Back Index Next

"Gözyaşı döken bozguncular" ifadesiyle dost ve yakınlarının çoğunun durumunu kastediyor.

"İntikam almak isteyenler"den maksat da ordunun saflarında yer alan (ve

ancak İmam Hasan'dan intikam almak isteyen) Haricîlerdir. "Ahdini bozanlar ve namertler"den maksat ise, ordunun fitne çıkarmak isteyen kurnaz ve çıkarcı diğer gruplarıdır. Bu hususla ilgili, tarih, kendi sayfalarında karanlık ve kanlı satırlara yer vermiştir. Bu satırlarda aldatılmış, dünyaya ihtirasla bağlanmış kitlelerin İmam Hasan'ın ordusunun saflarında yer aldıktan sonra kutsal cihat meydanını türlü hile ve nifak örnekleriyle kirlettikleri, ahitlerini bozdukları, komplolara bulaştıkları ve böylece nübüvvet sülâlesinin mensuplarının -Resulullah'ın tertemiz Ehlibeyti'nin ve evlâtlarının (hepsine selâm olsun)- iktidar ve hükümet sahnesinden uzaklaştırılmalarına, haklarının gasp edilmesine sebep oldukları anlaşılmaktadır. İleride bu konunun bazı bölümlerini yeri geldikçe açıklayacağımızı umuyoruz.

* * *

Bu bölümün sonunda, İmam Hasan'ın hayatının bu dönemini inceleyenlerden birçoğunun zihnini meşgul eden bir eleştiriyi ele almamız yerinde olacaktır: "Neden İmam Hasan bu unsurlara karşı meydanı boş bıraktı ve neden orduyu temizlemek için geçerli olan klâsik yöntemlere -yani bozulan organı kesip atmak veya zayıflatmak ya da en azından kendisinden uzaklaştırmaya baş vurmadı?" Bu konu bazılarının görüşüne göre eleştirinin temel noktasıdır. Bu eleştiriye verecek cevabımız şudur:

1- İslâm dini sosyal hayatın diğer alanlarında olduğu gibi cihatta da toplumsal katmanlaşmayı ve sınıflaşmayı kaldırmıştır. Dolayısıyla yetkililerin, Müslüman olduğunu

iddia edip silâh taşıyabilen ve de gönüllü olarak cihada katılmak isteyenleri reddetmeleri ve çeşitli tabakalar arasında fark gözetmeleri caiz değildir. İmam Hasan'ın ordusunun saflarında birleşen gruplar Müslüman olduklarını iddia edip silâh taşıma gücüne sahip kimseler oldukları için de İmam'ın -İslâm dininin temel hükmünü göz önünde bulundurarak- onları kabul etmekten başka çaresi yoktu.

2- Resul-i Ekrem ve Emir'ül-Müminin Ali -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun- de yaptıkları bazı savaşlarda bunun gibi karışık unsurlardan oluşan bir orduya sahiptiler. Gerek Peygamber efendimizin (s.a.a), gerekse Hz. Ali'nin bu gibi durumlarda, genel İslâmî nitelikleri haiz olmayan insanları kabullenmekten kaçındıkları veya savaş meydanından kovdukları rivayet edilmemiştir. Yine hem Peygamber'imizin, hem de Hz. Ali'nin kendi dönemlerinde bu gibi insanların orduda bulunmalarından kaynaklanan zararlardan mesun olmadıklarını da biliyoruz. Örneğin, tarih kaynakları Hüneyn Savaşı'nın olaylarını şöyle aktarıyor: "Müslümanların bir gurubu Resulullah'ın ordusunun çokluğuna bakıp gurura kapıldı ve 'Bu ordu müşriklerin az sayıdaki ordusu karşısında yenilgiye uğramaz.' dedi. Fakat Müslümanların ordusu karışık bir orduydu, onların arasında ganimet toplamak için savaşa gelenlerin sayısı çoktu..." Müslümanların Beni'l-Mustalak Savaşı'ndan dönerken yaşadıkları olaylarla ilgili olarak da buna benzer şeyler nakledilmiştir. Hz. Ali'nin (a.s) savaşları hakkında da şöyle yazmışlardır: "İmam Ali'nin ordusu Sıffin'de çeşitli millet ve

