Back Index Next

3- İŞİN TESLİMİ

Geçen bölümlerde, Muaviye'nin, oğlu Yezit'le konuşmasında, Peygamber ailesi hakkında şöyle dediğini gördük: "Gerçekten hak onlarındır." Barışa ortam hazırlamak için İmam Hasan'a yazdığı bir mektupta şu şarta yer vermişti: "Senden habersiz hiçbir iş yapılmayacak ve hiçbir işte senin görüşüne muhalefet edilmeyecek." Yine barış imzalandıktan sonra şöyle demişti: "Bu saltanata razıyız ve ondan hoşnuduz." Kûfe'ye girdiği gün yaptığı konuşmada da şöyle demişti: "Ben, namaz ve zekât için sizinle savaşmadım... Bu ordu sevkinden amacım, sadece size hükümranlık etmekti." Ayrıca, İmam Hasan'ın (a.s), Muaviye'nin yüzüne karşı, onun hilâfetini reddettiğini ve onun da susup hiçbir şey söylemediğini görmüştük. Buna göre, bildiklerimize bir husus daha eklenmiş oluyor: Muaviye saltanata razı olduğu an, hilâfet makamını kendisinden soyutlamış oldu ve "Namaz ve zekât için sizinle savaşmadım..." demekle, dinî bir halife olmadığını, aksine halkın namaz ve zekâtıyla işi olmayan ve bütün gayretini, halka hükümranlık etmeye harcayan diğer padişahlar gibi bir padişah olduğunu kanıtlamış oldu... Yine İmam Hasan'a; "Senden habersiz bir iş yapılmayacak", oğluna da; "Hak onlarındır." demekle, İmam Hasan'ın yüce makamını itiraf etmiş ve karşı çıkılmaması gereken otoritesini kabullenmiştir. Bu da, hilâfet makamından ve otoritesinden başka bir şey değildir... Böyle bir durumda İmam Hasan'ın, Muaviye'nin karşısında, onun hilâfetini reddetmesine, boş ve yersiz iddiasını yalanlamasına, Muaviye'nin sessiz kalması ve cevap vermemesi çok doğaldır. Bu gerçekler nere, bu beyefendilerin "işin teslimi" tabirini, "hilâfetin teslimi" manasına yorumlamaları nere?! Analitik görüş açısından, Muaviye'nin kendisinin, halifeliği hak etmediğini itiraf ettiğine daha fazla delâlet eden diğer bir kanıt da şudur: Bir gün Sa'd b. Ebi Vakkas Muaviye'nin yanına gelir ve ona "Emir'ül-Müminin" yerine; "Selâm sana ey padişah!" der. Emir'ül-Müminin değil de, padişah demesinin karşısında, Muaviye yenilgiyi kabullenir bir edayla gülümser. Bu gülüş, Muaviye'nin, hilâfet unvanını, Peygamber'le ümmet arasında aracılık değil de, savaş ganimeti gibi algılamadaki hatasını açıkça itiraf ettiğini gösteriyor. Bu yüzden, şahsiyetli bir kişi olan ve Muaviye'nin yağcılığına kanmayan Sa'd b. Ebi Vakkas'ın şu cevabını; "Allah'a andolsun, bu makamı senin yönteminle elde etmeyi istemem." hak ediyor. Yani Sa'd b. Ebi Vakkas, haksız kanların aktığı, fitnelerin ve yalan anlaşmaların üzerinde bittiği bir unvandan, kendisini daha üstün görüyor. Gördüğünüz gibi Sa'd da "işin teslimi" tabirinden, saltanat ve hükümetin tesliminden başka bir anlam çıkarmamıştır. Bu da, hilâfet konusunda Kur'ân'ın görüşüne ve barış anlaşmasında iki tarafın literatürüne aşina olan herkesin çıkarması gereken bir sonuçtur. Büyük İslâm araştırmacısı Seyyid Emir Ali Hindî (r.a), barış konusunu ele aldığında, "hükümetten çekilme" tabirini kullanmıştır.[204] Barışın yorumu bağlamında ashabından biriyle yaptığı konuşmada, İmam Hasan şunları söylemiştir: "Ben müminleri küçük düşürmedim; aksine, onları saltanat uğruna feda etmek istemedim."[205] Böylece görüyoruz ki, bu savaş her iki taraf açısından (hem Hasan, hem de Muaviye açısından) da, güç ve hükümet için olmuştur. Dolayısıyla iki tarafın görüş birliğine vardığı barış anlaşmasının şartlarının da aynı konu üzere (hükümet) olması kaçınılmazdır.

