HiDAYET ÖNDERLERİ
HZ.MUHAMMED (SAA)

İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

3- Hükümdarlık, reislik ve büyük servetler teklif ederek caydırma ve vazgeçirme girişimlerini devreye sokmak.

4- Yalancılık, büyücülük, delilik, şairlik ve kâhinlik gibi asılsız suçlamalarda bulunmak. Kur'ân-ı Kerim bunların her birinden ayrı ayrı söz etmektedir.

5- Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatmak. Kureyşliler Hz. Peygamber'i (s.a.a) Kur'ân-ı Kerim'i uydurmakla ve onu asılsız şekilde Allah'a isnat etmekle suçladılar. Kur'ân-ı Kerim, bu ayetlerinin bir benzerini ortaya koymaya çağırarak bu iddiayı ileri sürenlere meydan okumuştur. Üstelik Kureyşliler arasında uzun yıllardır yaşayan Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu suçlamanın içeriği türünden bir davranışı hiç görülmemişti.

6- İşkence ve Hz. Peygamber'in risaletine inananlara yönelik öldürme eylemlerine başvurmak.

7- Yaygın biçimde kuşatma ve boykot eylemi devreye sokmak.

8- Risaletin sahibi olan Hz. Peygamber'e (s.a.a) yönelik suikast plânları yapmak.[224]

Hz. Peygamber (s.a.a) bu yöntemlerin her birine risaletinin amaçlarını gerçekleştirecek tedbirlerle karşı koydu. Ki bu karşı koyuş sürecinde Hz. Peygamber (s.a.a), onun hareketini sıkı bir şekilde gözetim ve koruma altında tutan ilâhî vahiy tarafından yönlendirilip desteklenmiştir.

Habeşistan'a Hicret ve Orada Güvenli Bir Üs Oluşturmak

Resul-i Ekram (s.a.a) risaletini açıkça ilân etmesinden itibaren geçen iki yılın sonunda, Müslümanları Kureyşli zorbalardan ve putperest şeflerden çektikleri sıkıntılardan korumaya gücünün yetmeyeceğini anlamıştı.

Özellikle güçsüz Müslümanların müşriklerin şeflerinden gördükleri zulüm doruk noktasına çıkacak oranda şiddetlenince, Hz. Peygamber (s.a.a) baskı altında kıvranan ezilmiş Müslümanları Habeşistan'a göç etmeye teşvik etti. Böylece bu baskı altındaki Müslümanlar bir rahatlama dönemine kavuşarak tekrar geri dönüp İslâmî risalet sürecinin gerektirdiği çalışmalarına devam edebilmek için yeni hareket enerjilerini yenileyeceklerdi. Bir başka beklenti de Kureyş mevzileri üzerine Arap Yarımadası dışında oluşturdukları bir baskı merkezi oluşturarak oluşturduktan sonra Kureyş kabilesine karşı girişilecek çatışmada yeni bir cephe açmaları idi. Belki de bu arada yüce Allah olacağını vaat ettiği şeyi de meydana getirirdi. İşte böyle bir ortamda Hz. Peygamber (s.a.a) ezilen Müslümanlara, "Habeşistan'da egemenlik sınırları içinde hiç kimsenin zulüm görmediği bir hükümdar vardır." haberini verdi. Müslümanlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu teşvikini olumlu karşıladılar. Aralarından bir grup gizlice sahile inerek denizi aşıp karşı tarafa geçtiler. Yalnız Kureyşliler peşlerine düştüler, fakat yetişip onları yakalayamadılar. Bu göç hareketi bireysel olarak veya aileler hâlinde devam etti. Sonunda Habeşistan'da küçük çocuklar dışında seksen küsür kişilik bir göçmen Müslüman topluluğu oluştu. Hz. Peygamber (s.a.a) onların başına Ebu Talip oğlu Cafer'i emir tayin etti.[225]

Hz. Peygamber'in yukarıdaki hadisinde Habeşistan kralı için kullandığı sıfat ve bu ülkeye gemilerle gitmenin kolay ve mümkün olması göz önüne alınınca, bu ülkenin göç yeri olarak seçilmesinin Hz. Peygamber'in (s.a.a) başarılı liderlik adımlarından biri olduğu görülür. Üstelik bu olay, İslâm'ın Hıristiyanlık ile arasında kurulmasını istediği iyi ilişkilerin kapısını açan bir gelişme olmuştur.

Müslümanların Habeşistan'a göç etmeleri Kureyşlileri kaygılandırmakta gecikmedi. Bu işin sonucundan korkuya kapıldılar. İslâmî risaletin taşıyıcılarının orada emniyete kavuşmalarından tedirginhoşnutsuz oldular. Nitekim hemen Amr b. As ile Ammare b. Velid'i yüklü hediyelerle Habeşistan'a Necaşî'nin yanına gönderdiler. Bu iki Kureyşlinin bu hediye destekli seyahatinin amacı, Habeşistan kralı Necaşî'yi Müslümanları yakınına almaktan vazgeçirip kendilerine geri vermeye ikna etmekti. Bunlar kralın patriklerine kadar nüfuz ederek onları Müslümanların geri verilmesinin zorunlu olduğuna ikna etmeyi başardılar. Fakat kral buna yanaşmadı. Müslümanların geri verilmeleri için öncelikle onların kendi kafalarından yeni bir din uydurdukları yolunda kendilerine yöneltilen suçlama hakkındaki düşüncelerini kendi ağızlarından dinlemesi gerektiğini bildirdi.

Bu buluşmaya ilâhî desteğe mazhar olduk damgasını vurdu. Ebu Talip oğlu Cafer, imparator Necaşî'nin kalbine nüfuz eden çarpıcı bir konuşma yaptı. Bu ateşli konuşmasında yeni dinin mahiyeti hakkında öne sürülen her soruya cevap vererek kralın, kendilerini himaye etme yönünde ikna edilmişliğini pekiştirdi. Ebu Talip oğlu Cafer'in sözleri Kureyşli delegelerin başlarına düşen bir şimşek gibi oldu. Şeytanî plânlarını başarıya ulaştırmak için imparatora verdikleri hediyeler işlerine yaramamıştı. Bu karşılaşmada Müslümanların yıldızı parlar ve delillerinin  sağlamlılığı ortaya çıkarkengüçlenirken, Kureyşli delegeler kralın huzurunda zavallı bir duruma düştüler. Bu sonucun alınmasında Resulullah'ın (s.a.a) insanı düşüncelerde, inançta ve davranışta insanı yüksek seviyelere çıkaran eğitim sisteminin rolü büyüktü. Kureyşli delegelerin ikinci bir fitne çıkarma denemesi oldu. Kur'ân-ı Kerim'in Hz. İsa (s.a) ile ilgili açıklamalarının kralda hoşnutsuzluk meydana getirebileceğini düşündüler. Fakat bu ikinci fitne girişimi de Müslümanları sarsmadı. Nitekim kral, Ebu Talip oğlu Cafer'in bu yoldaki soruya cevap olarak okuduğu Kur'ân ayetlerini dinledikten sonra Müslümanlara: "Gidin, siz güven içindesiniz." dedi.[226]

Delegeleri Habeşistan'dan hayal kırıklığı ile dönünce, Kureyşliler Müslümanları geri almayı amaçlayan çabalarının başarısızlığa uğradığını kesinlikle anladılar. Bunun üzerine bu kabilenin şefleri, çevrelerinde yaşayan Müslümanlara yönelik baskıyı çeşitlendirmeye giriştiler. Bunun için Müslümanların yiyeceksiz ve içeceksiz bırakılmalarına, onlarla her türlü sosyal ilişkinin kurulmasının yasaklanmasına yöneldiler. Çünkü Ebu Talip ile Haşimoğulları Hz. Peygamber'i (s.a.a) yaygın biçimde desteklemekten, ona her türlü yardımı yapmaktan vazgeçirilememişti.

Zalim Kuşatma ve Haşimoğulları'nın Tutumu

Ebu Talip, Kureyşlilerin teklifini reddedip ne pahasına olursa olsun Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumakta ısrar edince, Kureyş kabilesi Müslümanlarla alışveriş yapmayı, sosyal ilişki kurmayı ve evlenmeyi boykot etmeyi içeren zalim bir belge tasarısı hazırladı.[227] Bu boykot belgesi Kureyşli şeflerin kırk tanesi tarafından imzalanarak yürürlüğe sokuldu.

Ebu Talip, amcasının oğlu, Haşimoğulları ve Muttalipoğulları ile birlikte Mekke'nin yanı başındaki dar bir vadiye sığındı. Hepsinin durumu ve kararı aynı idi. Ebu Talip bu ortak kararı: "Son ferdimize kadar ölünceye dek Allah Resulü'ne ulaşılmasına fırsat vermeyiz." şeklinde açıkladı. Ebu Leheb, Kureyşlilerin yanına giderek onları Muttalipoğulları'na karşı desteklediğini ilân etti. Muttalipoğulları'nın kâfirleri de, müminleri ile birlikte söz konusu vadiye taşındı.[228]

Bu kuşatma sırasında Müslümanlara hiçbir şey ulaşmıyordu. Ulaşabilen maddeler gizlice vadiye girebilenlerden ibaretti. Bu kaçak maddeleri hemşerilik, onurluluk veya acıma duygusunun etkisi ile Müslümanlara yardım etmek isteyen bazı Kureyşliler onlara götürüyordu.

