Back Index Next

Bu, İmam Hasan'ın barışı kabul etmesine gerekçe olabilecek ve daha sonra en iyi yararlandığı ve Muaviye'yi gafil avlayan siyasî bir plânın özeti sayılabilir, ki bu hareket o mazlum İmam'ın üzerinde, mazlumane bir deha alâmeti gibi parladı. Bu durumda, eğer İmam Hasan, barışı kendi  programladığı ve önceden tasarladığı şekilde imzalıyorsa, onu eleştirmek doğru olur mu? İlk sahnede işaret ettiğimiz perişan durum ve ikinci sahnede, ümit edildiğine işaret ettiğimiz hususlar, barışı onun için meşru kılıyordu. Buna ilâveten İslâm ümmetini ıslâh etme olgusu, ümmet arasında kan dökülmesini önleme, mukaddesatı koruma ve İslâm'ın hedefini gerçekleştirme de, barışı tercih etmesine neden oluyordu. Aradan birkaç ay gibi, iki elin parmaklarının sayısı kadar bir süre geçti; fakat meydana gelen sarsıcı olaylar, gökyüzündeki yıldızların sayısı kadar çoktu. Bu, insan kalbinin, her şeyiyle, içinde barındırdığı tüm aşk ve kutlamasıyla ona yöneldiği kısa bir zaman dilimiydi. Peygamberliğin güzel kokusu oradan yükseliyor, gerçek imametin ayrıcalıkları orada tecelli ediyordu. Tüm kısalığına rağmen, birçok kişinin gerçek yüzünü ve kişiliğini ortaya çıkardı. Bu öyle aylardı ki, barış ve ıslâh âleminde dosyası en iyi akıbetle kapandı ve en güzel son olan din ve dünya maslahatı onda buluştu. İmam Hasan (a.s), dedesi Resululah'ın (s.a.a) bir hadisinde müjdelediği "büyük barışçı" kimliği ile ortaya çıktı: "Bu benim oğlum efendi ve önderdir. Yakın bir gelecekte, Allah onun eliyle, Müslümanlardan iki büyük grup arasında barış sağlayacak." Allah (c.c), bu ailenin, bütün şeref ve onurlara mazhar olmasını irade etti. Kılıç yoluyla zafer mümkün olmazsa, Allah katında ve tarih mahkemesinde değeri olan şahadet yoluyla; her ikisiyle de olmazsa, ıslâh, ümmetin birliği ve tevhit takipçilerini bir bütün hâline getirmek vesilesiyle. Onur olarak bir adam için barış elçisi olmak ve zafer olarak bir insan için de onurunun kalıcı olması yeterlidir. Onurun kalıcılığı, izzetin kalıcılığının garantisidir. İzzet ise insana hayatiyet verir ve efendilik, önderlik ve liderlik üzere kuruludur. Buraya kadar incelediğimiz bölümde, İmam Hasan (a.s)  açısından barışı gerektiren sebepleri inceledik. Barış önerisinde bulunan ve bu işte ısrar eden Muaviye' nin sebeplerine gelince, bunlar başka türlü sebeplerdir ki, ne acizliğinden, ne güçsüzlüğünden, ne de dinin isteklerini veya ümmetin ıslâhını göz önünde bulundurmasından ve ne de kan dökülmesini önlemeyi amaçlamasından kaynaklanıyordu. Muaviye açısından, ümmetin barış içinde yaşaması ya da kan dökülmemesi, fatih olma ayrıcalığını göz ardı etmesine sebep olamazdı. Onun, Mekke'de, Medine'de ve Yemen'de düzenlediği gece baskınları, kan dökücülüğü, İmam Hasan'ı n Sıffin'deki küstahlığı, şeytanî karakterini ortaya koyan olaylardır. Bununla beraber Muaviye'yi gerçek anlamda tanıyanların sayısı pek de azdır. Bu durumda demek gerekir ki, Muaviye'nin barış önerisinde bulunmasının tek nedeni, menfaatperestlik duygusunun ayağa kalkmasıydı, o kadar... Bu, onun efsaneleşmiş geçmişine uygun ve uyarlanabilir bir durumdur. O, İmam Hasan'ın (a.s), kendisinin lehine hükümetten çekilmesinin, kamuoyunda, hilâfetten feragat anlamında telakki edileceğini ve bu gelişmeden sonra, Müslümanlar tarafından yasal halife olarak tanınacağını sanmıştı.[156] Bu, Muaviye'nin, bütün değerli şeyleri basit ve itibarsız saymasına neden olan tatlı bir rüya idi.

