Back Index Next

Ebi Vakkas'ın, kendisine "Padişah" dediğini, Müslim b. Ukbe'nin[145], Muğiyre b. Şu'be'nin[146] ve Amr b. As'ın[147] da "Halife" ve "Emir'ül-Müminin" dediklerini biliyoruz. Evet, serveti haddi aşan, kendi

deyimiyle; "Dünyada elde edemediğim hiçbir şey kalmadı." diyebilen birinin umurunda mı ki kanunlar, bu lakap ve unvanları ondan esirgesin ve kılıç zoruyla dinî kimlik ve unvanları elde etmenin caiz olmadığını belirtsin. Yine halife lakabını, Peygamber'e çok benzeyen biri için öngörmesin de Peygamber'le arasındaki mesafe, iki ayrı din arasındaki mesafe kadar olan birine lâyık görsün?! Muaviye'nin, bu unvanları kendisi için veya herkesten daha iyi tanıdığı oğlu Yezid için gasbetmesinden sonra, bu unvanların, onu ne ölçüde dine bağlı kıldığını bilmiyoruz. Aynı zamanda, insanın kendisini sorgulaması gereken konularda, onun, Allah katında kendisini sorgulamaya ne ölçüde ehemmiyet verdiğini, kesin bir şekilde bilmiyoruz. Ama onun, meseleleri halletmedeki becerisine bakarak, gerçekçi bir yaklaşımla hiçbir zaman kendisini sorgulamadığı; makam hırsı ve yükseklerde uçması, itibarsız konumunu ve bozuk kişiliğini devamlı hatırlamasına engel olduğunu; bu lakap ve unvanları üzerinden atmakla ve bu zahirî debdebe ve görkemin altında, örümcek ağı kadar değeri olmayan bir gerçeği unutmamasına imkân vermediğini söyleyebiliriz. Kabileci, vahşi ve serkeş duygular, onun düşüncelerini öylesine köreltmişti ki, Amr b. As'ın, halifeliğini onaylamasını ve Muğiyre b. Şu'be'nin, oğlu Yezid'i halifeliğe aday göstermesini, İslâm'ın açık hükümlerini görmezlikten gelmek için, kendisine âdeta bir izin belgesi olarak görüyordu. Hâlbuki tarihin tanıklık ettiği gibi, her ikisinin de yaptığı alçakça işler (Amr b. As'ın, Muaviye'nin hilâfetini onaylaması ve Muğiyre'nin, Yezid'i halifeliğe aday göstermesi) Mısır ve Irak valiliklerinin karşılığından başka bir şey değildi. Bu ruh hâli ve bu tür işler, Ebu Süfyan'ın oğlundan uzak değildi. Çünkü o, ya gerçekten bir Emevî idi ya da soyunda

bir bozukluk olsa da, gerçek bir Emevî gibi görünmeye çalışan bir kişiydi.1 [148]Zaten, Ümeyye ve Haşimoğulları'nın ezelden beri süregelen rekabet ve savaşları herkesin bildiği bir olgudur. Dolayısıyla Emevîlerin bu tepkisi doğaldı. Şöyle ki: Emevîlerin, yani hem cahiliye döneminde, hem İslâm'ın zuhurundan sonra, sürekli soylarıyla övünmeyi âdet edinen ve İslâm'ı ancak Mekke'nin fethedildiği gün, o da çaresizlik yüzünden kabul eden ve bu dini, İslâm'ın öngördüğü gibi anlamayan bu topluluğun, geçmişten miras aldıkları eski kinlerini içlerinde saklamalarını ve atalarının yenilgisinin acı ve intikam yüklü hatıralarını unutmamaları gerekiyordu. Muaviye, Mekke'nin fethinden sonra ve nübüvvetin parıltılı altın döneminde, (kendisinin de naklettiği gibi) azat edilmiş ayağı çıplak bir köle idi. Fakat Benî Ümeyye'nin onurunu kurtarmak ve iadei itibar için yeni bir siyaset uygulanarak Emevîlerden biri, halifeyi belirleme kuruluna üye yapılınca, artık Muaviye'nin de, halifenin amcası oğlu ve

