Back Index Next

Muaviye'nin -İslâm'ın kutsiyet ve temizliğine ihanet anlamına gelen bu iddiası kendi türünde ilk değildir, bunun kökünün daha önceki dönemlerde, daha eski, daha üstün ve daha metodik bir komplo ve desisede aramak gerekir.[11] Bu, uzun süre gizli kalmadı.

Bu sapma ve bu geri dönüşün temeli o gün Medine'de atılmış, Benî Saide Sakifesi olayı bunun üzerine kurulmuş ve Resulullah'ın bu hadiste bahsettiği gökle yer arasındaki ilâhî iple çelişen yeni kökler atılmıştı... Öyle bir köktü ki bu, sonuna kadar tarihle birlikte olmasını istemişlerdir onun. Ve Pavlos Selâme'nin dediği gibi: "O üstü kapalı yerde birtakım olaylar oldu. Öyle olaylar ki, gizli duyguların canlanmasına ve sapmaların oluşumuna neden oldu. Temayüller, arzular dalgası her tarafa dağıldı Aynen diken dalları gibi Yeşil, taze, iğneli ve afetlerle dolu." Hilâfetin asıl sahibi, o tevil ehlinin karşısında öyle bir metot izledi ki ancak kendisine lâyıktı ve ancak kendisinin yüce ruhunu göstermekteydi ve yine bu tavrı İslâm'ı korumayı da garanti ediyordu... Nasıl olmasın ki, Allah'ın kullarıyla ilâhî, semavî ipin arasındaki tek vasıta o değil miydi? Müslümanları düşünmeye sevk etmek ve ümmetin dikkatini hakkının elinden alındığına çekmek için gerekli gördüğü kadar, hilâfet kürsüsünde oturana biat etmeyi erteledi ve sonra da hilâfet düzeninin zorlaması karşısında teslim olarak biat etti.[12] Arkadaşlarından biri; "Bu makama herkesten daha lâyık olduğun hâlde seni bu makamdan nasıl alıkoydular?" diye sorunca buyurdu ki: "Bu, bir grubun ona hırsla yöneldikleri bir tür tekelciliktir ve bir grup da izzetle ondan vazgeçti, bu konuda hüküm Allah'ındır; dönüş yeri ise kıyamettir. Sen şimdi seni ilgilendirmeyen şeyle uğraşma."[13] Bu sözde, Hz. Ali'nin rahatsızlığını ve kalben öfkeli olduğunu, buna rağmen teslim olup tahammül ettiğini anlatan açık belirtiler var. Rakipleri onun nurunun ışığını görememişlerdi; gözlerini kin ve düşmanlık perdesi bürümüştü onların; onun ne geçmişini, ne cihadını, ne Resulullah'ın akrabası ve damadı oluşunu, ne Peygamber'in kardeşi oluşunu, ne de bilgi ve ibadetini inkâr etmiyorlardı.

Resul-i Ekrem'in onun hakkındaki -o gün, günümüzden daha kolay ulaşılabilenaçık buyruklarını inkâr etmiyorlardı. Fakat onun bu üstünlük ve imtiyazlarından dolayı ona kin besliyor, -savaş meydanlarında İslâm fidanını dikip bu halk arasından kendisi için kanlı ve kan davası güden düşmanlar oluşturankeskin kılıcın, hakkı konuşup hakkı aramasına düşmanlık güdüyorlardı. Gençliğini onun için bir eksiklik görüyorlardı. Çünkü o gün ömrünün dördüncü on yılının içindeydi. Yaşlı kişilerin, Resulullah'tan sonra halife olmak için yaş bakımından örneğin yetmiş civarında olmayı şart koşmaları ne kadar da şaşırtıcıdır! Oysa imamet ve ümmete önderlik makamının da peygamberlik gibi bir makam olduğuna, peygamberlikte uygun olan her şeyin imamette de uygun olduğuna, peygamberliğin azameti için uygun olmayan bir şeyin imamet için de uygun olmadığına dikkat etmeleri gerekirdi; bu durumda sonucu yaşlılık olan içtihadın kesin nasp ve atama karşısında hiçbir değeri olmadığını, siyasî mülâhazaların Allah Tealâ'nın buyrukları ve Resulullah'ın apaçık sözleri karşısında bir değeri olmayacağını görebilirlerdi. Hz. Ali, Resul-i Ekrem (s.a.a) vefat edince Meryem oğlu İsa'nın göğe yükseldiği yaştaydı. Hayret! Hz. İsa peygamberliğinin son gününde otuz üç yaşında olması doğal bir şeyken Ali'nin, imametinin ilk gününde bu yaşlarda olması doğal olmuyor! Oysa Allah Tealâ'nın cennette kalacaklar için tayin ettiği ve uygun gördüğü bir yaştı bu! Eğer bu yaş insanın hayatının en güzel yaşı olmasaydı, Allah cennetteki seçkin kulları için tayin etmezdi bunu.

