Sayfalar:  

[1][2][3][4][5][6][7][8][9]

 

Soru 8:

YAVUZ SELİM:Takiyye konusunda yapmış olduguz acıklamalardan ve
gostermiş oldugunuız alakadan ötürü öncelikle teşekkür
ediyorum.diger sorularımında[mut'a nikahı ve kader, cuz'i
irade konusunda] aynı sekilde ve aynı hassasiyetle en kısa
zamanda yanıtlanmasını rica ediyorum..Ayrıca benim bu
suallerime karşı sizin takiyye yaptıgınız görüşünde olan
arkadaslara karsı net bir sekilde bilgilendirmenizi rica
ediyorum..saygılarımla.....


Cevap:
Sayın Yavuz Selim,
Selamunaleykum, İlginize teşekkür ediyor Allah'tan size ve tüm müminlere şarh-i sadr vermesini diliyoruz.
Mut'a nikahi ile ilgili sorunuzun cevabına gelince, bu konu fıkhi yönü ağırlıklı olmakla birlikte çeşitli yönlere içeren bir mevzudur. Biz bu yazıda bu alanda düşünmenize yardımcı olmak hedefiyle bazı hususlara işaret edeceğiz.
Mut'a Nikahı
Mut'a nikahı, bir erkek ve kadının nikah akdinde riayet edilmesi gereken şartları riayet ederek belli bir mehir üzere belli bir süre için (bir gün bir ay bir yıl vb. bir süre için) birbirleriyle evlenmelerine denir. Mut'a nikahında daimi nikah gibi, soy, evlilik, süt verme yönünden oluşan yakınlıktan dolayı veya kadının evli ya da iddette olması yüzünden evlenmek için şer'i bir engelin olmaması gerekir. Süre ve mehirin okunan nikah akdi hutbesinde belirtilmesi şer'an şarttır. Mut'a nikahı akdi sonucu kadın ve erkek arasında evlilik oluşur ve sürenin bitimiyle bu evlilik sona erir.
Bazı Hükümleri
Bu evlilik sonucunda eğer kadın hamile olur ve çocuk dünyaya gelirse aynen daimi nikahta olduğu üzere babasına iltihak eder ve baba ve anneden mirasa alır.
Mut'a nikahın bitiminden sonra kadının iddet beklemesi farzdır. Kadın eğer adet oluyorsa iddeti iki hayız görme suresincedir. Eğer hayız olmuyorsa 45 gün iddet beklemesi farzdır. Kocası nikah süresinde vefat ederse dört ay on gün iddet beklemesi farzdır.
Mut'a Nikahın Daimi Nikahla En Önemli Farkları
a. Mut'a nikahında erkeğin kadın nafaka vermesi farz değildir.
b. Mut'a nikahında kadın ve erkek arasında miras hakkı doğmaz.
c. Mut'a nikahında eşlerin birbirlerinden ayrılmaları için belirlenen sürenin bitmesi yeterlidir; talak vermeye gerek yoktur.
Bu hükümleri Ehl-i beyt mektebinin fıkıhtaki temel kaynaklarından olan Şerayu'l-İslam ve Cevahir'ul-Kelam kitaplarından hulasa şekilde naklettik. (Bkz Cevahir'ul-Kelam c. 30 s. 139- 202 )
Ehlibeyt Mektebinde Mut'a
Yukarıda açıkladığımız manada mut'a nikahının Kur'ân-ı Kerim ve Peygamber'in sünnetiyle sabit olduğu ve bu hükmün kıyamete kadar geçerli olacağı Ehlibeyt mektebi açısından hiç kuşku götürmeyen bir gerçektir.
Bu hususta Ehl-i Beyt'ten nakledilen onlarca sahih hadis mevcuttur. Bu hadisler Şia'nın temel hadis kaynaklarında örneğin El-Kafi ve Et-Tehzip gibi temel hadis kitaplarında kaydedilmiştir. Bu hadisleri Merhum Şeyh Hur Amili fıkhi hadisleri içeren Vesailuşşia kitabında 46 bölümde senetleriyle birlikte zikretmiştir.
Bu bölümlerde nakledilen hadisler bu nikahın meşru olduğunu açıklamanın yanı sıra çeşitli hükümlerini de Ehl-i Beyt'in dilinden beyan etmektedir.
Biz örnek olarak Mut'a nikahının cevaz ve meşruiyeti hakkında birkaç hadisi nakledeceğiz:
q1. Kuleyni Kafi'de sahih senetle şöyle nakleder::
İmam Sâdık (a.s) buyuruyor:
"Mut'anın caiz olduğu Kur'an-ı Kerim'de nazil olmuş ve Peygamber'in sünneti de bu esas üzere cereyan etmiştir." (Furu'ul-Kafi c2 s. 43; Et-Tehzip c: 2 s. 186. el-Burhan Tefsiri. c.1, s.360)
2. Yine Kuleyni ve Şeyh Tusi, sahih senetle şöyle nakletmekteler:
Abdullah b. Umeyr el-Leysi İmam Muhammed Bakır'ın huzuruna gelerek İmam'a "Kadınları mut'ası hakkında ne diyorsun" diye sordu. İmam şöyle cevap verdi:
"Allah Teala onu kendi kitabında ve Peygamber'inin sünneti üzere helal kılmıştır. Bu iş (Mut'a nikahı) kıyamete kadar helaldir. Abdullah b. Umeyr (İmam Muhammed Bakır'a hitaben) Ey Abu Cafer dedi, nasıl böyle bir şeyi söylüyorsun? Oysa Ömer bunu haram kılmıştır. Ben Ömer'in haram kıldığı bir şeyi helal kılman hususunda seni uyarıyorum. Bu işten sakın!
