CEZALANDIRMA VE AF HAKKINDA
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com


CEZALANDIRMA VE AF HAKKINDA

1- Cezanın Anlamı

2- Affetmek ve Bağışlamak

3- Affın Dereceleri

4- Günahsız Cezalandırma veya Af Olur Mu?

5- Davranışlar İle Karşılıklar Arasındaki İlişki

6- Davranışlar İle İnsan Nefsi Arasındaki İlişki

 

1- Cezanın Anlamı

Her toplumun, fertleri tarafından saygı görmelerini istediği

birtakım yükümlülükleri vardır. Toplumun tek amacı, fertlerinin

hareketleri arasında uyum sağlamak, onları birbirine yaklaştırmak

ve kesimleri arasında bağ kurmaktır. Ancak o zaman toplumda

kaynaşma ve dayanışma meydana gelir ve bunun sonucunda her

 

.................................................. 499

 

kesin emeğinin ve çalışmasının hak ettiği oranda fertlerin ihtiyaçları

karşılanabilir.

 

Söz konusu yükümlülükler isteğe bağlı işlerle ilgili oldukları için

insan onları hem benimseyebilir, hem de reddedebilir. Aynı

zamanda yerine getirilmeleri, belirli oranda insan iradesinin ve

özgürlüğünün askıya alınmasına dayandığı için başı boşluğa ve

mutlak özgürlüğe eğilimli insan onlara tamamen veya kısmen

uymaktan kaçabilir.

 

Yükümlülüklerdeki bu yetersizliğin ve kanunlardaki bu yapısal

zaafın fark edilmesi sosyal insanı, bu yetersizliği ve zaafı başka bir

yoldan telafi etmeye sevk etti. Bu da yükümlülükleri umursamazlığa,

onlara aykırı davranmaya yükümlünün hoşuna gitmeyecek

yaptırımlar eklemektir. Böylece bu yaptırımlar yükümlüyü yükümlülüğünü

yerine getirmeye çağırır. Çünkü eğer yükümlülüğünü yerine

getirmezse, hoşuna gitmeyen ve kendisine zarar veren yaptırımlarla

karşılaşacağından çekinir.

 

Bu, kötülüğün cezasıdır. Toplumun veya toplumu yöneten yetkilinin

yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere böyle bir ceza vermeye

hakkı vardır. Bunun, yükümlülüklerini yerine getirenler hakkında

işletilecek bir benzeri vardır. Yükümlülüklerini yerine getiren,

itaatkar kimseler için onların hoşlarına gidecek bir düzenleme

yapmak mümkündür. Maksat bu düzenlemenin, görevin veya

yerine getirilmesi istenen herhangi bir yükümlülüğün yerine getirilmesini

özendirmesidir. Bu da itaat eden yükümlünün toplumun

veya toplumu yöneten yetkilinin üzerine olan bir hakkıdır. İşte bu,

iyiliğin cezası (karşılığı)dır. Kimi zaman kötülüğün cezasına ıkap ve

iyiliğin karşılığına da sevap denir.

 

İlâhî şeriatın hükmü bu temel ilkeye göre işler. Şu ayetlerde

buyrulduğu gibi: "İyi işler yapanlara, daha güzel bir karşılık vardır."

(Yûnus, 26) "Kötülük işleyenlere ise her kötülükleri için karşılığı

kadar ceza verilir." (Yûnus, 27) "Kötülüğün cezası, karşılığı kadar

bir kötülüktür." (Şûrâ, 40)

 

Cezanın ve mükâfatın geniş bir çerçevesi vardır. Beğenmemek

ile beğenmekten başlar, yermekle ve övmekle devam ederek güç

dahilindeki iyiliğe ve kötülüğe kadar varır. Bunlar fiilin, fiilin failinin,

yükümlülüğü emreden yetkilinin konumunun, topluma verdiği

 

500 .......................................

 

zararın ve yararın özelliklerinden kaynaklanan çeşitli faktörlerle

bağlantılıdırlar. Bütün bunları şu kısa cümle bir araya getirebilir.

Bir işin önemi ne kadar artarsa, yapılmaması hâlinde cezası ve

yapılması hâlinde mükâfatı artar.

 

Fiil ile cezası (karşılığı) arasında -ne olursa olsun- yaklaşık da

olsa bir tür benzerlik ve türdeşlik gözetilir. Kur'ân'daki ayetler de

bu ilkeyi ifade eder. Şu ayetten açıkça anlaşılan budur: "Allah kötülük

yapanları, yaptıkları ile cezalandırsın, iyilik yapanları da iyilik

ile cezalandırsın diye..." (Necm, 31) Yüce Allah'ın İbrahim ve

Musa Peygamberlere indirdiği kutsal sayfalardan naklederek bize

duyurduğu şu ayet, bu ilkeyi daha açık bir dille ifade ediyor, "İnsan

için sadece yaptığı işler vardır. Onun yaptığı her iş ileride görülecektir.

Sonra da karşılığı eksiksiz olarak verilecektir." (Necm, 41)

Bu ilke yüce Allah'ın yasalaştırdığı kısas hükümlerinde daha

açık biçimde görülür. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar!

Öldürülenlerde kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle

ve kadına kadın." (Bakara, 178) "Haram ay, haram aya karşılıktır.

Hürmetler de, dokunulmazlıklar da karşılıklıdır. Size zulmedene,

siz de zulmettiği kadarıyla karşılık verin ve Allah'tan korkun."

(Bakara, 194)

 

Bu benzerliğin ve türdeşliğin gerektirdiği sonuç, cezanın ve

mükâfatın fiili yapanın kendisine yaptığı fiilin benzeri olarak geri

dönmesidir. Şu anlamda ki, meselâ adam eğer toplumun bir

hükmünü çiğnerse, topluma verdiği zarar karşılığında kendine çıkar

sağlamış, yani toplumun çıkarlarından birini bozmasının karşılığında

kendine çıkar temin etmiş olur. Bu yüzden onun o toplumsal

çıkara denk gelecek kadar bir çıkar canından, bedeninden,

malından, mevkiinden ve şu veya bu şekilde kendisi ile ilgili bir

yanından eksiltilir.

 

İşte köleleştirmenin anlamını incelerken buna işaret ederek

şöyle demiştik: Toplum veya toplumu yöneten yetkili kişi, suçlunun

nefsine veya nefsi ile bağlantılı bir varlığına el koyar. Bu el

koyma, suçlunun işlediği suça ve topluma verdiği zararın yol açtığı

eksikliğe denk olur. Suçlu bununla cezalandırılır. Yani toplum veya

toplumu yöneten yetkili kişi, suçlunun hayatında veya hayatı ile

bağlantılı bir varlığında bu el koyma hakkına dayanarak tasarrufta

 

.............................................. 501

 

bulunur ve o alanda özgürlüğünü kaldırır.

 

Meselâ adam, bir cinayetin veya İslâm toplumunda kargaşa

çıkarmanın karşılığı olmaksızın birini öldürürse, toplumu yöneten

kişi, suçlunun hayatına el koyma hakkına sahip olur. Çünkü toplumun

dokunulmaz bir ferdini ortadan kaldırmış, eksiltmiştir. Bunun

haddi (cezası) olan idam, toplumun malik olduğu hakka dayanan

nefsine yönelik bir tasarruftur. Yine eğer biri sağlam koruma

altındaki çeyrek dinar tutarında bir malı çalarsa, topluma zarar

vermiş olur. Şeriatın getirdiği bir kamusal güvenlik perdesini

yırtmış ve güvenlik korumasını ortadan kaldırmış olur. Bu suçun

cezası (haddi) olan el kesme, aslında toplumu yöneten yetkilinin

hırsızın suçuna karşılık onun hayatıyla ilgili yönlerinden birine el

koyması anlamını taşır. Bu yön, elin kapsamı altında bulunan

yöndür ki, toplumu yöneten yetkili bu yöndeki özgürlüğü ve aracını

ortadan kaldırarak onda tasarruf eder. Şeriatlerde ve farklı sünnetlerdeki

muhtelif ceza türleri bu örneklerle karşılaştırılarak değerlendirebilir.

Buradan ortaya çıkıyor ki, topluma karşı işlenen suçlar ve cürümler

bir tür köleliği ve kulluğu suçlunun üzerine çeker. Bundan

dolayı kul, cezalandırmanın ve cezanın en açık mısdakı ve örneğidir.

Bu yüzden Kur'ân'da "Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar

senin kullarındır." (Mâide, 118) buyrulmuştur.