Peygamber'le akrabalık ve yakınlığını onun başka bir kusuru sayıyorlar, nübüvvet ve hilâfetin bir ailede toplanmasını beğenmiyorlardı. Oysa bir faziletti bu, o hâlde neden bir fazileti noksanlık ve eksiklik sayıyor ve nasıl yakın akrabalığı hilâfete engel bilirken uzak akrabalığı hilâfet için bir delil ve yabancı rakipler karşısında yegane burhan gösteriyorlardı... Bütün bunlar cevapsız bırakılmış sorulardır. Onlar hilâfeti Resulullah'ın Ehlibeyti'nden ayırıp en yüce dinî makamları işgal etmeleri için meydanı diğer ailelerin faaliyet ve güç gösterileri yapmaları için açık bırakmayı İslâm'ın yararına ve Müslüman toplumun maslahatına uygun olduğunu sandılar. Oysa bu makam mahiyeti gereği güç gösterisi, zor kullanma ve fetihle tasarruf dairesinden oldukça uzaktı. Ve kısacası, Resul-i Ekrem'in ısrar ve ihtiyatla ümmeti ve itreti için göz önünde bulundurduğu ve bu nedenle hilâfeti itretine bıraktığı önemli hedef ve gayesini göremediler. Bundan sonra İslâm aleminde vuku bulan olaylar, uyanık kalplerin, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bu girişiminin doğruluğunu ve bunun aksini iddia edenlerin yanlışlığını kavramalarını sağladı. Çünkü hilâfet düşkünleri arasında onca kanlı tarihî ihtilâflara yol açan, İslâm aleminde onca büyük faciaların meydana gelmesine neden olan ve İslâm'ın ideal durumunun gerçekleşmesi yolunda engel olan temel etken "hilâfetin itretten ayrılması" olayıydı. Öyle ki, eğer İslâm hilâfeti ilk günden itibaren doğal ve aydınlık yolunda gitseydi -yani eğer Allah'tan başka hiç kimse ona müdahale etmeseydi, beşeri siyasetler ve içtihatları onu bulandırmasaydı- Müslümanlar bu olayları yaşamayacaktı. "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb, 33) Tanınmış Müslüman aileler arasında, nesilden nesle miras kalan bu düşmanlıklar ve kanlı çekişmelerin, hilâfet meydanının ehil olan ve olmayan herkes için açık bırakılmasından başka bir nedeni var mıdır? İslâm tarihinin çeşitli dönem-lerinde Emevîlerle Haşimîler, Zübeyroğulları'yla Ümeyyeoğulları, Abbasoğulları'yla Ümeyyeoğulları, Alevîlerle Abbasîler... arasında vuku bulan kanlı savaşların çok doğal sonucu bu din bağının çözülmesinden başka bir sonucu olmuş mudur? Oysa Resul-i Ekrem (s.a.a) bu bağın sağlamlaştırılması için ihtiyatlı ve titiz  davranmaktaydı; o bu üzücü olayları önceden görmüş ve önlemeye çalışmıştı. Resulullah'ın Ehlibeyti hakkında işlenen ve her biri –öl dürmek, asmak, esir etmek veya diyar diyar sürgünler şeklinde tâbi tutuldukları bu muameleler- kendi türünde eşsiz faciaların, ilk başta atılan o yanlış adımdan başka bir nedeni var mıdır? Aynı yanlışlık, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ümmeti ve Ehlibeyti hakkında izlenmesini istediği siyaset ve plânını çiğnemiş, ümmeti ve itreti için öngördüğü maslahatı görmezden gelmişti. Evet, onlar bu ileri görüşlü siyasetin derinliğini anlayamadılar, başka bir siyasetle meşgul oldukları için "nübüvvet ve hilâfetin bir ailede toplanmasından"

