Back Index Next

Allah'tan kork, isyan ve azgınlığı bırak ve Müslümanların kanını dökme! Vallahi bundan fazla zulmederek insanların kanını kendinle birlikte Allah'ın huzuruna götürmek senin yararına değil. İtaat ve uzlaşma yolunu tut, hilâfet konusunda hilâfete ehil ve ona senden lâyık olanla savaşma. Böyle davranacak olursan Allah Tealâ fitneyi yatıştırır, Müslümanların birliğini korur ve onların arasını ıslâh eder." "Eğer sapıklığını sürdürür ve savaştan başka bir  şeye yanaşmazsan, aramızda Allah'ın hükmetmesi için Müslümanları senin üzerine göndererek seni ilâhî muhakemeye çekeceğim; Allah en iyi hükmedendir."[45] Gördüğünüz gibi mektubun sonu açıkça savaş tehdidi içermektedir. İmam Hasan'ın bundan başka da çaresi yoktu. Çünkü önce düşmanı, batılı bırakarak diğerleri gibi biat etmeye davet ediyor. Bu ise düşmanın iradesini zayıflatıp onun direncini kırmaya yöneliktir. Bu bakımdan akılcı bir yöntemdir. Ayrıca İmam bu sözleri, Resulullah'ın Ehlibeyti'nin Kureyş'e karşı sunduğu kanıtı hatırlattıktan sonra söz konusu ediyor. Yani, önce kanıtını ortaya koyuyor ve buna dayalı olarak söyleyeceğini söylüyor... Hayırsever bir davet, tehdit kokan bir hitap ve ardından açık şekilde savaşla tehdit... İmam Hasan, Muaviye'ye karşı davranışlarında babasının tutumunu izledi. Gerçekten İmam Hasan kendisini kuşatan özel durumlar karşısında, düşmanlarla yüz yüze gelirken izlediği tutum bakımından babasının mükemmel bir örneğiydi. Onun dönemi, Emir'ül-Müminin'in döneminin ölümünden sonra da devam ettiği intibaını bırakıyordu. Hz. Ali'nin (a.s) döneminde savaş kaçınılmaz bir gereksinim olduğu gibi, İmam Hasan'ın döneminde de savaştan başka yapacak bir şey yoktu. Hilâfetini çekici kılan unsurlardan biri, genç bir delikanlı olmasına rağmen yeterli bir iktidar ve egemenlik yeteneğine sahip olduğunu göstermesiydi. Bu da hainleri yönetimden uzaklaştırmak, bu tasfiye sonucu kalplere egemenliğinin heybetini salmak, sebat, istikrar ve yönetim dizginini ele geçirmek şeklinde kendini gösteriyordu. Bu bakımdan mektubun açık bir tehdit, etkili bir nasihat, güçlü, sağlam ve emredici bir üslûba sahip olması doğaldı: "Allah'tan kork, isyan ve azgınlığı bırak ve Müslümanların kanını dökme! Vallahi bundan fazla zulmederek insanların kanını kendinle birlikte Allah'ın huzuruna götürmek senin yararına değil. İtaat ve uzlaşma yolunu tut, hilâfet konusunda hilâfete ehil ve ona senden lâyık olanla savaşma..." Şam'da Emevîlerin bayrağı, Kûfe'deki Haşimî hilâfetine düşmanlık rüzgarıyla dalgalanmaktaydı. Geçmişte Hz. Ali'ye biat etmedikleri gibi İmam Hasan'a da biat etmediler. İmam Hasan'ın nasihat içerikli sarih mektuplarının bir yararı olmadı ve bu mektupların akılcı metodu, sağlam kanıtlara dayalı üslûbu, Muaviye'nin azgınlık ve tuğyanını yatıştıramadı. İmam Hasan'ın Muaviye'ye yazmış olduğu mektupları incelediğimizde, onun gibi birisine yakışmayacak veya sahih ve sağlam kanıtlara dayanmayan herhangi bir şey görmemiz söz konusu değildir. Bu mektuplarda, ya Ehlibeyt'in insanlar üzerindeki haklarından, insanların onları sevmelerinin farz oluşundan veya onların günahtan temizlenmiş olmalarından, dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'in açık bir şekilde Ehlibeyt'in Müslümanlar üzerindeki velâyetinden söz ettiğinden ya da Resulullah'ın onları imam ve halife tayin ettiğine dair kesin kanıtlardan bahsedilmektedir. En nihayet Muaviye'nin teslim olmasından, itaat etmesinden, Müslümanların kanını dökmemesinden, fitne ateşinin söndürülmesi ve Müslümanların arasının ıslâh edilmesi hususunda gerekli adımları atmasından söz edilmektedir. Buna karşın Muavi'yenin İmam Hasan'a (a.s) yazdığı mektuplarda ise, genellikle mevzuun mahiyetine dikkat

