Back Index Next

ondan sonra gelenler de kanlı eylemlerin ve intikamların hedefi hâline geldiler. Bu eylemle birlikte anlaşmanın son maddesi de

Muaviye tarafından çiğnenmiş oldu. İmam Hüseyin (a.s) ömrünün son demlerinde onun hakkında şöyle demişti: "Kadehi doldu ve bütün arzularına kavuştu. Allah'a yemin ederim ki sözlerini tutmadı, doğru konuşmadı."[314] Mervan'ın habercisi, Muaviye'ye İmam Hasan'ın zehirlenerek öldürülmesi plânının başarıyla gerçekleştiği haberini verdi ve şöyle dedi: "Hasan'a hayret ediyorum. Rûme[315] suyuna karıştırılmış bal şerbetini içti ve can verdi."[316] Muaviye sevincini daha fazla gizleyemedi. O sırada yeşil sarayda bulunuyordu. Yüksek sesle tekbir getirdi.

Saray halkı da yüksek sesle tekbir getirdiler. Mescittekiler de tekbir sesini duyunca hep bir ağızdan; "Allahu ekber..." dediler. Karaza b. Amr b.

Nevfel b. Abdumenaf'ın kızı ve Muaviye'nin karısı Fahite odasından çıktı ve şöyle dedi: "Allah seni sevinçli kılsın, ey Emir'ül-Müminin! Ne haber aldın ki bu kadar seviniyorsun?" "Hasan b. Ali'nin ölüm haberini aldım." dedi. Fahite; "İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn..." dedi. Ağlayarak şunları söyledi: "Müslümanların serveri ve Peygamber'in (s.a.a) kızının oğlu dünyadan ayrıldı." Muaviye şöyle dedi: "Ne kadar yerinde ve doğru bir iş yaptın. O gerçekten senin söylediğin gibiydi. Onun için ağlamaları daha yerindedir." İbn-i Kuteybe bu rivayete şu eklemeyi yapar: Muaviye Hasan'ın ölüm haberini alınca, sevinç gösterilerinde bulundu ve secdeye kapandı. Yanında bulunan kimseler de secdeye kapandılar. O sırada Şam'da bulunan Abdullah b. Abbas olup bitenleri haber alınca Muaviye'nin yanına gitti.

Oturunca Muaviye ona şöyle dedi: "Hasan b. Ali öldü, ey Abbasın oğlu!" İbn-i Abbas şöyle dedi: "Evet o öldü." Ardından birkaç kere; "İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn" [=Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz.] dedi. Sonra şunları söyledi: "Duydum ki onun ölümünden dolayı sevinç gösterilerinde bulunmuşsun. Allah'a yemin ederim ki, onun bedeni senin kabrini doldurmayacak ve onun ölümü senin ömrünü

uzatmayacaktır. O senden daha iyi olduğu hâlde vefat etti. Bugün onun yasını tutuyorsak, bundan önce ondan daha büyük birinin yasını tutmuştuk. Onun dedesi Peygamber'in (s.a.a) yasını tutmuştuk. Fakat Allah Peygamber'den sonra bizi teselli etti ve en güzel şekilde bizi onurlandırdı." Bunları söyledikten sonra İbn-i Abbas feryat etti ve mecliste bulunanlar da ağlamaya başladılar. Muaviye de ağladı. O, "Bugüne kadar bu kadar çok ağlayan göz görmemiştim." diyordu. Muaviye sordu: "Hasan kaç sene yaşadı?" İbn-i Abbas şu karşılığı verdi: "Hasan, bir kimsenin onun doğum tarihini bilmeyecek kadar büyüktür..." Ravi der ki: Muaviye bir süre sessiz kaldı, sonra şunları söyledi: "Ondan sonra kavmin büyüğü sensin. İbn-i Abbas dedi ki: Allah, Ebu Abdullah Hüseyin'e ömür verdiği sürece , kavmin büyüğü ben değilim."[317] Yakubî, kendi tarih kitabında İmam Hasan'ın ölümü üzerine Kûfe'ye hâkim olan matem havasını, Şia'nın önde gelen isimlerinin Süleyman b. Surad'in evinde toplanmalarını ve etkili ve hüzünlü bir mektupla taziyelerini İmam Hüseyin'e bildirmelerini ayrıntılı olarak anlatır.[318] İmam Hasan'ın (a.s) ölüm haberi Basra'ya ulaştı. Basra valisi Ziyad b. Sümeyye idi. Bütün halk ağlıyordu.