kabilelerden meydana geliyordu. Bu, çok ihtilâflı ve kendi içinde kavgalı bir orduydu. Ne emre itaat ediyor ve ne de can-ı gönülden nasihatleri dinliyordu..." Muaviye -Beyhakî'nin el-Mehasin ve'l-Mesavi adlı kitabında naklettiğine göre- şöyle demiştir: "Ali, en alçak insanlardan oluşan ve en görüş ayrılıklarının yoğun olduğu bir orduya sahipti ve benim ise, çok uysal ve görüş ayrılıklarının hemen hemen hiç olmadığı bir ordum vardı." Bu durumda İmam Hasan'ın da vazifesi babası ve dedesinin yolunu, yöntemini izlemekti. İmam Hasan'dan, Resulullah ve Hz. Ali'den beklediğimizden fazlasını beklememiz doğru olmaz. Çünkü bu iki yüce şahıs en iyi ve en güzel örneklerdi. Din hükümleri hususunda titiz davranmak ve İslâm'ın ana mesajına bağlı kalmak, İmam Hasan'ın bütün hareket ve davranışlarının çerçevesini çiziyordu. Oysa düşmanların hiçbir şeyde böyle bir kayıt ve bağlılıkları söz konusu değildi. Yoksa tarihin bu dönemine ilişkin olarak şimdi elimizde olanlardan çok daha farklı şeylere sahip olurduk.

3- Eğer İmam Hasan ordusunu aykırı unsurlardan temizlemek için, bütün ordu komutanlarının yaptığı gibi, muhalif unsurları idam etmeye, uzaklaştırmaya ya da güçlerini zayıflatmaya kalksaydı, o nazik dönemde bu hareket onun o has konumuna ve hassas durumuna nazaran musibet ve bedbahtlığın çabuklaşmasına, ihtilâf ve

ikiliğin açığa çıkmasına, en azından ordunun yarısının itaatsizlik bayrağını kaldırmasına neden olurdu. Dolayısıyla İmam Hasan'ın bu girişimi, kendi eliyle kendi ordusu

arasında isyan ve ayaklanma ateşini yakması, yani kutsal cihadı kanlı bir iç savaşa dönüştürmesi anlamına gelirdi. Kuşkusuz bu, en çok Muaviye'nin işine gelirdi. Çünkü bu onun nihaî arzusuydu. Oysa hem kendi durumunu hem de Muaivye'nin şeytanî plânlarını çok iyi bilen İmam Hasan tam büyük bir titizlikle böyle bir tuzağa düşmekten sakınıyordu. Bütün bunlardan sonra şunu söylüyoruz: İmam Hasan, baştan sona çeşitli musibetlerle geçen kısa süreli halifeliği döneminde, bu çok renkli, karmaşık grupları ıslâh edip onları bir ve tek görüş altında bir araya toplama fırsatını bulamadı. O ortamda bu işi İmam Hasan'dan başkası da yapamazdı. Bir kere ahlâkî yeterlilik kısa bir zaman içerisinde insanlara aşılanabilecek bir şey değildir; bu iş için dinî arınmaya ve uzun zamanların birikimi olan pasları gidermeye ihtiyaç vardır. İkincisi, bu nesli çeşitli aldatıcı maddî güzelliklerle yoldan çıkaran değişik gelişmeler, ıslâhı ve aynı hedef etrafında birleşmeyi imkânsızlaştırıyordu. Bu iş ancak maddî isteklerin temin edilmesiyle mümkün olabilirdi. Ki bu da bir hastalığı başka bir hastalıkla tedavi etmekten başka bir şey olmazdı. Oysa Hasan b. Ali'nin sözlüğünde bu yöntemlerden yararlanmak yasak ve imkânsızdı.

