Gayba ve gaybla ilgili hakikatlere inanmak peygamberlerin ilahi davetlerinin ekseni olup vahy ve nübüvvete imanın gereklerindendir. Nitekim Bakara Suresinin ilk ayetlerinde Kuran gayba inananlar için hidayet edici bir kitap olarak tanıtılmıştır: Bu bir kitaptır ki, kendisinde şüphe yok. Takva sahipleri için de yol göstericidir. Onlar, gayba inanırlar. [1]
Gaybî bilgi, insanın kendi başına edinebileceği bir bilgi olamayıp sadece ilahî öğrenim ve vahy yoluyla elde edebileceği inkâr edilmez bir gerçektir. Öyleyse gayb; Allah Tealanın kullarını, peygamberleri vasıtasıyla bilgilendirdiği, melekler, arş, kürsü, cennet, cehennem, geçmiş ve gelecekle ilgili gizli olaylar gibi geniş bir hakikatler yelpazesini kapsamına almaktadır ki, Allah Teala peygamberleri vasıtasıyla halkı bu vb. konulardan haberdar kılmaktadır.
Buradaki bahsimiz gelecekle ilgili bir mevzu etrafında olduğundan; gelecekte vuku bulacak bazı olaylar hakkında semavi kitaplarda bildirilmiş olan birkaç gaybi meseleyi aşağıya aktarıyor, bu örneklerden birkaçına değiniyoruz:
Son Peygamber Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve alih in geleceğine dair daha önceki peygamberlerin bunu haber vermeleri: Hani, Meryemoğlu İsa da ey İsrailoğlulları, gerçekten ben, sizin için Allahtan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevratı doğrulayıcı ve benden sonra, ismi Ahmed olan bir peygamberin de müjdeleyicisiyim demişti. Fakat o, apaçık belgelerle onlara gelince Bu, açıkça bir büyüdür dediler. [2]
İsarailoğullarının yeryüzünde iki kere fesat çıkarıp -her ikisinde de- yenilgiye uğrayacakları haberi: Kitapta, İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve pek kibirli bir yükselişle muhakkak kibirlenip yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk -vaid- geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de -sizi- evlerin aralarına kadar girip araştırdılar, bu yerine getirilmiş bir vaiddi [3]
- Romalıların Farsları yeneceği haberi: Elif Lâm Mim. Rum-orduları- yenilgiye uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir... [4]
Allah Tealanın insanoğluna bildirdiği gaybî işlerin her biri onun hayat ve alınyazısıyla belli bir ilişki içinde olup belli bir amaçla gerçekleşmektedir. Bu hedeflerinden bazıları şöyle sıralanabilir:
1- Gaybî haberler gerçekleşince insanlar, peygamberlerin peygamberlik iddialarının doğru olduğunu görmekte, iman ve inançları, pekişmektedir.
2- Gelecekte vuku bulacak iyi veya kötü olayların haber verilip bildirilmesi, o olayların vukuu sırasındaki zaman diliminde yaşayanların gerekli -doğru- tavrı takınabilmelerini sağlamaktadır. Çünkü bu gaybî haberler verildiğinde, bunların vukuu sırasında takınılması gereken doğru tavrın nasıl olması gerektiği de genellikle bildirilmektedir.
3- Bütün bunlardan daha da önemli olanı şudur: Olumlu hadiseler hakkında öngörü bulunup önceden haber vermek aslında o olay için uygun, fikri ve duygusal ortamı hazırlamak demektir. Olumsuz olayların bildirilmesi de, bunların karşısında fikrî ve duygusal engeller oluşturmak suretiyle, ilerleyip yayılmalarının önlenmesini sağlamaktadır.
Bu öngörü ve Kuran tabiriyle; bu gaybî haberlerin en önemlilerin- den biri de Kuran-ı Kerim ve nebevî sünnet ile bildirilmiş olan insanlığın geleceği ve insan topluluklarının kaderiyle ilgili haberdir ki buradaki bahsimizin ana temasını oluşturan bu haber özetle şöyledir:
Sonunda bütün yeryüzünün hakimiyeti Allahın salih kullarının eline geçecek, şirk ve küfrün kökü kazılacaktır, ki Hz. Peygamber efendimiz sallâllâhu aleyhi ve alih den ulaşan haberlerde bu hususta etraflıca açıklamalarda bulunulmuştur, bu hadisenin, adı Muhammed, Lakabı Mehdi olan bir İmam vasıtasıyla gerçekleşeceği ve gökten inen Hz. İsa aleyhis-selâm ın onun yardımcısı olacağı, onun zamanında İslamın bütün dünyaya egemen olacağı, insanlığın harikulâde ve olağanüstü bir ilmî ve manevî ilerleme kaydedeceği, bütün dünyanın huzur, güven ve refaha kavuşacağı bildirilmiştir.
Bu mevzu fevkalade önemli olduğundan Hz. Resul-ü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih üzerinde bir hayli durmuş, önemle vurgulamış ve çeşitli boyutları üzerinde etraflı açıklamalarda bulunmuştur. Nitekim bugün Müslümanlar arasında benzeri yorum ve tefsirlerde bulunulan pek az İslamî konu vardır ki, çeşitli İslam mezhepleri arasında görüş birliği ve ittifakta bulunulmuş olsun. Hatta bu hususta tam bir vahdet ve ittifaka ulaşabilmek diğer mevzularda ittifak sağlamaktan çok daha kolaydır. Keza Ehl-i Sünnete mensup bazı ulema, akidevî açıdan Sünni olduğu halde Hz. Mehdi aleyhis-selâm ı n kimliği konusunda Şia ile aynı görüşü ve inancı paylaşır. [5] Bu inancın İslamî olduğu ve öteden beri, çağlar boyunca İslam ulemasının Kuran ve sünnete dayanarak bu hususta görüş birliği içinde bulunduğu noktasına ışık tutucu bazı delilleri burada aktarmanın faydalı olacağı inancındayız.
İslamın en önemli kaynağı Kuran-ı Kerim diğer konularda olduğu gibi bu alanda da ayrıntılara girmeden genel ve tümel olarak bahsetmekte ve iman sayesinde cihanşümul adil bir hükümetin gerçekleşeceğini haber vermektedir.
Örnek olarak bu konuyu söz konusu eden şu ayetleri gösterebiliriz:
1- Andolsun, biz Zikirden sonra Zeburda da: Hiç şüphesiz arza salih kullarım varis olacaktır diye yazdık. Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kuranda) açık bir mesaj vardır. [6]
Her şeyden önce ayette geçen bazı kelimelere dikkat etmek gerekir:
Arz: Yer küresine denilmektedir ve başka bir anlamda kullanıldığına dair özel bir belirteç olmadıkça bütün yeryüzünü kapsamına almaktadır.
İrs ve miras: Lügat anlamı, muamele ve alış-veriş etmeden elde edilen şeye denir. Ancak Kuran-ı Kerimde bazı yerlerde salih bir kavmin salih olmayanlara galibiyet ve üstünlüğü, onların güçlerini ele geçirmesi anlamında kullanılmıştır.
Zebur: Her çeşit kitap ve yazı anlamına gelmektedir; ancak Ahd-i kadimde Mezamir-i Davud diye anılan Hz. Davudun kitabı için kullanılan bir tabirdir. Bu kitap Hz. Davudun Allaha yakarışlarını, öğütlerini içermektedir. Zeburun, Kurandan önceki bütün ilahî kitaplar için kullanılır bir tabir olması ihtimali de vardır.
Zikir: Uyarma ve hatırlatma kaynağı olan her şeye zikir denir. Ancak yukarıdaki ayette Hz. Musa aleyhis-selâm ın kitabı Tevrat olarak tefsir edilmiştir. Bunun sebebi de ayette onun Zeburdan önce olduğunun bildirilmesidir. Başka bir tefsire göre Zikir Kuran-ı Kerime işarettir. Çünkü Kuran-ı Kerimde bu tabir Kuranın kendisi için kullanılmıştır. Örneğin Tekvir / 27de şöyle geçer: O (Kuran), alemler için ancak bir zikirdir.
Dolayısıyla ayette geçen min badı kelimesi ayrıca ve ilaveten anlamına gelir.
Salih: Liyakat sahibi anlamındadır ve genel olarak kullanıldığında ise ister ilim açısından olsun, ister ahlak, iman, takva, bilinç ve yönetim açısından her alandaki liyakat anlamına gelir.
Buna göre ayetin anlamı şöyledir:
Biz, Kurana ilaveten (veya Tevrattan sonra) Zeburda da yeryüzünü benim salih ve liyakatli kullarım ele geçireceklerdir diye yazdık; işte bu da kulluk ve ibadet edenlere yeterlidir. Bu konunun Zeburda zikredilmiş olması bunun bütün ilahî kitaplarda sabit ve kesin bir ilke olarak var olduğunu göstermektedir.
Elbette eğer Zeburdan maksat tüm ilahi kitaplar değil de Hz. Davud aleyhis-selâm ın kitabı olursa, Hz. Davud aleyhis-selâm ın hak, adalet ve insanların çıkarları doğrultusunda geniş ve güçlü bir hükümete sahip olması için bu müjdenin o peygamberin kitabında kaydedilmiş olması mümkündür. Tabii Hz. Davud aleyhis-selâm ın hükümeti bölgesel olup yeryüzünün bütününü kapsamıyordu. Ama Zeburda, özgürlük, adalet ve emniyet ilkelerine dayanan cihanşümul bir hükümetin gerçekleşeceği ona müjdelenmiştir.
Yani, yeteri kadar liyakat kazanmış salih kulların olduğu bir zamanda insanlar, yeryüzünün bütün maddî ve manevî miras ve bağışlarının sahibi olacaklardır.
Yukarıdaki ayetin tefsirinde nakledilen bazı rivayetlerde bu alanda daha sarih ve açık tabirler göze çarpmaktadır.
Örneğin, Mecma-ul Beyan tefsirinde yukarıdaki ayetin tefsirinde İmam Bâkır aleyhis-selâm dan şöyle nakledilmektedir:
Onlar Mehdinin ahir zamanda gelecek olan ashabıdır .
Böylece yeryüzünün mirasçısı, kendini yetiştiren ve bu büyük risalete layık olan o erkek ve kadınlar olacaktır.
İlginç olan şu ki: Ahd-i Kadimin (Tevratın) bir bölümü sayılan Hz. Davudun Mezmurlarında da bu konu yaklaşık aynı tabirlerle göze çarpmaktadır. Mesela otuz yedinci mezmurda şöyle geçer:
Biraz bekle ve kötü yok olacaktır; Onun yerini araştıracaksın ve yok olacaktır. Fakat halimler dünyayı miras alacaklar
Yine 37. mezmurda bu konu başka bir tabirle şöyle geçer:
Salihler yeri miras alır; ve onda ebediyen otururlar [7]
Gördüğünüz gibi Kuran-ı Kerimde geçen müjde aynen bu gün elimize ulaşan Zeburda da mevcuttur.
2- Nur suresi 55. ayette zikrolunduğu gibi Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaat etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl halife ettiyse (güç ve iktidar sahibi kıldıysa), onları da yeryüzünde halife edecek (güç ve iktidar sahibi kılacak), kendileri için seçip beğendiği dinlerini yerleştirip sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvene kavuşturacaktır. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra küfre saparsa, işte onlar fasık olanlardır. [8]
Bu ayette mümin ve liyakatli kullara üç açık vaat da bulunulmuştur. Her vaatte üç ilkenin olduğunu bilmekteyiz:
1- Vaat eden (burada Allah Tealadır).
2- Vaat olanlar (içinizden iman edenler ve salih amellerde bulunanlardır).
3- Vaat edilen şeyler. Bu da yine üç tanedir:
1- Yeryüzünde Halife Olma: Allahın temsilcisi olarak yer yüzünde hükümet etme, yani hak ve adil hükümet.
2- Dini Yerleştirip Sağlamlaştırmak: Allahın hükümlerinin hayatın bütün alanlarında manevî nüfuzu ve hakimiyeti.
3- Korkunun Emniyete Çevrilmesi: Korku ve emniyetsizliğe sebep olan bütün etkenlerin ortadan kaldırılması, yeryüzünde tam bir emniyet ve huzurun hakim oluşu.
Dini yerleştirip sağlamlaştırmaktan maksat, temkin kelimesinin kullanıldığı diğer yerlerden anlaşıldığı gibi İslamî öğretinin köklü bir şekilde hayatın tüm alanlarına etki etmesidir.
Bu üç vaat sonucu, insanlar yetişir, Allahın halis kulu olma ve bütün kalplerde tüm putların kırılması için ortam hazırlanır. (Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar.)
Burada müfessirlerin sözleri ve bu ayetin nüzul sebebi hakkında kaydedilen şeylere de bir göz atalım:
Bazı müfessirler bu ayetin, Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in ashabı Medineye hicret ettikten sonra indiğine inanmaktalar.
Yepyeni bir hareket başlamıştı; zulüm, cehalet ve cahiliyet döneminin hurafeleriyle dolu olan eski ve çürük toplumun temellerini titreten bir hareket başlamıştı ve tabiatıyla dört bir yandan muhalefet sesleri yükselmişti.
Bu ilahî inkılabın sayıları az ama fedakâr elemanları bu yeni dinin büyük etkinliğinden yararlanarak gerçek yeniliği getirdilerse de ancak muhaliflerin sayıları ve çıkardıkları gürültüler o kadar çoktu ki hak sözler onların arasında kayboluyordu.
Kabilelerin muhalefetleri o kadar çoktu ki Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in ashabı her zaman hazır durumdaydı, her akşam silahla uyuyor, sabahları da silahla, dar ve ağır savaş elbisesiyle uyanıyorlardı.
Bu durumun uzun bir süre devam etmesi gerçekten üzücüydü. Çizme, zırh, kılıç ve kalkanla nasıl uyuyabilirlerdi?! Hem de yarı uyanık bir şekilde.
Bazen geceleri rahat bir uykuyla dinlenebilecekleri ve düşman tarafından hiç bir tehlikenin kendilerini tehdit etmediği bir zamanın gelmesini; namaz kılarken düşmanın gafil avlamasından korkmayacakları ve geceleyin düşman baskınından korkmadan serbestçe ibadet edecekleri, putları kırarak Kuranın adilane hükümeti sayesinde huzurlu bir hayat yaşayacakları günü arzuluyorlardı.
İster istemez içinde bulundukları bu durumdan dolayı endişelerini dile getirerek birbirlerine, Acaba böyle bir gün gelecek mi? diye soruyorlardı.
Bu sırada yukarıdaki ayet inerek onları müjdeledi: Evet, böyle bir gün gelecek; bu Allahın büyük vaadidir, değişmez ve kesin vaadi.
Çok geçmeden Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in Arap yarımadasına tamamen zaferiyle o günün nasıl gelip çattığını her kes gördü.
Bu ayetin nüzul sebebi tabii bir görünüm arzetmektedir. Ancak Kuran-ı Kerimin muhtelif ayetlerini ve onların nüzul sebeplerini araştıran kimseler, ayetlerin geniş anlamlarının hiç bir zaman onların iniş nedenleriyle sınırlandırılamayacağını, aksine, nüzul sebebinin ayetin içerdiği mananın örneklerinden biri olduğunu bilirler.
Bir ayeti onun nüzul sebebine has kılmak tıpkı zaruret gereği düşmanla savaşmak için elde ettiğimiz bir silahı her ne kadar kullanışlı, pahalı ve eşsiz de olsa o savaş bittikten sonra bir kenara bırakmak gibidir.
Elbette Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in yaşadığı asrın sonlarında bu ayetin anlamından geniş bir bölümünün gerçekleşmiş olduğunu gördük. Fakat bu ayette ifade edilen vaat, yeryüzünün tümünü kapsayacak şekilde gerçekleşmemiştir ve dünyanın da bu olayı beklediğini bilmekteyiz.
Yukarıdaki ayet bütün asırlarda, bütün liyakatli müminleri sonunda cihanşümul hükümetin liyakatli kulların eline geçeceğini, birbirleriyle paslaşan bir grup bencil ve sömürgecinin elinde top gibi oyuncak olmayacağını müjdelemektedir.
Dolayısıyla, hadislerde bu ayetin, Hz. Mehdinin kıyamına tefsir edildiğini görmekteyiz. Mesela değerli müfessir Tabersî Mecma-ul Beyan tefsirinde İmam Seccad aleyhis-selâm dan şöyle nakletmektedir:
Andolsun onlar bizim Şiilerimiz (izleyicilerimiz)dirler. Allah Teala bunu bizden olan bir kişinin vasıtasıyla gerçekleştirecektir ve o bu ümmetin Mehdisidir .
Daha sonra bu konuyu, İmam Bâkır aleyhis-selâm ve İmam Sadık aleyhis-selâm dan nakletmektedir.
Sonra da şunu eklemektedir ki: ayet mutlak olup bütün yeryüzünün hilafetini kapsamına almaktadır. Bu ilahî vaat henüz gerçekleşmediği için onun gerçekleşmesini beklemek gerekir.
el-Burhan tefsirinde, bu ayetin Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın kıyamına işaret ettiğine dair İmam Bâkır aleyhis-selâm ve İmam Sadık aleyhis-selâm dan çeşitli rivayetler nakletmektedir.
Şunu da hatırlatmak gerekir ki: Ayette geçen minkum (sizden) kelimesinden anlaşılıyor ki, ortam hazırlandığında cihanşümul bir inkılaba girişmek için liyakatli, mümin ve salih bir azınlığın varlığı yeterlidir.
3- Müşrikler istemese de o dini (İslamı) bütün dinlere üstün kılmak için peygamberlerini hidayetle ve hak dinle gönderen Odur. [9]
Bu ayetin ne demek istediğini anlamak için kendisinden önceki ayete dönmemiz gerekiyor. Tevbe 32de buyuruyor ki:
Ağızlarıyla Allahın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.
Bu ayetten de iyice anlaşılıyor ki, Allah Teala İslam nurunu mükemmelleştirmeyi irade etmiştir ve onun tam anlamıyla mükemmelleşmesi de yeryüzünün tamamını kapsamasına bağlıdır.
Daha sonra daha açık bir şekilde bu gerçeği söz konusu ayette şöyle açıklıyor:
Müşrikler istemese de o dini (İslamı) bütün dinlere üstün kılmak için peygamberlerini hidayetle ve hak dinle gönderen Odur.
Bu vaat çok az bir farkla Fetih suresinin 28. ayetinde de tekrar edilmiştir:
Ki O, kendi peygamberlerini hidayetle ve hak olan din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. (Bu büyük vaade) Şahid olarak Allah yeter.
Nihayet üçüncü kez bu büyük vaat Saff suresinin 9. ayetinde aynen Tevbe suresindeki tabirle şöyle geçer:
Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen Odur. Öyle ki onu (hak din olan İslamı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.
Kuran-ı Kerimin üç süresinde geçen bu ayetten bu ilahî vaadin önemi ortaya çıkmaktadır.
Fakat burada önemli olan ayetteki li yuzhirehu cümlesinin anlamının açığa kavuşmasıdır:
1- Acaba bu cümledeki hu zamiri Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih e mi aittir yoksa hak dine mi? Birinci durumda ayetin anlamı Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in, ikinci durumda ise İslam dininin bütün dinlere galip geleceğidir.
Ama hak din bu kelimeye daha yakın olduğu için edebiyat kurallarına göre zamirin ona ait olması daha doğrudur (gerçi sonuçta bu ikisi arasında önemli bir fark da yoktur).
Ayrıca bir dinin diğer dinlere üstün gelme tabiri, bir kimsenin dinlere galibiyetinden daha uygundur.
2- Burada zuhur kelimesinden maksat nedir?
Şüphesiz burada zuhur ortaya çıkma ve açıklığa kavuşma anlamında değildir; aksine, galibiyet ve üstün gelme anlamındadır. Çünkü bu kelimenin en meşhur anlamlarından birisi, Arap lügatinin meşhur kaynaklarından biri olan Kamus kitabında şöyle geçer: zahere bihi ve aleyhi , ona galip geldi anlamındadır ve Müfredat-ı Rağib de ise şöyle geçer: zahere aleyhi , ona galip oldu anlamına gelmektedir.
Kuran-ı Kerimin Mumin, Kehf ve Tövbe surelerinde geçen bir çok ayetinde bu kelime galibiyet ve üstünlük anlamında kullanılmıştır. Örneğin:
Nasıl olabilir ki!.. Eğer size karşı galip gelirlerse, size karşı ne akrabalık bağlarını, ne de sözleşme hükümlerini gözetip/tanır-lar.
Ey kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi kimselersiniz.
Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar.
Ancak söz konusu olan soru şudur: Bu dinin diğer dinlere galibiyetinden maksat nedir?
Müfessirler bu konuda üç tefsirde bulunmuşlardır.
1- Fikri Zafer: İslam dinini, genelde hurafelerle dolu olan diğer dinlerle karşılaştırdığımızda onun mantığının diğer mantıklara galibiyeti ortaya çıkmaktadır. Bu tefsirin taraftarları halis İslam tevhidini şirkle karışmış olan diğer tevhid inançlarıyla veya halis şirkle karşılaştırdığımızda İslam mektebinin diğer mekteplere olan üstünlüğü ortaya çıkmaktadır diyorlar.
2- Maksat, dünya çapında ve genel bir galebe değil, bölgesel olarak pratikte müşahede edilen diğer dinlere galebe ve üstünlüktür.
Bu da gerçekleşmiştir; çünkü Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in döneminde İslam Arap yarımadasına ve ondan sonra da dünyanın büyük bir bölümüne galip geldi ve Çin duvarından -hatta Çin duvarının ötesinden- Atlas okyanusunun sahiline kadar uzanan bu bölgedeki diğer dinlerin mensupları genelde İslam dininin karşısında boyun eğmekteydiler. Hatta İslam devletinin sultası bu noktalardan kalktıktan sonra bile yine İslam bu bölgelerde dimdik ayakta duran bir din olarak bilindi.
3- Maksat kültürel, iktisadî ve siyasî alanları kapsamına alan dünya çapında ve bütün yeryüzünde pratikte gerçekleşen bir üstünlük ve galebedir. Bu tefsiri Şii müfessirlerin dışında Ehl-i Sünnet alimlerinden bir grup da benimsemiştir.
Kesinlikle böyle bir vaat şimdiye kadar pratiğe geçirilmemiş olup, sadece Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın cihanşümul hakimiyeti döneminde böyle bir vaadin gerçekleşmesi beklenmektedir. Onun hükümetinde hak ve adalet her yeri kapsayacak ve bu din dünya çapında bütün dinlere galip gelecektir.
Elimizdeki deliller üçüncü tefsirin diğer tefsirlerden daha doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü:
1- Zuhur kelimesinden anlaşılan galebe ve üstünlük zihni ve fikri galebe değil, ayni ve pratikteki galebe anlamındadır. Dolayısıyla da yukarıda Kurandan saydığımız diğer yerlerin hiç birinde zuhur kelimesi zihni ve fikrî galebe anlamına gelmemiştir. Önceki ayetlere dönerek dikkat edecek olursak bütün bu ayetlerde bu kelimenin ayni ve pratikteki gözlemlenen galebe ve üstünlük anlamında kullanıldığını görürüz.
2- Kulluh kelimesinin vurgulama olarak zikredilmesi bu üstünlüğün bölgesel ve sınırlı olmadığını, aksine dünyadaki bütün dinleri kapsamına aldığını göstermektedir. Bu da İslam dininin bütün dinlere galip ve üstün gelmesi dışında imkansızdır.
3- Elimizdeki rivayetler yıkardaki ayetin tefsirinin üçüncü tefsir olduğunu daha da güçlü kılmaktadır. Örneğin:
a) Ayaşi kendi senediyle İmran b. Meysemden, o da Ubadeden şöyle nakleder:
Emir-ul Müminin Hz. Ali aleyhis-selâm Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen Odur... ayetini okuduğunda Acaba bu galebe ve üstünlük gerçekleşti mi? diye sordu.
Oradakiler Evet dediler.
Bunun üzerine Hz. Ali şöyle buyurdu: Hayır, canım elinde olan Allaha andolsun ki bu galebe ve üstünlük ancak yeryüzünde sabah ve akşam La ilahe illellah sesi yükselmeyen hiç bir bayındır yer kalmayınca gerçekleşir . [10]
b) İmam Bâkır aleyhis-selâm dan nakledilen başka bir hadiste şöyle geçer:
Bu galebe ve üstünlük Âl-i Muhammedden olan Mehdi kıyam edince gerçekleşecektir. Öyle ki, yeryüzünde Hz. Muhammed Mustafayı (onun peygamberliğini) ikrar etmeyen bir kimse kalmaz. [11]
c) Mikdad b. Esved şöyle der:
Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in Yeryüzünde İslam dininin girmediği toprak, çamurdan yapılmış bir ev ve (çölde) bir çadır kalmaz . buyurduğunu duydum. [12]
Yukarıdaki ayetin tefsirinde bu anlamda başka rivayetler de nakledilmiştir.
Buraya kadar zikrettiğimiz ayetler, bütün dünya çapında sulh, cihanşümul adalet, tevhidin egemenliği ve İslama imanı vurgulayan Kuran-ı Kerimin ayetlerinden bir bölümüdür.
Kuran-ı Kerimde açıkça bildirildiği üzere insanlar sadece Allaha ibadet gayesiyle yaratılmışlardır. Zariat Suresinin 56. ayetinde bu hususta şöyle buyuruyor: Ve ben, cinleri ve insanı, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Bu nedenledir ki bütün peygamberlerin müşterek daveti Allah Tealaya ibadette bulunma ve tağuttan sakınma esasına dayalıdır.
Allah Teala, Kuran-ı Kerimde Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih buyurmaktadır ki: Andolsun ki biz her ümmete, Allaha kulluk edin ve tağuttan uzaklaşın diye bir peygamber gönderdik ... [13] Bu ayetler İslamın evrensel bir din olduğunu ve Allah Teala bu dini bütün dünyaya hakim kılmak ve bütün bir insanlığı küfür ve şirkten kurtararak kendisine ibadete yöneltmek istemekte ve kullarının İslamın hayat verici düsturlarına uymak ve onları uygulamak suretiyle tertemiz bir hayata ulaşıp Allahın rahmetine hak kazanmalarını dilemektedir. Allah Tealânın insanlarla cinleri kendisine ibadette bulunmaları için yaratmış olması ve İslamı cihanşümul bir din kapasitesiyle göndermiş bulunmasının vazgeçilmez bir gerçeği olarak; İslamın cihanşümul programları içermesi ve günün birinde yaratılış gayesi olan Allaha kulluğun tüm dünyaya egemenlik kurmasıdır ki, bu da Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili haber ve hadislerde sarih bir şekilde belirtilmiş durumdadır. Daha önce müşterek anlamını özetle verdiğimiz bu sahih hadis ve haberlere dayanarak bu iş, asrın İmamı olan, vaat edilen ve beklenen Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın eliyle gerçekleştirilecek ve Hz. İsa aleyhis-selâm da onun yardımcısı olacaktır. Aksi takdirde yaratılış gayesi -Allaha ibadet- gerçekleşmemiş olacak, sadece belli bir kesim ve belli bir mekanda tahakkuk bulduğu söylenebilecektir ki, bu da İslamın cihanşümulluk inancının bir teoriden ibaret olduğu, bu husustaki ayetlerin günlük hayatta icrasının mümkün olmadığı, anlamına gelir.
