Sayfalar:  

[1][2][3][4][5][6][7][8][9]

 

Soru 12:

ABDULLAH BİN REVAHA: ESSALAMU ALEYKÜM VE RAHMETULLAHİ VE BEREKATÜ;MÜRSEL KARDEŞİM...Evvelen; sorduğum suallere cevap verme gayretinden ve kardeşce bir diyalog sürdürme hamiyet perverliğinden dolayı şükranlarımı ifade etmeyi bir borç addederim...Pek muhterem Mürsel kardeşim; Bu fikir müzakere ve mutaalası ve muhaveresi ve muhaberesi,inşaallah hak ve hakikatın teali ve tebarüz etmesine vesile olur ümit, telaş ve niyazı içerisindeyim...Saniyen;A-İnsanın inanç esasatında yakinn ve terettüdsüz olması gerektiği hususunda müttefikiz.Madem öyle,EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT MEZHEBİ hangi meselesinde tereddütlüdür veya taraflıdır???????dört mezheb dinin esasatında hiçbir ihtilafı olmadığı gibi((mut'a nikahı hususunun haramiyetinde hiçbir şek ve şüphe barındırmazlar.v.s.v.s..))Dinin teferruat meselelerindede ihtilaf etmeleri hali ile kaçınılmazdır..Sizlerin bazı hususlarda farklı düşündüğünüzden kasıt nedir??Şayet bu hususlar teferruat ise bir sorun yoktur((Teferruat hususuna örnek olarak;abdest alırken başın mesh edilmesinde..hanefi;başın dörtte biri..,,maliki,hanbelide;başın tamamı..,,Şafiide ise;baştaki saçın bir teli mesh edilse kafidir.v.s..v.s..))Amma velakin dinin emir ve yasakları hususunda olursa ALLAH korusun doğruluktan ayrılma ve bir sapma olabilir ALLAH seni ve hepimizi muhafaza etsin kardeşim...B-Nikahı mut'anın neshi ; muta nikahına bidayette verilen rushatın nesh edildiğini ifade eden rivayetler coktur.Burada hepsini teker teker vererek mevzuyu uzatmayıp sadece Sabre İbnu Mabedden gelen bir rivayetle SULTANÜL EVLİYA HAZRETİ İMAMI ALİ'den gelen bir rivayete temas edeceğim Sabre R.A. Müslim den gelen bir rivayeti şöyle:SULTANÜL ENBİYA MUHAMMEDİ HAŞİMİ A.S.M.Şöyle ferman ettiler;Ey insanlar!! Ben size kadınlarla muta nikahı yapmanıza izin vermiştim.Şimdi ALLAH TEALA HAZRETLERİ,onu kıyamet gününe kadar haram etmiş bulunmaktadır öyle ise,kimin yanında böyle nikahlı bir kadın varsa ,artık ona yol versin.Onlara ücret olarak verdiklerinizden herhangi birşeyi geri almayın.(sahih i müslim,nikah 21)Hadisin birbaşka vechinde Sabre R.A.Derki,bundan sonra ALEYHİSSALATÜ VESSALAM mutayı şiddetle haram etti ve bu nikah hakkında en ağır kelimeleri sarfetti(tahavi,a.g.e.3,26.)Bu rivayet hiçbir yoruma hacet bırakmadan muta nikahı ile ilgili ruhsatın nesh edildigini açık bir suretle ifade eder..H.Z.ALİ'de yasakla ilgili rivayetlerde bulunmuştur.Müslimin kaydettigi rivayette:RASÜALLAH Hayberin fethi sırasında,kadınlarla muta yapmaktan ve ehli eşeklerin etini yemekten men etti buyurur(müslim,nikah 29 ve nesai,nikah 71)yine Müslimin bir diğer rivayetinde bu meselede İbn Abbasa:"Ağır ol,Ey İbn Abbas,çünkü RASÜLALLAH A.S.M Hayber günü hem mutayı hemde ehli eşek etinin yenilmesini yasaklamıştır"der(müslim nikah 31)Beyhakinin bir rivayetine göre İMAMI ALİ,önce bazı kayıtlarla caiz kılındığını ancak,nikah,talak,iddet ve karı ile koca arasındaki miras ahkamı nazil olunca cevazın mutlak şekilde nesh edildigini belirtir(beyhaki a.g.e.7,207.)İbn Hazım,HAZRETİ ALİDEN gelen rivayetleri şöyle değerlendirir:"bu mesele üzerine HAZRETİ ALİDEN,birçok tarikten hadis sahih olmuştur.Bunu,ondan Kufiler,inkar edilmeyecek kadar şöhret bulmuş ve sınırlanamayacak kadar çoğalmış tariklerden rivayet etmişlerdir."