ÜBEYDULLAH B. ABBAS

...Kalbi savaş arzusuyla dolu, yüreği dağlı ve iki masum evlâdının intikamıyla yanıp tutuşan bu komutan, ordusuyla birlikte Deyr-i Abdurrahman'dan ayrıldığı günden itibaren, sürekli olarak Kûfe'de olup bitenlerden haber almaktaydı. Übeydullah b. Abbas, Şiî davet ve tebliğinin dalga-dalga yayıldığı ve gün geçtikçe biraz daha arttığı bir dönemde Kûfe'den ayrılmıştı. Mevcut durumunun oluşturduğu elverişli atmosferin etkisiyle, takviye güçlerin peş peşe komutasındaki orduya katılmak için akın edeceklerini bekliyordu. Übeydullah Meskin'e -iki ordunun karşı karşıya geldiği yere- vardığında, Kûfe'deki ateşli hitabelerin kayda değer yeni bir gelişme sağlayamadığı, sağda-solda dağınık savaşçı gurupların ve Medain ordusuna katılan gönüllü savaşçıların dışında kimsenin, İmam Hasan'ın (a.s) ordusuna katılmadığı haberini aldı. Übeydullah, kin güden bazı Kûfe büyüklerinin başlattıkları ve koordine ettikleri sinsi kampanyanın, Şia büyüklerinin yoğun ve kesintisiz sevkiyat faaliyetlerini etkisiz hâle getiren asıl sebep ve -savaş hazırlıklarının başlatıldığı dönemde görülen heyecanın doğal getirisi olarak beklenen seferberlik hareketinin karşısına çekilen bir set olarak belirginleştiğini haber almıştı. Doğal olarak gelen bu haberler, Übeydullah'ı öfkelendiriyor, bütün benliğiyle insanlara kin ve nefret beslemesine sebep oluyordu. Aslında Übeydullah, takviye güçlerin gelmesine dönük ümidi zayıflayan ve bu ümit üzere bina edilen en değerli arzuları suya düşen bir komutan olarak, bu koşulları ve objektif durumu ders alacak şekilde değerlendirmeliydi, ordusu üzerinde etüt yapmalı ve kendi ordusuyla 60 binden  az olmayan kör ve sağır -yöneticilerine kayıtsız-şartsız itaat eden- düşman ordusu arasında denge oluşturmanın gayreti içinde olmalıydı. Übeydullah, iki ordu arasındaki sayısal farklılıktan ürkmüyordu; onu asıl düşündüren şey, iki ordunun sahip olduğu manevî özelliklerdi. O, her şeyden önce ordusunun moraline, manevî gücüne önem veren bir komutandı. Çünkü ordunun maneviyatı, morali, düşmanla karşılaşıldığı anda kullanabileceği tek güç kaynağıydı.

Ordusuyla düşman ordusu arasında karşılaştırma

yaptığı zaman, ordusunun birlik içinde olmadığını ve neferleri arasında uyumsuzluk olduğunu gördü. Bir savaş alanı onları beklemekteydi ve orada, samimî insanlardan ve amansız savaşçılardan oluşan ordu işi bitirecekti. Bu durumda cihadı, savaş ganimetlerine ulaşım aracı olarak görenlerin ne gibi bir değeri olabilirdi? Meskin karargâhına geldiği ilk andan itibaren Übeydullah'ın ruhunda bir sıkıntı ve kötümserlik meydana geldi ki, sonraki gelişmelerin tümünde onun etkisini gözlemlemek mümkündür. Übeydullah'ın, ordusunun geleceği ile ilgili en büyük korkusu, Kûfe'den yapılacak askerî sevkıyatın başarısız olduğuna ilişkin haberin, ordusu arasında yayılması veya birtakım söylentilerin ve Muaviye'nin, aldatıcı vaatlerden oluşan tuzağının etkili olmasıydı. İki ordunun aynı yerde, aynı suyun başında ve Meskin seması altında konuşlandığı böyle bir pozisyonda, Muaviye'nin askerlerini casusluk maksadıyla ve kargaşa çıkarmaları için göndermediğinden veya bizzat onun ordusundaki bazı askerleri bozgunculuk yapmaları, onu ve İmam Hasan'ı (a.s) zor durumda bırakmak için satın almadığından nasıl emin olabilirdi? Çünkü Muaviye'nin bu alanda ve her alanda kullandığı en etkili ve keskin silâh "soğuk silâh"tı. Übeydullah tahmininde yanılmamıştı... Hem samimî insanların, hem münafıkların ve hem de yeni söylentinin -İmam Hasan (a.s) tarafından barış

görüşmelerinin başlatıldığı şayiasının[95] doğru ve gerçek olmasını arzulayan rahat düşkünü insanların bir arada bulunduğu Meskin karargâhında Muaviye'nin ilk komplosu kendini gösterdi. Bu haberlerin yalan olduğunun Übeydullah b. Abbas ve özel dostları tarafından bilinmesi, Übeydullah açısından yeterli değildi. Übeydullah ve yakın çevresi, bu haberlerin söylenti olduğunu, şüphe götürmez gerçeklerle çeliştiğini ve de İmam Hasan'ın (a.s), hem etrafa gönderdiği mesajlarda, hem Muaviye'ye yazdığı mektuplarda, hem de Kûfe'deki hitabelerinde savaşa hazır olduğunu duyurduğunu biliyorlardı. Ortaya atılan söylenti ise İmam Hasan'ın (a.s),

Muaviye'ye barış teklifinde bulunduğu ve savaş kararından vazgeçtiği şeklindeydi. Bu mümkün olamazdı... Ne var ki bu, şeytanın, ustalıkla kurduğu bir tuzaktan ibaretti.