Çünkü iki taraf dün, uğruna savaşa kalkıştıkları konuda bugün barış anlaşması yapıyorlar.

Böyleyken ne açıklamaları arasında ve ne de  barış anında, hilâfet alışverişine dair bir ifadeye rastlamıyoruz. Dolayısıyla bu açıklamalardan hareketle başka bir gerçekle karşılaşıyoruz: Hiçbir konuda sahibinin görüşüne karşı çıkılmaması ve ondan habersiz bir iş yapılmaması gereken bir makamın, yani yöneticilikten daha üstün bir makamın Hasan b. Ali'ye (a.s) ait olduğu konusunda her iki taraf da görüş birliği içindeydiler... İmam Hasan'a, Muaviye'nin yüzüne, birini bir işe görevlendiriyormuş gibi; "O, kendi durumunu daha iyi bilmekte ve kendisine bıraktığımız iş (yöneticilik işi) için şükretmektedir."[206] deme cesareti ve yetkisi veren de işte bu makamdır. Bu makamla, zırvalayan tarihçilerin zannettikleri ve de kitaplarında yazdıkları (İmam Hasan'ın Muaviye'ye biat etmesi ya da hilâfeti ona teslim etmesi) makam arasında ne kadar çok fark vardır! Öyle görünüyor ki, bu saçmalıklar ilk olarak maksatlı ve kötü niyetli bir yazar tarafından hazırlanmış, daha sonra

gelen yazarlar da, kendilerine ait olmaksızın bu önceki görüşü aynen alıp aktarmışlardır. Tarihte bu tür yanlışlara çok rastlanmaktadır. Bunlardır gerçekleri değiştiren,

güzellikleri örten, araştırmacıların zahmetlerini kat kat artıranlar. Eğer bir araştırmacı, gerçek, objektif anlayışa önem verir ve kaynakları dikkatlice incelerse, bu tahrif ve saçmalıkların tümünün bir kaynağa ve bir köke dayandığını; biraz daha araştırma yaparak meselenin köklerine indiğinde ise, konunun bütünüyle asılsız olduğunu görecektir. Elbette sözde hilâfet makamının ve halife unvanının Muaviye'nin eline geçtiğinde, ondan sonra da kılıç zoruyla veya miras yoluyla diğer zorbaların eline geçtiğinde hiçbir şüphe ve ihtilâf yoktur. Muaviye ve onun gibi bir zorbaya biat eden bir toplumun literatüründe zorbalık, diktatörlük ve yalan iddialar ile elde edilen hükümete "hilâfet" adı verilebiliyorsa, onlara diyecek bir sözümüz yoktur. Bu durumda bırak da Muaviye zorbalık ve diktatörlüğün halifesi, İmam Hasan da Peygamber'in halifesi ve Kur'ân'ın yoldaşı olsun. Yine bu durumda, senedi sahih, metni tahrife uğramamış olduğu farz edilse dahi, bazı rivayetlerde geçen "halife" sözcüğünün de bu yeni anlamda kullanıldığını kabul etmemiz lâzım!!

4- MUAVİYE'DEN SONRA HİLÂFETİN KADERİ

Muaviye, barışa ortam hazırlamak için İmam Hasan'a yazdığı mektuplarda, "Muaviye'nin ölümünden sonra hilâfetin kaderi" konusunu unutmaz ve sürekli olarak buna işaret eder. Bu mektupların tümünde, onun İmam Hasan'dan dileği, yaşadığı sürece hükümeti kendisine bırakmasıdır. Bu mektupların bazısında şöyle yazar: "Benden sonra hükümet senindir."[207] Diğer bazısında da; "Sen o işe herkesten daha önceliklisin."[208] der. Barış anlaşması metninde de, konu bu şekilde açıklanmıştır. Halk da bu barıştan şunu anlıyordu: İktidar yaşadığı sürece Muaviye'nin yetkisinde olacak, onun ölümünden sonra da (Muaviye ile İmam Hasan arasında 30 yıl yaş farkı vardır, dolayısıyla normal şartlarda Muaviye'nin daha önce ölmesi gerekir), yöneticilik asıl sahibine dönecek ve İmam Hasan (a.s) o sırada yaşlılığın ilk dönemlerinde ya da gençliğin sonlarında olacaktır. Halkın, anlaşmadan anladığı