edilmesi gereken yerde ayrıntılara değinilmekte, birçoğu unutulmuş, geride kalmış düşmanlıklar hatırlatılmakta, Müslüman kardeşler arasında fitne ve tefrika çıkaracak ifadeler yer almaktadır. Muaviye'yi İslâm tarihinde kabilecilik ve kavimcilik duygularını uyandıran ilk kişi olarak adlandırmamız çok yerinde olur. Muaviye unutulmuş düşmanlıkları hatırlatıp ihtilâf ateşini körüklemekle tevhid ilkesini, yani birlik ve beraberliği yıkan, toplumun ıslâhının ve bu dinin başarısının sırrı olan bu temel direği yerinden oynatan ilk kişidir. Muaviye kendisini ve babası Ebu Süfyan'ı -ki her ikisinin de utanç verici geçmişleri rakam ve tarihleriyle Müslümanlar tarafından bilinmekteydi- ileri sürmekle bir sonuç alamayacağını, sade insanları gaflete ve tuzağa düşüremeyeceğini bildiği için, İmam Hasan'a yazmış olduğu mektuplarda Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Übeyde'den bahsederek Ehlibeyt'in Ebu Bekir'e biat etmeyişini söz konusu ediyordu.

Muaviye'nin mektupları ve bu mektupların içerdiği hususlarla ilgili tek eksikliği hilâfet hakkı ve bu kutlu makamı ele geçirmeye ilişkin makul bir kanıtının olmayışıydı. Hatta Hz. Ali'yle Muaviye arasındaki bütün uzun savaşlarda ve gruplaşmalarda İmam Ali'ye (a.s) karşı keskin bir kılıç olarak kullanılan Osman'ın kanını istemesi de insanları yanıltan bu bahane de- şimdi Hz. Ali öldüğü için etkisini kaybetmiş, gündeme getirilemez olmuştu. Muaviye şimdi İmam Hasan'ın, yani Osman'ın öldürüldüğü gün, evinin kapısında durarak onu savunan ve bu yolda - tarihçilerin tümünün söylediği gibi- bedeni kana boyanan kişiyle karşı karşıyaydı. Taktakî İmam Hasan'ın Osman'ı savunması hakkında şöyle der: "...Osman'ı savunmak için amansız bir savaş verdi; hatta Osman'ın kendisi ona engel oluyordu. Ama o savaşa devam ediyor ve kendi canını tehlikeye atıyordu..."

İnsanların Osman'dan kaçtıkları, akrabalarının bile onu bırakıp kaçtığı bir sırada oluyordu bütün bunlar.[46] Evet, Muaviye'nin İmam Hasan'a yazdığı mektuplardaki

