Back Index Next

tepki ve düşmanlıklarla karşı karşıya kalacağını biliyordu ve bunu temin etmiş oluyordu.

Sonuç itibariyle bu, Muaviye'nin iktidarının temeline konulmuş bir dinamitti. Anlaşma dediğimiz, iki tarafın birbirlerine karşı taahhütlerini yerine getirmeye dair imzaladıkları bir senettir. Öyleyse bahsettiğimiz anlaşmanın konusuna şu başlığı verebiliriz: İki taraftan birinin aşırı istek ve alâkasını çeken sınırlı maddiyatın karşısında, diğer tarafın ideali olan sınırsız maneviyat. Muaviye için barış, iktidara gelmek için kullanacağı bir araçtan başka bir şey değildi.

İmam Hasan ise, ekolünü ve düşünce esaslarını korumak, Şiîlerini yok olmaktan kurtarmak ve Muaviye'nin ölümünden sonra, gasp edilmiş hakkını geri almayı kolaylaştırmak için, buna razı oldu. Rasyonel düşünmenin gereği, barış anlaşmasından böyle bir anlam çıkarmaktır. Barışın gerçekleşmesi anında iki taraftan her birinin hedefleri ve maksatları konusunda, yorumumuzun doğrulduğunun tamamen ortaya çıkması için, geçmiş tarihçileri körü körüne taklit zincirini kırmamız ve bu önemli  tarihî gerçeği keşfetmek için doğrudan, anlaşma maddeleri hakkında iki tarafın açıklamalarına veya genel olarak anlaşmanın gizli noktalarını aydınlatan sözlere geçmemiz gerekir. Böylece, niceleri hatta dostlar için bile gizli kalmış birçok sırrı da çözmüş oluruz.

1- İKİ TARAFIN AÇIKLAMALARI

Muaviye'nin barıştan sonraki açıklamalarından, sadece iki cümleyi aktarmakla yetiniyoruz:

1- İbn-i Kesir[181] ve diğer bazı tarihçilerin naklettiği Muaviye'nin şu sözü: "Biz bu saltanata razıyız, ondan hoşnuduz."

2- Barış için entrika çevirme bağlamında, İmam Hasan'a (a.s) yazdığı bir mektupta yer verdiği şu cümle: "Senin şöyle bir ayrıcalığın olacak: Kimse sana hükmetmeyecek, senden habersiz bir iş tamamlanmayacak ve hiçbir işte senin görüşüne karşı çıkılmayacak."[182]

İmam Hasan'ın (a.s) açıklamalarından da, aşağıdaki sözleri aktarmakla yetiniyoruz:

1- Barışın felsefesini Şiîlerine anlatmak amacıyla defalarca söylediği şu söz: "Ne bileceksiniz ki ben ne yaptım! Allah'a andolsun

ki, yaptığım iş, Şiîlerim için dünyada olan her şeyden daha iyidir."

2- Kûfe'deki Şiîlerin ileri gelenlerinden Beşir Hemedanî'ye söylediği şu cümle: "Bu barıştan, sizi ölümden kurtarmaktan başka

bir amacım yoktu."[183]

3- İmam Hasan'ın barıştan sonra yaptığı şu konuşma: "Ey millet! Doğrusu Allah sizi, bizim ilkimizle (Hz. Ali'yle) hidayete erdirdi ve sonuncumuzla da canınızı korudu.

Şimdi ben Muaviye ile barış kararı almışım. Ne bilelim? Belki de bu bir imtihan ve başka bir

zaman için fırsattır."[184]

Gerek Muaviye'nin, gerekse İmam Hasan'ın (a.s), aktardığımız bu ve benzeri açıklamalarının çoğu, bu anlaşmanın hedefini belirleme noktasında, zorlukla karşılaşmamıza ve belirsizliğe düşmemize imkân bırakmıyor... Muaviye şevk ve ısrarla hilâfeti  istiyordu.