Bu anlam için farklı şeriatlarda ve sünnetlerde değişik örnekler

var. Nitekim Kur'ân'da Yusuf Peygamberin, buğday ölçme tasını

kardeşinin çuvalına koyup onun yanına dönmesini sağlamaya

çalışması şöyle anlatılıyor: "Görevliler, 'Eğer yalan söylüyorsanız,

size göre hırsızlığın cezası nedir?' dediler. -Yani eğer hükümdarın

ölçü kabını çalmayı inkâr etmeniz yalan ise- Yusuf'un kardeşleri,

'Hırsızlığın cezası tası yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık olarak

tutulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırıyoruz. -Yani biz

hırsızı kendisini rehin alarak cezalandırıyoruz- Yusuf öz kardeşinin

heybesinden önce üvey kardeşlerinin heybelerini aradı. Sonra tası

öz kardeşinin heybesinden çıkardı. Biz Yusuf'a böyle bir plâna

başvurmayı ilham etmiştik... Yakub'un oğulları dediler ki: 'Ey vezir,

bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası

var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki, sen iyilik

sever bir adamsın.' -Bu istek birini başkasına karşılık tutarak bir

 

502 .....................................

 

tür fidye vermektir.- Yusuf, 'Çalınan eşyamızı heybesinde bulduğumuz

kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Yoksa

zalimlik etmiş oluruz.' dedi." (Yûsuf, 74-79)

 

Kimi zaman katil, esir alınarak köle yapılır. Kimi zaman ailesinden

bir kadını fidye olarak verir. Kızı, kız kardeşi ve eşi gibi. Fidye

olarak evlendirme geleneği, günümüzde bile çevremizdeki aşiretlerde

ve kabilelerde geçerlidir. Çünkü bu geleneği uygulayanlara

göre evlenmek kadınlar için bir tür kölelik ve esarettir.

Bundan dolayı kimi zaman itaat eden kişi itaat ettiği kişinin

kölesi, kulu sayılır. Çünkü adam, itaat etmekle iradesi itaat ettiği

kişinin iradesine bağımlı hâle geliyor. O artık irade özgürlüğünden

yoksun bir mülktür. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Ey insan oğulları,

size and vermedim mi ki, şeytana kul olmayın, o sizin apaçık

düşmanınızdır." (Yâsîn, 61) "Nefsinin arzularını ilâh edineni gördün

mü?" (Câsiye, 23)

 

Toplum veya toplumu yöneten yetkili, nasıl cezalandırılacak

suçluya el koyuyorsa, bunun karşıtı olarak ödüllendirilmesi gereken

itaatkar bir kişi itaatinin karşılığı olan ödül oranında toplumdan

veya toplumu yöneten yetkiliden alacaklı olur. Çünkü toplum

veya toplumu yöneten yetkili, itaatkâr yükümlünün özgürlüğünü

yükümlülük oranında eksiltmiştir. Bu eksikliği tamamlamaları gerekir.

Bu anlattığımız ilke "Vaadi yerine getirmek gereklidir; ama

tehdidi gerçekleştirmek gerekli değildir." şeklindeki meşhur sözün

sırrını oluşturur. Şöyle ki, vaadin efendilik-kulluk çerçevesindeki

içeriği, itaati ödüllendirmektir. Buna karşılık tehdidin içeriği suça

karşılık ceza vermektir. Ödül, itaat edenin yetkili üzerindeki hakkı

ve yetkilinin borcu olduğu için yetkilinin o hakkı vermesi ve borcunu

ödemesi gerekir. Fakat ceza, bunun tersine yetkilinin suçlu yükümlünün

üzerindeki hakkıdır ve insanın kendi mülkünde mutlaka

tasarrufta bulun-massı ve hakkından mutlaka yararlanması

gerekli değildir. Bu söylediklerimizin devamı vardır, yerinde açıklanması

gerekir.

 

2- Affetmek ve Bağışlamak

 

Az önce söylediklerimizden şu sonuca vardık: Suça ceza

vermemek caizdir, ama itaati ödüllendirmemek caiz değildir. Bu

 

....................................... 503

 

memek caizdir, ama itaati ödüllendirmemek caiz değildir. Bu kural,

belirli oranda fıtrî bir hükümdür ve şu gerçeğe dayanır: Ceza,

suça muhatap olanın suçlu üzerindeki hakkıdır ve hakkı almak

her zaman gerekli değildir.

 

Yalnız hakkı almak nasıl her zaman gerekli değilse, her zaman

almamak da caiz değildir. Yoksa hakkın sabit olması ile ilgili

fıtrî hüküm geçersiz olur. Çünkü hiçbir zaman etkisi ve sonucu

olmayan bir şeyin sabit olmasının anlamı yoktur. Üstelik ceza

hakkını kökten kaldırmak, sosyal yapıyı korumak için konmuş kanunları

ortadan kaldırmak anlamına gelir ki, hiç şüphesiz kanunları

ortadan kaldırmak toplumu yıkmak demektir.

Suçların affedilmesinin caiz olduğu hükmü genel olarak sabittir,

fakat mesele şartlara bağlıdır. Eğer affı gerektirecek, anlamlı

bir sebep varsa af caizdir. Yoksa toplumun yapısını ve insan mutluluğunu

koruyan kanunlara saygı göstererek ceza vermek gerekir.

İsa Peygamberin sözlerini nakleden şu ayet buna işaret etmektedir:

"Eğer onları affedersen, şüphe yok ki sen üstün iradeli

ve hikmet sahibisin." (Mâide, 118)

Kur'ân'da ilâhî hikmetin geçerli saydığı şu iki sebepten söz edilmektedir:

Bu sebeplerin biri kulun Allah'a tövbe etmesidir. Bu

tövbe küfürden imana dönmeyi de, günahkârlıktan itaatkârlığa

yönelmeyi de içerir. Bunun böyle olduğunu dördüncü ciltte tövbeden

söz ederken belirtmiştik. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Benden

taraf onlara de ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah-

'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları affeder. O

affedici ve merhametlidir. Size azap gelip çatmadan Rabbinize

dönün, ona teslim olun. Sonra size yardım edilmez. -Bu tövbe, küfürden

imana dönme anlamındaki tövbedir. Çünkü bu tövbeyi

yapmayanlara hiçbir yardımcının ve şefaatçinin faydalı olamayacağını

vurgulayan bir tehdit içeriyor.- "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız

bir sırada size azap gelmeden önce Rabbinizden size

indirilenin en güzeline uyun." (Zümer, 53-55) Bu da günahtan itaate

dönme anlamındaki tövbedir. Çünkü burada şefaatin fayda vermeyeceğinden

söz edilmiyor.

 

Bir başka ayette de şöyle buyruluyor: "Allah'ın kabulünü üzerine

aldığı tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük yapanlar ve sonra

yakın zamanda tövbe edenler içindir. İşte Allah'ın rahmetiyle on

 

504................................................

 

lara dönüp tövbelerini kabul ettiği kimseler bunlardır. Allah her

şeyi bilendir, hikmet sahibidir. İçlerinden birine ölüm gelip çatıncaya

kadar kötülükleri yapıp, 'Ben şimdi tövbe ettim.' diyenler ve

kâfir olarak ölenler için tövbe yoktur. İşte onlar için acı bir azap

hazırlamışızdır." (Nisâ, 17-18)

 

Af sebeplerinin ikincisi kıyamet günündeki şefaattir. Yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Onların Allah dışında taptıkları sözde ilâhlar

şefaat etme yetkisine sahip değildirler. Yalnız hakka şahit olup

da (Allah'ın mutlak hâkimiyetini) bilenler hariç." (Zuhruf, 86)

Kur'ân'da şefaat konusuna değinen daha birçok ayet vardır. Birinci

ciltte şefaat konusunu enine boyuna incelemiştik.

 

Kur'ân'ın değişik yerlerinde sebebi belirtilmeksizin aftan söz

ediliyor. Fakat eğer o ayetler üzerinde iyi düşünülürse belirli bir

oranda gözetilen faydanın ne olduğu anlaşılır. Gözetilen fayda dinî

faydadır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Ama yine de sizi affetti.

Allah müminlere karşı gerçekten lütufkârdır " (Âl-i İmrân, 152) "Gizli

konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Madem

ki (bunu) yapmadınız ve Allah da sizi affetti öyleyse artık

namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve Elçisine itaat edin." (Mücâdele,

13) "Allah, Peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden muhacirler

ile ensarın tövbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir

grubun kalpleri, kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından Allah onların

tövbelerini kabul etti. Çünkü o, onlara karşı şefkatli ve merhametlidir."

(Tevbe, 117) "(Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne

olmayacağını sandılar. Gözleri kör, kulakları sağır oldu. Sonra Allah

onlara dönerek tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve sağır

oldular, elbette onların çoğu." (Mâide, 71) "İçinizden eşlerine zihar

edenler bilmelidirler ki, o kadınlar onların anaları değildir. Onların

anaları ancak onları doğuran kadınlardır. Onlar çirkin ve yalan

bir söz söylüyorlar. Şüphe yok ki, Allah, bağışlayıcı ve affedicidir."

(Mücâdele, 2) "Ey inananlar! İhramlı iken av öldürmeyin... Allah

geçmiştekini affetmiştir. Fakat kim tekrarlarsa, Allah ondan

öç alır. Allah şüphesiz güçlü ve öç alıcıdır." (Mâide, 95)

Bu ayetlerde ilâhî affın çeşitli örneklerinden söz ediliyor. Bu

ayetlerde sözü edilen afların özelliklerine ayetlerin incelendiği yerlerde

değinilmiştir.

