Back Index Next

Müslümanlardan bir grup, her ne vesileyle olursa olsun, bu makama gelen ve bu makamı elde eden kişinin halifeliğini kabul etmeyi gelenek ve kural hâline getirmişlerdir.

Nitekim:

- Zorla halifeliği ele geçiren Muaviye'nin halifeliğini kabul etmişlerdir. Oysa demişlerdir ki: "O, halifeliği kılıçla, siyasetle ve kurnazlıkla ele geçirmiştir."  İbn-i Zübeyr'in, Ebu'l-Abbas Saffah (kan dökücü) ve Abdurrahman Nasır'ın ve diğer bazı kimselerin halifeliğini de buna örnek gösterebiliriz.

- Bu gruba mensup Müslümanlar bir halifenin bir başkasını yerine veliaht gösterdiği şahsın halifeliğinde kabul etmişlerdir. Kendisi ister zorla veya başka bir yöntemle

halifeliği ele geçirmiş olsun, durum değişmez. Ömer'in, Harun'ur-Reşid'in ve diğer bazı halifelerin iktidara geliş yöntemlerini buna örnek gösterebiliriz.

- Öncesinde bir örnek olmaksızın Müslümanlardan bir grubun birini halife olarak seçmesini de kabul etmişlerdir. Ebu Bekir'in, Osman'ın ve Muhammed Reşad'ın halifeliğini buna örnek gösterebiliriz. İkinci bir gruba mensup Müslümanlar ise Peygamber'in (s.a.a) yerine geçecek kimsenin tayini hususunda bizzat risalet sahibinin açık sözlerine başvurmuşlardır ve sadece Peygamber'in (s.a.a) bizzat kendi yerine halife olarak tayin ettiği kişinin halifeliğini kabul etmişlerdir. İşte Müslümanların bu iki grubu, kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmişlerdir ve neticede iki değişik grup olarak ortaya çıkmışlardır.

Öte yandan bu iki grup, halifenin tayin edilmesini gerektiren unsurlar hususunda ihtilâf ettikleri gibi, görevdeki halifeyi değiştirmek ve azletmek mümkün müdür,

hususunda da görüş ayrılıkları vardır. Birinci görüş bağlamında her zaman bir başkası görevdeki halifeyi alt edebilir veya halifeliği için uygun ortam değiştiğinde her an

için görevdeki halife değiştirilebilir. Birilerinin toplanıp onu azletmeleri mümkündür. İkinci teoriye göre ise, Peygamber'in (s.a.a) tayin ettiği halifeyi hiç kimsenin

değiştirmesine ve azletmesine imkân yoktur. Esasen Peygamber tarafından belirlenen halifenin Peygamber'in (s.a.a) yerine bakmak için uygun olmamak anlamına gelen bir kusur işlemesi söz konusu olamaz. Bu yüzden Peygamber'in halifesi de tıpkı Peygamber gibi masumiyet sıfatına sahiptir. Buraya kadar yaptığımız değerlendirmelerden sonra şunu söyleyebiliriz: Birinci görüş bağlamında hilâfet, kendine özgü şekil ve kararları olan genel bir iktidar ve sulta şeklidir. Bu tarz hilâfet, realiteyi göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu günkü iktidar ve yönetimlerinden farksızdır. Sadece şekil ve kararları itibariyle farklılık arz etmektedir.

Nitekim günümüz yönetimleri de şekil ve kararlar itibariyle birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu tür hilâfetin hürmeti, herhangi bir yöntemi kullanarak, herhangi bir yönden ve herhangi bir vasıtayla bu göreve gelmiş herhangi bir kişinin kapasite ve yeteneğine bağlıdır. İnsanların en temizi ve en kutsalı bu göreve gelebileceği gibi, insanların en alçağının ve en adisinin de bu göreve gelmesi muhtemeldir. Fakat ikinci grubun görüşü bağlamında hilâfet, ilâhî ve semavî bir makamdır. Dolayısıyla bu makama itaat etmek tıpkı Peygamber'e itaat etmek gibi zorunludur. Bu bağlamda hilâfet, Allah ile, metafizik ile bağlantılı olması hasebiyle nübüvvetin bir gölgesi konumundadır. Nihayet bu bağlantı Peygamber aracılığıyla gerçekleşmektedir. Peygamber, hilâfetin manevî kaynağı ve membaıdır. Tıpkı bu makama gelecek kişiyi belirleyen makam olduğu gibi. Bu makamın kutsallığı, makamın doğasından ve özünden kaynaklanmaktadır. Tıpkı peygamberlik makamı gibi. Bu yüzden tayin edilen halifeler dünyanın en temiz, en erdemli kişileri olmak durumundadırlar. Hilâfet konusu, eski dönemlerden beri, Müslümanların iki gruba ayrılmalarının, şiddetli ihtilâfların sebebi olmuş, İslâm tarihinde üzücü olayların meydana gelmesine kaynaklık etmiştir. O dönemlerde bu iki grubu birbirine yakınlaştırmak, iki grubu da itidal ve vahdet çizgisine çekmek, kardeşlik ve ıslâh ideali etrafında birleştirmek, bu günkü kadar kolay ve kabul edilebilir bir durum değildi. Bugün iki grubu yakınlaştırmak, vahdet ilkesi etrafında birleştirmek daha kolay görünmektedir.