(İbn hazım,a.g.e.178.) C-Yasak nerede ve ne zaman kondu? Muta nikahı yasağını HAZRETİ PEYGAMBERİN nezaman koyduğu hususunda rivayetler muhteliftir ve altı ayrı yerin ismi zikredilir şöyleki; 1-Sabre İbnu Mabed in rivayetlerinde Mekke fethi sırasında konmuştur(müslimde sabreden gelen sekiz rivayetten beşi-nikah 20,22,23,25,26.hadisler-sarih olarak yasağın fetih gününde olduğunu belirtir,diğer üçüde-19,21,24.hadisler-yer belirtmeksizin yasaklamayı zikreder) 2-H.Z.ALİDEN gelen rivayetlerde Hayberin fethi zamanında konmuştur 3-Seleme İbnul Ekvanın rivayetinde Evtas gazvesi sırasında konmuştur 4-Hasan ı basrinin mürsel bir rivayetine göre muta nikahı sadece Umret'ul kaza sırasında cereyan etmiştir,bundan önce yasak olduğu gibi bundan sonrada yasak olmuştur. 5-Ebu hüreyreden gelen bir rivayete göre muta nikahı Tebük seferi sırasında haram edilmiştir.İbnu Hibban ve başka kaynaklarda zikredildiği üzere,Tebük icin yola çıkan RASÜLALLAH A.S.M. Seniyyet'ul-vedaya geldiği zaman bir mola verir.O sırada bir kısım kandiller ve ağlayan kadınlar görür.Bu durum dan sual edince:-Ey Allahın Resulü!bunlar muta nikahı ile kendilerinden istifade edilen kadınlardır diye açıklanır.Aleyhüsselatı vesselam:-Mutayı(İSLAMIN)Nikah,talak,iddet ve miras(la ilgili hükümleri)haram kılmıştır-ortadan kaldırmıştır-!"BUYURURLAR.(ibni hibban a.g.e.6,178.) 6-Sabre İbnu Mabedden Ebu Davut un kaydettiği bir rivayete göre mut'a,VEDA HACCI sırasında tahrim edilmiştir(ebu davut,nikah 13)ancak daha önce yine Sabreden kaydedilen rivayetlerde yasağın fetih sırasında olduğu ifade edilmiştir.Şarihler,rivayetin subutu halinde "RASÜLALLAH fetih günü ilan ettiği yasağı veda haccı sırasında tekrar etmiş olabilir.Çünkü veda haccına çok sayıda müslüman katılmıştı.Bunlar arasında bir kısım ahkam duymamış olanlarda vardı.Nitekim ALEYHÜSSELATI VESSALAM,bu fırsatta pek çok mühim meseleyi (Gadiri-hum v.s.)tekrar etmiştir bu tebliğin gayesi dinin duyurulması ve yaygınlaştırılması idi "Diye açıklamışlardır.(ibni hacer,fethu'l -bari 11,74;Nevevi,şerhul müslim,9,180)..Sevgili kardeşim gördüğün gibi bu mesele ile ilgili birçok rivayet zikrettim unutulmamalıdırki KURAN VAHİYDİR VE FAKAT DELAİLİ AKLİYYE İLE TE'YİD VE TAHKİM EDİLMİŞTİR,bu hususta şüphen kalmadığını düşünerek,diğermühim hususa geçiyorum canım kardeşim unutma İla-ı kelimetullah davasında cihanı islamla ışıklandıran ve ÜMMETİ MUHAMMEDİ Vahdet ve İttihat ve İttifak ve İncizab ile mezceden,(nasıl te'vil edersen et)Kendini Hakimul haremeyn değilde Hadimul Haremeyn gören bir DEVLET-İ A'Lİ OSMAN-İ vardı."sevad-ı azama tabii olunmalı,sevad-ı azama tabii olan lakayd emevilik sonunda ehli sünnet vel-cemaata dayandı.Sevad-ı azama tabii olmayan başlangıçtaki salabetli alevilik sonunda rafiziliğe dayandı".


Cevap:

mürsel: Ve aleykumusselam muhterem Abdullah kardeşim!
Mütekabilen ben de size teşekkür ediyor dua ve temennilerinizin gerçekleşmesini can u gönülden arzuluyorum. Rabbim hepimizi doğruların bulunduğu yere hidayet buyursun ve kendi rızasını kazanmağa muvaffak kılsın.
Şimdi asıl konulara geçelim: Muhterem kardeşim siz "İnsanın inanç esasatında yakin ehli ve tereddütsüz olması gerektiği hususunda müttefikiz" dedikten sonra şöyle ekliyorsunuz: "Madem öyle, EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT MEZHEBİ hangi meselesinde tereddütlüdür veya taraflıdır???"
Aziz kardeşim, bu hususta madem müttefikiz, o halde sizin bana sorduğunuz sorunun aynısını ben size soruyorum: "Kur'ânî ve Nebevî referanslara dayanarak Ehl-i Beyt'e sarılmayı, onların yolundan gitmeği, İslam'ı, Kur'ân'ın sahih tefsirini, ve Resulullah'ın sünnetini öğrenmede birinci derecede Ehl-i Beyt'i takip etmeği kendisine prensip haline getiren Caferiler ve on iki imam Şiası hangi hususta tereddütlüdür veya taraflıdır???"