Oysa İslâm'ın, onun gibi birinin adîliklerini ve şarlatanlıklarını kabullenmeyecek ya da azat edilmiş savaş kölelerinin ve onların çocuklarının intikam amaçlı yöntemlerini özümsemeyecek kadar aziz ve yüce olduğunu bilmiyordu galiba. Muaviye'den, savaş karşıtı, barış yanlısı, taahhütlerine, yeminlerine ve anlaşmalarına uyan apayrı bir kişilik yaratabilecek başka gerekçelerin olabileceği ihtimali de inkâr edilmez ama, onun diğer gerekçelerini incelediğimizde, en büyük gerekçe ve davasının, değindiğimiz tatlı rüya olduğu gerçeğini göreceğiz. Şimdi, Muaviye'yi barış önerisinde bulunmaya mecbur eden sebeplerin bir kısmını açıklayalım:

1- Hasan b. Ali'nin (a.s) hükümetin asıl sahibi olduğunu, hükümeti ele geçirmek için, gerçek sahibini -görünüşte bile olsa- ikna etmek gerektiğini ve ikna etmenin en iyi yolunun, barış olduğunu biliyordu. Onun bu inancı (Hasan b. Ali'nin iktidara gelme için önceliğinin bulunduğu inancı), ordunun Meskin'e hareketinden kısa bir süre önce, İmam Hasan'a gönderdiği bir mektupta yer alan şu tabirle açıklanmıştır: "Sen bu iş için daha uygun ve liyakatlisin." Yine, Peygamber'in Ehlibeyti hakkında, oğlu Yezit ile arasında geçen bir konuşmada şöyle beyan edilmiştir: "Oğlum! Şüphesiz bu hak onlarındır."[157] Ve yine, Ziyad b. Ebih'e yazdığı bir mektupta şöyle der:

"Onun (yani İmam Hasan) sana üstünlük belirtmesi ve emredercesine konuşmasına gelince, bu onun hakkıdır ve böyle yapması gerekir."[158] Çözülmesi güç dinî meselelerde, onun imametine inanan biri gibi, İmam Hasan'ın görüşünü soruyordu[159] ve defalarca; "Hasan Müslümanların efendisidir."[160] diyordu. Doğru ya, Müs-lümanların imam ve önderinden başkası, onlara efendi olabilir mi?

2- Elindeki bütün olanaklara rağmen İmam Hasan'la savaşmanın sonuçlarından oldukça korkuyor ve bunu da gizlemiyordu. Meselâ, Iraklı düşmanlarını vasfederken şunları söylüyor: "Allah'a andolsun ki! Sıffin'de, miğferlerin altında gözüken gözleri ne zaman hatırlasam, aklım başımdan gidiyor."[161] Bazen de onların hakkında şöyle derdi: "Allah onları kahretsin, sanki hepsinin kalbi bir kalpmiş gibi."[162] Yani barışa eğilimi, onlarla karşılaşmaktan ve miğferlerin altındaki gözleri müşahede etmekten, kaçışının bir yoluydu.!!