Bu birlik ve kardeşlik, dinin özüne ve temel ilkelerine sarılmanın, dine sonradan eklenmiş yaklaşımları

ayıklamanın bir gereğidir. Zaten gerçek İslâm da budur. Ki İslâm, Müslümanlarla Allah arasındaki gerçek bağdır. Gerçek İslâm'a sarıldığımız zaman asabiyetin, duygusal eğilimlerin ve saptırıcı etkenlerin tehlikesinden korunmuş oluruz. Allah ile insan arasındaki bağı oluşturan ve ahiret yaşamının dayanağı olan din meselesi , dünyevî meseleler gibi, sağından solundan insanların eğilim ve alışkanlıklarına, heveslerine ve asabiyetlerine tâbi olacak bir mesele değildir.

Dindar insanın dini tanımak için önündeki tek yol, gerçeği anlamak ve tanımaktır. Şu anda biz, hilâfet meselesini ele alırken, Realiteye en küçük bir müdahalede bulunmadan ve gerçeği hiçbir şekilde tahrif etmeden bütün realitelerde ortak olan bir noktaya değinmek istiyoruz. Şimdi herkesin üzerinde ittifak ettiği iki gerçeği gözler önüne serelim: Birinci gerçek şudur: Birinci anlamıyla hilâfet, yani, Peygamber'den sonra herkesi ilgilendiren genel egemenlik ve iktidar olarak hilâfet bir realitedir. Ki Şia da bu realitenin varlığını kabul eder. Hatta bu hilâfetin faaliyetleri sonucu gerçekleşen birçok olayı ve neticeyi de övgüye değer, olumlu şeyler olarak değerlendirir. İkinci gerçek de şudur: İkinci anlamıyla hilâfet, dinde, ümmet ile Peygamber arasında bir aracıdan ibarettir.

Ki bu da sahih rivayetlerin ve muteber kanalların, tahrif kuşkusu bulunmayan kaynakların tanıklığıyla gerçekleşmiş bir realitedir. Sünnîler de bunu itiraf etmektedirler. Bu realite, iki grup arasında yer alan ve ikisinden birini ön plâna çıkarıp diğerini bütünüyle göz ardı eden bir tutum takınmadan, iki grup arasında bir çözüm ve uzlaşma yolu bulmak için çabalayan önemli çabalar için üzerinde durmaya ve işlemeye değer bir olgudur.  Şu anda nass ile tayin edilmiş halifeler grubuna mensup birinin (Peygamber tarafından halife oldukları açıklanan kimselerden birinin) hayatını incelediğimiz için, bilmemiz gerekir ki, hakkında inceleme yaptığımız bu şahsın hilâfeti, İslâmî hilâfetler içinde bir benzerine rastlanmayacak nitelikteydi. Yani, babasının vefatından, insanların kendisine halife olarak biat ettikleri günden itibaren her iki anlamıyla hilâfeti en güzel şekilde yerine getirmiştir. Hem birinci anlamıyla -yani seçim yoluyla- halifeliği, hem de ikinci anlamıyla -yani nass yoluyla ve imam vasfıyla- halifeliği uhdesinde bulundurmuştu.

Üçüncü bölümde, onun imamlığa atanmasına delâlet eden bazı nasları ve halifeliğe seçilişi ile insanların ona biat etmeleriyle ilgili bazı bilgileri okuyucuların istifadesine

sunmuştuk. Bu hengâmede İmam Hasan (a.s) ile Muaviye arasında meydana gelen olaylar zinciri, İmam Hasan'ı inançla iktidar arasında birini tercih etme noktasına getirmişti.

