Back Index Next

gerek cahiliye döneminde, gerekse İslâm'dakarşısına çıkan fırsatlardan büyük bir ustalıkla yararlanmasını bilmiştir. İnsanın, amacına ulaşma doğrultusunda onurunu tehlikeye düşürecek ve toplumu (zahiren de olsa) ikna edemeyecek türden araçlara sarılması veya insanların din, örf ve teamülleriyle çelişen lakaytlıklara girişmesi ve aynı zamanda da dinin ve sosyal değerlerin korunmasından dem vurması, ne dirayet ve yeterliliktir, ne de kelimenin tam anlamıyla siyasettir. İnsanların normal yaşamını kaosa dönüştürmek, alenen küfür ve tahkir etmek ve bunu gelenek hâline getirerek insanları (Hz. Ali'ye ve Ehlibeyt'e lânet okumaları ve küfretmeleri için) bu işe zorlamak, sözünde durmamak, yeminini tutmamak... dirayetle ve zekâyla bağdaşmayan şeylerdir. Bu sıradan hususların hiçbiri ne dahilik ve zekilik kapsamındadır, ne de düşmanlıklar dünyasında iktidar ve  yönetim açısından yeterlilik göstergesidir. Bütün bunlar, olsa olsa ilkel ve şiddet içeren yöntemler türündendir. Bu da bir üstünlük değildir, çünkü normal insanlar arasında, düşmanlarına karşı aynı yöntemleri Muaviye'den daha ustaca kullanabilen insanlar vardır. O hâlde bu insanlar Muaviye'den daha zeki ve beceriklidirler. Hile ve aldatmada anormal olmayı dâhilik ve zekilik olarak bilmek mümkün mü? Muaviye, işlemiş olduğu günahlardan dolayı "dahi" diye tanımlanabiliyorsa, amacına ulaşmak için daha katı ve gayri insanî yöntemler uygulayan Yezid'i, daha büyük deha sahibi olarak tanımlamak gerekir.

Doğu Rum imparatorluğunu memnun etmek için büyük meblağda paralar akıtmak, Kûfe'ye girdiğinde yaptığı acemice ve ahmakça konuşmasıyla kendi siyasetine ters düşmek, Merci Azra şehitlerine karşı sergilediği aptalca davranış...

Muaviye'nin ne denli güçsüz olduğunun göstergeleridir. Muaviye'nin sadece bir yeteneği, onun dahi olduğunu düşünen insanları haklı çıkarıyor. Muaviye'nin bu alanda dahi olduğunu kabul etmemek insafsızlık olur. Muaviye kendi geleceğine yatırım amacıyla bu davranışta bulunmuş ve söz konusu olaya duyarlılık gösterip çevresindekilere de kabul edilebilir mazeret göstermiştir. Osman'ın hilâfetten azledilişi ve öldürülüşü karşısında Muaviye'nin sessiz kalmasını ve öldürülen halifeye yardımda bulunmamasını kastediyoruz. Muaviye, aslında Osman'a yardım etmemekle suçlu duruma düştüğü hâlde, bildirdiği mazeretle[116] Osman taraftarlarını etrafında toplayarak istediği doğrultuda yönlendirmeyi başardı. Osman'ın adamları artık, yaşarken Osman'a yardım etmeyen Muaviye'nin çatısı altında bir araya gelmiş ve öldürülmüş bir Osman'a yardım etmek istiyorlardı. Bu zavallılar, Muaviye tarafından kullanıldıklarını, onun asıl yapmak istediğinin Osman'a değil, kendine yardım etmek olduğunu anlayamıyorlardı. Muaviye, bu ahmakları kullanarak Hz. Ali (a.s) karşısında zayıf kalan ordusunu güçlendirmiş oldu.

İşte Muaviye, bu bağlamda kendini "asker" olarak tarihe sundu. Ancak tarih üzerindeki araştırmalarımızda, Muaviye'nin "asker" kimliğini -kelimenin çağrıştırdığı iki anlamdan hiçbirini- doğrulayacak bir kanıt bulamıyoruz. Ne herhangi bir savaş plânı hazırlamış ve savaş meydanında komutan olarak kendini göstermiş, ne de biri tarafından meydan okuyan ere karşı savaşa çağrıldığında yiğitlik ve kahramanlık göstererek er meydanına çıkabilmiştir.