Böylece şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Hz. İmam Mehdi aleyhis-selâm ın eliyle İslamın bütün dünyaya egemen olacağı ve yerküre üzerinde, yaratılış gayesinin yani sadece Allaha ibadet etmenin tahakkuk bulacağı vaadine dair hadisler, Kuran-ı Kerimdeki ayetlere ve yaratılış felsefesine mutabık bir gerçeği vurgulamakta olup, bu hadislerin inkarı; İslamı cihanşümûl bir din olarak takdim eden ayetlerin -haşa- reddi demek olup, yaratılış gayesini bütün dünyada gerçekleştirme hususunda Allah Tealânın -haşa- başarılı olamadığı manasına gelir!!
Buna göre bazılarının bu Mehdilik konusunun Kuranda geçmediği şeklindeki iddiaları kesinlikle gerçekle bağdaşmamaktadır. Esasen Kuran-ı kerimin hakikatleri beyan yöntemi şudur: Kuran, İslamın hüküm ve emirlerinin genel prensiplerini söyler ve bildirir, bunlarla ilgili ayrıntılı bilgi ve açıklamayı ise Allah Teala, sevgili Resulü sallâllâhu aleyhi ve alih le onun mutahhar Ehl-i Beytine yaptırır; bu teferruatlar onların sünnetlerindedir. Mesela İslamın zaruriyatlarından olan namaz için Kuranda namaz kılın vb. tabirler geçer; bu durumda hadis ve sünnete istinat etmeden ve sadece Kurandaki bu hükme bakarak namazın bütün mahiyetini ve nasıl olması gerektiğini kim söyleyebilir?! Sırf bu ayetlerle namazın cüzlerinin ne olduğu, farzlarının ne olduğu, kaç rekat olduğu ve esasen rekatın ne demek olduğu...vb. gibi daha yüzlerce sorunun net cevabını hadis ve sünnete müracaat etmeksizin bulabilmek mümkün değildir. Nasıl ki sırf Kuranda bu ayrıntılar geçmiyor diye kalkıp da Bugün Müslümanların kıldığı namaz Kuranda net olarak anlatılmıyor, o halde bu namaz hakkında Kuranda ayet yoktur! diyebilmek mümkün müdür? Elbette ki hayır! Çünkü esasen Kuran-ı Kerim bu tür açıklamaları Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in uhdesine bırakmış ve bunlar onun lisanıyla beyan edilmiştir ki Hz. Mehdi aleyhis-selâm meselesi de bunlardan biridir. Öyleyse kaza kader, kıyamet, cennet, cehennem...vb. akidevî konularla namaz, oruç, humus, zekat,...vb. ahkâm mevzuları gibi Mehdilik olayı da Kuran-ı Kerimde bildirilmiş, iblağ edilmiştir ve bu iblağlarla ilgili detaylı açıklamaları, Allah Teala Resulüne yaptırmış, o da bunları Ehl-i Beytine aktarıp öğretmiştir, dolayısıyla de bu ayrıntılar Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beytin sünnetinde aranmalıdır.
Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih İslam ümmetinin Mehdi aleyhis-selâm inancını taşıması ve bu inancın pekişmesi için yoğun bir çaba göstermiş, defalarca Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhurunu müjdelemiş, sahabeler bu müjdeyi Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih ten defalarca duymuş, nice sahabe bu hususta birçok hadis rivayet etmiştir ki, bu hadis ve rivayetlerin büyük bir kısmı Sünni mahfil ve kaynaklarda geçmektedir.
Şimdi, söz konusu Şia ve Sünni kaynaklarında kayıtlı Hz. Mehdi aleyhis-selâm ile ilgili hadisleri Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih in bizzat kendisinden rivayet eden sahabeden bazılarını aktıralım:
1- Ali b. Ebu Talib aleyhis-selâm
2- Fatıma-i Zehra selâmullahi aleyha
3- Hüseyin b. Ali aleyhis-selâm
4- Cabir b. Abdullah-i Ensarî
5- Ebu Eyyub-i Ensarî
6- Ebu Hureyre
7- Ammar b. Yasir
8- Ümmü Seleme
9- Talha b. Ubeydullah
10- Abdurrahman b. Avf
11- Ümmü Habibe
12- Abdullah b. Abbas
13- Ebu Said-i Hudrî
14- Abdullah b. Mesud
15- Enes b. Malik
16- Abdullah b. Amr
17- Sevban
18- Huzeyfe b. Yeman
19- Avf b. Malik
20- Abdullah b. Amr
21- Ali Hilali
22- Gurret b. Eyâs
23- Abdullah b. Hâris
24- İmran b. Hasin
25- Ebu Tufeyl
26- Cabir-i Sedefi
Şia, Sekaleyn ve Sefine hadisleri gibi naslara dayanarak Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten sonra siyasi mercilik gibi ilmi merciliğin de Hz. Resul-ü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih in mutahhar Ehl-i Beytine tevdi edilmiş olduğuna inanır. Binaenaleyh çeşitli İslamî konularda olduğu gibi Hz. Mehdi konusunda da Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in sahabelerinden başka, onun mutahhar Ehl-i Beytinden, yani Hz. Ali, Hz. Fatıma-i Zehra, İmam Hasan, İmam Hüseyin ve Ehl-i Beytin diğer İmamlarından sahih hadisler nakleder. Bu nedenle, Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında hadisler nakleden sahabenin yanı sıra, aynı hususta Ehl-i Beyt İmamlarından hadis aktaran Ehl-i Beytin ashabın-dan bir kaçının ismini de aktarmayı faydalı gördük:
1- Hz. Ali aleyhis-selâm
2- Hz. Fatıma aleyhis-selâm
3- İmam Hasan aleyhis-selâm
4- İmam Hüseyin aleyhis-selâm
5- Selman-ı Farsî
6- Ebuzer-i Gıffâri
7- Abbas b. Abdulmuttalib
8- Abdullah b. Abbas
9- Cabir b. Abdullah-il Ensâri
10- Ebu Said-i Hudri
11- Ebu Selmâ
12- Abdullah b. Ömer
13- Enes b. Malik
14- Zeyd b. Sabit
15- Zeyd b. Erkam
16- Ümmü Seleme
17- Abdullah b. Mesud
18- Abdullah b. Amr
19- Huzeyfe b. Yeman
1- Esbeğ b. Nebate
2- Alkame b. Kays
3- Mâlik b. Zamra
4- Haris b. Abdullah el-Harsî el-Hamrâni
5- Hers b. Şurb
6- İbn-i Ebi Cuheyfe es-Sevâi
7- Kumeyl b. Ziyad
8- Muhammed b. Hanefiyye
9- Hekîm b. Sad
10- Hâris el-Aver el-Hemdânî
11- Cabir b. Abdullahil Ensari
12- Ebuzer-i Gıfâri
13- Nezal b. Subre
14- Selim b. Kays el-Hilali
15- İbn-ut Tufeyl Amir b. Vasile
16- Medlec b. Harun b. Said
17- Hibetul Arenî
Yukarıdaki isimlerden başka İmam Hasan aleyhis-selâm , İmam Hüseyin aleyhis-selâm ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarının ashabından da birçokları Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında bu İmamlardan pek çok hadis naklinde bulunmuşlardır. Fakat konuyu özetle ele aldığımızdan onları burada aktarmayı zaruri bulmuyor, bu hususta detaylı bilgi ve daha fazla isim isteyenlerin ilgili kaynaklara bakmalarını önermekle yetiniyoruz.
Yukarıda ismini aktardığımız sahabeden bazısı Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili birçok hadis rivayet etmiştir. Abirî, İbrazul Vehmil Meknun adlı eserinde, mevcut bütün kaynaklara ulaşma imkanı olmadığı halde, Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili Ehl-i sünnet kaynaklı yüz hadis tespit etmiştir. Şia yoluyla Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten nakl edilen hadislerle birlikte bu rakamın yüzlerce hadisi aşacağı apaçık ortadadır. Nitekim Şiânın, Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında İmam Ali aleyhis-selâm , Hz. Fâtıma aleyha selâm dan nakledilen hadisler de eklenecek olursa bu konudaki hadislerin sayısı bini aşar (Bkz. Ahadisul İmamil Mehdi )
Şia ve Sünni hadis kitapları içinde belli bir bölüm ve babı Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislere ayırmayan veya en azından, o konuya birkaç hadis nakletmeyen bir kaynak eser hemen hemen yok gibidir. Sadece bu bile, söz konusu yazarların bu mevzua verdiği önem, buna beslediği inanç ve hadislerin sıhhatine duyduğu itminanı ortaya koyucu niteliktedir. Bu nedenle de mevzuumuza başlık yaptığımız ... içeren kitaplar ibaresi yerine Büyük hadis kitaplarının tamamı ibaresinin kullanılması daha yerinde olacaktır aslında. Söz konusu bu kaynak eserlerden bazısını aktaralım:
1- Usul-u Kâfi
2- Keşf-ul Gumme Fi Marifetil Eimme
3- İsbatul Hudat
4- el-Avâlim
5- Bihârul Envâr
6- Emali-i Sâduk
7- Tefsirul Ayâşî
8- Tefsirul Burhân
9- Tefsir-u Kummî
10- Tefsir-i Kenzud Dekâik
11- Hilyet-ul Ebrâr
12- Delâilul İmâme
13- Muhtasar-ı Besâirud Derecât
14- Tefsir-u Fıratil Kûfî
15- Tefsir-i Sâfî
16- Meaniyul Ahbar
17- Tefsir-i Mecmaul Beyan
18- Tefsir-i Nurus Sekaleyn
19- el-Umde
20- Vesailuş Şia
21- Muntesebul Eser
22- Kitab-ı Suleym b. Kays
23- Emâli-i Tûsî
24- Ğayetul Merâm
25- Menâkib-u Emiril Müminin
26- Kurbul İsnâd
27- Emâli-i Müfid
28- Uyun-u Ahbarir Rıza
29- el-İykâz-u Minel Hecea
30- Sevâbul Amal
33- et-Tafzil Lil Kerâcikî.
1- Sünen-i Ebu Davud;
2- Cami-i Tirmizi;
3- Sûnen-i İbn-i Mâce;
4- Müsned-i Ahmed;
5- Sahih-i İbn-i Hebban;
6- Müstedrek-i Hâkim;
7- Müsnef-i Ebubekir b. Ebi Şeybe;
8- el-Fiten: Nuaym b. Hummâd;
9- el Mucem ves Sağir: Taberâni;
10- el-Efrâd: Darikutni;
11- Marifetus Sahabe: el-Bârudi;
12- Müsned-i El Hâris b. Usâme;
15- Tarih-i İbn-i Asâkir;
16- Tehzibul Asâr: İbn-i Cerir;
17- Mucem: Ebubekir b. el-Mukrî;
18- Sünen-i Ebu Amr ed-Danî;
19- el-Fiten: Ebu Anm Kafi;
20- Müsned-ul Firdevs: Deylemi;
21- Fevaid-ul Ahbar: Ebubekir el-İskafi;
22- Alam: Ebu Hüseyin b. El- Menavî
23- Delail-un Nübüvvet: Beyhakî;
24- Sünen-i Ebu Amr el-Mukrî;
25- Tarih-i İbn-i Cevzî;
26- Müsned-i Yahya b. Abdulhamid el-Amanî;
27- Müsned-i Ravyanî;
28- Tabakat-u İbn-i Sad.
Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkındaki hadislerin pek önemli ve fazla olması, çeşitli mezheplere mensup tanınmış İslam alimlerini, bu hadisleri büyük hadis kitaplarında kaydetmenin yanı sıra onların doğruluk ve sıhhatini ispatlama amacıyla başlıca birçok eserler yazmaya da sevk etmiştir. Bu da meselenin önemini gösteren çarpıcı noktalardan biridir. Çünkü çeşitli mezheplere mensup İslam ulemasının, hakkında bunca telif ve tespiti gerekli bulup bunca kitap yazdığı akidevi mevzular çok nadirdir. Biz, söz konusu eserlerden önemlilerini birkaçını aşağıya aktarmakla yetineceğiz:
1- Kemal-ud Din Ve Tamam-un Nimet : Şeyh Saduk (381).
2- el-Gaybet : Şeyh Tusî (460).
3- el-Gaybet : Numanî (360).
4- el-Melahim : İbn-i Tavus (664).
5- el-Mahaccet-u Fîma Nezele Fil Kâim-il Hüccet : Seyyid Haşim-i Behranî (1107)
6- el-Burhan-u Ala Sihhat-i Tul-i Ömr-i Sahib-iz Zeman : Ebu-l Feth Muhammed b. Osman el-Keraciki (449).
7- Tebsiret-ul Veliy Fimen Reel Kâim el-Mehdi : Seyyid Haşim b. Seyyid Süleyman el-Kettanî el-Behranî (1107)
8- İlzam-un Nasib : Şeyh Ali el-Yezdi el-Hairi (1333).
9- Mikyal-ul Mekarim Fi Fevaid-id Dua lil Kâim : Seyid Musevi (günümüzün alimlerinden).
10- Muntehab-ul Eser Fil İmamis Sani Aşer : Ayetullah Lütfullah-is Safî (günümüzün alimlerinden).
11- el-Fusul-ul Aşret-i Fil Gaybe : Şeyh Mufid (413).
12- el-Mukniu Fil Gaybe : Seyid Murtaza Alem-ul Huda (436).
13- Mucem-u Ahadis-il Mehdi , c. 1-5 (Muesir bir heyet tarafından telif edilmiştir).
14- el-Mehdi : Seyid Sadruddin-i Sadr (günümüzün alimlerinden).
1- Menakib-ul Mehdi : Ebu Nuaym-i İsfehani (430).
2- el-Erf-ul Verdî Fî Ahbaril Mehdi : Suyuti (911).
3- el-Burhan-u Fi Alamet-i Mehdiyi Ahir-iz Zeman : Molla Ali el-Muttaki (975).
4- el-Kavl-ul Muhtasar Fi Alamat-il Mehdiyy-il Muntazar : İbn-i Hacer (974).
5- el-Meşreb-ul Verdi Fi Mezheb-il Mehdi : Molla Ali el-Kâri.
6- et-Tevzih-u Fi Tevatur-i Ma Câe Fil Mehdiyyil Muntazar-i Ver Rical-i vel Mesih : Kadı Muhammed b. Ali eş-Şevkanî (1250).
7- Ahadis-ul Mehdi ve Ahbar-ul Mehdi : Ebubekir b. Haysem.
8- el-Ahadis-ul Kadiye bi Huruc-il Mehdi : Muhammed b. İsmail el-Emir-el Yemanî (751).
9- Fevaid-ul Fikr-i Fi Zuhur-il Mehdi el-Muntazar : Mera b. Yusuf el-Hanbeli (1033).
10- el-Beyan-u Fi Ahbar-i Sahib-iz Zeman : Allame Gencî eş-Şafiî (658).
Şiâ ve Sünni kaynaklarında geçen Hz. Mehdi ile ilgili hadislerdeki bazı teferruat ve söylem farklılığını bir kenara bırakacak olursak, bu hadislerin müşterek anlamı özetle şöyledir:
Hz. Mehdi aleyhis-selâm Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in mutahhar Ehl-i Beytinden adı da onun adıdır, Hz. Fâtıma aleyha selâm ın soyundandır, ahir zamanda zuhur edecek, yeryüzü, tamamen zulüm ve haksızlıkla dolduktan sonra, adalet ve hakla dolduracaktır. Hz. İsa aleyhis-selâm onun zamanında gökten inecek ve onun arkasında namaz kılacaktır. Onun zamanında yeryüzünde fakir insan kalmayacaktır.
Şiâ ve Sünni mezhep ulemaları tarafından müştereken ve ittifakla kabul olunan hadislerin ortak anlamı kısaca bundan ibaret olup, bunda da kimsenin ihtilafı bulunmadığı gibi bu anlama katılmayan veya ters düşen herhangi bir mütevatir veya sahih hadis ne Sünni, ne Şia kaynaklarında mevcut değildir. Meşhur hadislerdeki farklı noktalar, yukarıdaki metin dışındaki bazı noktalardır; mesela onun yeryüzündeki devlet ve egemenliğinin ne kadar süreceği konusunda vb. konularda bazı hadislerde farklı ifadeler vardır, ama bu hadislerin hiçbiri mütevatir değildir. Ancak, bu ayrıntılarla ilgili hadisler üzerinde de dikkatli bir inceleme yapılması halinde bu hadislerden hangisinin sahih olup olmadığını belirtmek ve doğru anlamını bulabilmek de kolaylıkla mümkündür.
Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili bazı konular da, ya Sünni veya Şia kaynaklarında mütevatir durumdadır; mesela, Deccalın olağanüstü vasıfları konusunda Sünni kaynaklarında tevatüre ulaşan rivayetlere karşılık, Şiâ kaynaklarında Deccalın bu tür vasıflarına dair hiç bir sahih nakil yoktur. Zaten, bu tür konuların reddi veya kabulü yukarıda belirttiğimiz mezheplerce kabul edilen müşterek manayı etkilemez.
Daha önce aktardığımız içerik, Şia ve Sünni hadislerindeki ortak ve mütevatir noktaları kapsamakta olup bu noktalarda ne Sünni ve Şii arasında, ne de bu iki mezhebin kendi içinde hiçbir ihtilaf yoktur. Ayrıca, bütün mezheplerin uleması da bu konuda tevatür bulunduğundan müttefiktirler. Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin mütevatir olduğunu vurgulayan Ehl-i Sünnet ulemasından birkaçını aşağıya aktarıyoruz:
1- Hafız Muhammed b. Hüseyin el-Abirî Menakıb-i Şafiî kitabında şöyle diyor: Mehdinin gelmesiyle ilgili hadisler mütevatir ve ravilerinin çok olmasından dolayı ise müstefizdir. Mehdi Peygamberin Ehl-i Beytindendir, yedi yıl hükümet yapacak, yeryüzünü adaletle dolduracak, İsa ile birlikte kıyam edecek, Deccalı Filistinde öldürmek için ona yardımda bulunacak, bu ümmete İmamlık yapacak, İsa da onun arkasında namaz kılacaktır.
2- Muhammed Resul el-Berzenci (ölm. H. 1103). el-İşaat-u li Eşrati-is Sae kitabında şöyle demiştir: Mehdinin varlığı, onun ahir-uz zamanda huruç (kıyam) etmesi ve onun Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in Ehl-i Beytinden ve Fatımanın evlatlarından olması hakkındaki hadisler, manevî tevatür haddine ulaşmıştır, öyleyse onu inkâr etmenin bir anlamı yoktur.
3- Şeyh Muhammed b. Ahmed-i Sefarinî el-Hanbelî (ölm. H. 1188) Levaih kitabında Tenbih başlığı altında şöyle demiştir: Mehdinin kıyamıyla ilgili rivayetler oldukça çoktur; hatta manevi tevatür haddine ulaşmıştır; tevatür haddine ulaşması sözü Ehl-i Sünnet alimleri arasında yaygındır; onların inançlarından bile sayılmıştır.
4- Şafiî müftüsü Ahmed b. Zeynî b. Dehlan (ölm. 1304). Futuhat-ul İslamiyye kitabında şöyle demiştir: Mehdinin zuhurunu zikreden hadisler çok ve mütevatirdir; o hadisler içerisinde sahih, hasen ve zayıf olanları da bulunmaktadır.
5- Kadı Muhammed b. Ali eş-Şevkanî (ölm. H. 1250) et-Tehzib-u Fi Tevatür-i Ma Câe Fil Mehdiyyil Muntezar-i Ved Deccali vel Mesih kitabında şöyle diyor: Mehdi hakkında bulabildiğim kadarıyla elli hadis nakledilmiştir. Bu hadisler içerisinde sahih, hasen ve zayıflığı giderilmiş bir takım hadisler de bulunmaktadır. Bu konudaki hadisler şüphesiz mütevatirdir. Bunlardan daha az olan hadislere bile, usulde kaydedilen bütün terimlere göre tevatür denilmektedir.
6- Seyid Muhammed Sıddık Hasan el-Kunci el-Buharî (ölm. 1307), el-İzaat-u Lima Kane Vema Yekunu Beyne Yedey-is Sae kitabının Kıyametten önce vuku bulacak olaylar bölümünde şöyle der: Kıyametten önce vuku bulacak olaylar gerçekten çoktur. O olaylardan biri Mehdi el-Mevud el-Muntazar el-Fatimî. Bu olay kıyametten önce gerçekleşecek ilk vakıadır. Mehdi hakkındaki hadisler ihtilaflı olmalarına rağmen oldukça çok ve tevatür haddine ulaşmaktadır. Bu hadisler Sünen, Meacim ve Mesanid kitaplarında geçmektedir.
7- Ebu Abdullah Muhammed b. Cafer el-Ketani el-Maliki (ölm. 1345), Nazm-ul Mütenasir Fil Hadisil Mütevatir kitabında şöyle demiştir: Velhasıl Mehdi-i Muntazar hakkında nakledilen hadisler mütevatirdir; böylece Deccal ve İsa b. Meryemin nüzulü hakkındaki hadisler de mütevatirdir.
8- Hafız Suyutî (ölm. 911): Ebu-l Feyz-i Gumarî İbraz-ul Vehm-il Meknun kitabında şöyle demiştir: Suyutî Fevaid-ul Mutekasire Fi Ahadis-il Mütevatire adlı kitabında ve o kitabın özeti olan Bil Ezhar-il Mütenasire adlı kitapta ve diğer kitaplarında Mehdi hakkındaki hadislerin mütevatir olduğunu vurgulamıştır.
9- Şeyh Ahmed b. Hacer eş-Şafiî, Hindistanda ölen bir şahısın Mehdiliğini iddia eden bir grup hakkında sorulan bir sorunun cevabında şöyle yazıyor: Bunların itikatları batıl, , açık bir cehalet, çirkin bir bidat ve kesin bir sapıklıktır. Birincisine (batıl olduğuna) gelince bu söz müstefiz ve mütevatir olan hadislerle çelişmektedir. Çünkü hadisler, Mehdinin Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih in Ehl-i Beytinden olduğunu ve yeryüzünün doğu ve batısına hükümet edeceğini bildirmekteler... [15]
10- Şeyh Ahmed Ebu-s Surur b. Saba el-Hanefî söz konusu grup hakkında yöneltilen sorunun cevabında şöyle diyor: Söz konusu grup tarafından ortaya atılan iddianın batıl olduğuna fetva vererek şöyle demiştir: o gruptakileri sahih naslarda ve sarih sünnette ve ravilerinin çok olduğu için tevatür haddine ulaşan hadislerde yer alan bir şeye inanç yönünden muhalefet ettikleri için, şiddetle yok edilmeleri gerekir. Çünkü mütevatir ve müstefiz hadisler gereğince Hz. Mehdi son zamanda efendimiz İsa aleyhis-selâm ile huruç edecektir.
11- Nasirudin el-Elbanî Havle-l Mehdî adlı makalesinde şöyle diyor: Mehdi meselesine gelince bilinmesi gerekir ki, onun huruc (kıyam) etmesi hakkında çok sahih hadisler vardır. Bu hadislerin bir kısmının senetleri sahihtir, onlardan bazılarını örnek olarak zikredeceğim, daha sonra onun hakkındaki şüpheleri gidermeye çalışacağım... Makalesinin sonunda da şöyle diyor: Sözün kısası, Mehdinin kıyamına olan akide sabittir; onunla ilgili hadisler Resulullahtan mütevatir olarak nakledilmiştir. Buna inanmak gerekir. Bu mesele, gaybi meselelerindendir, ona iman etmek takvalıların sıfatlarındandır. Çünkü Allah Teala buyurmaktadır: Elif, Lam, Mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için de kılavuz olan bir kitaptır. Muttaki olanlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve...
Mehdinin huruç (kıyam) etmesini ancak cahil ve kibirli insanlar inkâr eder. Allah Tealadan, ona (İmam Mehdiye), Kitap ve sünnette sabit olan her şeye iman etmek üzere bizi öldürmesini niyaz ederim. [16]
12- el-Ezher üniversitesi, usul-u din fakültesi üstatlarından olan ve İbn-i Hacer-i Heysemî el-Mekkinin (ölm. 974) Sevaik-ul Muhrika kitabını tahkik ve tetkik yapan Üstad Abdulvehhab Abdullatif, Sevaik kitabının on birinci babının birinci bölümünde, İbn-i Hacerin Taberanî den Mehdi hakkında tahriç ettiği hadisin dipnotunda şöyle demiştir: Mehdi ile ilgili hadisler çoktur. Bu konuda Ebu Nuaym de onlardan olmak üzere birçok hafız, kitaplar telif etmişlerdir. Suyuti de Ebu Nuaymin zikrettiklerini Urf-ul Verdî Fil Ahbar-il Mehdi kitabında toplamış ona bazı hadisler de eklemiştir. Ayrıca İbn-i Hacarin de Mehdi hakkında el-Muhtasar Fi Alamat-il Mehdiyy-il Muntazar adlı bir eseri vardır. [17]
Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin İslamın çeşitli mezhep ulemaları tarafından mütevatir oluşunun kabul edilmiş olduğu ortaya çıktıktan sonra şimdi tevatürün ne demek olduğuna, semere ve sonucunun ne olduğuna bakalım:
Mütevatir hadis, yalan olması ihtimalini kesinlikle giderecek ve bütün rivayetlerin hata olabileceği ihtimalini geçersiz kılacak kadar fazla ravi tarafından rivayet edilmiş olan hadistir. Bu da, içeriği kesinlikle doğru hadis demektir. Böylece sonuç şu şekilde özetlenebilir:
1- Mütevatir haberde önemli olan ravilerin bireysel özelliği değil, sayıca fazlalıklarıdır. Yani mütevatir haberde, çeşitli mevzular nakillerindeki senette yer alan bireylerin tamamının biyografice teferruatıyla bilinen, sıka (güvenilir) veya âdil insanlar olma şartı yoktur. Bilakis, bunlardan kiminin zayıf veya biyografik açıdan belirsiz insanlar olması da pekala mümkündür, bu durumda kendi tariklerini zayıf kılmış olurlar, ama bu zaaf, tevatürün vasfını kesinlikle etkilemediği gibi, esasen bazı ravileri zayıf olmayan mütevatir hadis de zaten yoktur.