3- Resulullah'ın (s.a.a) evlâdı İmam Hasan'ın halk arasındaki konumundan ve İslâmî inançlara göre onun eşsiz manevî makamından çekiniyor ve dolayısıyla, barış

sayesinde, onunla savaşmaktan kaçınmak istiyordu. O, Allah'ın, Şam safları arasından birini uyandırıp gerçekleri halka söylemesinin ve İmam Hasan (a.s) karşısında takındıkları tavrın iğrençliğini kanıtlamasının, ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyordu. Böyle bir olay şüphesiz, kendi cephesindeki Müslümanları ayaklanmaya, itaatsizliğe itecek ve sonunda ordusunu dağıtacaktı. O, İmam Hasan'ın (a.s) karşısında durduğu, yani aralarındaki mücadele devam ettiği sürece, Sıffin'deki Nu'man b. Cebele et-Tenuhî olayını aklından çıkaramıyordu.  Sıffin Savaşı'nda, Şam ordusunun başlarında olan Nu'man, görülmemiş bir açıklıkla Muaviye ile konuşmuş ve

beklenmedik bir şekilde onu alaya almıştı. Muaviye belki bugün bile, Şam halkının, o gün o insanın sergilediği bilinç kadar bir şuura sahip olduğunu kabul etmezdi.

Onun Sıffin'de Muaviye'ye söylediği sözlerden bir bölümü şuydu: "Allah'a andolsun ey Muaviye! Ben kendi zararıma olmasına karşın, senin maslahatını düşündüm; senin mülkünü ve hükümetini, kendi dinime tercih ettim; senin heveslerin uğruna, tanıdığım hidayet yolunu terk ettim; gördüğüm hak ve hakikat yolundan ayrıldım. Allah Resulü'nün (s.a.a) amcası oğlu, ona ilk inanan, onunla ilk hicret edenle savaşan ben, nasıl hidayet ve doğruluk yoluna ereceğim? Eğer senin yetkine bıraktığımız

şeyi (hilâfeti) ona bıraksaydık, inan daha şefkatli bir kalbi ve daha bağışlayıcı olurdu. Lâkin şimdi işi sana bırakmışız ve çaresiz, ister hak, ister batıl olsun, bu işi sonuçlandırmalıyız. Cennet meyvesi ve ırmağından mahrum olmuşuz, bari Gute'nin[163] incir ve zeytinini savunalım!"[164] Muaviye'nin siyasî önlemlerinden biri, Şam dışında

yaşayan İslâm büyüklerinin, Şam halkı tarafından tanınmasını ve bu vesileyle muhalefet ve dağınıklığa bir kapı açılmasını engellemekti. Dolayısıyla, bu Şamlı adamın,

Resulullah'ın amcası oğlunu nasıl tanıdığını, onun, İslâm'ı ilk kabul eden olduğunu, şefkatini, bağışlayıcılığını ve hükümet için önceliğini nasıl öğrendiğini bilmiyoruz.

Muaviye, halkı İslâm büyüklerinden habersiz bırakma siyasetini, hükümetinin sonuna kadar sürdürdü. Çünkü bu siyaset sayesinde, Sıffin'de ve daha sonra Meskin'de o büyük kalabalık orduyu oluşturması mümkün olabilmişti. Bu siyaseti gütmesinin nedenlerinden biri, -ki bu siyaseti yapanın kendisinin de âcizliğinin belirtisidir- Amr b. As'a hitaben söylediği bir sözünde görülmektedir. Bir gün Amr b. As İmam Hasan karşısında övünmeye başlamış ve İmam'dan, tahrik edicisi Muaviye'yi bile zor durumda bırakan olgun bir cevap işiterek ağzının payını almıştı. Muaviye Amr'a şöyle demişti: "Allah'a andolsun, bu konuşmanla bana ihanet etmiş oldun. Şam halkı, Hasan'dan bu sözleri duyduğu şu ana kadar, benim makam ve mertebemde birinin olduğunu sanmıyordu."[165]

4- Kendi şahsî menfaatleri uğrunda mümkün olduğunca az hata yapma esasına dayanan Muaviye politikası, kendisini barış yanlısı olarak sunmasını, bunda ısrarlı olmasını, mümkün olduğu kadar Irak, Şam ve sesinin ulaştığı diğer bölge halklarına, barışçı biri olduğunu göstermesini gerektiriyordu. O, bu sözde barışseverliğiyle başka bir amaç güdüyordu. O da şu ki, savaşın kaderinin tayin edeceği kendi yakın geleceği için bir ortam hazırlamak istiyordu. Gerçekleşmesi beklenen iki ihtimalden biri şuydu: Savaş, Şam'ın zaferiyle sonuçlanacak; Hasan ve Hüseyin, aileleri ve dostları topluca öldürülecek. Bu durumda, bu büyük cinayetin ve facianın sorumluluğunu İmam Hasan'a yüklemek çok daha kolay olurdu.