Samimî dostlar, insanları yatıştırmaya çalışıyor ve Medain elçisi gelinceye kadar sabretmelerini istiyorlardı... Bu uğraşlar boşunaydı ve mevcut durum karşısında etkin olamamıştı. Üzücü, moral bozucu bir kargaşa hâkimdi her yana ve bu, ordunun savaş azmini kırıyordu. Übeydullah, hassas bir noktayı hedef seçen ve askerlerini en zayıf noktasından vuran bu komplo karşısında çaresizdi.

Bir ara kalabalığın gürültüsünden uzaklaşarak çadırına çekildi ve düşünceye daldı... Ansızın acı gerçek gözlerinde canlandı. Bu savaşta üstlendiği komutanlığın, onun askerî karizma ve kariyerini bir anda yok edeceğini hissetti. Onurunun yerle bir olacağını düşündü. İnsanların, kendisi hakkında söyleyecekleri sözleri şimdiden duyar gibi oldu. Kanı dondu, şaşkına döndü.

Böyle bir sorumluluğu üstlendiği için şimdi derin bir pişmanlık duyuyordu.

Önce, karakterindeki sertlik ve sivrilik eğilimi kabararak bu sorumluluğu kabullenmesine sebep olan koşulları lânetledi. Sonra da ıstırap ve kendini beğenmişlikten oluşan kâbusun etkisinde kalarak âdeta yıkıldı, ne yapacağını bilemez hâle geldi.

Uzun uzadıya düşündükten sonra komutanlık görevinden ayrılması gerektiği kanısına vardı...

Bu, kendini beğenmişlik karakterinin ve ruh hâlinin neden olduğu bir karardı.

Bilemiyoruz, belki de önünü aydınlatacak ve beklenmedik hata ve gelişmelerden koruyacak düşünce güç ve yeteneğinden yoksundu. Komutanlıktan ayrılmaya kararlı olduğuna göre komutanlığı, İmam Hasan'ın (a.s) isteği doğrultusunda üstlenmesi veya bu sorumluluğu, ordunun ikinci komutanı Kays b. Sa'd'a bırakması gerekiyordu. Askerlerinin kamp mahallinden uzakta bulunan çadırından -ki bu çadır, Übeydullah'ın aşağılanmış ruhunda meydana gelen dalgalanmaların, yakınma yüklü söylenmelerinin, nankör ve hak tanımaz kalbinin tek şahidiydi- çıkmamıştı ki İslâm'ın kurallarına göre, ancak âcizliğini açıkça itiraf etmesi durumunda görev ve sorumluluğu bırakabileceğini anımsadı. Mağrur ve kendini beğenmiş bir genç olan Übeydullah, kişiliğini hiçe sayarak, kendisini alay konusu edecek ve insanların aşağılayıcı gülüşlerinin hedefi hâline getirecek bir adam mıydı?...

Böylesine acı bir itirafta bulunma durumuna düşmeden başka bir yol bulabilme ümidiyle tekrar düşünceye daldı. Aynı gece eline Muaviye'nin mektupları geçmişti. Oysa Übeydullah, aynı günün sabahı bu lânetli söylenti ve yalanların aynı şahıs tarafından üretilip ordusu içinde yayıldığını bilmiyordu. Mektuplar, içerdikleri aldatıcı vaatlerle, bu hassas anında düşünceye dalıp çare yolu bulmaya çalışan Übeydullah'ın kafasını daha kurcalıyor, ayağını kaydırıyordu. Bu mektuplar, Muaviye'nin altın kaplamalı, yaldızlı sabrı ve yumuşak huyluluğu ile acı gerçek arasındaki uçurumu fark etmesine imkân vermiyordu. Übeydullah düşünme yeteneğini ve teşhis gücünü kaybetmişti. Sağlıklı düşünemiyordu artık.