İktidardan maksat, insanlar üzerindeki siyasal otoriteydi ki, İmam Hasan (a.s) seçim yoluyla bu görevi elde etmişti. Allah'ın onu seçtiği, Peygamber'in de onu atadığı anlamıyla üstlendiği makam ve mevki söz konusu değil kuşkusuz. Çünkü Allah'ın görevlendirmesi ve Peygamber'in (s.a.a) atamasıyla gelinen bu görev değişikliği kabul etmez ve Allah'ın emrinden başka bir şeye de tâbi değildir.

Allah'ın emri ise değişiklik kabul etmez. İmam Hasan'ın, halifeliği döneminde karşı karşıya kaldığı belâlar, yaşadığı olumsuz hadiseler, iktidar ve ordu sahibi Hasan'ı hedef almıştı, Allah resulünün tayin ettiği imam olan Hasan'ı değil. İmam Hasan'ın imamlığı değişikliğin ve musibetlerin hedefi olamazdı. Onun imamlığı Kur'ân gibiydi. Müslümanların en yüce başvuru kaynağı olan Kur'ân'a batılın ilişmesine, bulaşmasına imkân yoktur. İnsanların Kur'ân'a muhalefet etmeleri, onun emirlerinin dışına çıkmaları Kur'ân'a bir zarar vermez ki.

Kur'ân'ın önderliği, rehberliği daima bakidir, Allah'ın sözü oluşu daima bir gerçek olarak ortadadır. İnsanların bunu kabul etmeleri veya etmemeleri bu gerçeği değiştirmez. Onun yol göstericiliği doğrultusunda amel etsinler veya etmesinler fark etmez. Yönetimlerini Kur'ân'ın emrine verseler veya vermeseler, Kur'ân'ın misyonunda bir değişikliğe yol açmaz. Hasan b. Ali'nin imamlığı da böyledir. Kur'ân ve Hasan... Her biri İslâm'ın değerli ve ağırlık merkezlerinden biridir. Tıpkı anayasal yönetimlerde, yasa ve başkandan her birinin yönetimin ağırlık merkezlerinden biri olduğu gibi. İslâm'da ağırlık merkezi derken, Peygamber'imizin (s.a.a) sahih, hatta mütevatir bir hadisinde işaret ettiği hususu kastediyoruz: "Size iki ağır ve değerli emanet bırakıyorum. Biri Allah'ın kitabı, diğeri de benim Ehlibeyt'imdir. Bu ikisi Kevser Havuzu başında benimle buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmazlar."  Hasan b. Ali, o gün Ehlibeyt'in en büyüğü ve toplumun önderiydi. Dolayısıyla o, risalet sahibinin, en yüce başvuru mercii olan Kur'ân'ı n yanı başında Müslümanların önüne koyduğu dairenin merkezi konumundaydı. Acaba imamet, dairenin merkez noktası olmaktan başka bir şey midir ki? İmam Hasan'a şöyle bir bakın.... Onun hakikatinden söz ettiğiniz zaman, nasıl Allah'ın sözleriyle kuşatıldığını göreceksiniz. Kur'ân, nübüvvet, imamet; iki ağır  emanet...

cennet... ıslâh... kanın dökülmesine engel olmak... verdiği söze bağlı kalmak... Hasan'ın hakikati bundan ibarettir... Şimdi de kafanızı, onun itaat edilmesi zorunlu olan önderliğine karşı çıkan, onunla kavga eden rakibine çevirin... Onun hakkında konuşurken hangi kelimeler gelecektir, bir düşünün: Açgözlülük... hilecilik... fitnecilik... rüşvet... sözünde durmamak... mal ve makam hırsı... savaş... talan ve çapulculuk... Doğrusu, böyle bir adamın böyle bir şahsiyetin karşısına çıkıp onunla savaşmaya kalkması tarihin en büyük alçaklık ve aşağılık sahnelerinden biridir. Evet! Bu Hasan'dır. Peygamber'in evlâdı ve imamet makamının sahibi... Saltanat, mal ve dünya makamı gibi şeyler böyle bir makam karşısında ne tür bir değer ifade edebilir ki? O, büyük atası Resul-i Ekrem'in ifadesiyle: "Cennet gençlerinin efendisidir." Ki bütün Müslüman gruplar bu hadisi, tevatür derecesinde Peygamber efendimizden rivayet etmişlerdir. Dolayısıyla bu bakımdan bu sahih rivayet, aktarımı itibariyle Kur'ân gibi sağlam ve güvenilirdir; normal insanların sözünden yücedir, anlam derinliğine ve belâgat üstünlüğüne sahiptir. Peygamber'in sözü olması hasebiyle hiçbir insanın sözünde bulunması mümkün olmayan içli mesajlar içermektedir.  Bu hadis bağlamında şunu söyleyebiliriz:

Acaba kimsenin aklına gelmedi mi, bu hadisle ilgili olarak şöyle bir soru sorsun? Bu hadiste Hasan niçin dünya gençlerinin efendisi olarak nitelendirilmiyor? O onca

üstünlüğü, ayrıcalıkları ve belirgin şerefiyle bütün insanlardan üstün olduğu hâlde, dünya gençlerinin efendisi değil miydi?

