selman
Ebuzer’i,
misafirliğe davet etti. Ebuzer de Selman’ın davetini kabul ederek onun evine
gitti. Yemek zamanı olunca, Selman birkaç kuru ekmek torbasından çıkararak
onları ıslatıp Ebuzer’in önüne bıraktı. Her ikisi yemek yemekle meşgul oldular.
(Az sonra) Ebuzer şöyle dedi: “Eğer bu ekmeğin tuzu da olsaydı çok iyi olurdu.”
Bu söz üzerine Selman yerinden kalkıpevden dışarı çıktı; su kabını bir miktar tuzun karşılığında (komşusunun yanında) rehin bırakarak Ebuzer’e tuz alıp getirdi. Ebuzer tuzu ekmeğe serpip yerken şöyle diyordu: “Allah Teala’ya, bize böyle bir kanaat sıfatını verdiğinden dolayı hamt ve şükürler olsun.”
Selman onun bu sözüne
karşılık şöyle dedi: “Eğer kanaat edenlerden olsaydık, su kabım rehin olarak
komşunun yanında kalmazdı.”[78]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
“Müslümanlardan birinin
Hıristiyan bir komşusu vardı; o komşusunu İslam’a davet etti; ona İslam’ın
özelliklerini o kadar anlattı ki, nihayet Hıristiyan adam İslam’ı kabul ederek
Müslüman oldu. Adam sahur vakti yeni Müslüman olan adamın evinin giderek
kapısını çaldı.
Yeni Müslüman, kapının
arkasına gelerek; “Ne işin vardır?” diye sordu.
Onu Müslüman eden: “Namaz
vakti yaklaşmıştır; kalk abdest al, elbiselerini giyin birlikte gidip camide
namaz kılalım.” dedi.
Yeni Müslüman, abdest
alıp elbiselerini giyerek onunla birlikte camiye gidip namaz kılmaya
başladılar. Sabah namazından önce, sabah namazı vaktine dek edebildikleri kadar
namaz kıldılar. Daha sonra sabah namazını kıldılar, hava aydınlanıp güneş
çıkana dek camide kaldılar.
Yeni Müslüman kalkıp
evine gitmek isteyince onu Müslüman eden komşusu şöyle dedi: “Nereye
gidiyorsun? Günler kısadır, öğleye bir şey kalmamıştır. Öğle namazını da
(camide) kılalım.”
Yeni Müslüman olan adamı
öğle vaktine dek bekletti. Öğle namazını da kıldılar. Tekrar şöyle dedi:
“İkindi namazının vaktine de bir şey kalmamış, onu da kılalım.”
Onu o kadar bekletti ki,
ikindi namazını da kıldılar. Yeni Müslüman olan adam kalkıp evine gitmek
isteyince komşusu şöyle dedi: “Artık günün batmasına bir şey kalmamış, akşam
namazını da kılalım.”
Yine onu güneş batana dek
bekletti. Güneş battığında, akşam namazını da birlikte kıldılar. Yeni Müslüman
gitmek istediğinde adam şöyle dedi: “Bir namazdan fazla kalmamıştır; onu da
kılalım.” Onu bekletti, yatsı namazını da birlikte kıldılar; daha sonra
birbirlerinden ayrılarak herkes kendi evine gitti.
Yine sahur vakti ulaşınca
eski Müslüman, yeni Müslüman’ın kapısına giderek kapıyı çalıp; “Ben falan
adamım” dedi.
Yeni Müslüman; “Ne işin
vardır?” diye sordu.
Adam, onun abdest alıp
elbiselerini giyerek birlikte namaz kılmak için camiye gelmesini istedi.
Yeni Müslüman rahatsız
olarak şöyle dedi:
“Sen git, ben çoluk çocuk sahibi fakir bir adamım; geçimimiz için işlerime yetişmem gerekir. Sen git bu din için işsiz güçsüz birini bul.”
İmam Sadık (a.s) bu
hikayeyi anlattıktan sonra şöyle buyurdular:
“Adam onu Hıristiyanlıktan
İslam’a cezbettikten sonra, düşüncesizliği ve yanlış ameliyle onu tekrar eski
dinine çevirdi.”
[79]
Hz. Peygamber (s.a.a)’in
Ebu
Talha isminde ashabından birinin çok sevdiği bir oğlu vardı. Tesadüfen
ağır bir şekilde hastalandı. Çocuğun annesi, çocuğunun ölümünün yaklaştığını
anlayınca, bir bahaneyle Ebu Talha’yı Resulullah (s.a.a)’in yanına gönderdi.