tek delil ve hücceti şuydu: "Hükümet ve yönetim konusunda benim geçmişim senden daha fazladır. Bu konuda ben daha tecrübeliyim. Ben senden yaşça daha büyüğüm."[47] Şüphesiz eğer Muaviye'nin sürekli söylediği bu sözlerden başka söyleyebileceği ve kabul edilebilecek bir delili olsaydı, onu söyler ve başarılı olmak için eski düşmanlık duygularını dökmez, kin ve düşmanlıkları uyandırmaya baş vurmazdı. Ve keşke Muaviye'nin hangi tecrübeden bahsettiğini biz de bir bilseydik! Acaba Şam'ın onun elinden kan ağladığı, Şam halkının kendisini Ömer'e şikâyet ettiği, Ömer'in de buna kızarak birisini gönderip onu çağırttığı ve onun bu durumda Ömer'den, kölesi Yerfa'dan daha çok korktuğu tecrübesinden mi bahsediyor?! Acaba yeşil bir elbise giyip Ömer'in karşısına çıktığı ve Ömer'in de kırbaçla başına vurduğu günden mi bahsediyor?! Yoksa Osman'ın haberi olmadan işleri onun adına yaptığı ve sonunda bu hareketleriyle onun bedbaht olmasının nedenlerinden birisi olduğundan mı söz ediyor?! Ya da azgınlık ve isyanla ordusunu zamanın imamıyla savaşmaya götürüp hiçbir mazereti olmaksızın onunla savaştığı günü mü kastediyor?! Acaba bu "tecrübeler" onun hükümete geçmesi veya onu sürdürmesi için daha lâyık olmasının delili olabilir mi?! Yoksa hangi liyakati iddia ediyordu?! Acaba bu yollarla elde edilen, yalan, iftira ve kan dökme temeli üzerine kurulan bir hükümet, değerli dinî makama, yani hilâfet makamına oturmaya daha lâyık olmanın delili olabilir mi? Durmadan sağlam kanıtlarmış gibi aynı sözleri tekrarlamak... Ki hepsi de anlam olarak bir gerçeğe dönüktü, başka değil: "Uzun zamandan beri bu işin üstünde olmak!!" Oysa hak mantığında, hilâfeti "uzun zamandan beri iş başında olmak" veya "yaşın fazla olması" yoluyla ispatlayacak hiçbir ölçü ve mikyasımız yoktur! Çoğu zaman birisi vicdanları satın almada veya toplumda fitne ve fesat çıkarmada herkesten daha isabetli ve tecrübeli olabilir. Fakat bu iş onun nübüvvet makamının yerine geçmeye hak kazanmasına ve bu işe herkesten daha lâyık olmasına neden olamaz. Ve nice insanlar var ki, sinirlerini kontrol edip duygularını gizlemekte o kadar güçlüdürler ki, herkes onları insanların en bağışlayıcısı ve en sabırlısı sanır; fakat bu, onun insanlar arasında din önderi olmasına neden teşkil etmez; çünkü sabır ve bağışlama bir din önderi ve imamda olduğu gibi riyaset talebinde, önderlik ve hükümet iddiasında bulunanlarda da olabilir. Nice insan var ki, tecrübe sonucu kamuoyunu kendi şahsî düşünceleri -bu görüş ve inanç ister ilâhî bir membadan kaynaklansın, ister kişisel heveslerden kaynaklansın- doğrultusunda yönlendirme gücüne sahip olur; fakat böyle kişiler, Müslümanların halifesi değil, dinde bidat çıkaranlardır. Çünkü halifenin, Kur'ân'ın görüşünden başka görüşü, hadisten başka kaynağı ve Allah'tan başka mercii olamaz. Dolayısıyla, yüce İslâmî hilâfete ve Resulullah'ı temsil makamına lâyık olacak