Sonra bu sorunun muhatabı biz değil Ehl-i Sünnet'in kendileridir. Eğer bunu sormaktan maksadınız "Madem Ehl-i Sünnet kendi inanç esasında yakin sahibidirler, o halde siz de onların dediğini kabul etmek zorundasınız" demek ise bizce bu hiç de tutarlı bir yaklaşım değildir. Onların yakini kendilerini bağlar; başkaları da onların dediklerine ve getirdikleri delillere mutmain olur ve yakine ulaşırsa, evet o zaman kabul etmemenin bir anlamı yoktur; ama eğer onlar da o iddialara inanmaz ve getirilen deliller onları mutmain kılmaz ve başka delillerle başka türlü bir görüşü yakinen benimserlerse, kimse bunu yadırgamamalı ve "Sen niye öyle inanıyorsun? İlla benim dediğim şekilde inanmalısın" diyemez; onun tek yapacağı şey (becerebilirse) sağlam ve mantıklı delillerle onu ikna etmeğe çalışmaktır. Gerisi onun kendi vicdani ve akli sorunudur. Bu yüzden bizce sizin bu yaklaşımınız, kendinizin de yadırgadığınız delilden çok duygusallığa yakın bir yaklaşımdır. Kaldı ki bu tür bahislerde bizce inandırıcı olabilmenin başlıca kuralı, her iki tarafın da kabul ettiği prensiplerden hareket etmek ve daha çok karşı tarafın kendi kaynaklarından veya en azından her iki tarafında müştereklerinden yararlanmaktır. Yoksa bir taraf hep kendi kabullerinden hareket eder veya sadece kendi kaynaklarından delil ve dayanak sıralamaya çalışırsa, ikna edici olmaktan uzaklaşır. Sizin Mut'a konusunda yaptığınız gibi.) İşte böyle bir ikna tarzı taraflı olmanın bir türlü tezahürüdür bizce.
Şunu da eklemem gerekir ki bizce bir tahkik ancak o zaman gerçekçi olabilir ve insanı yakine götürebilir ki geniş çaplı ve muvafık, muhalif bütün kaynaklar göz önünde bulundurularak yapılmış olsun. Yoksa mesela bir Caferinin "Ben bütün Caferi kaynaklarını araştırdım ve falan ihtilafi konuda yakine vardım" demesi ne kadar saçma ise benzer bütün iddialarda da aynı şey söz konusudur. Şimdi siz kendi dışınızdaki kaynakları ne kadar dikkate alıyorsunuz veya almıyorsunuz, onu ben bilemem; ancak başka konularda da mut'a hakkında yaptığınız gibi yapıyorsanız, o zaman böyle bir şeyin adına tahkik denir mi, denmez mi onu artık sizin kendi takdirinize bırakıyorum.
Bize göre Caferî ulemasının bariz bir özelliği, Sünnî kardeşleriyle farklı düşündükleri konuların hemen hepsinde, onların kendi kaynaklarından bizzat delil göstermeleridir. (Onların bu konularda yazdıkları eserlerle yakından âşina olanlar, bunu açık bir şekilde görebilirler.) Sizin örnek olarak üzerinde durduğunuz mut'a konusunda da biz aynı prensibi takip edeceğiz inşaallah.
Yine diyorsunuz ki, "Dört mezhep dinin esasatında hiçbir ihtilafı olmadığı gibi (mut'a nikahı hususunun haramiyetinde hiçbir şek ve şüphe barındırmazlar. vs. Dinin teferruat meselelerinde de ihtilaf etmeleri hali ile kaçınılmazdır. .
Aziz kardeşim, evvela dinin esasatı ve teferruatı hususunun çerçevesini çizmek gerekir. Ben sizin bu iki kavramdan neyi kastettiğinizi tam anlamış değilim. Zira bir taraftan abdest hususundaki ihtilafları teferruata örnek olarak verirken, diğer taraftan dinin esasatından bahsederken mut'ayı örnek olarak veriyorsunuz. Şimdi eğer esasattan maksat inançla ilgili hususlar ise fıkhî bir konu olan mut'ayı buna örnek vermeniz yanlış olur. Zira bu tarife göre mut'a teferruattan sayılır.ve teferruatta ihtilafın meydana gelmesi (sizin de teslim ettiğiniz gibi) doğal, hatta kaçınılmazdır.