2- Mütevatir hadis; dinin usul ve zaruriyatında senet ve belge olarak geçerli kabul edilebilecek kadar kesin ve güvenilirdir. Hadis değerlendirmesinde de en muteber hadis türü sayılır.
Mütevatir haberin karşı noktasında haber-i vahit yer alır, bu da sadece 1-2 kişi tarafından aktarılmış hadislerdir ki sahih kabul edilmesi için bütün ravilerinin sıka -güvenilir- olması şartı konulmuştur. Kaldı ki, sahih olması halinde bile, vahit (tek) haber sadece fıkhî konularda senet olarak geçerli itikadı konulardaysa belgesel geçerliliği söz konusu değildir.
Buraya kadar ki bahsimizde Hz. Mehdi aleyhis-selâm ile ilgili hadislerin mütevatir hadislerden olduğunu ve böylesine çeşitli insanlar ve ravilerle aktarılmış hadislerin nadir bulunduğunu, mütevatir hadisin sıhhat şartının ravi ve yolların çokluğu sayıldığını, ravilerin ferdî özelliklerinin mütevatirin sıhhatini etkilemediğini, binaenaleyh her mütevatirde olduğu gibi burada da kimi ravilerin zayıflığının hadisin mütevatir ve doğru olduğuna hiçbir halel getirmeyeceğini belirtmiştik. Bu nedenledir ki, Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerden bazısının zayıf olması nedeniyle hiçbir İslam alimi kalkıp da bu hadislerin mütevatirliğini reddedip Hz. Mehdi aleyhis-selâm inancını inkâra kalkışmış değildir asla. Dolayısıyla de diğer bütün mütevatir ve kati hadisler gibi bu hadisler de İslam ulemasınca ittifakla sahih ve doğru kabul edilmiştir. Bu arada sadece İbn-i Haldun, Hz. Mehdi aleyhis-selâm inancının bütün Müslümanlarca ittifakla kabul edildiğini itiraf ettiği halde, onun hakkında asırlarca nakledilmiş olan hadisler içinden 28ini seçerek kendi zannınca bunların bir kısmını senet açısından tazyif etme yoluna gitmiştir. Bu hadislere şüpheyle yaklaşan, İbn-i Haldunun Hz. Mehdi aleyhis-selâm inancını inkara kalkışmamış, hatta bazı hadislerin sıhhat ve doğruluğunu onun da kabul etmiş bulunduğunun da altını çizmek gerekir. Buna rağmen, bazı muasır yazarların, İbn-i Haldunun bu tazyiflerinden hareketle Hz. Mehdi aleyhis-selâm inancının İslamiliğini inkâr yoluna gittikleri ve onun sözlerinden, kendisinin asla çıkarmamış olduğu batıl neticeler çıkarma hatasına düştüklerini de üzülerek belirtmekte yarar var. Bu özet ilmi çalışmada İbn-i Haldunun görüşlerinin tamamını belirtme ve tenkit etmenin mümkün olmayacağı ve esasen konunun sınırlarını aşacağını nazara alarak; Ehl-i Sünnet ulemasının daha önce İbn-i Haldun üzerine gerekli eleştirileri zaten yaptığını ve Muhammed b. Ahmed b. Sıddıkın İbrâzul Vehmil Meknun Min Kelam-ı İbn-i Haldun adlı eserinde meseleyi etraflıca ele alarak İbn-i Haldunun görüşlerinin Ehl-i Sünnet kaynaklarına aykırılığını ispatladığını ve Şiâ ulemasının da İbn-i Halduna gerekli eleştirileri yöneltmiş olduğunu belirtmenin yeterli ve faydalı olacağı kanaatındayız. Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin Şiâ kitaplarında mütevatirden de aşkın bulunmasına ve meseleyi ispata çalışma gibi bir şeye lüzum dahi olmamasına rağmen, yine de İbn-i Haldunun sözlerini kısaca eleştiriyoruz:
a) İbn-i Haldun rical ve hadis ilminde uzman bir alim değildir, dolayısıyla de bu hususta öne süreceği görüşlerin zaten hiçbir ilmî geçerlilik taşımadığı, bunların ilmî inceleme sayılamayacağı, Ehl-i Sünnet ulemasınca tespit edilmiştir. Mesela Seyyid Sıddık Gimari İbn-i Haldun için şöyle diyor:
Bu önemli alanda (hadis ilminde) onun yeri yoktur; ne de bu ilimden bir pay alabilmiştir. Durum böyle iken, bu ilimde nasıl ona itimad edilebilir ve bu ilmin meselelerini araştırmada ona nasıl müracaat edilebilir?! [18]
Yine onun hakkında Şeyh Ahmed Şakirin görüşü şudur:
İbn-i Haldun bilgisi ve ehli olmadığı bir dalda o sahanın uzmanlarıyla mücadeleye kalkışmıştır. O, Mukaddime kitabında Mehdi aleyhis-selâm a ayırdığı bölümde açık hatalara düşmüş ve bu alanda hatta muhaddislerin sözlerini bile anlayamamıştır. Eğer o, onların sözlerini anlayacak olsaydı söyledikleri sözlerden hiç birini söylemezdi. [19]
b) İbn-i Haldun, bu hususta sadece 28 hadisi ele almış ve daha sonra belirteceğimiz yanlış ölçülerle bunları değerlendirerek çoğunun zayıf olduğunu öne sürmüş ve tabi bu arada bir kısmının doğruluğunu da itiraf etmiştir. Oysa ki, ilgili hadisler bununla sınırlı değil, yüzlercedir; İbn-i Haldun bu konudaki hadislerin tamamına ulaşabilmiş olsaydı, doğruluğunu itiraf ettiği hadislerin sayısı da artacak ve onlarca hadisin sıhhatini kabul edecekti.
c) İbn-i Haldun, İslam hadis ve rical ulemasının ilmi çalışma yöntemlerine yeterince vakıf olmadığından, karşılaştığı hadisleri yanlış değerlendirmiş ve bu yanlış kıstaslarla, mezkur hadislerin de yanlış olduğu zehabına kapılmıştır. Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili bazı hadislerin zayıf olduğunu öne sürerken İbn-i Haldunun nassı şu olmuştur: Muhaddislerin yanında meşhur olan görüş şudur: Cerh (bir raviyi yeren sözler) tadile (ravinin adil olduğuyla ilgili sözler) öncelik taşır. Eğer senedin bazı ravilerinden gaflet, hafıza bozukluğu, zaaf ve akide bozukluğu gibi bir takım sıfatlar olursa bu o hadisin sıhhatine gölge düşürür ve o hadis zayıftır.
Görüldüğü gibi İbn-i Haldun hafıza zayıflığı veya mesela Şiâ inancına sahib olma gibi ilgisiz nedenlerle Hz. Mehdi aleyhis-selâm hadislerinin ricallerini tezyif etmiş ve rical ulemasının çoğunluğunun güvenilirliğini onaylanıp Kutub-ü Sitte de kendisinden hadis naklinde bulunulmuş olan birçok ricali reddetme yoluna gitmiştir.
Mesela Futr b. Halife, Abdurrezzak b. Hemmam Senânî ve Emmarud Duhnî gibi isimler aslında Sahiheynin ricali oldukları halde İbn-i Haldun onları Şiilikle suçlamakta ve sırf bu nedenle rivayetlerinin zayıf olduğunu söylemek istemektedir. Halbuki bizzat İbn-i Haldunun da itiraf etmiş olduğu üzere Ahmed b. Hanbel, Yahyal Kıtan, İbn-i Muin ve Enneşânîyle Iclî gibi tanınmış isimler Fert b. Halifein güvenilirliğini tasdik etmiş ve İbn-i Hacer, Abdurrezzak b. Hemmam-ı Senânî için sika, hafız, meşhur yazar [20] tabirini kullanır. Aynı şekilde Ebu Zera Demeşkî, Muammer, Hişam b. Yusuf, Ebu Hâtemle İclî onu pek övmüşlerdir. [21] Keza Imarud Duheniyi de Ahmed b. Hanbel, İbn-i Muin, Ebu Hatem, Nesâi ve diğerleri güvenilir ve emin saymaktadırlar. İbn-i Haldunun; rical ulemâsının tespitlerini doğru değerlendirmediğini görmek için bunların doğru değerlendirmesini bizzat Şebkî şöyle açıklar: Hadis bilimcilerinin cerh, tadile öncelik taşır diye meşhur olan kaideyi mutlak şekilde almaktan kesinlikle sakın. Doğru olan şu ki, kimin güvenilir olduğu ve adaleti sabit olur ve övücüleri çok ve cerh edenleri az olur ve onu cerh edenin cerhteki sebebi belli olursa, örneğin mezhebî taassup vb. sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun cerhine itina edilmez. Sonra şöyle de:
Anladık ki, itaati, masiyetinden, methedeni yereninden çok olan bir kimsenin cerhi, -doğru şekilde cerhini yorumlasa da- kabul edilmez. Eğer mezhebî taassup veya akran arasından olan dünyevî çekişme gibi bir karine olursa ki, bu karineye istinaden yapılan cerhin mukabele amacıyla yapıldığı anlaşılırsa böyle bir cerh kabul edilmez... Eğer biz mutlak şekilde cerhi tadilden öne geçirecek olursak o zaman imamlardan hiç birisi bundan kurtulmaz. Çünkü hakkında tan olmayan hiç bir imam yoktur. [22]
Görüldüğü gibi, İbn-i Haldunun kıstaslarına (cerhin tadile önceliğine) göre Ehl-i Sünnet mezhep imamlarının hiçbiri güvenilir değildir. Zira onların her biri bazı kimseler tarafından kınanmak suretiyle cerh edilmişlerdir, her ne kadar başkaları onları adil tanısalar da...
d) Şia olma veya âdeta suçmuşçasına Şiilikle suçlanmanın râvi için güvenilir değildir, zayıftır hükmüne varmada yeterli bulan İbn-i Haldun mantığına göre Ehl-i Sünnetin sıhahındaki onlarca ricali ve bu cümleden olmak üzere Sahih-i Buhari yle Sahih-i Müslim deki onca râvi ve ricali zayıf ve güvenilmez saymak gerekecektir. Nitekim Allame Şerefuddin el-Müracaat adlı tanınmış eserinde Sahih-i Müslim ile Buhari deki ricallerden yüzünün Şii olduğu iddia edilen kimselerden olduğunu yazar. Bu durumda bunlar ve diğer Ehl-i Sünnet sahihlerindeki yüzlerce hadis ve rivayetin zayıf olduğunu söylemek gerekecektir ki; rical ulemasınca hafıza zayıflığı veya unutkanlık gibi nedenlerle zayıf olarak tespit edilmiş bulunan zevat da buna eklenecek olursa Sahih-i Müslim , Buhari ve diğer Ehl-i Sünnet sahihlerinde, sahih bir hadis ve rivayet bulabilmek mümkün olmayacaktır artık.
İbn-i Haldun ve onun görüşlerine uyanlar, böyle bir neticeyi kabullenmeye hazır mıdır gerçekten?! Bu durumda, söz konusu sahihlerdeki onca hadis ve rivayetler arasında kaç tane Sahih hadis gösterebileceklerdir acaba?!
e) Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadisler mütevatir ölçülerinin de fevkindedir. Kaldı ki mütavatir olayında ravinin senedi münakaşasına girmek anlamsızdır; doğrulanması veya reddi halinde, haberin sıhhat ve itibarını kesinlikle etkilememektedir. Çünkü daha önce de hatırlattığımız gibi, mütevatir hadiste ravilerin ve yolların çokluğu, mütevatir hadisin güvenilir ve sahih olduğuna delalet eder; ravilerin ferdî vasıf ve tutumları değil. öyleyse İbn-i Haldunun başlattığı tartışmaların tamamı doğru olsa bile -ki, değildir- bu durum Mehdilik konusuyla ilgili hadislerin sıhhatini zerrece etkilemeyecektir.
Buraya kadar açıklamalarımızdaki cevapları Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki usul ve hadisleri esas alarak aktardık. Şia hadislerine gelince; Hz. İmam Mehdi aleyhis-selâm konusunda Şiâ kaynaklarında kayıtlı bulunan hadis ve haberler çokluk ve sıhhat açısından; bu tür tartışma ve açıklamalara lüzum dahi bırakmayacak bir durumdadır; daha sonraki bahislerimizde bu mevzu daha açık bir şekilde anlaşılacaktır zaten.
İnsanlık tarihi bütün iniş çıkışlarına rağmen insanoğlunun kemal ve tekamülüne şahittir; bilimsel, deneysel ve dînî boyutlarda bu kemal kolaylıkla müşahede edilmektedir.
İnsanoğlu son dönemlerde pozitif bilim ve teknolojide şaşırtıcı ilerlemeler kaydetmiş; fen bilimleri insani bilimler ve hatta tabiat ötesi bilimlerde de belli bir yol katetmiştir. Bir -iki asır öncesine kadar imkansız gibi görülen ve ham hayalden ibaret kurgular olarak telakki edilen bu ilerleme ve gelişmeler bugün insanoğluna yepyeni bir medeniyet kazandırmıştır. Mesela insanoğlunun iletişim konusunda ulaştığı teknolojik seviye bütün insanlık için cihanşümul bir dünya devleti fikrini geliştirmiş ve bunun gerçekleşmesinin mümkün olduğunu gündeme getirmiştir. Bu merhale bile, ister istemez ve farkında olmaksızın tek merkezden yönetilen ilahi bir devlete doğru önemli bir adımdır. Yeni teknolojik gelişmeler de giderek insanoğlunun hayatının yeni boyutlarında değişimler oluşturmaktadır ki bütün bunlar, insanın kainatın hilkatiyle daha yakından tanışmasını ve Allah Tealânın âfak ve enfus la -insanı iç ve dış dünyasıyla- ilgili ayetlerini gereğince kavramasını sağlayacak ve neticede insanoğlu yüce Rabbine daha bir yaklaşma imkanı bularak Onun çizgisinde yaşayabilme şansını yakalayacaktır: ...Biz, ayetlerimizi hem âfakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz... [23]
İnsanoğlunun edindiği tecrübelerin bazısı bir ülke veya sadece bir bölgenin tecrübesiyle sınırlı olmaktadır, bu tür tecrübeler bütün insan-oğluna mal olmamakta, bütün insanlığın hafızasına geçmemektedir. Buna karşılık; kimi tecrübeler de vardır ki şu veya bu şekilde bütün insanlar onu yaşamakta ve edinmektedirler; olumlu olup beğenilmesi halinde herkesçe istenmekte, olumsuz olması halindeyse bütün dünya bunun acısını yaşamakta ve ondan yaka silkmektedir. Yerküre insanlarının tamamının hafızasına yerleşmiş ve herkesin edinmiş olduğu bu Topluca edinilmiş tecrübelerin biri de acı komünizm ve sosyalizm tecrübesidir. Bu acı tecrübe, akidevî ve kültürel açıdan dine; ekonomik açıdan da özel mülkiyete karşı olan bir ideoloji ve devlet düzeninin uzun vadede başarılı olmayacağını, insanoğluna saadet ve huzur getirmeyeceğini bütün dünya insanlarına göstermiş oldu. Gerçi insanoğlu Allaha iman edip Onun peygamberlerinin kılavuzluğunda yürümüş olsaydı bu acı tecrübeyi yaşayamayacaktı elbet; ama ne yazık ki söz konusu inanç ve teslimiyeti göstermemiş ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da mecburen bu acı tecrübeyi tatmıştır. Şüphesiz, bu toplu tecrübe den sonra insanoğlu alacağı ibreti artık almış olup sosyalizm belasını bir daha denemeye kalkışmayacaktır artık. Böylece, insanoğlu Allah ve Resullerinin söz ve yolunun ne derece doğru ve haklı olduğu bir kez daha anlaşılmış ve din ve dinin önerdiği devlet sistemiyle insan arasındaki mesafe bu acı tecrübeden sonra biraz daha azalmıştır. Bu arada edinilen tecrübelerin başarılı veya başarısız olmasının mutlaka bir sebepten kaynaklandığı ve asla tesadüfi olmadığı da bilinmelidir. Söz konusu sebep ise, insanoğlunun vücuduna ve ruhuna hakim olan yapı ve kurallara -fıtrata- uygun veya buna aykırı davranmasından başka bir şey olmamıştır. İnsanoğlunun ilahi emir ve kuralları dikkate almadan sırf kendi düşüncesine dayanarak koyduğu kanun ve uyguladığı projeler, kendi yapı ve fıtratına egemen olan ilahi sistemden bîhaber ve kopuk olduğundan, genellikle büyük hatalar ve önemli olumsuz neticeleri de beraberinde taşımaktadır. Bunların bir kısmı uzun vadede bilfiil ortaya çıkmakta ve insanoğlu yaptığının neticesini fiilen de görebilmektedir. İnsanoğlu olumsuz tecrübe ve edinimlerini tekrarlamamak ve tedricen bunlardan uzaklaşmak zorundadır. Yanlışlardan geri atılan her adım, insanoğlunun isteklerinin dengelendiği din terazisinde ki dengeye yaklaştıran bir adımdır aslında. Diğer taraftan bizler, inanan insanlar olarak Allahın emirlerinin insan fıtratıyla uyumlu ve insan için uyulması elzem olduğunu bilmekteyiz. İnsanoğlu kendi saadet ve huzuru için olsun; bu tarihi hakikati tedricen kabullenmek zorundadır. Nitekim bu süreç bütün yeryüzünde Allahın kanunlarına dayalı bir egemenliğin tedricen oluşmakta oluğunu göstermektedir.
Meselenin daha iyi anlaşılması için insanlığın dinî ve fikri yönde ki gerçek tekamülü ele alınıp detaylıca incelenebilir ama kısaca şunu ifade etmek gerekir ki her geçen gün insanlık tecrübesi biraz daha artmaktadır; bu nedenledir ki insanoğlunun, Hz. Mehdi aleyhis-selâm eliyle kurulacak ilahî devlet nizamını kabul edebilme yeteneği, her geçen gün biraz daha artmaktadır. Gerçekte beşerin tekamül yönündeki seyri ve hareketinin bir ciheti de böylesi bir hükümetin tahakkuku için zemin hazırlamaktadır.
Buraya kadarki bahislerimizde İslam alimlerinin ister kaynak , ister özel kitaplarda olsun, Hz. Mehdi aleyhis-selâm , inancını vurguladıklarını, sahih ve mütevatir hadis ve haberlerle bu İslamî inancı daima destekle-diklerini belirttik. İslam ulemasının bu inancı kabulü ve bilfiil onayladığı hususu da, vurgulanması gereken bir diğer noktadır İslam tarihi boyunca Mehdilik iddiasına girişen sahte Mehdilere karşı İslam ulemasının takındığı tavır ve gösterdiği tepkinin niteliği bunu göstermektedir. İslam uleması bu gibi durumlarda Mehdilik inancını asla reddetmemiş, sadece bu iddiaya kalkışan şahısların, Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında ki hadislerde belirtilen özellik ve alametleri taşımadığını söylemişlerdir. Mehdilik olayının İslam inançlarıyla hiçbir alâkası olmasa ve ilgili mevcut hadislerin bizzat Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten sadır olduğu kesin belgelerle bilinmeseydi, söz konusu ulema elbette ki meseleyi halka açıp söyler; sadece o yalancı şahısları değil, meselenin aslını da bütünüyle reddediverirlerdi. Halbuki ulema bunu yapmamıştır. Şimdi bu hadiselerden bir kaçına bakalım:
Ebul Ferec şöyle yazar: Muhammed b. Abdullah b. Hasan kıyam ettiğinde, Medinenin fakihlerinden olan Muhammed b. İclan da onunla birlikte kıyam etti. Muhammed b. Abdullah öldürülünce Medine valisi Cafer b. Süleyman Muhammed b. İclanı çağırtarak o yalancıya niçin katıldın? diye elinin kesilmesini emretti. Bu sırada o mecliste bulunan Medinenin fakih ve ricali şefaatte bulunup; arabuluculuk yaparak ey emîr; Muhammed b. İclan Medinenin tanınmış âbid ve fakihlerinden-dir, onu affediniz, Muhammed b. Abdullahı; geleceği ve zuhuru rivayetlerde vaat edilmiş olan gerçek Mehdi sanma yanlışlığına düşmüştür! [24]
Yine, Muttaki-i Hindî diye meşhur olan Alaaddin b. Hüsameddin el-Burhan fi Alamat-i Mehdiy-i Ahir-uz Zaman adlı kitabında dört Ehl-i Sünnet mezhebinin alimlerinin Mehdilik inancının farz oluşu hakkındaki fetvalarını ve Hint bölgesinde Mehdilik iddiasında bulunan bir kişinin bu iddiasının batıl olduğunu naklederek bu kitabın on üçüncü bölümünde Mekke-i Mükerremede bulunan Arap ulemasının son zamanda çıkması vaat edilen Hz. Mehdi hakkındaki fetvaları başlığı altında şöyle demiştir: Bu Mekke alimlerine yöneltilen soru ve cevabın metnidir:
SORU:
Allahım, bize hakkı göster ve ona uymaya bizi muvaffak kıl ve Batılı göster ve ondan uzak durmayı bize nasib eyle.
Din önderleri ve Müslümanların yol göstericileri olan değerli alimlerimiz (Allah onları teyid etsin) acem memleketlerinden birinde 910 yılında ölen Hint asıllı Feruh isimli bir şahsın son zamanda çıkması vaat edilen Mehdi olduğuna ve bu Mehdiyi inkar edenin kafir olduğuna inanan bir grup hakkında görüşünüz nedir?
Sonra sizce vaat edilen Mehdiyi inkâr edenin hükmü nedir? Bize bu hususta fetva verin (Allah sizden razı olsun).
Bu soru Hicri 952 yılında sorulmuştur; Muttaki Hindi bu soruya cevap veren dört mezhebin fakihlerinin fetvalarını şu şekilde kaydetmiştir:
1- İbn-i Hacer el-Heysemi eş-Şafiinin fetvası.
2- Şeyh Ahmet Ebi Surur b. es-Seba el-Hanefinin fetvası.
3- Şeyh Muhammed b. Muhammed el- Hattabî el-Malikinin fetvası.
4- Şeyh Yahya b. Muhammed el-Hanbelînin fetvası.
CEVAP:
Bu dört cevap fetvanın içerikleri ise kısaca şöyledir:
Şafii fakihi: Mehdi ile ilgili hadislerin tevatür derecesine ulaştığını açıkça bildirmiş ve onun kıyamıyla ilgili mütevatir nişaneleri zikrederek bu hususta olduğu el-Kavl-ul Muhtasar fi Alamet-il Mehdi el-Muntazar adlı kitabına işaretle şöyle demiştir: Eğer bu grubun Mehdinin zuhurunu inkâr etmesi temelden sünneti inkâr etmek anlamına gelirse onlar kafirdirler ve onlarla savaşmak farzdır. Ama bu grup sünnete değil de sadece İslam İmamlarına karşı bir inat için bunu yapıyorsa onlara bu akideyi iyice anlatmayı gerektirir sonra da yönetici, onların işlediği bu büyük suça ve bozuk akideye karşı hapis, dövme gibi uygun gördüğü bir cezayı vermesi gerekir...
Hanefi fakihi: Söz konusu grup tarafından ortaya atılan iddianın batıl olduğuna fetva vererek şöyle demiştir: o gruptakiler sahih naslarda ve sarih sünnette ve ravilerinin çok olduğu için tevatür haddine ulaşan hadislerde yer alan bir şeye inanç yönünden muhalefet ettikleri için, şiddetle yok edilmeleri gerekir. Çünkü mütevatir ve müstefiz hadisler gereğince Hz. Mehdi son zamanda efendimiz İsa aleyhis-selâm ile kıyam edecektir.
Maliki fakihi de bu grubun iddiasının batıl olduğuna fetva verip şöyle demiştir: Söz konusu grubun, ölen bir şahsın son zamanda zuhur etmesi vaat edilen Mehdi olduğuna inanmaları batıldır. Çünkü bu inanç, Mehdinin vasıflarını ve zuhur alametlerini sahih bir şekilde açıklayan hadislerle çelişmektedir.
Hanbeli fakihleri ise şöyle demişlerdir: Bu gurubun inancı, ahir zamandaki Mehdi, onun zuhurunun nasıl başlayacağı, kendi vasıfları ve zamanında vuku bulacak olaylar hakkındaki sahih hadislerle çeliştiği için bozuktur ve bunda da hiç bir şüphe yoktur...
Görüldüğü gibi ulema, bu tür sahte Mehdileri reddederken Mehdilik inancını asla reddetmemiş, bilakis, bu inanca temelde katıldıklarını vurgulamış ve söz konusu sahtekârların bu girişiminin içyüzünü ispatlamak için de Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkındaki hadislerden faydalanmışlardır.
Kısacası İslam tarihi boyunca bir tek Müslüman alim Mehdilik inancını inkara kalkışmamış, hatta İbn-i Haldunun sözlerinde de Mehdilik inancının temelini reddeden bir söz yer almamıştır. Olsa olsa Mehdilik konusunda şüpheye düşmüştür. Yani İbn-i Haldunun Yaşadığı dönem olan hicri 8. yya kadar hiçbir İslam alimi Mehdilik inancını inkar etmemiş, bu hususta şüpheye dahi rastlanmamıştır. İbn-i Haldundan sonra da İslam uleması yazdıkları çeşitli kitaplarla bu inancın doğruluğunu savunarak İbn-i Haldunu reddetmiş ve Mehdilikin tamamen İslâmi bir akide olduğunu vurgulamışlardır.
1- Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhuru gaybî meselelerden biri olup bizzat Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih tarafından defalarca sahabeye beyan edilmiştir.
2- Şia ve Sünni kaynaklarında onlarca sahabe bu hadisleri Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten rivayet etmişlerdir.
3- Hz. Emirel Müminin İmam Ali aleyhis-selâm , İmam Hasan aleyhis-selâm , İmam Hüseyin aleyhis-selâm ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarının ashabı, bu İmamlardan Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında onlarca hadis aktarmışlardır.
4- Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin çokluğu ve ehemmiyetinden dolayı Sünni ve Şiâ uleması, bu hadisleri içeren muteber kaynakların yanı sıra sırf bu hadisler hakkında da ayrıca birçok eser yazmışlardır.