 

................................................... 505

 

"Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?" (Tevbe, 43) ayeti,

yukarıdaki örneklerin kategorisine girmez. Çünkü bu ayetteki af,

'Allah seni affetsin, niye şu işi şöyle yaptın?' şeklindeki sözümüz

gibi bir duadır. Bunun tersten benzeri "O düşündü, ölçtü-biçti.

Kahrolası nasıl ölçtü-biçti?" (Müddesir, 19) ayetidir. "Biz sana apaçık

bir fetih verdik ki, Allah senin (fetihten) önceki ve sonraki bütün

günahlarını bağışlasın." (Fetih, 2) ayeti de yukarıdaki ayetlerle

aynı kategoriye girmez. Affın, Peygamberimize (s.a.a) Mekke fethinin

bağışlanmasının uzantısı mahiyetindeki bir sonucu olarak

zikredilmiş olması bunun delilidir. Çünkü günah anlamındaki suçun

affedilmesi ile fetih arasında bir ilişki yoktur. İnşallah yeri geldiğinde

bu meseleyi geniş bir şekilde açıklayacağız.

 

3- Affın Dereceleri

 

Af, cezayı gerektiren bir suçla bağlantılıdır ve cezanın da daha

önce belirttiğimiz gibi geniş bir çerçevesi, muhtelif ve farklı dereceleri

vardır. Buna bağlı olarak cezanın derece farklılıklarına bağlı

bir şekilde affın da farklılık dereceleri vardır. Bu farklılık, sadece

günahın kendisinden, yani hareketin doğurduğu kötü sonuçtan

kaynaklanmaz. Bu husustaki farklılık, inkâr edilmez açıklıktadır.

Ceza, yani davranışın karşılığı olan ceza ve ödül, davranışın doğurduğu

sonucun ağırlığı ile ölçülür.

 

Bu incelememizde mutlaka irdelenmesi gereken konu, suçun

kendisi, onun derecelerinin farklı olduğu gerçeği ve bir de bu hususta

fıtrî aklın bizi ulaştırdığı sonuçtur. Gerçi incelememiz

Kur'ân'a dayalıdır ve amacı ilâhî kitabın bu gerçeklerle ilgili bakış

açısını tespit etmektir, fakat yüce Allah, Kur'ân'da belirttiği gibi,

bize akıllarımızın kapasitesine göre ve eşyayı düşünce ve pratik

alanda ölçmekte kullandığımız fıtrî ölçülere göre hitap eder. Bu kitabın

çeşitli incelemeleri sırasında bu gerçeğe işaret etmiştik. Yüce

Allah birçok açıklamalarında aklın ve düşüncenin desteğine

başvurmuş ve sözlerinin amacını bunlarla teyit etmiştir. Bu anlamda

"Aklınızı çalıştırmaz mısınız?", "Düşünmez misiniz?" vb.

şeklinde birçok buyruğuna rastlarız.

 

Sağlıklı aklî bir değerlendirme şunu ortaya koyuyor: İnsan toplumunun

bağlantılı olduğu ve saygı gösterdiği ilk şey, uygulamaya

 

506 ....................................

 

yönelik hükümlerle toplumun saygı duyduğu geleneklerdir. Bunlar

sürekli biçimde uygulanarak insanî amaçları korunur ve insan toplumunu

hayatında mutluluğa erdirir. Sonra da ceza hükümleri yürürlüğe

konar ve bu kanunlara göre toplumun kanunlarını çiğneyenler

cezalandırılırken bu kanunlara uyanlar ödüllendirilir.

Bu aşamada suç denince sadece yürürlükteki kanun metinlerini

çiğneme eylemleri kastedilir ve mutlaka suçun sayısı, kanun

maddesinin sayısıyla eşit olur. Suç denince Müslümanların aklına

ilk gelen anlam budur. Kötülük, masiyet, cürüm, hata, fasıklık gibi

suçla yakın anlamı olan kelimeleri işitince de ilk aklımıza gelen

bu olur.

 

Fakat mesele bu kadarla bitmez. Çünkü yürürlükteki hükümler

uy-gulanınca, gözetilince ve korununca toplumu, kendileri ile

uyumlu, top-lumun amacı ile bağdaşan bir ahlâk ve vasıflara götürür.

Bu ahlâk ilkelerine toplum, faziletler (erdemler) adını verir ve

fertleri bunları edinmeye teşvik eder. Bu faziletlerin karşısında kötü

sıfatlar yer alır.

 

Bu faziletler, geleneklerin ve toplumsal amaçların farklılığına

bağlı olarak farklılık gösterir, ama yürürlükteki kanunların ürünleri

olduğu kesindir.

 

Gerçi bu ahlâkî faziletler ruhî (psikolojik) vasıflardır, toplumlarda

pratiğe yansıtılmalarının güvencesi yoktur, ayrıca meleke (alışkanlık)

niteliğinde oldukları için dolaysız olarak iradeye bağlı

değildirler; fakat gerçekleşmeleri, yürürlükteki kanunları sürekli

biçimde uygulamaya veya bu kanunları sürekli biçimde çiğnemeye

bağlı olduğu için kanunları uygulamanın kendisi, bu faziletlerin

pratiğe yansıtılmalarının teminatıdır. Ayrıca itici teminatları olan

sürekli kanuna bağlılığın iradeye dayalı bir eylem olması sebebi

ile de iradeye dayalı sayılırlar. Bunların yanı sıra bunların yiğitlik,

iffet ve adalet gibi faziletli ahlâkla ilişkili aklî emirlerle, korkaklık,

sinirlilik, tepkisizlik, hayâsızlık ve zu-lüm gibi ahlâkî rezilliklerden

alıkoyan aklî yasaklar içerdikleri tasavvur edilir. Ayrıca bunlar için

akla dayalı ödül ve ceza diye adlandırılan cezalar ve ödüller tasavvur

edilir. Övme ve yerme gibi.

 

Kısacası, bunlarla yukarıdaki aşamanın üzerinde yer alan bir

başka suç aşaması karşımıza çıkar. Bu aşama, ahlâkî hükümleri

 

...................................................... 507

 

ve bu hükümlerle bağlantılı aklî emirleri çiğneme aşamasıdır.

Bu aklî emirlerin emirler olarak sayılmasının sebebi, gerekli

gördükleri davranış ile akıl arasındaki sıkı çağrışımdır. Ortada davranışın

gerekliliğine hüküm veren ve onu emreden bir hâkim var

ki, o da insan aklıdır. Akla uygun yasaklara yasak demek de buna

benzer. Bütün çağrışım örneklerinde aynı yaklaşımı sergileriz. Eğer

aralarında sıkı çağrışım ilişkisi bulunan davranışların birini

yaptığımızı farz eder ve gerekli sayarsak, hiç düşünmeden onun

yapışık ikizi gibi gördüğümüz diğer davranışın yapılmasını emreder

ve onu da gerekli görürüz, onu yapmamayı o akla uygun emri

çiğneme ve sorgulanmayı gerektiren bir suç sayarız.

 

Buradan başka bir husus ortaya çıkıyor ki, o da şudur: Bu ahlâkî

faziletler mutlaka yerine getirilmeleri gereken farzları içerirler.

Tıpkı bunun gibi kötü sıfatlar da haramlar içerirler. Bunların yanı

sıra ziynet ve güzel görünüm kazandırma konumunda olan bazı

müstehap ve mendup olan hususlar da içerirler. Bu menduplar

gerçi akla dayalı emirlerle bağlantılı hoş görülen güzel edeplerdir;

ama eğer aramızda seçkin nitelikli biri var sayılırsa, bu faziletlerle

sıkı sıkıya bağlantısı olan o edepler, aslında mendup oldukları

hâlde o yüksek seviyeli kişi için akla dayalı emir niteliği kazanırlar.

Adam var sayılan yüksek kapasitesinin hakkını versin diye kendisine

bu ek yükler yüklenir.

 

Bunu şöyle bir örnekte açıklayabiliriz: Mütevazı bir hayat yaşayan

bir bedevî düşünelim. Bu kimse şehirlerdeki ortalama hayatın

uzağında olan bir hayat düzeyinde yaşadığı için sadece aklının erdiği

ve kavrayabildiği zarurî toplumsal hükümlerden ve genel geleneklerden

sorumlu tutulur. Bu kişi zaman zaman eğer çirkin işler

yaparsa veya kaba sözler söylerse, şehirli kimseler onun yaptıklarına

göz yumarlar. Anlayışının kıtlığı ve kalabalıkların yaşadıkları

yerleşim birimlerinden uzakta oturması yüzünden onu mazur

görürler. Çünkü yoğun yerleşim birimlerinde âdetlerin ve geleneklerin

sürekli tekrarlanmaları, böyle yerlerde oturanlar için en güzel

öğretmen olur.

 

Bunun yanı sıra ortalama şehirliler de toplumun seçkin fertlerinin

sorumlu tutuldukları edep inceliklerinden sorumlu tutulmazlar.