Saniyen, "Dört mezhebin dinin esasatında hiçbir ihtilafı yoktur" sözünüzde de benim tereddütlerim vardır. Zira mesela (siz nasıl değerlendirirseniz değerlendirin ama) Mu'tezile kendisini Ehl-i Sünnet'ten görmekte ve fıkhen de dört mezhepten birini taklit etmektedir. Örneğin, Meşhur "El-Keşşâf" tefsirinin sahibi Zımahşeri ve diğer meşhur Mu'tezile âlimi İbn-i Eb-il Hadid'in Şafii oldukları kaynaklarda kayıtlıdır. Oysa Mu'tezile ile Eş'arîler arasında bir takım itikadî konularda farklı düşüncelerinin olduğunu anlatmaya gerek yok. Yine Kur'ân'ın mahlukiyeti veya kadimi oluşuyla ilgili tarihi ihtilaflar ve Müslümanlar arasında doğurduğu sancılar... Veya mesela Ehl-i Sünnet'in bugün İmâm Maturudî'nin görüşlerini benimsemeleri, onun bazı konularda İmâm Eş'ari'den farklı düşündüğünü göstermiyor mu? Eğer hiçbir fark yoksa, Ehl-i Sünnet'in bugün kendilerini Maturidî değil de Eş'arî olarak nitelendirmeleri gerekirdi. Yine kendilerini Sünnî olarak gören Selefiler ve Vehhabilerin şefâat, tevessül, ziyaret, adak vb. bir çok konuda diğer Müslümanlarla farklı düşünüp onları şirke düşmekle itham etmeleri vs...
Yine sizin "Sizlerin bazı hususlarda farklı düşündüğünüzden kasıt nedir? Şayet bu hususlar teferruat ise bir sorun yoktur. (Teferruat hususuna örnek olarak; abdest alırken başın mesh edilmesinde. . Hanefi; başın dörtte biri, Mâliki, Hanbeli de; başın tamamı. . , , Şafii'de ise; baştaki saçın bir teli mesh edilse kafidir. v. s. . v. s. .) Amma velakin dinin emir ve yasakları hususunda olursa ALLAH korusun doğruluktan ayrılma ve bir sapma olabilir ALLAH seni ve hepimizi muhafaza etsin kardeşim. . ." şeklindeki beyanınıza gelince...
Benim kardeşim, evvela önceden de belirttiğim gibi her şeyden önce teferruat denilen şeyin çerçevesi iyi çizilmelidir. Saniyen bir şeyin dinin kesin emir veya yasaklarından olduğu kendisine sabit olduktan sonra, o kimsenin o emir ve yasaklara muhalefeti onun dalaletinin en bariz delili olur. Ama eğer bir konuda İlâhî bir emrin olup olmadığı tartışılır durumda olur ve bir kimseye böyle bir şey ikna edici delillerle sabit olmazsa veya aksi onun için sabit olursa bunu doğruluktan bir sapma olarak nasıl değerlendirebiliriz?
Şimdi ben aramızdaki bazı farklılıkların ana başlıklarını veriyorum; artık siz bunları teferruat olarak mı görürsünüz, yoksa başka türlü mü değerlendirirsiniz, o sizin bileceğiniz iştir.
1)- Biz Allah-u Teâlâ'nın sıfatını zâti olarak görüyoruz, ama Ehl-i Sünnet öyle düşünmüyor.
2)- Biz de kaza ve kader olayına inanmakla birlikte onu biraz farklı olarak yorumluyoruz.
3)- Biz ne cebre ne de tefvize, bu ikisin ortasında bir şeye inanıyoruz ve bu konudaki görüşlerimiz hem Mu'tezile hem de Eş'arî ekolüyle bazı farklılıklar arzediyor.
4)- Biz eşyadaki hüsün (iyilik-güzellik) veya kubühün (kötülüğün) zati olduğuna inanıyoruz ve bu konuda özellikle Eş'arî ekolüyle farklı düşünüyoruz.
5- Bizim Ehl-i Sünnetle Peygamberlerin masumiyeti hususunda müşterek yanlarımız olduğu gibi bazı hususlarda, muşahhas olarak masumiyetin sınırı konusunda farklı düşüncelerimiz de var.
6- Ve Sünni kardeşlerimizle en çok farklı yönümüz de İmamet konusundadır. Mesela biz imamın nasla tayin edilmesi gerektiği ve bunun amelde de böyle olduğuna inanırken, onlar bunun ümmete bırakıldığını, imamın seçim ve şura yoluyla belirlenmesi gerektiğini düşünüyorlar. Yine imamın özellikleri ve görevleri hususunda bazı farklı yönlerimiz var.
7- Yine "sahabe" kavramına getirilen yorumda, aynı şekilde sahabenin adaleti hususunda farklı yönlerimiz var. Ehl-i Sünnet istisnasız bütün sahabenin adaletine inanırken, biz bu mutlakıyeti kabul etmiyor ve onların da içerisinde hata ve yanlış yapan, hatta bir takın günahlara müptela olanların da bulunduğunu ve her birisinin sadece sahabi olduğu için değil, yaptıklarına bakılarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz; ama Sünni kardeşlerimiz bütün bunları birer içtihad hatası olarak görüp hiç birisinin onların adaletine halel getirmeyeceğini düşünüyor.
8- Yine Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin İslam'daki yeri ve Müslümanların fikri, siyasi sahalarında sahip olduğu veya olması gerektiği rol hususunda da farklı düşüncelerimiz mevcuttur.