buydu... Ne yazık ki, cehennemî entrikalar ve şeytanî plânlar, sıradan hesaplarla anlaşılamaz!! Muaviye'den sonra İmam Hasan'ı açıkça halife olarak tanıtan madde, anlaşmanın en seçkin ve meşhur maddesi olarak on yıl boyunca devamlı, İslâmî toplumlar arasında yer aldı.

Fakat sonraları maksatlı propagandalar bu maddeyi değiştirdi ve hadis ravileri, yalan üretme atölyelerinde değişiklik icat ettiler. Bazıları, cümleyi şu şekilde değiştirdi: "Muaviye'nin, kendisinden sonra hilâfeti bir başkasına bırakma yetkisi yoktur." Bazıları da işi daha ileri götürerek şu yalana başvurdular: "Muaviye'den sonra halifeyi, Müslümanlarca oluşturulan bir şûra seçecek." Sadece doğru sözlü raviler o maddeyi asıl şekliyle rivayet ettiler. Tarihçiler, bu gerçeği tahrif etmenin ve anlaşma metnini

değiştirmenin, bu maddeyi uygulama esnasında, gerçeği onların lehine çevirmeyeceğini gözden kaçırdılar. Zira Muaviye'nin ölümünden sonra, İmam Hasan'ın hayatta olması durumunda ve halifenin seçimi gündeme geldiğinde, halkın özgür bir seçim yapmasına izin verildiğinde Müslümanların, alışılmışın aksine başkasını Peygamber'in evlâdına tercih etmeleri, şûra veya başka bir vesileyle hilâfete seçmeleri mümkün değildi. Kısacası ister sahih, ister uydurma olsun, bütün rivayetler" ve bir rivayet için gündeme gelen her üç ihtimale göre, İmam Hasan'ın (a.s) hayatta kalması durumunda, pratik açıdan aynı sonuç çıkacaktı, yani Hasan b.

Ali halifeliğe seçilecekti. Öyleyse, tarihî güvenilirlikten kaçmak için, bu yalancı ravilerin, iş başındaki güç merkeziyle alçakça iş birliğine

girerek, Yezid'e biat edilmesine uygun bir ortam hazırladıklarını tasavvur etmekten başka ne yapabiliriz?! İmam Hasan'ın hilâfet makamına tayin edildiğini açık bir şekilde vurgulayan bu maddeyi bir kenara bırakıp ve onun yerine "şûra" meselesini yerleştiren usta tarihçi, uydurma ve tahrif konusunda en iyi yöntemi seçtiğini sanıyordu! Fakat yaptığı işin, şûradan bile bahsetmeyen diğer meslektaşlarıyla aynı olduğunu anlamamıştı. Oysa İslâm'da şûranın, halifeyi seçmek gibi bir görevi yoktur; halifenin veya Müslümanların önderinin yapması gereken işleriyle ilgili bir misyona sahiptir. Şûra hükmünün; "İş hakkında onlara danış." ayetiyle hükme bağlanmasından ve Allah'ın, Müslümanları, yaptıkları işlerde meşveret ettiklerinden dolayı; "Onların işleri, aralarında danışma iledir." ayetiyle övmesinden amaç, Müslümanların önderine ait kararlar ve işlerde yapılan meşverettir. Meşveret emri içeren ayet, uydurma liderliğin yerleşmesinin bir aracı olmaktan çok, böyle bir liderliğin egemen olmasını önleme amacına yöneliktir. Bu ve bunun gibi tarihçilerin, halifeyi seçme meselesini Allah'ın kitabına dayandırmaya çalışmaları bir yanılgıdan