İmam Ali (a.s), Sıffin Savaşı'nda Muaviye'ye meydan okudu, onu er meydanına çağırdı,[117] Muaviye ise bir süre kaygı ve tereddüt geçirdikten sonra alçaklar gibi kaçmayı tercih etti ve teke tek savaşmaya yanaşmadı. Çünkü onun  becerisi, daha önce söylediğimiz gibi, belli bir alanla sınırlıydı, cömertliği özel nitelikliydi ve bir hedefi de vardı ki bütün varlığını bu hedefe ulaşmaya hasretmişti.. Onun becerisi, insanların sıkıntı ve çıkmaza düşmelerinden, onların çaresizliklerinden doğan fırsatlardan yararlanmaktı. Hedef ve amacı yönetimi ele geçirmek ve güç kazanmaktı. Cömertliği ise, ahiret hesaplaşmasında sevap kazanmayı amaçlayan birinin hayır amaçlı cömertliğine benzemiyordu.. Görünüşe bakılırsa Muaviye, en cesur İslâm askeri karşısında savaşmak için birçok eksiğinin olduğunu bilmekteydi. İşte bundan ötürü de Iraklılarla yaptığı savaşları, kendisine yaraşır biçimde, karakterine uygun  olarak taktik savaşlarına çevirdi ve mümkün olduğu kadar sıcak savaşlardan uzak, fitne ve hile savaşlarına dönüştürmeyi başardı. Muaviye'nin Sıffin Savaşı'nda edindiği tecrübeler de tümüyle bunu doğrulayıcı ve hatta bu kanaati pekiştirici nitelikteydi. Nitekim bu savaşta kesin yenilgiyle yüz yüze gelmiş ve atına binerek gizlice kaçmaya karar vermişken, son anda büyük danışmanı Amr b. As'ın yerinde teşhisini uyguladı. Bununla da Müslümanlar için geniş bir fitneye, büyük bir yıkıma, çeşitli zorluk ve sıkıntılara imza atmış oldu. Muaviye'nin hayat felsefesinde başarının en iyi bineği fitnecilik ve hilekârlıktan ibaretti.

Fitnenin silâhtan daha etkili ve yıkıcı olduğunu tecrübelerle öğrenmişti Muaviye.

Durum bundan ibaretken, çok kere kendisinin sebep olduğu zorluklar ve sıkıntılar karşısında niye fitneye sığınmasın ki?! Fitne çıkarmada Muaviye'nin üstüne yoktu. Bu alanda şahsına özgü bir nevi başarı yakalamıştı. Bunu da öncelikle yirmi yıllık Şam valiliğinin kazandırdığı sınırsız servete ve ardından fitnecilik alanında uzman olan Muğiyre b. Şu'be ve Amr b. As gibi kişilerle birlikteliğine borçluydu. Bu alanın en büyük kahramanı (!) Amr b. As'tı ki, derin yaralar açmıştı İslâm ümmetinin bünyesinde. Muaviye, Ziyad b. Übeyd Rumî'yi de iğrenç bir oyunla Hasan'ın (a.s) karargâhından ayırıp[118] fitne uzmanı bu iki kişiye ekleyerek korkunç bir üçgen oluşturdu. Bu fitneciler, her kargaşanın kaynağı ve dinde meydana gelen her sıkıntının sebebiydiler. Kısacası, genel anlamıyla fitne çıkarmak Muaviye'nin ayırıcı bir özelliğiydi ve hiç kimse bu hususta onunla boy  ölçüşemezdi. Bu temel karakterinin bir sonucu olarak da İmam Hasan'la giriştiği savaşta, meydana çıkıp muharebe etmek yerine, hile yolunu tuttu, ortalığı karıştıracak entrikalar çevirerek savaşın rengini değiştirdi. Muaviye, ordusunu Irak sınırında konuşlandırdığı zaman, savaşmak fikrindeydi. Fakat karşı taraftan fiilî ve silâhlı bir savaşın başlatılmasından endişe ediyordu.