5- Şia ve Sünni ulemasınca da önemle vurgulandığı üzere Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkındaki hadisler mütevatir olup, akidevî usulün ispatı için muteber ve hüccet durumundadırlar.
6- Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin tamamı; İslamın bütün dünyaya egemen olup diğer bütün dinlere de galebe çalacağı yolundaki Kuran ayetleriyle mutabık ve uyumludur.
7- Meseleye mantıkî açıdan bakılacak olursa insanoğlunun ilmî, teknolojik ve dini sahalarda kaydettiği tedricî gelişme ve edinilen toplumsal tecrübelere dayanarak günün birinde Hz. Mehdi aleyhis-selâm tarafından kurulacak olan dünya adalet devletinin lüzum ve hakkaniyetine inanacağı ve bunun can-ı gönülden kabule hazır olacağı görülür.
8- İslam tarihi boyunca Mehdiliği kökten inkar eden bir tek tanınmış alim mevcut değildir.
İslam ulemasının Mehdilik konusundaki görüşleri gayet sahih ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar net olduğu halde neden çağdaş bazı yazarların bu meseleyi inkara kalkıştığı sorusu gündeme gelmektedir. Sahi; Kuran ve ilgili hadisler apaçık ortada dururken ve bunlarda hiçbir ekleme veya azaltma yapılmamışken konu neden saptırılmakta ve bu tür inkârların ardında ne gibi faktörler yatmaktadır?
Bu soruya özetle verilecek cevap şudur: Söz konusu inkarcılar Hz. Mehdi aleyhis-selâm ı inkâr ederken ne Kurana, ne de sünnete dayan-maktadırlar. İnceleme ve konuşmalarında da İslami yöntemlere baş-vurmamaktadırlar; mesela, konuyla ilgili ayet, ve hadislerin niteliği ve anlamları üzerinde ilmî bir inceleme de yapmamaktadırlar. Eğer Kuran ve sünneti esas alıp İslami yöntemlerle meselelere yaklaşacak olsalar, hiç şüphesiz onlar da, asırlardır İslam ulemasının ulaştığı neticeye ulaşacak ve Mehdilik hakikatini kabul etmekten başka çareleri kalmayacaktı.
Mehdiliği inkar olayı, Kuran ve sünnette bulunmayan, kökü uzak tarihlere kadar varmayan, yeni bir dinî ve kültürel karşı çıkıştır. Bu yeni olumsuzluğun köklerini, dünyadaki kültürel ve siyasi kutuplaşmaların etkilediği, İslam dünyasındaki benzeri etkileşme sahalarında aramak gerekir. Bilindiği üzere, dünyadaki kültürel gelişmeler ve son dönemlerdeki mevcut siyasi bloklaşma ve kutuplaşmalar çeşitli etkenlerden kaynaklandığı gibi bunların İslam dünyasındaki yankı ve izleri de ayrıca ele alınması gereken önemli konulardan biridir. Bu özet bahiste böylesine geniş bir mevzuu ayrıca ele almak mümkün olmadığından biz burada sadece dünyadaki siyasi ve kültürel kutupların bu kutuplaşmalarının İslam dünyası üzerindeki bilhassa olumsuz iz ve yankıları çerçevesinde kısaca birkaç noktayı vurgulamakla yetineceğiz. Bundan dolayı son dönemlerde ortaya çıkan Mehdiliği inkar olayı üç önemli etkene dayanmaktadır:
Mehdilik inancını inkar etme veya bu hususta şüphe uyandırmaya yönelik çabaların ardında yatan en önemli faktör, şüphesiz, oryantalistlerle Batılı yazarların öne sürdüğü görüşlerin kimi Müslümanlar tarafından, dikkatle incelenmeden kabul görmesidir. Meselenin daha kolay anlaşılması için Batılı oryantalistlerin İslama ve İslamın Mehdilik inancına nasıl baktıklarını incelemek yeterli olacak ve o zaman kimi Müslüman aydınların onlardan nasıl etkilenmiş olduğu ortaya çıkacaktır.
Son birkaç yüzyılda Batılı oryantalistler sömürü ekseninde belli bazı İslami meselelerle özellikle ilgilenir oldular; oryantalistlerin bu özel konularda öne sürdükleri tez ve görüşler dikkatle incelenecek olursa bu görüşlerin genellikle gerçeğe dayanmadığı ve dünya sömürü sisteminin, uzun vadeye yönelik çıkarları doğrultusunda art niyetli olarak bazı gayeleri hedeflediği görülür. Söz konusu oryantalistlerin kimi de bu hususta görüş belirtirken ya Hıristiyanlık ve Yahudiliğin etkisiyle ya da meselelere salt maddi ve beşeri pencerelerden baktıklarından mevzuda sapmalara neden olmuş ve birtakım İslâmi hakikatleri tahrif etmişlerdir.
Dr. Cevad Ali Tarih-ul Arab fil İslam eserinde c. 1, s. 9-11de bu konuda şöyle diyor:
Hıristiyan oryantalistlerden bir çoğu kilisenin din adamlarıdırlar veya batı ilahiyat fakültelerinde yetişmiş kimselerdirler. Bunlar İslamdaki hassas konuları ele aldıklarında bunların Hıristiyanlıktan alındığını ispatlamaya çalışırlar.
Yahudi oryantalistler ise, İslamda olan her şeyin Yahudilikten alındığını ısrarla ileri sürerler. Her iki grup da, bu hususta kendi eğilimleri doğrultusunda şartlı yargılarla hareket etmekteler.
Sonradan Müslüman olan Fransalı Oryantalist İtin Dine de şöyle diyor:
Oryantalistlerin kendi eğilim ve hislerinden kurtulmaları imkansız olmasa da çok zor bir şeydir. Bu yüzden onlar peygamber ve sahabenin hayatını gerçek biçimi tamamen kaybolacak şekilde tahrif etmişlerdir. Onlar bilimsel araştırma ve eleştiri metoduna bağlı olduklarını iddia etmekle birlikte, onların Muhammed hakkında yazdıkları kitaplarını okuyan birisi Muhammedin Almanca veya İtalyanca konuştuğunu zanneder. Böylece oryantalist yazarın bağlı olduğu dil ve bölgeye göre Muhammedin de şekli değişime uğramaktadır.
Biz İslam tarihiyle ilgili bu yazılarda gerçek peşinde olsak gerçekten bir iz bulmamız mümkün olmayacaktır.
Oryantalistler kendi hayallerinin ürünü olan portreler çiziyorlar. Onların sunduğu şahsiyetler gerçeği bir yana, hatta Volter Sokot ve Elkendord Domesin efsanevi yazılarındaki hayali şahsiyetlerde de benzerine rastlanamaz. [25]
Esasen söz konusu kesimden bundan başkasını beklemek safca olur. Zira kendisi Yahudi veya Hıristiyan olan, ya da ateist ideolojiye sahip bir oryantalist zaten İslamı da, İslam Peygamberini de inkar ediyor demektir; böyle biri herhangi bir araştırma yaptığında elbette ki Kuran ve sünneti esas almayacak, vahye dayalı İslam senetlerini ölçü kabul etmeyecektir.
Böyle bir araştırmacının herhangi bir yorum mecburiyetinde kalması halinde meseleye Hıristiyanlık, Yahudilik veya ateizm gibi pencerelerden yaklaşacağı ve mesela İslam dinini yorumlarken, bu dinin doğal faktörlerden kaynaklandığını ve değerlerini de Hıristiyanlık, Yahudilik veya bir başka dinden aldığını ya da tamamen Peygamberin kendi beşerî zekasının ürünü olduğunu söyleyeceği apaçık ortadadır.
Oryantalistlerin bütün inceleme, beyan ve eserlerine hakim olan atmosfer budur. Aşağıda eserlerinden birkaç örnek aktaracağımız söz konusu bu insanların çalışma ve düşüncelerinin ürününü İslamın asalet ve soyluluğunu inkar etme, Kuran ve sünnetin vahye dayalı hakikatlerini zedelemeye çalışma veya hiç olmazsa bu hakikatler çevresinde şüpheler uyandırma şeklinde özetlemek mümkündür.
Başka bir deyişle oryantalistler ilginç bir ittifakla hep benzeri şeyleri yazıp yaymış ve İslamın başka dinlerden kaynaklandığını, Kuran-ı Kerimin - neuzubillah - Allah tarafından vahiy edilmediğini, Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve alih in tarafından Yahudilikten iktibas edilerek bunlarda birtakım değişiklikler yaparak Kuranı oluşturduğunu ve bugün hadis olarak rivayet edilen şeylerin onun sözleri değil, halkın kendi sözleri olduğunu, o söylemişse bile vahiyle değil, Yahudiler, Hıristiyanlar veya diğer kavimlerden iktibas ettiğini söylemek istemişlerdir.
Bu arada, söz konusu oryantalistlerin böyle incelemelerde ilk adımda açıkça İslam ve İslam Peygamberini inkar, Kuranın vahye dayalı oluşunu açıkça reddetme gibi bir yol izlemediklerini de hemen belirtelim.
Her ne kadar bunu yapan bazı oryantalistler olmuşsa da, genel geçer yöntemleri çok daha farklı olmuştur. Aksi takdirde garazkar olduklarını herkes kolayca anlayacak, Müslüman ve Müslüman olmayan herkes, onların eserleri ve görüşlerinde öne süren bilimsellik ve araştırmacılığın sadece aldatıcı bir kılıf olduğunu çabucak fark edecek ve oryantalizm bütün itibarını bir çırpıda yitirmiş olacaktı.
Bu yüzden oryantalistler daha çok İslamı ve Kuranı inkâr ve İslami hakikatleri tahrif hususunda dolaylı yöntemlere başvurmuşlar; kimi zaman ilmî araştırmalar kılıfında, kimi zaman Hz. peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih i güya övüyormuş ve onun şahsî zekasına çok hayranlık duyuyormuş gibi görünerek kurnazca metotlarla yazdıkları sözde ilmî tetkikleri nde, okuyucuyu şartlandırma ve kendi düşünce ve emellerini ona empoze etme yoluna gitmişlerdir.
Böylece okuyucunun; bilhassa Müslüman okuyucunun; ürkütülmeden yazarla paralel düşünüp onunla birlikte adım atması ve yazarın bu güya bilimsel(!) ve tarafsız(!) incelemeleri neticesinde edindiği tespitlere, okuyucunun farkında dahi olmadan katılması sağlanmak istenmiştir. Şimdi oryantalistlerin bu yöntemlerinden birkaç örnek aktarıyor; detaylı incelemeler ve son kararı okuyucunun kendisine bırakıyoruz:
Mc. Donald şöyle der: Muhammed Mekkedeki Yahudilere yaslanmıştır. Ama onlar çok geçmeden ona düşmanlık beslemeye başlayınca başka yardımcılar bulmaya çalışmaktan başka bir çaresi kalmamıştır. Böylece keskin zekası onu Arapların babası olarak İbrahime yeni bir yön vermeye sevk etmiş ve bu yolla da kendisini kendi döneminin Yahudiliğinden kurtarıp İbrahimin Yahudiliğine bağlamayı başarmıştır. [26] Horovitz, Tevrat kelimesinin açıklamasında şöyle diyor: Kuranda bu gibi açık işaretlerin yanı sıra aldığı kaynağı demeden, Tevrattan aldığı ve bir çok yerde tekrarladığı hüküm ve kıssalar mevcuttur. [27]
Peygamber, gökten gelen elçinin peygamberlerle konuştuğu kıssasını kendisi uydurmuş ve sonra da kendi risalet ve vahyini ondan aldığına inanmıştır. Cebrail diye birisini bir vasıta olmadan tanıması mümkün olmadığı için belki de bu sözü bazı filozof ve din araştırmacılarından veya hanif dini üzere olanlardan duymuştur. Ve onlara da bu mesele saptırılarak ulaşmıştır. [28]
A.J Wensink, ise şöyle diyor: Salat (namaz) kelimesinin Kurandan önceki, edebî eserlerde ismi geçmediğine göre, belki de diğer simgeler gibi Arap ülkelerinde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan almıştır. [29] Diğer bir yerde de şöyle diyor: Goldziher, beş vakitlik namaz hususunda Hutsmayı reddederken beş vakitlik namazların belirlenişin Farslara ait izlerin bulunduğuna inanıyor. [30]
Mc. Donald Allah maddesiyle ilgili olarak şöyle diyor: Allahın isimlerinden biri de es-selamdır. Bu sıfat sadece Haşr suresinde yer almış bulunmaktadır... Bu sıfat Hıristiyanların ibadetlerinde okunan ibarelerden Muhammedin hafızasında kalan bir kelime olabilir. [31]
Yine şöyle diyor: Açıktır ki, yaratıcının sıfatlarını Muhammed İbraniceden almış ve özel anlamını kastetmeden işletmiştir. [32] Aynı zat bal maddesiyle ilgili olarak da aynı iddiayı tekrarlamış ve bu kelimenin Tevrattan alındığını, sonra da ona başka bir anlam verilmeğe çalışıldığını söylemiştir. [33]
Oryantalistlerin hatası, herhangi bir araştırmacının (oryantalistlere de araştırmacı diyebilmek mümkünse tabi!) pekala yapabileceği bir inceleme veya bulgu hatası değildir; onlarınki tamamen usul ve prensiplerden doğan temel inançlardan kaynaklanan batıllardır. Yahudi, Hıristiyan veya maddeci olan her araştırmacı için kaçınılmaz yanlışlardır bunlar. Konunun dışına taşmamak için daha önce aktardığımız örnekler bu kasıtlı insanların yüzlerce hata ve garazlarından sadece birkaçını göstermektedir. Şarkiyatçılar İslamla ilgili inceleme ve beyanlarında daima önyargılı olmuşlar, bütün görüş ve beyanlarını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve alih in, haşa peygamber olmadığı, dolaysıyla Kuran ve sünnetin de vahye dayalı olmadığı şeklindeki inkarcı ve müşrik bir inanç sistemi üzerine bina etmişlerdir. Böyle bir batıl önyargıyla hareket ettikleri, böyle bir zemine ayak bastıkları için elde ettikleri sonuç da doğru değildir ve bu yanlış yöntemle mesela Kuranla sünnette geçen ve Hıristiyanlık, Yahudilik veya diğer din ve görüşlerle benzeşen bir nokta bulduklarında bunu, demek ki İslam, falan dinden alıntı yapmış şeklinde değerlendirmelerde bulunmuş, hiçbir benzeşme görmedikleri hususları da ilahi vahye dayanmayan ve tamamen doğal şartlardan kaynaklanan veya Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih in ya da Müslümanların hayat şartlarında şeklini bulmuş kurallar şeklinde yorumlamışlardır!
Oryantalistlerde bu tür ifade ve beyanlara sıkça rastlamak mümkündür; Kuran, vahiy ve sünneti beşeri fikirlermişçesine takdim eden bu tür oryantalist vecizelerinin tamamına değinebilmek için ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir aslında. Bu örneklerle şunu açıklamak istedik: Oryantalistlerin bu tür tespitleri genellikle bir inceleme hatası değil, kimi zaman önceden hesaplanmış tavırlar, kimi zaman da araştırma yöntem ve prensiplerinin doğru olmayışından kaynaklanmaktadır ki Yahudi veya Hıristiyan bir oryantalistin elinde ister istemez böylesi sonuçlar doğmaktadır. İşte bu noktada Müslüman araştırmacılar İslamın vazgeçilmez hakikatlerini savunmak için kaleme sarılmalı bunun dînî ve ilmî vazife olduğu bilincini taşımalıdırlar. O zaman oryantalistlerin yöntem veya prensip hatalarını kolaylıkla tespit ederek İslamın hakkaniyetini herkese ispatlama imkanı doğar. Oysa iş tam tersine olmuş ve bazı Müslüman yazarlarla aydınlar, oryantalistlerin İslama yönelik bu aşikar saldırılarına karşı koyacakları yerde onları samimi araştırmacılar ve tarafsız bilim adamları (!) olarak kabul edip kendi eser ve konuşmalarında sürekli oryantalistlerden iktibaslarda bulunup görüşlerini belge kabul etmek suretiyle onların gündemde tutulmasına vesile olmuş ve bu şarkiyatçıların İslam düşmanı fikirlerinin Müslüman toplumlara sızmasında araç olmak gibi büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bunun en bariz örneklerinden biri yüce İslam dininin Mehdilik inancıdır. Müslüman yazar ve aydınların bir kısmı bu hususta Yahudi ve Hıristiyan şarkiyatçıların görüşlerini olduğu gibi esas almış, kendi dinlerinin naslarına dayanacakları yerde, tutup oryantalistlerin kıstaslarına sarılmışlardır. Daha önceki bahsimizde bu kıstas ve maksatlı görüşlerden birkaç örnek vermiştik: şimdi kimi Müslüman yazarların Mehdilik konusundaki özel görüşlerini aktaracak ve bunların, söz konusu şarkiyatçıların görüşleriyle ne kadar benzerlik gösterdiğini ve onları nasıl yansıttıklarını, hatta bu Müslüman yazarların kendilerinden bir tek cümle dahi eklemeye ihtiyaç duymadıklarını hep birlikte göreceğiz:
Yahudi, Hıristiyan veya maddeci oryantalistlerin birtakım önyargı ve art niyetlerden hareketle yanlış neticelere ulaştıkları ve alabildiğine eleştirerek, her zaman yaptıkları gibi Yahudilik, Hıristiyanlık veya benzeri başka batıl inançtan iktibas edildiğini veya maddi şartların doğurduğu kaçınılmaz neticeler ya da siyasi ve sosyal emellerin şekillendirdiği beşerî inanç ve zeka ürünleri şeklinde tahrifatlarla tanıtmaya çalıştıkları nice islâmi meselelerden biri de Mehdilik konusudur.
Mesela Mc Donald... şöyle der: Emeviler döneminde İslam devletinin adalet ve beraberlik yetersizliği, son zamanda Mehdinin ortaya çıkacağı fikrinin oluşmasının sebeplerinden olacağı büyük bir ihtimaldir.
Goldziher de fikrini şöyle açıklar: Aslında Yahudi ve Hıristiyan motiflerden doğup etkilenmiş olan Mehdilik düşüncesi, Zerdüştlüğün kalıplarından da etkilenip hayalci insanların hayal ürünleriyle de yoğrulunca ortaya bugünkü Mehdilik destanı çıkmış oldu! Sonra da Peygamber hadislerinden Mehdiye dair sözler bulunulmuş, ancak bu hadislere sahih hadis kitaplarında rastlamak mümkün değildir. [34]
Van Volter aynı doğrultuda hareket ederek şöyle der: Doğulular kehanet ve bilinmeyen gelecekten haber vermeğe ruhî yönden eğilimlidirler. Bu yüzden kurtarıcıya inanmak doğu tabiatına uygundur. Bu ise o yörelerde bulunan cehalet ve zulümden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden bu tür inançlar eski doğu halkları arasında varola gelmiştir. Volter şöyle diyor. Abbasi hükümdarlarının zulmü Emeviler dönemindeki zulümden az olmamıştır. Bu ise, halkı yeni Abbasi düzenin zulmünden kurtulmak için Mehdilik inancına sarılmaya sevk etmiştir. Böylece oryantalistlerin Mehdilik konusuyla ilgili görüşlerinin şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Bazı oryantalistlere göre İslamda Mehdilik inancı Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alınma bir inançtır.
2- Kimi oryantalistlere göre de Mehdilik inancı o çağlarda mevcut zulüm ve baskı ortamının şartlarından kaynaklanmış sosyal bir tepkimedir ve dînî hakikati yoktur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, tarafsız araştırmacılar olduğu(!) zannedilen bu oryantalistler; kendi bâtıl dinleri ve hizmet ettikleri malum odaklardan aldıkları direktifler doğrultusunda İslamı ve Kuranı zaten reddetmekte ve bunları Yahudilik, Hıristiyanlık veya insan zekasının ürünü olarak telakki ettiklerinden, bundan başka bir tavır sergilemeleri ve gerçeğe yakın olmaları da beklenemez elbet. Esasen söz konusu oryantalistlerin Mehdilik konusunda bundan farklı bir tutum sergilemeleri şaşırtıcı olur.
Söz konusu oryantalistlerin doğulu taklitçileri de Mehdilik konusunda onların fikirlerine destek verip onların bâtıl bulgu ve verilerini savunmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Aradaki tek fark, oryantalistlerin aksine, söz konusu taklitçilerin kendilerine Müslüman bir araştırmacı görünümü vermeleri ve İslamî meseleleri Müslüman bir aydın ve yazar unvanıyla tahrif etmiş olmalarıdır! Mesela Ahmet Emin şu iddiada bulunur:
Şiayı Mehdilik fikrini çıkarmaya ve ona sarılmaya sevk eden şey, Alinin öldürülmesi, Muaviyenin başa geçmesi, Hasanın ona biat etmesi, sonra Hüseyinin şehit düşmesi, Emevilerin aleyhine yapılan hareketlerin yenilgiyle sonuçlanması ve onların iktidarı ellerinde bulundurmaları gibi vakıalar neticesinde oluşan Şianın durumu olmuştur.
Yine onun öğrencisi olan Sad Muhammed Hasan da, Mehdilik inancını kimi zaman Yahudilik ve Hıristiyanlığa bağlamaya çalışmakta, kimi zaman da zulüm şartlarının doğurduğu zihnî bir hayal ürünü olarak değerlendirme yoluna gitmektedir.
Türkiyeli yazarlardan Ethem Ruhi Fığlalı da Margolouthun görüşlerini aynen iktibas etmiş ve ondan etkilenerek şöyle demiştir:
Hz. Hüseyin aleyhis-selâm ın Kerbelâda Hicri 61. (M. 680) yılında Emevilerce şehit edilmesi, Müslümanları hakikaten çok sarsmış ve bir kurtarıcıya ihtiyaç, acil hale gelmişti. [35]
Ve bir başka yerde de şöyle diyor: Mutlak müstebit idarecilerin hükmü altında ezilen kitleler, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir kurtarıcıyı, yani Mehdiyi daima beklemişlerdir. [36]
İşin ilginç ve üzücü tarafı sayın Fığlalının bu görüşlerine Kuran ve sünnette delil bulamadığından bir oryantalisti nass kabul etmesi ve bu satırlara belge olarak aktardığı dipnotta W. Madelungın fikirlerini ölçü ve dayanak almış olmasıdır!
Görüldüğü gibi bu aydınların Mehdilik konusundaki tutumları Yahudi ve Hıristiyan oryantalistlerin tavırlarıyla temelde aynı olup fazla bir farklılık arzetmemekte ve ana fikri diğerlerinden almış bulunmaktalar. Halbuki Mehdilik hakikatinin inkarı, ve bunu Yahudilik veya Hıristiyanlıkla açıklama, ya da zalim ve zorba egemenlerin doğurduğu şartların sosyal bir tepkisi şeklinde değerlendirme hatasına İslam tarihinde rastlamak mümkün değildir; bilakis; İslamın temel inançlarından olan Mehdilik hakikatinin inkarı Yahudilik ve Hıristiyanlıktan iktibas edilmiş bir tahrif ve saptırmaca olup; Mehdiliği inkara kalkışan İslam camiasındaki yazarların tamamı, bu fikirleri ya Hıristiyan yada Yahudi yazarlardan almışlardır.
Bu alanda Said Eyyub da diyor ki: Aldatıcılar aleminde bilginlik ve dürüstlük maskesi altında kültürümüzü tamamen çürütmek isteyen niceleri vardır. Batılı Goldziher ve Volter gibi bazıları Mehdilik fikrini reddettikleri için, burada da bir takım aydınlar onlara uymuşlardır. Bunun nedeni ise bunların hep Batıdan ne gelirse ona hayranlık duydukları içindir. [37]
Birkaç noktaya dikkat edilecek olursa mesele daha kolay anlaşılır:
Her şeyden önce; verilen örnek ve belgelerin ortaya koyduğu bu tür iddiaları ilk başlatanların daima batılı Hıristiyan veya Yahudi yazarlar olduğunu açıkça bilinmesi ve Müslüman geçinen taklitçi yazarlarında daima onları izlemiş ve düşüncelerini taklit etmiş olmaları gerçekten de çok üzücü ve acı bir olaydır; ne yazık ki gözden uzak tutmamak gerekir. İkinci önemli nokta ise, bu taklitçi yazarların gerçekte batı kültürüne hayran, batılı araştırmacı ve yazarların fikirlerinden kolayca etkilenen tipler olmasıdır.
Üçüncü nokta da, söz konusu batı hayranı bu taklitçilerin; Yahudi ve Hıristiyan oryantalistleri gerçekten ciddi birer araştırmacı ve bilim adamı zannetmesi ve onların yazılı eserlerini bilimsel ve ciddi eserler olarak telakki etmesidir. Bu nedenledir ki mezkur yazarlarla sözde aydınlar, çeşitli İslamî konularda, ve bu cümleden olmak üzere bilhassa Mehdilik konusunda fikir yürütürken hep bu konuyla ilgili belgelerini oryantalistlerin inceleme beyanatlarında arama yoluna gitmişler, her nasılsa bunun kendilerine entelektüel bir prestij kazandıracağını ve o zaman daha bir aydın (!) görüneceklerini düşünmüşlerdir!
Mesela Ethem Ruhi Fığlalı Mehdilik mevzusuna ayırdığı 22 sayfalık görüşlerinde tam 24 yerde Mc. Donald ve Goldzhceir gibi oryantalistlerin görüş ve beyanatlarına atıfta bulunmuş ve İslama ve İslamî meselelere nasıl baktıklarını gösterme yoluna gitmiştir!! [38] Mehdiliğe inananları bu inancın ispatı için Kuran ve sünnete başvururken; Mehdiliği inkâr edenlerin, bunu ispatlamak için Yahudi ve Hıristiyan yazarlardan destek ve senet araması bile, aklı selim sahibi insanlar için yeterince açıklayıcı ve düşündürücüdür. Hal böyle iken, bu iki kutuptan hangisinin İslâmî ve hangisinin Yahudilikten kaynaklanmış olduğu apaçık ortadadır zaten.
Ethem Ruhi Fığlalı Türkiyede Hz. Mehdi aleyhis-selâm ı inkâra kalkışan yazarların başta gelenlerinden biridir; ve bilindiği üzere bugün Türkiyede Hz. Mehdi aleyhis-selâm ı inkâra yeltenenlerin tamamına yakın bir kısmı görüşlerini ondan almış olup, iddialarını onun görüşlerine dayandırmaktadırlar. Bu nedenle söz konusu yazarın mezkur mevzu etrafındaki görüşlerinin ciddi bir değerlendirmesini yapmanın gerekli ve faydalı olacağı inancındayız.