Her taraftan ağlama ve inleme sesleri geliyordu. Ebu Bekre - Ziyad'ın ana bir kardeşi- hasta yatağındaydı. İnsanların uğultusunu duyunca şöyle dedi: "Allah onu daha büyük kötülüklerden kurtardı ve insanlar onun ölümüyle büyük bir hayrı ellerinden kaçırmış oldular. Allah Hasan'a rahmet etsin."[319] Kardeşi Muhammed b. Hanefiyye cansız bedeninin yanında ona ağıt yakıyordu: "Allah sana rahmet etsin, ey Ebu Muhammed! Allah'a andolsun, gerçi hayatın aziz ve seçkindi, ölümün de yeterince ezici ve yıkıcıdır. Senin bedenine hayat veren ruha ne mutlu! Ne mutlu o bedene ki kefenin onu kucaklamaktadır..! Nasıl olmasın ki? Sen hidayetin çocuğusun, takva ehlinin yadigârı, Ashab-ı Kisâ'nın beşincisisin.

Hakikatin elinde terbiye gördün, İslâm'ın kucağında eğitildin. İman membaından süt emdin. Ne güzel bir hayat ve ne güzel bir ölüm! Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerine olsun... Gerçi senin hayat anıların hatıramızdan silinmeyecektir ve senin iyi payından kuşku duymayacağız..."[320] İmam Hasan'ın Muaviye tarafından zehirletildiğine ilişkin olarak tarihî kaynaklarda yer alan rivayetler, başka birtakım hadiselerde olduğu gibi mütevatir derecesine varmış sağlamlıkta ve kuşku kabul etmez düzeydedirler. Bu görüşü belirtenleri şu şekilde sıralayabiliriz: el-İstiab, el-İsabe, el-İrşad, Tezkiret'ul-Havas, Delail'ul-İmame[321] ve Makatil'ut- Talibiyyin adlı eserlerin yazarları. Şa'bî, Yakubî, İbn-i Sa'd (Tabakat adlı eserinde), Medainî, İbn-i Asakir, Vakıdî, İbn-i Esir, Mes'udî, İbn-i Ebi'l-Hadid, Seyyid Murtaza (Tenzih'ul- Enbiya adlı eserde), Şeyh Tusî (el-Emali adlı eserde), Şerif Razî (şiir divanında), Hâkim (el-Müstedrek adlı eserde) gibi yazarları da gösterebiliriz. el-Bed'u ve'l-Hitam adlı eserin yazarı şunları yazıyor: "Hasan, hicrî 49 yılında vefat etti. Eş'as'ın kızı Cu'de ona zehir verdi. Bu zehiri de Muaviye ona göndermişti. Bu hizmeti karşılığında oğlu Yezid'le evlendireceğini vaat etmişti. Fakat sonra bu sözünü tutmadı." İbn-i Sa'd, et-Tabakat adlı eserinde şöyle yazıyor: "Muaviye defalarca onu zehirledi..." Medainî diyor ki: "Hasan'a dört kere zehir verildi..." Hâkim el-Müstedrek adlı eserde şöyle yazıyor: "Hasan b.

Ali'ye defalarca zehir verildi. Her defasında kurtuldu. Fakat son olayda ciğeri

parçalandı ve öldü."[322] Yakubî şunları yazıyor: "Ölmek üzereyken kardeşi Hüseyin'e şunları söyledi: Kardeşim! Bu üçüncü ve son keredir ki bana zehir verildi. Hiçbiri bu son zehir kadar etkili değildi. Bugün öleceğim. Dünyadan ayrıldığım zaman beni Resulullah'ın (s.a.a) yanında defnet. Çünkü hiç kimse benden daha fazla ona komşu olmaya lâyık değildir. Ama biri bu hususta sana karşı çıkarsa, bir tek damla kanın dahi dökülmesine meydan verme." İbn-i Abdulbirr yazıyor: Hüseyin kardeşi Hasan'ın yanına geldi. Hasan ona şöyle dedi: "Kardeşim! Bugüne kadar üç kere bana zehir verildi. Ama hiçbiri bu seferki kadar etkili