Halka; "Ben Hasan'ı barışa davet ettim fakat o, savaştan başka hiçbir şeye razı olmadı. Ben onun

yaşamasını istiyordum, o ise benim ölmemi. Ben, halkın kanının akmasını önlemeye çalışıyordum, o ise, ikimizin arasında çıkacak bir savaşta insanların katledilmesini

istiyordu..." diyecekti ve önceki plânı eksiksiz gerçekleştiği için de yalan söylemiş olmayacaktı. Bu siyasî maharet ve hokkabazlık, Muaviye'nin hedeflerinin birçoğunu temin eder ve ona, Peygamber soyunun işini kökten bitirme imkânını sağlardı. Bu durumda o, çoğunluğun nazarında kazanan taraf, aynı zamanda adil ve insaflı bir kişi sayılırdı. Dolayısıyla savaşın başlamasından önce, onun barış çağrısını duyan herkes, hakkı onun tarafına verir, adaletli ve insaflı olduğuna şahadet ederdi. Fakat İmam Hasan (a.s), rakibin siyasî maharetleri karşısında gafil avlanacak ya da kendisi bu metotları uygulamaktan âciz biri değildi. O her hâlükârda düşmanından daha uyanık, daha becerikli ve fırsatlardan doğru ve Allah'ın beğendiği bir şekilde yararlanmada daha güçlü idi. Onun için, her taraftan kendisini kuşatan olumsuz şartları, düşmanın alçak emellerini ve barışa davet etmedeki amacını dikkate alarak, barış önerisine olumlu cevap vermeyi gerekli gördü. Daha sonra, sadece Muaviye'nin plânlarını boşa çıkarmakla yetinmeyip, sağlam ve dâhiyane bir plânla, düşmanını barış silâhıyla ilelebet izi silinmeyecek bir yenilgiye mahkûm etti. Gelecek bölümlerde bu konuyla ilgili yeterli açıklama, değerli okurların bilgisine sunulacaktır.

BARIŞ ANLAŞMASI

Tarihçilerden bir bölümü, bu arada Taberî ve İbn-i Esir şöyle demişlerdir:

"Muaviye, altını mühürlediği boş bir sayfayı İmam Hasan'a gönderip altına şu notu düştü: Seçim senin. Bu sayfaya istediğin her şartı yazabilirsin."[166] Ama tarihçiler konuyu yarım bırakmış ve İmam Hasan'ın (a.s) o yaprağa ne yazdığını açıklamamışlardır. Bu konuda başvurabileceğimiz bütün kaynaklarda, rivayet edenlerin de itiraf ettiği gibi, dağınık birkaç madde dışında anlaşma maddelerinin bütününe rastlayamadık.

Sadece bir kaynakta, nispeten düzenli, başlangıcı, sonu belli olan ve rivayet edenin, barış anlaşmasının tam metni sandığı bir anlaşma suretine rastladık.