Ethem Ruhî Fığlalının bu konudaki en önemli menfiliği, öne sürdüğü görüşlerini Kuran ve sünnetten değil, Yahudi ve Hıristiyan oryantalistlerden alması ve olaya onların penceresinden bakmasıdır demiştik. Bunun yanı sıra söz konusu yazarın görüşlerinde kimi zaman meseleyi saptırma, kimi zaman da hakkı batıl gibi gösterme gayretleri de var ki; bunlardan birkaçını aktarmamız yeterli olacaktır sanıyoruz:
Ethem Ruhi Fığlalı Bey son hükmünü zaten önceden vermiş olduğu yüce İslamın vazgeçilmez hakikatlerinden olan Mehdilik gerçeğini inkar edip Müslüman halkın bu temel konu çevresindeki inançlarını tezyif yoluyla zihinleri bulandırmaya çalıştığı için; tıpkı oryantalistlerle doğulu taklitçilerinin yaptığının aynısını yapmakta ve Mehdilik inancının bir İslam inancı olmadığını iddia yoluna giderek bu inancın Yahudilik ve Hıristiyanlık inançlarından İslama geçmiş olduğunu söylemek istemektedir. Ancak, bunu doğrudan doğruya söylemeye cesaret edemediği ve bu yöntem de artık kalıplaşmış bir oryantalizm oyunu olarak yeterince tanındığı için Ethem Fığlalı Bey oyunu biraz daha zarif kurallarla oynamakta ve oryantalistlerin görüşlerini aktardıktan sonra bu görüşleri kesin ifadelerle reddetmeyerek bu kanaatlarına katılmak pek mümkün görülmemektedir şeklindeki ifadelerle meseleyi muğlak ve şüpheli bir sınırda bırakmayı tercih etmektedir. Yazar, ilginç bir yönteme daha başvurarak Mehdilik inancının Yahudilik veya Hıristiyanlıktan kaynaklandığına katılmadığını söylemekte, ama bunu söylerken hemen ardından oryantalistlerin aksi cihetteki görüşlerini de dipnot düşmekten kendini alamayarak dolaylı empoze yöntemine başvurmaktadır. Bununla da yetinmeyen Fığlalı, garazkâr yazarların sık sık düştüğü bir konuma daha tenezzül etmekte ve Mehdilikle ricat inancını karıştırmaya çalışarak oryantalistlerden geriye kalmamaya gayret etmekte ve İtikadi İslam Mezhepleri adlı kitabında şöyle demektedir:
Daha sonraki devirlerde oldukça yaygınlaşan bu Mehdi fikri biraz sonra da temas edileceği üzere dönüş, yani ricat inanışı ile de karışık olmuş ve kurtarıcı olarak yeni bir şahıs beklemek yerine ölen, fakat ölmediğine inanılan bir kimsenin yeniden gelişi ve dönüşü şeklinde anlaşılmaya başlamıştır. [39]
Fığlalının buradaki kelime oyunu her ne kadar ustaca planlanmışsa da az bir dikkatle kolayca farkına varılabilmekte ve saptırmak istediği mesele olanca çarpıklığıyla göze çarpmaktadır. Çünkü ricat inancı Fığlalının kelime oyunuyla tahrif etmeye çalıştığı gibi Ölen, ama ölmediğine inanılan kimsenin yeniden gelişi (s: 267) değil; ölen ve öldüğüne de inanılan kimsenin yeniden gelişi ve dünyaya dönüşüdür ki sayın Fığlalı şu ifadelerinde de aynı hataya düşmekten kurtulamamaktadır:
Daha sonra, kurucusu olarak kabul edildiği Keysaniye fırkasınca ölümü inkar edilmiş ve ölmez olarak Radva Dağına yerleştirilmek suretiyle, orada döneceği zaman beklenir olmuştur. Böylece Muhammed b. el-Hanefiyye, daha sonraki İsna Aşeriyye Şiilerinin gizli İmamı gibi el-Mehdiyyul Muntazar, yani Beklenen Mehdi haline gelmiştir. Tabi bu durumda Mehdilik fikrine ricat inanışının da sokulmuş olduğu ve bilhassa Şiilerce gizli İmamları için benimsendiği görülmektedir
Görüldüğü gibi Fığlalı burada ricati ölen ve ölmediğine inanılan birinin dönüşü şeklinde saptırırken İmamiye Şiâsının Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkındaki inancını saptırmakta, zuhur ve gaybet olayıyla ricat meselesini kasıtlı bir şekilde birbirine karıştırarak bu konuları çok iyi bilmeyen Müslümanın zihninde şüphe ve inkar izleri bırakmayı planlamaktadır. Daha sonra da Mehdilik ve ricat konusunu karıştırarak, ricatin tamamen Yahudi ve Hıristiyan inancı olduğunu iddia etmektedir. Bununla varacağı sonuç ise esasen Mehdi inancını Yahudilikle Hıristiyanlığa bağlayarak, önceden plânlandığı şekilde zihinleri iğfal etmek olacaktır. Nitekim ricat konusunda, belirttiğimiz gibi çarpıttıktan sonra Fığlalı Bey, ağzındaki baklayı nihayet çıkarmakta ve Şüphe yok ki ricat, daha önce de ifade edildiği gibi, tamamen bir Yahudi ve Hıristiyan akidesidir deyivermektedir!
Dolayısıyla, Fığlalı beyin, nice zahmetlere katlanarak ne yapıp edip Mehdilik konusunu ricate ve ricat konusunu da Yahudilik ve Hıristiyanlığa irca ettiğini görüyoruz. Fakat üzücü olan nokta, Fığlalının, yıllarca tahsil ve araştırmalarında sonra Şianın en seçkin inançlarından biri olan Mehdilik konusundan habersiz oluşu ve Şiadaki Mehdilik inancının ricat meselesiyle hiç bir ilgisinin olmadığını bilmeyişidir. [40]
Burada şunu belirtelim ki, Mehdilik inancı, gaybet ve zuhur meselesi ricat meselesinden tamamen farklı olduğu apaçık bellidir. Mehdilik inancı, gaybet ve zuhur konusu şu anlamdadır: Hz. Mehdi doğumundan bugüne kadar ve zuhur edip dünyayı adaletle dolduracağı güne kadar yaşıyor ve yaşayacaktır. Fakat şimdi o yaşadığı halde gaybettedir; yani insanların arasında olup onların toplantılarına katılıp, hacda hacılar arasında olmasına rağmen insanlar her ne kadar onu görseler bile tanımazlar, o da özel bir takım maslahatlardan dolayı kendisini tanıtmaktan sakınmaktadır. O bir gün zuhur edecek, o gün insanlar onu Mehdi olarak tanıyacaklar ve o yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
Ama ricat ise şu anlamdadır: Sırf iman veya sırf küfürle dünyada yaşadıktan sonra ölen bir grup insan, Allahın emriyle mümin olanların izzetle ve kafirlerin ise zilletle yaşaması için dirilerek dünyaya döneceklerdir. Dolayısıyla Fığlalının ricatı Ölen, fakat ölmediğine inanılan kimsenin yeniden gelişi şeklindeki tanımı tamamen yanlıştır. Ricatın doğru tanımı Ölen ve öldüğüne inanılan kimsenin yeniden gelişidir. Bunun da Şiânın, Hz. Mehdinin yaşadığı ve bir gün zuhur edeceğiyle ilgili inancıyla hiç bir ilgisi yoktur. Ayrıca, ricat ve Hz. Mehdinin zuhuru ikisi de birbirinden tamamen farklı iki anlam olup mantık açısından bu ikisi arasında hiç bir bağlantı yoktur. Yani eğer ricate delalet eden hadisler olmasaydı, Hz. Mehdinin gaybet ve zuhuruna delalet eden hadislerden, bazı insanların öldükten sonra bir gün tekrar dünyaya gelecekleri kesinlikle anlaşılmamaktadır.
Dikkat edilmesi gereken diğer önemli nokta da şudur: İmamet ve Mehdilik inancı Şiânın inanç esaslarından biridir. Buna göre Şiâ, Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten sonra ilmî ve siyasî merciliğin on iki İmama mahsus olduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla, Kuran tefsirinde, doğru sünneti yanlışından ayırt etmede, fıkıh, kelam ve diğer dinî alanlarda Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten sonra on iki İmama ve bunlardan biri olan Hz. Mehdi aleyhis-selâm a müracaat etmeği farz bilmektedir. Ricat meselesi Şianın Ehl-i Beytin hadislerine inanmasından kaynaklanan ayrıntılardan sadece birisidir. İşte bu yüzden, ricat konusunu hiç bir zaman İmamet ve Mehdilik inancıyla aynı sırada kabul edemeyiz.
Müslümanların Kuran ayetleri, Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilen hadislere dayanarak görüş birliği içerisinde olduğu meselelerden biri, Hz. İsanın göğe çıkarıldığı ve bir gün yeryüzüne ineceği inancıdır. -Bu inancın delillerine ileride değineceğiz.- İslama göre Yahudiler Hz. İsayı öldürmemiş, çarmıha germemişler, aksine, Allah Teala onu ruhu ve bedeniyle göğe çekmiş, o, ahir zamanda gökten inerek Hz. Mehdinin yardımına koşacak, onun İmametinde namaz kılacaktır. Ne yazık ki Fığlalı tarafından bu İslamî inanç da İslamın Mehdilik inancı gibi şüpheye düşürülmüş ve hatta bu inancın bir İslam inancı olduğu inkâr edilmiştir. Fığlalı ilk önce ayetlerin açıkça Hz. İsanın (ruh ve bedeniyle) göğe çıkarılmasına delaletini inkâr ederek kitabının 264. sayfasında şöyle diyor:
Bir kere İsa b. Meryemin bedeniyle ve canlı olarak semaya çekildiği şeklinde bir açıklama bize bu konudaki ayetlerin sınırını oldukça zorlayan bir davranış gibi gözüküyor.
Ve buna dayanarak Hz. İsa aleyhis-selâm ın öldüğünü (bedenen göğe çıkarılmadığını) dolayısıyla Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökte olduğuna ve kıyametten önce yere ineceğine delalet eden hadisler bu ayetlerle çeliştiğini ve bu konu müfessirleri bu ayetleri tevil etmeye mecbur ettiğini ileri sürmüş ve dolayısıyla şöyle demişlerdir:
İsa b. Meryemin refi ve vefatıyla ilgili deliller yalnızca bu ayetlerden ibaret olsaydı bir bakıma mesela yoktu denebilirdi. Ama, hadislerde söz konusu edilen İsanın kıyamet gününden önce döneceğine dair hükümlerin varlığı müfessirleri ayetlerde geçen kelimelerin bilinen açık anlamları dışında tevil (yorum) yoluna gitmek ve ayetleri hadislerdeki görüşler istikametinde açıklamak zorunda bırakmıştır.
Hatta Fığlalıya göre Müslümanların Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzul ve inişiyle ilgili inancı tamamen Yahudi ve Hıristiyan inancıdır. Dolayısıyla ref (göğe çekilme) kelimesi geçen bir kaç ayeti naklettikten sonra şöyle diyor:
Görüldüğü gibi ayetlerde ref kelimesi daha çok manevi yükseklik, üstünlük ve üstte oluş anlamlarına gelmektedir. Buna rağmen bir kısım müfessirler Hz. İsanın geri gelişine (ricat) dair haberlerin gerçekleştirmesini veya başka bir ifadeyle doğrulamasını sağlamak için... insanları beşikte iken de, yetişkin iken de iyilerden olarak konuşacaktır (Âl-i İmran/46, Mâide/110) ve o kıyametin kopacağını bildirir ve (Zuhruf/61) ayetlerinin de işaret olduğunu belirtmişlerdir.
Görüldüğü gibi burada Fığlalı Hz. İsa aleyhis-selâm ın inişine inanmayı ricat bilmektedir. Başka bir yerde de ricatle ilgili inancını şöyle açıklıyor: Şüphe yok ki ricat daha önce de ifade edildiği gibi tamamen bir Yahudi ve Hıristiyan akidesidir.
Fığlalı bu ifadesini tekrarlayarak Kuranın sarih nasslarına ters düşen konumda ayak direnmekte, inat göstermektedir. Meseleyi tam tersine gösterip ayetlerde Hz. İsa aleyhis-selâm ın öldüğünü ve göğe çekilmediğini belirtildiğini iddia ettikten sonra, Fığlalı, Hz. İsa aleyhis-selâm ın canlı olarak göğe çekildiğini gösteren yeryüzüne nüzul ve inişiyle ilgili hadisleri önemsiz göstermeye çalışmakta ve bu hadisleri vahid haber şeklinde takdim ederek, ilgili eserinin 253. sayfasında nitekim, Deccalın çıkışıyla ilgili olan ahad haberlerde İsa b. Meryem aleyha selâm ın nüzulü açıkça belirtilmiştir demektedir.
Fığlalı, aynı kitabın 265. sayfasında da bu hadisleri ahad olarak tanımlamakta... Fığlalının; Hz. İsa aleyhis-selâm ın canlı olarak göğe çıkarıldığı şeklindeki Kuran ve İslam inancını çok açık olarak inkâr ettiğini ve şu görüşler üzerinde ısrarla durduğunu görmekteyiz:
a- Hz. İsa aleyhis-selâm ölmüştür.
b- Hz. İsa aleyhis-selâm ın göğe yükseltilmesi olan ref , onun canlı olarak; yani ruhu ve vücuduyla göğe yükselmesi değil; makam ve değer açısından yükseltilmesi demektir.
c- Hz. İsa aleyhis-selâm ın tekrar yeryüzüne ineceğini bildiren rivayetler ahad haberler olup anlamları da Kurana uymamaktadır.
Evet, Fığlalının mezkur konudaki görüşleri özetle böyle. Şimdi bunları Allahın kitabı ve Onun Resulünün sünnetiyle değerlendirelim:
Hz. İsa aleyhis-selâm ın öldüğüne dair Fığlalının öne sürdüğü tek delili Âl-i İmran suresinin 55. ayet-i kerimesinde geçen ve ruhun çıkarılması anlamına gelen teveffâ kelimesidir. Bu ayette meâlen şöyle buyruluyor:
Hani Allah, İsaya demişti ki: Ey İsa, doğrusu seni (ruhunu) alacak ve seni kendime yükselteceğim, seni küfredenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete değin, küfre sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde, aranızda ben hükmederim
Aynı kökün kullanıldığı bir ayet te Maide, 117deki, şöyle buyurulmaktadır:
...Onların içinde kaldığım sürece ben onların üzerinde bir şahidim, beni (ruhumu) alınca, üzerlerindeki gözetleyici, Sendin, sen her şeyin üzerine şahid olansın
Fığlalıya göre bu ayetlerde geçen Arapça müteveffik ve teveffeytenî terimleri açıkça Hz. İsa aleyhis-selâm ın ölümüne delalette bulunduğu halde, müfessirler, Hz. İsa aleyhis-selâm ın tekrar yeryüzüne ineceği yolundaki rivayetlere binaen Hz. İsa aleyhis-selâm ın öldüğünü inkâr etmiş ve bu ayetleri tevilde bulunmuşlardır.
Halbuki Kuran-ı Kerimde teveffâ terimi sadece ölüm anlamında kullanılmış değildir, aslında bu kelime vefa kökünden geliyor ve bir şeyi hakkıyla ve tamamıyla almak anlamındadır. Ölüm anında ruhun alınıp bedenin bırakılmasına teveffi ve vefat söylenmesi de bir nevi kinayedir ve ruhunu almak insanı tamamıyla almak mesabesinde olduğunu gösterir. Buna göre yukarıdaki ayette geçen müteveffike seni öldürecek değil de seni alacak anlamındadır ve diğer ayette geçen teveffeyteni beni öldürdüğünde değil beni alınca anlamındadır. Kuran-ı Kerimde de bu kelimenin kullanıldığı yerlere baktığımızda hem ölüm için ve hem de uyku için, yani bu kelimenin, ruhun bedenden her türlü alınışı için kullanıldığını görürüz; yani hem uyku, hem ölüm için aynı kelime geçer Kuranda. Nitekim Zümer suresinin 42. ayetinde her iki anlamda da kullanılmıştır:
Allah, ölümleri zamanında canları alır, ölmeyeni de uykusunda, Böylece kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar, öbürünü ise, belirlenmiş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda; düşünen olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.
Ayetin Arapçısında da görüleceği üzere, teveffâ kelimesi tekrarlanmaksızın ilginç bir şekilde hem ölüm, hem uyku halleri için kullanılmıştır. Bu da söz konusu terimin ölüm olduğu kadar uykuyu da ifade edebileceğini ortaya koymaktadır:
Binaenaleyh Hz. İsa aleyhis-selâm ın göğe yükseltilmesiyle ilgili ayetlerde geçen teveffâ teriminin ölümü ifade ettiğini söylemek mesnetsiz bir iddiadan ibarettir.
Teveffâ nın sadece uyku için kullanıldığı ayetse Enam suresinin 60. ayetidir, bu ayette de şöyle buyurulur:
Geceleyin sizin (ruhunuzu) alan ve gündüzün güç yetirip etkilemekte -yapıp kazanmakta- olduklarınızı bilen, sonra, adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi gönderen (yani uyandıran) da Odur. Sonra en son dönüşünüz Onadır. Sonra, yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir.
Kaldık ki, Mâide, 117de Benim dünya hayatıma son verdiğinde şeklinde meali tercüme edilmiş olan ayet-i kerimede, pekala Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten inişinden sonra ve kıyametten önce öleceğine işaret ediliyor olabilir.
Görüldüğü gibi Fığlalının Kuran müfessirlerinin bir takım rivayetlerden etkilenerek mezkur ayetleri tevil ettiği yolundaki iddiası gerçekle zerrece bağdaşmayan asılsız bir iddiadır, çünkü her şeyden önce, bu ayetler Hz. İsanın ölümüne delalette bulunmamaktadırlar, dolayısıyla de Hz. İsanın halihazırda hayatta olduğu ve yeryüzüne ineceği yolundaki hadis ve rivayetlerle bağdaşmadığını söyleyebilmek mümkün değildir.
Ayrıca, Fığlalının iddiası tamamen batıldır. Çünkü ayetin Arapçasında geçen teveffeyteni ve meteveffik cümlelerinin anlamı ister ölüm olsun, ister almak (başka bir tabirle ister Hz. İsa aleyhis-selâm ölmüş olsun ve ister olmasın) kesinlikle Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzul edeceğine delalet eden rivayetlerle çelişmemektedir. Çünkü bu rivayetler Hz. İsanın hayattayken gökten ineceğini bildirmektedir. Ama onun daha önce ölüp ölmediği rivayetlerin delaletinin sınırını aşar ve anlamını değiştirmez. Evet, rivayetler zımni olarak Hz. İsa aleyhis-selâm ın göğe bedenen yükselmiş olacağına, yani, Hz. İsa aleyhis-selâm ın zahir zamanda yere nazil olması için daha önce göğe çekilmiş olması gerektiğine delalet eder. Elbette, ref ayetleri Hz. İsa aleyhis-selâm ın göğe çekildiği konusuna iyice delalet eder ve gerçekte ref ayetleri Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzul edeceğine delalet eden hadislerin doğru olduğuna diğer bir tanıktır. Sonraki bölümde ref ayetleri hakkında daha geniş bilgi vereceğiz.
Kuran ayetleri üzerinde dikkatli bir incelemeden sonra Hz. İsa aleyhis-selâm ın diğer peygamberler arasında çok farklı bir konumu olduğu ve sadece ona özgü olan bu konumu kabul edebilmenin; ancak gaybe iman ve Allah Tealanın sonsuz kudret ve gücüne can-u gönülden inanmakla mümkün olabileceği görülür. Mesela Hz. Meryem selâmullahi aleyha hiçbir erkeğin dokunmadığı halde Hz. İsa aleyhis-selâm ı doğurmuş ve bugün bilinen tabiat kanunları ve pozitif bilimin sınırlarının ötesinde bir hadise vuku bulmuştur. Ama Fığlalı Bey ömrün süresinin uzun olmasını bile Allahın değişmez kanunlarına aykırı sayarak reddetmeğe kalkışıyor. [41] Oysaki, Allahın değişmez kanunları arasında yer alan her nefsin ölümü tadacağıdır. Ama Peygamberlerin ve bazı özel insanların Allahın iradesiyle ömrünün uzun oluşu hiç bir ilahi kanuna aykırı değildir. Hz. İsa aeyhis-selâm ın henüz beşikteyken konuşması ve peygamber olduğunu ilan etmesi, Allahın izniyle ölüleri diriltmesi, çamurdan yaptığı kuş şekillerine üfleyince canlanıp uçması, hep Fığlalının değişmez kanunlarına aykırı hakikatlerdir. [42]
Allah Tealanın izniyle Hz. İsa aleyhis-selâm ın gösterdiği bunca mucizeye inanan bir mümin; Allah Tealanın Hz. İsa aleyhis-selâm ı düşmanlarının elinden mucizemsi bir şekilde kurtarabileceğine ve onu canlı olarak göğe çekebileceğine de elbette ki inanır ve iman eder.
Kuranda apaçık bir şekilde beyan edilen bu mucizelere hiçbir mümin şüpheyle bakmaz ve Rabbul Âleminin her şeye kadir olduğunu, Onun izni sayesinde Hz. İsa aleyhis-selâm ın hayatının bu tür mucizelerle dolu bulunduğunu bilir ve buna can-u gönülden inanır. Bütün bu sarih hakikatlere rağmen Fığlalı Hz. İsa aleyhis-selâm ın canlı olarak göğe yükseldiğini inkar etmekte ve meseleyi manevî yücelme şeklinde tevil ederek ... bir kere; İsa b. Meryemin, bedeniyle semaya çekildiği şeklinde bir açıklama, bizce bu konudaki ayetlerin sınırını oldukça zorlayan bir davranış gibi gözükmektedir demekte ve ilahi mucizeleri pozitif bilim kurallarıyla açıklayamayınca bunları tevil yoluna giden seleflerinin yolunu izlemektedir. Nitekim 20ye yakın ayeti örnek vererek bunlarda geçen ref kelimesinin sadece manevî anlamda bir yükselmeyi ifade ettiğini iddia etmektedir. Şimdi, Fığlalının örnek olarak aktardığı ayetleri teker teker okuyalım ve bunların gerçekten sadece manevî bir yükselme anlamını taşıyıp taşımadıklarını hep birlikte görelim:
1- Sizden kesin söz almıştık, Tur Dağını üzerinize kaldırmıştık (tepenize yükseltmiştik) (refana), Bakara/63.
2- İbrahim ve İsmail Evin (yani Kabenin) temellerini yükseltiyordu (yerfeu), Bakara/127.
3- Söz vermeleri için Turu üzerlerine kaldırdık (refanâ), Nisa/154.
4- Ana babasını tahtın üstüne çıkardı (oturttu) (refaa), Yusuf/100.
5- Ey inananlar! Seslerinizi peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin (lâ terfaû), Hucurat/2.
6- O, göğü yükseltmiş (refaahu), Rahman/7.
7- Ve yükseltilmiş (merfûa) tahtlar üstündedirler, Vâkıâ/34.
8- Tavanını yükseltti (refaa) onu düzenledi... Nâziât/ 28.
9- Orada yükseltilmiş (merfûâ) tahtlar vardır., Gâşiye/13.
10- Göğün nasıl yükseltildiğine (rufiât) bakmıyorlar mı? Gaşiye/18.
Buraya kadar sıralanan ayetlerde de görüldüğü gibi yükseltme anlamında geçen ref fiilinin kökü bu on ayette hep maddî yükseltme, yukarı kaldırma, yukarı çekme, üzerine dikme ... vb. gibi anlamlarda kullanılmıştır.
Ref kökünün manevî anlamlarda kullanıldığı ayetler ise şunlardır:
1- Bu, İbrahime, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz (nerfâu), Enam/83.
2- Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan (refaa) Odur... Enam/165.
3- ... Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz (nerfaû)..., Yusuf/76.
4- Allahın, yükseltilmesine (turfaâ) ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde insanlar sabah-akşam Onu tesbih ederler, Nur/36.
5- ... Güzel sözler Ona çıkar, o sözleri de yararlı iş de yükseltir. (yerfauhu)... Fâtır/10.
6- ... Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık (refanâ) Zuhruf/32.
7- Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek (rafia) olan o hadisenin vukuunu yalanlayacak kimse çıkmaz... Vâkıa/1-3.
8- ...Allah, içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri, derecelerle yükseltsin (yerfaî) Mücadele/11.
Görüldüğü gibi bu 8 ayette de ref kökü sadece manevî anlamda kullanılmıştır.
Ama meselâ refenâ mekânen aleyhâ ayetinde geçen ref in anlamı ne tam anlamıyla manevî, ne de salt maddi bir yükseliş olmadığından bu iki şıkkın hiçbirinde yer vermedik.
Her iki bölümde yer alan ayetleri incelendiğinde, ref kelimesi daha çok maddî anlamda bir yüceliş ve yükselmede, kullanılmış olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fığlalının ayetlerde refe kelimesinin daha çok manevî üstünlük anlamında kullanıldığı yolundaki iddiası sadece yanlış değil; aynı zamanda gerçeğin tam zıddı bir yorumdur.
Bu ayetlerde her ne kadar ref kökü daha ziyade maddî anlamda kullanılmışsa da, bu kökün Kuranda genellikle maddî manada kullanılması, Hz. İsa aleyhis-selâm ın göğe yükselişinin de sadece maddî ve fizikî olduğu anlamını vermemektedir. Esasen ref veya Türkçesiyle yükselme kökü mutlak bir fiil olup salt maddî veya salt manevî bir anlamla yüklü değildir. Birlikte kullanıldığı isim veya sıfatın konumuna göre maddî veya manevî anlam ifade edebilir. Meselâ Kuranda Hz. Yusuf aleyhis-selâm ın annesiyle babasını tahta çıkarıp oturttuğu buyurularken kullanılan ref fiilinin manası, Hz. Yusufun onları manevî anlamda tahta çıkarttığı ve meselâ sosyal konum ve prestijlerini yücelttiği şeklinde değildir elbette; bilinen anlamda, fizikî olarak bir tahta çıkma ve oturmadır bu. Veya meselâ, Bakara 63le, Nisa 154te yine ref fiiliyle geçen Tur Dağının İsrailoğullarının üzerine yükseltildiği buyruğunda manevî bir mana kastediliyor değildir; yani Allah Teala İsrailoğullarının korkarak Ona teslim olması ve emirlerine uyması için Tur Dağının manevi değer ve konumunu yücelttiğini buyurmuyor burada; bilakis, Allahtan korkmaları için, bizzat Tur Dağını fizikî olarak yükseltip onların üzerine çıkardığını, tepelerine diktiğini buyurmaktadır. Hz. İsa aleyhis-selâm la ilgili ayetlerde kullanılan ref kelimesine gelince Hz. İsa aleyhis-selâm ın manevî makamı için mi, yoksa bizzat kendisi için mi kullanıldığına bakmak gerekir; o zaman bu yükselmenin manevi mi, yoksa maddî mi, olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır.
