Back Index Next

* * *

Bazıları -bilgiçlik taslayarak- İmam Hasan b. Ali'ye itiraz ederek demişlerdir ki: "-Zararlı ve acı olayların vuku bulacağını bildiren- biat döneminin şart ve ortamında hilâfeti kabul etmek bir nevi acelecilikti." Bu görüşün ne kadar tutarsız olduğunu açıklamak için şunu söyleyebiliriz:

1- Tayin edilmiş bir imama biat etmek ve onun karşısında teslim olmak halka farz olduğu gibi, yardımcısı olması durumunda ilâhî hüccetin tamamlanması için imama da bu biati kabul etmesi sorumluluğundan kaçamayacağı şer'î bir görevdir. İmam Hasan hakkında, İslâm ülkesinin bütün şehirlerinde halkın rağbet ve iştiyakla biat için hücum etmesi, zahirde de olsa halkın onun yar ve yardımcısı olduğunu göstermektedir ve bu şartın olması durumunda ise İmam'ın şer'î vazifeden kaçma olasılığı yoktur.

2- İmam Hasan konusunda böyle bir düşünceye kapılmanın nedeni, bu olaya sadece onun dünyevî açısından bakılmasıdır. Oysa bir İmam'ın başından geçen olayların

daha çok dinî açıdan incelenmesi gerekir ve İmam açısından dinle dünya arasındaki fark oldukça fazladır. Bu bakış açısıyla İmam Hasan'ın imzaladığı barış baştan sona yarardır ve -yeri geldiğinde açıklayacağımız üzere- en küçük bir zararı olmamıştır. Bu olay her ne kadar acıysa da, ancak bu İslâm yolunda tahammül edilmesi

gereken bir acıdır. O hâlde, İslâm'ın evinde dünyaya gelen ve İslâm'ın elinde eğitim gören İmam Hasan'dan İslâm'a daha yakın ve onun acılarına tahammül etmeye daha lâyık kim var?

3- Ayrıca İmam Hasan b. Ali, bütün Müslüman önderlerden kesin üstünlüğe, seçkin soya ve üstün bilgisiye sahip olduğu için, isteseydi bile bu makamın sorumluluğundan kaçıp kurtulamazdı. Eğer o halkı bıraksaydı bile halk onu bırakmazdı. İslâm toplumunun hareket ve inkılâpları ister istemez onu kendine davet

ediyor, hakkın ihyası ve batılın yok olması için ondan iş birliği ve bu hareketlere önderlik yapmasını bekliyordu. Nitekim kardeşi İmam Hüseyin de benzeri bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Ve yine: O insanları bırakıp onların biatini kabul etmeseydi ve insanlar da onu hilâfetten muaf görselerdi bile, şüphesiz güç sahipleri ve halk üzerinde sulta kurup işleri ele geçirenler onu rahat bırakmaz ve sürekli ona potansiyel bir tehlike gözüyle bakarlardı. Çünkü doğal olarak etrafında toplananları ıslâh etmeye çalışacak, çeşitli halk gruplarının feryada dönüşen öfkelerini dinleyecek ve onların yönetimden kaynaklanan rahatsızlıklarını dile getirmeye devam edecekti. -Bu hareketler, hak talebi amacıyla veya dinî vazifeyi yerine getirmek için ya da siyasî rekabetler ve birtakım garazlar için dahi olsa- her hâlükârda muhalifler ve hükümete karşı ayaklananlar için Resulullah'ın evlâdı ve Müslümanların sevgili önderinden daha iyi bir sığınak olamazdı. Çeşitli grupların -Muaviye hükümeti döneminde- tüm imkânlarını İmam Hasan'ın emrine vermeleri, Emevî hükümetiyle savaşmaya ve gaspedilmiş hilâfeti tekrar geri almak için mücadele etmeye hazır olduklarını belirtmeleri,[33] o gün İslâm toplumunu saran hükümete yönelik kin ve öfkenin bir göstergesinden başka bir şey değildi.

İnsanların bu denli eğilim gösterdiği, yoğun bir ilgiyle etrafında toplandığı böyle bir merkezin varlığıyla, güç ve iktidarı ellerinde tutan hilâfet fatihleri bir arada olabilir miydi? Unutmayalım ki onu zehirlemişlerdir.