Müslümanlara ve Resul-i Ekrem'e (s.a.a) açlık, izole edilmişlik ve psikolojik savaş biçiminde katlanılması zor birçok acıları çektiren bu boykotun üzerinden üç yıl geçmesi üzerine yüce Allah'ın gönderdiği bir ağaç kurdu, Kâbe'nin iç duvarına asılmış olan boykot belgesi üzerine kondu ve "Senin adın ile Allah'ım" kelimeleri dışındaki bütün yazılı yerlerini kemirerek yedi.

Yüce Allah olup biteni Peygamberi'ne (s.a.a) bildirdi. Hz. Peygamber de hemen durumdan Ebu Talib'i haberdar etti. Bunun üzerine Ebu Talip, Hz. Peygamber'i (s.a.a) yanına alarak Mescidü'l-Haram'a gitti. Kureyş ileri gelenleri Ebu Talib'i karşıladılar. Çünkü Müslümanların teslim olup ilâhî risalet ile ilgili tutumlarından vazgeçmek istediklerini sandılar. Ebu Talip onlara şöyle dedi: "Amcamın oğlunun bana verdiği habere göre yüce Allah boykot belgeniz üzerine bir ağaç kurdu saldı ve bu kurt Allah'ın adı dışında belgenizi kemirip yedi. Eğer bu haber doğru ise amcamın oğluna karşı beslediğiniz olumsuz görüşünüzden vazgeçersiniz. Yok, eğer yalan söylüyorsa onu size teslim ederim..." Kureyş şefleri Ebu Talib'in bu teklifine: "Bize karşı insafa geldin!" şeklinde karşılık verdiler ve hemen boykot belgesinin muhafazasını açtılar. Fakat işin Hz. Peygamber'in (s.a.a) dediği gibi olduğunu görünce, karşılaştıkları utandırıcı ve rezil edici durum yüzünden başlarını öne eğdiler.[229]

Başka bir rivayete göre, Müslümanlara uygulanan bu boykot ve o dar vadide Haşimoğulları'nın çektikleri sıkıntılar ve acılar Kureyşli bazı erkeklerin ve gençlerin ağırına gitmişti. Bunlar kabilelerindeki aşırı unsurlara karşı çıkmak üzere aralarında bir toplantı düzenlediler ve bu toplantıda boykot belgesini yırtarak bu zalim uygulamaya son vermeyi kararlaştırdılar. Fakat belgenin muhafazasını açtıklarında bir toprak kurdunun onu kemirip yediğini gördüler.[230]

Bu sonuç nasıl meydana gelmiş olursa olsun, yüce Allah bir kere daha Kureyşlileri rezil etti. Fakat onlar Hz. Peygamber'e ve onun risaletine karşı güttükleri düşmanlıktan vazgeçmediler.

Hüzün Yılı

Bi'setin onuncu yılında Müslümanlar kuşatmadan çıkmışlardı. Artık eskiden daha başları dik, daha zengin, tecrübeli ve hedefleri doğrultusunda hareket etme hususunda daha güçlü idiler. O hedef ki, her türlü zorluğa rağmen ondan vazgeçmeyecekleri yolunda yemin etmişlerdi. Kureyşlilerin uyguladıkları boykotun sonuçlarından biri, İslâm'dan ve Müslümanlardan yaygın şekilde söz edilmesi, varlıklarından Arap Yarımadası'nın her tarafında bilinmesisöz edilir olması oldu. Diğer taraftan Allah Resulü'nün (s.a.a) önünde birçok zor görev vardı. Bunlardan biri Mekke dışında daha geniş alanlara açılmak, İslâm risaleti için hareket ve sıçrama merkezi olacak çok sayıda güvenli yer oluşturmaya girişmekti.

Fakat İslâm risaleti, Mekke dönemindeki en önemli sıkıntısı ile karşılaşmıştı. Çünkü Hz. Peygamber'in ve İslâm risaletinin bir numaralı sosyal dayanağı ve en güçlü savunucusu olan Ebu Talip vefat etti. Birkaç gün sonra da Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ikinci dayanağı olan Hz. Hatice vefat etti. Bu iki olayın İslâm risaletinin gidişatı üzerindeki şiddetli etkisi dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) bu yılı "Hüzün Yılı" olarak adlandırdı ve: "Ebu Talib'in ölümüne kadar Kureyş kabilesi karşımda hep korkak ve çekingen kaldı." şeklinde bir açıklama yaptı.[231]

Bu iki ölüm olayı Kureyşlilerin Hz. Peygamber'e (s.a.a) karşı cür'etlerini artırmıştı. Nitekim bir defasında Hz. Peygamber (s.a.a) evine giderken bir Kureyşli karşısına dikilerek mübarek başına toprak attı. Bunu gören kızı Hz. Fatıma (a.s) gözyaşları dökerek babasının başına dökülen toprağı silkelemeye koştu. Hz. Peygamber ona: "Kızım ağlama; çünkü babanın koruyucusu Allah'tır." dedi.[232]

İsra ve Miraç

Bu dönemde meydana gelen İsra (Mekke'den başlayıp Kudüs'te sona eren gece yolculuğu) ve Miraç olayı, Hz Peygamber (s.a.a) için uzun mukavemeti yolunda bir takviye olmanın yanı sıra  yolunda ayaklarını yere sağlam basma, uzun çalışma ve direnme yılları arkasından gelen bir onurlandırma, şirk ve sapıklık güçlerinin çektirdikleri bu acılar ve ıstıraplar karşısında gelen ilâhî bir taçlandırma sayılırdıetkisi oluşturdu. Bu olayda yüce Allah onu göklerin kalbine yükselterek kendisine engin kâinatı üzerindeki çarpıcı egemenlik ve ğinin yüceliğinin bazı yönlerini gösterdi, ona yaratılışın sırları ile iyi ve kötü insanın akıbetini bildirdi.

Bu olay aynı zamanda Hz. Peygamber'in sahabîlerinin tasavvur kapasitelerini ölçmeye yönelik bir sınav mesabesinde idi. Bu sınav onların ilâhî risaleti insanlara iletmek ve salih insan oluşturmak amacı ile Peygamberleri ve başkomutanları ile uğrunda mücadele ettikleri dâvanın geniş çerçevesini ne oranda algıladıklarını belli edecek ve zayıf vicdan sahipleri için zor geçiş testi olacaktı.

Müşrik Kureyşliler İsra olayındaki yüce anlamları kavrayamadılar. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) onlara olaydan söz edince, hemen İsra olayının maddî biçimi, gerçekleşme imkânı ve bununla ilgili deliller hakkında sorular sormaya koyuldular. İçlerinden biri: "Vallahi, bir kervan Mekke'den Şam'a ancak bir ayda gidebilir ve yine ancak bir ayda Şam'dan Mekke'ye dönebilir. Nasıl oldu da Muhammed bir gecede oraya gidip geri gelebildi?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.a), Mescid-i Aksa'yı onlara ayrıntılı niteliklerine kadar tarif etti. Ayrıca yolda kaybolmuş develerini arayan bir kervan ile karşılaştığını, bu kafilenin yükleri arasında bulunan su dolu bir kırbanın ağzının açık olduğunu görünce kapağını üzerine kapatıp onu eski hâline getirdiğini anlattı.

Müşrikler Hz. Peygamber'e başka bir kervanı sorunca, o kervan ile Ten'im denen yerde karşılaştığını söyledi. Onlara kervanın yükleri ve kimlerden oluştuğu hakkında bilgi verdikten sonra: "Kervanın başını şöyle bir deve çekiyor, güneş doğunca onu karşınızda göreceksiniz." dedi. Sabah olunca Hz. Peygamber'in (s.a.a) bütün söyledikleri tıpkı anlattığı gibi doğru çıktı.[233]


Hicret Öncesi Ferahlama Yılları

Taif İslâm Risaletini Reddediyor[234]

Resul-i Ekrem (s.a.a) Kureyş kabilesinin uyguladığı eziyetlerin artarak devam edeceğini ve müşriklerin ilâhî risaleti ortadan kaldırmaya yönelik plânlarının ve çabalarının sona ermeyeceğini anladı. Bunun yanı sıra üzerindeki güvenlik şemsiyesi Ebu Talib'in vefatı ile yok olmuştu. Buna göre İslâm risaletinin daha geniş bir cepheye açılması gerekiyordu. Hz. Peygamber o güne kadar ilâhî risaleti özümsemiş bir topluluk insan tipi yetiştirmeyi başarmıştı. Şimdi sıra bir üs oluşturmak için verilecek çabaya gelmişti. Bu, öyle bir üs olmalıydı ki, fertlerin hayatlarını, Rableri ile insanlarla ilişkilerini istikrar ve düzen içinde sürdürmelerine zemin sağlamalı idi. Ayrıca bu üs ilâhî direktiflere uygun ve insana yönelik bir İslâm uygarlığının yapılandırılmasınaı teşvik eden bir ortam hazırlamalıydıolmalı idi.