Bunun üzerine İmam Muhammed Bakır şöyle dedi: Sen kendi dostunun (Ömer'in) sözüne bağlı kal; ben ise Resulullah'ın sözüne bağlıyım. Tereddütte kalmaman için açıkça söylüyorum ki senin dostunun (Ömer'in) sözü batıl ve Resulullah'ın sözü haktır." İmam'ın bu sözüne müteakip Abdullah b. Umeyr İmam'a hakaret sayılacak bir laf etti ve İmam da ondan yüzünü çevirdi. (Bkz. Furu'l-Kafi c: 2 s. 42 Et-Tehzip c: 2 s. 186.)
3. Yine Merhum Kuleyni ve Şeyh Tusi sahih senetle Ebu Besir'den şöyle dediğini naklederler:
Ben İmam Muhammed Bakır'dan Mut'a hakkında sordum. Şöyle dedi: "Mut'anın hususunda Kur'an'da şu ayet inmiştir. "...Onlardan mut'a ile evlendiğiniz kadına kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Kararlaştırılandan başka karşılıklı hoşnut olduğunuz bir şeyi de vermekte size bir sorumluluk yoktur..." (Nisa Suresi: 24)
Mut'a Nikahının Delilleri:
Yukarıdaki delillerin yanı sıra okuyucu kardeşin mutmain olması için diğer bazı delillere ve bu delillerle ilgili eleştirilerin cevaplarına işaret edeceğiz.
Kur'an-ı Kerim'den Deliller:
1. Ayet:
"...Onlardan mut'a ile evlendiğiniz kadına kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Kararlaştırılandan başka karşılıklı hoşnut olduğunuz bir şeyi de vermekte size bir sorumluluk yoktur..." (Nisa Suresi: 24)
Ehl-i Beyt'ten bu ayetin mut'a nikahı hakkında nazil olduğuna dair birçok rivayetler nakledilmiştir. Yukarıda bunlardan bazılarına işaret ettik.
İbni Abbas, Übeyy b. Kâb, Cabir b. Abdullâh-ı Ensâri, İmran b. Hasin, Said b. Cübeyr, Ebu Said-i Hudri, Katade, İbn-i Mes'ud, Mücahid gibi sahabenin büyükleri, tabiinden bazıları, Ehl-i Sünnet muhaddis ve müfessirlerinin birçoğu ve Ehl-i Beyt müfessirlerinin tümü yukarıdaki ayetten mut'a nikahının cevazı hakkında nazil olduğunu açıkça ifade etmişlerdir.
Bu ayetin mut'a nikahı hakkında nazil olduğunu açıklayan bazı Ehl-i Sünnet muhaddis ve müfessirlerinin isimleri şöyledir:
Hanbeli mezhebinin İmamı Ahmet b. Hanbel kendi Müsned'inde (4 / 436)
Ebu Cafer Taberi Et-Tefsir'inde (5 /9)
Ebu Bekir el-Cessas el-Hanefi Ahkam'u-Kur'an'da (2 / 178)
Ebubekir el-Beyheki Es-Sünen el Kubra'da (7 / 205)
Zimehşeri El-Keşşaf tefsirinde (1 / 360)
Kurtubi Tefsir Cami' Ahkam El- Kur'an'da (5 / 13)
Hatta Ehl-i Beyt mektebiyle ilgili konularda taassubuyla meşhur olan Fahr-i Razi, tefsirinde bu ayet hakkında uzun bir açıklamadan sonra şöyle yazıyor: "Yukarıdaki ayetten mut'anın cevazının anlaşıldığında hiçbir söz ve şüphe yoktur. Ne var ki, bizler bu hüküm bir müddet sonra nesh olunmuştur, diyoruz." (Mefatihu'l-Gayb 3 / 267)
Yukarıdaki Ayetle İlgili Bir Hadis:
Buhari Peygamber'in sahabilerinden olan İmran b. Hasin'den şöyle nakleder:
"Allah'ın kitabında mut'a ayeti indi. Rasulullah (s.a.a) bize onu emretti. Rasulullah'ın döneminde mut'a'yı uyguladık, haram olduğuna dair Kur'an'da herhangi bir ayet inmedi, Rasulullah da vefatına dek bizi ondan nehyetmedi. Sonra bir zat, kendi re'yiyle nehyetti. Bu zatın Ömer olduğu söylenmiştir. (Bkz. Sahih Buhari tefsir bölümü Bakara Suresi'nin 196. ayetin tefsiri.)