Ebu Talha evden çıktıktan sonra çok geçmeksizin çocuk öldü. Çocuğun annesi
Ümmü
Selim, oğlunun cesedini bir parçaya büküp odanın bir kenarına bıraktı; aile
fertlerine de çocuğun ölümünü Ebu Talha’ya söylememelerini tavsiye etti. Daha
sonra güzel bir yemek hazırladı ve kendisini süsleyerek kocasını karşılamaya
hazırlandı.
Ebu Talha eve geldiğinde;
“Çocuğumun durumu nasıldır?” diye sordu.
Kadın cevaben; “İstirahat
etmektedir” dedi.
Daha sonra Ebu Talha;
“Yemek var mı yiyelim?” dedi.
Ümmü Selim, hemen
kalkarak bir yemek getirdi. Yemek yedikten sonra, kendisini Ebu Talha’nın
ihtiyarına bırakıp onunla çiftleşti. Bu esnada ona şöyle dedi: “Ebu Talha! Eğer
bir kimseden bir emanet bizim yanımızda olursa, onu da sahibine geri çevirmiş
olursak rahatsız mı olursun?”
Ebu Talha; “Subhanellah!
Neden rahatsız olayım; oysa vazifemiz budur.” dedi.
Kadın; “Öyleyse sözüme
kulak ver; oğlun yanımızda Allah’ın bir emaneti idi, bugün emanet sahibi onu
geri aldı” dedi.
Ebu Talha’da bir
değişiklik olmaksızın hanımına: “Ben, çocuğun annesi olan senden sabırlı olmaya
daha layığım.” diyerek yerinden hareket edip hamama gitti, gusül ettikten sonra
da iki rekat namaz kıldı. Daha sonra Resulullah (s.a.a)’in huzuruna vararak
hanımının hikayesini O Hazrete anlattı.
Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle
dua etti:
“Allah Teala gelecek çocuklarınızla size bereket versin.”
Daha sonra;
“Hamd
olsun Allah’a ki, benim ümmetim arasında, Beniisrailli kadın gibi sabırlı bir
kadın vardır”
buyurdular.
Hz. Peygamber’den; “O
kadının sabrı nasıl idi? sorduklarında Hazret şöyle buyurdular:
“Beniisrail’de, iki
oğlu olan bir kadın vardı; kocası misafirler için yemek hazırlamasını emretti.
Yemek hazırlandığında konuklar geldiler. Çocuklar oynarken aniden her ikisi de
kuyuya düştüler. Kadın, konukların rahatsız olmaması için (ses çıkarmadan)
çocukların cenazesini kuyudan dışarı çıkararak onları bir parçaya sarıp evin
bir köşesine bıraktı. Misafirler gittikten sonra kendisini bezeyip eşi için
hazır oldu. Bir yatakta yattıktan sonra kocası ; “Çocuklar nerededir?” diye sordu.
Kadın; “Diğer
odadadırlar” dedi.
Adam çocuklara
seslendi, aniden o iki çocuk dirilerek babalarına doğru koştular. Kadın bu
manzarayı görünce şöyle dedi:
“Subhanellah! Allah’a
and olsun ki, bu iki çocuk ölmüşlerdi; Allah Teala, benim sabır ve tahammülümden
dolayı onları diriltti.”
[80]
Ravi şöyle diyor:
Arafat amellerini
tamamladığımda
İbrahim bin Şuayb’la karşılaşarak selam verdim. İbrahim
gözlerinden birini kaybetmişti; salim olan gözü de kan parçası gibi kıpkırmızı
olmuştu.
Dedim ki: “Bir gözün zayi
olmuştur; Allah’a and olsun diğer gözünden de korkuyorum! Eğer ağlamaktan biraz
sakınırsan iyi olur.”
İbrahim: “Allah’a and
olsun ki bugün, bir dua bile kendi hakkımda etmedim.”
Dedim ki: “Öyleyse kimin
hakkında dua ediyordun?”
İbrahim: “Din kardeşlerim
hakkında. Çünkü İmam
Sadık
(a.s)’ın şöyle
buyurduğunu duydum:
“Kim kardeşinin
gıyabında onun için dua ederse, Allah Teala bir meleği; “Din kardeşin için
istediğin şeyin iki katı da sana olsun” demesi için görevlendirir.”
İşte bu yüzden, meleğin
bana dua etmesi için din kardeşlerime dua etmek istedim. Çünkü kendi duamın
kendim hakkında kabul olup olmayacağını bilmiyorum; ama meleğin benim hakkımda
duasının kabul olacağına yakinim vardır.”[81]
Hz. Süleyman (a.s), erkek bir serçenin kendi eşine şöyle dediğini duydu:
“Neden bana itaat etmiyor ve isteklerimi yerine getirmiyorsun? Eğer istemiş olsan, Hz. Süleyman’ın bütün kubbe ve sarayını gagamla denize fırlatırım.”