Çünkü bu seçkin kimseler ince kavrayışlı ve zarif edepli kimselerdir.

Ortalama insanlar edep inceliklerini ve sözle veya fiille ilgili

 

508 .......................................

 

nezaketleri gözetmedikleri zaman mazur görülmelerinin sebebi,

anlayış kapasitelerinin ancak yapabildikleri işler düzeyinde olmasıdır.

Böyle kimselerin farkında oldukları edep kuralları, yapabildiklerinden

ibarettir. Kapasiteleri bu bilinçlerinin kapasitesi ile sınırlıdır.

Böyleleri için normal sayılan uygunsuz hareketler ve sözler,

seçkin kimseler için kınama sebebi olur. Bu seçkin kimseler basit

bir dil sürçmesi, hafif bir hareket gecikmesi, bir anlık bir dalgınlık,

yersiz bir işaret veya göz kırpma yüzünden kınanırlar. Böyle şeylerin

hepsi onlar için suç sayılır. Yalnız bu suç dinî veya dünyevî kanunların

maddelerine aykırı davranmak anlamında değildir. Onlar

arasında "İyilerin iyilikleri, mukarreblerin (Allah'a yakın kimselerin)

kötülükleridir" vecizesi yaygındır.

 

Gelişme yolunda ulaşılan aşama ilerledikçe, bu kapasiteye ulaşılmadan

önce fark edilmeyen, sıradan yükümlü kişilerin hissetmedikleri

ve yetkilerin kovuşturma ve soruşturma konusu

yapmadıkları suçlar ortaya çıkar.

 

Titiz incelemelerin sonuçlarına göre bu durum sevgi ve nefret

aşamalarında ortaya çıkan hükümlerde doruğa varır. Nitekim nefret

gözü -özellikle öfke hâlinde- bütün iyi davranışları kötü ve kınanmaya

lâyık diye görür. Seven kimse de aşka daldığında, kara

sevdaya düştüğünde kalbinin sevdiğinden en ufak bir şekilde gafil

kalmasını büyük bir suç sayar. Bütün davranışlarını ve eylemlerini

sevgilisine yöneltmiş olmasını yeterli görmez. Çünkü sevgilisine

dönük bütün davranışlarını kalbinin ona yönelik olması oranında

değerli kabul eder. Eğer bir kalp gafleti ile sevdiğinden koparsa,

sevdiğine sırt çevirmiş, onun hatırasından kopmuş ve bu yüzden

kalp temizliği bozulmuş diye düşünür.

 

Böyle bir kimse yeme-içme gibi hayatın zarurî faaliyetleriyle

meşgul olmayı bile suç ve sevgiliye ihanet sayar. Şöyle düşünür:

Evet, bu faaliyetler her insanın zorunlu olduğu kaçınılmaz faaliyetlerdir;

fakat zorunlu faaliyetlerin her biri özü itibari ile iradîdir. Buna

göre bu faaliyetlerle meşgul olmak, sevgiliden başkası ile

meşgul olmak, ona sırt çevirmektir ki, bu suçtur. Bundan dolayıdır

ki, aşıkların, kara sevdalıların, ümitsiz mahzunların ve bu tür duygusal

bir derde kapılmış olanların yemeden, içmeden ve benzeri

 

................................................ 509

 

biyolojik faaliyetlerden kesildiklerini görürüz.

Peygamberimiz (s.a.a) tarafından söylendiği iler sürülen şu söz

de bu anlamda yorumlanmalıdır: "Kalbim bazı duyguların baskısı

altında kalıyor. Bu yüzden günde yetmiş kere Allah'tan af diliyorum."

Bir bakıma şu ayetleri de bu anlamda yorumlamak mümkündür:

"Günahlarından af dile ve akşam-sabah Rabbine

hamdederek onu noksanlıklardan tenzih et." (Mü'min, 55)

"Rabbine hamdederek onu noksanlıklardan tenzih et. Hiç şüphesiz

O, tövbeleri kabul edendir." (Nasr, 3)

Kur'ân'da Nuh, İbrahim, Musa ve Muhammed peygamberlerden

nakledilen şu sözleri de bu anlamda yorumlamak gerekir.

Meselâ Hz. Nuh şöyle demiştir: "Rabbim, beni, ana-babamı ve evime

mümin olarak girenleri affeyle." (Nûh, 28) Hz. İbrahim de şöyle

bir duada bulunmuştur: "Ey Rabbimiz, hesaba durulacağı gün

beni, ana-babamı ve müminleri affeyle." (İbrâhîm, 41) Hz. Musa ise

kendisi ve kardeşi Harun hakkında şöyle bir dua etmiştir:

"Rabbim, beni ve kardeşimi affeyle, bizi rahmetinin kapsamına

al." (A'râf, 151) Peygamber efendimizden (s.a.a) de şöyle nakledilmiştir:

"İşittik ve itaat ettik, Rabbimiz bağışlamanı dileriz; dönüş

ancak sanadır." (Bakara, 275)

Çünkü peygamberler masum oldukları için günah yapmaları,

dinî hükümlerden birine aykırı davranma anlamında suç işlemeleri

mümkün değildir. Zira onlar insanları bu hükümlere çağırmak

için gönderildiler. Sözleri ile ve uygulamaları ile bu hükümleri tebliğ

etmek için uğraşıyorlar ve Allah tarafından onlara itaat edilmesi

farz kılınmıştır. Günah işlemeyeceğinden emin olunmayan birine

itaat edilmesini farz kılmak anlamsız olur ki, Allah'ı böyle bir

şeyden tenzih ederiz.

 

Kur'ân'da bazı peygamberlerin zulüm gibi bazı kötülükleri itiraf

ettikleri şeklindeki ifadeleri de bu anlamda yorumlayabiliriz.

Yunus Peygamberden nakledilen şu sözler gibi: "Senden başka ilâh

yoktur, seni noksanlıklardan tenzih ederim. Ben zalimlerden

biri oldum." (Enbiyâ, 87) Çünkü peygamberlerin bazı mubah hareketleri

kendileri için günah sayarak bunlar için Allah'tan af dilemeleri

nasıl caiz ise, bu günahları kendileri hesabına zulüm saymaları

da caizdir. Çünkü her günah bir zulümdür.

 

510 .....................................

 

Daha önce söylediğimiz gibi bu tür sözlerin bir başka yorumu

da vardır. Bu da bu ifadelerde geçen zulüm sözünden kişinin kendisine

zulmetmiş olmasının kastedilmiş olmasıdır. Nitekim, Hz.

Âdem ile eşinin şu sözlerindeki zulümden kastedilen anlam budur:

"Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez,

bize merhamet etmezsen kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz."

(A'râf, 23)

Sakın şöyle sanılmasın: Biz herhangi bir ayetin şöyle şöyle yorumu

var, dediğimiz zaman bu yorumların ayetlerin zahirine ters

düştüğünü kabul ediyoruz. Arkasından kelimelere verilebilecek

başka bir anlam uyduruyoruz ve ayetleri de bu anlama uyarlıyoruz

ve bu zorlamaya mezhebimizin görüşlerini haklı çıkarmak ve taassup

kaynaklı bir zorunluluktan dolayı başvuruyoruz.

Bunun böyle olmadığının delili, bu kitabın ikinci cildinde yer

alan peygamberlerin masumiyeti (yanılmazlığı) konulu objektif incelememizdir.

O araştırmada sadece ayetlerin kendilerini irdeledik,

Kur'ân'a yabancı ve garip önermelere dayanmadık.

Orada ve başka yerlerde şu gerçeği vurguladık. Kur'ân'ın zahirî

anlamı, sadece inceleme konusu cümlenin basit şekilde anlaşılması

ile belirlenemez. Cümlenin bulunduğu yerin karineleri de zahirî

anlamı etkiler. Bu karineler cümlenin yanı başında olabileceği

gibi, başka bir ayetin manasına açıklık getiren bir ayet gibi cümlenin

uzağında bir yerde de olabilir. Özellikle yüce Allah'ın sözleri

hakkında bu kural da-ha da önemlidir. Çünkü bu sözler birbirini

tamamlayan bir bütündür. Birbirlerine şahitlik ederler ve birbirlerini

doğrularlar.

 

Bazı tefsirciler ve kelâmcılar bu inceliği gözden kaçırdıkları için

ayetlere zahirî anlamları ile bağdaşmayan bir anlam yükleme

anlamında tevilciliğe kaçmışlardır ve bu çarpıtmaya özellikle

mezheplerine ters düştüklerini sandıkları ayetlerde başvurmuşlardır.