Fakat maddelerinden birçoğu, senet ve sayı açısından daha sahih olan diğer rivayetlerle çelişmektedir. Şayet bir rivayetle yetineceksek, anlaşmanın içeriğini öğrenmek için, eski rivayetçilerin yöntemiyle "boş sayfa" rivayetiyle yetinmemiz, onlar gibi yarım bırakmamız ve o özet hâline kanaat etmemiz gerekir. Zaten, "istediğin her şartı yazabilirsin." esasına göre barış anlaşmasının imzalanması, İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'nin gönderdiği imzalı boş sayfayı, kendi benimsediği şartlarla doldurduğu, kendi yararına olan, kendisi, ailesi, Şiîleri veya hedefi doğrultusunda kendi görüşünü temin eden maddeler sığdırdığı anlamını taşımaktadır. Şimdi maddeleri tek tek bilmediğimize göre, barış anlaşmasının içeriği hakkında söylenenler arasından, İmam Hasan'ın yararı ve faydasına daha yakın, fikir ve hedefine daha uygun olanın gerçeğe en yakın olduğuna inanabilir ve rivayetlerin uzlaşması bağlamında, böyle bir rivayeti, Muaviye'nin yararına daha uygun şartları içeren bir rivayete tercih edebiliriz. Bu da şüphesiz, barış anlaşmasını düzenlemek ko-nusunda İmam Hasan'ın sahip olduğu serbestlikten yararlanılabilir kesin ve kaçınılmaz bir sonuçtur. İmam Hasan'ın (a.s), o boş sayfaya yazdıkları şu anda

elimizde olmadığı için, tarihî kaynaklarda dağınık hâlde bulunan muhtelif cümleleri derleyip, onların tümünden en doğru, en önemli maddeleri içerenleri seçip, birbiriyle

uyumlu cümleleri tek madde altında birleştirip ve bu düzenlemeyle, barış anlaşmasını, en gerçeğe yakın şekline sokmamız gerektiğini düşünüyoruz:

İKİ TARAFIN İMZASINA SUNULAN ANLAŞMA METNİ

Madde 1:

Allah'ın kitabına, Peygamber'in sünnetine[167] ve gerçek halifelerin uygulamalarına uygun amel etmek[168] şartıyla, hükümet Muaviye'ye bırakılacak.

Madde 2:

Muaviye'den sonra hükümet Hasan'ın[169], ona bir şey olur ya da beklenmedik bir gelişme yaşanırsa Hüseyin'indir.[170] Ve Muaviye'nin, kendisinden sonraki

halifeyi seçme[171] hakkı yoktur.

Madde 3:

Muaviye, namazlarda Emir'ül-Müminin'e küfür ve  lâneti terk etmeli[172] ve Ali'yi ancak iyilikle yad etmeli.[173]

Madde 4:

Beş milyon dirhem mal varlığı bulunan Kûfe beytülmalına hükümet dokunmayacak; Muaviye her yıl 2 milyon dirhem Hüseyin'e gönderecek; bağış ve hediyeler konusunda Benî Haşim (Haşimoğulları) Benî Ümeyye'den imtiyazlı sayılacak; Cemel ve Sıffin Savaşlarında Emir'ül-Müminin'in safında şehit olanların yakınlarına 1 milyon dirhem dağıtılacak ve bu harcamaların tümü Darabcerd[174] bölgesi gelirlerinden karşılanacaktır.[175]

Madde 5:

Halk, Şam, Irak, Yemen, Hicaz, kısaca Allah'ın yeryüzünün tümünde güvenlikte olacak; ırk ayrımı olmayacak; Muaviye onların hatalarını görmezlikten gelecek, hiç kimseyi geçmiş hataları için cezalandırmayacak; Irak halkına yönelik eski kinini terk edecek.[176] Ali dostları her yerde emniyet ve huzur içinde olacak, Şiîlerine eziyet edilmeyecek; can, mal, namus ve evlâtları için endişede olmayacaklar, kimse onları takip etmeyecek, zarar vermeyecek, hak sahibinin hakkı kendisine ulaşacak ve

ellerindekiler geri alınmayacaktır.[177] Hasan b. Ali, kardeşi Hüseyin ve Allah Resulü'nün Ehlibeyti'nden hiçbirine, gizlide veya açıkta suikast tertiplenmeyecek, İslâm âleminin hiçbir yerinde korku ve tehdit altında kalmayacaklar.[178] İbn-i Kuteybe şöyle yazıyor:  "Daha sonra Muaviye'nin elçisi Abdullah b.

Amir, İmam Hasan'ın (a.s) şartlarını olduğu gibi Muaviye'ye yazıp gönderdi.