9- Bir önemli fark da ictihad kaynakları hususundadır; şöyle ki Caferi fıkhında Ehl-i Beyt'ten gelen talimat üzerine "kıyas", "istihsan" ve "mesalih-i mürsele" gibi yollar ictihad kaynağı olarak kabul edilmemektedir. Oysa Ehl-i Sünnet'te, özellikle Hanefi mezhebinde bunlar sık sık baş vurulan metotlardır.
Elbette tam anlamıyla mutabık kaldığımız şeyler, farklı yönlerimizden bir hayli fazladır elhamdulillah. Özellikle itikadi konuların temel unsurlarında, yine ibadi konuların aslı ve ana maddelerinde vs...
Burada "mut'a konusuna geçmeden önce yazınızın sonlarına doğru değindiğiniz birkaç hususun da üzerinde durmayı uygun görüyorum.
Diyorsunuz ki, "Canım kardeşim unutma, İ'la-ı kelimetullah davasında cihanı, İslam'la ışıklandıran ve ÜMMET-İ MUHAMMEDİ Vahdet ve İttihat ve İttifak ve İncizab ile mezceden, (nasıl te'vil edersen et), kendini hakim-ul Haremeyn değil de hadim-ul Haremeyn gören bir DEVLET-İ AL-İ OSMANÎ vardı. "Sevad-ı a’zama tabii olunmalı, sevad-ı azama tabii olan lakayd Emevilik sonunda ehli sünnet vel-cemaata dayandı. Sevad-ı a'zama tabii olmayan başlangıçtaki salabetli alevilik sonunda rafiziliğe dayandı."
Benim değerli kardeşim, evvela sizin Osmanlı devletini övmenize pek şaşırdım doğrusu. Sebebine gelince, zannedersem siz bu devleti bir hilafet devleti, bir İslam hükümeti olarak görüyorsunuz? Çünkü bir Müslüman'ın şerî bir devlet olduğuna inanmadığı bir hakimiyeti övmesinin bir anlamı olmasa gerek. Şimdi ben böyle düşündüğünüzü farz ederek (bu imparatorluğun icraatına girmeden) sadece meselenin aslıyla ilgili endişelerimi dile getirmek istiyorum. Aziz kardeşim siz de biliyorsunuz ki Osmanlı devleti bir saltanattan ibaretti. Bunun en açık delili ise bu hakimiyetin belli bir hanedan içerisinde elden ele dolaşmasıdır. Şimdi siz bunu İslam'ın neresine koyuyorsunuz, onu merak ediyorum? Hilafet ve imamet konusunda Ehl-i Sünnet'in en önemli prensibi bu işin Şura ve icma-i ümmet ile gerçekleşmesi hususu değil mi? Peki Osmanlı devletinin hangi padişahı Şura ve ümmetin icmaı ile iş başına gelmiştir? Benim bildiğim kadarıyla hiç birisi. O halde şer'î meşruiyeti bile (en azından tartışılır) bir hakimiyet nasıl tasvip görebiliyor sizin tarafınızdan? Sonra onların kendisini hadim-ül Harameyn olarak vasıflandırmaları neyi ifade eder? Bugün, Suudî kıralı Fahd da kendisine hadim-ul Haremeyn lakabını vermiş durumda. Peki siz Fahd'ın hakimiyet ve saltanatını tasvip ediyor musunuz?
Sevad-ı a'zama (büyük çoğunluğa) tabii olunması gerektiği hususuna gelince...Aziz kardeşim siz bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Burada yine başa dönüp sorma mecburiyetinde kalacağım. Eğer bir çoğunluk gerçekten hakkı temsil ediyorsa buna zaten bir itirazımız yoktur; olamaz da. Çoğunluğun (sırf çoğunluk olduğu için) her zaman hakkı göstermediğinde de yine mutabık kalmıştık. O zaman sevadı a'zama tabii olunması gerektiğini neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Faraza birileri çoğunluğun yanlış istikamette olduğu kanaatinde olurlarsa, yine de onlara "sevad-ı a'zama tabi olma mecburiyetindesiniz" diye ısrarlı olabilir misiniz?
Şimdi siz burada cemaatten ayrı düşülmemesi gerektiğini vurgulayan bazı rivayetleri delil olarak verebilirsiniz. Ancak ben şimdiden onların cevabını hem de Ehl-i Sünnetin kendi kaynaklarına istinaden veriyorum. Bakın aziz kardeşim, o rivayetleri Resulullah'ın ilim şehrinin kapısı Hz. Ali (a.s) nasıl tefsir etmiştir? Bir Sünnî kaynağı olan Kenz-ül Ummal'da (C.1, S.378, Hadis: 1644) şöyle nakledilmektedir: "İbn-ül Kevvâ Hz. Ali'ye "Sünnet", "Bid'at", "Cemaat" ve "Firkat"ın açıklamasını sorunca şu cevabı verdi: "Ey İbn-ül Kevvâ, soruyu hıfzettin, o halde cevabı da anla; Allah'a andolsun ki Sünnet Muhammed'in sünnetidir. Bid'at ise ondan ayrılanlardır. Cemâat (birleşme) hak ehliyle birleşmektir, azınlıkta olsalar bile; firkat (ayrılmak) ise, bâtıl ehlinden ayrılmaktır, çoğunlukta olsalar bile."