İmam Hasan (a.s) ise, plân programı gereği, kendisi için bütün yeryüzündeki her şeyden daha değerli olan, Şiîleri  ölümden kurtarmak, İslâmî esasları ve fikirleri korumak ve bilâhare geçici barış ve sükûnet doğrultusunda yol alıyordu. Bu, yukarıda geçen açıklamalara binaen, hayret etmeden ve inkâr etmeksizin kabul edilebilecek ve tarihçilerin, iki tarafın barıştaki hedefi konusunda yaptıkları saptırmayı ve de iki tarafın açıklamalarını anlamada düştükleri hatayı gözler önüne serecek bir  gerçektir. Dikkat ederseniz, ne anlaşma metninde, ne de iki tarafın açıklamalarında biat, imamet ve hilâfet ile ilgili mutlak bir söz vardır. Öyleyse, tarihçilerden bir grubun ve onların başında İbn-i Kuteybe Dineverî'nin naklettiği; "İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'ye biat etmesi" iddiası hangi kaynağa dayanmaktadır? diye sormak lâzım!!! Burada, bu konu hakkında ya da bunu söz konusu edenler hakkında incelemeye başlamadan önce, İslâmî hilâfeti Muaviye b. Ebu Süfyan'la bağdaştırmak ve onun gibi birine şer'î biat nasıl ve hangi anlamda değerlendirilir, bağlamında kısa bir ön değerlendirme yapalım: Önceki bölümlerde, İslâm'da hilâfet konusu hakkında söylediklerimizi kısaca hatırlayalım: İslâm'da "hilâfet" ve "Peygamber halefliği", sadece ruhî ve manevî meziyetler bakımından herkesten daha çok Allah Resulü'ne benzeyen kimsenin hakkıdır; Ömer b. Hattab'ın deyişiyle; azat edilmiş kölelerin, onların evlâtlarının ve fetih günü teslim olanların, bu makamdan payı yoktur. Ehlisünnet kaynaklı muteber bir hadise göre, hilâfet,

Resulullah'tan sonra 30 yıldır ve ondan sonra zalim bir padişah gelecek. Şia ve Mu'tezile inancına göre, imamet sadece atama

ve tayin ile olur; galebe çalmak ve güç kudret, caiz olmayanı caiz kılmaz. Öyleyse bir kimsenin güç kullanarak hilâfeti elde etmesi ya da onu haydutluk ve zorbalıkla Müslümanlara dayatması doğru değildir. Peygamber'in halifesi olan kimsenin, onun kanunlarına,

açıktan veya gizlice muhalefet etmeye hakkı yoktur. Örneğin; zina yoluyla dünyaya gelmeyi meşru bir nesep olarak kabul etmek, cuma namazını çarşamba günü kılmak, yemin ve anlaşmaları bozmak, Peygamber'in halifesi vasfına sahip kimsenin yapacağı şeyler değildir... Şimdi yukarıdaki sözlerimize şunu ekliyoruz: Sözde Emevî halifelerinin ve onların destekçilerinin, bin aylık hükümetleri döneminde gerçekleştirdikleri yaygın propagandalara, dağıttıkları hesapsız rüşvetlere, arzu ve isteklerine göre uydurdukları yalan ve efsane menşeli rivayetlere rağmen, Muaviye'nin döneminden bu güne kadar, hiçbir İslâm düşünürü, Muaviye'nin hilâfet makamını ele geçirmesini, gerçek İslâmî hilâfet anlamında algılamamış, hiç kimse onu Resulullah'ın halifesi olarak kabul etmemiştir. Onca maddiyata ve propaganda gücüne rağmen, tarihte "Padişah halife" unvanından öteye gidememiş ve o şekilde tanınmıştır. Muaviye'nin iktidarı iyice oturduktan sonra, bir gün Sa'd b. Ebi Vakkas, huzuruna varıp şöyle dedi: "Selâm sana ey Padişah!"  Muaviye gülümseyerek şöyle dedi: "Ne olur bana Emir'ül-Müminin diye hitap etsen ey Eba İshak!" Sa'd şöyle dedi: "Ne kadar da neşeli ve gülerek konuşuyorsun. Yemin ederim ki, bu makamı senin elde ettiğin yolla elde etmeyi istemem."[185]