hoşlanmadılar. Aslında bu onların açığa vurdukları mazeretiydi, bundan başka açıkça millete gösterebilecek bir mazeret bulamamışlardı çünkü. Fakat onların asıl gerekçeleri neydi acaba?... Gizlilikleri bilen Allah'tan başka hiç kimse bilmez bunu; ancak büyük ihtimalle İslâm'a davetin kutlu savaşlarının kanlı hatıraları veya hadiste buyurulduğu gibi, "ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi dini yiyip bitiren" kıskançlık hissinden başkası değildi. Gerçekten de riyaset aşkı ve hükümet sevdası, insan için en tehlikeli psikolojik hastalık olup, liderlerin ve liderlik iddiasında bulunanların güçlü karakterleri üzerinde en etkili olanıdır. Nübüvvet ve imamet, ilâhî makamlar oldukları için –bilinen anlamıyla- siyaset çerçevesine girmezler. Nübüvvet düzeninde veya onun idare ve teşkilat sistemlerinde görülen her türlü siyaset de dinin bir parçası ve ilgi alanı içerisindedir. Bütün bunlarda yegane yetkili merci ise din sahibi ve din önderidir; bu konuda onun sözü ve görüşü en son ve en kesin söz ve görüştür.

Şimdi bu konunun söz konusu bahsimizle yakın ilişkisinin anlaşılması için Hasan b. Ali'nin hilâfetinin başında Muaviye'ye yazmış olduğu ve kendilerine reva görülen zulmü sergileyen kınama amaçlı bir mektuba işaret etmek istiyoruz. Bu mektupta şöyle deniyor:

"...Resul-i Ekrem vefat edince, onun hükümet mirası hakkında Araplar arasında kavga çıktı.

Kureyş, biz onun akrabaları, yakınları ve soyunun koruyucularıyız, onun için onun hükümeti ve gücü konusunda bize düşmanlık etmek size yakışmaz dedi. Arap, Kureyş'in bu delilini kabul edip onun bu iddiasına teslim oldu, onlara saygı duyarak makamı onlara teslim etti. Bunun üzerine biz de Kureyş'e onların Arab'a söylediklerini söyledik;[14] fakat onlar, Arapların kendilerine davrandığı gibi bize karşı

insaflı davranmadılar. Kureyşliler hükümeti kendilerinin kanıtlama gücü ve Arab'ın insafının yardımıyla ele geçirdiler; fakat sıra bizim kanıtlarımıza ve onların insafına gelince, bizi uzaklaştırdılar ve el ele verip hakkımızda zulüm ve cefayı reva gördüler ve hükümete kendileri oturdular. Evet, onlarla görüşeceğimiz yer Allah'ın huzurudur; bizim yardımcımız ve velimiz O'dur.