Bu kimselerin Kur'ân'ın ayetlerini birbirinden kopardıkları ve

her parçayı pazardaki sıradan bir esnafın diğer bir esnafın sözünü

anladığı gibi bir basitlikle yorumladıkları görülür. Böyleleri meselâ,

"Hani o artık kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı."

ayetini işittikleri zaman ayette sözü edilen Yunus Peygamberin,

hâşâ Allah'ın kendisini yakalamaya gücü yetmeyeceğini sandığı

 

................................................... 511

 

veya kesinlikle böyle düşündüğü şekilde bir yorum yapıyorlar. Bu

arada bir sonraki ayette "Biz müminleri böyle kurtarırız." (Enbiyâ,

88) ifadesi ile Yunus Peygamberin mümin sayıldığını görmezden

geliyorlar. Çünkü Allah'a tereddütle veya kesinlikle acziyet izafe

etmek şöyle dursun, onun gücü hakkında şüphe eden kimse imansız

olur.

 

Yine onlar, "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmek

için..." ayetini işittiklerinde, bu ifadeyi Peygamberimizin

(s.a.a), tıpkı bizden biri gibi, fıkhî meselelere konu olmaya dayanak

oluşturan Allah'ın emirlerinden veya yasaklarından birine aykırı

davrandığı ve Allah'ın onu affettiği şeklinde anlarlar.

Bu kimseler "Sana apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 1) şeklindeki

ayetle bu ayet arasında bağlantı kurmaya yönelik bir düşünce

zahmetine bile katlanmazlar. Oysa eğer böyle bir düşünce çabasına

girişselerdi, burada sözü edilen günahla bu günaha bağlı af, bizim

için söz konusu olan günah ve bizim günahlarımız ile ilgili af

gibi olsaydı, bu af ile Mekke'nin fethi arasında sebep-sonuç bağlantısı

kurmanın anlamsız olacağını açıkça görürlerdi. Ayrıca "Sana

yönelik nimetini tamama erdirmesi, seni doğru yola iletmesi

ve Allah'ın seni güçlü bir şekilde desteklemesi için..." (Fetih, 3)

şeklindeki ayeti bu ayete atfetmenin anlamsız olacağını fark ederlerdi.

Yine bu kimseler Âdem, Nuh, İbrahim, Lut, Yakup, Yusuf, Davud,

Süleyman, Eyyub ve Muhammed (Allah'ın selâmı hepsine olsun)

peygamberler ile ilgili kıssalarda anlatılan ve bu peygamberlerin

ayak sürçmeleri olduklarını sandıkları olayları içeren ayetleri

işittiklerinde, hemen bu peygamberlere dil uzatırlar, onlara karşı

edepsizlik yapmak-tan çekinmezler. Oysa yönelttikleri suçlamalara

asıl kendileri müste-haktırlar ve edepsizlik gibi de bir ayıp yoktur.

Bu kimselerin nasipsizlikleri ve çarpık görüşlülükleri, o kadar

ileri gitmelerine yol açtı ki, âlemlerin Rabbi olan Rablerini tahrif

edilmiş Tevrat'ın ve İncillerin tanımladığı Rabbe dönüştürdüler. Bu

tahrif edilmiş kitaplarda tanımlanan Rab, somutlaşmış bir gizli

güçtür ki, zorbaca arzularını ve öfkelerini tatmin etmekten başka

bir şey düşünmeyen bir diktatör ülkesini nasıl yönetiyorsa, varlık

mekanizmasını öyle yönetiyor. Böylece Rablerinin yüceliğini bil

 

512...........................................

mekten uzak kaldılar.

 

Arkasından peygamberlerin yücelikleri hakkında da yanıldılar.

Onların erişilmez ruhî derecelerini ve gerçek yüce makamlarını

göz ardı ettiler. Böylece o kutsal ve tertemiz ruhlar, onların çarpık

bakış açıları ile, insanlık şerefi adına sadece kuru bir isim taşıyan

alçak ve şirret nefislere benzediler. Öyle ki, biri falâncayı öldürüyor,

öbürü filâncanın ırzına göz dikiyor ve bu yolla malına el koymaya

çalışıyor.1 Oysa bu kimseler bu cahilliklerine rağmen böylesine

şaibeli kimselerin dünya işlerini idare etmelerine, bir gün bile

evlerinin ve ailelerinin sorumluluğunu üstlenmelerine razı olmazlar.

Böyleyken nasıl oluyor da bu ağır ayıpların yüce Allah'a isnat

edilmesine razı olabiliyorlar? O alîm ve hakîm olan Allah ki, peygamberlerini

kullarına, artık söyleyecekleri bir sözleri, ileri sürecekleri

hiçbir bahaneleri kalmasın diye gönderdi. Peki, eğer bir

peygamberin küfretmesi, facir olması, insanları müşrikliğe ve

putperestliğe çağırması, sonra da bunlardan sıyrılıp yaptıklarını

şeytanın üzerine atması caiz görülürse bir kâfire, bir fasıka nasıl

susturucu bir delil sunulmuş olabilir?!

 

Bu kimselere Allah'ın peygamberlere bağışladığı masumiyet

hakkında, onlara sunulan yüce dereceler ve erişilmez ruhî üstünlükler

hakkında bazı örnekler sayıldığı zaman, bu örnekleri Allah'a

ortak koşmak ve kullara aşırı sıfatlar yakıştırmak şeklinde değerlendirerek

hemen, "De ki, ben sadece sizin gibi bir insanım."

(Kehf, 110) ayetini okumaya koyulurlar.

Onların peygamberlerin üstünlüklerini reddetmeleri bir bakıma

isabetlidir. Çünkü onların yüce Allah ile ilgili tasavvurları ve O'-

na yakıştırdıkları zatî ve fiilî sıfatlar peygamberlere izafe ettikleri

makamlardan daha düşüktür, derece ve değer bakımından daha

aşağıdadır. İslâm'ın ve Müslümanların karşılaştıkları bütün bu

musibetler Ehlikitab'ın, özellikle Yahudilerin rivayetler üzerindeki

çarpıtmalarının ve yanıltma çabalarının sonucudur.

Onlar bu desiseleri ile İslâm inancını çığrından çıkardılar. Al-

1- Bunların Davud, Süleyman, İbrahim Lut ve diğer peygamberler hakkındaki

rivayetlerine göz atanlar bu tür örneklerle karşılaşırlar.

 

........................................................ 513

 

lah'ın hiçbir benzerinin olmadığı ilkesini şöyle çarpıttılar: O zorba

bir insan gibidir. İnsanlar yaptıklarından sorumlu iken O kendini

özgür ve yaptıklarından sorumsuz görür. Sonuçların sebepleri izlemeleri,

öncüllerin sonuçları doğurmaları, maddî ve manevî varlık

özelliklerinin etkilerini ortaya koymaları, bütün bunlar tesadüfidir,

gerçek bir ilişkiye dayanmazlar.

 

Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.a) ile peygamber gönderme

geleneğini sona erdirdi. Yalnız Musa Peygamber ile konuştu. İsa

Peygamberi ruh ile destekledi. Bütün bu özel tasarruflar bu peygamberlerin

nefislerinin özelliğinden kaynaklanmıyor. Sadece Allah,

onlara özellik tanımayı diledi diye bunlar oldu. Musa Peygamberin

elindeki asâyla bir kayaya vurup oradan suyun fışkırması

mucizesi, tıpkı bizden birinin elindeki değnekle bir kayaya vurması

gibidir. Sadece Allah o kayaya vurma ile su fışkırttığı hâlde, bu kayaya

vurma ile su fışkırtmıyor. Musa Peygamberin ölülere "Allah'ın

izni ile ayağa kalkın" demesi, bizden birinin mezarlıkta "Allah'ın

izni ile ayağa kalkın" diye seslenmesi gibidir. Yalnız Allah ötekileri

dirilttiği hâlde berikileri diriltmiyor. Bu durum diğer mucizelerde

de böyledir!

 

Bütün bunlarda tekvinî düzen toplumda yasa koyma düzeni ile

karşılaştırılıp onunla bir tutuluyor. Oysa yasal düzenin dayanağı

yasa koymaya, uzlaşmaya ve sözleşmeye dayanır. Bu da toplumun

çerçevesini ve insan yığınlarının dünyasını aşmaz.

Eğer o tefsirciler ve kelâmcılar biraz kafalarını çalıştırsalardı

ve günahın ilâhî emirlere ve yasaklara karşı gelmek şeklindeki bilinen

anlamı ile ilgili ayetleri etraflı bir şekilde inceleselerdi, bilinen

affın üzerinde olan başka bir af türünün farkına varırlardı.

Çünkü yüce Allah, Kur'ân'ın değişik yerlerinde buyuruyor ki,

onun "muhlesîn, yani ihlâslı kılınmışlar, seçilmişler" diye adlandırdığı,

günah işlemeleri söz konusu olmayan masum kulları vardır.

Şeytan bu kullardan ümidini kesmiştir. Buna göre onların -bilinen

anlamda- günahları olmadığı için bu tür günahlarla ilgili affa ihtiyaçları

yoktur. Kur'ân'da İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf ve Musa

Peygamberlerin bu seçilmiş kullardan oldukları açıkça bildiriliyor.

Meselâ İbrahim, İshak ve Yakup peygamberler hakkında, "Biz onları

sadece ahiret yurdunu düşünen, gönülden bağlı kullar olarak

seçtik." (Sâd, 46) buyruluyor. Yusuf Peygamber de, "O bizim seçkin

 

514 ....................................