değildi. Şu anda ciğerim mahvolmuştur." Hüseyin sordu: "Kardeşim! Sana kim zehir verdi?" Dedi ki: "Niçin soruyorsun? Yoksa onlarla savaşmak mı istiyorsun? Onları Allah'a havale et!" Taberî, Delail'ul-İmame[323] adlı eserde şöyle yazıyor: "Hasan'ın ölüm sesebi, Muaviye'nin onu yetmiş kere zehirlemesiydi. Bu girişimlerin hiçbirinde zehir etkisini gösterememişti. Sonunda bir adamını

Muhammed b. Eş'as b. Kays el-Kindî'nin kızı Cu'de'nin yanına gönderdi. Yirmi bin dinar, Kûfe'de on parça arazi verdi. Ayrıca Hasan'ın ölümünden sonra oğlu Yezit ile evlendireceğini vaat etti. Kadın Hasan'ı un ve şekere karıştırılmış zehirli altın yongasıyla zehirledi." Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız? İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lânetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir."

SON SÖZ

İMAM HASAN VE HÜSEYİN'İN KOŞULLARININ KARŞILAŞTIRMASI

Bazılarına göre, yükseklerde uçan ve bütün yüksekliklere tepeden bakan bir kartalı andıran heybetli, caydırıcı Haşimî ruh, İmam Hasan'ın (a.s) davranışlarından çok İmam Hüseyin'in (a.s) pratiğiyle örtüşmektedir. Bu, ilkel, yüzeysel, derinlik ve dikkatten uzak bir bakıştır. İmam Hasan (a.s) da başka olaylarda ve hayatının geri kalan sahnelerinde, heybetli ve yükseklerde uçan bir Haşimî

olarak belirginleşmiştir ki, bütün övünçlerde babasına ve kardeşine ortaktır. Bu üçlü, tarihin tanık olduğu ıslâhatçılara örnek oluşturmuşlardır. Bunların her birinin kendine özgü bir cihadı, özel bir misyonu ve görevi vardı. Bunlar da mevcut koşulların derinliklerinden, içinde bulundukları durumlarından kaynaklanıyordu. Her biri gerek cihadın yöntemi, gerek heybet ve ululuk, gerek gasp edilmiş haklarının savunması açısından orijinal ve önceden benzeri olmayan pratikler geliştirmiştir. İmam Hüseyin bulunduğu koşullarda şahadet şerbetini içmek ve İmam Hasan'ın bulunduğu koşullarda ana sermayeyi korumak amacıyla barış imzalamak, mektebin ebedî kılınmasına ve karşı tarafın tarih önünde mahkûm edilmesine dönük iki farklı yöntemdi. Ve bunlar kendi koşullarında tek mantıklı ve rasyonel çözümlerdi. Bunları belirleyen de her iki bağlamda karşılaşılan problemlerin farklılığıydı. Dolayısıyla bu yöntemleri uygulamak kaçınılmazdı ve başka da çözüm yolu yoktu. Bu yöntemlerin her biri, kendi koşullarında Allah'a yaklaşmanın en iyi yolu ve Allah'ın emirlerini uygulamanın en seçkin metoduydu. Ancak dünyevî perspektiften bakıldığında bu yöntemlerle birlikte mahrumiyetten başka bir şeyin görülmeyeceği de kuşku götürmez bir gerçektir. İlkeler ve değerler bazında baktığımızda ise, bu yöntemlerin her birinin kesin birer zafer olarak tarih sahnesinde belirginleştiklerini görürüz. Tarihin sahnesinde parlayan bu zaferleri görmezsek, bu yöntemleri uygulandıkları zamanlar bağlamında mahrumiyet ve zahirî iktidarı elden kaçırmak olarak algılamamız normaldir. Bu iki fedakârlık; İmam Hüseyin'in (a.s) canını kurban etmesi ve İmam Hasan'ın egemenlik ve iktidarı feda etmesi, dinî önderlerin davaları uğruna yaptıkları fedakârlıkların en son noktasını oluşturmaktadır. Her iki kardeşin dönemlerinde egemen olan güç, gelişmeleri belirleyen tek etkendi. Bu bakımdan dostlar ve yardımcılar açısından olduğu kadar, düşmanlar ve muhalifler açısından da özel koşulların belirginleşmesini sağlamıştı. Diğer bir ifadeyle; her dönemin hâkim gücünün oluşturduğu objektif koşullar, diğerinden tamamen farklılık arz ediyordu. Doğal olarak koşulların farklılığı, cihat yöntemlerinin farklılığını, bu da sürecin sonunun farklılığını gerektirecektir.