"O gün biz, bir grubun gasp edercesine bizim hakkımıza ve ailemizin hükümetine el uzatmalarına bir hayli şaşırmıştık. Fakat onlar fazilet sahibi ve İslâm'da uzun geçmişe sahip kişiler oldukları için münafıklar ve din muhalifleri dini yenilgiye uğratmak için bir vesile, fesat ve bozgunculuk için bir yol bulmasınlar diye onlarla kavga etmekten vazgeçtik." "Fakat bugün -ey Muaviye!- senin bu makam ve mevkie el uzatmana herkesin şaşırması yerinde olur! Çünkü sen hiçbir açıdan bu makama lâyık değilsin; ne senin bir fazilet ve övülmüş sıfatın var, ne de güzel ve beğenilmiş bir eserin..." "Dahası, düşman gruplarından birinin elinde büyümüş, Resulullah ve Kur'ân'ın en azılı Kureyşli düşmanının oğlusun!... Allah senin yaptıklarını görmektedir. Yakında O'nun huzuruna çıkacak ve işin akıbetinin kimin lehine olduğunu göreceksin!!"[15] Gördüğünüz gibi, İmam Hasan (a.s), Muaviye'nin gasibane bir şekilde hilâfet makamına el uzatmasından dolayı hayretini ifade ederken, bunu, önceki gasp hareketinin şaşırtıcı oluşunu vurguladıktan sonra zikrediyor. Bu iki olayı da Arapça'da atıf (bağlaç) görevini yapan "fa" harfiyle birbirine bağlıyor. Buradan hareketle bu iki olayın birbiriyle ilişkisi ve -bu iki kardeşle (Hasan ve Hüseyin) ilgili veya anne ve babaları (Fatıma ve Ali) hakkında ya da Ehlibeyt'in genel haklarıyla ilgili- diğer gerçekler açıklık kazanmaktadır. Biz şimdi -konumuzla doğrudan bağlantılı olması dışında- bu mevzular hakkında başka hiçbir meseleye değinmek istemediğimiz için bu konulara girmiyoruz. Şüphesiz Resulullah'tan (s.a.a) sonra -bu oyunu düzenleyenlerin başında gelen kişinin "felte" (beklenmedik) diye nitelediği bir tezgahtı bu ve daha sonra Muaviye'nin "Hakkı ortadan kaldırmak ve emre itaatsizlik"[16]-  diye adlandırdığı- ortaya çıkan şaşkınlığın da etkisiyle kısa bir sürede her şeyi kendi lehine değiştiren o ilginç  siyasetin, sihirbazlara yaraşır bir hızla başarılı olması, tasarlayanların bu plânı çok önceden hazırladıklarını gösterdi. Dolayısıyla bu plândan hareketle, hilâfet iddialarının gerisinde -ister o dönemde ve ister daha sonraları- Ehlibeyt karşısında özel bir cepheleşme ve gruplaşmanın belirtisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu "cephe alma" sonucu Resulullah'ın itreti hilâfet meselesinde yenik düştü ve ondan sonra da, Sakife'de temelleri atılan Ehlibeyt'i iktidardan uzak tutma siyasetinin sonuçları, sonraları vuku bulan önemli olaylarda da kendini gösterdi ve önceden hesaplanmış ve plânlanmış bir şekilde onlara engel olundu.[17] Ne kendisinden sonra veliaht tayin eden birinci halife Ehlibeyt'i öne sürdü, ne de halifenin belirlenmesini altı kişiden üçünün elinde bırakan ikinci halife onlara karşı insaflı davrandı.

Osman'ın evinin kuşatılmasından sonra da eğer halife tayini halkın elinde olmasaydı, İslâm tarihinin hiçbir döneminde Resulullah'ın Ehlibeyti hükümet ve hilâfetten pay alamayacaktı. Bu cephe almanın diğer bir sonucu da iki dönemlik Haşimî hükümetine karşı -yani İmam Ali'nin beş yıllık hükümeti ve İmam Hasan'ın birkaç aylık hilâfeti- derin ve köklü bir düşmanlık, karşıtlık ve muhalefet düşüncesinin oluşmasıdır. Basra, Sıffin, sonra da Meskin Savaşları'nda bunun birçok örnekleri görüldü. Yine Abdullah b. Ömer,[18] Sa'd b. Ebi Vakkas, Üsame b.