 

kılınmış kullarımızdandır." (Yûsuf, 24) diye tanıtılıyor. Musa Peygamber

hakkında da "O seçilmiş bir kuldu." (Meryem, 51)

buyruluyor. Öte yandan bu peygamberlerin Allah'tan af diledikleri

naklediliyor. Meselâ İbrahim Peygamber, "Rab-bimiz beni ve anababamı

affet." (İbrahîm, 41) diye dua ederken Musa Peygamber,

"Rabbim, beni ve kardeşimi affet, bizi rahmetinin kapsamına al."

(A'râf, 151) diyor. Eğer af, sadece bilinen anlamdaki günahlarla ilişkili

olsaydı, bu peygamberlerin dua etmeleri yersiz olurdu.

Evet, biri çıkıp şöyle diyebilir: Bu peygamberler hiçbir günahları

olmadığı hâlde Allah'a karşı alçak gönüllü bir tavır takınarak

kendilerini günahkâr sayıyorlar. Fakat bu itirazı yapan kimse, bu

peygamberlerin bu görüşlerinde yanılmadıklarının, bu sözleri boşuna

söylemediklerinin bilincine varması gerekir. Buna göre o

seçkin kulları da kapsayan affın doğru bir anlamı vardır ve mesele

ciddîdir.

 

Üstelik İbrahim Peygamberin (a.s), "Rabbimiz, beni, anababamı

ve bütün müminleri hesaba durulduğu gün affet." şeklindeki

duasında bütün müminlerin affı için de dua ediliyor ki, onların

arasında Allah'ın muhles ve seçkin kulları da vardır. Nuh Peygamberin,

"Rabbim, beni, ana-babamı, evime mümin olarak girenler

ile kadın erkek bütün müminleri affeyle." şeklindeki duası

da ifadenin mutlak olması sebebi ile seçkin kulları da kapsamaktadır.

Oysa affedilmeye muhtaç olmayan günahı olmayanlar için

af dilemek anlamsız olur.

 

Bütün bunlar şu gerçeğe dikkatimizi çekiyor: Affa bağlantılı

günahlar için bilinen anlamdaki günahlar dışında kalan günahlar

olduğu gibi affın da bilinen anlamdaki affın dışında kalan türleri

vardır. Kur'ân'da İbrahim Peygamberin, "Hesaplaşma günü günahlarımı

affedeceğini umduğum O'dur." (Şuarâ, 82) dediği naklediliyor.

Herhâlde bu sebeple Allah, Kur'ân'ın bazı ayetlerinde rahmetten

veya cennet an-lamına gelen ahiret rahmetinden söz ettiğinde

daha önce aftan söz ediyor. Şu ayetlerde olduğu gibi:

"Rabbim, affet ve merhamet eyle." (Mü'-minûn, 118)

"Bizi affet, bize

merhamet eyle." (Bakara, 286) Âdem Peygamber ile eşinin şöyle

dedikleri naklediliyor: "Eğer bizi affetmez, bize merhamet etmezsen..."

(A'râf, 23) Nuh Peygamberin şu sözleri naklediliyor: "Beni

affetmez, bana merhamet etmezsen..." (Hûd, 47)

 

.................................................. 515

 

Yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Günahın arka

arkaya sıralanmış halkalar oluşturan değişik aşamaları olduğu gibi,

affın günahın bu aşamalarına paralel çeşitli aşamaları vardır.

Affın her aşaması ona paralel olan günahla bağlantılıdır. Her günah,

her suç mutlaka bir ilâhî emir veya yasakla bağlantılı değildir

ki, sıradan insanların basit anlayışları onu bilsin ve kavrasın. Tıpkı

bunun gibi her af da bu tür bir günahla bağlantılı değildir.

 

Yaptığımız bu genel incelemeye göre ortaya çıkıyor ki, günahların ve affın dört aşaması vardır ve bu aşamalar şunlardır:

 

1- Mevlevî emir ve yasaklarla bağlantılı günahlar. Bunlar fer'î

veya aslî bir şeriat hükmüne aykırı davranmaktan kaynaklanır.

Daha genel bir deyişle bu günahlar dinî veya dinî olmayan herhangi

bir kanun maddesine aykırı davranmaktan doğan günahlardır.

Bu günahlar kendileri ile aynı hizada olan bir afla bağlantılıdırlar.

 

2- Aklî ve ahlâkî hükümlerle bağlantılı günah ile bu günah türü

ile bağlantılı olan af.

 

3- Edep hükümleri ile bağlantılı suç ve günah ile bu tür günahlarla

bağlantılı olan af. Bu tür suçlar edep kurallarını gözeterek

yaşayanlar için söz konusudur. Bu iki kısım, sıradan halkın anlayışına

göre günah ve af sayılmayabilir. Belki de böyleleri bu kelimelerin

sözünü ettiğimiz anlamlarda kullanılmalarını mecazî kullanım

olarak kabul ederler. Oysa bu günah ve af türleri, mecazî anlamda

günahlar ve aflar değildirler. Çünkü bunlara ait gerçek sonuçlar

vardır.

 

4- Sevginin hükmettiği suç ve günah ile bununla bağlantılı olan

af. Nefret ortamında da buna benzer bir suç ve afla karşılaşırız.

Suçun ve affın bu türünü sıradan anlayış bu kısımlardan

saymaz. Bu konudaki yanılgı, bir hüküm hatasından

kaynaklanmıyor. Bunun sebebi, böylesine sıradan kimselerin bu

tür bir suçu ve onunla bağlantılı affı kavramakta ve anlamını

seçmekte yetersiz kalmalarıdır.

 

Bu kısa görüşlülerden biri şöyle diyebilir: Bu suç ve günah anlayışı

aşıkların, kara sevdalıların ve satlıcan hastalığına yakalananların

bir vehmi veya şairlere mahsus bir hayaldir; aklî bir gerçeğe

dayanmaz. Böyle diyen kimse şu gerçeğin farkında değildir.

 

516 ........................................

 

Bu tasavvurlar sosyal hayat yolunda birer vehim ve hayal olmalarına

rağmen aynı zamanda kulluk yolunda Allah sevgisi ile bağlantılı

gerçekler olurlar. Bu Allah sevgisi gerçeği, kalbi eritir, gönlü

coşturur, insanda Rabbinden başkasını düşünecek bir şuur,

Rabbinin istediğinden başkasını isteyecek bir irade bırakmaz.

Böyle bir coşkuya kapılan kimse açıkça görür ki, en hafif bir

şekilde nefsine veya nefsinin arzularına yönelmesi büyük bir günah

ve kalbi üzerinde ancak Allah'ın affetmesi ile kalkabilecek kalın

bir perdedir. Nitekim şu ayette yüce Allah günahı, kalbin Allah-

'a tam olarak yönelmesini engelleyen bir perde saymaktadır: "Hayır,

onların yaptıkları kötülükler kalplerinin üzerinde pas oldu.

Hayır, onlar o gün Rablerinden perdelenmişlerdir." (Mutaffifîn, 15)

Bunlar, içinde gerçeklerle oyun oynanmayan, ciddî bir incelemenin

verdiği sonuçlardır. Kulluklarında Allah sevgisi yolunda ilerleyen

Allah dostları öyle ince günahlar ve öyle latif aflar görürler

ki, genel incelemelerin onlara ermesi söz konusu bile değildir.

 

4- Günahsız Cezalandırma veya Af Olur Mu?

 

Toplumun akıllı kesiminin yöntemlerini inceleyen bir sosyolog

şunu görür: İnsanlar cezayı ve cezalandırmayı iradeye dayalı yükümlülüklere

dayandırırlar. Onlara göre insanın yükümlü olabilmesi

için aklî dengesinin yerinde olması gerekir. Yükümlülüğün

özü, mahiyeti ve sınırlarının belirlenmesinde, toplumdan topluma

değişen başka şartlar da vardır. Fakat o şartları incelemek şu anda

konumuzun dışında kalır.

 

Biz şimdi toplumda yaşayan insanların durumunun ortalamasına

göre güzel ile çirkini, faydalı ile zararlıyı, iyi ile kötüyü birbirinden

ayırma gücü olan aklı ele alacağız. İnsanlar sosyal bakış

açısı ile insanda böylesine işlevi olan, aktif bir gücün varolduğu

görüşündedirler. Oysa bilimsel incelemelerin zaman zaman vardıkları

sonuca göre akıl, hayal ve hafıza gücü gibi insana bağışlanan

doğal ve bağımsız güçlerden biri değildir. O tıpkı adalet gibi

birçok gücün ortaklaşa faaliyeti ile ortaya çıkan bir melekedir.

Farklılıklarına rağmen bütün toplumlar yükümlülüğün akıl denen

bu melekeye dayalı olduğu, yükümlülüğün kesin uzantısı olan

ödülün ve cezanın bu melekenin sonucu olduğu görüşündedirler.

 

........................................................ 517

 

Buna göre aklî dengesi yerinde olan kimse itaati karşılığında ödüllendirilir

ve suçu karşılığında cezaya çarptırılır.