Varlığı onların iktidarını tehdit etmeseydi ve onların halkın gönlünde yer etmelerine engel olmasaydı, onlarla sulh eden ve bütün dünyayı onlara bırakan birini ne diye zehirlesinler ki? Acaba bu olay, insanların fikir ve inanç bakımından İmam Hasan'a itaat ettiklerini ve onun düşmanlarına değer vermediklerini

göstermiyor mu? Kaldı ki halkın ona bu yönelmesi, eğilim göstermesi, Şiî ve Şiî olmayan bazı grupların, Muaviye ile barış imzalamasından sonra ona birtakım itirazlar

yöneltmelerinden sonraydı. Şimdi bir an için düşünelim; acaba İmam Hasan başlangıçta halkın kendisine biat etmesini kabul etmeseydi ve halkın kendisine yönelik o yoğun ilgisi başlangıçta olduğu gibi devam etseydi, manevî otoritesi daha etkili ve şiddetli olmaz mıydı? Bu durumda, bu kadar insanın arzu ve ümitlerinin odak noktası olan, hâkim düzenin muhaliflerinin ve düşmanlarının sığınağı olan böyle birisinin, - hâkimiyetlerinin yıkılmasından endişelenen- dünya düşkünlerinin korkan ve meraklı gözlerinden uzak yaşayabileceği, ilk fırsatta kalleşçe bir saldırıyla tertemiz yaşamına son verilmeyeceği düşünülebilir mi hiç? Nitekim babasının şahadetinin ilk yılında -güçlü bir zanna göre- böyle bir suikasta maruz kalmıştı. Acaba hâlâ, İmam'ın hilâfet ve biati kabul etmesi aceleci bir girişimdi, demenin mantıklı bir tarafı var mı? Hilâfet esasen -İmam Ali b.

Musa'nın tabiri gereğinceona  ve kardeşine miras kalmamış mıydı? Ve babasının makamı değil miydi?  Bu eleştiride işaret edilen tatsız olaylar ise, İmam Hasan'ın Kûfe'deki muhaliflerinin komplolarının doğal sonucuydu ve halkın o heyecan ve faaliyetleri nedeniyle -sonuna kadar o şekilde devam etseydi- bu olaylar İmam'a bir zarar veremezdi. Ayrıca, böyle düşman ve düşmanlıklardan masun kalan hangi halife ve önderi gösterebilirsiniz ki?! Bu durumda, biati kabul etmek tercihe şayan bir davranıştı, hatta zamanın zarureti, genel maslahat ve hakkı yaşatmak gibi şeyleri göz önünde bulundurduğumuzda farz bir girişimdi, dahi diyebiliriz.

BİAT GÜNLERİNDE KÛFE

Sa'saa b. Sûhan el-Abdî[34] Kûfe şehrini şöyle tasvir eder: "...İslâm'ın merkezi sayılacak bir kenttir.

Söz sanatının sergilendiği bir meydan, sancaktar ve rehberlerin makamıdır.

Burada kötü huylu, dik başlı ve pis karakterli birtakım insanlar emir sahiplerine itaat etmekten kaçınan ve başına buyruk hareket eden davranışlar sergileseler de, halkın geneli bu gibi kötü huylu insanlardan uzak ve kanaatkâr bir davranış içindedir." Müslümanlar, Irak'ın fethinden sonra bu şehri kurdular.[35]

Başlangıçta evler kamıştan yapılmıştı. Bir yangın felâketinin ardından her şey kül olunca, evler kerpiçten yapılmaya başlandı. Caddelerin eni yirmi ziradır. Ara sokakların genişliği ise yedi ziradır. Caddelerin arasında kalan yerlerde binalar için kırk zira genişliğinde arsalar ve liderlerle ileri gelenler için de altmış zira genişliğinde arsalar tahsis edilmiştir. Şehirde en dikkat çeken bina camidir.

İyi ok atan bir adam, şehrin kurulacağı yer olarak tespit edilen bölgenin ortasında durmuş, sağa sola ok fırlatmaya başlamış. Duvarlar okların düştüğü yerlerde örülmüş. Aradaki boşlukta da cami kurulmuş. Caminin karşısında İran krallarının Hiyre'den getirttikleri mermerden bir misafirhane bina edilmiş.

Caminin çevresinde bir de hendek kazılmış ki, cami alanında herhangi bir kimse ev yapmaya kalkmasın. Emir'ül-Müminin Ali (a.s) Cemel Savaşı'ndan sonra h. 36 yılında Kûfe'ye hicret edip orayı hükümet merkezi yapınca, Kûfe benzeri görülmemiş bir şekilde bayındırlaşmaya başladı. İmam Ali (a.s) receb ayının 12'sinde bu şehre girdi. Bu hicretin sebeplerinden biri, Hicaz'ın mahsulünün az oluşu ve diğer bölgelere ihtiyaç duymasıydı; oysa bir devlet için gerekli olan şeylerde başkalarına muhtaç ve bağımlı olmaktan daha zararlı bir şey yoktur.