Söz konusu ayetlerde ref kelimesinin geçtiği ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın göğe çekilip yükseltildiği yerde onun manevî makam ve mevkisiyle ilgili bir ibare yer almıyor, bilakis, bizzat Hz. İsanın aleyhis-selâm kendisinin göğe çekilip yükseltildiği buyurulmaktadır. Evet, Yahudilerin öldürmek istediği, Hz. İsanın kendisi olduğuna göre Allah Tealanın kudret ve mucizesiyle kurtarıp göğe çıkardığı da bizzat Hz. İsa aleyhis-selâm ın şahsıdır. Nitekim Nisa suresinin 156. ayet-i Kerimesinde bu hakikat çok net bir şekilde anlatılmakta ve şöyle buyurulmaktadır:
Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, ama onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler. Bu husustaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir. Kesinlikle onu öldürmediler, bilakis, Allah onu kendi katına yükseltti. Kitap ehlinden olup da, ölmeden önce İsaya inanmayacak kimse yoktur.
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayet-i kerimede onu öldürmediler denilirken ondan kastedilen Hz. İsa aleyhis-selâm ın bizzat kendisidir, manevî makamı değil. Çünkü onu öldürmediler buyruğunda da Manevî makamını veya ruhunu öldürmediler gibi bir anlam kastedilmemektedir. Her iki cümlede de söz konusu edilen bizzat Hz. İsa aleyhis-selâm ın kendisidir; yoksa, fiillerin zamir ekindeki 3. tekil şahıs zamirini bir Hz. İsaya, bir de onun manevi makamına veya ruhuna şeklinde açıklamak gerekir ki böyle bir tabir dilbilgisi kurallarına tamamen aykırı ve böyle bir ibarenin Kuran-ı Kerimde yer alması düşünülemez.
Hz. İsa aleyhis-selâm ın bu göğe çekilme olayında sadece ruhunun değil, vücudunun da çekilmiş olduğunun bir diğer delili de, sırf ruhun göğe yükselmesi olayının sadece Hz. İsa aleyhis-selâm a değil, bütün peygamberlere mahsus bir olay olmasıdır; bütün peygamberlerin ruhu, vefatlarından sonra göğe yükselir. Halbuki vefatlarında şüphe bulunmayan ve ruhu kesinlikle göğe yükselmiş olan diğer peygamberlerin vefatı için Kuran-ı Kerimde refee veya refenâ tabiri kesinlikle kullanılmamıştır, bu tabirin peygamberler içinde sadece Hz. İsaya mahsus olması, onun ref i, yani yükselmesi ve göğe çıkmasının, bütün diğer peygamberlerin ruhunun göğe yükselmesinden farklı bir olay olduğunu gösterir ki, bu da onun ruhunun yanı sıra vücudunun da göğe yükselmiş olduğu manasına gelir. Aksi takdirde bütün peygamberlerin ruhu göğe yükseldiğine göre sadece Hz. İsa aleyhis-selâm için göğe çekildiği semaya yükseltildiği ve yukarıya çıkarıldığı tabirinin kullanılmış olmasının hiçbir ayrıcalığa delalet etmediğini söyleyebilmek elbette ki mümkün değildir.
Fığlalı, söz konusu eserinde Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulünün, Deccalın çıkışıyla ilgili hadislerde zımnen bildirildiğini ve bu hadislerin haber-i vahid olduğunu, anlamlarının da Kuran ayetleriyle bağdaşmadığını iddia ediyor.
Fığlalının bu iddiasının da tutarsız olduğunu ve hakikatle bağdaşır yanı bulunmadığını hemen belirtelim; zira Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzuluna delalet eden hadisler Ehl-i Sünnet kaynaklarında tevatür derecesine varmaktadır; nitekim Ehl-i Sünnet uleması da Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin tevatürlüğünü açıklarken veya meseleyi başlıca bir mevzu olarak ele alırken bu hususu özellikle vurgulamaktadırlar ki, biz burada söz konusu tanınmış alimlerden bazıları isimleri aktarmanın faydalı olacağı kanısındayız:
1- el-Hafız b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Âbırî: Hz. Mehdi aleyhis-selâm , Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulü ve Deccalın hurucu ile ilgili hadislerin tevatür derecesine vardığını tespit eden bu alimden daha önce de söz etmiştik.
2- Gazi Muhammed b. Ali el-Şevkânî: Bu Ehl-i Sünnet alimi de yukarıdaki üç mevzuu ele aldığı Beklenen Mehdi aleyhis-selâm , Deccal ve Hz. İsa aleyhis-selâm la İlgili Hadislerin Mütevatir Oluşunu Açıklama adlı eserinde aynı noktayı vurguluyor.
3- Ebu Abdullah Muhammed b. Cafer el-Ketânî el-Mâlikî.
4- Mümin b. Hasan Mümin el-Şeblencî faydalar başlığı altında şöyle diyor:
a) Savaikte şöyle demiştir: Doğru olan görüş Mehdinin gelişinin İsanın inişinden önce oluşudur. Bazıları ise sonra olduğunu söylerler.
b) Hadisler Peygamberden tevatür haddine ulaşmıştır ki, Mehdi Peygamberin Ehl-i Beytindendir ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
c) Hadislerde tevatür şeklinde yer aldığına göre Mehdi Şamdaki Filistin toprağında Led kapısında Deccalı öldürmek için İsaya yardım edecektir.
5- Keşmirî: Hz. İsa aleyhis-selâm ın Nüzulüyle İlgili Mütevatir Hadisler Üzerine adlı eserinde.
Bütün bunlar bir tarafa, Ehl-i Sünnet nezdinde Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhuruyla Deccalın çıkışına dair hadislerin konusunu pekiştiren önemli kaynak sahihlerdir; Sahih-i Müslim ile Sahih-i Buhari de bu konuya dair nakledilen hadisler tevatür haddine varacak kadar çok ve nettir.
Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulüyle ilgili mütevatir hadislerin içeriğinin Kuranla bağdaşmadığı konusuna gelince; Fığlalı Beyin diğer iddiaları gibi bu da boş ve kof bir iddia olup gerçeklere tamamen aykırıdır. Nitekim bahsimizin daha önceki bölümlerinde Nisa suresinin 158. ayetiyle Âl-i İmran 55te Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulüyle ilgili ayetlerde, onun ruhu ve bedeniyle göğe çıkarılmış olduğunun belirtildiğini vurgulamıştık; bu incelemeden sonra söz konusu hadislerle ayetler arasında hiçbir uyumsuzluğun bulunmadığı kolaylıkla anlaşılmaktadır; Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten nüzul edeceğine dair eldeki hadislerle Kuran ayetleri arasında tam bir uyum olup her ikisi de birbirini pekiştirici niteliktedirler. Bu nedenledir ki Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten ineceği yolundaki İslam inancı, aslında Ehl-i Sünnet akidesinin vazgeçilmez inançları arasındadır ve usulden sayılır. Şiada da aynı inanç, aynı hadde mevcuttur; ancak, Şiada eksen konu, Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhurudur ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten inişi olayı, Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhurunda vuku bulacak yan olaylardan biri durumundadır. Her halükarda Ehl-i Sünnet itikadına sahip bir Sünni ve Ehl-i Beyt itikadına sahip bir Şii içini Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten ineceği gerçeğini de inkar edebilmek mümkün değildir.
Fığlalı diyor ki: Hadisler Mehdinin kimliği hakkında da ayrılık göstermektedir. Sınıflandırıldığı takdirde:
a- Hasan b. Alinin.
b- Hüseyin b. Alinin.
c- Abbas b. Abdulmuttalib oğullarından birinin.
d- İsa b. Meryemin.
e- Veya adı belirtilmemiş ve fakat İslamın zaferi için uğraşan her iyi ve doğru kişinin Mehdi olduğu, yahut da olabileceği anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi mevcut haberlerden bunların bütünüyle sahih olduklarını söyleyebilmek ve ihtiva ettikleri mübalağa, tutarsızlık, târihi ve içtimaî uygunsuzluk sebebiyle, bunların doğrudan doğruya Hz. Peygamberden bu şekilde söylendiklerini ifade edebilmek, bize göre fevkalâde güç olmaktadır. [43]
Evet, böyle diyor Fığlalı... Rical ve diraye ilminin bilinen kuralları dikkate alınırsa Hz. Mehdi ile ilgili hadisler konusunda bu tür önyargılarda bulunmanın ilmî bir gerçeklik taşıyamayacağı kolaylıkla anlaşılır. Çünkü bu bilimlerde sırf falan meseleden veya müşkülden söz etmek yetmez, birtakım özel kıstaslar ve prensipler yardımıyla hadisler arası ihtilaflar veya benzeri meseleler -tabi eğer gerçekten varsa- halledilerek meselenin aslı ortaya konulur. Halbuki Fığlalı bilerek veya bilmeyerek bu kıstasları görmezden gelmiştir. Her hal-ü kârda, şimdi ele almak istediğimiz bir kaç noktaya dikkat edilir ve sahih mütevatir hadisler de dikkate alınırsa İmam Mehdinin kimliğinin gayet net olduğu ve Fığlalıyla benzerinin iddia ettiği gibi bir belirsizliğin söz konusu dahi edilemeyeceği görülecektir:
Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında Hz. Resul-ü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih ve onun Mutahhar Ehl-i Beytinden Şia ulemasının naklettiği hadislerin tamamı birbiriyle mutabık ve uyumlu olup her hadis bir diğerinin sıhhat ve doğruluğunu onaylayıcı ve pekiştirici niteliktedir. Bu hadisler tıpkı bir sistemin parçaları gibidirler, her birinin konumu dikkatle incelendiğinde, diğerinin konum ve işlerine ışık tutmakta ve biri diğerini onaylamaktadır. Şia kaynaklarında İmam Mehdi aleyhis-selâm la ilgili olarak kayıtlı bulunan hadislerden şu gerçekler sarih olarak anlaşılmaktadır:
a- Hz. Mehdi, Abbas b. Abdulmuttalip oğullarından değil, Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in neslinden ve Hz. Ali aleyhis-selâm la Hz. Fatıma aleyha selâm ın evlatlarındandır.
b- İmam Hasan aleyhis-selâm ın değil, İmam Hüseyin aleyhis-selâm ın soyundan gelmektedir.
c- Hz. Mehdi zuhuru sırasında gökten nazil olup inecek olan Hz. İsa b. Meryem aleyha selâm Hz. Mehdinin yakın yardımcılarından seçkin yaranlarından olacaktır.
d- Hz. Mehdi, Ehl-i Beyt İmamlarının 12.si ve İmam Hüseyin aleyhis-selâm ın soyundan 9. İmam olup, İmam Bâkır aleyhis-selâm dan sonra 7. ve İmam Rıza aleyhis-selâm dan sonra 4. İmamdır.
Hz. Mehdi konusunda Şia kaynaklarında kayıtlı bulunan sahih hadisler o kadar, net ve detaylıdır ki, bu hadislerin yardımıyla, doğumundan Küçük Gaybet ve Büyük Gaybet dönemlerine, hatta zuhur alametlerine, zuhur çağının nasıl bir çağ olacağına İmam Mehdi aleyhis-selâm ın zuhurdan sonra neler yapacağına ve genel programının ne olduğuna dair bütün bilgileri teferruatlarıyla bulabilmek mümkündür.
Bütün bunlar uyum, Ehl-i Beyt İmamlarının ilminin tamamen uyumlu ve birbiriyle mutabık olduğunu göstermesinin yanı sıra bu rivayetlerin tamamına yakın kısmının kesinlikle sahih olduğunu ve bunlar arasında uyduruk rivayetlerin çok nadir bulunduğunu ve Şianın İmam Mehdi aleyhis-selâm hakkındaki inançlarının ispatı için Şia kaynaklarında geçen ilgili hadislerin yeterli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kaynaklardaki hadisler, Ehl-i Sünnet kaynaklarına müracaata gerek bırakmayacak kadar çoktur. Nitekim Şianın bu hususta Ehl-i Sünnet kaynaklarından da hadis nakletmesinin nedeni meselenin bizzat Ehl-i Sünnet için de kolayca anlaşılmasını mümkün kılıp, hücceti tamamlamak ve Şia inançlarının çoğunun ispatını, bizzat Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki belgelerle mümkün olduğunu bilfiil göstermek içindir.
Mehdilik ve İmamet, İslam dininin en hassas ve en kritik konularındandır. Taşıdığı siyasî ve kültürel önem nedeniyle çeşitli siyasî grup ve akımlar tarafından azami ölçüde kullanılan ve siyasi amaçlara malzeme edilen konuların başında gelmiştir. Mevcut karineler, İslam tarihi boyunca daha ziyade iki akım ve grubun bu inancı kendi amaçları doğrultusunda kullandıklarını göstermektedir. Bunlardan birincisi siyasi iktidarı elinde bulunduran halifeler, ikincisi de bu halifeler için daima bir tehdit unsuru olagelen Zeydîler olmuştur. Bu iki kesim iktidar için her yola başvurmuş, hiçbir yöntemden kaçınmamışlardır. Her iki grup da nebevî hadisleri tevil yoluyla veya hadis uydurma veya rivayetleri tahrif etmek suretiyle Mehdinin kendilerinden olduğunu iddia etmişlerdir. Hulefa arasında Abbasilerin sahte Mehdisiyle Zeydilerin Muhammed b. Abdullahı, bu konuda verilebilecek en bariz örneklerdir; bunların ikisi de Mehdilik iddiasına kalkışarak iktidar tek amaçları İslamî inançla oynamaktan çekinmemişlerdir. Yegane gayeleri sırf iktidarı ele geçirmek veya elindeki iktidarı korumak olan bu iki güruhun karşısında yer alan grup Ehl-i Beytin yolunu izleyen Şiiler olmuştur; İmamiye Şiası Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in sahih sünnetini öğrenmek için özellikle onun Ehl-i beytine müracaat etmiştir. Masum Ehl-i Beyt İmamları bu sahte Mehdilik iddialarını daima reddetmiş ve gerçek Mehdinin Ehl-i Beyt İmamlarının on ikincisi olduğunu daima vurgulayarak Hz. Mehdinin bütün vasıf ve özelliklerini ayrıntılarıyla Müslümanlara anlatmış, böylece gelecekte vukuu muhtemel her nevi sapma veya saptırma girişimlerinin gerçek yüzünün anlaşılmasını mümkün kılmışlardır. Şia hadis kitapları, Ehl-i Beyt İmamlarının bu tür irşat ve bilinçlendirme örnekleriyle doludur, bu örnekler dikkatle incelendiğinde, söz konusu iki siyasi akımın Şia kaynaklarına sızmayı başaramamış olduğu görülür. Ne var ki hilafet akımı Ehl-i Sünnetin hadis kitaplarına, Zeydilik akımı da Zeydiyenin kitaplarına nüfuz etmenin yolunu bulmuş ve bu iki akım, bu iki ekol üzerinde gözle görülür tesirler bırakmıştır. Nitekim her iki mektebinde de hadis kitaplarında, Hz. Mehdinin Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in evlatlarından ve onun Mutahhar Ehl-i Beytnin İmamlarından olduğuna dair çokça hadis kayıtlı olmasına rağmen Mehdinin Emevilerden, Abbasilerden veya Zeydiye İmamlarından biri oduğuna dair bazı rivayetlere de yer yer rastlanmaktadır ki, bu iki siyasi ekolün İslam kültüründe bıraktığı izler dikkate alınacak olursa bu tür rivayetlerin varlığına pek şaşılmaması gerektiği de kolayca anlaşılır tabi. Bu akımların bin küsür yıllık bir geçmişle İslam ümmetinin sosyal ve kültürel hayatında hiçbir iz bırakmamış olması esasen mümkün değildi zaten. Öyleyse bugün Ehl-i Sünnet kitaplarındaki hadislerde Hz. Mehdi hakkında yer yer görülen tutarsız rivayetlerin en önemli nedeni; tarih boyunca halifeler ve iktidar sahiplerinin bu kitaplara nüfuz edebilmiş olması ve Mehdinin Hz. Resulullahın sallâllâhu aleyhi ve alih soyundan ve Hz. Ali aleyhis-selâm ile Hz. Fatıma aleyha selâm ın evlatlarından olduğuna dair bu kitaplarda geçen onca sahih hadisin arasına; Mehdinin Emevi veya Abbasi halifelerinden biri olduğuna dair birtakım uydurma hadisler sokuşturulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat, daha sonra da etraflıca açıklayacağımız üzere bu iktidar düşkünü uydurma Mehdiler, bütün dünyaya adaleti yayamadıkları, esasen beklenen ve vaat olunan Mehdi aleyhis-selâm ın diğer işaret ve vasıflarına da sahip olmadıklarından meselenin aslı anlaşılmakta gecikmemiş ve Ehl-i Sünnet uleması bu uyduruk hadisleri ya ret veya tevil yoluna gitmiş ve tabi, bu arada bu tevilin gerçek Mehdilikle ilgili sahih hadislerle aykırılık göstermemesine dikkat etmişlerdir.
Genellikle halifeler ve iktidar mekanizmasının nüfuzundan kaynaklanan bir olay olan Ehl-i Sünnet kaynaklarında Hz. Mehdi ile ilgili çelişkili hadislerin bulunması, kimi çağdaş Ehl-i Sünnet yazarlarını bir İslam akidesi olan Mehdilik inancını büsbütün inkar yoluna itmiştir ki bu da, İslam tarihinde uzun bir geçmişi bulunmasa da, Ehl-i Sünnet tarihinde akidevî açıdan önemli bir dönüş ve merkezden uzaklaşma sayılır. Ancak bu yeni tavır hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın inkârı mümkün olmayan bir gerçek vardır ve o da şudur: Ehl-i Sünnet uleması, İmam Mehdi aleyhis-selâm ın Hz. Ali aleyhis-selâm ve Hz. Fatıma aleyha selâm ın evlatlarından olduğuna dair ulaşan sahih hadisleri daima teyit edip bu hadislerin mütevatir olduğunda ittifakta bulunduklarından diğer hadisleri ya uyduruk kabul etmiş, ya da onları, bu hadislerle çelişmeyecek şekilde tevil etme yoluna gitmişlerdir ki bu hadislerdeki çelişkileri giderme konusunda önerdikleri çözüm yollarından birkaçını burada ele almanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Meselenin daha kolay anlaşılması için Fığlalının gündeme getirdiği hadisleri ele alacak ve bu hadisler arasında sadece İmam Mehdi aleyhis-selâm ın Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih soyundan, İmam Ali, Hz. Fatıma ve İmam Hüseyin aleyhumus-selâm ın evlatlarından olduğunu bildiren hadislerin doğru veya mütevatir olduğunu; bu mazmunun dışında yer alan hadis ve rivayetlerin ise ya söz konusu kaynaklarda hiç geçmediğini, ya da Ehl-i Sünnet ulemasının da görüşüne binâen, sahih ve mütevatir hadislerle çelişmeyecek kadar zayıf bir-iki rivayetten ibaret olduğunu hep birlikte göreceğiz.
Şimdi gelelim Fığlalının Adı belirtilmemiş ve fakat İslamın zaferi için uğraşan her iyi ve doğru kişinin Mehdi olduğu yahut da olabileceği şeklinde aktardığı hadislere... İslam kaynaklarında bu tür hadisler yoktur. Nitekim Fığlalının bu konuda aktardığı ve Mısır, Meymeniye, 1313 basımı ve Beyrut, Dâr-u Sadr basımı Müsned-i Ahmed in 3. cildinin 27. sayfasında geçtiğini iddia ettiği hadiste böyle muğlak ve genel bir ifade kesinlikle bulunmamakta, bilakis, belli ve muayyen bir şahsa işaret olunmaktadır, işte Fığlalının aktardığı hadis: Ebu Said el-Hudrî, Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten şöyle nakleder:
Sizleri Mehdi ile müjdeliyorum; İnsanların ihtilaf ve sarsıntı içerisinde olduğu bir zamanda, ümmetim içerisine mebus olacaktır. Yeryüzünü zulüm ve cevirle dolduğu gibi eşitlik ve adaletle dolduracak; gökte ve yerde bulunanlar ondan razı olacaktır ...
Görüldüğü gibi bu hadis, Fığlalının iddiasından tamamen farklı bir anlam içermekte ve belli bir şahıstan söz etmektedir.
Evet, daha önce de zikrettiğimiz gibi, Fığlalının iddia ettiği mana bir tek hadis bile yoktur İslam kaynaklarında; eğer olsaydı Fığlalı ve benzerleri mutlaka onu aktarır, naklederlerdi.
Bütün bunlar bir tarafa; öyle bir hadis veya rivayet söz konusu kaynaklarda geçmiş olsaydı bile, aynı kaynaklardaki Hz. Mehdinin belli bir şahıs olduğunu ve sadece kendisine mahsus birtakım özellik ve işaretler taşıdığını belirten yüzlerce hadisi görmezden gelip, öyle bir hadis veya rivayete itibar, yine de mümkün olmazdı zaten.
Beklenen Mehdi aleyhis-selâm ın Hz. İsa aleyhis-selâm olduğuna dair Fığlalının aktardığı içerik ise sadece bir tek rivayetlen ibarettir. Bu içeriği taşıyan hadisin senedi ve metni şöyledir:
Yunus b. Abdul Ala Muhammed b. İdris Şafiiden, o da Muhammed b. Halid el-Cündiden, o da Aban b. Salihten, o da Hasandan, o da Enes b. Malikten rivayet etmiştir ki, Resulullah şöyle dedi:
İşler gittikçe zorlaşır, dünya insanlara yüz çevirir, insanların hırsı artar ve kıyamet ancak kötü insanların yüzüne kopar; İsadan başka bir Mehdi de yoktur .
Görüldüğü gibi baştan sona ümitsizliği aşılayan bu rivayetin kendi metnindeki çelişki de apaçık ortadadır. Çünkü hadisin başında geçen İşler gittikçe zorlaşır, dünya insanlara yüz çevirir, insanların hırsı artar ve kıyamet ancak kötü insanların yüzüne kopar anlamında dünyanın her gününün bir önceki gününden beter olacağı ve insanların gözünü her geçen gün daha fazla hırs bürüyeceği ve kıyametin başlangıcı olan dünyanın sonunda bütün insanların kötüleşeceği söylenmekte, sonuna doğru ise Mehdi, İsadan başkası değildir denilerek, dünyanın sonunun kötülük olmayacağı, adalet ve iyilikle dolduracak bir Mehdinin varlığını tasdik etmekte, ancak bu, Mehdinin Hz. İsa aleyhis-selâm olduğunu iddia etmektedir. Böylesine çelişkili bir söz Hz. Resul-ü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih in sözlerinden olamayacağı apaçık ortadadır.
Beyhaki, Hakim, Nişâbûrî ve Zehebiyle İbni Kesir ( Fiten , c. 2, s. 44), İbni Hâcer ( Sevâik ) ve diğer tanınmış Ehl-i Sünnet alimleri bu hadisi ya reddetmiş, ya da Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın Hz. Resululah sallâllâhu aleyhi ve alih in neslinden olduğuna delalet eden hadislere uygun düşecek şekilde tevil etmişlerdir. Ahmet b. Muhammed Gimari eş Şafii nin bu hadislerin uyduruk olduğuna dair gösterdiği 8 noktadan birkaçını özetle aktarıyoruz.:
a) Bu hadisi yalnızca Muhammed b. Halid el-Cündinin nakletmiş olduğunu bildik ve onun hakkında Ebu Hatem demiştir ki: O meçhul (tanınmayan) birisidir. Ebu-l Hüseyin el-İbri ve İbn-us Salah (kendi Emalisinde) bu adam hakkında aynı şeyleri söylemişlerdir. İbn-i Abdulbirr ise onun hadisinin terkedildiğini, el-Ezüdî ise onun hadisinin kabul edilmediğini söylemiştir.
Buna göre söz konusu ravi yalancı ve hadis uyduran birisidir. İbn-i Haldunun, İbn-i Muinden onu güvenilir birisi saydığını nakletmesine gelince, İbn-i Muinin bu görüşü alimlerce reddedilen bir görüştür. el-İbri şöyle demiştir: Yahya onu güvenilir saymasına rağmen bu hadis ve tarih bilimcileri tarafından kabul edilmeyen bir görüştür.
b) Bu hadisin Hakim tarafından Müstedrek te ve Tabaranî tarafından es-Sağır de Mübarek b. Sehimden, o da Abdulaziz b. Suhaybden o da Enes b. Malikten naklettiği hadiste bu fazlalığın (İsadan başka Mehdi yoktur) olmayışı söz konusu ravinin yalancı olduğunu gösterir. Müstadrek ve Tabareninin nakli şöyledir: Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih şöyle buyurdu:
Zaman gittikçe zorlaşır ve insanların hırsı gittikçe artar ve halk insanların kötüsüne bağlı kalır.
Görüldüğü gibi bu hadiste söz konusu batıl fazlalık mevcut değildir. Bu da gösterir ki, bu fazlalık Muhammed b. Halid el-Cündi tarafından yapılmıştır. Bu tür fazlalıklar yapmak ise onun adetlerindendir. Bu adam üzerinde ittifak olan bir diğer hadiste de batıl bir fazlalık yapmıştır. Bu da onun yalancı olduğunu tam olarak gösterir. İbn-i Abdulbirr Temhidde, Yezid b. Abdulhâdinin biyografisinde şöyle diyor: Muhammed b. el-Cündî el-Musenna b. es-Sabahtan, o da Amr b. Şuaybden, o da babasından, o da Şuaybın büyük babasından şöyle nakleder: İnsanlar dört mescide gitmek için sefer ederler: Mescid-ul Haram, benim mescidim, Mescid-ul Aksa ve el-Cünd Mescidi.
Sonra İbn-i Abdulbirr şöyle demiştir: Muhammed b. Halidin hadisi terkedilmiştir ve bu hadis sabit olmaz.