Haşimî bir komutan, Haşim oğulları’nın en acımasız düşmanı karşısında karar vermesi gerekirken, âcizlik içinde kıvranıyordu. Aslında Übeydullah görevden ayrılıp bir kenara çekilebilir ve hiçbir şekilde şüpheye kapılmadan âcizliğini itiraf etmiş olmasını içine sindirebilirdi. Daha sonra da yerine geçecek -ikinci- komutanın kesin yenilgisiyle, mazeretinin meşru ve geçerli olduğunu kanıtlayarak kaybettiği onur ve prestijini yeniden kazanabilirdi. Ayrıca maharet, dirayet, vaat ve tehdit kullanarak isyancıları susturabilir veya kendisinin haberdar olduğu ve diğer komutanlar tarafından da uygulanan genel tedbirlerden birini kullanarak görünürde disiplinden, gerçekte ise yönetimden ibaret olan ihtiyat yolunu seçebilirdi. Böylece İmam Hasan'ın (a.s) son kararı gelinceye dek zaman kazanmış olurdu... O zaman hem içinde bulunduğu durumdan ustalıkla sıyrılır, hem dinî sorumluluk açısından mazur sayılır ve hem de insanlar arasında alay konusu olmaktan kurtulurdu. Fakat İmam Hasan'ın (a.s) ordusunda komutan olmak gibi bir makamda iken, kaçışın ödülü hakkında oturup Muaviye'nin elçileriyle konuşma alçaklığında bulunması olacak iş değildi!... Muaviye'nin mektubunda, Übeydullah'ın en derin zaafından ibaret olan makam düşkünlüğüne ve öncülük hırsına parmak basılmıştı. Muaviye mektubunda şöyle diyordu: "Bilesin ki, Hasan en kısa zamanda barış yapmak zorunda kalacaktır.[96] Sana yakışan ise tâbi olmak değil, öncü olmaktır..."[97] Aynı mektupta, Übeydullah için bir milyon dirhem mükâfat belirlenmişti.[98] Düşmanlarının zaaflarından yararlanma hususunda, Muaviye'nin üstüne yoktu. Ali Ethem, Muaviye'yi şöyle anlatmakta: "Muaviye'nin beşerî alçaklığa olan imanı sınırsızdı. Bu iman Muaviye'nin şu kanaatinden kaynaklanıyordu: Beşerî zaafın galebe çaldığı ve az insanın kendini koruyabildiği şek ve şüphenin hâkim olduğu bir esnada en azimli ve erdemli insan bile hırs ve tamah kurbanı olabilir, ihtirasına yenik düşebilir."[99] Emir'ül-Müminin Ali (a.s), Ziyad'a yaptığı tavsiyelerde şöyle buyurmuştur: "Muaviye, insanın önünden, arkasından, sağından ve solundan gelebilir; sakın ondan gafil olmayasın!"[100] Böylece yenilgi ve dünya malına tamah hissi, bu Haşimî gence galip geldi. Sonuç olarak da en çirkin hıyanet, zaaf ve zavallılığın örneklerinden biri oldu. Ne dindarlık, ne intikam hissi, ne kabile onuru, ne Resulullah (s.a.a) ve İmam Hasan'la (s.a.a) olan akrabalık bağı, ne herkesten önce İmam Hasan'a (a.s) biat etmesi ve Allah ile ahitleşmesi, ne insanlar içinde alay konusu olma korkusu, ne de tarihin kendisinden intikam alması endişesi, Übeydullah'ın bu uçuruma yuvarlanmasına engel olamadı. Bir gece vakti, nice büyük bir günah işlediğini bilen alçak firari gibi Muaviye'nin karargâhına girdi... Tarih, Übeydullah'ın adını kara listeye kaydederek ondan yüz çevirdi... Kendi eliyle kendi mezarını kazan hainlerin cezası, bilerek ve de mecbur kalmadan önce ölmekti.

Übeydullah'ın kaçması, Meskin karargâhı atmosferine, yoğun bir kötümserlik havasının hâkim olmasına neden oldu. Aynı hava kısa bir süre sonra Medain'e de sirayet etti ve sonunda yıkıcı bir musibete dönüştü. Bu büyük musibetten sonra gelişen olayların da sorumlusu, hem Allah katında ve hem de tarih önünde Übeydullah'tan başkası değildir. Öncü ordunun birinci komutanının kaçmasından sonra, komutanlık görevini, İmam Hasan'ın (a.s) ikinci komutan olarak belirlediği yasal sorumlusu -Kays b. Sa'd- üstlendi. Kays, Arap tarihinin itiraf ettiği gibi sarsılmaz inanç, akıl ve dirayet sahibi, İmam Ali'nin (a.s) yaşayan ashabı arasında[101] üstün bir sima idi. Gençliğini cihat meydanında ve savaş alanlarında geçirmişti. İnsanların zayıflıklarını görmezlikten gelen, ancak maddeye düşkünlüklerini ve görevden kaçışlarını hoş görmeyen bir insandı. Kays, ordu komutanı olarak karargâhta kalan askerlerinin arasında dolaştı. Kaçan komutanı, hak ettiği şekilde anarak, komutanlarının firar etmesiyle askerlerin bozulan morallerini düzeltmeye, meydana gelen ruhî ve manevî çöküntüyü onarmaya koyuldu. Kays, ordusuna şöyle seslendi: "Ey insanlar! bu beyinsizin yaptığı sizin zorunuza gitmesin. Bundan dolayı da korkuya kapılmayın. Ne

Back Index Next