Hz. Peygamber'in bu amaçlara uygun seçimi Taif üzerinde odaklaştı. Orada Kureyş kabilesinden sonraki en büyük Arap kabilesi olan Sakıf kabilesi yaşıyordu. Hz. Peygamber oraya tek başına veya Zeyd b. Haris'e ile birlikte ya da Zeyd ve Ali ile beraber gitti.[235] Oraya varır varmaz Sakıf kabilesinden birkaç kişiyi görmeye gitti. Bu kimseler o sırada kabilelerinin eşrafı ve yöneticileri idiler. Yanlarına varıp oturduktan sonra onları Allah'a çağırdı ve ne için taleple geldiğini kendilerine açıkladı. İstediği şey Sakıflıların, çağrısında kendisini desteklemeleri ve kavminden korumaları idi.

Sakıf şefleri çağrısını ciddiye almadılar, hatta ona alaycı karşılıklar verdiler. Meselâ içlerinden biri: "Eğer Allah seni elçi olarak gönderdi ise Kâbe'nin örtüsünü parçalarım." dedi. Bir ikincisi: "Vallahi, seninle her hâlükârda konuşmam. Çünkü eğer söylediğin gibi Allah'ın gönderdiği bir peygamber isen benim gözümde sözüne karşılık verilmeyecek derecede büyük bir büyüksüntehlikesin. Yok, eğer Allah adına yalan söylüyorsan, seninle konuşmam yakışıksız olur." dedi. Bir üçüncüsü ise: "Allah, senden başka birini peygamber olarak göndermekten âciz miydi?"[236]

Hz. Peygamber (s.a.a) bu sert ve kaba retten sonra ayağa kalkarak şeflerin yanından ayrıldı. Ayrılırken aralarında geçenleri gizli tutmalarını istedi. Çünkü bu olayın Kureyşlilerin kulağına gitmesini ve bu yüzden kendisine karşı cür'etlerinin artmasını istemiyordu. Fakat Sakif kabilesinin şefleri bu isteğine de olumlu karşılık vermeye yanaşmadılar. Bunun yerine kabilelerindeki aklından zoru olanları ve kölelerini üzerine kışkırttılar. Bunlar Hz. Peygamber'e küfretmeye, bağırıp çağırmaya ve taş atmaya başladılar. Öyle ki, attığı her adımda mübarek ayaklarını taşların üzerine basıyordu. Bu gürültüler üzerine halk çevresini sardı ve onu Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe'nin bahçesine sığınmaya mecbur ettiler. Bahçenin sahipleri olan iki kardeş oradaydı. Bahçeye girince peşinden gelen ayak takımının kovalamasından kurtuldu. Ayaklarından kan akıyordu. Bir üzüm kütüğünün gölgesinde yere oturarak Rabbine şöyle seslendi:

"Allah'ım, gücümün zayıflığını, çaremin azlığını ve insanlar karşısında küçük düşmemi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, sensin ezilmişlerin Rabbi ve benim Rabbim. Beni kime havale ediyorsun? Beni çirkin, soğuk ve asık suratla karşılayan bir uzağa (yabancıya), yoksa kaderimi eline vereceğin bir düşmanıma mı? Eğer bana karşı bir kızmışlığın yoksa olup bitenlere önem vermem. Fakat bana yönelik afiyet bağışın, benim için daha geniş kapsamlıdır."

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu yolculukta gördüğü tek yakınlık kendi hâlindeki bir Hıristiyanın gösterdiği şefkat içerikli tavır oldu. Adam, Hz. Peygamber'de bazı peygamberlik belirtileri görmüştü.[237]

Resulullah, Sakıfoğulları'ndan beklediği destekten ümidini kestikten sonra Mekke'ye dönmek üzere Taif'ten ayrıldığı sırada üzgündü. Çünkü hiç kimseden olumlu cevap alamamıştı. Taif ile Mekke arasındaki yolda bir hurma ağacının yanında mola verdi. Vakit gecenin ilerlemiş bir saati idi. Namaza durmuştu. Bu sırada cin kökenli bir grup yanına geldi ve o farkında olmadan okuduğu Kur'ân ayetlerini dinlediler. Hz. Peygamber namazını tamamlayınca kendisini dinleyen cinler soydaşlarının yanına döndüler. Hz. Peygamber'e iman eden ve dinledikleri ayetlere olumlu karşılık veren bu cinler soydaşlarını uyarmaya koyuldular. Yüce Allah cinler ile ilgili bu haberi Hz. Peygamber'e şöyle anlatıyor:

"Hani cinlerden bir grubu, Kur'ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur'ân'ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): 'Susun.' demişler, Kur'ân'ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki, Allah bazı günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun."[238]

Mekke'de Risaletin Açılımı ve Önündeki Engeller

Hz. Peygamber'in (s.a.a) hareketi üst düzeyde mükemmel bir risalet cihadı idi. Onun mantığı ve, davranışları ve ahlâkı, sağlıklı fıtratı ve yüce ahlâkı yansıtıyordu. Vicdanların derinliklerindeki hak duygusuna hayat kazandırmaya ve insanların yararlanabileceği erdeme çağırıyordu. Bundan dolayı Kureyşlilerin baskılarına ve sertliklerine, Taiflilerin engellemelerine ve kabalıklarına rağmen Hz. Peygamber (s.a.a) ümitsizliğe düşmüyordu. O, insanlar arasında dolaşıyor ve herkesi Allah'ın dinine çağırıyordu. Özellikle umre ve hac mevsimlerinde bu tebliğ kampanyasına daha da hız veriyordu. Çünkü bu dönemler tebliğ için büyük fırsatlar oluşturuyordu. Bu münasebetle bazı Arap kabilelerinin konaklama yerlerinde durup insanlara şöyle sesleniyordu:

"Ey falanca oğulları, ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah size kendisine kulluk etmenizi, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızı, bana inanmanızı, söylediklerimi onaylamanızı, Allah'ın benimle gönderdiği mesajları açıklayabilmem için beni korumanızı emrediyor."[239]

Hz. Peygamber (s.a.a) muhtelif kabilelere gidip gelme faaliyetini sık sık tekrarlardı. Bu ziyaretler sırasında karşılaştığı kaba retlere veya nazik mazeret beyan etmelere aldırış etmezdi. Şu da var ki, bazı kimseler Müslüman olmayı iktidar koltuğuna kavuşmaya hizmet eden bir siyasî proje olarak görüyor ve bu amaçla pazarlığa girişiyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) ilkeleri doğrultusunda doğan fırsatlardan yararlanmayı reddetmemekle birlikte bu tür teklifleri, pazarlığı ve tavizi asla tanımayan bir dille reddediyor ve bu tür teklifler ile karşılaştığında: "Yetki Allah'a aittir, onu dilediğine verir." diyordu.[240]

Bu çalışmalar sırasında Ebu Leheb sık sık Hz. Peygamber'in (s.a.a) arkasından giderek ve insanları ona uymaktan caydırmak için şöyle sözler söylerdi: "Ey falanca oğulları, bu adam sizi boyunlarınızdaki Lat ve Uzza'yı boyunlarınızdan çıkararak ortaya koyduğu bidate ve sapıklığa uymaya çağırıyor. Ona uymayın, onun söylediklerini dinlemeyin."[241]

Öte yandan Ebu Cehil'in eşi Ümmü Cemil, kadınlar arasında ayağa kalkıyor ve kadınların Peygamber'e (s.a.a) uymasını önlemek için kadınlar arasında ayağa kalkıyor ve Peygamber'in mübarek çağrısını alaya alıyordu.

Arap kabilelerini İslâm risaletini kabul etmeye ikna etmek Hz. Peygamber (s.a.a) için kolay bir iş değildi. Çünkü Kureyş kabilesi, Kâbe'nin bakım ve gözetim yetkisini uhdesinde bulundurduğu için diğer Arap kabileleri arasında itibarlı bir dinî konuma sahipti. Bunun yanı sıra bu kabile Arap Yarımadası'nda önemli bir ticarî ve ekonomik merkez olma rolünü oynuyordu. Bütün bunlara ek olarak Kureyş kabilesinin, Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısını yönelttiği çevredeki diğer kabilelerle sıkı ilişkileri ve ittifak anlaşmaları vardı. Bu yüzden bütün bu bağları keserek Kureyş kabilesinin hegemonyasını ortadan kaldırmak zordu. Dolayısıyla insanların İslâm risaletini kabul etmekte niçin tereddüt ettikleri açıktı. Bütün bunlara rağmen Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) çaba ziyaret kampanyasından ve çağrısının gücünden korktular. Bu korkunun etkisi ile putperest akılların kabul edebilecekleri programlanmış bir üslûba başvurdular. Üzerinde sözbirliğine vardıkları bir propagandayı insanlar arasında yaymak üzere şöyle diyorlardı: "Bu adamın açıklamaları büyü içeriklidir. Bu büyüleyici sözleri ile kişi ile eşini, kişi ile kardeşini birbirinden ayırıyor." Fakat Kureyşlilerin bu çabaları başarılı olamadı. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve ilâhî risaletin yüceliği onunla karşılaşan herkes tarafından açıkça görülüyordu.[242]