Hz. Süleyman (a.s),
serçenin bu sözüne gülerek onları yanına çağırıp;
“Nasıl böyle büyük bir işi
yapabilirsin?” diye sordu.
Serçe cevaben şöyle dedi:
“Ey Allah’ın resulü! Ben
böyle bir şeyi yapamam; ama erkek bazen, eşinin karşısında övünmek, kendisini
büyük ve güçlü göstermek için bu çeşit sözlerden sarf ediyor. Üstelik âşığı, söz ve tavırlarından dolayı
kınamamak gerekir.”
Hz. Süleyman, dişi
serçeye;
“Neden kocana itaat etmiyorsun; halbuki o seni seviyor?”
diye
sordu.
Dişi serçe cevaben şöyle
dedi:
“Ey Allah’ın elçisi! O
beni gerçekten sevmiyor; çünkü eğer gerçekten beni sevmiş olsaydı, o zaman
başka sevgileri kalbinde taşımazdı.”
Serçenin bu sözü, Hz.
Süleyman’ı öyle etkiledi ki, ağlamaya başladı. Sonra, kırk gün halktan
uzaklaşarak sürekli Allah Teala’dan, başkalarının sevgisini kalbinden çıkarıp
sadece kendi sevgisini
kalbine yerleştirmesini istedi.[82]
Bir adam kendi ailesiyle
birlikte gemiye binerek deniz yolculuğuna çıktı. Gemi, denizin ortalarında
parçalandı; o adamın hanımı dışında gemide bulunan bütün insanlar gark oldular.
Kadın geminin (kopmuş olan) bir tahtasının üzerinde oturdu, denizin dalgaları o
tahta parçasını sürükleyerek bir adanın kıyısına ulaştırdı. Kadın denizin
kenarında tahtadan inerek adanın iç kısımlarına doğru hareket etti. Tesadüfen o
adada yol kesici, namuslara dokunan ve hiçbir günahtan çekinmeyen sapık bir
genç vardı. Bu genç karşısında birden bire dikilip duran bir kadın görünce
şaşkınlıkla başını kaldırıp kadına bakarak; “Sen cin misin, insan mısın?” diye
sordu.
Kadın; “Ben insanım, cin
değilim” dedi.
Sapık ve hayasız adam,
artık hiçbir şey söylemeden kafasından kötü düşünceler geçirmeye başladı.
Teşebbüs etmek istediğinde, kadını çok perişan ve titrer bir halde gördü.
Bunun üzerine; “Neden bu
kadar perişan ve titriyorsun?” diye sordu.
Kadın eliyle göğe doğru
işaret ederek; “O’ndan (Allah’tan) korkuyorum.” dedi.
Genç adam: “Şimdiye kadar
böyle bir iş yapmış mısın?” diye sordu.
Kadın: “Allah’a and olsun
ki, hayır” dedi.
Kadının korku ve
ıstırabı, pervasız genci iyice etkiledi. Bundan dolayı şöyle dedi:
“Sen şimdiye kadar böyle
bir iş yapmadığın ve seni mecbur ettiğim halde Allah'tan bu kadar korkuyorsun,
o zaman ben niçin (bu kadar günahlarla birlikte) Allah'tan korkamayayım!
Allah’a and olsun ki, ben Allah’tan bu şekilde korkmaya senden daha layığım.”
Yol kesici adam, bu sözü
dedikten sonra hiçbir kötü şey gerçekleştirmeden kalkıp tövbe etti ve evine
doğru yola koyuldu. Pişman ve ıstıraplı bir halde yol giderken Hıristiyan bir
rahiple karşılaştı; birbiriyle yol arkadaşı olarak bir miktar yolu birlikte
gittiler. Hava çok sıcak ve yakıcı idi, güneşin ışınları şiddetle o ikisinin
başına vuruyordu. Rahip (durumun böyle olduğunu görünce) şöyle dedi: “Ey genç!
Dua ederek Allah’tan iste ki, güneşin bu yakıcı sıcağından kurtulmamız için
başımızın üzerine buluttan bir gölgelik göndermesini.”
Genç utanıp sıkıldığı bir
halde; “Ben Allah katında öyle iyi bir amele sahip değilimki cüret edip de
O’ndan bir şey isteyeyim.”
Rahip şöyle dedi:
“Öyleyse ben dua edeyim, sen ise amin de.”
Genç adam onun bu
önerisini kabul ederek rahip dua etti, o da amin dedi. Çok geçmeksizin bir
parça bulut, onların başının üzerine gelerek onlara gölge saldı. Her ikisi,
bulutun gölgesinde yol gidiyorlardı; nihayet bir kavşağa yetişerek
birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Rahip (abit) bir yola, genç de diğer
bir yola geçti. Rahip, bulutun gencin başının üzerinde onunla hareket ettiğini
görünce gence hitaben şöyle dedi: “Şimdi, (Allah katında) senin benden daha
değerli olduğun malum oldu; demek ki, benim duam senin amin demenle kabul
olmuştu. Şimdi söyle bakalım, nasıl bir iş yaptın ki senin o işin Allah katında
benim kaç yılık ibadetimden daha değerli ve üstün oldu?”