Buna te'yid olarak Resulullah'ın aziz torunu Ehl-i Beyt imamlarının altıncısı İmâm Cafer-i Sâdık'ın babaları kanalıyla Resulullah'tan naklettiği bir hadisi ekliyorum; şöyle rivayet ediyor: "Resulullah'a ümmetinin cemaati hakkında soru sorulduğunda şöyle buyurdu: "Benim ümmetimin cemâati hak ehli olanlardır; hatta azınlıkta olsalar bile." (Maân-il Ahbâr, S.154, Hadis: 1)
Bilahere "Sevad- a'zama tabi olan lakayd Emevilik, sonunda Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat'e dayandı" tespitiniz daha çok şaşırttı beni. Aziz kardeşim eğer bundan maksadınız "Ömer b. Abdülaziz'in iki yıllık hilafeti ise, evvela Osmanlı hakkında söylediğim burası için de geçerlidir. Yani bu Emevi silsilesinin (Ömer b. Abdulaziz'in'ki de dahil) hiç birisinde halife seçimi Ehl-i sünnet'in bizzat savunduğu prensiplere bile uymamaktadır. Saniyen farzen ki Abdulaziz'i bundan istisna ettik, peki ondan önce onca uzun zaman süren bir saltanatın İslam dışı ve zâlimâne icraatını (sevad-ı a'zamı oluşturmalarına rağmen) nereye koyacaksınız?! Eğer sevad-ı a'zama uymak yanlışta olanları bilahere sünnete dayandırıyorsa, onların da sonunda Sünnete dayanmaları gerekirdi! Ya onlardan sonra iş başına gelip de birkaç asır Müslümanların baş belası olan ve Resul evladına yapmadıkları zulüm ve haksızlığı bırakmayan (ve yine zâhirde sevad-ı a'zamı temsil eden) Abbasi hanedanının saltanatına ne diyeceksiniz? Onlar da sonunda Ehl-i Sünnet vel-Cemaat'e dayandılar mı acaba?
Bu konuda bir hususu da hatırlatıp bu bölüme son vermek istiyorum. Aziz kardeşim, eğer sevad-ı a'zama tabi olma zaruretinden maksadınız, fikri açıdan onların her söylediğini kabul etmek gerektiği ise cevabını yukarıda arz ettim. Ancak bundan maksadınız, her ne olurlarsa olsunlar ve hangi fikri akıma mensup olurlarsa olsunlar, bütün Müslüman grupların ve Ehl-i Kıble'nin, İslam'ın genel maslahat ve menfaatleri doğrultusunda ve İslam düşmanlarına karşı daima yek vücut olmaları ve aynı safta yer almaları, bazı farklı yanlarının varlığını niza ve kavga vesilesi yapmamaları ve birbirlerine karşı kardeşçe tavırlar sergilemeleri gerektiği ise, bu düşüncenize can u gönülden katılıyor ve imanî bir görev olarak addediyorum.
Söz uzadı diye şimdilik bu kadarıyla yetinip mut'a konusundaki açıklamalarınızın cevabını bir dahaki sefere bırakıyorum.

Aziz kardeşim, bu hayırlı fikir mübadele ve mütalaasının devamında müsaadenizle merak ettiğim bazı konularda birkaç soru da ben sormak istiyorum ki, ben mut'a konusunu hazırlayana kadar siz de onların cevabını hazırlamış olursunuz ve vakitten de tasarrufumuz olur. Sorularım şunlardır:

1-Siz Sekaleyn hadisi, yani Allah Resulü'nün (s.a.a) ""Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; birisi Allah'ın kitabı (Kur'ân), diğeri itretimden olan Ehl-i Beyt'im; bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla delalete düşmezsiniz. Onlar (Kevser) havuzu başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Bakın, benden sonra onlara nasıl davranacaksınız" buyruğu hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani onu nasıl tefsir ediyorsunuz? Özellikle orijinalinde "temessük" diye geçen "Bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz..." cümlesinden ne anlıyorsunuz? Ve Ehl-i Sünnet'in Ehl-i Beyt'e nasıl temessük ettiğine örnekler verebilir misiniz?

2- Ehl-i Sünnet'in yaygın görüşü olan dört mezhebin hak mezhep ve diğerlerinin bid'at ehl-i olduğu görüşüne katılıyor musunuz? Eğer cevabınız müsbet ise bunun ve mezheplerin dörtte sınırlandırılmasının şer'î dayanağı nedir? Örneğin İmam A'zam ve İmam Malik'in hocası olan Peygamber torunu ve Ehl-i Beyt imamı, İmam Caferi Sâdık'ın mezhebi hangi gerekçelere dayanarak bid'at mezhepleri arasında görülüyor? Bugün neden hiçbir ilmihal kitabında İmam Cafer-i Sadık'ın veya diğer Ehl-i Beyt imamlarının görüşlerinden hiçbir eser bulamıyorsunuz?