Birinci Akabe Biati

Resul-i Ekrem (s.a.a) İslâmî risaleti yayma yolunda var gücüyle çalışıyor, hiçbir fırsatı kaçırmıyor, hiçbir gayretten geri kalmıyordu. Kendisinde ümit ve hayır gördüğü her gruba, herhangi bir ihtiyacı için Mekke'ye gelenlerden etki ve nüfuz sahibi olabileceğini düşündüğü herkese çağrısını yöneltiyordu. O sıralarda Yesrib Şehri [ilerisinin Medine'si] iki zıt kutup arasında siyasî ve askerî bir çatışma yaşıyordu. Bu zıt kutuplar Evs ve Hazrec kabileleri idi. Bu şehirde yaşayan bazı Yahudi unsurlar, ilâhî yasaların mevcut olmadığı bir ortamda bu çatışmayı kirli oyunları ve desiseleri ile alevlendiriyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.a) gücünü arttıracak bir ittifak arayışı ile Mekke'ye gelen bazı Yesribliler ile buluştu. Çok zaman geçmeden ilâhî risaletin etkisi ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) verdiği mesajın doğruluğu bu kişilerin vicdanlarında yer tutmaya başladı. Bu buluşmaların birinde Hz. Peygamber (s.a.a) Hazreç kabilesinin bir kolunu oluşturan Afraoğulları ile yaptığı sohbette onlara İslâm'ı sundu ve kendilerine Kur'ân'dan bazı ayetler okudu. Onların gözlerinde olumlu bir yaklaşım ve kalplerinde daha çok sayıda ayet dinleme arzusu hissetti... Adamlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) konuşmasından onun, Yahudilerin Yesrib müşriklerine yönelik tehditlerinde kastettikleri peygamber olduğu yolunda kesin kanaate vardılar. Çünkü Medineli Yahudiler, Yesribli müşriklerle aralarında her kötü olay meydana geldiğinde müşriklere şöyle diyorlardı: "Şimdi bir peygamber gönderiliyor. Geleceği zaman iyice yaklaştı. O gelince ona uyacak ve sizi Ad ve İrem kavimlerinin öldürüldüğü gibi öldüreceğiz."[243]

Bu buluşmada yer alan Yesribliler, derhal Müslümanlığı kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlar altı kişi idiler. Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle dediler: "Biz kavmimizin yanından ayrılırken onları, başka hiçbir kavimde görülmeyen iç karışıklıklar ve kötülükler içinde bırakıp geldik. Umulur ki, Allah onları senin sayende birleştirir. Biz onların yanına dönünce kendilerini senin anlattığın ilkelere ve bizim kabul ettiğimiz yeni dine çağıracağız."

Sonra yola çıkıp Yesrib'e döndüler. Döner dönmez Hz. Peygamber (s.a.a) ve, ilâhî risaleti, güvenin ve mutluluğun egemen olacağı bir hayat ortamı kurmaya dönük müstakbel ümit hakkında çeşitli konuşmalar yapmaya giriştiler. Bu konuşmaların sonucu olarak İslâm risaleti konusu Yesribliler arasında yaygınlık kazandı. Öyle ki, Yesrib'de Resul-i Ekrem'den (s.a.a) söz edilmeyen tek bir ev bile kalmadı.[244]

Günler çabuk geçti. Peygamberliğin on birinci yılındaki hac mevsimi geldiğinde, Evs ve Hazreç kabilelerinden oluşan ortak bir Yesribli heyet Hz. Peygamber'in yanına geldi. Bunlar on iki kişi idi ve daha önce İslâmiyet'i kabul etmiş olan altı kişi de aralarında idi. Heyeti oluşturanlar Hz. Peygamber (s.a.a) ile gizlice buluştular. Buluşma yeri, Yesrib'den kalkıp Mekke'ye gidenlerin yolu üzerinde bulunan Akabe adlı bir geçit idi. Yesribliler bu gizli buluşmada Hz. Peygamber'e (s.a.a) biat ettiler, bağlılık sözü verdiler. Bu biat uyarınca Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar, hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, çocuklarını öldürmeyecekler [cinsiyetleri kızdır diye diri diri toprağa gömmeyecekler], hiç kimseye kendilerince uydurdukları bir iftira atmayacaklar ve Hz. Peygamber'in maruf ile ilgili emirlerine karşı gelmeyeceklerdi.[245]

Hz. Peygamber (s.a.a) onlara bu saydıklarımızdan daha fazla bir yük yüklemeyi uygun görmedi. Yanlarına Müslüman gençlerden biri olan Mus'ab b. Umeyr'i verdi. Bu genç Yesrib'de tebliğ görevini üstlenecek, o şehrin arasında yeni inanç sisteminin kültürel eğitimini yürütecekti. Böylece birinci Akabe biati tamamlanmış oldu.

İkinci Akabe Biati

Mus'ab b. Umeyr, Yesrib sokaklarını ve topluluklarını dolaşarak halka Allah'ın ayetlerini okudu ve Kur'ân etkisi ile gönülleri harekete geçirdi. Bu çabaların sonucu olarak çok sayıda kişi İslâm risaletine iman etti.

İslâmiyet'in heyecanı kalplerde Hz. Peygamber (s.a.a) ile buluşmaya, onun engin feyzinden pay almaya ve onun şehirlerine göç etmesine yönelik büyük bir arzu uyandırdı.

Bi'setin on ikinci yılının hac mevsimi yaklaştığında, Yesribli hacı kafileleri Mekke'ye doğru yola çıktı. O güne kadar Müslüman olan yetmiş üç erkek ile iki kadın da bu kafileler arasında idi. Hz. Peygamber (s.a.a) Yesribli Müslümanlara Akabe'de buluşacağını vaat etti. Bu buluşma teşrik günlerinin ortalarında bir gece yarısı gerçekleşecekti. Yesribli Müslümanlar bu buluşmayı gizli tuttular.

Gecenin üçte birlik bölümü geçince, gözlerden uzak bir gizlilik içinde Müslümanlar saklandıkları yerlerden çıkarak bir yerde toplandılar ve Resulullah'ı (s.a.a) beklemeye koyuldular. Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) yanına aldığı akrabasından birkaç kişi ile birlikte çıkageldi. Onun gelişi ile toplantı başladı. Önce Yesribliler konuştu. Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a) bir konuşma yaptı. Kur'ân'dan birkaç ayet okuduktan sonra dinleyenleri Allah'a çağırdı ve İslâm'a teşvik etti.

Bu defadaki biat daha net, daha açık ve daha üst düzeyli mükemmellikte oldu. İslâm'ın bütün yönleri, bütün hükümleri, savaşta ve barışta nasıl davranılacağı, neler yapılacağı ayrıntılı olarak ele alındı. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Yesribli Müslümanlara: "Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz bütün tehlikelerden beni de koruyacağınıza dair bana biat etmenizi istiyorum." dedi. Onlar da ayağa kalkarak Resulullah'a (s.a.a) biat ettiler.

Bu buluşma sonunda Yesribli Müslümanlar tarafında bir endişe şuuru belirdi. Ebu Heysem b. Teyyihan bu kaygıyı şöyle dile getirdi: "Ey Allah'ın Resulü, bizimle şu adamlar arasında (Yahudileri kastediyor) birtakım ipler (ilişkiler) var. Şimdi biz bunları keseceğiz. Fakat eğer biz böyle yaparsak ve ardından Allah, bizi bırakıp kavmine dönmeni sana tercih ettirirse nasıl olur?" Bu sözler üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) gülümsedi ve şöyle dedi: "Kanın karşılığı kan ve yıkımın karşılığı yıkımdır. Sizinle savaşanlar ile ben de savaşır ve sizinle barış yapanlar ile ben de barışık olurum."[246]

Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a): "Aranızdan on kişi başkan seçip çıkarın. Bunlar kavimleri içinde olup biten her şeyi gözetmekle görevli olacaklar." dedi. Hz. Peygamber'in bu emri üzerine Yesribli Müslümanlar dokuzu Hazreç kabilesinden ve üçü Evs kabilesinden olmak üzere aralarından on iki kişiyi seçtiler. Hz. Peygamber (s.a.a) bu on iki kişiye şunları söyledi: "Sizler kavminiz arasında olup bitecek her şey konusunda kefilsiniz. Tıpkı havarilerin, Meryem oğlu İsa karşısında kefil olmaları gibi. Ben ise kavmim üzere kefilim."[247]

Hikmetli bir yönlendirme, bütün imkânları isabetli şekilde kullanma ve derin siyasî bilinç sayesinde Resulullah (s.a.a), ilâhî risaletle ileriye yönelik adımlar atıyordu ve bütün bu adımlarında ilâhî vahiy ona doğruyu gösteriyor, onu sürekli yönlendiriyordu. Biat töreni sona erince, Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine biat eden Yesriblilere kaldıkları yere dönmelerine izin verdi. Giderlerken onlara müşriklere karşı güç kullanmaya kalkışmamaları talimatını verdi. Çünkü yüce Allah henüz savaşma izni vermemişti.