Fakat Kûfe ve Sevad (Irak) şehirlerinde kendisine yetecek ve hatta artacak kadar mahsul vardı. Ayrıca o dönemlerde Irak, Dicle ve Fırat arasındaki bölgelerde meydana gelen isyanlara karşı yürütülen operasyonların güvenli bir merkezi konumundaydı. Bu durum da özel bir askerî strateji izlemeyi gerektiriyordu.

Kûfe hilâfet merkezi olunca, bütün Müslüman beldelerdeki Müslümanların ileri gelenleri oraya yöneldiler. Yemen ve Hicaz'dan Arap kabileleri, Medain ve İran'dan Fars muhacirler oraya yerleştiler. Kûfe'nin ticarî pazarları bayındırlaştı ve orada ilim tahsili canlandı. Şehrin etrafında bağlar, bostanlar, otlaklar ve köyler oluşturuldu... Ve uzun süre tarih, bilim ve edebiyatta ileri gelen kişilerin yetiştiği bir ilim merkezi işlevini gördü.

Haşimoğulları'nın hükümetinin sayesinde bu şehirde, Şia mektebini ve Hz.

Muhammed'in Ehlibeyti'ni izlemek yaygınlaştı. Bu durum, şehrin karakteristik özelliği hâline geldi âdeta. Buna rağmen, bu yeni şehrin sakinlerinin farklı unsurlardan olmaları, şehri çeşitli eğilim ve temayüllerin buluştuğu bir alan hâline getirdi. Kısa bir süre içinde bu uzlaşmazlık, fitne ve isyan ateşini alevlendirmeye, bazen şehrin lehine ve çoğu zaman da aleyhine olan birçok acı tarihî olay ve karışıklıklara neden oldu. O gün Kûfe halkı İmam Hasan'a biat edince, mevcut bütün güç odakları -çok az konuda aralarında görüş birliği olmasına rağmen- biat konusunda görüş birliğine vardılar. İmam Hasan b. Ali'nin bu şehirde ikamet ettiği dönemdeki yaşam şekli, onu, görüşlerin kıblesi, gönüllerin sevgilisi ve ümit kaynağı yapmıştı. Yeni kurulmuş bu şehrin atmosferini ve "babasının hükümet merkezi"ni Ehlibeyt'e miras kalan en üstün beğenilmiş sıfatlarla, yani eli açıklık, iyilikseverlik, ... güler yüzlülük, diğerlerinin hatasını görmezden gelmek, sabırlı olmak, ilim peşinden koşmak, doğru düşünmek, takva ve haramlardan sakınmak gibi niteliklerle süslemişti. Hilâfet minberi, kendisini terk eden İmam'dan dolayı gamlara bürünmüşken, peygamberlerin miras bıraktığı sıfatlara mazhar olmuş İmam Hasan'ı bağrında taşıdığı için neşeyle tebessüm etmeye başladı. O gün İmam Hasan'dan daha takvalı ve bütün iyi sıfatları kendinde taşıyan başka bir kimse yoktu.

Dolayısıyla, bütün farklı görüşleri ve herkesin memnuniyetini kendinde toplayan tek kişiydi; bir milletin önderi ve bir kavmin reisinde olması gereken bütün önderlik özellikleri onda topluyordu.  Eğer önceden kestirilemeyen acı olaylar olmasaydı, Kûfe'de biat şenlikleri istendiği gibi heyecan, güç ve donanımla son bulurdu. Fakat kendi tarihinde ilk kez bir halifeyi atama şenliğini yaşayan bu büyük şehrin siyasî havası bu şehir yakınlarında vuku bulan Cemel, Sıffin ve Nehrevan Savaşları'nın ardından kara bulutlarla sarılmış, vesvese, tereddüt ve şüphelerle karışmıştı. Bu savaşlarda her iki taraftan öldürülenlerin yakınları ve akrabaları, öldürülen yakınlarıyla aynı görüşü paylaşan, aynı fikirde olan, bir gün onların intikamını almayı arzulayan ve bu hedefe ulaşmak için ellerinden geleni ardına bırakmayacak birçok insan yaşıyordu Kûfe'de. Bu arada, hem uyumlu ve iyi amaçlar güden kimseler vardı, hem de sürekli ihtilâf ve nifak çıkarmakta olan gizli amaçlar peşinde koşan bozguncu kimseler vardı. Hilâfet kürsüsüne oturan İmam Hasan b. Ali bütün gönülleri kendisine cezbetmişti. Çünkü her şeyden önce Resulullah'ın (s.a.a) evlâdıydı ve onu sevmek imanın alâmetiydi; öte yandan ona biat etmek ona itaat etmeyi gerektiriyordu. İbn-i Kesir şöyle yazıyor: "Halk onu babasından daha fazla seviyordu."[36] Ve kesinlikle, İmam Hasan b.