Bizi doyurucu delillerle aydınlatırsanız minnettar kalacağız inşaallah. Rabbim cümlemize hakkı ve batılı olduğu gibi göstersin. Amin!


Ehli Beyt Öğretisi:Sayın Abdullah bin Revaha
Esselamu Aleykum,
Ziyaretçi defterine yazdığınız yazılarınızı okuduk. Bu siteye olan ilginize teşekkür ediyoruz. Mürsel Kardeşe de güzel üsluplu ve muhtevalı yazılarından dolayı teşekkür ediyoruz. Ümidimiz şu ki karşılıklı olarak başlattığınız bu müzakereler Allah’ın rızası doğrultusunda devam eder ve bu yazıları okuyanların içerisinde karanlık ve cehaletin değil, ilim ve nurun yayılmasına vesile olur.
Müzakerelerin muhtevası ile ilgili olarak bazı hususlara değinmeden önce şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, bu sitenin çabası Ehlibeyt’in nurlu mektebini tanımak isteyen kimseler yardımcı olmak ve bu mektep hakkındaki şüphe ve iftiralara cevap vermektir. Yoksa propaganda yöntemlerine başvurarak birilerini bu mektebe çekmeye çalışmak değildir.
Zaten biz bu nurlu mektebi kabul etmenin bir ilahi feyiz olduğunu ve bunun bizlerin isteğine bağlı bir şey olmadığının farkındayız. Çünkü kalbin hakka karşı yumuşak olması Allah’ın layık bildiği kişilere verdiği bir ilahi lütuftur.
Başka bir ifadeyle Tevhid’e Peygamber s.a.a’nın risaletine ve Ehlibeyt imamlarının imametine inanmak gibi ilahi marifetler sadece bilgiyle gerçekleşecek şeyler değildir. Bilginin yanı sıra kalbin teslimiyeti de gerekir Kur’an-ı Kerim’in “Kendileri bunları kesin bildikleri halde zulüm ve kibirlerinden inkar ettiler...” (Neml : 14) ayetinden anlaşıldığı üzere bilgi her zaman kalbi teslimiyeti beraberinde getirmez. Kalbin teslimiyeti için de o güzel inançlarla, -insanın tüm yapısını ifade eden- kalbi yani öz benliği arasında uyum olması gerekir. Maksadımız insanların bir mektebi seçmede cebren hareket ettiklerini söylemek değildir; maksadımız insanın bir mektebe yönelmesinin, bir şeyi benimseyebilmesinin gelişigüzel olmadığını ve bunun çok ince bir ilahi nizam çerçevesinde gerçekleştiğini ve bunun insanın bütün hayatındaki davranış ve eğilimleri sonucu kendinde oluşturduğu birikime ve yapıya bağlı olduğunu açıklamaktır. İmam Cafer Sadık kendisinden nakledile bir hadiste şöyle buyuruyor: “Halkla (Ehl-i sünnetle) kendi mektebiniz hakkında tartışmayın. Çünkü tartışma kalbi öldürür. Yüce Allah Peygamberine hitaben buyuruyor ki “Şüphesiz sen istediğini hidayet edemezsin; Ancak Allah istediğini hidayet eder.” Yine buyuruyor ki “İnsanları iman etsinler diye zorlayacaksın mı?” Halkı bırakın; onlar kendi mekteplerini birilerinden almışlardır. Ama siz (Ehlibeyt mektebine bağlı olanlar) bu mektebi Peygamberden almışsınız. Ben babamdan (İmam Muhammed Bakır’dan) şöyle dediğini duydum: “Yüce Allah bu mektebe girmeği bir kula mukadder ederse bir kuşun kendi yuvasına girmesinden daha çabuk o bu mektebe girer.” (El-Kafi c. 1; s. 166) Bu açıklamayı yapmaktan maksadım şu ki biz bazılarının gerçekçi bir araştırma üslubundan çıkılarak her ne pahasına olursa olsun Ehlibeyt mektebinin gerçeklerinin olduğu şekilde insanlara ulaşmasını önlemek hedefinin güttüklerini sezmekteyiz. Bu ise belki bizlerin birilerini bu mektebe getirmek sevdası içerisinde olduğumuzu düşünmelerinden ve buna tepki göstermeye çalışmak istemelerinden olabilir; oysa bizim için önemli olan başkalarını bu mektebe davet değildir. Bizim gayemiz sadece bu nurlu mektebin gerçeklerini tanımak isteyenlere bu uğurda yardımcı olmak ve bu mektebin düşmanları tarafından ortaya konan iftira ve şüphelere cevap vermektir.