Genç adam, o kadınla olan
hikayeyi detayıyla rahibe anlattı. Rahip durumun neden ibaret olduğunu
öğrendikten sonra şöyle dedi:
“Allah Teala, senin
geçmiş günahlarını, o korkudan dolayı affetmiştir, geleceğine dikkat et, tekrar
kendini günaha bulaştırma.”
[83]
Dünya, gözü mavi bir
kadın şeklinde
Hz. İsa (a.s)’a aşikar oldu. Hz. İsa ona:
“Kaç defa
evlenmişsin?”
diye sordu.
Dünya: “Sayısızca.”
Hz. İsa:
“Bütün
kocaların seni boşadı mı?”
Dünya: “Hayır! Onların
hepsini öldürdüm.”
Hz. İsa:
“Eğer geriye
kalan kocaların, önceki kocalarının başına gelenlerden ibret almazlarsa, o
zaman onların vay haline!.”
[84]
Beni İsrail Arasında
hayır sever bir adam vardı, kendisi gibi de bir eşi vardı. Bu adam rüyasında,
bir adamın ona şöyle dediğini gördü: “Allah Teala senin ömrünü şu kadar tayin
etmiştir; onun yarısı refah ve bollukta, diğer yarısı ise, zorluk ve
sıkıntılarla geçecektir. Şimdi hangi kısmı öncelikle istiyorsan seç, o senin
isteğine bağlıdır.”
Hayır sever adam şöyle
dedi:
Ben bu konu hakkında,
hayat arkadaşımla konuşmam gerekir. Sabah olunca adam eşine şöyle dedi: Geçen
akşam uykuda bana şöyle dediler: “Senin ömrünün yarısı nimet ve bollukta, diğer
yarısı ise zorluk ve sıkıntılarla geçecektir. Şimdi sen hangisinin öncelikle
olmasını istiyorsun?”
Kadın dedi ki: “Nimet ve
bolluğu ömrünün ilk kısmına alman daha iyi olur.”
Hayır sever, eşinin bu
sözü üzerine önce nimet ve bolluğu istedi. Bunun üzerine artık dünya her
taraftan ona yöneldi. Hayır sever adam, eline her nimet ulaştığında eşine şöyle
diyordu: “Bu maldan kendi akrabalarına, muhtaçlara, komşulara ver, onlara
yardımda bulun.” Hanımı da, onun dediği şekilde o malı harcıyordu. Böylece
eline geçen her malı, yoksul ve fakirlere dağıtıp onlara yardımda
bulunuyorlardı; ardından da Allah’a şükrediyorlardı.
Hayır sever adamın
ömrünün yarısı böylece nimet ve bolluk içerisinde geçti; ömrünün bu ilk yarısı
sona ererken tekrar uykuda ona şöyle dediler:
Allah Teala, bu süre
içerisinde yaptığın amellerden dolayı seni takdir ederek; bütün ömrünü nimetler
ve bolluk içerisinde geçirmeni karar kıldı ve sana şöyle buyurdu:
“Ömrünün
sonuna kadar, nimet
ve bolluk içerisinde yaşa.”
[85]
Hz. İsa (a.s) şöyle buyuruyor:
“Ben Allah’ın izniyle,
pek çok hastaları tedavi edip onlara şifa verdim; anadan kör olan ve abraş
hastalığına yakalananları iyileştirdim ve ölüleri dirilttim. Ama ahmak adamı
ıslah ve tedavi edemedim.”
Ya Ruhellah! Ahmak
kimdir? diye sorduklarında şöyle buyurdular:
“Ahmak adam; bencil ve
kibirli bir şahıstır; her fazilet ve özelliği kendisinden bilir; her yerde, her
çeşit hakkı kendisine nisbet verir; başkalarına hiçbir konuda saygılı
davranmaz; işte bu çeşit ahmak bir adam asla ıslah ve tedavi edilmez.”
[86]
Lokman-ı Hekim, oğluna
tavsiyesinde şöyle dedi:
“Oğlum! Halkın
isteğine, onların övme veya kınamalarına bakarak hareket etme; çünkü insan,
onları razı etmek için her ne kadar çaba sarfetse de hedefine ulaşamaz ve onları
hoşnut edemez.”
Oğlu da Lokman’a şöyle
dedi: “Sizin sözünüzün manası nedir? Onun için bazı örnekler vermenizi veya
bazı amel ve sözleri bana göstermenizi istiyorum.”