Acaba, bu hadisin, şu cihanı göz ardı edip öbür cihana dikkatlerimizi çekmesinin gerisinde ne gibi bir sır vardır? Bugün kimsenin aklına böyle bir soru gelmez. Çünkü

zihin, İmam Hasan'la ilgili olarak -ki bugün dünyamızdan ayrılmıştır, cennette Allah'ın nimetlerinden yararlanmaktadır- dikkat çekici bir soru değildir. İnsanlar onu cennet önderlerinden biri olarak görüyorlar. Dolayısıyla cennet gençlerinin efendisi olarak nitelemek gerekir. Şu anda onu dünya efendisi olarak niteleme akla gelmez.

Ayrıca bu hadisin üzerinden on dört asır geçmiştir. Dolayısıyla değişik münasebetlerle bu hadis zikredildiği zaman, basit bir cümleden öte bir anlam ifade etmez, başka bir çağrışım yapmaz. Hasan ve Hüseyin isimleri, bir de bunların cennet gençlerinin efendileri oldukları zihinde uyanır, başka değil. Bir de bu sözlerin, Peygamber efendimizin (s.a.a) belâgat membaı dudaklarından döküldükleri günü ve insanların bundan ne anladıklarını ve Arapların en belâgatlı söz söyleyen şahsiyetin bu sözlerini nasıl algıladığını göz önünde canlandırın... Evet...

Evlâdını bu nitelikle kutlayan cenab-ı Peygamber şunun anlaşılmasını ima ediyordu:  ihanetlerle dolu şu dünya gibi bir diyarda, ihanet ve kalleşlikten başka ot bitirmeyen şu cihanda sebatsız insanların ve bu günkü gençler gibi nifak ve sözünde durmamak  girdabına girmiş kararsız gençlerin bulunduğu bir zemin, şu iki büyük efendinin, önderin yönetimleri ve liderlikleri altında onurlu bir hayat sürdürmeye lâyık değildirler.

Evet, bu ikisi gençlerin efendileridirler; ama seçkin, Allah'a verdikleri sözü yerine getiren gençlerin... öbür dünyada Allah'ın, kendilerini seçkin kıldığı, içlerindeki

kinlerini söküp attığı pak insanların, birbirlerine kardeş ve birbirlerine karşı merhametli olmalarını sağladığı, gözde kimselerin efendisidirler... Cennet gençlerinin efendisi... bu kadar... Daha açık bir ifadeyle vurgulayacak olursak: Şu dünya ve şu dünyanın gençleri, bu ikisinin hakkını inkâr ettiği, onlara eziyet ettiği, onlara baş kaldırdığı, onların efendiliklerini, liderliklerini kabul etmediği, bu ikisine arkalarını dönüp kaçtığı zaman, acaba bu hak tanımazlık ve bu nankörlük onların hakkını ortadan kaldırmış mıdır? Hayır, bu liderlik ve efendilik bakidir, süreklidir. Ama şu cihandan daha üstün ve şu cihanın halkından daha seçkin bir halk için...

Bırak şu alçak dünya onların bereketinden, faziletinden ve rehberliğinden mahrum kalsın.