İKİ İMAMIN DOSTLAR VE YARDIMCILAR AÇISINDAN FARKLILIĞI

Kûfeli dostların ihaneti, İmam Hüseyin (a.s) bağlamında, tarihî heybet ve başarıya ulaşmasının bir adımı niteliğindeydi. Ama aynı topluluğun İmam Hasan (a.s) bağlamında -Medain ve Meskin'de- ihanet etmeleri, ölümcül bir darbeydi. Nitekim İmam Hasan'ın ordusunun saflarının dağılmasına neden olmuş ve İmam Hasan'ın cihat etme imkânını ortadan kaldırmıştı. Açıklamak gerekirse: Kûfelilerin İmam Hüseyin'e (a.s) verdikleri sözü tutmamaları, biati geçersiz saymaları, İmam'ın cihada hazırlanmasından önce gerçekleşen bir olaydı. Bu yüzden İmam Hüseyin'in (a.s) küçük ama yek vücut ordusu, o sırada savaşmaya psikolojikmen hazırdı.  Bir ordunun saflarının çözülmesine neden olacak her türlü şaibeden uzaktı; büyük hedef ve idealleri olan bir imamın etrafında toplanan "fedakâr ordu"nun tam bir mücessem örneğini oluşturuyordu. Buna karşılık İmam Hasan (a.s) hareketi bağlamında,  onun askerî bir başarıdan yana ümitsiz olmasının en büyük etkeni, bizzat üçte ikisi savaş meydanından çekilmiş, Muaviye'nin  desiseleri sonucu safları bozulmuş, İmam Hasan'ın cephesini hercumerc ederek isyanlara kaynaklık eden ordusunun kendisiydi.

Bundan dolayı şunu rahatlıkla kabul edebiliriz: İmam Hasan'a biat edip, mücahit askerler olarak onun ordugâhında toplanan, sonra da biatlerini bozarak düşman saflarına katılan veya imamlarına baş kaldıran kimseler, kardeşi İmam Hüseyin'le daha karşılaşmadan biatlerini bozan kimselerden daha kötü ve daha tehlikeli kimselerdir. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a.s), Kûfe hadiseleri çerçevesinde denenen, iyileriyle kötüleri kalın çizgilerle birbirinden ayrılan dostlarının yaşadıkları pratikten hareketle, bir ordu oluşturmuştu ki, bu ordu sayı olarak ordu bile sayılmayacak bir küçüklüğe sahip olmasına karşın, ihlâs ve samimiyet açısından tarihin tanık olduğu en seçkin ordulardan biriydi. Oysa İmam Hasan'ın (a.s), samimî ve ihlâslı Şiî'ler arasında dahi her bakımdan güvenebileceği dostlar bulmak şöyle dursun, önceki bölümlerde de işaret edildiği gibi, ordusunun saflarında meydana gelen bozgundan sonra, mücadeleyi savaş alanında sürdürmesinin imkânı kalmamıştı. İki kardeşin dostları arasında mevcut bulunan bu farklılıktan daha büyük ve etkili bir fark olabilir mi?