Şam'ın güçlü valisi hüviyetiyle ortaya çıkmaması, artık kendisine taraftar toplamaması, askerleri, müşavirleri ve maiyetindekileri razı etmemesi, saraylar yapmaması,

perdedarlar ve muhafızlar tutmaması ve her vicdansız pis boğazın hırs ve iştahına cevap verebilecek, Şam ilinin hesapsız servetinden yararlanmaması için ne gibi bir engel ve sebep olabilir di ki?? Eğer Muaviye nübüvvet döneminde, ayak takımından ve sıradan biri olarak biliniyor idiyse ve kendisini ve kabilesini bu muhasaradan kurtaramıyor idiyse, kendisinin ve kabilesinin ipleri ele aldığı dönemde, neden geçmişteki hesapları temizlemesindi? Ve niçin kendi öz benliğine dönüp de, düşmanın geriye kalanından, çocuklarından, kardeşlerinden ve dostlarından intikam almasındı? Bu gerçeklere binaen, Muaviye'nin, eline geçen ilk fırsatta, silâhlı kuvvetleriyle Hz. Ali ve İmam Hasan'a (her ikisine selâm olsun) dört nala saldıracağı ve aynı zamanda diğer bir meydanda (soğuk savaş meydanında) bu iki büyük insana karşı daha uzun vadeli, daha etkin ve İslâm için daha zararlı bir mücadeleye girişeceği kesinlikle bekleniyordu. Uzun süren hükümeti döneminde, Muaviye'nin diplomatik atak ve girişimlerinden, onun, Ali mektebinin temel ve esasları aleyhine top yekun bir saldırıya geçtiği, diğer bir ifadeyle; Ali mektebi ve tertemiz soyunda tecelli

eden İslâm'ın gerçeği ve özü aleyhine plânlar çizdiği gerçeğine ulaşabiliriz. Onun, bu saldırılarla birkaç hedefi gözettiği kesindir:

1- Tek özgür topluluk olan Şia kesimini felce uğratıp, bunlara bağlı olanları yavaş yavaş yok etmek ve kenetlenmiş birliklerini kırmak.

2- Peygamber yakınlarına bağlı merkezler ve Şiîlikle tanınmış vilâyetlerde plânlı, maksatlı karışıklıklar çıkarmak ve sonra bu vilayetlerin himayesiz halkını, düzeni bozma ve ayaklanma gerekçesiyle bastırıp acı ve ibret verici bir şekilde cezalandırmak.

3- Peygamber soyunu İslâm dünyasından soyutlamak, halkı, onları unutmaya ve sövmeye zorlamak, onların her türlü nüfuz imkânını engellemek ve daha sonra onları, terör ve şüpheli ölümlerle yok etmek.

4- Sinir savaşı başlatmak. Bu alanda, Muaviye'nin zalim saldırıları o kadar yoğundu ki, tarihte sorgulanması uzun sürdüğü gibi, Allah katında hesabı da uzun sürecektir. Konumuzun akışı içinde Muaviye'nin barışın şartlarına muhalefetini irdelediğimiz zaman, bu zulümlerden örnekler sunacağız. Muaviye'nin Ali'ye ve soyuna, fikirlerine, hedeflerine ve  ideallerine düşmanlık yolunda dizginleri koparmasının en belirgin örneklerinden biri; Ali ve soyuna lânet etmeyi, bu amelin (lânet etmenin) gereği olarak, Ehlibeyt'in hilâfet hakkını inkâr etmesi, onların fazileti hakkındaki hadislerin nakledilmesini engellemesi ve halkı, onları sevmediklerini açıklamaya zorlaması ve bunu kesin bir kanun hâlinde yaygınlaştırmasıdır.

Muaviye böyle yapmakla, Peygamber'in sahabesine lânet etmeyi başlatan ilk kişi olmuştur. Bu sabıkası

nedeniyle, hiçbir dindar mümin ona gıpta etmeyecektir! O, bu büyük bidat için kamuoyu oluşturma adına, kendi fikirleri ve ilkeleriyle bağdaşan, ama ilâhî esas ve ilkelere ters olan, plânlı ve şeytanî tedbirlere başvurdu. Toplumların ilginç özelliklerinden biri, halkın, her türlü propaganda dalgasından çok çabuk etkilenmesidir.

