Back Index Next

Bir kimsenin hakkı olan unvanından payını kendisine vermedin; böylece şeytan nasibini fazlasıyla almış oldu."[246] "Yezid'in, marifetinin ve Muhammed ümmeti için siyasetinin hakkında söylediklerine gelince; bu sözlerle halkı onun hakkında yanıltmak istediğini anladım. Sanki tanınmamış birinden söz ediyor veya gizli kalmış bir şeyi açıklıyormuşsun! Ya da senden başka kimsenin bilmediği bir şeyden haber veriyormuşsun gibi ! Yezid'in kendisi kapasitesini ve dirayetini göstermiştir! En iyisi onun hakkında, kendisinin peşinde olduğu iftiharları açıkla. Örneğin av köpekleriyle oynamasını, yarış güvercinleriyle uğraşmasını, şarkıcı kadınları, çalgıcıları bir araya  getirmesini ve türlü türlü eğlenceler tertiplemesini anlat... O zaman daha doğru konuşmuş olursun..." "Düşündüğün şeyden vazgeç! Bu halkın günah ve vebalini bundan fazla kendinle beraber Allah'ın huzuruna götürmen, senin yararına olmaz! Allah'a andolsun, o kadar zalimane batıl yola dalmış ve halka öylesine zulmetmişsin ki, artık insanlar gına geldi... Hâlbuki ölümle aranda, bir göz açıp kapama kadar mesafe var... Ömrünün kalan bu bölümünde, kaçışın olmadığı ceza günü için azık olacak işlerle uğraş." "Resulullah (s.a.a) döneminde o adamın, bahsettiğin topluluğa komutan oluşundan söz ediyorsun...

O zaman bu makam Amr'a havale edilince, o topluluk, bu işi kendilerine ayıp bilip, onun öne geçmesini kabul etmeyerek yaptığı işleri saydılar. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: 'Öyleyse ey muhacir topluluğu! Onun bundan sonra size hükmetme hakkı yok.' O hassas dönemde ve doğru iş yapmaya en ihtiyaç duyulan şartlarda iptal edilen bu uygulamayı nasıl delil gösteriyorsun? Ya da tâbiî olan birini nasıl sahabeyle aynı tutuyorsun? Hâlbuki etrafında, Resulullah'ın itimat ettiği, dinine yakınlığına güvendiği kimseler bulunuyor. Sen bu insanları, zalim ve sapık bir şahsa itaat etmeye çağırıyorsun. Halkı şüpheye düşürmek, geride kalan yakınlarını dünyada bahtiyar etmek, kendini ise ahirette bedbaht etmek için! Şüphesiz bu, apaçık bir hüsrandır. Allah'tan, beni ve sizi affetmesini diliyorum." Ravi şöyle der: "Muaivye, İbn-i Abbas'ı şöyle süzdükten sonra; 'Ne diyor bu, ey Abbas'ın oğlu?! dedi. Herhâlde senin kalbinden geçenler de bunlardan az değil!' İbn-i Abbas şöyle dedi: Andolsun ki o, Peygamber'in evlâdı, Ashab-ı Kisa'dan biri ve o pak ailenin bir ferdidir.

Düşündüğün şeyden vazgeç. Bu kadar halk sana yeter. Allah'ın hükmünü bekleyelim, o en iyi hükmedendir." İbn-i Esir ve diğer tarihçilerin yazdığına göre, bu konuşmadan sonra Muaviye Mekke'ye hareket etti ve ondan önce İmam Hüseyin (a.s), Abdullah b. Zübeyr, Abdurrahman b. Ebu Bekir ve Ömer'in oğlu Abdullah Mekke'ye gitmişlerdi. Muaviye, Mekke'de ikâmetinin son günlerinde, bu grubu çağırıp onlara şöyle dedi: "Önceden söylemeyi uygun gördüm, bildiğiniz üzere baştan uyaranın mazereti geçerlidir. Bundan önce aranızda hutbe irat ettiğim zaman, aranızdan biri aniden kalkar, halkın karşısında sözümü tekzip ettiğinde, ben buna tahammül eder ve geçiştirirdim.