Bu açıklamadan sonra Sayın Abdullah kardeşin yazısında söz konusu ettiği bazı hususlara değinmek isteriz: Neden Ehlibeyt mektebini kabul edenlerin sayısı Ehlisünnete nazaran azdır? Ve bu mektep İran eksenlidir? Bu sorunun cevabının sosyolojik ve psikolojik ve tarihi hatta kelami yönleri vardır; ve bu sorunun üzerinde etraflıca durmak bir çoklarının kavmi ve mezhebi taassup ateşini alevlendireceğinden cevap olarak sadece şu iki noktaya değinmekle yetiniyoruz:
A: İnsanların kendi ilahi fıtratları gereği bir yöne yönelmeleri yerince o yönün hak olduğunu gösterebilse bile bu yöneliş Muaviye Yezid gibi Emevi veya Abbası sultanlarının kılıç zoruyla gerçekleşmiş ise bir değer taşımaz.
İbn-i Ebilhadid el-Medaini’den naklen yazıyor ki “Muaviye camaat yılından (Camaat yılı Umeyye oğullarının literatüründe Muaviye ile biat edilme yılına denilmiştir. Bu da Ehl-i Sünnet vel-camaat kelimesinin hangi kaynağa dayandığını ve kimin sünnet ve cemaatı kastedildiğini göstermek yönünden ilginçtir) sonra Muaviye kendi valilerine bir emir yazarak o emirde şöyle dedi: ‘Ben Hz Ali ve Ehl-i Beyt’inin fazileti hakkında hadis nakleden kişilerden teberri ediyorum. (uzak olduğumu ilan ediyorum)’ Bunun üzerine hatipler minber üzerinde Hz. Ali’ye lanet eder ve ondan uzak olduklarını söyler ve onun ve Ehl-i Beytini yererlerdi. Özellikle Kufe’de Hz Ali’nin şiaları çok olduğundan bu şehirde şialar kim oldukları vali tarafından incelenerek ortaya çıkarılıyor. Nerde olsalar yakalanarak öldürülüyor, bazılarının el ve ayakları kesiliyor ve bazılarının gözleri çıkarılıyordu. Öyle ki buna müteakip şia olarak tanınmış bir kişi Kufe’de kalmadı.” (Şerh-i İbn-i Ebil-Hadid 11 / 44)
Muaviye’inin oğlu Yezid’in dönemi Ehl- i Beyt mektebine baskı ve zulüm yönünden daha kötü idi öyle ki Hz. Hüseyin ve 72 yaranı susuz olarak Kerbela şehid edilmişlerdir. Sonraki dönemlerde de Ehlibeyt mektebine olan bu hınç ve düşmanlık daha da artmış ve Ehlibeyt mektebinin yayılması önlenmeye çalışılmıştır. Buna karşılık Ehlibeyt’in karşısında olan mektep ve mezhepler yani Ehl-i Sünnet vel camaat ve bu mektep içerisinde yer alan dört fıkhi mezhep bazı istisna durumları hariç genelde Emevilerin ve Abbasilerin ve sonraki sultanların kılıçlarının koruması altına girerek maddi desteklerine mazhar olmuştur. Bu gerçekleri dikkate aldığımızda acaba zalimlerin desteğiyle bir mezhebin yayılması o mezhep için bir iftihar mı sayılır yoksa bir zaaf noktası mı?!
B: Taraftarlarının çok ve az olduğu gibi ölçülerle hareketle bir fikrin değerlendirmek –doğru olduğu taktirde bile- şüphede olan insanlar için geçerli olabilir ama hakkı apaçık ortada iken çoğunluk başka bir şey söylüyor sevad-i azam başka bir yerde diyerek haktan ayrılmak asla doğru olmaz.
Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:
“Ey iman edenler siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size bir zarar veremez...” (Al-i İmran 105)
Yine buyuruyor ki: “Allah müminleri şu bulunduğunuz halde bırakacak değildir. Sonunda kötü ve pisi temizden ayıracaktır. ” (Al-i İmran 179)
Yine buyuruyor ki:
“De ki Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse bile. Öyleyse ey akıl sahipleri Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide: 100)
Bu ayetleri zikretmekten maksadımız, elbette kimin kötü ve kimin temiz olduğu hakkında bir yargıda bulunmak değildir. Bunu incelemek konumuz dışındadır ve başka delilleri gerektirir; maksadımız sadece çokluğun temizlik ölçüsü olmadığını vurgulamktır.
Çoğunluk Emevilerin yanında yer alarak alenen şarap içen fisk-u fucur yapan haksız yere kan döken zulüm eden, dinle oynayan Yezid’in yanında yer aldılar ve Hz. Hüseyn’in Kerbela’da şehit etme olayında Emevileri desteklediler bu çoğunluğun Allah katında bir değeri var mi?
Hz. Ali buyuruyor ki:
“Hak yolu katetmede o yolu katedenler azdırlar diye yalnızlığa ve vahşete kapılmayın.” (Nehc’ul-Belağa)
Mut’a hakkındaki şüphelerinize gelince bu şüpheler mut’a hakkındaki yazımızı dikkatlice okumamanızdan ve Ehl-i Sünnet’im temel kaynak kitaplarındaki bu konuyla ilgili çelişkileri görmezlikten gelmenizden kaynaklanmıştır. Herhalükarda yazınızdaki şüphelere diğer bir fırsatta cevap vermeye çalışacağız inşaallah...