Ali bir grubun hassas taassuplarını inciterek başkalarının özel amaç ve çıkarlarına yönelik bir girişimde bulunmadan sorunsuz bir yönetim sergileseydi, herkes tarafından sevilmeye devam edecek, şunun bunun zarar amaçlı faaliyetlerinden yana güvencede kalacaktı. Çünkü o gün İslâm dininin çıkarlarından çok, iktidar üzerine verilen mücadeleler ve kişisel çıkarları sağlama alma amaçlı faaliyetler revaçtaydı. Bencillik ve menfaatçilik ruhu inançlarına bile sirayet eden insanların birçoğu, -Resulullah'ın (s.a.a) ahlâkını anımsatan son derece güzel ve iyi bir ahlâka sahip olan İmam Hasan'a biat etmekle isteklerine kavuşacaklarını, heveslerini tatmin edeceklerini ve tamah ettikleri şeyleri elde edeceklerini sanıyorlardı. Fakat gerçek şu ki, onlar bu güzel ahlâkın ne demek olduğunu anlamamışlardı. Birçok alanda İmam Hasan'la aynı görüş ve fikirde olmayan birçok insan da aynı yanılgıya düşerek ihlâslı müminler gibi tam bir istek ve rağbetle ona biat etti. Daha sonra aradan kısa bir süre geçince, arkalarına bakmadan meydandan kaçan ilk kişiler de onlardı. Bunlar iştahlandıkları şeyler karşısında o yumuşaklığı şöyle bir yoklayınca, onun hükümeti devralıp sorumluluk üstlenince nüfuz edilemez çelikten bir iradeye sahip olduğunu hayretler içinde gördüler. Kendisine en yakın kişiler olan kardeşi ve amcası oğlu bile onu kendi görüşünden çeviremezlerdi. Kendi görüşüne dayanarak çekinmeden ve sakınmadan hareket ediyordu. Dolayısıyla Kûfe'nin maceracı ileri gelenleri ve liderlik peşinden koşanları arasında düşmanlık ruhunun kökleşmesinde ve Kûfe halkının aşamalı olarak önceki İmam'a karşı -"kalbini öfkeyle ve içini üzüntü şarabıyla dolduran"- davranışlarını tekrarlamasında şaşılacak bir durum yoktur. Buna dayalı olarak bu vebalı toplumda dış güçler tarafından da az çok desteklenen gruplaşma ve parçalanmalar başladı, dolayısıyla çeşitli iç sıkıntılar meydana geldi. İslâm hilâfeti Irak'taki yeni merkezine intikal ettiği günden itibaren hükümde sergilediği netlik ve adaletin uygulanmasında sergilediği tavizsiz tutum sonucu, nice kahraman görünümlü kişiler çirkin fitnecilik, bozuculuk ve tefrika çıkarma yolunu tutmuş ve bu işlerde tecrübe edinmişlerdi. Bu grubun bozuculuk ve fitne çıkarmasının asıl sebebi, bu rejimin maddî yararından ümitlerini kesmeleri, meyus olmalarıydı. Çünkü Haşimî hilâfeti, dünyevî ve maddî bir riyaset değil, dinî bir hükümetti. Bunlar, bu rejimin kendilerinin önceki durumlarını ve genel işlere müdahale edip meşru olmayan yararlar elde etmeleri hususunda geniş çaplı serbestliklerinin devam etmesine müsaade etmeyeceğini, uzun vadeli arzularına ulaşmalarına ve kanunsuz işlerine engel olacağını biliyorlardı. Kûfe'de yeni hilâfetin ortaya çıkması ve gelişmesi ve bu arada Muaviye'nin Şam'da itaatsizliğinin devam etmesi, bu gruba güçlerini kullanarak fitne çıkarmaları ve mümkün olduğu kadar -her iki tarafı da oyuna getirmek pahasına olsa bile- kendilerini yakın ve kısa vadeli menfaatlere ulaştırmaları için uygun bir fırsat oluşturdu. Onlar için ancak iki yol vardı: Mümkün olduğu kadar, yeni hükümette iştah ve hırslarını tatmin edecek makam ve mevkiler ele geçirmek; bu mümkün olmadığı takdirde ise, bu hükümete karşı komplo hazırlamak, fitne ve fesat çıkarmak. Şam hazineleri akıllarını başlarından alıyor, Şam'dan gelen gönül çelici vaatler iştahlarını kabartıyordu. Esasen Kûfelilere karşı Şam hükümetinin en büyük silâhı para ve dünyevî vaatlerdi. Bu nedenle İmam Hasan'ın Kûfe'si, farklı temayüller ve birbirine ters düşen görüşler, ihtilâf ve ikilik ve halkın büyük bir kesiminin kin ve düşmanlıklarıyla karşı karşıyaydı. Bu fesatların temelini atan bu halk kitlesi İmam Hasan'a (a.s) biat ettiği günlerde birkaç gruba ayrılmaktaydı:

1- Emevî Çetesi

 Bu çeteye en çok bağlılık gösterenler Amr b. Hüreys, Ammare b. Velid, Hucr b. Amr, Ömer b. Sa'd, Ebu Musa Eş'arî'nin oğlu Ebu Burde, Talha b. Übeydullah'ın oğulları İsmail ve İshak gibi kimselerdi. Bu grupta, yaygara çıkarmak, komplo hazırlamak, nifak ve ikilik oluşturmak gibi yıkıcı faaliyetlerde bulunarak İmam Hasan'ın yenilgiye uğramasında çok etkili olan güç ve nüfuz sahibi, arkasında takipçileri bulunan kimseler de vardı. "Bunlar gizlice Muaviye'ye mektup yazarak onun emir ve itaatinde olduklarını bildirip, onu Kûfe üzerine hareket etmeye teşvik ettiler.

Muaviye'nin ordusu Hasan b. Ali'nin ordugâhına yaklaşacak olursa, İmam Hasan'ı eli bağlı olarak kendisine teslim edeceklerine veya onu terör edeceklerine dair söz verdiler."[37]

Mes'udî, tarihinde şunları söyler:[38] "Onların çoğu gizlice Muaviye'yle mektuplaştılar ve vaatler vererek kendilerini ona yaklaştırdılar." "Muaviye, Amr b. Hüreys, Eş'as b.

Kays, Haccar b. Ebcer ve Şebes b. Rib'î ile gizlice anlaştı ve casusları aracılığıyla onların her birine şu mektubu gönderdi: 'Hasan'ı öldürecek olursan, Şam ordularından birinin komutanlığı ve kızlarımdan birisiyle evlenmek dışında yüz bin dirhem de mükâfat alacaksın.' İmam Hasan bu gizli anlaşmayı öğrendikten sonra sürekli elbisesinin altından zırh giyiyor, ihtiyatlı ve tedbirli davranıyordu; hatta namazı da bu hâliyle kılıyordu. Nitekim bir keresinde namaz kılarken düşmanların biri

kendisine bir ok atmış ve giydiği bu zırh sayesinde yara almadan kurtulmuştu."[39] Durumun anlaşılması için bu tarihî metinlerden bir örnek bile yeter. Böylece bu grup, fırsatçı bir caninin işleyebileceği en çirkin cinayeti işliyordu. Onların uğursuz faaliyetleri yalan ve nifak örtüsü altında uzun süre kalmıyor ve tam vazifelerini yapmaları istenince habislikleri ortaya çıkıyordu. Bu müddet içinde, bu grup bütün huzursuzlukların öncüsü, bütün belâ ve ayaklanmaların yardımcısı ve İmam Hasan'ın hükümeti sınırında düşmanın karıştırıcı parmaklarıydı. Haricîler de, Haşimîlerin hükümetine düşmanlık konusunda Emevîlerle görüş birliği içinde olduklarından, büyük komplolar hazırlamakta onlarla yardımlaşmaktaydılar. Bu iddiamızın en açık kanıtı Haricîlerin liderlerinden ikisi olan Eş'as b. Kays ve Şebes b. Rib'î'nin isimlerinin mezkur tarihî örneklerden birinde kaydedilmiş olmasıdır.

2- Haricîler

Bunlar, hakem olayından sonra Ali ve Muaviye'ye karşı düşmanlık gütmeye başladılar. Bu grubun Kûfe'deki liderleri Abdullah b. Veheb Rasibî, Şebes b. Rib'î, Abdullah b.

Back Index Next