Şimdi halkla aramda bir mesele var. Yemin ediyorum eğer sizlerden biri muhalefete kalkışırsa, söz söylemeye yeltenirse, bir kelime cevap işitmeden kılıçları tepesinde görür. Canınızı düşünün!" O sırada muhafızların komutanını çağırıp şöyle dedi: "Bunlardan her birinin başına iki kılıçlı adam koyuyorsun. Hangisi olumlu veya olumsuz konuşmaya kalkarsa, hemen kılıçlar başlarına indirilecek..!!!"

Daha sonra hep birlikte oradan ayrıldılar. Muaviye minbere çıktı. Allah'a hamdü senadan sonra şöyle dedi: "Bunlar Müslümanların önde gelenleri, ümmetin seçkinleridir.

Hiçbir iş onların görüşü olmadan yapılmaz ve onlarla meşveret edilmeksizin hiçbir hüküm verilmez. Bunlar razı olup Yezid'e biat ettiler!! Hadi, bismillah hepiniz biat edin!.." Ve halk biat etti. Böyle şiddetli bir zorlamayla o menfur biat gerçekleşti ve bunda insanların, tepelerinde kılıçların sallanmasından başka hiçbir etken yoktu. Öyleyse bu biat, entrikaların, düşmanlıkların, korku ve tehditlerin doğurduğu bir çocuktu. İslâmî hilâfet bu hâle geldikten sonra, bu dinin Fâtiha'sını okumanın zamanı gelmiş demektir. Buharî, Sahihinde Nebiyyi Ekrem'den (s.a.v) şöyle rivayet etmiştir: "Müslümanlardan bir bölümünün yönetimini ele alan ve onlara hıyanet eden yöneticiye, Allah cenneti haram kılmıştır."

3- ÜÇÜNCÜ ŞARTA VEFA

(Hz. Ali'ye -a.s- Sövmenin Kaldırılması)

İbn-i Esir şöyle yazıyor:

"Muaviye her kunut duasında Ali'ye, İbn-i Abbas'a, Hasan'a, Hüseyin'e ve Malik Eşter'e lânet ediyordu."[247]

Ebu Osman el-Cahiz, er-Redd-u Ale'l-İmamiyye kitabında der ki:

"Muaviye hutbesinin sonunda şöyle derdi: 'Allah'ım! Ebu Turab (yani Ali) senin dininden çıkmış ve halkı senin yolundan alıkoymuştur. Öyleyse ona lânet et ve elim bir azapla azaplandır.' Bu cümleyi bütün şehirlere de yazdı ve bu sözler minberlerde

söylenmeye başladı."[248]

Mervan'a dediler: "Neden minberlerde ona küfrediyorsunuz?" O şöyle dedi: "İktidarımızı ancak bu şekilde ayakta tutabiliyoruz."

Muaviye'nin bu yöndeki faaliyet ve çabaları, biyografi ve tarih kitaplarını doldurmuştur. Buna göre o, Peygamber'in sahabesine açıkça küfredilmesi bidatinin temelini atan ve bu uğursuz kapıyı gelecek nesillere açan kimsedir. Muaviye'den önce bu işi sadece Aişe yapmıştı; şöyle derdi: "Şu yaşlı bunağı (Osman'ı kastediyor) öldürün; kâfir olmuştur." Buna rağmen İslâm uleması arasında, sahabeyi sövmeyi caiz bilen, hatta işi tekfire kadar götüren Aişe ve Muaviye'yi dinden çıkmış kâfir bilen kimseye rastlamıyoruz. Şüphe yok ki, benzer işlerin hükmü devamlı aynıdır ve zaman içinde değişmezler. Öyleyse, Muaviye'ye veya herhangi bir sahabeye lânet edip söven kimseler, Hz. Ali (a.s) ve Osman'a lânet edip söven Aişe ve Muaviye hükmündedir. Resulullah'ın dilinden söylenen, "Sahabemden hangisine uyarsanız hidayete erersiniz." düzmece rivayete gelince; bundan genelliğini geçersiz kılacak ölçüde istisnalar gerçekleşmiştir. Ve eğer bu rivayet genel bir kanıt olsaydı, Resulullah'ın diğer sahabelerine sövüp lânet eden sahabeler, başkalarından daha fazla buna amel ederlerdi. Eğer Muaviye, örnek alması gereken Peygamber ailesinin fertlerine dil uzatmaktan, onlara küfretmekten dilini koruyabilseydi, halk da, Muaviye ve onun gibi zalimlere lânet okumaktan sakınırdı; mutaassıp sesler susar ve barış, Müslümanların yararına sonuçlanırdı. Fakat bu, Muaviye'nin bilinçli olarak ektiği, yakınları aracılığıyla beslenen ve sonuçta İslâm tarihinde köklü bir diken hâline gelen pis bir tohumdu. Saf insanları bununla kandırıp, cahilleri saptırıp, tarihî bir ayıbı, İslâmî sünnet saymalarını sağladı. Bunun etrafında toplanıp o kadar önem verdiler ki, bunu terk etmeye kalkan kimseyi sünnet düşmanı bellediler ve onunla tartıştılar.[249] Muaviye'nin, Allah katında ve Müslümanlar nezdinde, bu davranışlarına neden oluşturacak hiçbir mazereti yoktur. Onun dosyasında, başkalarının gıpta etmesine neden olacak