Onun istediği, savaşın başka bir alanda, entrika ve hile meydanında gerçekleşmesiydi. Bu alanda üstüne yoktu da ondan. Muaviye er meydanında yiğitçe savaşacak bir adam değildi. Bu sırrını hiç kimseye açmazdı. Kaypak ve yapmacık davranışlarla asıl amacını gizlerdi. İnsanların maslahatını düşünen, insanların kanının dökülmemesi için ihtiyatlı davranan bir lider görünümünü vermeye özen gösterirdi. Örneğin, İmam Hasan'la yürüttüğü savaşta, iki ordunun askerlerine göz attıktan sonra şunları söylemişti: "Eğer bunlar onları ve onlar da bunları öldürecekse, benim insanlarla artık ne gibi bir işim olabilir ki!"[119] Ya da şöyle söylemişti: "Küçük bir iş, daha büyük bir işi çözümler."[120] Kim bilir, belki de Muaviye, bu ve benzeri sözleri söylediği sırada vakit kazanmak istiyordu. Belki de, Iraklılarla savaşmaktan korkuyordu, savaşın aleyhine neticelenmesinden endişe ediyordu, Iraklıların ciddiyetle savaşa sarılmalarından ürküyordu. Bu ihtimali göz önünde bulundurduğumuz zaman, Muaviye'nin Kûfe'nin gerçek durumuna dair sağlıklı bir bilgiye sahip olmadığını söyleyebiliriz. Şiîlerin propagandasının gerisindeki durumun ne derece gerçeği yansıttığını tam anlamıyla bilmiyordu.

Bir diğer ihtimal de Muaviye'nin böyle davranmakla, Peygamber'in (s.a.a) iki oğluyla savaşma utancından kendini kurtarmak istemesiydi. Çünkü ümmet İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in cennet ehlinin efendileri olduklarını biliyordu. Böyle olunca, hiçbir mazeret, Peygamber'in torunlarıyla savaşmayı İslâm ümmetinin gözünde haklı gösteremezdi. Böyle davranmasının bir nedeni de şu olabilir: Kûfe hainleri, gizlice Muaviye'ye gönderdikleri mektuplarda, emrine girmeye hazır olduklarını bildirmiş, ona birtakım sözler vermiş ve ondan bazı makamlara gelme sözünü almışlardı. Buna karşılık olarak da iki ordunun karşı karşıya geldikleri sırada Hasan'ın elini kolunu bağlayarak kendisine teslim edeceklerini ya da bir suikast düzenleyerek öldüreceklerini bildirerek Muaviye'yi kendilerine taraf hareket etmeye teşvik etmişlerdi. (Muaviye böyle bir ihtimali göz önünde bulundurarak savaşı istemez gibi görünerek işi ağırdan almış olabilir.)[121] Fitne çıkarmak bakımından dikkat çeken bir husus da şudur: Muaviye Kûfe'deki bu insanların kedisine gönderdikleri mektupları toplamış ve ardından, Muğiyre b. Şu'be, Abdullah b.

Amir b. Kuriz ve Abdurrahman b. Hakem'den oluşan heyet aracılığıyla İmam Hasan'a göndermiş,[122] onu bu mektuplardan ve ordusunda yer alan bu insanların amaçlarından haberdar kılmıştı. Böyle yapmaktan bir diğer gayesi de bu heyetin, İmam Hasan'da barış ve uzlaşma belirtileri hissettikleri durumunda, barışı gündeme getirmeye zemin hazırlamak, ardından barış müzakerelerine başlamaktı. İmam Hasan dikkatli bir şekilde Kûfelilerin el yazılarına ve imzalarına, daha önce onların el yazılarını ve imzalarını tanıyormuş gibi baktı. Bunların gerçekten onlara ait mektuplar olduklarını teyit etti. Fakat bu görüşme, arkadaşlarına ilişkin değerlendirmelerine, onların hakkında daha önce bilmediği yeni bir şey eklemedi. (Çünkü onların bu kaypak karakterlerinden habersiz değildi.) Bunlar zaten ahlâksızlıklarıyla, dünya perestlikleriyle ve sapkınlıklarıyla bilinen kimselerdi ve kendisi de bunları çok iyi tanıyordu. İlk kez insanları cihada davet ettikten itibaren bunların kendisine karşı kurdukları komploları, başına getirdikleri belâları biliyordu.