Aynı hadisi ufak bir tabir farkıyla Fahri Razı de kendi tefsirinde ve İmam Ahmet b. Hanbel kendi Müsned'inde nakleder. Fahri Razi, İmran'ın 'sonra bir adam çıkıp da kendi görüşüne dayanarak bu hususta istediği şeyi söyledi' sözünden Ömer'i kastettiğini yazmaktadır.
Bu Ayetin Nesh Edildiği Görüşünün Tutarsızlığı
Bazıları Peygamber'in uyulmalarına emrettiği Ehlibeyt'ten uzak kaldıkları için hakikatleri görememiş veya bilerek gerçekleri tahrif etmeye çalışmışlardır. Bu eğilim sahibi kimseler, yukarıdaki ayette geçen mut'a nikahı hükmünün sonradan gelen ayet veya sünnetle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir.
Örneğin bazıları bu ayetteki hükmün, Müminun ve Mearic Surelerindeki "Ve onlar ki kendi iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı tutumları hariç..." (Müminın: 5,6; Mearic: 29,30) ayetleriyle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir. Oysa bu açık bir hatadır. Çünkü evvela, yukarıda da açıklandığı üzere mut'a evliliği sonucu kadın insanın şer'i eşi sayılır ve bu yüzden ayetteki eşleri ifadesinin kapsamına girer. İkincisi, Mut'a nikahıyla ilgili ayet Nisa Sure'sindedir ve Medine'de nazil olmuştur oysa bu ayeti nesheden ayet olarak ortaya konan ayetler Mü'minun ve Mearic surelerindedir ve bu iki sure Mekke'de nazil olmuştur. Mekke'de nazil olan bir ayetin sonradan Medine'de nazil olan bir ayette yer alan hükmü neshetmesi mümkün değildir.
Bu itiraz, nâsih (nashedici) olduğu iddia edilen bütün ayetler için geçerlidir. Çünkü o ayetlerin tümü Mekke'de nazil olmuştur.
Bu ayetteki hükmün neshedildiği hakkında bu türden bazı diğer tutarsız iddialar da vardır ki biz söz uzamasın diye bunların hepsini nakledip cevaplandırmaya gerek görmüyoruz. Bu konuda araştırama yapmak isteyenler Seyyid Şerefuddin Amuli'nin Ennas ve'l-ictihad adlı kitabına ve El-fusul'ul-Muhimme adlı eserine ve Kaşif'ul Gita'nın Prof. Gölpınarlı tarafından Türkçe'ye çevrilen Caferi Mezhebi ve Esasları kitabına müracaat edebilirler.
2. Ayet:
"Ey iman edenler Allah'ın size helal kıldığı helal ve temiz şeyleri siz kendinize haram kılmayın ve sınırı aşmayın Allah sınırı aşanları sevmez." (Maide Suresi: 87.)
Bu ayetin Mut'a nikahinin cevazına delil olduğunu aşağıdaki hadisten anlamak mümkündür.
Buhari ve Muslim kendi sahihlerinde büyük sahabi ve Kur'an müfessiri Abdullah b. Mes'ud'dan nakleder ki:
"Biz Peygamberle birlikte gazvelere (savaşa) çıkardık ve yanımızda bir şey olmazdı. (yanı hanımlarımız yanımızda olmazdı) Resulullah'a kendimizi hadım yapalım mı? dedik Peygamber bu işten bizi sakındırdı ve kadınları bir elbise ile (bir elbiseyi mehir yaparak) belli bir süre için kendimize nikahlamamıza izin verdi. Ve Sonra Peygamber şu ayeti bize okudu: "Ey iman edenler Allah'ın size helal kıldığı, helal ve temiz şeyleri siz kendinize haram kılmayın ve sınırı aşmayın Allah sınırı aşanları sevmez."
Müslim'in naklinde yanımızda bir şey olmazdı tabiri yerine yanımızda hanımlarımız olmazdı tabiri yer almıştır.
İkinci Halife Ömer'in Tavrı
Tarihi önyargısız inceleyen kimse, Peygamber'in sünneti gereği meşru olan ve İkinci Halife'nin dönemine kadar Müslümanların arasında uygulanan mut'a nikahının, İkinci Halife tarafından kaldırıldığı ve haram ilan edildiğini açıkça görebilir. Bizzat İkinci Halife Ömer'in mut'ayı kaldırmayı kendisine isnat ettiği ve onun bu yasağına karşı çıkanları recm etmekle tehdit ettiği ortadadır. Sahabilerin büyükleri de mut'a nikahının kaldırılmasını İkinci Halife Ömer'e isnat etmişlerdir bu konunun açıklığa kavuşması için bazı hadisleri nakletmekte yarar görüyoruz:
1. Muslim kendi Sahihinde kendi senediyle Eb-i Nazre'den şöyle naklediyor: İbn-i Abbas Mut'a'ya emrediyor ama İbn-i Zubeyr ona karşı çıkarak mut'adan neyhyediyordu. Ben bu konuyu Cabir'e anlattım. Cabir şöyle dedi: Biz Peygamberle birlikte temettu ettik ancak Ömer halife olunca şöyle dedi: Allah istediği şeyi istediği şekilde Peygamber'ine helal ederdi. Ancak siz Hac ve umreyi tamamlayın ve şu kadınların nikahını da sağlamlaştırın. Eğer bir kadınla belli bir süre için mut'a nikahı eden bir adamı benim yanıma getirirlerse ben onu taşla recm ederim."