Kureyşliler Yesribli Müslümanların Hz. Peygamber'e (s.a.a) sağladıkları desteğin yol açacağı kuşatıcı tehlikenin kötü sonuçlarını anlamakta gecikmediler. Kapıldıkları öfkenin ve kötülük yapma dürtüsünün etkisi altında Hz. Peygamber (s.a.a) ile Yesribli Müslümanlar arasına girmeye kalkıştılar. Fakat Hz. Hamza ile Hz. Ali (üzerlerine selâm olsun), Akabe toplantısının yapıldığı yerin kapısında güvenlik bekçileri idiler. Bunu gören Kureyşliler ümitsizlik ve hayıflanma duyguları içinde geri döndüler.[248]

Yesrib'e Hicret Hazırlığı

Kureyşliler gaflet uykularından uyanarak kendilerini bekleyen tehlikenin farkına vardılar. Çünkü Müslümanların önünde galip gelme ümidini uyandıran kapı açılmıştı. Bu yüzden Müslümanlara yönelik sertliğin, baskının ve şiddetin dozunu artırmaya yöneldiler. Amaçları iş işten geçmeden Müslümanları yok etmekti. Müslümanlar bu konudaki şikâyetlerini Hz. Peygamber'e (s.a.a) arz ettiler ve ondan Mekke'den çıkmaya izin vermesini istediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlardan birkaç gün mühlet istedi ve sonra şöyle dedi: "Nereye göç edeceğiniz bana bildirildi. Gideceğiniz yer Yesrib'dir. Kim Mekke'den çıkmak istiyorsa Yesrib'e gitsin."[249] Başka bir rivayete göre Hz. Peygamber'in bu konu ile ilgili sözleri şunlardır: "Yüce Allah size güvenlik bulacağınız bir yurt ve kardeşler hazırladı."[250]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu izni üzerine bazı Müslümanlar Yesrib'e gitmek üzere Mekke'yi terk etmeye başladılar. Kureyşlilerin tepkilerini tetiklememek için bu çıkışları gizlice yapıyorlardı. Mekke'nin sokakları, evleri ve toplantı yerleri günden güne Resulullah'ın (s.a.a) sahabîlerinin gözden kaybolmalarına şahit olmaya başlamıştı artık. Fakat o bir yandan Allah'tan gelecek hicret emrini bekliyor ve öte yandan hicret eden Müslümanların esenliğini ve problemsiz olarak şehirden çıkmasını garanti etmeye çalışıyordu. Bu arada Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) plânının ve maksadının farkına vardılar. Bunun üzerine Müslümanların Mekke'yi terk etmelerine engel olmaya çalıştılar. Bu amaçla, muhacirlere ulaşarak onları Mekke'ye döndürmek için teşvikten işkenceye kadar değişen çeşitli caydırma yollarına başvurdular.

Kureyşliler, Mekke'nin güvenli bir şehir olarak kalmasına çok özen gösteriyorlardı. Bu yüzden Yesrib'e göç eden Müslümanları öldürmenin doğuracağı sonuçlardan korkuyorlardı. Çünkü o takdirde Müslümanlar ile aralarında savaş çıkabilirdi. Bu düşünce ile Müslümanlara işkence etmekle, onları hapsetmekle yetindiler.

Evet, Kureyşliler Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'den çıkıp Yesrib'e gitmesi ile ilgili olarak bin bir hesap yapıyorlardı. Çünkü Müslümanların Yesrib'de elleri güçlenmişti. Şimdi eğer sebatıkârlığı, isabetli görüşlülüğü, tedbirliliği, güçlülüğü ve yiğitliği ile tanınan Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib'e hicret eden Müslümanlara katılırsa, genelde bütün müşriklerin ve özellikle Kureyşlilerin başına büyük bir felâket çökecekti.

Kureyş kabilesinin şefleri Dâru'n-Nedve diye anılan toplantı evinde hemen bir toplantı düzenlemeyi kararlaştırdılar. Toplantının müzakere konusu, karşı karşıya kaldıkları çok yönlü tehlikeye çözüm aramaktı. İleri sürülen görüşler birbirinden farklı ve çelişkili oldu. Teklif edilen görüşler arasında Hz. Peygamber'i hapsetmek, zincirlerle bir yere bağlamak ve Mekke'den uzak bir çöl bölgesine sürmek gibi çözümler vardı. Fakat toplantıya katılanların ortak onayını ve beğenisini kazanan görüş, Hz. Peygamber'i öldürmek ve Haşimoğulları'nın kan bedeli ile ilgili isteklerinin önünü kesmek için kanını kabileler arasında dağıtmak şeklindeki öneri oldu.[251] Çünkü eğer Peygamber'i (s.a.a) öldürürlerse, henüz beşiklik dönemini yaşayan İslâm risaletini yok edeceklerini düşünüyorlardı.

Bu sırada ilâhî emir geldi. Hz. Peygamber'e (s.a.a) hemen harekete geçip Yesrib'e hicret etmesi direktifi veriliyordu. Bu direktif Resulullah'ın (s.a.a) büyük bir özlemle beklediği bir işaretti. Çünkü takva temellerine ve ilâhî ilkelere dayalı bir devlet kurup salih bir insan topluluğu oluşturma imkânı bulabileceği bir toprağa ayak basacaktı.

Müşrikler plânlarını tasarlayıp sağlamlaştırdıktan sonra vahyin görevli meleği Cebrail Resulullah'ın (s.a.a) yanına inerek müşrikler tarafından aleyhinde düzenlenen komployu ona haber verdi. Kendisine bu kanlı komployu anlatan şu ayeti okudu: "Hani kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut (yurdundan) çıkarmaları için tuzak kurmuşlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Hiç şüphesiz Allah tuzak kuranların en iyisidir."[252]

Hz. Peygamber (s.a.a), gaybî yardım elinin kendisini koruduğunu ve atacağı adımları doğrulttuğunu kesin olarak bildiği içn mesine rağmen hareket etmek için aceleci davranmadı, adımlarını rastgele atmadı. Tersine hareketlerini plâna bağladı, yapacağı her şeyi basiretle, akıllıca ve tam bir gizliliğe riayet ederek tasarladı.

Hicret Öncesinde Kardeşleştirme

Resulullah (s.a.a), dayanışmalı bir İslâm toplumuna yönelik bir hareket noktası olarak muhacirleri birbirine kardeş yaptı. Böylece, hedef alınan İslam toplumun mensupları İslâm'ın yararı ve Allah'ın sözünün yüceltilmesi için tek bir vücut gibi çalışacaklardı. Çünkü Müslümanlar sayısız zorluklarla karşılaşacaklardı ve bu zorlukları aşmak, en yüksek düzeyde bir yardımlaşma ve dayanışma gerektiriyordu.

Bu nedenle Resul-i Ekrem (s.a.a), hicret yolunda atılmış ilk adım olarak muhacirleri birbirine kardeş yaptı. Bu kardeşliğin birleştirici bağı hakka ve hoşgörüye yönelik bir ilâhî iman bağı idi. Bu kardeşlik, Müslümanlar arası ilişkilere kazandıracağı insicam, direniş ve nefsanî sürtüşmelerden uzak kalma refleksinde etkisini gösterecekti. Bu süreçte Hz. Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir'i Ömer ile, Hamza'yı Zeyd b. Harise ile, Zübeyr'i İbn-i Mes'ud ile ve Ubeyde b. Haris'i Bilal ile kardeş ilân etti.

Bu uygulama bağlamında Hz. Ali'yi (a.s) de kendine kardeş seçti. Bunun için Hz. Ali'ye: "Senin kardeşin olmamı istemez misin?" diye sordu. Hz. Ali'nin: "Evet; isterim, ey Allah'ın Resulü!" karşılığını vermesi üzerine: "Sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin." dedi.[253]



4. BÖLÜM

● İlk İslâm Devletinin Kuruluşu

● Genç Devletin Savunulması

● Müşriklerin Güç Gösterisi ve Sert İlâhî Ceza


İLK İSLÂM DEVLETİNİN KURULUŞU

1- Yesrib'e Hicret

Risalet hareketinin kemale ermesi ve peygamberlik misyonunun özlenen ilâhî hedeflerini gerçekleştirebilmesi için risaletin inanç sistemine kesin bir inançla bağlanmış, varlığını bu inanç sistemine adamış, sapmalardan koruyacak niteliklerle donanmış olmanın yanı sıra sürekli fedakârlığa hazır, iyilik yanlısı güçlerle ve unsurlarla desteklenmesi gerekiyordu.

İşte Ebu Talip oğlu Ali (a.s), sözünü ettiğimiz unsurun emsalsiz örneği idi. Resulullah (s.a.a) o tarihî günlerin birinde ona şöyle dedi: "Ey Ali, Kureyşliler bana tuzak kurmak ve beni öldürmek için bir araya geldiler. Rabbim ise bana kavmimin yurdunu terk etmemi vahyetti. Benim Hadramî hırkama bürünerek benim yatağımda uyu. Böylece benim yatağımda uyumanla izimi onlardan saklamış olacaksın. Buna karşı sen ne diyeceksin ve ne yapacaksın?"