İmam Hasan Şam heyetine bir konuşma yaptı. Son derece dikkatli ifadeler kullandı. Kesin bir şey ifade etmedi. Herhangi bir sırrını da açmadı. Onlara hitap etti ve bu konuşmanın akışı içinde Muğiyre ve arkadaşları hakkında hayır diledi. Bu arada onlara, Allah'ın emri doğrultusunda kendisine yardım etmelerini ve davete karşı gelip serkeşlik yapmaktan sakınmalarını istedi. Allah ve Resulü'ne karşısı, kendi hakkında altına girecekleri sorumluluğu onlara hatırlattı. Bunun ötesini bilmiyoruz; kaynaklarda da barış hakkında olumlu ya da olumsuz bir şey söyleyip söylememsi hususunda herhangi bir açıklama yer almıyor. Şu kadarını biliyoruz ki, Muğiyre ve arkadaşları Medain ordugâhına gelmişler, İmam'ın çadırına konuk olmuşlar ve en büyük fitne tohumunu ekmeden de ordugâhı terk etmemişler. Şöyle ki: Bunlar İmam'ın çadırından çıkarken etraftaki çadırları da gözetlediklerinden ve doğal olarak ordunun meraklı gözleri bunları izlediğinden, kendi aralarında konuşmaya başladılar ve içlerinden biri kasıtlı olarak yüksek sesle yanındakilere şöyle dedi: "İyi oldu. Allah, Peygamber'in oğlunun eliyle Müslümanların kanını korudu, fitneyi bastırdı ve barış isteğini ortaya çıkardı."[123] Bu konuşma, barışı zorla ve hile ile dayatma komplosunun bir parçasıydı. Bu, Medain'deki kaygan zeminin iyice kontrolden çıktığı, insanların azimlerinin sarsıldığı ve Meskin'deki üzücü olayların sebep olduğu moral bozukluğunun hâkim olduğu atmosferde vurulmuş son bir darbeydi. Medain askerlerinin büyük çoğunluğu savaşta ısrarlıydı ve kesinlikle barış yapmaktan yana değildiler.

Onlar Meskin'- de geride kalan askerlerin Muaviye ile savaşmaya hazır olduklarını ve bu askerlerin herhangi bir zafiyet gösterdikleri anda Medain kuvvetlerinin onlara destek ulaştırabileceğini düşünüyorlardı. Gerçi bu askerler arasında böyle şeyler düşünmeyen, ama her şeye rağmen savaşmakta ısrarlı olan kimseler de vardı. Çünkü: "Her ne pahasına olursa olsun Muaviye'yle savaşmak peşindeydiler."[124] İmam Hasan'ın ordusunda yer alan Haricîlerin sloganı buydu. Böyle bir durumda Muğiyre ve arkadaşlarının; "Hasan barış imzalamayı kabul etti." şeklindeki sözleri hazmedilebilir miydi? Çünkü onlara (Haricîler) göre böyle bir şeyi söylemek küfrü gerektiren bir durumdu ve kesinlikle dikkate alınmaması gerekiyordu. Haricîler gibi bir grubun isyanı, sayı olarak onlardan çok daha fazla olan başka grupların da ayaklanmasına neden olabilirdi. Çünkü askerlerin çoğu zaten ruhsal olarak sarsıntı geçiren kararsız kimselerdi. Özellikle devamlı itaat ve isyan arasında gidip gelmede olan rezil ve alçak tıynetli kimseler böyle durumlarda derhâl kendilerini gösterirlerdi. Bunlar, muhalefet anlamına gelen her sözün peşinden gitmeye hazırdılar ve derhal fitneye ve karıştırıcılığa başlarlardı. Şamlı üçlünün büyük bir ustalıkla tezgahladığı bu olay, Medain'in yazgısı üzerinde derin etkiler bırakan bir fitneye sebebiyet verdi. Şimdi rahatlıkla, İmam Hasan'ın Şam heyetine karşı yaptığı konuşmada, barıştan hiç söz etmediğini, barışa hazır olduğunu ima dahi etmediğini söyleyebiliriz. Eğer onların söylediği gibi olsaydı ve İmam Hasan barış önerisine olumlu cevap vermiş olsaydı, her şey sona ermiş olacaktı ve artık Irak ile Şam arasında herhangi bir savaş olmayacaktı. Şu hâlde bu fitne çıkarmanın anlamı ne olabilirdi? Böyle bir durumda, heyetin bu davranışı, barış zamanı silâh kullanmaktan başka bir şey miydi? Yoksa barış, silâhları bırakmak anlamına gelmiyor muydu? Dolayısıyla, kesin olarak İmam Hasan barışla ilgili herhangi bir şey söylememişti ve bu sözler, fitne çıkarmak ve Şam'ın öteden beri kullandığı en tehlikeli silâhı devreye sokmaktan başka bir şey değildi.