Aynı hadisi Ahmed b. Hanbel de kendi Müsnedi'inde şöyle nakleder:
Cabir şöyle dedi: Biz Peygamberle birlikte temettu ettik Affan: 'Ebu Bekr'in döneminde de buna amel ettik' dedi. Ancak Ömer başa geçince bir hutbe okuyarak şöyle dedi: Kur'an aynı Kur'an'dır; Peygamber de aynı Peygamber'dir ve iki mut'a (hac temettu) ve kadınalrın mut'a nikahı Peygamber'in döneminde var idi. (Müsned-i Ahmed hadis: 369)
2. Bir çok nakillerde yer aldığı üzere İkinci Halife Ömer şöyle demiştir:
"Rasulullahın zamanında iki mut'a vardı, ben bunları yasakladım, işleyene cezâ verceğim. Mut'a-ı hac ve Mut'a-ı nisâ."
(Sünen'i Beyhaki c:7 s:206, Müsned'i Ahmed b. Hanbel c:1 s:52 Zad'ül Mead c:2 s:184, Tefsir'i Râzi c:10 s:50 B. 1357 H., Telhis'üş Şâfi c:3 s:153 ve c:4 s:29, Kenz'ul İrfan c:2 s:158, El'İzah s:443, El'Gadir c:6 s:211 nakline göre El'Beyan'u vet Tebyin c:2 s:223, Ahkam'ül Kur'an: Cessas c:1 s:342 ve"345 ve c:2 s:152, Tefsir'i Kurtubi c:2 s:370 El'Mebsut Lis Serahsi c:5 s:152, Kenz'ül Ummal c:8 s:293 de. Ebu Salih ve Tahavi'den s:294 de.)
3. Ebu Nezre, Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet etmiştir. Rasulullah zamanında mut'a-i nisâ ve mut'a-i hacc ile amel ederdik. Sonra Ömer ikisini de nehyetti, biz de bir daha yapmadık. (Müsned-i Ahmed c.4, s.325)
4. Atâ şöyle rivayet ediyor: Cabir b. Abdullah-i Ensari, Umre için gelmişti, evine gittik. Bir topluluk ondan bazı şeyler sordu. Sonra mut'adan söz edildi. Evet dedi, Rasulullah'ın zamanında mut'ayla amel ederdik. Ebu Bekir ve Ömer'in zamanında da öyle. (Sahih'i Müslim, c.4, s:131, Müsned'i Ahmed b.Hanbel c:3, s:380, Feth'ul Bâri c:9)
5. Hakem, b. Cürayh, ve diğerleri Hazreti Ali'den şöyle rivayet ederler: Ömer mut'ayı nehyetmeseydi şakıy (çok kötü) insanlar dışında kimse zina etmezdi. (Vesailuşşia c: 14 s. 436; Tefsir'i Taberi c:5 s:9, Müsannaf: Abdurrezzak c:7 s:500; Tefsir'i Razi c:10 s:50, 1357. H.b., Ed Dürr'ül Mensur c:2 s:140, Kenz'ul Ummal c:8 s:294, Tefsir'i Ebi'l Hayyan c:3 s:218,)
6. Muslim Kendi Sahih'inde Cabir'den Şöyle rivayet ediyor: Rasulullah'ın ve Ebu Bekr'in zamanında bir avuç hurma ve unla mut'a yapardık, Ömer bunu Amr b. Hurays hakkında nehyedinceye dek böyleydi. Mut'a Nikahi Bir Zarurettir:
İslam dini ebedi olarak insanoğlunun maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayan eksiksiz bir dindir; Eğer gerçekçi bir yaklaşımla insanların çeşitli hallerdeki ihtiyaçları göz önüne alınarak incelenirse daimi nikahın insanlık için bir zaruret ve ihtiyaç olduğu gibi bazı hallerde mut'a nikahının da aynı ölçüde zaruret kazandığını anlaşılır. Bir çoklarının eğitim, ticaret vb. sahalardaki işleri yüzünden ailelerinden uzun sure ayrı yaşamak zorunda kalıyorlar veya bazı engeller yüzünden daimi evlilik yapmaları gecikiyor. Bu durumlarda İslam dinin bu insanların meşru cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için herhangi bir yol bırakmadığını söylemek doğru bir düşünce olmamakla birlikte bu insanları günaha düşmelerine ve toplumda fuhuş ve fesadın yayılmasına sebep olur. Kendilerini kontrol edebilen kişiler bile ruhi bunalımlara maruz kalırlar. Oysa Allah'ın helal ettiği şeyi dindeki ölçüler riayet edilerek kendi yanımızdan haram etmeye kalkışmasak bu sıkıntılar ortaya çıkmaz ve fuhuş ve fesadın yayılması kendiliğinden önlenir.