İKİ İMAMIN DÜŞMAN AÇISINDAN ÖZEL DURUMLARI

İmam Hasan'ın düşmanı Muaviye, İmam Hüseyin'in düşmanı da Yezid idi... Baba ile oğul arasındaki fark tarihte, ğul; ahmak ve bön, baba ise zeki ve uyanık olarak gösterilir. Bazıları ise babanın deha derecesinde zeki olduğunu söylemişlerdir. Bu iki düşmanın İmam Hasan ve İmam Hüseyin'e yönelik husumetleri, o zamanın koşullarının doğurduğu bir olgu değildi. Bu, Haşimoğulları'yla Ümeyyeoğulları arasındaki tarihî ve uzun geçmişi olan husumetin bir uzantısıydı. Husumetin ilk ortaya çıktığı günden beri, Ümeyyeoğulları'nın Haşimoğulları'na denk, onlarla aynı ağırlıkta oldukları bir tek gün dahi olmamıştır. Ümeyyeoğulları Haşimoğulları karşısında her zaman, güçlü ve önemli bir rakip karşısında hakir, basit ve amansız husumet güden bir düşman konumunda idiler. Bu durum, Emevîlerin adlarının Haşimîlerle beraber, önce insanların dilinde, sonra tarihçilerin kaleminde ve gözlemcilerin zihinlerinde anılmasına neden olmuştur. Yoksa heva ve heveslerin azgınlığını ideallerin faziletiyle, en çirkef nesebi, Kur'ân'ın tanıklığıyla en güzel ve tertemiz bir soyla mukayese etmenin imkânı var mıdır? Şehvetperestliğin, güç ve iktidar hırsının,

bencilliğin ve günahın mücessem timsali olanlarla, üstün ahlâkın, tertemiz soyun, aklî ve ahlâkî melekelerin somut örnekleriyle aynı kefeye koymak caiz olabilir mi? Kısacası, insanlık düşüncesini yüksek düzeylere ulaştıran, insanlık yeteneklerine sonsuz birikimler

kazandıran öğretmenlerle, yani Haşimoğulları'yla, onların tam zıddını temsil eden Ümeyyeoğulları'nı aynı kefeye koymak caiz değildir. Bunlar nerde, öbürleri nerde?! İmam Hasan'ın (a.s), tarihî düşmanı Muaviye b. Ebu Süfyan b. Harb ile giriştiği mücadelenin sonu bağlamında sezdiği akıbet, bu süreçte kendi geleceği ile ilgili tahminleri tamamen makul ve realiteye uygundu. Bu savaşı fiilî olarak sürdürmek İslâm'a en büyük darbenin vurulmasıyla sonuçlanırdı ve son olarak da gerçek İslâmî değerleri taşıyan son fert de ortadan kaldırılıncaya kadar bir katliam gerçekleştirilirdi. Çünkü Muaviye gibi Hz. Ali'nin ve Alevî  düşünce sisteminin en belirgin düşmanının, bu gibi eylemleri gerçekleştirmede büyük bir kabiliyete, akıllara durgunluk veren bir yeteneğe sahip olduğunu biliyoruz. Önceki bölümlerde bu hususla ilgili yeterli açıklamalara yer verdik. İmam Hüseyin (a.s) açısından bu ölümcül ihtimalin bertaraf edilmesi için, düşmanının nasıl bir bolluk içinde ve nasıl bir eğitimle yetiştiğini hatırlaması yeterliydi. O, problemleri çözebilme veya muhalefet dalgalarını diplomatik girişimlerle halledebilme kabiliyetinden yoksundu. Onun için tek önemli şey, ne pahasına olursa olsun güç ve iktidarın elinde olmasıydı. Değerlere gelince, Hz. Hüseyin'in düşmanının değerler karşısındaki konumu, tıpkı şair Ahtal'in (Beyhakî'nin rivayetine göre) yüzüne karşı söylediği şu şiirde tasvir edildiği gibiydi:

"Doğrusu senin dinin eşeğin dini gibidir. Daha doğrusu, sen Hürmüz'den daha kâfirsin." Bu öngörü bağlamında zikredilmesi gereken bir husus daha var. İmam Hüseyin'in (a.s) mücadelesine esas kıldığı yöntemi gerektiren son derece güçlü ve göz ardı edilemez bir etken vardı. Şöyle ki: Kûfe'nin ve çevresindeki yerleşim birimlerinin her tarafında, her köşe ve bucağında Şiîler tehdit altındaydılar. Ehlibeyt mektebinin taşıyıcıları konumundaki büyük Şiî şahsiyetleri -ki, bu mektebi ve bu ağır emaneti gelecek nesillere aktarmak için bir hazine gibi koruyorlardı- kuyuların karanlık diplerinde, sürgünlerde ve mağaralarda dağılmış hâldeydiler.