Zeyd, Muhammed b. Mesleme, Kudame b. Maz'un, Abdullah b. Selâm, Hassan b.

Sabit, Ebu Said el-Hudrî, Zeyd b. Sabit, Nu'man b. Beşir gibi kişilerin, tarafsız davranıp İmam Ali ve İmam Hasan'a biat etmeyerek "oturanlar" (tarafsızlar) şeklinde bir tavır sergilemeleri de Ehlibeyt'e karşı takınılan olumsuz tavrın bir göstergesidir. Bu ihtilâf ve zıtlığın çeşitli alanlarda, değişik renk ve şekillerde kendini gösterdiğini görüyoruz; itret önderlerinin ister Medine'de ve ister Kûfe'de karşılaştığı vazifeden kaçan, menfi ve müphem tipler bu cümledendir. Yoksa Ali'nin (a.s) Kûfe'de minbere çıkıp feryat etmesine ne gerek vardı: "Ey erkek görünümündeki nâmertler! Ey düşünceleri çocukların karışık rüyaları ve zifaf odasında bekleyen gelinler gibi olanlar! Keşke sizleri hiç görmeseydim ve tanımasaydım -ne kadar da üzücü ve pişman edici bir tanışmadır bu tanışma!- Allah canınızı alsın; kalbime ağrı verdiniz, göğsümü öfkeyle doldurdunuz, üzüntü ve keder kadehini yudum yudum boğazıma döktünüz, itaatsizlik ve gevşeklikle plânlarımı suya düşürdünüz..."[19] ...Ve Emir'ül-Müminin'in hutbelerinde ve diğer konuşmalarında bu anlamda birçok ifadeyi görmek mümkündür. Acaba bu olumsuz durum, Ali'nin (a.s) hükümetinin bütün büyük merkezlerinde uğursuz tohumunu serpen ve çeşitli bahanelerle halkı ona yardımcı olmaktan alıkoyan şey, bu Ehlibeyt'e karşıtlık ve muhalefet etmenin bir yansıması değil miydi? Her iki şekliyle -silâhlı savaş ve ona yardımdan sakınmak- bu cephe almanın yanında, bu karşıtlığın oluşmasında etkili olan başka etkenleri de unutmamak gerekir. Şüphesiz, o dönem hükümetinin ve hicretin birinci asrındaki bütün Haşimî hükümetlerinin apaçık bir nişanesi olan kesin adalet ve dakik eşitliğin de, savaş ve barışta kaçınılması mümkün olmayan mutlak itaat, ihlâs ve samimiyetle bağdaşmayan -en azından halkın bir tabakası arasında- bir nevi sıkıntı ve baskı hissi uyandırmış olması da başka bir etken sayılmaktadır. Dönemin özel şartları, halkı, mağlup olan ülkelerin hazinelerine musallat eden fütuhat, insanlar için yeni sayılan bambaşka göz alıcı hayat sürmelerin, nur ve aydınlığın aksine hareket etmeyi kaçınılmaz kılan bir tür psikolojik bunalım yaratmış olması da önemli bir etkendi. Buraya kadar çeyrek asır boyunca üzerinde çalışılan bu cepheleşme ve gruplaşma bunalımının Ali'nin hükümeti döneminde -yani Hasan b. Ali'ye biat edilmeden öncemeydana getirdiği tahribatı özetledik. İmam Hasan, Hz. Ali'nin bu en büyük ve en olgun çocuğu, onun veliahdi, üzüntü ve sevincinin, iyi ve kötü gününün ortağıydı. Onun acısını hissediyor, onun ıstırabından dolayı ıstırap çekiyordu. Babasını kuşatan dünyayı -kavmi ve akrabaları, genel olarak halkı, düşmanları ve muhaliflerini- çok iyi tanıyor ve onlarla ilişki içerisindeydi.

Back Index Next