İbn-i Abbas, uzun bir konuşmanın ardından Ebu Musa Eş'arî'ye şöyle dedi: "Muaviye'de, onu hilâfet makamına yaklaştıracak

hiçbir özellik yoktur."[186] Ebu Hüreyre, Muaviye'nin hilâfetini inkâr bağlamında, Resulullah'tan bu hadisi nakletmiştir: "Hilâfet Medine'dedir, saltanat Şam'da."[187] İbn-i Ebi Şeybe rivayet ediyor: Peygamber'in kölesi Sefine'den, Benî Ümeyye'nin hilâfete müstahak olup olmadıkları sorulduğunda, cevaben şöyle dedi: "Yalan söylediler mavi gözlü cariyenin oğulları. Onlar padişahların en şirretlilerindendirler ve ilk padişah da Muaviye'dir."[188] Aişe, Muaviye'nin hilâfet iddiasını uygunsuz bulup kınayınca, Muaviye şöyle dedi: "Aişe'ye şaşırdım doğrusu. Lâyık olmadığım bir şeyi  elde ettiğime ve hak etmediğim bir makama oturduğuma inanıyor. O ne karışır bu işlere?! Allah onu affetsin."[189] Ebu Bekre (Ziyad b. Ebih'in anne tarafından kardeşi) Muaviye'nin toplantısına katıldı.  Muaviye ona şöyle dedi: "Bir hadis söyle ey Ebu Bekre!" İbn-i Said, Ebu Bekre'nin şöyle dediğini nakleder: "Resulullah'tan (s.a.a) hilâfetin 30 yıl olduğunu, ondan sonra ise saltanat olacağını duydum." Ebu Bekre'nin oğlu Abdurrahman şöyle der: "Ben babamın yanındaydım, bu hadisten sonra, Muaviye bizi tekme tokat dışarı attırdı!"[190] Muaviye, Sa'saa b. Sûhan el-Abdî'ye sordu: "Beni,

halifelerden hangi biri gibi görüyorsun?" Sa'saa cevaben şöyle dedi: "Halka zorla hükümet eden, kibirli davranan, yalan ve hile gibi batıl yollarla onlara musallat olan kimse, nasıl bir halife olabilir ki?! Evet ey Muaviye, yemin ederim ki, sen Bedir Savaşı'nda (Müslümanların yanında) bir kılıç vurup, (İslâm düşmanlarına karşı) bir ok dahi fırlatmadın. O gün, sen ve baban müşriklerin ordusundaydınız ve halkı Allah'ın Resulü'ne karşı kışkırtıyordunuz. Sen, köle oğlu köleydin; Allah Resulü seni ve babanı azat etti

ve hilâfet, azat edilmiş bir köleyle nasıl olur da bağdaşır?"[191] Dostu Muğiyre b. Şu'be, huzuruna varıp, sonra çıktı. Ardından oğluna şöyle dedi: "İnsanların en alçağının yanından geliyorum."[192] Basra'daki yöneticisi Semure görevinden azledildiği gün, ona lânet edip şöyle dedi: "Allah Muaviye'ye lânet etsin. Eğer ona ettiğim itaati Allah'a etseydim, bana asla azap etmezdi."[193] Hasan Basrî şöyle der: "Muaviye'de, her biri tek başına onun bedbaht ve helâk olmasına yetecek dört özellik vardı: 1- Akılsızları, ümmetin sırtına yükledi; o kadar ki, hilâfeti ümmete meşveret etmeden ele aldı. Oysa ümmet arasında sahabe ve faziletli insanlar bulunmaktaydı. 2- İpek elbise giyip tambur çalan, şarapçı sarhoş oğlunu, kendisine halef, veliaht tayin etti. 3- Resulullah'ın (s.a.a); 'Çocuk yatak sahibinindir ve zina edenin nasibi taştır.' Buyruğuna rağmen, Ziyad'ı kardeşi ilân edip, Ebu Süfyan'ın oğlu diye hitap etti. 4- Hucr'u öldürdü. Yazıklar olsun ona, Hucr ve ashabına yaptıklarından dolayı! Yazıklar olsun ona, Hucr ve ashabına yaptıklarından dolayı!.."[194]  Mutezile fırkası barıştan sonra, Muaviye'ye biat etmedi ve İmam Hasan'ı da, Muaviye'yi de terk ettiler ve bu yüzden

kendilerine "Mu'tezile" yani, uzaklaşanlar, bir kenara çekilenler ismini verdiler.[195] Zaman kervanının, Muaviye'nin kişiliğini sonraki