Hz Ali bu gerçeği ne kadar güzel bir şekilde bu kısa cümlesinde ifade etmiştir:
"Eğer Ömer Mut'ayı nehyetmeseydi şaki (çok kötü) insandan başka kimse zina etmezdi." (Vesailuşşia c: 14 s. 436 ve yukarıda işaret edilen diğer kaynaklar)
İrade-i cuz'iyye ve kader ile ilgili sorunuzun cevabını da inşaallah yakında yazacağız.
Selamlar
Soru 9:

YAVUZ SELİM: Takiyye konusunda yapmış olduguz acıklamalardan ve
gostermiş oldugunuız alakadan ötürü öncelikle teşekkür
ediyorum.diger sorularımında[mut'a nikahı ve kader, cuz'i
irade konusunda] aynı sekilde ve aynı hassasiyetle en kısa
zamanda yanıtlanmasını rica ediyorum..Ayrıca benim bu
suallerime karşı sizin takiyye yaptıgınız görüşünde olan
arkadaslara karsı net bir sekilde bilgilendirmenizi rica
ediyorum..saygılarımla.....


Cevap:
Sorularınızdan sonuncusu olan Ehl-i Beyt mektebinde kader ve ihtiyar-i cüzi konusunun cevabı gecikti; bu yüzden özür dileriz.
Konunun daha iyi anlaşılması için, bu konuyla ilgili olarak İslam alemindeki çeşitli akımlara işaret edeceğiz.
İlk önce şunu belirtelim ki ihtiyar ve kaza kader konusunda çeşitli sorular kelamcılar (İslami inançların aklı delillerini araştıran bilginler) tarafından ortaya atılarak yanıtlandırılmaya çalışılmıştır. Bu soruların en önemlilerinden biri şu sorudur: Kulların yaptıkları işlerin, Allah’a olan nispeti/isnadı ve kulun kendisine olan nispeti/isnadı nasıldır? Bu vb. soruların cevabındaki farklılık yüzünden İslam aleminde çeşitli akımlar meydana gelmiştir:
Bunların en önemlileri şunlardır:
1. Cebriler:
Bu görüş Cehm b. Safvan ve takipçilerine isnat edilir. Bu görüşün taraftarları, insanların kendi yaptıkları işlerde hiçbir ihtiyara sahip olmadıklarının ileri sürmekteler. Bunlara göre iradesiz olarak eli esen bir insanın elinin esmesiyle, sağlıklı birinin kendi isteğiyle yürüyerek bir yer gitmesi arasında bir fark yoktur; yani her iki harekette insanın ihtiyarı olmadan oluşur; yine damın üzerine kendi isteğiyle çıkanla, damın üzerinden düşen adamın arsında bir fark yoktur. Bu görüşe göre işlerin yapanlarına isnat edilmesi mecazidir.
2. Kaderiler (Tefvize inananlar):
Cebrilerin görüşünün tam karşı noktasında Kaderilerin görüşü yer alır. Mu’tezile akımı genelde bu görüşün kurucusu ve savunucusu olarak kabul edilir.
Bunlara göre, Yüce Allah kullarını kudretli ve iradeli olarak yaratmış ve her şeyi onlara bırakmıştır; kullar kendi istediklerini yapmakta mustakil olarak davranırlar.