Bırak, günümüzün, hainliği meslek edinmiş, kalleşliği karakter hâline getirmiş gençleri, tarihin utancını, pişmanlığını ve rezilliğini, kıyametin azabını omuzlarında taşısınlar. Bu bakımdan üzerinde durduğumuz bu hadis, Peygamber efendimizin (s.a.a) geleceğe dair işaretler içeren sözlerinden biridir. Burada Peygamber zaman perdesinin gerisindeki geleceği görüyor ve bu gizemli sözlerle, cennet gençlerinin şu iki efendisinin, şu dünyanın gençlerinden görecekleri muameleye işaret ediyor ve her birinin ulaşacağı payı, kısmeti ve faydalı akıbeti, hüsrana uğramayan nimeti açıklıyor. Hiç kuşkusuz cennetin ve cennet gençlerinin efendisi olan biri, kesin olarak bütün insanların ve bu cihanın da efendisidir. Peygamber'imizin (s.a.a) sahih kanallarla bize ulaşan bu veciz sözleri, öyle bir belâgat gücüne sahiptir ki, zamanın büyük söz ustalarının belâgat güçleri bunu ifade etmeye güçleri yetmez. Bu sözler, fasih bir Arapça olmaları, geniş bir anlamı içermeleri ve güzel, ilgi çekici lafızlardan meydana gelmeleri itibariyle bir lisan harikası ve lügat şahikasıdır. Peygamber e-fendimizin (s.a.a) üslûbunun en dikkat çekici ve en yürek okşayıcı özelliği ve aynı zamanda ayrıcalığı ise, az sözle çok anlam ifade etmektir. Bazen açık ifadelerle bazen de işaretle... Peygamber'imizin (s.a.a) gelecekle ilgili bu doğru sözleri de mucizeden başka bir şeyle izah edilemez. Bu tür bir belâgat bir hadiste bulunuyorsa, bu, tek başına o hadisin sahihliğinin kanıtıdır, diyebiliriz. Böyle bir hadis başka kriterler açısından kuşkulu olsa da sahihliğine bir halel gelmez. Peygamber efendimizin (s.a.a) bu ulu torunlarını imamet makamına atarken söylediği söz de, gelecekle ilgili verdiği haberlerin bir diğer örneğidir: " Bu ikisi otursalar da kıyam etseler de imamdırlar." Bu hadisten zahiren şu anlaşılıyor: O ikisi imamdır... Fakat bu zahirî anlamın gerisinde gerçek bir öngörü, geleceğe dair bir haber gizlidir. Bu da iki imamın yaşamlarına işaret etmektedir. İma yoluyla işaret ediliyor ki, bu imamlardan biri gelecekte kıyam edecek, diğeri ise oturacak; ya da bunlardan birisi veya her ikisi bir dönem kıyam edecek, bir dönem de oturacak. Bu her iki durumda da imam ve önderdirler. Onlara muhalefet etmek caiz değildir. İslâm'da, Peygamber'in geleceğe dair haberler içeren sözlerine, onun evlâdı Hasan b. Ali'den (a.s) daha iyi vakıf olacak bir başkası yoktur. O gerek bu hadiste ve gerekse başka hadislerde dedesinin neyi kastettiğini biliyordu ve o herkesten daha iyi, hayata ve ölüme dair ilkeleri bu gelecekten haber veren sözlerden algılayabilirdi. O, Peygamber'in (s.a.a) evlâdı, ahlâkının vârisi ve ümmetine bıraktığı vasisi değil miydi? O hâlde, Peygamber'in (s.a.a) davet sürecinde kavminden gördüğü muameleyi onun da kendi zamanında görmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.a) o gün söylediği sözleri, bugün onun da söylemesi gerekiyordu: "Allah'ım! Kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar..  Bu onurlu bağ ve bu değerli özellikti ki, şu dünyada diğer Müslümanlara karşı Hasan'a bir ayrıcalık veriyordu ve onun maddî servet ve güce muhtaç olmamasını sağlıyordu. Çünkü bu özelliği gerçekte güç, servet ve kudretin ta kendisiydi. Bırak, Muaviye ona düşmanlık etsin. Varsın Übeydullah b. Abbas ona ihanet etsin. Kûfe ona yardım etmekten vazgeçsin, onu yalnız bıraksın. Fakat onu hiçbir zaman yalnız bırakmayacak olan, o onurlu bağdır, o imamlık makamıdır, itaat edilmesi zorunlu önderlik vasfıdır. En nihayet Allah'ın insanlara emrettiği o sevgi ve muhabbettir. Şu dünyanın sınırlı saltanat ve iktidarı, sınırsız manevî iktidar karşısında bir değer ifade edebilir mi? Yenilgi, amaca ulaşmama ve ölüm, bir tek gün dahi, Müslüman kalplerinin tarih boyunca iftihar vesilesi sayılan, hayranlıklarına sebebiyet veren bu maneviyatı egemenliği altına alamaz, alt edemez. Saldırganın saldırısı, inkârcının inkârı bu maneviyatın inkişaf etmesine neden olamaz, bu maneviyatın etkinliğini yok edemez. Her geçen gün, bu övünç biraz daha artıyor, daha da büyüyor ve daha da belirgin hâle geliyor. Gün geçtikte şu cihanın gözünde daha da büyüyecektir.