Abdulbirrin maksadı Mumadded b. Halid el-Cündinin kendi şehri olan Cünd şehrinin mescidine gitmek için sefere çıkılabileceğine dair yaptığı fazlalığın doğru olmadığıdır.
c) Bu rivayetin batıl olduğunu ispatlayan diğer bir delil ise, yakiyn ifade eden mütevatir hadislerle çelişmesidir. Çünkü tevatür haddine ulaşmış hadisler gereğince Mehdi, Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih in evlatlarındandır. Usul alimlerinin açıkladığı üzere bir hadisin kabul edilmesinin şartlarından biride, açık ve yakiyn nass ile cem edilmesi mümkün olmayacak şekilde çelişmemesidir.
Bu hadisle Mehdi hadislerini cem etmek için bazı yollar zikretmişlerdir. Bunlardan bazılarını İbn-i Haldun ve Kurtubî Tezkire de, el-Abî Şerh-i Müslüm de, İbn-i Hacer el-Haysemî Sevaik-ul Muhrika da ve Yenabi-ul Mevedde nin sahibi kendi kitabında zikretmişlerdir. Ama bütün bu yorumlar uzaktır ve hadisin batıl olduğu ortadayken bu yollara başvurmaya gerek yoktur.
d) Bu rivayetin batıl olduğunu isbat eden yönlerden biri ise şudur ki, Mehdinin geleceğini bildiren sadece Peygamber olmuştur; Peygamberin kendisi sadık olmasına ve söylediği şeyin heva ve hevese dayanmamasına rağmen nasıl olabilir de, kendisi önce bir şeyin vuku bulacağını söylemiş olsun. Sonra da bunu kendisi nefyetsin... [44]
Görüldüğü gibi hadis, daha önce bahsettiğimiz çelişkiye ilaveten, Gimarinin de açıkladığı üzere ikinci bir çelişkiyi de içermektedir; şöyle ki: Bu hadisi uyduran kimse, Mehdi diye birinin zuhur edeceğini nereden biliyordu? Bunun tek açıklaması, onun, Mehdi aleyhis-selâm konusundaki hadisleri gördüğü veya duyduğu değil midir? O halde Mehdiyi inkar etmesi veya beklenen Mehdinin Hz. İsa aleyhis-selâm olduğunu iddia emesi, bu hadisi uyduranın, sözü edilen konudaki sahih hadisleri daha önce görüp onlardan haberdar olduğunu; sonra da bu hadisi uydurarak o sahih hadisleri inkar yoluna gittiğini göstermektedir.
Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın Abbas b. Abdulmuttalibin evlatlarından olduğu iddiasına gelince, bu konuda da Ehl-i Sünnet kayanaklarında çok az sayılı rivayet yer almıştır ki bunların tamamını Mucem-i Ahadis el- İmam Mehdi, c. 1de, 101. hadisten 105. hadise kadarki kısımda bulabilmek mümkündür. Yazar, söz konusu hadisleri aktardıktan sonra şöyle diyor:
Bu yolla Abbasilerin hadis kaynaklarına nüfuzlarını anlayabiliriz. Onlar sahih ve mütevatir hadislere rağmen Mehdinin soyu konusunda bile hadis uydurmaya yeltenmişlerdir. Ama bu sorunun zorluğunu gideren şu ki, alimler bu tür hadislerin senetlerini bir bir incelemiş ve onların isnat yönünden sağlam olmadığını, ravilerinin meçhul kişiler oldukları ve bazılarının, yalancılıkla veya Abbas oğullarına aşırı bağımlılıklarıyla suçlanan kimseler olduğunu ortaya koymuşlardır.
Yazar bunları aktardıktan sonra bu tür uyduruk hadislerin ravilerinin ya zayıf ya da yalancı olduğu yolundaki bazı Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşlerini hatırlatmakta ve şöyle demektedir:
Bu tür hadislerin senetleri hakkındaki eleştiriye göz yumsak bile, yine de sarih ve mütevatir olan hadislerle muarıze edemez. Mütevatir hadisler uyarınca Mehdi, Ali ve Fatımanın soyundandır. Mütevatir olmanın yanı sıra, en güçlü ve en sağlam isnada sahiptirler. Öyel ki, bu hadislerden biri şeri hükmü ispatlamak için yeterlidir.
İmam Mehdi aleyhis-selâm ın babasının adının Abdullah olarak geçtiği hadisler de yine sahih ve mütevatir hadislerle çelişmektedir, şimdi kısaca buna da değinelim:
Her iki fırkanın yoluyla hadisler tevatür haddine ulaşmıştır ki, Mehdinin ismi Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih in ismidir. Belli olan şu ki, alimler ve muhaddisler arasında Mehdinin isminde şüphe yoktur... Sadece şüphe bazı hadislerde babasının ismi babamın ismidir diye var olan fazlalık hususundadır. Her iki fırkanın da alimleri bu fazlalığı eleştirmiştir. Belki de bu hususta var olan en güçlü tenkit el-Beyan kitabının sahibi Şafiiye aittir.
Şafiinin el-Beyan daki açıklaması kısaca şöyledir:
Bu hadisi İmam Ahmet ve Tirmizi diğer hafızlar söz konusu fazlalık olmadan nakletmişlerdir; hatta Hafız Eba Nuaym İsfahanî bu hadisi otuz isnatla nakletmiştir ve bu isnatlardan hiç birinde söz konusu fazlalık, yani Babasının ismi babamın ismidir ibaresi mevcut değildir.
Böylece anlaşılıyor ki, bu fazlalığı cerh ve tadil alimlerinin (hadis ravileri üzerine inceleme yapan alimlerin) zayıf bildikleri ve hadislerde artırma yaptığına şehadet ettikleri Zaidenin işidir...
İkinci asrın başlarında isimleri Muhammed ve babalarının isimleri ise Abdullah olan iki şahsın yani Hz. İmam Hasanın soyundan gelen Muhammed b. Abdullah b. Hasan el-Müsenna ile Abbasi halifelerinden Mehdi-i Abbasi diye tanınan Muhammed b. Abdullah el-Mensur Mehdilik iddiasında bulunmaları ve bu iki şahsın yaranlarının Mehdi ile ilgili hadisleri bu zatlara tatbik etmek için çaba göstermeleri de bu fazlalığın sonradan uydurulduğu görüşünü güçlendirmektedir. Ama onların bu iddialarının batıl olduğu çok geçmeden ortaya çıkmıştır; çünkü kendilerinin Mehdi oldukları iddia edilen şahıslar, Mehdideki olması gereken, yeryüzünü adaletle doldurmak, İslamı dünyaya hakim kılmak, serveti bol bol dağıtmak gibi vasıfları ve diğer nişaneleri taşımadıkları belli olunca onların Mehdi olmadıklarında hatta onlara uyan kimselerin yanında bile şüphe kalmamıştır.
Buna göre, bu fazlalığın bu iki şahıstan birinin çıkarı için uydurulduğu ihtimali güçlenmektedir. Bu tür hadisler Mehdinin Abbas oğullarından veya Ümeyye oğullarından olduğunu söyleyen, yalan ve uydurma olduğu, hadis alimlerince açıkça bilinen hadislere benzemekteler.
Ebu Davud Sünen inde, Hz. Mehdinin Hz. Hasan b. Ali b. Ebi Talibin soyundan olduğuna dair bir hadis nakletmiştir. Oysa ki, onlarca hadis Mehdi aleyhis-selâm ın Hz. Hüseyinin evlatlarından olduğunu söylemektedir.
İlk önce bu hadisleri cem etme yolunun var olduğunu açıklayalım. Bizce Ebi Davudun naklettiği hadisle diğer hadisler arasında bir çelişki yoktur; çünkü Hz. Mehdi aleyhis-selâm hem Hz. Hüseyinin hem de Hz. Hasanın soyundandır. Şöyle ki, İmam Ali Zeynülabidin b. Hüseyinin hanımı ve İmam Muhammed Bâkırın annesi Fatıma, Hz. Hasanın kızıdır.
Böylece Hz. Muhammed Bâkır hem anne ve hem de baba tarafından soyu Hz. Ali aleyhis-selâm a ulaşmaktadır. Anne tarafından Hz. Hasana ve baba tarafından Hz. Hüseyine ulaşıyor. Hz. Mehdi aleyhis-selâm da bu soydandır. Anne tarafından bir şahsın bir soya intisap etmesinin doğru olduğu ise Kuran ile sabittir.
Allah Teala buyurmuştur ki: Ve biz ona İshakı verdik ve her birini de hidayet ettik. Ve Nuhu da önceden hidayet ettik onun (İbrahimin) soyundan ise Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harundur ve böylece iyilik yapanları mükafatlandırırız; Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas (da bu soydandır;) hepsi de salihlerdendir. (Enbiya/84-85)
Görüldüğü gibi ayet-i kerimede İsa aleyhis-selâm Hz. İbrahim aleyhis-selâm ın soyuna, annesi Meryem vasıtasıyla ilhak edilmiştir.
Söz konusu hadisi Ebi Davuttan başka şekilde rivayet eden Ehl-i Sünnet alimleri de mevcuttur. Bu yüzden hadisin de bazı diğer hadislerde görüldüğü gibi tahrife uğramış olması uzak bir ihtimal değildir.
Cizri Şafii (ölm. 833 Hicri) bu hususta Esmel Menakıb adlı eserinde şöyle diyor:
Doğru olan şu ki, Hüseyin b. Alinin soyundandır. Çünkü Emirulmüminin Ali bunu şu hadiste açıkça beyan etmiştir:
Şeyh Ömer b. Hasan Rukki.... Ebi İshaktan, o Hz. Alinin İmam Hüseyine bakarak şöyle buyurduğunu nakleder: Bu oğlum Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in buyurduğu gibi seyittir. Onun soyundan Peygamberinizin ismiyle adlandırılan, yaratılışta Peygambere benzeyen ... bir kişi gelecektir. O yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Ebu Davud da bu hadisi Sünen inde bu şekilde rivayet etmiştir. [45]
Seyyid Sadruddin-i Sadr (İmam Mehdinin İmam Hasanın soyundan olduğuna delalet eden hadisi) el-Mehdi adlı eserinde altı yönden reddetmiştir. O bu alanda şöyle der: Usul-u Fıkıh kurallarına göre Ebi Davudun rivayetine şu açılardan istinat etmek doğru değildir:
1- Bu hadis Ebu Davuddan çeşitli şekillerde nakledilmiştir. Mesela, Ukad-ud Dürer de ondan Hz. Ali aleyhis-selâm nın, oğlu Hüseyin aleyhis-selâm a bakarak böyle buyurduğu rivayet edilir.
2- Hafızlardan Tirmizî, Beyhaki, Nisai gibi bir grubun bu olayı aynen naklederek Hz. Alinin İmam Hüseyine bakarak böyle buyurduğunu söylediklerini belirtir.
3- Hasan ile Hüseyin kelimesi özellikle Kufi hattında birbirine çok yakın oldukları için yazımda yanlışlığa düşülmüş olabilir.
4- Bu, Ehl-i Sünnet arasında meşhur olan nassa aykırıdır.
5- Bu rivayet, senet ve delalet açısından doğru olan bir çok hadisle çelişmektedir.
6- Bu hadis Nefs-iz Zekiyye diye meşhur olan Muhammed b. Abdullahı, Mehdi göstermek için uydurulmuş olması mümkündür.
Görüldüğü gibi Hz. Mehdi ile ilgili hadisler az ve zayıf olan bir bölümü hariç hep aynı manayı pekiştirmektedirler ve sahih hadisler arasında, özellikle Ehl-i Beyt mektebinin uleması tarafından nakledilen hadisler arasında tam bir uyum mevcuttur.
Muteber Şia ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında rivayet edilen mütevatir bir hadiste Resul-ü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih kendisinden sonra, birbiri ardınca gelip dini koruyacak, İslamı aziz kılacak Kureyşten olan on iki halife ve İmamın geleceğini müjdelemiştir.
Ehl-i Sünnet alimleri, bu hadisi açıklarken Peygamberin on iki İmamdan kimleri kastettiği hususunda net bir şey ortaya koymamış ve birbiriyle çelişen çeşitli görüşleri belirtmişlerdir.
Bu konuda Resul-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen sahih hadisler on iki İmamın kimler olduğu hususunda hiç bir tereddüte yer bırakmamaktadır. Şia bu hadislere dayanarak Resul-i Ekremdan sonra dinin koruyucusu olan on iki İmamın Ehl-i Beyt İmamları olduğuna inanmaktadır. Bunların ilki Müminlerin emiri İmam Ali aleyhis-selâm , sonra İmam Hasan aleyhis-selâm, sonra İmam Hüseyin aleyhis-selâm , sonra da İmam Hüseyin aleyhis-selâm ın soyundan olan dokuz İmamdır ki, bunların sonuncusu on birinci İmam Hasan Askeri aleyhis-selâm ın oğlu Muhammed Mehdi aleyhis-selâm dır.
Şia kaynaklarında bu sahih ve mütevatir hadisleri gören bazı Ehl-i Sünnet alimleri de Peygamber sallâllâhu aleyhi ve alih ın on iki İmamdan kimleri kastettiği hususunda Şianın görüşünü kabul etmişlerdir. Bunların içinde bu noktadan hareketle Şiiliği seçenlerde olmuştur.
On iki İmamin Şianın kabul ettiği Ehl-i Beyt İmamları olduğunu ifade eden yüzü aşkın sahih ve mütevatir hadis karşısında; Mehdinin, Ümeyyeoğulları, Abbasoğulları veya İmam Hasan Müctebanın oğullarından olduğunu söyleyen, senet ve içerik bakımından zayıf olan, ayrıca aynı zamanda birbiriyle de çelişen bir iki rivayete itibar edilemez.
Fığlalı, ilgili eserinin bir başka yerinde yine Mehdilik inancını tezyif edebilmek için şöyle diyor.
Kuran-ı Kerimde Mesih gibi Mehdi konusuna da işarette bulunmaz. Üstelik Sahiheyn denilen Buhari (256- 870) ve Müslimin (261-874) hadis kitaplarında Mehdiden hiç söz edilmez. İmam-ı Azam Ebu Hanife, El Eşânî, El Maturîdî gibi ilk sünnî alimlerinin de ondan söz ettikleri görülmemektedir. [46]
Evet, Fığlalı böyle diyor. Ama bu sözlerinde Fığlalı Bey pek ciddi olmasa gerek... Çünkü herkes gibi biz de biliyoruz ki Fığlalı söz konusu hadisleri Müslimle Buharinin Sahihlerinde bulsaydı bile o hadisleri yine kabul etmeyecekti. Keza Ebu Hanifenin Mehdilik inancını tasdik etmesi halinde onu da kabul edecek değildi Fığlalı. Nitekim Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten nüzul edeceği yolunda sahih hadislerin hem Müslimde, hem Buharide kayıtlı olduğunu ve Ebu Hanifenin de kitabında bunu kaydetmiş, bulunduğunu herkes gibi Fığlalı Beyde bilir. Ama buna rağmen Fığlalı, Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten nüzul edeceği itikadının bir İslam inancı olmadığını iddia edebilmekte ve hem Sahih-i Müslim i, hem Sahih-ı Buhari yi hem Ebu Hanifeyi hiçe sayarak Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki bunca belgeyi görmezlikten gelmektedir. Zira bu önyargılarla hareket eden Fığlalı Beyin aslında Mehdilik ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulü gibi İslami inançları tezyif ve inkar edip bu yolla hem Şia, hem de Sünni kaynaklarındaki onca hakikati örtbas etmekten çekinmediği bellidir. Mehdilik ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulü inancını İslam akaidinden çıkarma emeliyle hareket eden Fığlalı bunu gerçekleştirebilmek için Hz. İsa aleyhis-selâm la ilgili hadislerin mütevatir olmayıp haber-i vahid olduğu; İmam Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadislerin de Sahiheynde bulunmadığı gibi tamamen asılsız iddialarla bu hadisleri tezyif yoluna gitmektedir. Fığlalının bu garazkâr iddiasının tam tersine; Hz. İsanın nüzulüyle ilgili hadisler mütevatir olduğu gibi Hz. Mehdi ile ilgili hadisler de Sahiheynde mevcuttur. Nitekim daha önce verdiğimiz belgelerde Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulüyle ilgili hadislerin hem mütevatir olduğunu, hem Sahiheynde kayıtlı bulunduğunu görmüş ve bunu tasdik eden birçok Ehl-i Sünnet aliminin ismini de aktarmıştık. Bu nedenle aynı belgeleri burada yine tekrarlama lüzumu olmasa gerek... Ne var ki, Fığlalı bunca sarih belge ve kaynağı görmezden gelmekte ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten ineceğini haber veren hadislerin ahad olduğunu iddia etmekte ve tutarsız ifadeler kullanarak şöyle demektedir:
... Nitekim Deccalın çıkışıyla ilgili ahad haberlerde (219 İsa b. Meryemin nüzulü, yani -gökten- inişi açıkça belirtilmiştir...
Daha da ilginç olanı, Fığlalının bu asılsız iddiasına delil olarak El- Menâr Tefsirinin yazarını şahid göstermesi ve ilgili bölümün dipnotunda şöyle demesidir:
21) Krş: Tefsirul Menâr , Kahire, 1368 3/ 317 ve: ez Zebidi , Sahih-i Buhari , Muhtasar-ı Tecrid-i sarih Tercemesi , Ankara/1969, 4/532. Ancak, bu arada, bu konudaki haberlere mütevatir diyenler de vardır. Msl bk: İbni Kesir, Kitabun Nihaye ve el- Fıten vel-Melahim , (Kâhire, trz. 1/ 24; el- Keşmirî, et- Tasrih bi- mâ Tevatere fi Nuzûlil Mesih ); (Haleb, 1358)de Muhammed Şefiin Mukaddemesi , s. 56, Ensari, el- Fethur Rabbani Fir Redd-i Alel Kadiyânî , (Delhi, 1312)13
Halbuki el-Menar tefsirinin yazarının bir batı hayranı olduğunu ve bu nedenle de bu gibi konularda onun beyanatının muteber bir görüş olarak gösterilemeyeceği açıktır. Kaldı ki bu yazarın görüşleri muteber olsaydı dahi Sayın Fığlalının öncelikle, onca İslam aliminin bu hadislerin mütevatirliğini tasdik ettikleri yolundaki görüşlerini vermesi ve... ancak bu arada bu konudaki haberlere ahad diyenler de vardır şeklinde diğer muhalif görüşleri de serdetmesi gerekirdi.
Fığlalının bilhassa iki yerde bu ısrarı göstererek Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulüyle ilgili hadisleri ahad hadisler olarak göstermeğe çalışmasının nedeni, Hz. İsa aleyhis-selâm ın bir gün gökten ineceği hakikatini İslami inançlardan çıkarma emelinden başka bir şey değildir. İslamın evrenselliğinden dehşete kapılan müstekbirlerin korkulu rüyası durumunda olan Mehdi aleyhis-selâm ın zuhuru ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın da gökten inerek onun yardımcısı olacağı inancını baltalayabilmek için çırpınıp duran Sayın Fığlalı o malum üslupla şöyle diyor:
... Maamifih, durum ne olursa olsun; bu konudaki hadislere ne kadar ahad haberlerdir, itikadı yönden dikkate alınmayabilir denilirse denilsin, Mesihin kıyametten önce nüzulü meselesine, hemen, bütün İslam alimlerince mutlak olarak bakılmış ve bakılmakta ve böylece Mesihe intizar, kıyametle ilgili haberlerin vazgeçilmez unsuru olarak karşımızda durmaktadır. Ne varki, bu konu, üzerinde bunca titizlikle durulmasına rağmen bir iman esası değildir. [47]
Evet, böyle diyor Sayın Fığlalı... Oysa, defalarca vurgulandığı üzere İslam uleması, Hz. İsa aleyhis-selâm ın gökten ineceğine dair hadislerin mütevatir olduğunda müttefiktirler. Keza geçmişte ve günümüzde bunun bütün İslam ulemasınca mutlak kabul edilip iman edilmesi gereken konulardan sayılmış olduğu da bilinmektedir. Öyleyse İslam ulemasının öteden beri bu konu üzerinde titizlikle durmuş olması bu hadislerin mütevatir olduğunu gösterir.
Bu yalın gerçeklere rağmen, Fığlalı bu meseleyi iman esası değildir şeklinde değerlendirirken bunca net ve sarih bir hadiseyi elinden geldiğince muğlak ve müphem göstermeye çalışmaktadır. Halbuki Sayın Fığlalı iman esasları derken önce bununla neyi kastettiğini açıklayıp kendi anladığı iman esaslarının bir tarifini vermeli ve bu esasların şeri delillerle tespit yollarını izah ettikten sonra bu esaslar çevresinde görüş serdetme cüretinde bulunmalıydı. Mesela, Fığlalıya göre, bir meselenin imanın esaslarından sayılabilmesi için Kuranda ayrıntılı bir şekilde geçmesi şart mıdır, değil midir? Böyle bir mananın mütevatir hadis ve rivayetlerde de geçmesi şart mıdır, yoksa kati olan ahbar-ı ahadda bulunması yeterli midir? Keza şu soru: Sayın Fığlalı Bey için İslam ulemasının akidevî bir konuda icma etmesi herhangi bir önem ve anlam taşımakta mıdır; yoksa o, bütün İslam ulemasının İslam akait ve inançlarından saydığı bir akidevî konuyu inkar etmenin, bireyin imanına hiçbir zarar vermeyeceği inancında mıdır?! Bu tür sorulara net cevaplar verilmedikçe Fığlalının imanın esasıyla neyi kastettiği de açıklık kazanmayacaktır. Bizce, Şia ve Sünni, bütün İslam uleması tarafından ittifakla kabul edilen ve Kuranda bulunan ya da hakkındaki hadisler mütevatir olan inançlar İslam akait ve inançlarıdırlar; aksi takdirde yerinden kalkan her müteceddidin şu konudaki hadisler mütevatir değil vb. iddialarla cahilâne veya garazkar görüşler serdedip kesinlikle İslami olan ve imanın esaslarından sayılan bir konuyu inkara kalkışması söz konusu olabilecektir.
Fığlalı beyin Hz. Mehdi aleyhis-selâm hakkında Sahiheynde hadis bulunmadığı iddiasının da gerçekle alakasız olduğunu daha önce belirtmiştik. Bundan sonraki bahsimizde bizzat Sahiheynden bu konuyla ilgili hadisleri aktaracağız;, ancak, asıl bilinmesi gereken nokta, Sahiheynde bulunmamış olsaydı bile Hz. Mehdi aleyhis-selâm ile ilgili hadislerin reddinin yine de mümkün olamayacağıydı. Çünkü Ehl-i Sünnette, bir hadisin sahih ve mütevatir olma şartı, Sahiheynde kayıtlı bulunması değildir, nitekim Ehl-i Sünnet ulemasınca kesinlikle sahih veya mütevatir kabul edilen nice hadisler vardır ki Sahiheynda kayıtlı değildir. Bir hadisinde kaydedilmemiş olması, Şeyheynin (Müslimle Buhari) nezdinde o hadisin zayıf olduğu gibi bir anlam taşımaz. Nitekim ne Buharinin ne de Müslimin Sahihlerinde bütün sahih hadisleri biraraya gitirdikleri veya bu eserlerde kayıtlı bütün hadislerin sahih, kayıtı olmayan bütün hadislerinse zayıf olduğu şeklinde bir iddiaları yoktur; bilakis, Buhariyle Müslimin beyanları bunun tam tersi cihettedir; İbni Ömer, Ulumul Hadis adlı eserinde şöyle yazar: Buhariyle Müslim, bütün sahih hadisleri Sahiheynde kaydetmiş değillerdir; esasen böyle bir hassasiyet de göstermemişlerdir. Buharinin şöyle dediği bilinmektedir: Kitabımda sahih olandan başka şey yazmadım, ama hadisler pek fazla olduğundan bazı sahih hadisleri bu kitaba almaktan vazgeçtim. Müslimin de şu sözü meşhurdur: Benim bildiğim ve bu kitaba ( Sahih-i Müslim e) kaydettiğim her şey sahih değildir, ben sadece her kes tarafından ittifakla kabul edilmiş olan şeyleri bu kitapta topladım. Hafız b. Hacer, Fethul Bâri nin mukaddimesinde İsmailî, Buhariden naklen şöyle rivayet eder: Gerçi bu kitapta sahih olanlar dışında bir hadis yazmadım, ama bu kitaba almadığım sahih hadislerin sayısı, kaydettiklerimden çok daha fazladır.
Nevevî, Sahih-i Müslim e yazdığı şerhin önsözünde bazılarının, Müslimle Buhariyi sahih hadisleri belirtmedeki ölçü ve şartları gereğince bazı hadisleri de Sahiheynde kaydetmekle yükümlü bilmişlerdir; oysa ki o ikisi bu hadisleri Sahiheynde kaydetmemişlerdir diyerek şöyle devam eder: Bu yükümlü kılma ve mecbur bırakma olayında hiçbir mantık yoktur aslında. Çünkü bu ikisi, bütün hadisleri biraraya toplayıp kaydetme niyeti taşımıyordu zaten; bilakis, bütün hadisleri yazmadıklarını ve tıpkı bütün meseleleri değil, sadece bazı meseleleri derleyerek kaydeden bir fakih gibi, kendilerinin de sadece bazı hadisleri yazıp kaydedebildiklerini bizzat kendileri söylemektedir kitaplarında . [48]
Buharide Hz. İsa b. Meryem aleyha selâm ın gökten inişi babında Ebu Hureyreden rivayetle şöyle nakledilir: Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih buyurdu ki: Meryemoğlu gökten size inince ve İmamınız kendinizden biri olduğunda ne yapacaksınız ?
Müslimin sahihinde Cabir tarafından Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in şöyle buyurduğu rivayet edilir: Benim grubumdan olan bir takım, hak üzere savaşacak, mücadele edecektir ki, kıyamete değin zafer onlarındır. İsa b. Meryem indiğinde onların emiri gel bize İmam olup, namaz kıldır der, İsa ise hayır der, sizden kiminiz kiminize emîr olacaktır (kendi aranızdan biri size emîr olur) çünkü Allah Teala bu ümmeti (Müslümanları) aziz kılmıştır.
Sahiheynde yazılan bu hadislerde her ne kadar Mehdi adı geçmiyorsa da, Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulü sırasında Müslümanların İmamlığını üstlenecek birinden söz edilmektedir. Sünen , Müsned ve diğer kaynaklarda bu ve Sahiheynde ki diğer hadislerin tefsiri yapılmış ve söz konusu salih insanın adının Muhammed olduğu, Ali b. Ebu Talibin oğullarından olup Mehdi adıyla tanındığı belirtilmiştir. Sünnetin bir kısmı diğer kısmını açıkladığı ise herkesçe kabul edilen ilkelerdendir. Sahiheynde yer alan söz konusu hadisleri açıklayan bir çok muteber hadis vardır, bunların tamamını bu özet bahse sığdırabilmek de mümkün değildir. Burada bunlardan sadece birkaçına değinmekle yetindik.