Meşhur İslam Filozofu İbn-i Sina bunların görüşünü açıklarken şöyle diyor:
Mu’tezile’den bir çokları hatta eğer Yüce Yaratıcının yok olması mümkün olsaydı bile, onun yok oluşu evrenin varlığını etkilemez demekten sakınmıyorlar. Çünkü onlara göre alem ilk yaratılışında yaratıcıya ihtiyaç duymuştur sonra böyle bir ihtiyacı kalmamıştır.” (El-İşarat: c. 3 s. 68)
3. İki Görüşün Ortası:
Genelde Müslümanlar yukarıdaki açık cebir ve tefviz görüşlerini reddetmiş ve orta bir yol izlemeye çalışmışlardır. Bu üçüncü yolu izlemeye çalışan fikri ekol ve mektepleri kısaca aşağıda sıralayacağız:
A. Aş’arilerin Görüşü:
Bu görüş Ebul’hasan El-Aş'ari ve onun görüşünde olanlara aittir. Bunlar kulların kendi ihtiyarları ile yaptıkları işlerin Allah’ın kudretiyle meydana geldiğini ve her işi yaratan ve var edenin Allah olduğunu ve kulun kudretinin o işin varolmasında bir tesirinin olmadığını savunur; ancak şu farkla ki Allah Teala’nın gerçekte kul vasıtasıyla oluşan işi var etmekle beraber kulda o işi yapmak için bir irade ve kudret yaratır. Kul kendi irade ve kudretinin aynı işin var oluşuyla beraber oluşuna bakarak o işi kendisine atfeder ve kendisinin o işi yaptığını zanneder. Oysa gerçekte onu yaratan ve var eden Allah’ın kudretidir. Bu görüşe göre yaratıcılık sadece Allah’a mahsus olduğundan kulun irade ve kudretinin bir işin oluşmasında bir etkisi yoktur. Kul sadece o işi kesb edicidir.(Şerh’ul-Mevakıf c.8, s146)
Görüldüğü gibi bu görüşü cebrilerden ayıran ana fikir kesbin kul tarafından gerçekleştiği fikridir. Kesbin ne olduğuna gelince Aş’arilerin büyükleri bu konuda ihtilafa düşmüş ve kesbi açıklamada çeşitli yorumlar ortaya koymuşlardır. Örneğin Kazi Baklani, Gazali, Kuşci, ve Taftazani herbirisi kesb görüşünü farklı farklı yorumlamışlardır. Kesb ile ilgili görüşleri açıklayıp tahlil etmek bu yazının konum ve hedefini aştığı için biz bu konuya girmeyeceğiz. Sadece şunu hatırlatmakla yetineceğiz ki Aş’ariler kesb görüşünü ortaya koymakla alenen cebre inanmaktan kaçınmaya çalışmalarına rağmen ancak gerçekte onların görüşleri de sonuçta cebre inanlardan farklı değildir. Çünkü onlar, açıklamalarında açıkça yer aldığı üzere, alemde Allah’tan başka bir etkenin olmadığını yani yaratıklar arasında neden sonuç ilişkisinin bulunmadığını ve kulun kudretinin kendi işlerinin oluşmasında bir etkisinin olmadığını vurgulamaktadırlar. Bu ise kaçınılmaz olarak kulun irade ve ihtiyarının göstermelik olduğu sonucunu doğurur.
Bu yüzden gerçek anlamda kulun ihtiyar sahibi olduğunu savunan Ehlibeyt alimleri, Aş'arileri cebre inanlardan saymış ve onların görüşlerinin batıl olduğunu çeşitli akli ve nakli delillerle açıklamaya çalışmışlardır.
B. Maturidilerin Görüşü:
Bu görüş Ebu Mansur Maturidi’ye mensuptur. Bu görüş sahipleri Aşa’rilere göre biraz daha cebrilerden uzak durmaya ve kulun iradesinin de kendi işlerinin oluşmasında etkili olduğunu söylemeye çalışmışlarsa da, yine ne yazık ki bunu sağlam bir fikri temele oturtturamamışlardır; çünkü bunlar da kendi görüşlerini Aş’ariler gibi kesb çerçevesinde yorumlamaya çalışmış, evrende, yaratıklar arasında, neden sonuç ilişkisinin olduğunu inkar etmiş ve alemde vuku bulan her olay ve yapılan her işin var edeninin sadece Allah Teala olduğunu ileri sürmüşlerdir. Maturidiler bunu savunmanın yanı sıra, insanın kendi iradesinin de kendi işlerinde etkili olduğunu söyleyerek bir nevi fikri çelişkiye girmişler; ve çözüm olarak ortaya koydukları fikir kesb görüşü olmuştur. (bkz. Şerh’ul-Akaid En-Nesefiyye s. 115)
Bizce alemde yaratıklar arasında sebep sonuç ilişkisini inkar ederek tüm yaratıkların ve yaratıkların yaptıkları işlerinin doğrudan Allah tarafından var edildiğini söyledikten sonra kulun da iradesinin işlerde etkili olduğunu söylemek bir çelişkiden başka bir şey değildir. Ama herhalukarda bu görüşü benimseyenler fikri alanda bir çelişki yaşamalarına rağmen kulun iradesinin kendi işlerinde etkili olduğunu söyledikleri için cebrilerden daha bir uzak sayılırlar.
C. Ehlibeyt Mektebinin Görüşü:
Bu mektebe göre ne cebir görüşü doğrudur; ne de tefviz. Doğru olan bu iki görüşün orta haddidir. Konunun açıklık kazanması için Ehlibeyt’ten bu konuyla ilgili olarak nakledilen bazı hadisleri aşağıda zikredelim: 1. Saduk, İmam Muhammed Bakır’ ve İmam Cafer Sadık’ın şöyle dediklerini şöyle nakleder:
Şüphesiz Allah, kullarını günaha mecbur edip sonra bu günahlardan dolayı onları cezalandırmaktan daha yüce ve keremli; istemesine rağmen bir işin gerçekleşmemesinden daha güçlüdür. Bu iki İmamdan, “cebir ve tefviz görüşünün arasında orta bir menzil var mı” diye sorulunca, İmamlar ‘evet’ dediler; “Bu menzil yer ve göğün arasından daha geniştir.” (Et-Tevhid: 360)
2. Yine Saduk Hariz vasıtasıyla İmam Cafer Sadık’tan şöyle dediğini nakleder: “İnsanlar kader konusunda üç kısma ayrılırlar: bazıları Allah Teala’nın kulları günaha mecbur ettiğine inanır; böyle düşünen Allah’ın verdiği hükümde zulüm ettiğine inandığından küfre düşmüştür. Bazıları da Allah’ın her işi onlara bıraktığına inanır bu da Allah’ın saltanat ve kudretini gevşek ve zayıf saymıştır ve böyle düşündüğü için küfre düşmüştür. Bazıları ise Allah’ın insanları güçleri yettiği şeye yükümlü kıldığına ve güçleri yetmediği şeyle onları yükümlü kılmadığına inanır. Bunlara göre kul iyilik yaparsa Allah’a hamd etmelidir. Günah işlerse Allah’tan bağış dilmelidir. İşte böyle düşünen hakka ulaşan Müslüman’dır.”