Bu durum İmam Hüseyin'i, amaçladığı hedefe götürecek yolda çok rahat bir şekilde, mektebin geleceğinden yana endişe duymadan, büyük bir özgüven ve kararlılıkla mücadelesinde esas aldığı yöntemle hiç tereddüt etmeden adım atmasını sağladı. Buna karşılık İmam Hasan (a.s) kendisinin şehit olmasından sonra bu mesajın, bu mektebin devam edeceğinden emin değildi. Çünkü Muaviye'nin entrikalarıyla bu mesajın ortadan kalkması işten bile değildi. Bilâhare İmam Hüseyin (a.s) Muaviye'nin güvenli

bölgelere saldırmak gibi hatalarından, barış anlaşmasının maddeleri karşısında sergilediği tavırlarından, İmam Hasan'ı  (a.s) zehirlemesinden, oğlu Yezid için biat almasından ve işlediği daha bir sürü yanlışlıktan büyük ölçüde istifade etti ve bunları, kamuoyunda Emevî aleyhine olan kıyamın İslâmî ölçülere uyumunu daha da netleştirdi, kıyamın asalet ve gücünü artırdı. Bunun yanında "Muaviye'nin halefinin", şarap içen, maymunlarla oynaşan ve türlü günahlar içeren bu gencin davranışları da mücadelesinin esasını oluşturan yöntemi benimsemesinin önemli gerekçesiydi. Bunlar İmam  Hüseyin'i amacına ulaştıran etkenlerdi ve düşünsel olarak mesajını pekiştirici unsurlardı. İmam Hüseyin'in (a.s) gerek düşmanları açısından konumu, gerekse dostları açısından konumu, kıyamını gerçekleştirmesine, mesajını iletmesine, o parlak zaferi yaratmasına ve Allah huzuruna muzaffer olarak çıkmasına, tarihin yargısından da yüzünün akıyla çıkmasına yardım etti. Buna karşılık İmam Hasan'ın (a.s) konumu -daha önce de zikrettiğimiz gibi dostları bağlamındaki konumu- şahadet yolunu kapatıcı nitelikteydi. Düşmanlarının durumu ise, onlara karşı fiilî savaşı yürütmesi, mektebin ve ilâhî mesajın yok edilmesini doğuracak nitelikteydi. Bu yüzden fiilî mücadele vermesinin imkânı yoktu. Bu yüzden, cihat metodunu değiştirmesi gerektiğini fark etti; savaş sahnesini barış yoluyla süslemesi gerektiğini anladı.

İmam Hasan'ın (a.s) barış anlaşmasına koyduğu patlamaya hazır birer bomba niteliğindeki maddeler –yani Muaviye'nin vaatleri- Muaviye'nin, tâbilerinin ve düşüncesini paylaşan kimselerin feci şekilde mahkûm olmalarına ve utanç verici bir duruma düşmelerine vesile oldu. Bu açıklamadan sonra, doğrusu bu kardeşlerden hangisinin -Allah'ın selâmı ve rahmeti onların üzerine olsun cihat metodunun hedefe ulaşmak bakımından daha etkili, daha ileri götürücü ve düşman açısından daha ölümcül, daha keskin ve daha yıkıcı olduğunu belirlemekte güçlük çekiyoruz. Şu da artık herkesin bildiği bir gerçektir ki, tarihte, İmam Hasan'ın barış anlaşması aracılığıyla yürürlüğe koyduğu stratejiden sonra Ümeyyeoğulları'nın başına gelen bütün felâketler, yaşadıkları bütün bedbahtlıklar İmam Hasan'ın (a.s) yürürlüğe koyduğu stratejinin, aldığı yaratıcı tedbirlerin sonucuydu.

Şayet, bu başarılı plân -ki objektif koşulları başarılı olmasını, düşmanların objektif koşulları da bilerek veya bilmeyerek bu plânın başarılı olmasına yardımcı olmalarını gerektiriyordu- olmasaydı, Emevîler için birer felâkete dönüşen bu olayların hiçbiri bu şekilde meydana gelmiş olmayacaktı.

Back Index Next