başka bir şey değildir. Bu yüzden Aişe, halkı şûraya çağırdığı zaman, onu Allah'a dayandırmadı; Ömer b. Hattab'ın yaptığını delil gösterdi ve eğer Allah'ın kitabına dayandırma imkânı olsaydı, kesin ve daha ikna edici olan bu delilden asla vazgeçmez ve Ömer'in yaptığını dayanak göstermezdi. Aişe Basra'ya geldiği gün şöyle demişti: "Doğru olanı, Osman'ı öldürenleri yakalayıp

hepsine kısas uygulamak, daha sonra Ömer b. Hattab'ın yaptığı gibi, halifeyi belirleme işini şûraya havale etmektir."[209] Dolayısıyla eldeki bunca kesin kanıt gereğince, söz konusu metin, anlaşmanın 2.

Maddesiyle ilgili olarak yaptığımız açıklamanın dışında anlaşılamaz. Nedenine gelince: 1- Daha önce işaret ettiğimiz, Muaviye'nin İmam Hasan'a (a.s) yazdığı mektuplar. 2- Bu tarzı, maddeleri öneren İmam Hasan'ın ortaya koymuş olması, diğer tüm şekillerden daha uygun ve gerçeğe daha yakın olması. Nitekim "beyaz sayfa" ile ilgili rivayetin açıklamasında buna işaret etmiştik. 3- Bu rivayetin daha meşhur ve ravilerinin daha çok olması.

4- İkinci madde bu şekliyle, İmam Hasan hayatta olduğu sürece çok meşhur ve dillerden düşmezdi.

Öyle ki, birçok hutbe ve hadislerde kanıt olarak gösterilirdi. Meselâ, Süleyman b. Surad, barış anlaşmasının imzalanmasından sonra İmam Hasan'a sunduğu önerilerinde, buna işaret etmiştir. Cariye b. Kudame, Muaviye'nin huzurunda, meşhur ve kesin bir konu şeklinde kendisinden sonra hükümet hakkının, İmam Hasan'ın olduğunu hatırlatır. Ahnef b. Kays Yezid'e biati reddetmek için, büyük bir toplantıda

Muaviye'nin de hazır bulunduğu bir sırada yaptığı konuşmada, konunun kesinliğinden bahseder.

Ahnef şöyle der konuşmasında:

 "Çok iyi biliyorsun ki, Irak'ı kılıç zoruyla fethetmedin, kendi gücünle oraya hâkim olmadın. Bildiğin gibi, Hasan b. Ali'ye, kendinden sonra yönetimi ona bırakacağına dair Allah'a söz verip anlaştın. Şimdi eğer verdiğin sözü tutarsan, bu işe lâyıksın; ihanet ve hile yolunu seçersen, zulmetmiş olursun.

Allah'a andolsun ki, Hasan'ın arkasında soylu atlar, güçlü bilekler ve keskin kılıçlar hazır bekliyor. Eğer bir karış dahi mazeret ve hileye yaklaşsan, karşında güçlü bir pazu bulacaksın. İyi biliyorsun ki Irak halkı, sana karşı kin ve nefretlerini kalplerine kazıdıkları günden beri, bir an bile seni sevmemişledir..."[210] Bu konuyla ilgili başka örnekler de var, ama hepsine yer vermek, özete riayet ilkemize ters düşer.

5- ANLAŞMANIN DİĞER MADDELERİ

Gördüğünüz gibi, anlaşmanın önemli cümleleri etrafındaki incelememiz, şimdiye kadar ilk iki maddeden öteye geçmedi. Üçüncü maddeye gelince: "Barışın Görünümü" bölümünde, bu madde hakkında geniş açıklamalarda bulunduk. "Barış Anlaşması" bölümünde "beyaz sayfa" rivayetinden bahsederken, bu rivayetin, barış anlaşmasına ilişkin rivayetler arasında içeriği, düşmanının maslahatıyla değil, İmam Hasan'ın maslahatıyla daha fazla bağdaşması bakımından bir rivayetin kabul ve tercih edilebilir oluşuna ilişkin önemli bir kanıt olduğunu belirtmiştik. Anlaşmanın üçüncü maddesi konusunda kabul etmemiz gerekir ki, bu maddenin anlamı, İmam Hasan'ın huzurunda veya gıyabında, Emir'ül-Müminin Ali'ye (a.s) lânet edilmesi kat'î surette yasaklanmıştır.