Özellikle bu propagandalar mal ve makam vaadiyle birlikte yapılıyorsa, etkilenme çok daha kolay olur. Şimdi elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim! Halk, Muaviye'nin nesine aşık olmuştu da, onunla tek ses, tek vücut olmuşçasına Ali'ye, Hasan ve Hüseyin'e (onlara selâm olsun) lânet ediyordu?! Ehlibeyt'te ne gibi eksiklikler görmüştü de, Muaviye'nin isteği doğrultusunda onlara dil uzatıyordu?! Belki de Muaviye halkı, İslâm'a davetin başlangıcında Resul-i Ekrem (s.a.a) ile savaşanların, Allah'ın haramını helâl, helâlini haram sayanların, zinayı meşru ve sahih soyla bir kefeye koyanların, anlaşma ve yeminlerini çiğneyenlerin, ellerini İslâm büyüklerinin kanlarına bulayan canilerin, günahsız insanları diri diri mezara gömenlerin ve Cuma Namazı'nı çarşamba gününde kıldıranların,[149] Ali ve onun soyu olduğuna inandırmıştı! Belki de halkı ikna etmenin zor olacağını düşünerek, halkı dünya malına tamahlandırma yolunu seçmiş veya bundan önce, tehdit ve korkutmayı yeğlemişti. Her ne şekilde olursa olsun, neticede hedefine ulaşmış ve "Halkın ona kayıtsız şartsız itaati öyle bir hadde ulaşmıştı ki, Ali'ye lânet okuma, onların arasında, çocukların onunla büyüyüp, yaşlıların onunla öldüğü sağlam bir sünnet hâline gelmişti."[150] Büyük bir ihtimalle bu bidate "sünnet" adını veren, Muaviye'nin

kendisi idi ve onun önderlik ve saltanatına kananlar, ona itaat ve baş eğmeye mahkum olanlar da, onun isteği ve arzusuyla bu ismi kabullenip, kendisinden sonra da bu uğursuz bidatı, Ömer b. Abdulaziz'in bu bidati kaldırıp yasaklamasına kadar sürdürdüler. Aşağıdaki tarihî metne dikkatinizi çekerim: "...Harran camisi hatibi hutbe okuyordu. Hutbe sona erdiği zaman, alışılmışın dışında Ebu Turab'a (Hz. Ali'ye) sövüp dil uzatmamıştı. Aniden halk her taraftan bağırıp: 'Ah, sünnet, sünnet; sünneti terk ettin!' dediler." Sonraki dönemlerde, Muaviye'nin ihdas ettiği bu sünnet, ayrı bir anlam kazanarak ikinci kuşağa aktarılan bir temel, bir esas oldu. Başlangıçtaki siyasî bağlamı da unutulmaya bırakıldı.

Bu adamın kişilik ve ruh hâlinin uyumluluk ve tek düzeliğine sağ duyulu bir yaklaşım, bu konuda daha fazla örnek vermenin gerekmediği konusunda okuyucuyu ikna edecektir. Şimdi tüm bunlardan sonra, eğer İmam Hasan'la Muaviye arasındaki savaşta, zafer Muaviye'nin olsaydı ve İmam

Hasan öldürülseydi, Muaviye nasıl bir tutum sergileyecekti? Acaba tüm bu sabıkalarına rağmen, onun bu durumda ılımlı ve mutedil olabileceği, İmam Hasan'ın gerçek yakınları, dostları ve Şiîlerine, sabıkasına uygun bir tavır takınmayacağı ve onları darmadağın edip, zaferinden en iyi şekilde yararlanmayacağı söylenebilir mi?