kişi, Allah Tealâ'nın kulları arasından seçtiği, meziyetleri, beğenilir ve kendine has özellikleri sonucu diğer insanlardan üstün kıldığı kişidir. İnsanların yaratıcısı olan Allah bu liyakatli ve seçkin kulu herkesten daha iyi tanır, onu isim ve vasıflarıyla Peygamberi'ne tanıtır ve Peygamber de onu kendi halifesi olarak seçip yerine oturtur ve bundan sonra diğerlerinin başka birini halife seçmeye ve tayin etmeye hakkı olmaz. Muaviye, kendisinin ve babasının utanç verici geçmişine, Müslüman oluş biçimlerine, Ömer, Osman ve de İmam Ali (a.s) karşısındaki olumsuz konumuna rağmen dinî önderlik ve hilâfet kürsüsüne el uzatmaktan sakınmıyordu. Dolayısıyla -İslâm ülkesinin dört bir yanında Müslümanların biat ettikleri, Resulullah'ın ashabının, yakınlarının ve Müslümanlıklarına güvenilebilecek herkesin itaatini üzerlerine aldıkları- Resulullah'ın torunu İmam Hasan'a şöyle yazdı: "Ben yaşça senden büyüğüm, geçmişim senden daha faladır ve bu konuda daha tecrübeliyim!!" Sahi, kanıtlar dünyasında delilsizlik ve geçersizlik bakımından bundan daha çürük bir kanıt gösterilebilir mi?! Tekrar İmam Hasan'a mektup yazdı; fakat bu defa onu öldürmekle tehdit etmek ve aldatmak amacıyla İmam Hasan b. Ali'yi tanımakta yanılmış olacak ki, ona karşı bu kadar alçak ve rezilce konuşuyordu: "...Ölümünün alçak ve düşük insanların elinde olmasından kork ve bizi yumuşatmaktan ümidini kes! Bil ki benden sonra hilâfet senin hakkındır; çünkü sen ona herkesten daha lâyıksın..."[48]Ve İmam Hasan'ın elçileri Cündeb b. Abdullah el-Ezdî ve Hars b. Süveyd et-Teymî'ye verdiği son cevap şuydu: "Geri dönün! Bizimle sizin aranızda ancak kılıç hükmedecektir."[49] Böylece düşmanlık Muaviye tarafından başlatıldı ve itaat edilmesi farz olan İmam'a muhalefet edip azgınlaşan oydu; hem de öyle bir İmam'a ki, ancak Muaviye ve onun elinde yetişen gözü ve kulağı kapalı izleyicilerinden başka -ki Sa'saa b. Sûhan Muaviye'nin yüzüne karşı onlar (Muaviye ve adamları) hakkında şöyle diyor: "Mahlukatın isteklerine en fazla uyup itaat eden, buna karşılık Allah'a en fazla itaatsiz olan, Allah'ın emrine isyan edip kötülerle sözleşenlerdir."- Müslümanlardan hiç kimse kendisine biat etmekten sakınmamıştı.[50] Kûfe, Muaviye'nin tehdidini duymuş ve onun Irak üzerine hareket ettiğini haber almıştı. Şia'nın seçkinleri, bahadırları ve ünlü savaşçılarının diliyle marşlar söylüyor ve böylece günlerini geçiriyordu. İş ciddiye binmişti ve hükümetin başında olan kimsenin bu ani olaya bir çözüm bulması, gerçeğe uygun davranması gerekmekteydi. Zalim ve azgınlarla savaşmak, inanç ve dinî düşünce tarzının hükmettiği bir vazifeydi. Ve esasen İslâmî hilâfet, -Muaviyenin üç yıl boyunca hilâfete karşı sürekli bir şekilde düzenlediği silâhlı baskınlarla Müslümanların arasına düşürdüğü- bu bölünme ve ihtilâfı yatıştırmadan o gün her şeyden daha fazla ihtiyaç duyduğu sebat, istikrar ve vahdeti bulamazdı.