Muaviye, bu en tehlikeli silâhı kullanmak için, iki yüzlülüğü ve bukalemun gibi renkten renge girme becerisini korkunç bir şekilde devreye sokuyordu. Şöyle ki: Kullandığı ifadeleri özenle seçiyor, sözlerini dikkatli ve tartarak söylüyordu.

Kelimeleri seçiyor ve edebi bir üslûp takınıyordu. Bütün maharetini kullanarak yalan haberler uyduruyor, sonra da bunları İmam Hasan'ın karargâhına ulaştırıyordu. Örneğin: "Bir adamı İmam Hasan'ın Medain'deki karargâhına gönderiyor ve Abbas'ın oğlunun kaçmasından sonra Meskin'deki ordunun komutanı olan Kays b. Sa'd da Muaviye'yle barış imzalayarak onun safına geçti, şayiasını çıkarıyordu."[125] Arkasından: "Bir başkasını Kays'ın Meskin'deki karargâhına gönderiyor ve askerlere, Hasan'ın Muaviye'yle barış yaptığını ve Muaviye'ye olumlu cevap verdiğini söylemesini istiyordu." Sonra Medain ordugâhında bir başka şayia yayılıyordu: "Kays b. Said öldürüldü. Buradan ayrılın."[126]

Bu gibi söylentilerin, Medain'deki askerler gibi özü itibariyle zaten kaygan bir zeminde bulunan bir ordu üzerinde nasıl bir etki bırakacağını düşünüyorsunuz? Özellikle ihanet etmesine ihtimal verilmeyen önceki komutanın ihanet etmesinden sonra, bu ikinci komutanın da ihanet etmediğine yahut öldürüldüğü haberine neden inananmasınlar? Meskin'deki durum Medain'den farklı değildi. Aynı gizli kinler, aynı kaçışa eğilimli insanlar, aynı fitneci ve karıştırıcı kimseler, aynı dedikoducular, aynı yalancılar, kısacası aynı esef verici ortam orada da mevcuttu. Zaten bu yüzden Muaviye sadece fitne çıkararak amacına ulaşabilmişti.

Artık İmam Hasan'ın iki ordusu tatsız olaylara sahne oldu, kendi içinde kopan fırtınalarla uğraşarak savaşamayacak hâle geldi. İslâm dini, Arap yarımadasının yerleşik ve kalıcı dini hâline geldiği günden bu yana, bunun gibi büyük ve yıkıcı bir belâ ile karşılaşmış değildi. Çünkü hilâfet makamı, dört bir yandan askerlerin gevşekliği, komutanların ihaneti, dostların uyumsuzluğu ve fitneci düşmanların entrikalarıyla kuşatılmış hâldeydi. Bu olumsuz koşullar bütün atmosferi etkisi altına almıştı ve bu durum büyük felâketlerin, onarılmaz yıkımların habercisiydi. Bu hadiseler ne yazık ki, İslâm tarihinin en kısa, en dikkat çekici ve en parlak dönemlerinden birinin talihsiz bir şekilde sona ermesine neden olmuştu. Bu, bir felâketti ki, İslâm tarihinin en uğursuz dönemlerinden birini ilân ediyordu. Bu, aynı zamanda İslâm tarihinin iki farklı ve karşıt yönetim biçimlerinin, yan, ayırıcı özellikleriyle, parlak yönleriyle hilâfet yönetiminin ve apaçık bozgunculuğuyla belirginleşen "zalim saltanat"[127] yönetiminin ayrılış noktasını gösteriyordu. İmam Hasan (a.s) herkesten daha çok, şu anda yok olmaya yüz tutmuş manevî gücün takviye edilmesine önem verirdi ve her Müslümandan daha çok İslâm'ın korunmasına özen gösterirdi. O çelik iradeli bir kimseydi. Hadiseler ve musibetler, ihlâsını artırmaktan, görevini yerine getirme düşüncesini daha bir pekiştirmekten, inanç uğruna canını seve seve feda etmekten öte onun üzerinde bir etki bırakamazdı. Hayret ve tereddüdü gerektiren onca sebebe karşın onda en ufak bir hayret ve tereddüt belirtisi görülmedi. Göğsü daralmadı, pişmanlık duymadı ve vicdan azabı çekmedi. Sadece derin düşüncelere daldı. Daha doğru bir tutumu tercih etmek, en çok akla uygun olan yöntemi belirlemek ve belirlediği doğru düşünceyi uygulamanın en kapsamlı tedbirini hazırlamak için...[128] Nihaî görüşü belirlemek için, diğer görüşlerin de incelenmesi, araştırılması gerekiyordu. Bu ise, "Şüphe ve Kararsızlığın İnce Sınırları" diye adlandırmak istediğimiz konudur.