Acaba Muaviye'nin, Peygamber'in oğluna gösterdiği apaçık düşmanlık ve yüce Peygamber'in en seçkin aile ferdine, utanç verici bir propaganda mücadelesiyle saldırması gerçeğinden hareketle onun bu durumda (yani İmam Hasan'ın öldürülmesi ve meydanın rakipsiz kalması durumunda) toplu bir soykırıma ve korkunç bir asimilasyon politikasına baş vurmayacağı, Ehlibeyt'in samimî taraftarlarına karşı katliamlar gerçekleştirmeyeceği sonucuna varabilir miyiz? Hiç şüpheniz olmasın, Muaviye bu durumda, korkusuzca ve siyasî taktikler uygulayarak, dinî hiçbir engeli dikkate almaksızın, Ali'nin hilâfetinin başlangıcından, belki de dünyada Benî Haşim nurunun ilk tecellilerinin zuhur edip yayıldığı zamandan, hatta Emevîliğin, ikilik ve kırgınlıklar sebebiyle Şam'a kaydığı zamandan beri kendisini baskı altına alan ve huzurunu bozan kadim kininden dolayı İslâm'ın esas ve ilkelerini bir anda yok etmeye çalışırdı. Muaviye, İmam Hasan'ı öldürdükten sonra, Şiîleri darmadağın etmek için başka plânlar çizemeyecek ve kandırılmış nesli ve alet ettiği kendi çağdaşlarını, bu plânlar sayesinde, yaptıkları işlere razı edemeyecek biri değildi. O, bu tür haylazlık ve hilelerle, Ali'ye lânet okumayı gelenek hâline getirmiş ve Osman'ın öldürülmesini Ali'nin üzerine yıkmayı başarabilmiş bir kimseydi. Şia'nın kökünü kazımanın da, bu cehennemî zincirin üçüncü halkası olmasını ne engelleyebilirdi? O, zaten bu tür hilelerin adamıydı. Şam saraylarının etrafında fır dönen, satılık vicdanlar ve kalemler çoktu. Muaviye'nin yöntemlerini onaylamak için, Resulullah'ın (s.a.a) dilinden hadisler uydurmanın, Ali mektebinin esaslarını saldırıya maruz bırakmanın, fikirlerinin ve öğretilerinin yozlaştırılmasının ve daha sonra Âl-i Muhammed'in bulunmadığı bir muhitte, bu yozlaştırılmış gerçeklerin tümünden, halkı gerçek İslâm'dan döndürmek  için bir vesile oluşturmasının, İslâm'ı ilk bina edenlerin hakarete uğramasının, İslâm'ı ilk öğrenen ve bu mektebin öğretilerinin kaynağı olan kimselerin, İslâm düşmanları şeklinde tanıtılmasının ve bir müddet sonra da yavaş yavaş, Muaviye'nin fikrinden ilham alan ve onun maslahatı yolunda işleyen başka bir İslâm yaratmanın ne sakıncası olabilirdi! Bu, İmam Hasan'ın da, dostlarına hitaben şu cümlesinde işaret ettiği tehlikenin ta kendisidir: "Benim ne yaptığımı bilmiyorsunuz. Allah'a andolsun, yaptığım iş (barış) Şiîlerim için, dünyadaki her şeyden daha değerli idi." Düşünce ve ideali ebedîleştirmekten başka, dünyada

olan her şeyden daha değerli olan hiçbir şey yoktur. Ve yine, İmam Muhammed Bâkır'a (a.s), İmam Hasan'ın barış yapmasının sebebi sorulduğu zaman, verdiği cevapta işaret ettiği ve "O, ne yaptığını daha iyi biliyordu. Eğer barışmasaydı, şüphesiz büyük bir olay meydana gelirdi." dediği gerçek buydu.