Muaviye'nin başlattığı Şam kaynaklı savaşlar, o günden beri İslâm'a karşı başlatılan en uğursuz ve en zararlı savaşlardı. Bu savaşlarda dökülen kanlar, çiğnenen haklar, tecavüz edilen gerçekler, beyinsizlerin elde ettiği zafer ve alçak maddî heveslerin elde ettiği ilerlemeler... İslâm tarihinde eşine az rastlanır türden kanlı ve yıkıcı savaşlardı. İslâm dini, yüce insanî temelleri itibariyle, Allah yolunda, insanları ıslâh etmek ve İslâm toplumunu savunmak dışında savaşa cevaz vermez. Sınırlara saldırıp güvence içinde olan insanları korkutmak, Müslümanlara, Allah'a ve Peygamber'e inanan milletlerle -sırf onlara egemen olmak içinsavaşmak, İslâm'ın temel ilkeleri bakımından meşru bir savaş için geçerli sebep değildirler. Bu gibi savaşları ilkel cahiliye düzeni dışında hiçbir sistem kabul etmez. Müslümanların vahdet ve birliğini yok eden, Müslüman gruplar arasında kin ve düşmanlık tohumlarını eken de bu gibi savaşlardı zaten.

Bu savaşlarda "alçak beyinsizler" grubu (onlar hakkında bu tabiri, Şebes b. Rib'î hicrî 36 yılında Muaviye'yle karşılaştığında onun yanında kullanmıştır) Muaviye'ye olumlu cevap verdiler ve o da onların ahlâkî sapıklıklarından, beyinsizliklerinden ve kötü düşüncelerinden oldukça fazla yararlandı ve hepsi can-ı gönülden itaat etmelerinin karşılığı olarak Muaviye tarafından ölüme gönderildiler... Haşimoğulları'na geçmişlerinden kalan bir miras da savaşı başlatan kimseler olmama özellikleriydi. İmam Hasan'ın, ordusunun öncü birliğinin komutanı Übeydullah b. Abbas'a gönderdiği fermanda Haşimîler'e has bu güzel sıfatın gözetilmesi vurgulanmıştır. İmam Hasan özel olarak - Arabın ileri geleni olan- babası Emir'ül-Müminin Ali'nin (a.s) emir ve buyruklarının hazinesine sahipti ve tarihin tanıklık ettiği üzere, "Babasının kendisine özel bir ilgisi vardı ve ona oldukça değer veriyor, yüceltiyordu."[51] Bu emir ve buyruklar gerek din konusunda olsun, gerek dünya ve gerekse ahlâk konusunda paha biçilmez örnekler, tümü isabetli ve hatadan uzak sözlerdi. Bu tavsiyelerden birisi şöyledir: "Hiçbir zaman birini savaşa çağırma ve eğer birisi seni savaşa çağıracak olursa kabul et; çünkü savaşı körükleyen mütecavizdir ve mütecavizin ise yıkılması, mağlup olması kaçınılmazdır." Bu nedenledir ki: İmam Hasan kendisine biat edildiği dönemin başlarında ve taraftarlarının sabırsızca savaşmayı bekledikleri bir zamanda buna açıkça olumlu bir cevap vermedi ve bu önerileri ciddiye almadı; çünkü o savaşa, sadece zaruret durumunda ve çaresizlik yüzünden baş vurulması gereken istenmeyen bir çözüm gözüyle bakıyordu. Ayrıca o, bu iş için önceden yeterli sayıya ulaşmış veya savaşın sonunu garanti eden bir ordu hazırladığı bir savaşı düşünüyordu; fakat her gün biraz daha kötüleşen buhranlı günlerde isteğinin gerçekleşmesine imkân yoktu. Bir önceki bölümde savaş isteyen heyecanlı grupların bağlı oldukları çeşitli cepheleri -yani Emevîler, Haricîler, Şüpheciler ve Hamrâ- tanıtmış, toplumu karıştıran iş bozanlık,  fitne çıkarma ve mevcut yönetime muhalefet etme ruhuna dikkat çekmiştik. Bu etkenlerin tümü -oysa olumsuz bir durumun oluşması için bunlardan bazıları dahi yeterliydi-, İmam Hasan'ın, -samimî taraftarlarından birçoğunun savaşmayı önermelerine rağmen- savaşı geciktirmesine neden oldu. Biat günlerinde Kûfe'yi kapsayan geçici ve sınırlı heyecan İmam'ın bu gerçek dostlarını yanıltmış ve yeni halifelerinin lehine başlatılan her türlü girişimin başarıyla sonuçlanacağı hususunda ümitlendirmişti. Fakat bu, perde arkasını görmeyen ve bu cephelerin özel hedeflerini hesaba katmayan yüzeysel ve kısa bakışlı bir değerlendirmeydi. Fakat İmam Hasan üstün uyanıklığı ve basiretiyle daha uzaktaki geleceği görüyor, uyanık zekâsıyla sorunları onlardan daha iyi biliyor ve dinî vazifesi gereğince genel maslahatı tam bir dikkat ve ihtiyatla göz önünde bulunduruyordu. O, durumun önem ve inceliğini anlıyordu; çünkü taraftarları ve ordusunun büyük bir bölümünü kapsayan ahlâkî fesattan haberi vardı ve zaruret gerektirmedikçe savaşa başlayacak olursa, savaş şartlarında bu ahlâkî fesadın -yani dini dünyaya satmanın- faaliyete geçip alçak ve uğursuz etkisini bırakmasından endişe ediyordu. Diğer taraftan bunların çıkardığı fesatların bir kısmına tahammül etmenin mevcut siyaset için birçok yararları olduğunu görüyor ve mevcut durumun belli bir düzen içinde korunmasının gerektiğini hissediyordu. Dolayısıyla insanlara

karşı yumuşak ve ılımlı davranmayı uygun gördü; yumuşaklık ve hoşgörü siyasetini tutup bozguncuların tasfiyesi işlemini uygun bir fırsat doğuncaya kadar erteledi...