nesillere ulaştırmasından sonra, dört mezhebin fıkıhçıları, fıkhî konularda Muaviye'yi "Zalim Padişah"a örnek olarak kullanıyorlardı![196] Ebu Hanife Nu'man b. Sabit, onu "Savaşılması vacip bir zalim" biliyordu.[197] Şu hâlde, nerde Muaviye'ye yakıştırılan halifelik? Daha sonraları hicrî 284 yılında Abbasî halifesi Mu'tezid, yeniden Muaviye'nin yaptıklarını, büyük cinayetlerini, hakkında söylenen sözleri, nakledilen rivayetleri su yüzüne çıkarıp bir fermanla, Muaviye'ye lânet etmeyi bütün Müslümanlara tavsiye etti.[198] Gazalî kendi kitabında, İmam Hasan'ın (a.s) hilâfeti ile ilgili değerlendirmeler yaptıktan sonra şunları söyler:   "Ve hilâfet, hak etmeden sahiplenen insanların eline düştü."[199] 6. asırda Muaviye hakkında söylenen en beliğ sözü, Basra idare amir vekili söylemiştir: "Muaviye sahte sikke gibidir."[200] İbn-i Kesir, Hz. Peygamber'in (s.a.a) açık hadisine dayanarak, Muaviye'nin hilâfetini açıkça reddedip şöyle der: "Daha önce dedik ki, Resulullah'tan (s.a.a) sonra hilâfet 30 yıl sürecek ve ondan sonra zalim bir saltanat dönemi gelecek. Bu 30 yıl Hasan b.

Ali'nin hilâfetiyle son buldu. Şu hâlde Muaviye devri, o saltanatın başlangıcıdır."[201] Dimyerî, (ölm: hicrî 808) İmam Hasan'ın (a.s) hilâfet süresini belirttikten sonra şunları yazıyor: "Bu, Resulullah'ın (s.a.a) hilâfet için öngördüğü dönemin sonudur. Daha sonra saltanat ve ardından yeryüzünü kibir ve fesada boğan sulta dönemi idi.

Gerçekten Resulullah'ın buyurduğu gibi de oldu."[202]  Son olarak da Muhammed b. Akil, Muaviye hakkında kesin ve son hükmü veren ve şimdiye kadar iki defa basılan değerli kitabı "en-Nesayih'ul-Kâfiye Li-men Yetevella Muaviye" yi hazırlayarak büyük bir iş başarmıştır. "Muaviye ve hilâfet" konusunda şimdiye dek söylenenler, yapılan açıklamalar ve değerlendirmeler, yani: 1- Böyle bir hilâfetin, İslâm kanunlarıyla aykırılığı; 2- Muaviye'nin, Resullullah'a (s.a.a) apaçık muhalefet etmesi; 3- İslâm tarihinin bütün dönemlerinde Müslüman düşünce sahiplerinin, Muaviye'nin hilâfet iddiasını kınayıp kabul etmemeleri, konuyu daha fazla irdeleme ihtiyacını ortadan kaldırıyor. İmam Hasan'ın (a.s) kendisi de, hükümeti Muaviye'ye bıraktıktan sonra, diğer İslâm büyükleri gibi açıkça onun hilâfetini reddediyordu. Kûfe'de iki tarafın bir araya geldiğinde yaptığı konuşmada şöyle buyurdu: "Muaviye öyle sanıyor ki, ben onu hilâfete lâyık gördüm, kendimi değil; yalan söylüyor.

Biz, Allah'ın kitabında ve Resulullah'ın hükmüyle, hükümete herkesten daha evlâyız..." Gelecek bölümlerde, bu konuşmanın tam metnine yer vereceğiz. Barıştan sonra, Muaviye'nin de hazır bulunduğu bir ortamda yaptığı diğer bir konuşmada şunları söylemişti: "Halife; zulmeden, sünnetleri yürürlükten kaldıran, dünyayı kendisine anne-baba yapan kimse değildir. Böyle bir kimse, bir hükümetin başına geçen ve menfaatlerini gerçekleştirme fırsatına ulaşan bir padişahtır. Bu hükümet ondan geri alınır ve o lezzet çabuk geçer de günahların yükü omzunda kalır ve yüce Allah'ın (c.c.) bir ayette; 'Bilmiyorum, belki azabın gelmeyişi, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak içindir...'[203] buyurduğu

gibi bir durum ortaya çıkar."