ARAŞTIRMANIN SONUÇLARI

Öyle sanıyoruz ki, bu araştırmanın üç aşaması, değerli okurları istenilen hedefe ulaştırmış ve bizim neticeye varmamızdan önce, eleştiri ortamı doğuran birçok meseleyi artık halletmiş ve çözümlemiştir. Şimdi, Hasan'a (a.s) şahadet yolunun kapalı olduğu şeklinde daha önce söylediğimiz bir sözü kanıtlamak ve onun şahadetten kaçmadığını; bilâkis, şahadetin onun elinde olmadığını göstermek için diyoruz ki: Eğer İmam Hasan (a.s) Medain'de kendisini kuşatan zorlukları tertemiz kanını akıtarak halletmek, 60 bin kişilik Şam ordusunun açıkça benimsediği adaletsiz ve zalimce yöntemi kötülemek için, şahadeti vesile kılıp o değerli makama ulaşmak isteseydi, bunu başaramaz ve şehit olmak yerine, sıradan bir ölümle anılırdı. Üstelik dostlarının bile, ismini bir "şehit" olarak tarihe geçirmeye güçleri yetmezdi. Bu Konunun Delili: Askerlerden bazısının düşmanca naralar atıp, silâh kullanmaları yüzünden, orduda oluşan şiddetli karışıklığı; İmam Hasan'ı öldürmek üzere Muaviye ile anlaştıklarını gösteren Kûfe hainlerinin mektuplarını ve bilâhare İmam Hasan'ın kendisinin de, mektuplardan anladığı esef verici vaziyeti dikkate aldığımız zaman, Medain'e hâkim olan durumun vahameti üzerindeki sır perdeleri kalkar... Bu esef verici duruma dikkatle bakan herkes, ordugâhın önde gelenleri arasında, çok sayıda taraftarı bulunan sinsi bir düşünce ve plânın olduğu ve buna binaen, İmam Hasan'ı korkunç bir cinayete kurban etmek ve bu plânı uygulamak

isteyenlerin fırsat kolladıkları gerçeğini bütün çıplaklığıyla görür. Ordugâhın düzeninin bozulması, askerleri korku ve endişenin kuşatması, Meskin'den tatsız haberlerin gelmesi, bilinçsiz ve aşağılık kitleler arasında yapay karışıklıkların ortaya çıkması, hainler için uygun fırsat doğurdu ve Haricîlerle Emevî gurubunun da bekledikleri, son ve kesin darbeyi indirme imkânını hazırladı... Şunu da unutmayın ki, Muaviye de, İmam Hasan'a yazdığı ilk mektuplarında üstü kapalı olarak, böyle olayların vuku bulacağı tehdidinde bulunmuştu. Acaba, Muaviye'nin mektuplarındaki; "Öyle bir şekilde davran ki, ölümün aşağılık insanların elinden olmasın." ifadesi tehdit içermiyor mu? Durum öylesine hassas ve karışık hâle gelmişti ki, ister savaş, ister barış, ister Meskin cephesine katılmak ve ister Kûfe'ye dönmek şeklinde olsun, İmam Hasan hangi kararı verirse versin, mutlaka şiddetli bir