Bütün bunlar, İmam Hasan'ın Kûfe toplumunda açılan gizli yaranın kabuk bağlaması ve herkesi kapsayacak genel fitnenin çıkmasını önlemek için baş vurduğu yöntemin bir gereğiydi. Burada, araştırmadan ve incelemeden geçemeyeceğimiz bir soruyla karşılaşmaktayız: Bir devlet başkanının, böyle müsait olmayan, kapalı ve siyah bulutlarla örtülü bir ortamla karşılaştığında, kargaşa ve isyan etkenlerini yatıştırmak için son derece ihtiyatlı davranması ve şiddet göstererek komploları deşifre edip ihanet edenleri cezalandırması... doğruysa, o hâlde neden İmam Hasan şiddet göstermek ve sert davranmak yerine uyumlu ve yumuşak davrandı? Oysa sebat oluşturmak ve tehlike altındaki geleceği garanti altına almak için onun kendine has durum ve konumunun birinci yönteme –şiddet göstermek ve sert davranmak- daha fazla ihtiyacı vardı… Bu sorunun, sekizinci bölümün (Orduyu Teşkil Eden Unsurlar) sonunda işaret edeceğimiz üç cevabı var.

Burada sadece şu kadarını söylemekle yetiniyoruz: Eğer İmam Hasan -bu gibi durumlarda herkes için açıkça söz konusu olan- şiddet yolunu tutacak olsaydı, vakti gelmeden fitne ateşini kendi eliyle tutuşturmuş olur ve meydanı, sonuç bakımından zararı Şam savaşlarından az olmayan iç ayaklanmalar için boş bırakmış olurdu. Muaviye ise bütün malî ve fikrî imkânlarıyla Kûfe'de iç ayaklanma zeminleri oluşturmak için sürekli fırsat peşinde olan bir düşmandı.

Dolayısıyla o tehlikeli ve hassas durumda en güzel tutum, İmam Hasan'ın seçtiği yoldu. Savaşı başlatmada acele etmesi gerektiğine inanan ve "Savaşın Muaviye'nin şehrinde ve kontrolü altındaki bölgelerde olması için"[52] Muaviye'nin üzerine hareket etmede erken davranan dostlarından birinin önerisine cevaben diyoruz ki: Eğer İmam Hasan bu işi yapacak olsaydı, Kûfe'deki kendine muhalif olan grupların önderlerine ve muhalefetlerini ortaya çıkarmaları için kendilerine dindar görünümü veren riyakârların eline pek de sebepsiz ve geçersiz olmayan iyi bir bahane vermiş olurdu. Zaten onların muhalefetlerini meşru göstermek için savaşı başlamak yeterliydi. Bu da insanların çoğunun veya en azından yüzeysel ve sade insanların açısından cevapsız bir eleştiri sayılırdı ve hatta bu mesele onların biatlerini bozmalarına ve bu grupların açıkça İmam Hasan'ın emirlerine itaatsizlik etmelerine neden olabilirdi. Dolayısıyla, -bazılarının önerdikleri- savaşı başlatmada erken davranmak, gerçekte İmam'ın kendi eliyle kendi toplumunda en tehlikeli ve en feci patlamayı meydana getirmesi ve bunun doğuracağı sonuçlara katlanması anlamına gelirdi. İşte bu nedenlerle İmam Hasan b. Ali mevcut "saldırmazlık" durumunu sürdürmeyi ve savaşı başlatmakta acele etmemeyi tercih etti. Fakat bir süre sonra ansızın cihat emri verdi... O öyle bir ortamda cihat emrini verdi ki, herkese göre de

cihat emrini vermekten başka çare yoktu. Çünkü Muaviye, tuğyan ve düşmanlığı başlatmış, -İslâm topraklarının merkezinden başlayarak- egemenlik alanını genişletme hevesine düşmüştü ve Irak'a doğru Cisr-i Menbic'e[53] kadar ilerlemişti. Bu olay, Yakubî'nin[54] 18 gün sonra dediği, Emir'ül-Müminin İmam Ali'nin (a.s) şahadetinden kısa bir zaman sonra gerçekleşmiştir. Orada yani, Fırat'ın yukarı kesiminde Muaviye güvenli ve sakin sınırlarda korku ve dehşet saçmaya aşladı. Kûfe yiğitlerini uyarmak ve tedricen savaş ilân etmek için gürültülü ve korkulu naralarla muhalefetini ilân etti, meydan okudu. Muaviye, Hz. Ali'nin şahadetini, Kûfe ve Şam olaylarına son vermek için yararlanabileceği en güzel fırsat biliyordu. Bu, Muaviye ve müşavirlerinin ittifak ettikleri son karardı. Muaviye'nin bu müşavirleri, onun gece-gündüz, Haşimî hilâfetiyle muhalefet hareketini tam bir uyanıklık ve tecrübeyle yönlendiren Muğiyre b. Şu'be, Amr b. As, Mervan b.

Back Index Next