Çocuklar, deliler, aptallar gibi aklî yeterliliği olmayanlar ile

bunlar dışında kalan bütün düşkünlere gelince, yaptıkları iyilikler

ve günahlar karşılığında bunlara gerçek anlamda ödül ve ceza

yoktur. Gerçi iyi davranışları karşılığında ödüllendirildikleri veya

suçları karşılığında cezalandırıldıkları olur. Ama bu ödüller teşvik

amacı ve bu cezalar da caydırma ve eğitim amacı taşır. Bu uygulama

İslâm toplumu da dahil olmak üzere bütün toplumlarda yaygın

biçimde geçerlidir.

 

Bu kimseler dünya hayatında yükümlülükleri yerine getirmek

ve onlara uymamakla elde edilen mutluluk ve bedbahtlık bağlamında

ne mutlu ve ne bedbahttırlar. Çünkü yükümlülükleri yoktur.

Bunun sonucu olarak ne mutlu olmalarını sağlayacak ödülleri ve

ne bedbaht olmalarına yol açacak cezaları olur. Sadece iyilikle

teşvik ve kötülükle caydırıcı eğitime tabi tutulabilirler.

Peki, aklı yeterli olmayanların durumu ahirette ne olacak?

Ahiret hayatını İslâm dini ispat ediyor ve orada insanların mutlu ve

bedbaht olmak üzere ikiye ayrılacaklarını vurguluyor. Başka bir

deyişle ödüle lâyık görülenler ile cezaya çarpılanlar diye ikiye bölünecek

olan insanların bir üçüncü kesimi olmayacak. Kur'ân'ın bu

konu ile ilgili verdiği bilgiler özet niteliğindedir ve ayrıntılı değildir.

Çünkü bu kimselerin dünyadan sonraki durumlarının akıl aracılığı

ile ayrıntılı şekilde belirlenmesinin yolu yoktur. Yüce Allah bu konuda

şöyle buyuruyor:

"Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların

işleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine kalmıştır. O onları

ya azaba çarptırır veya tövbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilen

ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 106)

"Melekler, nefislerine zulmedenlerin

canlarını alırken, 'Ne yapmakta idiniz?' derler. Bunlar,

'Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik.' diye

cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi?

Onda hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların varacağı yer cehennemdir.

Orası ne kötü bir varış yeridir. Ancak erkekler, kadınlar

ve çocuklardan âciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü

yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. İşte bunları,

umulur ki, Allah affeder. Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır."

 

518 ..............................................

 

(Nisâ, 97-99)

 

Görüldüğü gibi bu ayetler, ezilmiş zavallıların (mustazafların)

affedilmelerini ve tövbelerinin kabul edilmesini içeriyor. Oysa günah

olmayan yerde af olmaz.

 

Ayrıca azaba çarpılmalarından da söz ediliyor ki, yükümlülüğü

olmayanın azaba çarptırılması da söz konusu değildir. Yalnız yukarıda

anlattığımız gibi suçun, affın, cezanın ve ödülün farklı dereceleri

ve aşamaları vardır. Bunlardan bazıları mevlevî veya akla

dayalı (irşadî) yükümlülüklere aykırı davranmakla bağlantılıdır.

Başka bir bölümü alçak nefsanî durumlarla ve insan ile Rabbi arasında

perde olan kalp kirleri ile bağlantılıdır.

Söz konusu ezilmiş zavallılara gelince, bunlar akla dayalı yükümlülükten

muaf olsalar da nefis kirlerinden ve kalp perdelerinden

arınmış değildirler. Allah'a yakın olma nimetinden pay alabilmek

ve o kutsal alanda yer alabilmek için bunların giderilmesi,

silinmesi, örtülmesi ve affedilmesi gerekir.

Belki de bir rivayette yer alan şu ifade ile bu kastedilmektedir:

"Yüce Allah onları bir araya getirir. Sonra bir ateş yaratarak onlara

içine girmeyi emreder. Kim o ateşe girerse, cennete girer. Kim oraya

girmeyi reddederse, cehenneme girer." Tevbe suresinin tefsiri

sırasında bu konudaki rivayetler hakkında gereken açıklamalar

yapılacaktır. Nisâ suresinin tefsiri sırasında bu konuya biraz değinmiştik.

Kur'ân'da affın suçla ve günahla bağlantısız olarak kullanıldığı

yerler de vardır. Bunlardan biri sık sık tekrarlanan bir hükmün

kaldırılması hususundadır ki, bu konuda şöyle buyruluyor: "Kim

günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bu haram etlerden)

yiyebilir; çünkü Allah hiç şüphesiz, bağışlayan ve esirgeyendir."

(Mâide, 3) En'âm suresinde yer alan bu konudaki ayetle, su

bulunmadığı durumlarda abdest alma zorunluluğunu kaldıran şu

ayet de bu kategoriye girer: "Eğer hasta veya yolculukta iseniz...

temiz bir yere yönelin ve onu yüzlerinize ve ellerinize sürün (teyemmüm

edin). Allah şüphesiz çok affedicidir ve bağışlayıcıdır."

(Nisâ, 43)

İslâm toplumunda bozgunculuk çıkaranların cezası hakkındaki

şu ayet de bu kabildendir: "Yalnız sizin kendilerini ele geçirme

 

......................................................... 519

 

nizden önce tövbe edenler başka. Bilin ki, Allah bağışlayandır,

esirgeyendir." (Mâide, 34) Mazereti olan kimselerin cihattan muaf

tutulacağını bildiren şu ayet de böyledir: "İyi niyetlilere karşı kınama

ve suçlama yolu kapalıdır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."

(Tevbe, 91) Buna daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Bunların yanı sıra insanların başına gelen belâlar ve musibetler

hakkında da aynı anlamda şöyle buyruluyor: "Başınıza gelen

her musibet, kendi ellerinizle yaptığınız kötülüklerden ötürüdür.

Üstelik, Al-lah birçoğunu da affeder." (Şûrâ, 30)

Bunlardan şu ortaya çıkıyor: Yüce Allah'ın affedicilik sıfatı,

merhamet ve hidayet sıfatları gibi hem tekvinî, hem de teşriî hususlarla

bağlantılıdır. Buna göre Allah günahları affedip onları

amel defterinin sayfalarından sildiği gibi bir gerekçeye bağlı olarak

yasalaşabilecek bir hükmü de affedip yürürlükten kaldırır ve

bunların yanı sıra sebepleri varolduğu hâlde bazı musibetleri ve

belâları da etkisiz kılarak insanın başına gelmelerini engeller.

 

5- Davranışlar İle Karşılıklar Arasındaki İlişki

 

Bu incelemenin daha önceki bölümlerinde belirtildiği gibi, akla

dayalı emirler -yani toplumda geçerli olan kanunlar- uyanlar için

iyi sonuçlar olarak ödüller ve karşı gelip onları çiğneyenler için kötü

sonuçlar olarak cezalar getirirler. Bu yaptırım sistemi, kanunların

uygulanması için başvurulan bir çaredir. Toplumun, emirlere ve

yasaklara uyanlara iyi karşılıkla cevap vermesi, itaatkâr fertleri

teşvik etmek için, buna karşılık emirlere ve yasaklara karşı çıkmaya

kötü karşılıkla cevap vermesi de kanunlara karşı gelenleri

korkutmak ve itaatsizlikten caydırmak içindir.

 

Buradan ortaya çıkıyor ki, davranış ile karşılığı arasındaki ilişki

toplum veya toplumun yetkilileri tarafından konmuş, düzenleme

nitelikli bir ilişkidir. Bu düzenlemeye başvurulmasının itici faktörü,

toplumun, emirlerin ve yasakların uygulanmasına olan şiddetli ihtiyacıdır.

Toplum, kanunların uygulanmasından yararlanarak ihtiyaçlarını

giderir ve düzeni korur. Bundan dolayı o emirlere ve yasaklara

ihtiyaç kalmadığı, itaatkârlığa gerek kalmadığı zaman taahhüt

edilen ödüllerin ve cezaların aynı titizlikle yerine getirilmediği

görülür.

 

520 ......................................

 

Yine bundan dolayı, kanunların uygulanması ile ilgili ihtiyacın

değişmesi ile hem cezanın azlığında ve çokluğunda ve hem de

ödülün ve ücretin şiddetinde ve zayıflığında değişme görülür. İhtiyaç

çoğaldıkça ücret artar, azaldıkça azalır. Yani amir ile memur,

yetkili ile yükümlü, satıcı ile müşteri gibidirler. Her biri bir şey verir

ve karşılığında bir şey alır.

 

Ücret ve ödül, bedel gibi ve ceza da bir şeyi yok edenin yok ettiği

şeyin değerini tazmin edip borcunu ödemesi gibidir.