Hz. Ali (a.s): "Eğer ben geceyi senin yatağında geçirirsem sen selâmete erecek misin?" diye sordu. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "Evet." demesi üzerine sevinçle gülümsedi ve secdeye varmak üzere yere kapanarak Hz. Peygamber'den (s.a.a) aldığı selâmeti ile ilgili haberden dolayı yüce Allah'a şükrederek şöyle dedi: "Aldığın emri yerine getir; gözüm, kulağım ve kalbimin özü sana feda olsun."[254]

Hz. Peygamber (s.a.a) gece yarısından sonra Hz. Ali'yi yatağında bırakarak ve çevresini saran ilâhî desteğin himayesi ile evini saran müşrik güçlerin çemberini yararak evinden çıktı.

Allah'ın düşmanlarının sabahleyin Hz. Peygamber'in (s.a.a) evini basınca hayal kırıklıkları ne kadar da büyüktü! Ölüm kokusu saçan kılıçlarını sıyırmışlardı. Yüzleri kin saçıyordu. Başlarında Halid b. Velid vardı. İçeri girdiklerinde Hz. Ali (a.s) üstün bir şecaatle yattığı yerden ayağa fırladı. Bunu gören müşrik güçler geri dönüp kaçmaya başladı. Dehşete ve şaşkınlığa kapılmışlardı. Çünkü yüce Allah'ın onların çabalarını nasıl boşa çıkarıp Peygamberi'ni (s.a.a) kurtardığını gözleri ile görüyorlardı.

Kureyş kabilesi bütün azgınlığı ile kaybolan prestijini ve heybetini geri kazanmak için her türlü çareye başvurdu. Tek amacı Muhammed'i (s.a.a) yakalamaktı. Bu amaçla deneyimli gözcüleri yola çıkardı. Hz. Peygamber'i yakalamak için her türlü yola baş vurmayı göze aldı. Öyle ki, onu diri veya ölü olarak getirene ödül olarak yüz deve vereceğini açıkladı. Peşine düşenlere usta biri rehberlik ediyordu. Adam, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ayak izlerini sürerek Sevr Mağarası'nın kapısına vardı. Hz. Peygamber Ebu Bekir ile birlikte bu mağarada saklanmıştı. Usta rehber, mağaranın kapısında Hz. Peygamber'in izini kaybetti. Bunun üzerine: "Muhammed ve arkadaşı burayı geçmedi. Bu ikisi ya göğe çıktılar veya yere girdiler." dedi.

Mağaranın içinde Ebu Bekir büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü dışarıdaki Kureyşlilerin: "Çık dışarıya, ey Muhammed!" diye bağıran seslerini duyduğu gibi, mağaranın kapısına yaklaşan ayaklarını da görüyordu. Resulullah (s.a.a) ise ona: "Üzülme, Allah bizimle beraberdir!" diyordu.

Kureyşli izciler, eli boş geri döndüler. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) mağarada olduğunun farkına varmadılar. Zira bir örümcek mağaranın kapısı üzerinde ağını örmüştü ve bir güvercin kapının yanında yuvasını kurarak içinde yumurtlamıştı.

Gece olunca Hz. Peygamber'in (s.a.a) saklandığı yeri öğrenen Hz. Ali (a.s) ile Ebu Hale oğlu Hind onunla buluştular. Resul-i Ekrem (s.a.a), zimmetini koruması ve emanetlerini yerlerine vermesi hususundaki tavsiyelerini Hz. Ali'ye iletti. Zira o, Arapların emanetlerini kendisine teslim ettikleri bir kişi idi. Ayrıca Hz. Ali'ye kendisi ve Fatıma'lar için binek hayvanları satın alarak kendisine katılması yolunda emir verdi ve güven vermek amacıyla ona şöyle dedi: "Ey Ali, onlar şu andan itibaren benim yanıma gelinceye kadar sana kötü bir şey yapamayacaklar. Herkesin gözü önünde açık bir şekilde emanetlerimi yerlerine ver. Sonra seni kızım Fatıma üzerine vekil ediyorum. Rabbimin de her ikinizin üzerine vekil ve koruyucunuz olmasını isterim."[255]

Mağaraya sığınmasının üzerinden üç gün geçtikten sonra Kureyşlilerin kendisini aramayı durduklarını öğrenince, hiçbir sıkıntıya aldırış etmeksizin, Allah'ın yardımına sığınarak ve O'nun desteğine güvenerek hızlı bir şekilde Yesrib'e doğru yola çıktı.

Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib yakınlarındaki Kuba denen yere varınca, Yesrib'e hep birlikte girmek için, amcasının oğlu Ali b. Ebu Talip ile Fatıma'ları beklemek üzere orada birkaç gün mola verdi. O Yesrib ki, Hz. Peygamber gelecek diye sevinç ve neşe ile dalgalanıyordu. Bu arada Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanındaki ve yol arkadaşı Peygamber'i Kuba'da bırakarak Yesrib'e girmişti.

Hz. Ali (a.s) yol yorgunluğundan ve yolculuğun tehlikelerinden bitkin durumda Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına vardı. Çünkü Kureyşliler Fatıma'lar ile birlikte Mekke'yi terk ettiğini öğrenince, peşlerine düşmüşlerdi. Resulullah yanına gelen Hz. Ali'yi kucakladı ve başına gelenler karşısında duyduğu üzüntüden dolayı gözleri yaşardı.[256]

Resulullah (s.a.a) birkaç gün Kuba'da kaldı. Oradayken yaptığı ilk iş putları kırmak oldu.[257] Arkasından buranın adı ile anılan Müslümanların ilk mescidinin temelini attı. Sonra cumaya rastlayan bir gün Kuba'dan yola çıktı. Öğle namazı vakti Ranuna denen yere vardı. Burada İslâm tarihindeki ilk Cuma Namazı'nı kıldı. Yesribli Müslümanlar süslenmiş ve silâhlarını kuşanmış olarak Resulullah'ı (s.a.a) karşılamaya çıktılar ve binek hayvanının etrafını sardılar. Herkes onu yakından görmek ve inanıp sevdiği bu adama doyasıya bakmak istiyordu.[258]

Önünden geçtiği her Müslüman evinin sahibi devesinin yularından tutuyor ve ondan yanında kalmasını rica ediyordu. Resulullah (s.a.a) ise onlara güler yüzle karşılık veriyor ve herhangi birinin hatırını kırmaktan çekinerek onlara: "Deveyi bırakın; o, emre göre hareket ediyor." diyordu.

Sonunda deve Neccaroğulları'ndan iki yetim gence ait ve Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evi önünde bulunan ağılın yanında durdu. Ebu Eyyub el-Ensarî'nin eşi koşarak geldi ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) devesini içeriye aldı. Böylece Resulullah (s.a.a) Mescid-i Nebevî'nin ve kendi evinin yapımı tamamlanıncaya kadar bu ailenin yanında misafir kaldı.[259]

Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib şehrinin adını Tayyibe olarak değiştirdi.[260] Resulullah'ın (s.a.a) Yesrib'e hicreti İslâm tarihinin başlangıcı sayıldı.[261]

2- Mescidin Yapımı

Hz. Peygamber (s.a.a), Müslümanların katkısı ile yeni ferdi yetiştirme bir fert tipi oluşturma aşamasından geçirdikten sonra ı geride bıraktı. Yesrib'e varması ile ilâhî yasaların ve hoşgörüye dayalı İslâm şeriatının hükümran olduğu bir devlet oluşturmayı plânlamaya başladı. Bunu İslâm uygarlığı oluşturma aşaması izleyecek ve bu İslâm uygarlığı devlet kurma aşaması sonrasında bütün insanlığı kapsamına alacaktı.

Bir İslâm devleti kurmanın önündeki başlıca engellerden biri, Arap Yarımadası toplumunda öteden beri egemen olan ve toplumlar arası bağları sağlamlaştıran kabile düzeni idi. Bunun yanı sıra Müslümanların zayıflığı da mutlaka gerçekçi bir tedavi ile giderilmeli idi. Bu doğrultudaki ilk adım bir mescit yapmaktı. Bu mescit, çeşitli görevlerin gerçekleştirilme yeri ve devlet işlerini çekip çevirecek merkezî otoritenin üssü olacaktı.

Mescidin yeri belirlendi ve Müslümanlar mescidin inşa edilmesi ve gerektirdiği donanımın sağlanması için gayret ve özlem dolu ciddi bir çalışmaya giriştiler. Resulullah (s.a.a) bu çalışmalarda öncü, örnek ve Müslümanları harekete geçiren enerji kaynağı oldu. Bizzat kendisi taş ve kerpiç taşıma işine katıldı. Bir defasında karnı üzerinde taş taşırken Useyd b. Huzeyr karşısına çıktı ve: "Ey Allah'ın Resulü, o taşı ver, onu senin yerine ben taşıyayım." dedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) ona: "Hayır, sen git başka bir taş getirtaşı." dedi.

Resulullah (s.a.a) ve ailesi için de bir ev yapıldı. Bu ev büyük külfet gerektirmiş bir ev değildi. Onun ve ailesinin hayat tarzı gibi sade idi. Bu arada Hz. Peygamber (s.a.a) sığınacakları bir konut bulamayan yoksulları da unutmamıştı. Mescidin bitişiğinde onlar için bir barınak yaptırmıştı.[262]

Yapılan bu mescit, Müslümanların ibadet ve sosyal ilişkilerle ilgili hayatlarında bir üs ve yeni bir fert ve toplumun eğitilme ve oluşturulma sürecinde aktif bir merkez oldu.