Bu husustaki muteber hadislerden biri Haris b. Ebu Üsamenin Mûsned inde Cabirden rivayetle, Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih ten aktardığı şu hadis-i şeriftir: İ sa gökten indiğinde, Müslümanların emîrî olan Mehdi namazı sen kıldır der, İsa hayır der, emîr sizsiniz, Allah Teala bu ümmeti sizinle şereflendirmiştir .
İbnul Kayyım El- Menar da Bu hadisin senetleri mükemmeldir der. bizzat bu hadis, Sahih-i Müslim de geçen emîrden maksadın Mehdi olduğunu göstermektedir.
Şeyh Sadık Hasan El- İzâe adlı eserinde Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhuruyla ilgili pek çok hadis nakleder ki en sonuncusu, Cabirin hadisidir. Bu hadisi açıklarken bu hadiste geçen emîrden maksat Hz. Mehdiden başkası olamaz, diğer hadisler de bunu net olarak açıklayıcı niteliktedir der. [49]
Bu arada şunu da hemen belirtelim ki İbni Hacer Savaikul Muhrika da [50] ve Şeyh Muhammed b. Ali es Sabban İsafur- Rağibin de [51] Sahih-i Müslim de şöyle bir hadisin var olduğu kayıtlıdır.
Mehdi benim öz soyumdandır; O fatımanın evlatlarındandır
Şimdi elimizde bulunan Sahih-i Müslim de böyle bir hadisin olmayışı bazı hainler tarafından bu hadisin kasıtlı olarak Müslimden sonraları çıkartıldığını göstermektedir.
Sayın Fığlalının sözlerinde bu zikredilenlerden başka bazı önemli zaaf ve hatalar mevcuttur. Biz bunlardan birkaç örnek daha aktarmanın faydalı olacağı inancındayız:
Fığlalı, bu mevzulara girerken ikide bir sapık bazı fırkaları gündeme getirmekte ve bunların gerçek yüzlerini açmaksızın, adeta muteber ve sahih İslami cemaatlermişçesine bunların görüşlerine sık sık yer vererek propagandalarını yapmaktadır. Mesela Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulüyle ilgili 20 sayfalık yazısının 6 sayfasını Kadıyanilerin görüşlerine ayırmış ve Kadıyaniler gibi sapık grupların adeta propagandasını yapmıştır.
Fığlalı, Müslüman okuyucunun pek çoğunun bu gibi özel ihtisasları gerektiren dallarda ilmî kaynaklara müracaatla hakkı batıldan ayırabilme imkanına sahip bulunmadığını ve böyle bir ilmî seviyeye sahip olmadığını bildiğinden, konuları bu şekilde ele alışı, ya zihinleri bulandırarak Müslümanların inançlarında gevşeklik ve çatlaklar oluşturmaya çalışmak içindir. Ya da, onun nazarında bir Müslümanın şaşkınlığa düşerek kendi İslami inançları yerine, meselâ Kadıyanilik veya Bâbiliği yerleştirmesi ve iman esaslarını kaybetmesi hiç mi hiç önemli değildir!
Her halükârda mezhepler tarihi açısından bir bakış gibi kılıflarla bu tür sapık görüşlerin propagandasını yapmak doğru değildir.
Fığlalı; İslam tarihinde kültür ve hizmetleriyle belirleyici bir rol oynamış bulunan ve halihazırda dünya Müslümanlarının 1/4ünü oluşturan İmamiye mektebini Şianın diğer kolları arasında önemsizmiş gibi göstermek yolunda özel bir çaba sarfetmekte ve Şia içinde İmamiye yani 12 İmama bağlı Caferi mezhebini, tarihte varlığı bile tartışılan ya da köklü bir akide ve kültüre sahip bulunmadığı için zamanla yok olup giden fırkalardan biri gibi takdim etmeye çalışmaktadır okuyucusuna... Nitekim Ehl-i Beyt mektebinin hakkaniyetini gizleyebilmek için bu mektebin kendisini gizlemeye çalışarak Şianın kollarına kendisinden kollar ekleyip meseleyi dallandırıp budaklandırmakta ve kâh Sebeiyye gibi var dahi olmayan fırkalardan bahsedip, kâh İslamî bir temele dayanmadığından zamanla yok olup giden fırkaları gündeme getirmek suretiyle Ehl-i Beyt mektebinin şecere-i tayyibesinin meyvesini gizleyebilmek için okuyucunun dikkatini sürekli başka yönlere çekmeye çalışmaktadır. Mesela Mehdilik konusunda Şianın akidelerini ele aldığı 10 sayfaya yakın bir bahsinde Babiye ve Bahailik gibi fırkalara üç sayfa ayırırken, İmamiyeye bir sayfa ancak ayırabilmiş sayın araştırmacı (!) yazar!
Fığlalının Mehdiliği inkar yolunda başvurduğu yöntemlerden biri de uyduruk alimler üretmektir. O şöyle diyor:
...Ne var ki, alimler bu hadislerin sıhhati hakkında şüpheye düşmüş olmalarına rağmen bu konuda halka tesir edememişler ve Beklenen Mehdi (el-Mehdiyyil Muntazar) veya söz verilmiş Mehdi (el Mehdiyyil Mevud ) fikri Sünni, Şii ve diğer mezheplerin muhtelif tabakalarında pek renkli şekilde yaşatılmıştır.
Sahi, Fığlalının Mehdilik konusunda şüphede oldukları nı iddia ettiği bu alimler kimlerdir acaba?
Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın zuhuru ve Hz. İsa aleyhis-selâm ın nüzulünü şüpheli bulan bu alimlerin adı, sanı, yazdıkları bir eser veya belirttikleri bir hadis ya da rivayetin kayıtlı olduğu bir tek kaynak olsun göstermekte midir Sayın Fığlalı?
Hayır!
İslam alimlerinin Hz. Mehdiyle ilgili hadisleri kaynak eserlerinde kaydetmiş olduklarını, onun zuhur ve kıyamını hak bildiklerini ve aynı alimlerin bu hususta kitaplar yazıp İmam Mehdi aleyhis-selâm la ilgili hadisler mütevatir ve sahihtir dediklerini bilmemekte midir Sayın Fığlalı gerçekten?
Bu soruya olumsuz cevap verebilmek mümkün değildir.
Makalenin başında uzunca listesini verdiğimiz alimlerin pek çoğunu çok iyi bildiği halde Sayın Fığlalı onları pekalâ görmezden gelmekte ve ne fıkıhta, ne usulde, ne de ricalde ileri bir ihtisası olmayan İbni Halduna mal bulmuş mağribi gibi sarılmaktadır.
Bütün inanç ve tavsiyelerine Kuran ve sünnetten senet gösterip bu iki aslı kendi beşerî fikirlerine tercih eden onca ilimi bir çırpıda silip atarak kendi görüşünü vahyin ve sünnetin üzerinde tutan ve ancak işine geldiği zaman İslam alimleri de şöyle diyor... diyebilme utanmazlığını sergileyen ilk kalem olmadığı gibi, sonuncusu da olmayacaktır mutlaka.
Ancak, ister Şia, ister Sünni olsun bugün bütün Müslümanların islâmî ve dinî hükümleri şu veya bu iddiacılardan değil, peygamberlerin varisleri olan gerçek alimlerden öğrenmeyi tercih ettiği ve Müslüman kitlelerin, ulemanın izinde yürümekte olduğu bilinmelidir. Elbette Fığlalı ve benzerleri, ulemanın bütün uyarılarına rağmen hatalarını düzeltme gibi bir kaygı taşımak yerine, kendi düşünce ve fikirlerini Kitap ve sünnete tercih etme ısrarlarını sürdürmektedirler.
İslamı dert edinmiş insanlar böyle kimselerin ıslahı için iyiyi emredip kötüden menetme vazifesini ifa etmekteyse de Bir topluluk kendisini düzeltmedikçe Allah onların halini düzeltmeztir.
Daha önceki bölümlerde bazı oryantalistlerle onlara uyan bazı batı hayranı yenilikçi yazarların Mehdilik inancının Yahudilik ve Hıristiyanlıktan İslama geçtiği iddiasında bulunduklarını belirtmiştik. İslam ülkelerinde bu ihanetin dikkatli Müslümanlar tarafından fark edildiğini ve Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında Mehdilik değil, İsa Mesih kavramı tanınmış olduğunu bilen Fığlalı gibi birtakım sıfatlara sahip yazarlar da, her ne kadar yüce İslam dinindeki Mehdilik inancını Yahudilikle Hıristiyanlığa yamamaya çalışmaktaysalar da, bunun çirkin bir iftira olduğunun artık anlaşılması nedeniyle doğrudan doğruya değil de, dolaylı yollardan aynı emeli gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Önceden açıkladığımız üzere oryantalistler öteden beri İslam dinini ilahi bir din olarak değil, beşeri bir dünya görüşü şeklinde takdim edip bu yüce dini Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in şahsî fikirleriymiş gibi gösterme yoluna gittiklerinden sadece Mehdilik hususunda değil; tevhitle nübüvvetten, islamın ibadet ve diğer konulardaki hükümlerine varıncaya kadar bütün boyutlarını ya Yahudilik ve Hıristiyanlığa yamamaya, ya da bu yüce dini, zaman ve mekanın şartlarının doğurduğu bir netice şeklinde değerlendirmeye gayret göstere gelmişlerdir.
Ne var ki yüce İslam Peygamberinin Allahın elçisi olduğu ve Kuranın, onun kendi fikirleri değil, Allah Tealâ tarafından ona vahyedilmiş ilâhî emirler olduğu hakikatine iman etmiş bir Müslüman gözüyle bu meseleye bakacak olursak şunu söylememiz gerekir: Kuran-ı Kerimde de açıkça belirtildiği üzere Hz. İsa ve Hz. Musa aleyhuma-selâm , Allah Tealâ tarafından gönderilmiş hak peygamberler olup İncil ve Tevratla gelmiş, insanları eşi ve ortağı olmayan Allaha, kendi peygamberliklerine, kıyamete, cennet ile cehennemin hak olduğuna, diğer gaybî hususlara imanda bulunmaya davet etmiş ve bu cümleden olmak üzere yüce İslam peygamberi Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in kendilerinden sonra zuhur edip peygamberlikle geleceğini de, yine kendi ümmetlerine bildirmişlerdir. Bunların, aynı ilahi menbâdan kaynaklanması, aynı ilahi hedefleri gözetiyor bulunması cihetiyle bu üç ilahi dinin birçok ortak ve benzer yönler taşıyor olması gayet tabii olduğu gibi, zaruridir de. Nitekim olaya şöyle bir göz atılacak olursa Allaha iman, kıyamete ve peygamberlerin hakkaniyetine inanma ve Kuran, İncil ve Tevratta isimleri geçen hak peygamberlere iman etme gibi birçok müşterekler taşıdığı kolayca görülür. Her üç dinin mensupları, birinin diğerinden etkilenmeden, sadece kendi kitaplarının emirleri, beyanları gereği bu hakikatlere inanır ve bunları gayet iyi bilirler. Bu nedenledir ki Mehdilik gibi önemli bir gaybî haberin, Kuranda olduğu gibi, diğer semâvî dinlerin kitaplarında da belirtilmiş bulunması gayet tabiidir aslında; daha önce de açıklamasına değindiğimiz gibi, Kuran-ı Kerimde de buna işaretle şöyle buyurulmaktadır:
Andolsun biz Zikirden (Tefrattan) sonra Zeburda da Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır, diye yazdık [52]
Ne var ki İslam diniyle Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleri arasında en önemli fark şu ki, son kitap olan Kuran her nevi tahrif ve bozulmadan korunmuştur. Aynı şekilde, İslam peygamberine ait nice hadislerin tevatür yoluyla veya muhtelif güçlü karineler vasıtasıyla ona ait sözler olduğunu ispatlamak kabildir bugün. Oysa Hz. Musa aleyhis-selâm la Hz. İsa aleyhis-selâm a nazil olmuş bulunan ve Allahın vahyi olan Tevratla İncilin aslı bugün mevcut değildir. Bugün Tevratla İncilde; semavi bir kitabın vahî muhtevasıyla asla bağdaşmayan ve hiçbir senediyet de taşımayan bozulma ve tahriflere sık sık rastlanabilmektedir. Buna göre bugünkü Tevrat ve İncildeki metinlerin hangisinin gerçek ilahi vahiy ve hangisinin sonradan uydurma ve tahrif olduğu konusunda başvurulabilecek yegane güvenilir kaynak, Kuran-ı Kerimle kati sünnetten ibarettir. Bu nedenle, Kuran-ı Kerimdeki bir mevzua aynen veya az bir farkla Tevrat ve İncilde de rastlanılması halinde bir Müslüman için bunun anlamı; o metnin ilahi vahiy olup her üç peygamber tarafından tebliğ edildiği ve insanların kaderi üzerindeki etki ve önemi nedeniyle ilahi peygamberlerin müşterek tebliğ ekseninde yer aldığıdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili ayet ve hadisler de, Kuran ve kati sünnetle sabit olup bu konudaki hadisler çeşitli İslam mezhepleri nezdinde mütevatir ve sahihtirler ve bunlara iman da, yüce İslam dininin zaruri şartlarından ve elzem inançlarından sayılır.
Oryantalistler ve doğu beldelerindeki yerli taklitçilerden başka, Mehdilik inancını inkar etme şeklinde tezahür eden bu yeni bidatin iki nedeni daha var ki bunları kısaca:
1- Ehl-i Beyt-i Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in mutahhar yolu olan Şia mektebini sindirmeye yönelik siyasi emeller.
2- İman zaafı ve çağdaş entelektüel hastalıkların başında gelen gayba iman edememe ve bu hususta Allah Tealâya karşı tam bir teslimiyet gösterememe bedbahtlığı şeklinde özetlemek mümkündür. Bahsimizi daha fazla genişletmemek için bu iki faktör üzerindeki incelememizi bir başka fırsata bırakıyoruz.
Daha önce de vurguladığımız gibi İslam ülkelerindeki kimi yazarlar, oryantalistleri taklit ederek Mehdi inancının, Ehl-i Beyt aleyhumus-selâm taraftarlarının arzu ve emellerinin gerçekleşmesi yolunda bir temenni olduğu tahrifatına destek vermiş ve Ehl-i Beyt aleyhumus-selâm taraftarlarının zalim halifelerin zulüm ve baskısı altında bulundukları ve bu durumu değiştirebilmek için ellerinden de hiçbir şey gelmediğinden, ümitsizliğe kapılmamak ve morallerini yitirmemek amacıyla böyle bir temenniyle teselli bulduklarını iddia etmişlerdir.
Halbuki, Mehdilik inancı sadece Ehl-i Beyt taraftarlarına, sadece Şiaya mahsus bir inanç olmayıp bütün Müslümanların ortak akidesi ve en güçlü inançlarındandır. Nitekim ister egemen güçlerin yanında yer alıp onları destekleyenler, ister Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in Ehl-i Beytinin hakkaniyetini savunup onların iktidarda olması gerektiğine inanarak bu yüzden çeşitli baskı ve zulümlere muhatap olanlar hiçbir zaman Mehdilik inancını inkar veya tekelleştirme yoluna gitmemiş, her iki akım da bu İslamî inancı kabul ettiklerini daima açıklamış, bildirmişlerdir. Kaldı ki Ehl-i Beyt aleyhumus-selâm taraftarları ve Şia, tarih boyunca her zaman ve aralıksız olarak egemen güçlerin baskısı altında bulunmuş değildirler; bilakis, Safeviler döneminde olduğu gibi onlar da kimi zaman iktidar olmuş ve hükümeti ellerinde bulundurmuşlardır, ama yine de Mehdilik inancı onlarda da zerrece zaafa uğramamış, bu inançta gevşememişlerdir. Hatta sonuç bunun tam tersi olmuş ve Şia uleması bu dönemde Hz. Mehdi aleyhis-selâm la ilgili değerli eserler yazabilme fırsatına kavuşmuştur. Bütün bunlar bir tarafa, esasen bu tür iddia ve yorumlar temelinden batıldır aslında; çünkü bu durumda Allaha, ahirete, hesap gününe, cennet ve cehenneme inanmanın da sosyal ve siyasi zorluklar ve çetin şartların bir ürünü olduğunu söylemek gerekecektir, zira bu inançlar için de aynı yorumu yapmak, fakir ve zulüm altındaki insanlar haklarını elde edemedikleri ve güçlü zalimlerden haklarını alamadıkları için kendilerine teselli ve moral vermek amacıyla bu inançları zihinlerinde kurup hayal etmiş ve zalim zenginlerin cehenneme, mazlum fakirlerle yoksulların ise cennete girmesini sağlayacak bir tanrıya inanma ihtiyacı hissetmişlerdir demek mümkündür. Nitekim bazı batılı felsefeciler aynı batıl yorumdan hareketle böyle akımlar bile oluşturmuşlardır. Oysa ki insan topluluklarında Allaha ve gayba iman olayının, Allahın gönderdiği peygamberlerin tebliğleri neticesinde kökleşip gerçekleştiği ve onların gösterdiği mucizelerle pekişip güçlendiği hepimizin bildiği ve inandığı bir gerçektir.
Evet; Allah Teala gaflete kapılan ve kibirlenen insanları kendisine getirmek ve Yüce Yaratıcılarının sonsuz güç ve kudretine iman edip, isyan ve tuğyandan vazgeçmelerini sağlamak için kimi zaman onları zor şartlar altına sokmaktadır; Kuran-ı Kerimde de buyurulduğu üzere: Hiç bir şehre peygamber göndermedik ki, oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar diye bir sıkıntıya bir zorluğa uğratmayalım. [53] Öyleyse zor şartlar, Allaha ve gayba iman gibi, peygamberlerin davetinin temelini teşkil eden hakikatlere inanma yolunda uygun bir ortamdır sadece. Nitekim Allah Teala da peygamberlerini açık deliller, burhanlar ve mucizelerle gönderdiği zaman, halkın inanmasını kolaylaştırmak için bizzat bu tür ortamlar yaratmaktadır. İmam Mehdi aleyhis-selâm a iman olayı da bunun gibidir; Hz. Resul-ü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve alih efendimiz Kuran ayetleri ışığında hakikati tebliğ edip yeryüzü zulüm ve kötülükle dolunca, onu adalet ve doğrulukla dolduracak bir Mehdinin zuhurunu müjdelemiş bulunmaktadır ki insanların sosyal ve siyasi açıdan çetin şartlarda bulundukları dönemlerde bu inanca daha fazla sarılmaları ve o İmamın zuhurunu daha bir iştiyakla beklemeleri gayet doğal bir hadisedir. Ama ister zor, ister rahat şartlarda olsun; insanların Hz. Mehdi aleyhis-selâm a inanmalarının nedeni bu şartlar değil, bizzat Kuran ve Allahın Resulü sallâllâhu aleyhi ve alih tarafından yapılan ilâhi tebliğ ve bildirilen sağlam haberlerdir; şartlar ve mekanların rolü ise ancak bu habere duyulan inanç ve ona beslenen ilgiyi tahrik edip pekiştirmekten ibarettir. Nitekim geçmiş ümmetlerin Allah Tealâya ve gayba imanlarının nedeni de şu veya bu şartlar değil, peygamberlerin tebliğleri ve ulaştırdıkları mesaj, verdikleri haber ve gösterdikleri mucizelerdir.
Buraya kadar yapılan incelemeyi özetlemek istersek şu noktalar ortaya çıkar:
İslam inançları arasında en belirgin ve en tanınmış olanlarından biri de Hz. İmam Mehdi aleyhis-selâm ın zuhuru ve kıyamı inancıdır. Kitap ve sünnette belirtilmiş, alametleri bütün teferruatlarıyla bildirilmiş olan bu muazzam hakikat bütün İslam mezheplerinin ulemasınca ittifak olunan konulardan olup, İslam düşmanları ve dünya istikbarı için korkulu bir rüya sayıldığından öteden beri yozlaştırılmaya çalışılmış; bilhassa yakın çağlarda, günümüzdeki canlı örneklerinden de anlaşılacağı üzere Avrupalı doğu uzmanları olan oryantalistler tarafından inkarına kalkışılmış ve bu batılı entelektüellerin İslam ülkelerindeki taklitçileri tarafından Müslümanların zihni bulandırılarak Hz. Mehdi aleyhis-selâm gerçeği etrafında şüpheler oluşturulmak istenmiştir ki bu meşum girişimler günümüzde daha bir yoğunluk kazanmış durumdadır.
Bu konunun devamında ileride İmamiye mektebi açısından Mehdilik olayını inceleyecek ve bu açıdan Hz. Mehdi aleyhis-selâm ın kimliği ve gaybetin felsefesini ele alacağız inşallah.
[1] - Bakara/2.
[2] - Saf/6.
[3] - İsrâ/4-5.
[4] - Rum/1-3.
[5] - Fadlullah b. Ruzbehan-i Hunci-i İsfehani (ölm. H. 927) gibi ki, çok mutaassıp bir Sünni olmasına rağmen Vesilet-ul Hadim ile-l Mahdum adlı kitabında Mehdinin, Muhammed b. Hasan-ul Askeri olduğunu itiraf ediyor.
[6] - Enbiya/105-106.
[7] - Kitabı Mukaddes, Mezmurlar, s. 560; Kitabı Mukaddes şirketi, İstanbul bsk.
[8] - Nur/55.
[9] - Tevbe/33.
[10] - Mecma-ul Beyan tefsiri, Saff suresinin 9. ayetinin altında.
[11] - Tefsir-i Burhan , c. 2, s. 121.
[12] - Mecma-ul Beyan , Tevbe suresinin 33. ayetinin tefsirinde.
[13] - Nahl/36
[14] - Bunlardan bazıları, aynı zamanda Hz. Resulullah sallâllâhu aleyhi ve alih in da sahabesidir.
[15] - Muttaki Hindi, el-Burhan-u Fi Alamet-i Mehdiyyi Ahir-iz Zaman .
[16] - el-Elbanî Havl-el Mehdi , s. 644, Temeddün-ül İslamî dergisinin yayınladığı bir makaledir, Dimeşk, yıl: 22 Zilkaade / 1271 hicri.
[17] - İbn-i Hacer-i Meysemi, Sevaik-ul Muhrika , s. 165, dipnot:1.
[18] - Sıddık Gemari, İbraz-ul Vehm-il Meknun min Kelam-i İbn-il Haldun .
[19] - Difa-un Anil Kâfi den naklen, c. 1, s. 221.
[20] - Takribut-tehzib , c. 1, s. 505 ve 1183.
[21] - Tehzubut tehzib , c. 6, s. 278 ve 611.
[22] - Sebki, Tabakat-uş Şafiiyye , c. 4, s. 188; Dr. Takiyyuddin en Nedvî, İlm-i Rical-il , Hadisten naklen, s. 125.
[23] - Fussilet/53.
[24] - Makâtil-ut Talibiyyin , s. 193.
[25] - İtin Dine, Muhammed Resulullah , Abdul Halim Mahmut tarafından Arapça-ya çevirilmiştir, Arapça çevirisi, s. 27-28, 43-44.
[26] - Dairet-ul Maarif-il İslamiyye , c. 2, s. 562 (Arapça tercümesinden)
[27] - a.g.e. c. 6, s. 1-2.
[28] - a.g.e. c. 6, s. 276 (Arapçasından).
[29] - a.g.e. c. 14, s. 277.
[30] - a.g.e. c. 14, s. 282.
[31] - a.g.e. c. 2, s. 562.
[32] - a.g.e. c. 2, s. 564.
[33] - a.g.e. c. 3, s. 694.
[34] - el-Akide Veşşeriât-i fi İslam , Goldziher, Farsça. terc: M. Yusuf Musevî, Ali Hasan Abudlkadir, Abdulaziz Abdulhak, 1959, 2. baskı, Mısır: Darul kitabul Hadisiye ve: Bağdad, Mektebet-ul Musennâ, s. 83.
[35] - Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikâdi İslam Mezhepleri , 4. Baskı, s. 268, Selçuk yayınları.
[36] - a.g.e. s. 267.
[37] - Said Eyyubun Akidet-ulMesih-id Deccal adlı kitabından, s. 361.
[38] - Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda ,İtikâdi İslam Mezhepleri , s: 266, 288
[39] - a.g.e, s. 267.
[40] - Bu arada yeri gelmişken ricatin feri, Mehdilik inancınınsa Şiânın vazgeçilmez aslî akidelerinden olduğunu ve ricatin tezyifiyle Mehdiliğin tezyifi sonucuna gidilemeyeceğini de hemen belirtelim. Kaldı ki ricat inancı hakkında Kuranda, muteber Şiâ ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında yeterli delil vardır.
[41] - İtikadi İslam Mezhepleri , s. 270.
[42] - Elbette Hz. İsa diri olarak göğe yükselişi ve sonra bu dünyaya inişi onun değişmez bir ilahi sünnet olan ölümden müstesna olacağı ve ölümü tadmayacağı anlamına gelmez. Hz. İsa da diğer insanlar gibi gökten indikten ve bir süre yerde yaşadıktan sonra vefat edecektir. Nitekim hadislerde açıklandığı üzere Hz. Mehdi de yeryüzünde İslamı hakim kıldıktan ve adaleti yerleştirdikten sonra şehit düşecek ve bu dünyadan ayrılacaktır.
[43] - İtikadi İslam Mezhepleri , s. 274.
[44] - Ahmet b. Muhammed b. Es-Sıddık el-Gimari İbraz-ul Vehm min Kelam İbn-i Haldun.
[45] - Cizri Dimeşki Şafii, Esm-el Menakib , s. 165-168.
[46] - Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, İtikadı İslam Mezhepleri , s. 272-273.
[47] - Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, İtikadı İslam Mezhepleri , s. 264-265.
[48] - Şeyh Abdulmuhsin el-Abbad, Mecelletul Camietil İslamiyye dergisinde yayınlanan makalesinden, yıl 1, say. 3, H. 1388.
[49] - Şeyh Abdulmuhsin el-Abbad, Medelletul Camietil İslamiyye dergisinde yayınlanan makalesinden, yıl 1, say. 3, H. 1388.
[50] - İsafur-Rağibin ,11. Bab, 1. fasıl.
[51] - Savaikul Muhrika , s. 145.
[52] - Enbiya/105.
[53] - Araf/94.