Bu görüşün felsefi ve kelami açıklamasına gelince konunun teferruatına geçmeden sadece şunu söylemek isteriz ki bu görüşte Aş’arilerin ve Maturidilerin aksine insanın kendi irade ve kudretinin yaptığı işlerin oluşumunda etkili olduğu, yaratıklar arsında neden sonuç ilkesinin gerçek anlamda geçerli olduğu, ancak tüm sebeplerin ve bu sebeplerden biride irade ve ihtiyar sahibi insanın varlığının her an Allah’a bağlı olduğu vurgulanmaktalar. Bu mektebe göre her işi aynı anda hem kula hem de kulun yaratıcısı olan Allah’a isnat etmek doğrudur ve bunlar arasında bir çelişki yoktur. Bu görüşte insan hakiki anlamda ihtiyar sahibi bilinir. Ancak bu insanın kendi işlerinde müstakil olduğu anlamına da gelmez. Konunun biraz açıklık kazanması için Ehlibeyt mektebinin büyük alim ve kelamcılarından olan Şeyh Mufid’in (Vefat: 413 H.) zikrettiği bir örneği nakledelim:
Farz edelim bir efendi ve büyük kendi köle ve hizmetçilerinden birini çağırarak ona ikramda bulunur ona mal ve servet verir ve emrinde olan bir bölgenin yetkisini belli bir sure için ona bırakır. Bu hizmetçinin konumunu üç şekilde yorumlamak mümkündür:
1. Hizmetçinin kendisine verilen bu makam ve mülke rağmen yine de bir şeye sahip olmadığını söylemek ve kölenin aslında bir yetkisinin olmasının bir şey ifade etmediğinde ısrar etmek. Bu görüş işte Cebre inananların görüşüdür.
2. Efendinin kendi hizmetçisine bu yetkiyi vermekle kendisinin artık yetkisinin kalmadığını ve her şeyin hizmetçinin eline geçtiğini iddia etmek; bu görüş tefvize inanların görüşüdür.
3. Her ikisinin de yetkili olduğuna inanarak efendinin kendi makamının sürdüğünü ve hizmetçinin de hizmetçi olmakla birlikte efendisinin verdiği yetki ile yetki kazandığını ve yetkisinin efendisinin yetkisine bağlı olarak var olduğunu yani onun yetkisini kapsayan bir yetkinin var olduğunu söylemek; işte bu görüş hak görüştür. Bu açıklamaya göre Ehlibeyt mektebi hem cebir ve hem de tefviz görüşünü reddetmekle kalmaz, gerçek anlamda ihtiyari reddeden yani gizli cebire inanan Aş’arilerin ve Maturidilerin görüşünü de reddeder. Bu yüzden cüz’i ihtiyar görüşü Maturidilik ve Aş’rilik’te benimsenen kesp görüşünün çerçevesinde ortaya konan bir görüş olduğundan gerçek anlamda insanın ihtiyarına inanan Ehlibeyt mektebinin görüşüyle farklıdır.
Kaza ve Kader kavramları Kader Ve Takdir kelimeleri bir şeyin miktarını (kemiyet ve niceliğini) belirlemeğe denir. (bk. Müfredati Rağip: Kader Maddesi)
Kaza ise Bir şeyi sağlamlaştırmak, muhkemleştirmek ve geçerli duruma getirmeğe denir. (bk. El-Mekayis c.5s.99) Kuleyni Bir hadiste şöyle nakleder: Yunus b. Abdurrahman İmam Riza a.s’dan kader ve kazanın anlamları nedir, diye sordu. İmam şöyle buyurdu: Kader ölçüyü belirlemek ve bir şeyin ne kadar kalacağını ve ne zaman yok olacağı yönünden sınırlarını belirlemeğe denir. Ama kaza kesinleştirmeye ve bir şeyi yerine dikmeye denir.” (El-Kafi c. 1 s. 158) Kaza ve kaderin manalarının daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim:
Örneğin bir odunu düşünelim; bu odunun kaderi yani varlık yönünden taşıdığı ölçü gereği ki onda çeşitli kabiliyetler oluşur; örneğin bir odun olarak kolayca yakılabilir veya marangozlukta kullanılır örneğin bir masa veya sandalyeye dönüştürülebilir ya da çürümeğe terk edilir; demek ki varlık ölçüsü bazı imkanlar onda oluşmuştur. İşte bu çeşitli imkanlar ve kabiliyetleri ifade eden ölçüye o odunun kaderi deriz Buna göre kader geniş yelpazeli imkan ve kabiliyetleri ifade etmenin yanı sıra bir sınırı da ifade eder.