Dolayısıyla, bazı tarihçilerin dediği; "Sadece İmam Hasan'ın huzurunda bu yasak geçerliydi."[211] sözü doğru değildir. Zira şimdi dediğimize ilâveten, "şartlı yasak", barış ruhu ve iki tarafın anlaşma halinde olmasıyla bağ-daşmaz. Dördüncü madde: Bu madde, bazı özel malları, anlaşma gereği Muaviye'ye bırakılması gereken mallardan istisna tutuyor, o kadar. Bu istisnaya göre barış anlaşması, Muaviye'nin kafasındaki mülk, hükümet ve malları kendisine bırakıyor ama, maddede işaret edilen tutarı istisna ediyor. İmam Hasan bu istisnaları, kendisi, kardeşi ve Şiîleri için öngörmüştü. Darabcerd bölgesinden vergi alınmasını da, şer'î açıdan daha uygun bildiği için seçti.[212] Şimdi düşünün, bazı yazarların İmam Hasan'ın (a.s) makamına yönelik adaletsizce iftira ve kınamalarıyla bu yorum arasındaki farklılığın boyutlarını... Sözü edilen yazarlar, bu maddeyi doğru şekilde anlamadıkları için, istisna edilen malları hilâfetin karşılığı sanıp, İmam Hasan'ı hilâfeti satan ve Muaviye'yi de halifeliği para karşılığı satın alan şeklinde  lanse ettiler! Keşke, hem alım satıma malzeme olan şeyi, hem de onun karşılığını, satanın malı olarak varsayan ve buna rağmen bunun adını alım satım koyan böyle geri zekâlı cahiller, ellerine kalem almamış olsalardı! Böyle işlere karışmaları bilgisizliklerinin ve geri zekâlılıklarının habercisidir. Keşke bu konuda bir şey yazmamış olsalardı; hem kendilerine, hem de bu konuya kötülük etmeselerdi! Ne olurdu! Geçen sayfalarda, hilâfetin anlamından ve Muaviye'nin bu makama ilişkin liyakat derecesinden söz ettiğimiz gibi, bu boş sözün de imkânsız olduğu konusunda gerekli bilgiyi verdik. Burada ayrıca tekrar etme gereğini duymuyoruz. Beşinci maddeye gelince: Bundan sonraki bölümlerde bu konuyla ilgili açıklamaları bulacaksınız.