3- Muhacirler ile Ensarın Kardeşleştirilmesi

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.a) yeni devlet kurma ve kabilenin kendisine dokunmadan kabile düzeninin bazı değerlerine son verme yolunda başka bir adım attı. Sözünü ettiğimiz kabile düzeninin bazı değerlerini ortadan kaldırmak için Müslümanlarda ortaya çıkan iman hararetinden ve karşılıklı sevgiden yararlandı. Bunun için kan ve akrabalık taraftarlığı bağını aşarak inanç ve din bağını fertler arası ilişkilerin temeli yaptı. Bu bağlamda: "Allah için ikişer ikişer kardeş olun." dedi. Arkasından Hz. Ali'nin elini tutarak: "Bu da benim kardeşimdir." dedi.[263]

Bunu gören Müslümanlar harekete geçerek ensardan olan her kişi muhacirlerden olan bir kişiyi hayatına ortak ettiği kardeşi olarak seçti. Böylece Yesrib şehri tarihinin kanlı sayfalarından birini geride bıraktı. Çünkü bu şehrin üzerinden geçen hiçbir gün olmuyordu ki, Evs ve Hazreç kabileleri arasında Yahudilerin entrikaları ve desiseleri ile körükledikleri acı bir çatışma meydana gelmemiş olsun. Böylece Şimdi dünyanın önünde gelişmiş insanî hayat açısından yeni bir dönem açıldı. Çünkü Resulullah (s.a.a) bu kardeşleştirme ve inanca dayalı kişiler arası ilişkiler oluşturma uygulaması ile bu ümmetin sürekliliğinin ve imana dayalı aktifliğinin temelini attı.

Müslümanları Birbirine Kardeş Yapmanın Boyutları ve Sonuçları

Ekonomik Boyut

1) Muhacirleri barındırmak ve ekonomik durumlarının iyileşmesini sağlayarak yeniden normal hayatlarını sürdürmelerinin yolunu açmak.

2) Yoksulluğu ortadan kaldırma girişimi bağlamında sınıflar arasındaki farklılıkları gidermek.

3) Gayri meşru servet birikiminden uzak bir yaklaşımla ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirmek ve Yahudilerin faizci-rantiyeci ellerini kesmek.

4) Ticarî hareketi canlandırmanın yanı sıra tarımsal gelişmeyi geliştirmek. Bu amaçla muhacirler ile ensarın faaliyetlerini ve düşüncelerini kaynaştırmak, çalışmalarını bağlantılandırmak ve şehirde varolan bütün fırsatlardan yararlanmak.

Sosyal Boyut

1) Toplumun bünyesinde kök salmış sosyal hastalıkları ve kabile çatışmalarının tortularını ortadan kaldırmak; sevgi, sempati ve bir arada yaşama ruhunu yaygınlaştırarak İslâm'a karşı komplo kurmaya hazırlananların kullanabilecekleri gedikleri kapatmak, insanî emekleri ve enerjileri daha sonraki aşamalarda İslâm'ın hizmetine sunmak üzere çoğaltmak.

2) Gündelik ilişkilerde kabile düzenini kaldırıp onun yerine İslâmî düzen ve değerleri koymak.

3) Müslümanları fedakârlığa ve başkalarını kendi nefsine tercih etme doğrultusunda eğitmek suretiyle İslâmî risaleti yaymak içinüzere onları dünyaya açılmaya psikolojik yönden hazırlamak. Çünkü İslâm'ı yayma faaliyeti, bu yayma kampanyasında görev alacak olanlarda yüksek bir esnekliğin, hilmin ve yüce değerlerin bulunmasını gerektirir.

Siyasî Boyut

1) Düşmanların çeşitli yönlerden saldırdıkları ve desiselerini hiç durdurmadıkları bir ortamda bir tek kişi gibi Resulullah'ın (s.a.a) ve ilâhî risaletin emirleri doğrultusunda hareket edecek Müslümanlardan oluşmuş, birbirine sıkı bağla bağlı bir toplumsal doku oluşturmak.

2) Muhacirler ile ensarın taktik deneyimlerini, direnme ve ayakta durma yöntemlerini, imanî tecrübelerini ve hareket yollarını birbirine aktarmaları. Çünkü ensar, muhacirlerin yaşadıkları tecrübeleri ve sıkıntıları yaşamış değildi.

3) Devleti ve yönetim iskeletini kurmanın adımlarından biri olarak örnek kişiler bir fert tipinin yetiştirmekoluşturulması.

4) Müslümanları İslâm değerleri uyarınca, kabilecilik ve ırkçılık ruhundan uzak bir şekilde kendilerini savunma konusunda güçlü bir biçimde bilinçlendirmek.

4- Medine Anlaşması

Hz. Peygamber'in (s.a.a), Müslümanları çatışma ve direnme şartlarında yapıcılık ve İslâm şeriatını uygulama aşamasına intikal ettirebilmesi için nispî de olsa güven ve istikrar ortamını sağlaması gerekiyordu. Çünkü çatışma ortamı, İslâm şeriatının halk kitleleri arasına yayılmasına engel olabilirdi.

Yesrib şehrinde Müslümanlara karşı varoluş mücadelesi veren rakip güçler vardı. Meselâ Yahudiler ekonomik güçleri ve bilinen siyasî entrikaları ile ve bunların yanı sıra asla azımsanmayacak silâh, teçhizat ve insan sayıları ile büyük bir yük ve potansiyel bir tehlike oluşturuyorlardı. Müşrikler de bir başka güç odağı idi. Gerçi Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve muhacirlerin gelişi ile fonksiyonları zayıfladı, ama büsbütün yok olmadı. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara karşı güzel davrandı ve onları iyilikle mukabele bulundukarşıladı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bunların yanı sıra münafıkların da muhtemel varlığını mutlaka hesaba katmalıydı.

Öte yandan Yesrib şehri dışında Kureyşliler ile diğer müşrik kabileler vardı ki, bunlar genç İslâm devletinin varlığı için gerçek bir tehdidi temsil ediyorlardı. Resulullah (s.a.a) bunlara karşı koymak ve tehlikelerini savmak için hazırlık yapmak zorunda idi.

İşte bu noktada Resulullah'ın (s.a.a) büyüklüğü ve çeşitli güçlere yönelik ilişkilerdeki siyasî ustalığı ortaya çıktı. Başkalarına karşı iyi ve temiz niyetler göstermek ve bu güçlerin hepsini barışa ve güvene çağırmak bu ustaca ilişkinin esasını oluşturmuştur.

Müslümanlar ile Yahudiler arasında barış ve işbirliği anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre merkezinde Hz. Peygamber'in (s.a.a) yer alacağı ve bünyesinde yaşayan herkesin insan haklarından eşit bir şekilde yararlanacağı bir devlet kurulacaktı.

Bu anlaşma belgesinin Yesrib toplumunda kurulacak ilk uygar İslâm devletinin anayasa taslağı niteliğini taşıdığını söylemek mümkündür. Bu devlet önce Arap toplumunun tümünü kapsayacak, arkasından evrensel insan toplumunun tümüne doğru gelişerek yeni İslâmî düzeni kabul ettirecekti.

Söz konusu belgenin içerdiği ilkelerin en önemlileri şunlardır:

1) Müslüman bir toplumun varolduğunu açıkça ortaya koymak ve Müslüman ferde bu topluma bağlı olduğu duygusunu güçlü bir şekilde hissettirmek.

2) Kabileleri bazı sosyal faaliyetlere iştirak ettirerek ve problemlerin bir bölümünün çözümünde onlardan yararlanarak, fonksiyonu ve yetkisi genişletilerek kabile düzeninin özünü korumaksaklı tutmak, böylece devletin omuzlarındaki yükü hafifletmek.

3) Yahudilerin, dinlerine bağlılıklarını sürdürmelerine ve dinî geleneklerini, ayinlerini uygulamalarına hoşgörü göstermek ve onları yeni İslâm devletinin vatandaşları saymak suretiyle inanç özgürlüğünü vurgulamak.

4) Yesrib şehrini, savaşmanın caiz olmadığı güvenli bir yasak bölge yaparak bu şehrin güvenliğinin dayanaklarını sağlamlaştırmak.

5) Devletin egemenliğini ve İslâm düzenini kabullenmek ve anlaşmazlıkların çözümünü sağlayacak kararları Resulullah'ın (s.a.a) şahsında temsil edilen İslâm önderliğine havale etmek.

6) Müslümanlar ile Yahudilerin tek bir siyasî düzen içinde yaşayıp o düzeni dış tehlikelere karşı savunmaları itibarı ile siyasî toplum çerçevesini genişletmek.

7) Müslüman toplumun karşılaştığı bunalımları aşmak için bu toplumun fertleri arasında yardımlaşma ruhunun yaygınlaşmasını teşvik etmek.