Ama bu odunun bu kabiliyetlerinden birinin gerçekleşerek fiili olmasına o odunun kazası (yanı kesinleşen kaderi) denir. İnsan fertleri de böyledir. Yani her insan için hem türsel ve hem ferdi özellikler yönünden bir kaderi yani yetenek ve varlık sınırları vardır. Bu kaderi gereği her insanın binlerce değişik kabiliyeti vardır işte bu kabiliyetlerden birinin kesinleşmesine kaza denir.
İnsanın kaderindeki yeteneklerinden birin kesinlik kazanması çeşitli etkenlere bağlıdır bu etkenler arasında en belirleyicisi Allah’ın insana verdiği iradesini ne yolda kullanması etkenidir. Buna göre kaza ve kaderin oluşunun anlamı bu alemde her şeyin belli bir düzene bağlı ve çok ince ilahi hesaplar çerçevesinde gerçekleştiği anlamınadır; kesinlikle insanın irade ve ihtiyarinin etkili olmadığı anlamına değildir.
Hatta hadislerde de açıkça beyan edildiği üzere insanın yeteneklerini belirleyen kader ve o kaderi çerçevesindeki yetenek ve seçeneklerinden birinin kesinleşmesi durumunu ifade eden kaza bile değişebilir. Hadislerde açıklandığı üzere dua (Allah’a yalvarmak), sadaka vermek ve akrabalara iyilik etmek, insanın kader ve kazasının değişmesinde etkili olan etkenlerden bazısıdır.
Kaza ve kaderin insanın ihtiyarını yok etmediğinin iyice anlaşılması için bu yazının sonunda Hz. Ali as’dan nakledilen bir hadisi nakledelim:
Kafi ve Uyun kitaplarında nakledildiği üzere Hz Ali a.s Siffin harbinden dönüşü sırasında bir yaşlı adam Hz Ali’nin yanına gelerek şöyle dedi: Ey Emirelmüminin Şu Şam ehliyle savaşımız acaba Allah’ın kaza ve kaderi ile mi gerçekleşti? Hz. Ali as şöyle dedi: ‘Evet ey şeyh’, dedi, ‘her tepe ve dağa çıkışınız ve vadiye inişiniz Allah’ın kaza ve kaderi ile vuku buldu. Bunun üzerine (o yaşlı adam üzülerek) şöyle dedi: “O zaman bu zahmetlerimizi Allah’a bırakıyorum. (yani bu zahmetler hep boşuna gitmiştir.)” Hz. Ali a.s. : ‘Sabırlı ol, ey yaşlı adam’ dedi, ‘Allah’a yemin ederim ki, size hem gidişinizde hem orada beklemenizde hem de dönüşünüzde mükafat vardır. Sizler bu hallerinizden hiçbirinde yaptığınız işlere zorlanmamış ve mecbur kılınmamışsınız.'
Yaşlı adam ‘Nasıl biz bu hallerimizden hiç birine zorlanmadık ve mecbur kılınmadık oysa bizim gidiş ve dönüşümüzün hepsi Allah’ın kaza ve kaderiyle gerçekleşmiştir, diye sordu. Hz. Ali a.s. şöyle cevap verdi: ‘Sen kaza ve kaderin kesin, zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu sanıyorsun; Eğer öyle olsaydı Allah’ın mükafat ve cezalandırması, emir ve yasağı anlamsız olurdu; Allah’ın iyilere cenneti vaat etmesinin ve kötüleri azaptan korkutmasının da bir anlamı kalmazdı. Ne günahkar kınanabilir ve ne de iyilik yapan övgüyü hakkederdi; hatta günah işleyen, iyilik yapandan daha çok mükafata ve iyi olan da günah işleyenden daha fazla cezaya layık olurdu. Bu söz (kaza kaderin insanın iradesini yok ettiği) puta tapanların, Allah’ın düşmanlarının ve Şeytana uyanların bu ümmetin kaderilerinin ve Mecusilerinin sözüdür. Allah kullarını muhayyer bırakarak onlara mükellefiyetler koymuş; onları sakınsınlar diye bazı işerden onları nehy etmiştir; kulların az amellerine çok mükafat vermiştir. Ne yenilgiye uğratılarak ona karşı gelinir ne de itaati mecburiyetle olur. O kulları kendi başlarına bırakarak onları bir şey vermemiştir; gökleri ve yeri boşuna yaratmamıştır; peygamberleri de müjdeleyici ve korkutucu olarak boşuna göndermemiştir; bu kafir olanların zannıdır. Yazıklar olsun kafirlere uğrayacakları ateşten dolayı.” (bk. El-Kafi 1/155)
Selamlar.