KÛFE'DE KARŞILAŞMA

Tarafların, barış antlaşmasını imzaladıktan sonra doğal olarak, hem tarihin tanıklık edebileceği bir davranış örneği sergileyerek barışı tescil etmek, hem de birbirlerine karşı taahhüt ettikleri şeyleri Müslüman kamuoyunun önünde deklare etmek üzere bir yerde buluşmayı kararlaştırmaları gerekiyordu. Bu amaçla, taraflar buluşma için Kûfe'yi seçerek oraya doğru hareket ettiler. Büyük bir kalabalık bu kente akın etmeye başladı. Bu büyük başkent her taraftan gelen insanlarla dolup taştı. Bu kalabalığın büyük çoğunluğunu, Kûfe'nin meş'um tarihinde yazılı olan ve kaçınılmaz olarak tanık olunması gereken bu tarihî olaya katılmak için ordugâhlarını terk edip kente gelen iki tarafın askerleri oluşturuyordu. Irak'ın başkenti ilk defa Şam'ın on binlerce kırmızı üniformalı Hıristiyan veya Müslüman askerleri yakından görüyordu. Bu iki ordu, uzun zamandı emniyet ve asayişi birbirine haram etmişlerdi. Uzun bir zamandan beri - Osman b. Affan döneminde Selman-i Bahilî ve Habib b. Mesleme el-Fehrî olaylarından beri- sadece tarihî düşmanlıklar ve kanlı olaylarla karşı karşıya gelmişlerdi. Şimdi, silâhlarını yere atmak ve Kûfe'nin takva temeli üzere kurulmuş, görkemli camiinin revaklarının altını dolduran Şam ordusunun fatihane kibir ve gururu karşısında teslim olmak zorunda kalan bir vefalı Kûfe askerinin nasıl bir  duygu içinde olacağını düşüne biliyor musunuz? Bu olay, Peygamber'in Ehlibeyti'nin samimî dostlarından olup, İmam Hasan'ın barışı kabul etmesindeki amacından veya İmam'ı barışa mecbur eden şartlardan habersiz olan kimseler için acı ve öldürücüydü. Fakat hain çoğunluk, bir çırpıda bütün perdeleri yırtarak gerçek çehreleriyle ortaya çıktılar. Şam askerlerinin oluşturduğu kalabalık arasında, onların bitmek bilmeyen zafer kutlamalarının buruk sevincine katılan bazı Kûfeli gruplar da göze çarpıyordu! Tellâllar, barış taraflarının söylevlerini dinlemek için halkı Kûfe Camii'ne çağırdılar. İlk konuşmacı Muaviye olması gerekiyordu. Konuşmasını yapmak için minbere doğru ilerlerdi ve çıkıp minberin üstünde oturdu.[213] Tarihî kaynakların, sadece birkaç bölümünü kaydettiği uzun bir konuşma yaptı. Yakubî, bu söylevin bir bölümünü şöyle kaydetmiştir: "...Bütün bunlardan sonra, hiç şüphesiz Peygamber'inden sonra ayrılığa düşen her ümmette batıl hakka galip olmuştur!!" Yakubî diyor ki: "Muaviye birden bu sözün kendi zararına olduğunu fark etti. Bu nedenle şöyle ekledi: Bir tek bu ümmet hariç ki, bu ümmette hak batıla galip geldi."[214] Bu konuşmanın bir bölümünü Medainî şöyle nakletmiştir: "Ey Kûfe halkı! Sanıyorsunuz ki ben, namaz, zekât ve hac uğruna mı sizinle savaştım? Hayır! Ben sizin bütün bunları yerine getirdiğinizi biliyordum. Ben, sırf size hükümet etmek ve işlerinizin yularını elime geçirmek için sizinle harp etmeye kalkıştım. Şimdi siz hoşlanmasanız da, Allah beni bu arzuma kavuşturmuştur.

Şimdi bilmiş olasınız ki, bu fitnede akıtılmış olan her kan hederdir ve biriyle yapmış olduğum her antlaşma ayağımın altındadır!! Şu üç şeyi yerine getirmeleri halkın yararınadır: Vergileri zamanında ödemek, zamanında asker göndermek ve düşmanla evinde çarpışmak. Çünkü eğer siz onlara gitmezseniz, onlar size gelirler." Ebu'l-Ferec el-İsfahanî, rivayet senediyle birlikte Habib b. Ebi Sabit'ten, Muaviye'nin bu konuşmasında Hz. Ali'yi anarak ona küfrettiğini, ardından İmam Hasan'a da yakışıksız sözler sarf ettiğini rivayet eder.[215] Ebu İshak es-Sebiî,[216] şu cümleyi de fazladan nakletmiştir:

"Bilin ki, Hasan b. Ali'ye verdiğim her taahhüt şu iki ayağımın altındadır, ona bağlı kalmayacağım!!" Ebu İshak sonra şöyle diyor: "Andolsun Allah'a, o hilekâr ve düzenbaz idi."[217] Muaviye konuşmasını bitirip minberden aşağı indikten sonra bir an bir bekleyiş ve sessizlik her tarafta çöktü. Bu sırada aniden görünüm, ahlâk, davranış, heybet ve efendilik itibariyle herkesten daha çok Resulullah'a (s.a.a) benzeyen Peygamber'in torunu göründü ki, o büyük camide babasının mihrabı tarafından minbere doğru ilerliyordu... Büyük kalabalıklarda genellikle halk, olağanüstü bir hayranlık ve titizlik psikolojisine girdikleri için büyüklerin en ufak hâl ve harekatını gözden kaçırmazlar. Az önce Muaviye'nin kekelemelerini ve telâşlı hâlini gören halk, şimdi tam bir metanet ve soğukkanlılıkla ayak üstünde minberin üzerinde durup dikkatli bakışlarıyla kalabalığı süzen Hasan'ı gözlemliyor ve ikisinin durumunu birbiriyle karşılaştırıyordu. Cami, âdeta kulak kesilmişti.

Back Index Next