veya adının iyi anılmasına ya da insanlar nezdinde itibarının artmasına vesile olacak en küçük bir övünç ve görkemi söz konusu değildir... Eğer uyanıklık, iş bitiricilik ve de deha, insanın kendisini sonsuza dek haysiyetsiz ve müflis yapması ise, Muaviye, insanların en uyanığı ve en dahisidir! Muaviye'nin uyanıklığı ve iş bilirliğinin en ilginç tezahürlerinden biri, İmam Hasan'la (a.s) yaptığı barış neticesinde, hayatı boyunca ve ölümünden sonra, rezalet ve bedbahtlığa müptelâ olduğu bu durumdur!! Barış -öyle bir barış ki, gerçekleşmesi için, Muaviye bütün vesilelere baş vurdu- halkın nazarında, silâhların susması, dedikoduların kapanması, herkesin barış anlaşmasının belirleyeceği şartlara uygun hareket etmesi anlamındaydı. Anlaşmanın üçüncü maddesi, küfür ve lânetlemenin kaldırılmasını açıkça öngörüyordu. Öyleyse Muaviye gerçekten barış yanlısı veya o yemin ve anlaşmalar gereği, anlaşmada yazılı taahhütlere vefa etmek istiyorduysa, bu hükme boyun eğip, küfretmeyi kaldırmalıydı. Fakat zavallı adam barışı sadece ordularının bir müddet rahat etmesi ve kendisinin, Resulullah'ın evlâdıyla savaşma belâsından kurtulması için istiyordu. Yoksa barış kararlarına uymak ya da kendisini bu anlaşmalara bağlı kılmak gibi bir niyeti yoktu. Barışı imzaladı ama, bu sadece bir kâğıt parçasına işlenen bir semboldü. Yeminler edip anlaşmalar yaptı fakat, bunların tümü dilinde tekrarladığı birtakım kuru kelimelerden ibaretti. Bu kelimelerin ardında anlaşma ve sorumluluk duygusu yoktu; Kûfe'de minbere çıkıp Hz. Ali ve İmam Hasan'ı (a.s) kötüleyip, İmam Hüseyin (a.s) de ayağa kalkıp cevap vermeye çalışınca, İmam Hasan (a.s) kardeşini oturtup, söylemesi gerekeni hekimane bir üslûpla beyan etti. (Bu hutbe ve Muaviye'nin bundan önce söylediği sözler 18. bölümde geçti.)

İmam Hasan'ın hitabesine halkın verdiği tepki, vehmî bir zafer sarhoşluğunda olan Muaviye'yi üzdü, kaygılandırdı.  Tarihte kimsenin asla gıpta etmeyeceği bir ahlâk ve alışkanlığın -yani sövme ve ağzı bozukluk alışkanlığıgelişmesi için, baştan yeni bir saldırı teçhizatını hazırlaması gerektiğini düşündü. Neyin karşısında? İslâm'ın güzel ahlâkının tam karşısında. Dinin öğretilerinde sevgiye, kardeşliğe ve dostluğa davet edilmesine, kötü söz ve küfrün kınanmasına rağmen. Hadislerde şöyle buyurulur: "Mümin hiçbir zaman kötü söz söyleyen, küfreden, rahatsız edici göndermelerde bulunan ve lânetleyen biri olamaz." Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Ebi Yusuf el-Medainî, el-Ahdas kitabında şöyle yazar: "Cemaat Yılından[250] sonra Muaviye, bütün şehirlere şu fermanı yolladı: 'Ebu Turab ve ailesinin faziletleri hakkında hadis nakledenlerin can güvenliği kalmamıştır.' Bu fermanın ardından, hatipler her bölge ve şehirde, her minberde Ali'ye lânet edip, onun ve ailesi hakkında kötü sözler söylemeye başladılar. Bu dönemde en çok zor durumda kalanlar Kûfelilerdi. Zira bu şehirde birçok Şiî yaşıyordu."[251] "Barıştan sonra, Muğiyre b. Şu'be'yi Kûfe valiliğine atamak istediği zaman, kendisini çağırıp şöyle dedi: Bu günden önce, gördüğün şu ilim sahibi, birçok badireler atlattı ve sana birkaç nasihattan başka vereceği bir ödül yoktur.