Kısacası, bu yaptırım sistemi tıpkı toplum çarkının dönmesine

esas olan diğer sosyal unvanlar, hükümler ve kriterler gibi uzlaşmaya

dayalı, itibarî bir düzenlemedir. Yöneticilik-yönetilenlik, emir-

yasak, itaat-karşı gelme, gereklilik-yasak, mülkiyet-mal, alışveriş

ve benzeri gibi. Sabit gerçekler ise, dış dünyadaki varlıkları

ile bunlara eşlik eden olaylardır ki, bunlar zenginliğe ve fakirliğe,

üstünlüğe ve düzey düşüklüğüne, övgüye ve yergiye göre değişmezler.

Toprak, bitkiler, ölüm, hayat, sağlık, hastalık, açlık, tokluk,

susuzluk ve suya kanma gibi.

 

Bu düzen, toplumun akıllı kesiminin kavradığı ve uyguladığı

düzendir. Yüce Allah da Kur'ân'da bizi, aramızda uyguladığımıza

benzer bir muameleye tabi tutuyor. Dininde bize yolunu gösterdiği

mutluluğumuzu sosyal geleneklerimizin kalıpları içinde sunuyor.

Bunun sonucu olarak emredip yasaklıyor, özendirip caydırıyor,

müjdeleyip uyarıyor, ödül vaat edip ceza ile tehdit ediyor. Böylece

sosyal gelenekleri ve kanunları algıladığımız yöntemlerin en kolayı

ile dini algılamış oluyoruz. Nitekim yüce Allah, "Eğer Allah'ın size

yönelik lütfu ve mer-hameti olmasaydı, hiçbiriniz asla kötülüklerden

arınamazdı." (Nûr, 21) buyuruyor.

Bununla birlikte yüce Allah, yetenekli vicdanlara gerçekleri idrak

etmeyi öğretme işini de ihmal etmeyerek Kur'ân'ın birçok ayetinde

Kur'ân'ın ve sünnetin zahirî veçheleri ile kapsadığı bu dinî

düzenleme-lerin ötesinde daha önemli bir hususun, daha nefis ve

daha değerli bir sırrın bulunduğuna şöyle işaret ediyor: "Bu dünya

hayatı oyundan ve eğlenceden başka bir şey değildir. Asıl hayat,

ahiret yurdundaki hayattır." (Ankebût, 64)

Bu dünya hayatı bir oyundur; hayalden başka bir temeli ve insanı

önemli gayesi olan gerçek üzerinde yoğunlaşmaktan alıkoy

 

...................................................... 521

 

ma dışında bir fonksiyonu yoktur. Önemli gaye, ahiret yurdu ve insanın

sürekli mutluluğudur. Dünya hayatından maksat, eğer hayat

adını verdiğimiz şeyin kendisi olup mal, mülk, mevki, üstünlük,

egemenlik gibi hayata eşlik eden gelişmeler bu kavramın kapsamın

dışında ise, gördüğümüz gerçeklerin varlığına rağmen bu hayatın

oyun ve eğlence olması, hayata eşlik eden tezahürlerin haydi

haydi oyun ve eğlence olmasını gerektirir. Yok eğer maksat bütün

eklentileri ile dünya hayatının tümü ise, oyun ve eğlence olması

daha açıktır.

 

Bütün bu sosyal gelenekler, üstünlük, mal ve mevki gibi peşinden

koşulan amaçlar, bunların yanı sıra yüce Allah'ın bizi fıtrî

olarak yönelttiği ve din eğitiminin kapsadığı maddeler ve amaçlar,

sonra da peygamberlerin yönelttiği maksatlar, bütün bunların

hepsi bir oyun gibidir. Bunları akıllı bir eğitici küçük bir çocuk için

ortaya koyuyor. O çocuk ki, faydasını zararından ve iyiliğini kötülüğünden

ayıramıyor. Sonra bu süreçte ona rehberlik ederek bedeninin

gelişmesine, zihninin açılmasına fırsat vermek suretiyle onu

çalışma düzenine ve bu yolla başarıya ulaşmaya hazırlıyor. Bu eğlenceli

süreç, çocuk için güzel bir oyundur, onu çalışma aşamasına

iletir. Eğitimci veli açısından ise oyunla ilgisi olmayan hikmete

dayalı ciddî bir iştir.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz gökleri, yeryüzünü ve

bu ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Onları

sadece hakka dayalı olarak yarattık. Fakat onların çoğu bunu

bilmiyor." (Duhan, 39) Bu ayetin içeriği bir önceki ayetin içeriğine

yakındır.

Yüce Allah daha sonra bu maddî eğitimin nasıl manevî amaçlarına

erdirdiğini şu genel örnekle insanlara açıklıyor: "Allah gökten

su indirdi ve yataklarının kapasitesi ile ölçülü büyüklüklerde

derelere akıttı. Akan sel, yüzeyinde köpük taşır. Süs veya kullanım

eşyası yapmak amacı ile ateşte erittiğiniz madenlerin de

buna benzer köpükleri, cürufları vardır. Allah hak ile batılı bu örnek

aracılığı ile anlatır. Köpük havaya uçup gider, fakat insanlara

yarar sağlayan kısmı yerde kalır." (Ra'd, 17)

 

Yüce Allah'ın bu açıklamasından ortaya çıkıyor ki, davranış ile

karşılığı arasında toplum fertlerine göre varolan uzlaşmaya dayalı

ve Yüce Allah'ın zahirî eğitiminin de bunun üzere cari olduğu itiba

 

522........................................

 

rî ilişkinin ötesinde gerçek bir ilişki vardır.

 

6- Davranışlar İle İnsan Nefsi Arasındaki İlişki

 

Bunun arkasından yüce Allah, davranış ile onun karşılığı arasındaki

ilişkinin insanın iç âlemine sirayet ettiğini ve davranışın

etkisi ile insan nefsinin belirli bir şekle ve duruma büründüğünü

belirtmek üzere şöyle buyuruyor, "Fakat Allah sizi kalplerinizin

yaptıklarından sorumlu tutar." (Bakara, 225) "İçinizdeki duyguları

açığa vursanız da, gizli tutsanız da, Allah sizi onlardan hesaba

çeker." (Bakara, 284) Bu anlamda çok sayıda ayet vardır.

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, davranışlara biçilen ödül ve ceza

türünden bütün sonuçlar gerçekte davranışlar yolu ile nefislerin

kazandıkları şeylerin sonuçlarıdır. Bu süreçte davranışlar sadece

aracı rolü oynarlar.

 

Bunun arkasından yüce Allah açıklıyor ki, insanların davranışlarının

karşılığı olarak karşılaşacakları sonuçlar, gerçekten davranışlarının

kendileridir. Bilindiği gibi toplumlar önce belirli bir davranışı

göz önüne alırlar, arkasından o davranış için bir karşılık biçerler.

Fakat yüce Allah'ın uygulaması böyle değildir. Yüce Allah'ın

uygulamasında davranış, o davranışı yapan nefsin korunmasına

paralel olarak korunur, sonra bütün sırların ortaya çıkarılacağı gün

o davranış o nefsin karşısına çıkarılır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:

"Her bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne

kötülük işlediyse, onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını

istediği o günü (hatırlayın)." (Âl-i İmrân, 30)

"Bugün özür beyan

etmeyin. Çünkü ne yaptınız ise, onunla cezalandırıyorsunuz."

(Tahrîm, 7) Bu ayetlerin söylediklerimize delâleti açıktır. Bu anlama

gelen daha birçok ayet vardır.

 

Bu ayetler içinde ifade ettiğimiz gerçeğe en güzel şekilde delâlet

eden ayet şudur: "Sen bundan gafildin. Biz senin gözünden

perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın keskindir." (Kaf, 22) "Bundan" ifadesiyle

can-lı ceza sahnesine işaret ediliyor. Yüce Allah, insanoğlunu

dünyada bu cezadan gafil sayıyor. Bunun karinesi ayetteki

"Bugün" ifadesidir. Gaflet ise mevcut olan bir şey hakkında söz

konusu olur. Arkasından yüce Allah insanın gözündeki perdenin

kaldırıldığını belirtiyor. Perdeden söz edilebilmesi için perdenin

 

..................................................... 523

 

örttüğü bir şeyin bulunması gerekir. Demek ki, insanın ahirette

karşılaştığı, gördüğü ceza, dünyadayken de vardı, fakat perde altında

olduğu için insan onu görmüyordu.

 

Bu ayetler, davranışların karşılıkları ve davranış ile karşılıklarının

ayrı şeyler olduğu hakkındaki ayetleri tefsir ediyor. Çünkü

davranışlarının karşılıkları ile ilgili ayetler, söylediğim gibi itibarî

sosyal ilişki aşamasını göz önünde bulundururken, bu ayetler davranış

ile karşılığı arasındaki gerçek ilişkiye parmak basıyor. Kitabımızın

birinci cildinde "Allah onların kalplerini... mühürlemiştir."

(Bakara, 7) ayetinin tefsiri sırasında bu konuya biraz değinmiştik.

İsteyenler oraya başvurabilirler. Ve Allah hidayet edicidir.

 


----------------------------
Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 6. ciltten faydalanılarak hazırlanmıştır
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)