2- BİAT KONUSU

Kuleynî (r.a) bir rivayette şöyle der: "İmam Hasan, Muaviye'ye, onu 'Emir'ül-Müminin' olarak isimlendirmeyeceğini de şart koştu."

İbn-i Babeveyh'in (İlel'uş-Şerayi, s.81) ve başkalarının naklettiği rivayette de şöyle geçer: "İmam Hasan (a.s), Muaviye'ye, onun yanında (herhangi bir olayla ilgili) tanıklık etmeyeceğini şart koştu." Muaviye'nin hilâfetini kabul etmeyen bir adam ona hiç biat eder mi? Bundan daha iyisi ve daha fazlası olamazdı; yani, ona Emir'ül-Müminin dememek ve onun yanında tanıklık etmemek. Olan sadece anlaşma metninde "işin teslimi" ve bazıları tarafından da "hükümetin teslimi" diye tabir edilen saltanatın bırakılmasından ibaretti. Dineverî'nin el-İmamet-u ve's-Siyase kitabında yer alan; "Hasan Muaviye'ye İmamet unvanıyla biat etti." cümlesi; 1- İslâmî hilâfet ve Müslümanları idare etmekle ne kadar uyuşmaz olduğunu gördüğümüz Muaviye'nin özellikleriyle, 2- İmam Hasan'ın, Muaviye'nin hilâfetini reddettiğine ilişkin açıklamalarıyla, 3- Muaviye'nin halifeliğini onaylıyormuş gibi bir durumun ortaya çıkmaması için gösterdiği büyük dikkati ve titizliğiyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.

(Nitekim Yukarıdaki iki rivayetten bu durum anlaşılıyor.) İmam Hasan ve Muaviye olayı bölümünde Dineverî'den nakledilenlerin toplamı, üçüncü asırda, yani Muaviye'nin propagandaları ve rüşvetlerinin artık etkili olmadığı bir dönemde yaşayan bir tarihçiye yakışmayan, apaçık bir taassup ve taraf tutmanın göstergesidir. Şüphesiz, bu tür yargılar, çoğu Müslüman tarihçilerimizin içinde olduğu duygusal ve ideolojik etkenlerin ürünüdür. Meselâ başka bir yerde şöyle yazıyor: "Hasan ve Hüseyin, Muaviye'nin hayatı boyunca, ondan hiçbir kötülük görmediler!" Bu tarihçiye sormak lâzım; hangi kötülük, birini zehirlemekten daha fazla ve hangi zulüm, birinin makamını gasp etmekten daha büyüktür? Hangi değer ve yargılarına göre hareket ediyor bu Dineverî?! İmam Hasan'ın Muaviye'ye biat etmesinden dem vuran tarihçiler için, zoraki bir mazeret veya bahane üretmemiz gerekecekse, bunların da, kendi zamanlarına kadar halkı rahat bırakmayan geniş bir propagandanın etkisi altında kaldıklarını söylememiz gerekir. Tarihte hiçbir olay, İslâmî hükümetin, İslâm Peygamber'inin evlâdı olan birinin elinden çıkıp, kendisinin ve ailesinin hayatı meşhur olan azatlı bir savaş kölesinin eline düşmesinden daha büyük değildir. Bu olayın önemi, barış karşıtlarının, bu olayı istedikleri biçimde gösterme, dilediklerini söyleme ve yazma yetkisini, kendilerinde görmelerine neden olmuştu. Böylece gerçekleri değiştirdiler, kendiliklerinden konular uydurdular. Netice itibariyle biat yalanı da hayal âleminde şekillenmiş oldu. Bu uydurma efsaneyi tekrarlamak, hükümet şefleri için barış olayından sonra önemli bir maslahatı daha içeriyordu. Bu efsane, Muaviye'nin hilâfet hakkına sahip olduğuna dayalı propagandaları için hatırı sayılır bir kanıt olabilir ve Müslümanların genelinin inkâr ve reddine maruz  kalan ve Peygamber'in hizmetçisi Safine'nin, onun hakkında; "Yalan söylüyorlar mavi gözlü cariyenin çocukları. Onlar padişahların en şirretlilerindendirler ve ilk padişah da Muaviye'dir." dediği Muaviye'nin, halife olduğu meselesi bu vesileyle kesinlik kazanabilirdi. Safdillik ve körlüğün, tarihçilerin başına belâ olması ve İslâm tarihiyle ilgili hazırladıkları her konuya etki etmesinden sonra, bu uydurma efsane de gerçek gibi algılanmaya başladı. Azınlıkta kalan bir grup, dillerini bu saçma iddialardan korudular. Fakat bazıları; "Hasan'ın kendisi de biat ettiğini açıkça itiraf etmiştir!" şeklindeki sapkın iddiayı ileri sürecek kadar, hakikatten uzaklaşmışlardır. Diğer bazıları, kendilerini töhmet ve iftiraya da bulaştırdılar; İslâm Peygamberi'nin evlâdı hakkında konuşan hiçbir Müslümanın mertliğine yakışmayan bir bataklığa gömüldüler... ve şöyle yazdılar: "Hasan, hilâfeti dünya malına sattı!!.." Biz şimdi bu iftiracıların saçmalıklarına cevap vermek niyetinde değiliz. Burada sadece şunu kanıtlamak istiyoruz: İki tarafın imza ve kabulü ile gerçekleşen barış olayında, bizim kanaatimize göre, biat edildiğini gösteren bir kanıt yoktur.