Lokman, oğlundan
kendisiyle dışarı çıkmasını istedi. Bu maksatla, bir merkeple birlikte evden
dışarı çıktılar. Babası merkebe bindi, oğlu da onun ardından yaya olarak
yürüyordu. Bir güzergahtan geçerken orada toplanmış bir grup insanlar kendi
aralarında, onların hakkında şöyle dediler: “Bu şefkatsiz babaya bakınız;
kendisi merkebe binmiş, çocuğunu ise kendi peşinden salarak yaya olarak götürüp
gidiyor. Bu adamın hareketi ne kadar da çirkin bir harekettir!”
Bu sırada Lokman oğluna
dönerek şöyle dedi:
“Bunların sözlerini
duydun mu? Benim merkebe binip senin de yaya olarak yanımda yürümeni kötü
bildiler.”
Oğlu da; “Evet, duydum”
dedi.
Sonra Lokman oğluna dedi
ki:
“Oğlum! Şimdi de sen
merkebe bin ben yaya olarak senin arkandan geleyim.”
Oğlu babasının sözü
üzerine merkebe bindi, baba da yaya olarak onunla hareket etti. Yine diğer bir
grupla karşılaştılar. Onlar da şöyle dediler:
“Bu baba ne kadar da
kötü, oğlu da ne kadar edepsizdir! Babanın kötü oluşu; çocuğunu iyi terbiye
etmemiş olmasındandır. İşte bundan dolayı o merkebe binmiş, baba da yaya olarak
onun ardınca gidiyor; halbuki babaya saygı için kendisinin değil babasının
binek üzerinde olması gerekirdi. Oğulun edepsizliği, babasına saygısızlığıdır.
Bu yüzden her ikisinin de hareketi kötüdür.”
Lokman oğluna;
“Bunların da sözlerini
duydun mu?”
dedi.
O da; “Evet” dedi.
Lokman bu defa da şöyle
dedi: “Gel, şimdi de her ikimiz bineğe binelim.”
Her ikisi merkebe binip hareket ettiler. Az sonra, diğer bir grupla karşılaştılar. Onlar da kendi aralarında şöyle dediler: “Bu iki şahısın kalbinde merhamet diye bir şey yoktur; her ikisi bu hayvana binmişler, zavallı hayvanın bunların ağırlığından beli kırılıyor; eğer biri binip diğeri yayan gitseydi iyi olurdu.”
Lokman oğluna dönerek;
“Duydun
mu?” dedi.
Oğlu da; “Evet, duydum”
dedi.
Lokman daha sonra şöyle
dedi:
“Şimdi hiç birimiz
hayvana binmeden onunla yaya olarak gidelim.”
Bu karar üzere, merkebi
öne salıp kendileri de onun peşinden yürümeye başladılar. Yine halk onları,
hayvandan yararlanmadıkları için kınadılar.
Bu esnada Lokman oğluna
dönerek şöyle dedi:
“Acaba, halkın
rızasını kamil bir şekilde elde etmek için bir yol var mı? Binaenaleyh ümidini,
halkın hepsini razı etmekten kes ve Allah’ın rızasını kazanmak peşinde ol;
çünkü dünya ve ahiret mutluluğu bundadır.”
[87]
İsa bin Meryem (a.s) bir işi için üç yareniyle birlikte yola koyuldular, gidecekleri yeri henüz yarı etmemişlerdi yol üzerinde üç kerpiç altının düşmüş olduğunu gördüler. Hz. İsa (a.s) onlara şöyle buyurdu:
“Bu altınlar,
insanları öldürür; sakın onların sevgisi kalbinize yerleşmesin.”
Bu sözü buyurduktan sonra
oradan geçip yollarına devam ettiler. Onlardan biri; “Ey Ruhullah! Zaruri bir
işim çıktı, müsaade edin geri döneyim” diyerek geri döndü; iki arkadaşları da
özür ve bahane getirerek geri döndüler. Her üçü de altın kerpiçlerin kenarına
gelerek, altınları kendi aralarında bölmek istediler. Onlardan iki kişi, diğer
arkadaşlarına şöyle dediler:
Biz şimdi açız, sen git
biraz yemek al getir; yemek yedikten sonra, halimiz düzelince altınları
bölüşürüz. Arkadaşları da onların sözü üzerine yiyecek almak için gitti;
yiyecek aldıktan sonra, o iki arkadaşını öldürerek altınlara yalnız sahip
olabilmesi için yiyeceklerin içerisine zehir koydu. Arkadaşları da kendi
aralarında, onu döndüğünde birlikte öldürerek altınları kendi aralarında
bölmelerini kararlaştırmışlardı.