Sana birçok tavsiyelerde bulunmak istiyordum; fakat sana güvendiğim için gerek görmüyorum. Sadece bir tavsiyede bulunacağım; Ali'ye sövmeyi ve kötülemeyi asla terk etme!"[252] "Muğiyre'den sonra da Ziyad'ı Kûfe'ye atadı ve o da, halkı sarayının kapısının önünde toplayıp, Ali'ye lânet etmeye zorluyor, bundan kaçınanları kılıçtan geçiriyordu."[253] Basra'da, Busr b. Ertad'ı göreve getirdi. Bu adam minberde hutbe okuyor, İmam Ali'ye sövüyor ve şöyle diyordu: "Allah'a yemin ediyorum ki, her kim beni bu sözümde doğru biliyorsa, sözümü onaylasın ve her kim yalan biliyorsa yalanlasın." Taberî, Tarihinde şöyle yazar: "Ebu Bekre haykırdı: 'Biz seni yalancı olarak tanıyoruz!' Busr emir verdi: 'Susturun onu!' Birkaç kişi onu Busr'un adamlarının elinden ancak kurtardı!!"[254] Medine valisi olan Mervan b.

Hakem, hiçbir  uma  günü minberde Hz. Ali'ye sövmeyi terk etmedi. İbn-i Hacer el-Mekkî şöyle yazıyor: "Hasan bunu bildiği için, namaz başladığı vakit camiye gelirdi. Mervan bununla yetinmedi ve birini kendisine ve babasına küfretmesi için Hasan'ın evine gönderdi!!"[255] "Barıştan sonra Muaviye hacca gitti. Bir gün Sa'd b. Ebi Vakkas'la tavafta birlikteydi. Tavafı bitirince, Dar'un-Nedve tarafına hareket etti. Sa'd'a da kendi yanında sedirde yer verdi ve ardından Ali'ye sövmeye başladı. Aniden Sa'd ayağa kalktı ve oradan uzaklaşırken şöyle dedi: Beni yanında oturtuyor ve Ali'ye küfür mü ediyorsun?! Allah'a andolsun eğer Ali'nin hasletlerinden biri bende olsaydı, güneşin üzerine doğduğu her şeyin benim olmasından daha mutlu olurdum: Eğer Resulullah'ın (s.a.a) damadı olsaydım ve Ali'nin evlâtları gibi evlâtlarım olsaydı, bu benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha değerli olurdu. Eğer

Resulullah (s.a.a) Hayber Savaşı'nda Ali için söylediği sözü benim hakkımda söyleseydi ('Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulü'nü sever. Asla kaçmaz ve Allah onun eliyle zafer kazandırır.'), benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevimli olurdu. Eğer Allah'ın Resulü, Tebük Savaşı'nda Ali'ye söylediği sözü benim hakkımda deseydi ('Razı olmaz mısın? Ben ve sen, Harun'la Musa gibi olalım; şu farkla ki benden sona peygamberlik yok.'), benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha değerli olurdu. Yemin ediyorum ki, artık yaşadığım müddetçe evine adım atmayacağım."[256] Mes'ûdî, Muaviye'nin Sa'd'a cevabını da nakletmiş; fakat o kadar çirkin ve nahoş ki, kalemi bunlarla kirletmekten imtina ediyorum. Her hâlükârda bu da, onun halet-i ruhiyesinin ve ahlâkî çöküntüsünün başka bir delilidir…

4- DÖRDÜNCÜ ŞARTA VEFA

(Darabcerd Vergileri)

Taberî şöyle yazar:

"Basra halkı, Darabcerd bölgesi vergilerinin Hasan'a ulaşmasını engelleyip; 'Bu bizim hakkımız.' dediler."[257]

İbn-i Esir ise şöyle yazıyor:

"Onların (yani Basra halkının) engellemesi de, Muaviye'nin emriyle idi!!" [258]

5- BEŞİNCİ ŞARTA VEFA

(Güvenlik ve Sakınma)

Bu şart, genel güvenlik anlaşmasından ve hususen İmam Ali Şiîlerinin can güvenliğinden, ayrıca Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in (a.s) hayatlarına yönelik açık ve gizli plânların yapılmamasından ibaretti. Bu maddeyle ilgili konularda tarihçiler çok şey söylemişlerdir.

Kimisi, Muaviye zamanında Emevî yöneticilerin Şiîlere yönelik facialarından; kimisi, Emir'ül-Müminin Ali'nin (a.s) seçkin dostlarından olan şahsiyetlerle Muaviye arasında geçen hususî olaylardan ve bazıları da, onun, İmam Hasan ve kardeşi İmam Hüseyin'e yaptığı hıyanetten söz eder. Tarihçilerin aktardıkları bu sözleri, daha önce işaret ettiğimiz sıraya göre okuyucuların dikkatine sunuyoruz.

MUAVİYE VE HZ. ALİ (A.S) ŞİASI

Temelini Muaviye'nin attığı ve kendisinden sonraki hükümdarların da devam ettirdiği Emevî siyaseti, halk arasında kendilerini seçkin, beğenilen en güzel huy ve hasletlere sahip kişiler olarak göstermekten ibaret olup, bu hasletlerin kendilerinden başka kimsede olmadığı izlenimini insanlara empoze etmek idi. Güzel huy, dirayet, cesaret, fesahat gibi özelliklerin Allah'ın kendilerine vermiş olduğu meziyetlerin sadece bir kısmını oluşturduğunu ileri sürüyorlardı. Hiçbir esas ve dayanağı olmayan, bir sürü düzmece hadis, uydurma hikâye ve yalanlarla dolu bir tarih uydurarak bunu söz konusu söylemlerinin meşruiyetine ilişkin bir kanıt olarak gösteriyorlardı. Bu yalanları İslâm yurdunun dört bir yanında yaymak için âlim kisvesine bürünmüş saray hatip ve hocalarını görevlendirmekteydiler. Görevlendirilen kişiler, bu asılsız övgüleri ve Ehlibeyt'e yönelik gerçek dışı kötülemeleri, halk arasında anlatarak ellerinden geldiği kadar yeni yetişen çocukların sempatisini kazanmakta ve bu neslin iman duygularını politik amaçlara yönelik seferber etmekteydiler. Sonuç itibarı ile yeni nesil uzun bir süre geçmeden büyük bir orduya dönüşerek temiz kanlarını çok rahat ve düşünmeksizin Emevîlerin çirkin emellerine ulaşabilmeleri için feda ettiler. Hâkim olan hükümdarlarına en iyi şekilde hizmet ettiklerinin göstergesi olarak da toprağı kanlarıyla boyadılar ve bu uğurda seve seve can verdiler. Hükümdarlık, saygınlık, makam ve mevki elde etmek, servet ve dünya nimetlerinden faydalanmak, bu insanların (Emevîlerin) ulaşmak istedikleri tek ve önemli bir hedefi idi. Ama Ehlibeyt ve gerçek dindar insanlar, bu sahte değerlere karşı ihlâsla ve içtenlikle direndiler. Böylece iki grup arasında amansız bir mücadele ve düşmanlık başlamış oldu. Bir tarafta, İslâm'ın ihlâslı mirasçıları, öte tarafta ise hâkim güç Emevîler. Taberî Tarihi'nde (c.7, s.104) Zeyd b. Enes'ten kısa bir açıklama ile Muaviye dönemindeki Şiîlerin geneline yönelik baskılar anlatılır. Meselâ Şiîlerden birinin diğer insanlara hitaben şöyle dediğini yazıyor Taberî: "Sizleri Peygamber soyunu sevdiğinizden dolayı öldürüyor, el ve ayaklarınızı kesiyor, gözlerinizi oyuyor ve bedenlerinizi de hurma dallarında sallandırıyorlardı.

Back Index Next