ŞÜPHE VE KARARSIZLIĞIN İNCE SINIRLARI

…Düşünmeye başladı...

Çünkü durumun hassaslığının büyük tehlikeler arz etmesinin, işin bir facia veya zillet ve alçaklık arasında ya da büyüklerin ölümüne benzemeyen aşağılayıcı bir ölüm arasında gidip gelmesinin farkında idi. Şaşkınlık ve şüphe onu çaresiz, bir şey yapamaz, ne yapacağını bilemez bir şekilde teslim alamazdı. Fakat gerçekler karşısındaki duyarlılığı, yeterince acı ve yıpratıcıydı. Bir alev gibi yakıyordu, yürekleri yaralayıp geçiyordu. Bu elem verici ortam onu ısrarla bir çözüm bulmaya yöneltiyordu. Ama bu çözüm eğilmenin ve zilletin sebebi olmamalıydı. Felâkete teslimiyeti gerektirmemeliydi. Onurlu ve görkemli geçmişin hatırasına yakışmayan bir ölüme rıza göstermemeliydi. Onu dört bir yandan saran realitedeki durum ve koşulların, yorucu bir inatçılık sergilemesi bir yandan, mesnetsiz söylentiler bir yandan ve korkunç bir hercümerç ortamına doğru sürüklenmesi bir yandan... İmam Hasan bu tehlikeli olaylar hengâmesinde bir dağ gibiydi. Hiçbir sarsıntı onu yerinden oynatamıyordu. Yapıcı, salih ve birikimli bir lider olarak cahillerin cehaletinden dolayı öfkeye kapılmazdı.

Onda kusur arayan kimselerin hoşnutsuzluğu onu kızdırmıyordu. Etrafında olup bitenleri bir an için göz ardı ederek, plânları gözlemledi. Bütün önerileri dinledi. Ama sonunda bu değerlendirmelerin ışığında kendi önerisini ortaya koyacaktı. Ortaya konulan görüşleri değerlendirip ardından kesin bir karar verecekti. Bugün, onun üzerinde düşündüğü hususu bütün ayrıntılarıyla bilmemize imkân yoktur. Ancak şunu kesin olarak biliyoruz ki, o, Allah'ın kendisinden ne istediğini, Peygamber'in neye izin verdiğini ve inanç ve düşüncesinin korunmasını garanti eden çözümün hangisi olduğunu düşünüyordu. Fakat insanların dedikleri o kadar da önemli değildi. Unutmayalım ki o, ruhanî bir liderdi. Bu dünyada yaşamını sürdürmeyi bir tek gaye için isterdi. O da canını Allah'ın yolunda feda etmek, Allah kullarının ondan yararlanmalarını sağlamak ve ıslâh ve iyilik için örnek teşkil etmekti. Böyle olunca, Allah yoluna ve Allah'ın dinine dair bu maneviyat karşısında insanların sözlerinin ne gibi bir ağırlığı olabilir ki? Manevî gücüyle başkalarını hayra iletmesi gereken bir önder ve bir imamın, bundan başka bir  düşüncesi olamaz. Onun düşüncesi, zihni ve duyguları Allah'ın iradesinin, Peygamber'in yol göstericiliğinin, akidenin ve sahih düşüncenin ekseninde gelişmek durumundadır. Bundan dolayı -daha önce de söylediğimiz gibi- başıboş ve ne yapacağını bilemeyecek kadar bir şaşkınlık içinde değildi. Çünkü Allah'ın yolu gözler önünde ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) yol göstericiliği de açıktı. Ama realiteden algıladıkları ise acı ve yıpratıcıydı. Objektif koşulların bir insanı seçeneksiz bırakması ve isteğine aykırı bir duruma doğru eli bağlı olarak sürüklemesi ne kadar zordur. Ard arda gelen buhranların ve iç içe giren kör düğümlerin insanı kuşatması, ne acıdır.

Back Index Next