muhalefetle, daha sonra geniş kapsamlı bir başkaldırı ve itaatsizlikle, sonunda da silâhlı bir ayaklanmayla karşılaşıyordu. Bu da, gerçekleşmesi için Şam hazinelerini seferber eden Muaviye'nin yegane arzusu idi. Böyle olunca da, artık bu azgın alev ancak İmam Hasan'ın temiz kanıyla söndürülebilecekti. Büyük ve akılsızca ayaklanmaların kötülük tanrısı böyledir: Acımasızca yargılar ve günahsız bir kurban ister... Birinin yüceliği ve şahsiyeti dahi, kurban edilmesine engel olmuyor... Acaba, Medain geçidinde Hasan'a indirilen darbe, bu iddianın kanıtı değil mi? Ve acaba bu suikast, plânlı bir şekilde gerçekleşmedi mi? İmam Hasan o anda, o güvenilir yerde, ordugâhın gürültüsünden uzak, fitne ateşini söndürmek için gereken önlemleri alabilmek adına çadırından ayrılmış ve valilik makamına doğru yola koyulmuştu. Bu konuda tarihçiler şöyle yazar: "Yakınlarından bir grup, onu aralarına almış ve kimseyi ona yaklaştırmıyorlardı." Ve diğer bir tarihî metinde şöyle geçer: "Etrafındaki kimseler harekete geçmiş ve halkı ondan uzaklaştırıyorlardı."... Neden halkı ondan uzaklaştırıyor ve kimseyi yaklaştırmıyorlardı? Acaba bütün bunlar, İmam Hasan'ın (a.s) can güvenliğinin olmadığını ve tehdit altında bulunduğunu kanıtlamıyor mu? Acaba bütün bunlardan, cihat adıyla ve Hasan'ı savunma sözünü vererek Kûfe'den ayrılan halkın, kısa bir süre sonra onun kanlı düşmanları şeklinde ortaya çıkacakları anlaşılmıyor mu?  caba valisi Sa'd b. Mesud'un yanına gitmesi; fitne dolu, hangi tehlikeleri beraberinde getireceği belli olmayan, büyük olaylara ve geniş çaplı ayaklanmalara gebe olan o ortamdan uzaklaşmaktan başka hangi amaca yönelik olabilirdi? O, emri altındakilerin ve yakınlarının, çadırını yağmalamasını kendi gözleriyle görmüş, kendisini (o yüce makam sahibini) tekfir edip sövdüklerini kendi kulağıyla duymuş, daha önce hesaplanmış plânlarla kendisine eziyet ettiklerine ya da öldürmek istediklerine şahit olmuştu. Düşmanlıklarının, kendisini görmeye bile tahammül edemeyecekleri bir dereceye vardığını, aralarında olduğu zaman, sırf tutumlarının bile, isyan ve başkaldırıya sebep olacağını hissetmişti. Bu yüzden, bu maceralar sahnesinden pek de uzak olmayan bir yere nakli mekân eyledi. Ki bu intikalin kendisi (koşulların çare kabul edebilirliği durumunda) çare ve çözüm vesilelerinden biri olabilirdi. Şurası da açıktır ki, dünyada hiç kimse, İmam Hasan'ın