Muaviye hepsini kendi el yazısıyla bir sayfaya yazıp mühürledi, sağlam taahhüt ve yeminlerle anlaşmayı tekit etti; Şam ileri gelenlerinin tümünü şahit gösterdi ve tekrar elçisi Abdullah'a gönderdi, o da İmam Hasan'a teslim etti."[179]

Diğer tarihçiler, Muaviye'nin, anlaşmanın sonuna eklediği ve ahdine vefa edeceğine dair Allah'a yemin ettiği metni şu şekilde yazmışlardır: "Allah'a ve Allah'ın, kullarını bağlı olmaya mecbur kıldığı her şeye yemin olsun ki, Muaviye b. Ebu Süfyan, bu anlaşmanın maddelerine uyacaktır."[180] Ve bu anlaşma, en sahih rivayetlere göre, hicrî 41 yılının cemadiy'el-evvel ayının ortasında gerçekleşmiştir.

ANLAŞMANIN ÖNEMLİ MADDELERİNİN TETKİKİ

Şüphesiz, anlaşmanın dinî ve siyasî açıdan çok önemli konular içermesi, düzenleyenin hem dinî, hem de siyasî açıdan engin bir görüşe sahip olduğuna ilişkin yeni bir kanıttır.

Doğrusu, bu tür şeylerin, diplomasi gücünün en iyi göstergesi olduğu bir dönemde, İmam Hasan'ın emirlerine ve tedbirlerine baktığımızda, onun, fazlasıyla siyasî bir liyakate sahip olduğunu itiraf etmeli ve inanmalıyız ki, eğer o daha iyi şartlarda, daha uygun ortamlara sahip muhitlerde ve insanlar arasında yaşamış olsaydı, İslâm âleminin en deneyimli siyasetçileri ve en büyük hükümdarları arasında yer alırdı. Bir kimsenin ileri görüşlü ve büyük düşünen biri olduğuna dair göstergeler, şüphe ve tartışma götürmeyecek kadar fazla ise, zaman ve şartların ürünü olan geçici mahrumiyetler ve yenilgiler, onun zaafına delil olamaz, eleştirilmesine bahane oluşturamaz. Kişisel yetenekler, mahrumiyet ve yenilgiler neticesinde, her bakımdan kendilerini göstermiş olmasalar da meydanı bütünüyle boş bırakmazlar. Bu büyük insanın çıktığı şu şanlı er meydanına, bir milletin tümünün canını, hem zamanında, hem de gelecekte koruma esasına dayalı dahiyane düşüncesine bakın ve o zaman görün, bu fikri nasıl anlaşma paragraflarına sığdırabilmiş ve şartlar hâlinde düşmanın önüne sürebilmiş, seyredin! Anlaşmanın beş maddesinin zekice hazırlanması ve meramını iletebilmesi, iyice gösteriyor ki, düzenleyen, rast gele ya da dağınık bir şekilde konular sıralamamış; aksine, birbirine bağlı bu maddeleri seçip düzenlemekle, özel bir amaç ve hedefi takip etmiştir. Üstelik en yakın ve pratik yolları dikkate alarak, hedefini gerçekleştirmeye, yani kendi meşru hakkını sağlamlaştırmaya, kendi ve kardeşinin makamını korumaya, Peygamber ailesinin işlerini kolaylaştırmaya, canlarını korumaya, Şiîlerinin güvenliğini garanti altına almaya, yetimler ve geride kalanlarının refah düzeyini yükseltmeye, bu vesileyle onların sebat ve vefasını ödüllendirmeye; ayrıca onların iman, ihlâs ve yardımlaşma duygularını, dosta ihtiyaç duyulacak günler için garanti etmeye çalışmıştır. Bu anlaşmada, hilâfeti Muaviye'ye, Peygamber'in sünnetine ve gerçek halifelerin uygulamalarına göre amel etme şar-tıyla bıraktı. Bu şartı koymakla, mahiyetini ve bu şarta karşı tepkisini çok iyi bildiği Muaviye'nin -bu şart gereğince amel edilmemesi durumunda- sayısız muhalefet,

Back Index Next