Buraya kadar İmam Hasan ile beşeriyet için bereket kaynağı olan memba arasındaki bağı irdeledik. -Bir memba ki, şer ve fesadın, sapıklık ve kıtlığın kol gezdiği bir zamanda insanlara hayır, hidayet ve bereket bahşediyordu.- Buraya kadar yaptığımız incelemelerde İmam Hasan'ı, Allah Resulü'nün (s.a.a) evlâdı, cennet gençlerinin efendisi ve Kur'ân ile beraber hidayet misyonuna sahip bir imam olarak tanıdık. Geride bir husus kalıyor. O da bizzat Hasan'ın kendisinin, iktidar ya da inanç alternatiflerinden birini seçmek durumunda kaldığı yolların ayrılış noktasında söylediği sözlerini dikkatle inceleyip anlamaktır. İlk olarak, değişik rivayet zincirleriyle bize kadar ulaşan rivayetleri yeniden gözden geçirmekte yarar vardır. Bu arada söz konusu rivayetlerin satır aralarında yer alan işaretleri ve dikkatlerimize sunulan yol göstericilikleri algılamak ve açığa çıkarmak bir zorunluluktur. Şimdi bizzat ondan sadır olan ve bu konuyla ilgili olarak özel bir değere haiz olan sözlerine kulak verelim. İbn-i Kuteybe'nin Irak'ın lideri ve başkanı olarak nitelediği Süleyman b. Surad'ın  eleştiri ve kınama içerikli sorusuna İmam şu cevabı  veriyor: "Eğer ben dünya için hırsla çabalayan, dünyevî makamlara ulaşmak için sürekli uğraşan ve yoğun çaba içinde olan biri olsaydım, Muaviye benden daha güçlü ve yılmayan bir adam olamazdı. Ve ben de şu anda gördüğünüzden başka bir görüş ve düşünce taşırdım..."   Bu cevabı, taraftarlarına, Şiîlerine verdiği diğer cevaplara başvurmamıza gerek bırakmayacak kadar çarpıcıdır. İmam Hasan'ın, ondan yana kendilerini güvende hissettikleri için, ona kimi zaman eleştiri nitelikli sözler söyleyen düşmanlarına verdiği cevaplara gelince; Abdullah b. Zübeyr gibi İmam Hasan'la açıkça rekabet eden ve Peygamber'in Ehlibeyti'ne düşmanlığını gizlemeyen birine verdiği cevap dikkatle incelenmesi gereken bir cevaptır. İmam diyor ki: "Benim ona teslim olduğumu mu sanıyorsun? Yazıklar olsun sana! Böyle bir şeyin olması mümkün müdür? Ben ki Arapların en cesuru olan bir yiğidin oğluyum. Dünya kadınlarının önderi Fatıma'nın çocuğuyum. Benim yaptığım barış ne korkudan dolayıydı, ne de zayıflıktan dolayı. Fakat senin gibi yürekleri davadan ilgisiz, samimiyetten uzak sevgi gösteren ve zorluklar karşısında direnmeyen kaypak insanlar bana biat etmişlerdi."  Çok kısa bir konuşma; ama çok önemli... bir diğer konuşması daha var ki, kısa ve veciz olmasının yanı sıra, İmam'ın, bu meseleyle ilgili sözlerinin en dikkat çekicisi, en vurgulusu olarak nitelendirilse yeridir. Bu, kardeşi, aynı acıları ve sevinçleri paylaşan, kendisiyle aynı kandan ve bedenden olan Hüseyin b. Ali'ye verdiği cevaptır. Hüseyin b. Ali (a.s) ona sormuştu: "Niçin hükümetten vazgeçtin?" Cevabı söyle olmuştu: "Benden önce babamız hangi gerekçeyle hükümetten vazgeçtiyse, ben de aynı gerekçeyle vazgeçtim."  Müellif: Buraya kadar sunduğumuz örnekler, İmam'ın, her biri geçtiği zor sınavın tanığı olan diğer sözlerini aktarmamıza gerek bırakmayacak açıklıkta ve netliktedir. İmamet makamı dost ve düşman tarafından sergilenen davranışların bu acı sınavından yüzünün akıyla ve başarıyla çıkmıştır. İmam Hasan'ın (a.s) bu konuyla ilgili sözlerini incelediğimiz zaman, genel olarak aşağıdaki hususlara birer temel unsur olarak dikkatleri çektiğini görürüz:

Back Index Next