O üç kişiden birisi
yemeği getirdiğinde, diğer ikisi kalkarak onu öldürdüler. Daha sonra yemekleri
yediler. O zehirli yemeği yer yemez zehirlenerek öldüler. Hz. İsa (a.s)
döndüğünde, üç yareninin de altın kerpiçlerin kenarında ölmüş olduklarını gördü.
Allah’ın izniyle onları dirilterek;
“Ben size, bu altınlar insanı öldürürler
demedim mi?” diye buyurdular.[88]
Hz. İsa (a.s), bir kabrin kenarından geçerken kabir sahibine azap edildiğini gördü. Tesadüfen başka bir yıl, yolu yine o kabre düştü; bu defa kabir sahibine azap edilmediğini gördü.
Arzetti ki:
“Allah’ım!
Geçen yıl, bu kabrin kenarından geçerken sahibi azap içerisinde idi, ama bu yıl
azabı kalkmıştır; bunun sebebi nedir?”
Allah Teala, O’na vahyederek
şöyle buyurdu:
“Ey Allah’ın elçisi!
Bu adamın salih bir evladı vardı, büyüyünce zengin olup bir yolu onardı ve bir
yetime sığınak vardı. Ben o adamı, oğlunun bu iyi işinden dolayı bağışladım.”
[89]
Hz. Musa (a.s), peygamber olmadan önce Mısır’dan firar etti; onca zorluk ve açlığı tahammül ettikten sonra Medyen’e yetişti. Bir grup insanların, koyunlarına su vermek için bir kuyunun kenarında toplanmış olduklarını gördü. Onların arasında, Hz. Şuayb peygamberin kızları da vardı.
Hz. Musa (a.s), Hz. Şuayb peygamberin kızlarına yardım ederek onların koyunlarına su verdi. Kızlar evlerine döndüler. Hz. Musa da bir gölgenin altına geldi; açlığını giderecek bir ekmeği ona ulaştırması için Allah’a dua etti.
Hz. Şuayb (a.s)’ın kızlarından biri, Hz. Musa (a.s)’ın yanına gelerek; “Babam, koyunlarımıza su vermenin ücretini vermesi için sizi yanına çağırıyor.” dedi. Hz. Musa (a.s), o kızın kılavuzluğuyla Hz. Şuayb’ın evine gitti. İçeriye girince yemeğin hazır olduğunu gördü. Hz. Musa, sofranın kenarında oturmadan, öylece ayakta durmuştu.
Hz. Şuayb ona;
“Ey genç! Otur akşam
yemeğini ye.”
dedi.
Hz. Musa cevaben;
“Allah’a
sığınıyorum” dedi.
Hz. Şuayb;
“Neden? Aç
değil misin?” diye sordu.
Hz. Musa şöyle cevap
verdi: “Acım! Ama bu yemeğin, koyunlara su vermemin ücreti olmasından
korkuyorum. Biz öyle bir aileyiz ki, Allah ve ahiret için yapmış olduğumuz bir
iş karşılığında, yeryüzünü altınla doldurup bize verseler de ondan bir zerre
almayız.”
Hz. Şuayb (a.s) yemin
ederek; “Yemek ücretten dolayı değildir, misafiri ağırlamak, bizim ve
babalarımızın adetindendir.”
dedi.
Hz. Musa (a.s), O’nun bu
sözlerini duyunca, oturup yemeği yedi.[90]
Havariler Hz. İsa’ya şöyle dediler:
“Ey hayra kılavuzluk yapan muallim! Alemde en şiddetli şey nedir?”
Hz. İsa:
“En şiddetli
şey, Allah’ın kullara gazabıdır”
buyurdu.
Havariler: “Allah’ın
gazabından nasıl güvende kala biliriz?” dediler.
Hz. İsa:
“Öfkeyi
sindirmekle.”
buyurdu.
Havariler: “Öfke neden kaynaklanır?” diye sordular.
Hz. İsa:
“Kibir,
bencillik ve halkı küçümsemekten.”
buyurdular.
[91]
Allah Teala, Hz. Adem’e şöyle vahyetti:
“Ben yeryüzünde,
dinimi tanıtacak bir alimin eksik olmasını istemiyorum; bu alimi senin
zürriyetinden türetmek istiyorum. Öyleyse ism-i â’zamı, peygamberlik mirasını,
isimlerden sana öğrettiğimi ve halkın ihtiyaç duyduğu şeyleri
Habil’e
devret.
Adem (a.s) da bunları
söylenildiği gibi yaptı.
Kabil
maceradan haberdar olunca çok öfkelendi;
sonra babasının yanına gelerek şöyle dedi: “Ey baba! Ben kardeşimden büyük ve o
makama daha layık değil miyim?”