zaferine, onun kendisinden daha fazla ilgi göstermez ve önem vermezdi. Tıpkı hiç kimsenin bu yoldaki faaliyetinin  ondan daha güçlü, heyecan ve isteğinin daha fazla ve gerektiğinde kendisini feda etme kararlılığının ondan daha ileri olamayacağı gibi. Yine açıktır ki, bugün bizim için kolaylıkla söz konusu olan çözüm yolları ve görüşler, onun açısından gizli ve bilinmez değildi. Bizlerin aklına gelen tedbirler onun da aklına geliyordu. Onun yaşamının diğer aşamaları, hayatı boyunca - savaşta veya barışta, hükümet makamında (Kûfe) veya İmamet makamında (Medine)- bütün zorlukların üstesinden gelebilecek ve en iyi çözüm yollarını seçebilecek kadar tedbirli ve aydın görüşlü olduğunu gösteriyor. Şimdi vicdanın sesine kulak verelim: Böylesine buhranlı ve karışık bir ortamda, hayat veren ölüm, yani şahadet için en ufak bir ışığın olduğunu iddia edebilir miyiz?! Kabul etmek gerekir ki, İmam Hasan (a.s) için o durum ve o konum, ebedî ve tesirsiz bir ölümden başka bir sonuç  doğurmazdı. Ancak, bir sünneti diriltmek veya bir ümmeti kurtarmak için ölümü göze alan değerli ve büyük şahsiyetlerin böylesine etkisiz ve sonuçsuz bir ölümden kaçınmaları gerekir. İmam Hasan'ı, belâ ve sıkıntıların korkunç dalgaları arasında gösteren hüzün dolu sahnenin fotoğrafını seyretmek, o çok zor saatleri hatırlamak, o güçlü ve kararlı önderi seven biri için pek zor ve dayanılmazdır. İnsan zihni, bir dizi normal ve olağan sebeplerin sonucu olan olayları (şahsî veya toplumsal düşmanlıklar ya da düşünce anlaşmazlıkları gibi) kolaylıkla canlandırabilir, içine sindirebilir ve birtakım sebeplere bağlayabilir. Muaviye'nin İmam Hasan'la düşmanlığı, Ümeyyeoğulları'nın Haşimoğulları'yla düşmanlığı veya Haricîlerin Ali ve evlâtlarıyla olan ihtilâfı bu türdendir. Fakat, pis ve alçak insanî hırslardan başka hiçbir sebebi olmayan olaylar ve gelişmeler, insanın kendi zihninde, halkın sapıklık ve kural tanımazlığını çizip canlandırabildiği en üzüntü verici işlerdendir. Hasan'ın (a.s) İmam (önder) olduğuna, dedesi Muhammed'in (s.a.a) peygamberliği kadar inanan, üstelik yıllarca onun ve babasının (Ali) varlığının gölgesinde yaşayan bir Şiînin, İmam ve velinimetinin hayatının en buhranlı ve zor dönemlerinde, üstelik Şiîlerin samimiyetine her zamankinden daha fazla muhtaç olduğu dönemde, en büyük ihaneti gerçekleştirmeyi aklından geçirebileceğini düşünebiliyor musunuz?! Evet, bu imkânsız gibi görünen olay gerçekleşti!! İmam'ın beyaz, kale tipli küçük evde ikamet ettiği dönemde, hakkında tertiplenen alçakça entrika yani. Şimdi, İmam Hasan'ın (a.s), düşmanla cihat için askerlerini aralarından seçmek zorunda kaldığı neslin ahlâkî sapma ve çöküşünün ne derece şiddetli olduğuna bakın. Bazen bir fert, yaratılıştan fazilet sahibi; bazen tek başına ve çevresinin etkisinden uzak, ahlâkî karakterlere sahip olur; ama bazen de aynı fert yaratılışında var olan zaaf ve gevşekliğin tesiri altında, genel bir eğilim ve hamaset ile karşı karşıya kaldığında, kişisel düşünce ve kimliğini bırakıp, toplumsal ruhu ve düşünceyi benimseyip, toplum gibi düşünür, hisseder ve onların doğrultusunda hareket eder... Böyle bir fert bu durumda, kendi fıtrî asaleti ve anlayışı ile mücadele ve muhalefet etmektedir ve bu muhalefet genellikle fırtınanın dinmesinden, kavga, gürültü ve patırtının sona ermesinden az bir süre sonra, büyük bir pişmanlığa dönüşür. Medain'e öylesine buhranlı bir atmosfer hakimdi ki, bu atmosfer, ılımlı Şiîleri bile önüne katıp sürükledi. Şiîlik, topluluk gururunu, hatta dinle ilgisi olmayan basit Araplık duygularını bile unutturdu. Eğer bu, İmam değilse, velinimet de mi değil? Yoksa, saygıyı hak eden yaralı bir insan da mı değil? Bu, tarihin kaydettiği, ordudaki Şiîlerin davranışlarına ilişkin bir örnektir. "Haricîlerin", "Emevîlerin", "Şüphecilerin" ve "el-Hamrâ"nın durumunu da artık kendiniz tahmin edin. Tarihin kaydettiği bir örnek, genellikle ya tarih sayfalarından silinmiş veya tarihin kaydetmek istemediği diğer birçok örneklerin varlığına delâlet eder.  eselenin diğer bir boyutu da, yaptığı barışı tenkit eden Şiîlere İmam Hasan'ın verdiği cevaptan anlaşılmaktadır. Hasan onlara şu cevabı vermişti: "Muaviye ile barış yapmaktaki amacım, sizleri ölümden kurtarmaktan başka bir şey değildi."[151] Bu anlamda daha birçok sözü vardır İmam'ın.Şimdi, bu gerçeği daha iyi kavramak için, okuyucuyu bu cümlenin anlamına tamamen inandıracak bir açıklama yapma gereğini duyuyoruz: İmam Hasan (a.s) ve Muaviye'nin mücadelesi gerçekte, iktidara gelmek için birbiriyle savaşan iki kişinin savaşı değildi. Bu mücadele, birbirleriyle ölüm kalım mücadelesine giren, yaşamak ve ebediyet uğruna birbirleriyle savaşan iki hayat tarzının ve iki düşünce sisteminin savaşıydı.

Back Index Next