Bunu söylerken dayanağımız, her Müslümanın biat ve imamet kavramından çıkarması gereken doğru anlayıştır. Buna ilâveten, konuya ilişkin rivayetler ve de bu  olayın etkin şahsiyetlerinden nakledilen açıklamalar, bu iddianın başka delilleri sayılabilir. Kendisiyle ilgili bunca sağlam kanıtlar bulunduğu hâlde, şüphe ve belirsizliğe mahkum edilen dünyada başka bir gerçek gösterilemez. Herhangi bir olayı tanımak ve anlamak için, o olayın meydana geldiği dönemde veya olaydan kısa ya da uzun süre sonra yaşayan tarihçilere başvurmak, bir alışkanlıktır. Sonraki nesillerde bu yönteme devam edilmesi, bir camia ve inancın takipçileri arasında, çeşitli görüş, inanç ve gruplaşmaların doğmasına neden oldu... Bunun bir tek nedeni vardır: Tarih yazarları da, bu gibi koşullardan kurtulamadıkları o döneme has resmî ideolojilerin, gruplaşmaların, görüş ve inançların tesiri altında yaşıyorlardı. Doğrusu o şartlarda, hem ahlâkî açıdan, hem sosyal faaliyetleri bağlamında etkili olan duygusal etkenlerden kendilerini uzak tutmaları zordu. İslâm tarihinin birtakım karışıklıklara ve üzüntü verici perişan duruma düşmesi bu noktadan kaynaklanıyor.

Gerçekten kabul etmek gerekir ki, barış konusunda bazılarının kınama ve eleştiri duygularını kabartan biat yalanı, tarihçilerin, kitaplarını yazarken etkisi altında kaldıkları konjonktürün bir ürünüdür. Bu efsaneyi bir gerçek gibi göstermek için yapılan maksatlı propagandalar, birçok tarihçiyi, maddî çıkarlardan veya hakikatten habersiz olmalarından dolayı, bu propagandalara uymaya zorluyordu. Anlaşma metninde geçen "işin teslimi" tabiri de, İmam Hasan'ın, Muaviye'nin halifeliğini resmen tanıdığını ve daha sonra ona biat etmeyi de kabul ettiğini iddia edebilmeleri için bir kanıt sayılıyormuş!! Oysa ilâhî bir makam olması itibariyle, hilâfetin muameleye veya başka birisine teslim edilmeye tâbi tutulamayacağına ve barış ya da hakemliğin kabulü gibi beklenmedik gelişmelerin, onun gerçek mahiyetine tesir etmesinin mümkün olamayacağına dikkat etmediler. Şimdi, barış anlaşmasının ilk maddesinde açıklanan, "işin teslimi" tabirinin anlamının tamamen ortaya çıkması için, kendi yöntemimizle tarihçilerin zayıf sözleri arasında, ciddi ve gerçek sonuçları elde etmemiz ve bu kısa tabirin yorumunu, anlaşmanın iki tarafından nakledilen sözlerde aramamız gerekiyor.

Back Index Next