Hz. Adem (a.s) cevaben
şöyle dedi:
“Oğlum! İş benim
elimde değildir, Allah’ın elindedir; O, dilediğini bu makama seçer; gerçi sen
benim büyük oğlumsun, ama Allah Teala onu bu makama seçmiştir. Eğer sözüme
inanmıyor, beni de bu konuda tasdik etmiyorsan, o zaman her biriniz, Allah’ın
dergahına bir kurban takdim ediniz; kimin kurbanı kabul olursa, o bu makama
diğerinden daha layıktır.”
O zaman kurbanın kabul
olmasının nişanesi, gökten bir ateşin gelip o kurbanı yakması idi.
Kabil
çiftçi
olduğu için bir miktar değersiz buğdayı kurbanlık için hazırladı;
Habil
de davar sahibi olduğu için koyunları arasından yetişkin semiz bir koyun
kurbanlık için seçti. Bu sırada gökten bir ateş gelerek Habil'in kurbanını
yaktı; ama Kabil’in kurbanını yakmadı. Böylece Kabil’in kurbanı kabul olmadı.
Derken Şeytan Kabil’in
yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Kabil! Bu mesele şimdilik seninle kardeşin
arasında çok önemli değildir; ama sonraları nesliniz çoğaldığında Habil’in
çocukları senin çocuklarına karşı iftihar edip övünecekler ve; “Biz kurbanı
kabul olan bir kimsenin evlatlarıyız, siz ise kurbanı kabul olmayan bir babanın
çocuklarısınız” diyecekler. Ama eğer onu öldürmüş olursan artık baban zorunlu
olarak ona verdiği makamı sana bırakacaktır.”
Şeytan’ın vesvesesi sonucu Kabil Habil’in üzerine saldırarak onu öldürdü. [92]
SON
[1]- Bihar’ul- Envar, c.103, s.10.
[2] - Bihar, c. 74, s. 52.
[3] - Bihar, c. 74, s. 75; c. 81, s.232; c.95, s.342.
[4] - Bihar, c. 22, s. 130; c. 72, s.13.
[5] - Bihar, c. 103, s. 9.
[6] - Bihar, c. 75, s. 28.
[7] - Bihar, c. 22, s. 508.
[8] - Bihar, c. 72, s. 61.
[9] - Bihar, c. 73, s. 346.
[10] - Suffe, Hz. Peygamber’in camisinin yanında kurulmuş olan bir gölgelik yerin ismi idi. Yeni Müslüman olan, garip ve sığınaksız kimseler, oraya yerleşiyorlardı...
[11] - Bihar, c.22, s.123.
[12] - Bihar, c. 73, s. 346 ve 409; c. 93, s. 83 ve 169. (Az bir farkla.)
[13] - Bihar, c. 70, s. 159.
[14] - Bihar, c. 41, s. 11; c.87, s. 195.
[15] - Bihar, c. 42, s. 276.
[16] - Bihar, c. 40, s. 337.
[17] - Bihar, c. 70, s.392. Allah Teala’ın, Müslümanların günah işlemelerine mühlet vermesi, pişman olup geri dönmeleri için onlara tanımış olduğu bir fırsattır; kafirlere mühlet vermesi ise, günahlarının çoğalması için onlara kurmuş olduğu bir tuzaktır. Çev.
[18] - Hakikatin ortaya çıkması için zahiri bir akit idi, geçek değil.
[19] - Bihar, c. 40, s. 306
[20] -Bihar, c. 40, s. 334.
[21]- Bihar, c. 42, s. 319.
[22]- Bihar, c. 68, s. 155.
[23] - Bihar, c. 35, s. 237 ve 247. Bu öykü, özet olarak tercüme edildi.
[24] - Bihar, c. 43, s. 344.
[25] - Bihar, c. 43, s. 333.
[26]- Bihar, c. 46, s. 15.
[27] - Bihar, c. 44, s. 196
[28] - İmam (a.s)’ın ona öğrettiği dua, “Meşmul” adındaki meşhur bir duadır; merhum Şeyh Abbas-i Kummi, o duayı “Mefatih” kitabında nakl etmiştir.
[29] -Bihar, c. 41, s. 225; c. 95, s. 295.
[30] - Bihar, c. 44, s. 255.
[31] - Bihar, c. 45, s. 21.
[32] -Bihar, c.45, s. 16.
[33] - Bihar, c. 44, s. 293.
[34] Âl- i İmran/134.
[35] - Bihar, c. 46,s. 54.
[36] - Bihar, c. 46, s. 60.
[37] - Bihar, c. 48, s. 135.
[38]- Muhammed/2, Ra’d/25, Bakara/27.
[39] - Bihar, c. 74, s. 196 ve 208; c. 78, s. 137 (Az bir farklılıkla).
[40] - Bihar, c. 46, s. 75.
[41] - Âl- i İmran/33.
[42] - Bihar, c. 46, s. 68; c. 69, s. 348; c. 71, s. 398, 413, c. 80, s. 329.
[43] - Bihar, c. 48, s. 5.
[44] - Bihar, c. 46, s. 287.
[45] - Bihar, c. 3, s. 49.
[46] - Bihar, c. 3, s. 49.
[47] -Bihar, c. 47, s. 370; c. 74, s.292.
[48] - Bihar, c. 1, s.170, h.22.
[49] - Bihar, c. 22, s. 129.
[50] - Bihar, c. 3, s. 31 – 32. Beş ile altıncı rivayetlerin karışımından.
[51] - Bihar, c. 3, s.41; c. 67, s. 137; c. 92, s. 232 ve 24. Az bir farklılıkla.
[52] - Bihar, c. 10, s. 220.
[53] - Bihar, c. 48, s. 36.
[54] - Onun (İbrahim’in) soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’e, Musa’yı ve Harun’u hidayete ulaştırdık. Biz iyilik yapanları böylece ödüllendiririz. Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da (hidayete eriştirdik) En’âm/84.
[55] - Bihar, c. 48, s. 127; c. 96, s. 240.
“Maalesef günümüzde bile bazı insanlar bu şekilde yanlış düşünmekteler. Hz. Peygamber’in neslinin devamını sadece oğul neslinde bilmekteler; kız neslini Peygamber (s.a.a)’in nesli bilmemekteler. Bu yanlışlık, annenin çocuklarının türemesinde hiçbir rolü olmaması düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki böyle bir görüş ve düşünce, hadis ve ilim açısından reddedilmektedir. Çünkü baba ve anne, neslin türemesinde ortaktırlar. Kız ve oğlan çocuklar, nesil olma açısından eşittirler.
Binaenaleyh nisbetleri anne tarafından Hz. Peygamber’e yetişenlerin hepsi, O Hazretin evlatlarıdır; oğlan neslinden hiçbir farkları yoktur. Bazı büyük müçtehitler humusun oğlan nesline verilmesini câiz bildikleri gibi kız nesline verilebileceğini de câiz bilmekteler. Seyyid olan kadınlar da, seyyid olan erkekler gibi humustan yararlana bilirler.” (N)
[56] - Bihar, c. 48, s. 130.
[57] - Bihar, c. 48, s. 41.
[58] - Bihar, c. 48, s. 73.
[59] - Bihar, c. 48, s. 85.
[60] - Bihar, c. 48, s. 328.
[61] - Bihar, c. 74, s. 187.
[62] - Bihar, c. 50, s. 75-78.
[63] - A’yan’uş- Şia’da (c. 2, s. 38) şiirin devamı şöyle:
Nice yıllar sarfettiler, binalar yükseltip meskenler kurabilmek için; ama sonunda evlerini de, ailelerini de bırakıp gittiler.
Nice hazineler toplayıp mallar yığdılar; sonunda hepsini de düşmanlara dağıtıp göçtüler. (Müt.)
[64] - Bihar, c. 50, c. 211.
[65] - Bihar, c. 3, s. 268; c. 36, s. 412; c. 69, s. 1.
[66] - Bihar, c. 50, s. 270.
[67] - Tuttuğu oruç müstahap olduğundan dolayı İmam (a.s) ona kolaylık tanımış.
[68] - Bihar, c. 2, s. 255.
[69] - Bihar, c. 51, s. 4 – 10.
[70] - En’am/160.
[71] - Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Kim abdestli uyur, ölüm de o gece ona ulaşırsa, Allah katında şehittir.” Bihar’ül Enver, c. 76, s. 183.
[72] - Bihar, c. 22, 317; c. 76, s. 181.
[73] - Bihar, c. 22, s. 398.
[74] - Bihar, c. 42, s. 157.
[75] - Bihar, c. 46, s. 120.
[76] - Bihar, c. 73, s. 259.
[77] - Bihar, c. 47, s. 384.
[78] - Bihar, c. 22, s. 321.
[79] - Bihar, c. 69, s. 162.
[80] -Bihar, c. 82, s. 150.
[81] -Bihar, c. 48, s. 172.
[82] -Bihar, c. 14, s. 95.
[83] - Bihar, c. 14, s. 507.
[84] - Bihar, c.
[85] - Bihar, c. 14, s. 492; c. 71, s. 55.
[86] - Bihar, c. 72, s. 320.
[87] - Bihar, c. 13, s. 433; c. 71, s. 361.
[88] - Bihar, c. 14, s. 280.
[89] - Bihar, c. 6, s. 220; c. 14, s. 287; c. 75,
s.2 ve 496.
[90] - Bihar, c. 13, s. 21.
[91] - Bihar, c. 14, s. 287.
[92] - Bihar, c. 11, s. 227.