5- Münafıklık ve Medine'de İstikrarın Başlangıcı

Hz. Peygamber (s.a.a), Müslüman bir toplum oluşturmaya büyük önem veriyordu. Bu gerekçe ile mazereti olanların dışında kalan bütün Müslümanlara Medine'ye hicret etmeyi farz kıldı görev olarak yüklendi. Böylece bütün enerjilerin, bütün yeteneklerin bir araya getirilmesini ve bunların Medine'ye çekilmesini amaçlamıştı.

Medine şehri bu yeni dönemde güvenli ve istikrarlı bir hayata kavuştu. Bu durum başlangıçta Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısını reddeden, bu çağrıda kendi inançlarını tehdit eden bir yön gören diğer güçlerin canını sıktı. Oysa şimdi Müslüman toplumu, insanı ahlâkî erdemlere doğru yükselten bir yapı, sürekli gelişen ve hiç kimsenin, risaletini yaymasını engelleyemediği düzenli bir güç hâline gelmiştidi. Bu yüzden sözünü ettiğimiz güçlere mensup birçok kişi Müslüman olurken, diğer bölümü ya bu toplumdan uzak durmayı veya onunla ittifak ilişkisine girmeyi plânlıyordu.

Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.a) münafıklık hareketi ile genç İslâm'ı yıkmayı amaçlayan, Müslümanlar arasında ayrılık tohumları ekerek saflarını parçalamaya uğraşan ve içinde kin tutup fırsat gözeten Yahudi çabalarını da gözlem altında tutuyordu.

Uzun bir süre geçmeden İslâmiyet Medine şehrinin her evine girmeyi başardı.[264] Genele yayılmış toplumsal düzen, İslâm'ın hâkimiyeti ve Resulullah'ın (s.a.a) önderliği altında düzene girip toplumun bünyesine oturdu.

Bu dönemde zekât, oruç hükümleri ile had cezalarını uygulamaya ilişkin hükümler yasallaştırıldı. Ayrıca namaza çağırmak için ezan okuma uygulaması da bu dönemde yürürlüğe girdi. Bundan önce Hz. Peygamber (s.a.a) namaz vakti girince birini vaktin geldiğini yüksek sesle duyurmakla görevlendirmişti. Şimdi ise ilâhî vahiy inerek Resulullah'a (s.a.a) ezanın içeriğini ve şeklini bildirdiöğretti.[265] Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) bizzat Bilal'i çağırarak ona ezanın şeklini öğretti.

6- Kıblenin Değişmesi

Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke'de kaldığı süre boyunca namazlarında yönünü Beytu'l-Mukaddes'e doğru dönerdi. Medine'ye hicret edişinin on yedinci ayına kadar namazlarında yöneldiği bu yönü değiştirmedi. Sonra yüce Allah ona namazlarını Kâbe'ye yönelerek kılmasını emretti.

Yahudiler İslâm dinine yönelik düşmanlıklarında, Resulullah'ı ve ilâhî risaleti alaya almalarında o kadar ileri gittiler ki, Müslümanların Yahudilerin kıblesine uymalarını onlara karşı övünme konusu olarak kullandılar. Bu durum Hz. Peygamber'i (s.a.a) üzüyordu ve bir an önce kıble değişimi ile ilgili ilâhî vahyin inmesini bekliyordu. Bu sırada bir gecenin hayli ilerlemiş bir saatinde dışarı çıktı ve uzun süre gökyüzüne bakarak geceyi sabahladı. Aynı gün öğle namazının vakti gelince, Salimoğulları'nın mescidinde bulunuyordu. Öğle namazının ilk iki rekâtını kılmıştı ki, ansızın inen Cebrail (a.s) kolundan tutup yüzünü Kâbe'ye doğru çevirdi. Bu konuda ona şu ayet indi: "Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir..."[266]

Kıblenin değiştirilmesi olayı, Müslümanların Resulullah'ın (s.a.a) emirlerine ne derecede boyun eğdiklerini, ona ne oranda itaatkâr olduklarını belirleyen bir sınav, Yahudilerin inatçılıklarına, alaycı tavırlarına karşı bir meydan okuma ve onların komplolarına verilmiş bir karşılık mesabesinde idi. Ayrıca Müslüman kimliğini oluşturma yönünde atılmış yeni bir adım niteliği taşıyordu.[267]

7- Askerî Çatışmanın Başlaması

İnsanlara hükmeden, onlar üzerinde üstünlük kuran faktör, güçtür. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar bu ortamda Medine'de meydana gelen nispî istikrardan sonra Arap Yarımadası'nda, hatta Bizans ve Fars gibi yarımada dışında etkili olan güçlere karşı İslâm risaletini yayma ve ilâhî direktiflere uygun bir uygarlık oluşturma konusundaki ısrarını pekiştirmek için harekete geçti. Müslümanların elinde başkalarının sahip olmadıkları uygarlık geliştirme araçları vardı. Onlar kendilerine özgü bir inancın ve düşünce sisteminin sahipleri, hakkın ve adaletin isteklileri, barışın ve güvenin yasallaştırıcıları, kılıcın ve savaşın ustaları idiler.

Resulullah'ın (s.a.a) beklentisine göre, Kureyş kabilesi ve Peygamber'e düşmanlık besleyen diğer güçlerin belli bir süre sonra bile olsa Müslümanları kökten yok etme girişimine başvuracaklardı. Bilindiği gibi daha önce ensar Müslümanlarından İkinci Akabe Biati'nde destek ve hak uğruna savaşma isteğinde bulunmuştu. Ayrıca Kureyşlilerin kendisi saldırılarına ve zulümlerine devam ediyorlardı. Hatta Mekke'den göç eden Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve Müslümanları yok etmek amacı ile onların peşlerine düşmüşlerdi. Bunun yanı sıra Mekke Müslümanlarının mallarına el koyuyor ve evlerini yakıyorlardı. Hz. Peygamber ve özellikle muhacir Müslümanları şunu arzu ediyorlardı: Kureyş kabilesi ya kendi isteği ile Müslümanlığı kabul etsin veya hiç değilse azgınlığına devam etmesin.

İşte bu gerekçe ile Hz. Peygamber (s.a.a) seriyeleri görevlendirmeyi başlattı. Bunlar Müslümanların varlıklarını ve teslim olmadıklarını ilân etmek için hareket eden küçük birliklerdi. Silâhlarının ve teçhizatlarının basit ve sayılarının sınırlı olduğunu, sayılarının mevcutlarının altmış kişiyi geçmediğini, savaşacakları ve destekleyecekleri yolunda Hz. Peygamber'e biat etmiş olan ensardan aralarında hiç kimsenin bulunmadığını ve hepsinin muhacirlerden oluştuğunu nazar-ı itibara aldığımız zaman şu gerçeği görürüz: Bu birlikler savaşmak için tertiplenmiş güçler değildi. Sadece Kureyşliler üzerinde ekonomik baskı oluşturmaları amaçlanıyordu.[268] Ayrıca Kureyşlilerin ya duyarlı bir kulakla ve açık bir kalp ile hakkın sesini işitmeleri veya Müslümanlar ile barış yaparak İslâm'ın diğer yörelere yayılması yolundaki faaliyetleri sırasında onlara sataşmamaları bekleniyordu. Bütün bunlara ek olarak Yahudilere ve münafıklara İslâm'ın gücünün ve Müslümanların heybetinin, azametinin hissettirilmesi gerekiyordu.

Böylece hicretin üzerinden yedi ay geçtikten sonra ilk seriye sefere çıktı. Otuz kişiden oluşan bu birliğin komutanı Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza idi. Bunu Ubeyde b. Haris'in komutasında sefere çıkan ikinci ve arkasından Sa'd b. Ebu Vakkas'ın başında bulunduğu üçüncü bir seriye izledi.

Hz. Peygamber (s.a.a) de hicretin ikinci yılının safer ayında bağlılarından oluşan bir birliğin başında Kureyş kervanlarının maksada ulaşmasını engellemek amacıyla yola çıktı. Fakat Ebva ve Bevad adları ile bilinen yerlere doğru yapılan bu seferinde iki taraf arasında çatışma meydana gelmedi. Zu'l-Uşeyre'ye yönelik seferi sırasında ise Mudliçoğulları ile onların Zamureoğulları'ndan olan müttefikleriyle anlaşıp sulh yaptı.

Kurz b. Cabir el-Fehrî'nin Medine civarında yağmacılığa girişerek deve ve küçük baş hayvanı hırsızlığına girişmesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) yeni devletin itibarını geri getirmek ve saldırganı cezalandırmak için harekete geçerek onu kovalamaya girişti. Giderken Medine'de Zeyd b. Harise'yi yerine bıraktı.[269]

Hz. Peygamber (s.a.a) bu askerî hareketlerinde akrabacılık ve intikam alma kavramı ile değil, cihat ve din uğruna fedakârlık kavramı ile yola çıktı. Ayrıca barış, sözleşme ve yasak aylarda savaşılmaması geleneklerine de saygı gösterdi.


GENÇ DEVLETİN SAVUNulMA

1- Büyük Bedir Savaşı

Savaşmaya ilişkin ilâhî emrin inmesi ile, İslâm risaletinin şirk ve sapıklık güçleri arasındaki çatışma yeni bir aşamaya girdi. Muhacirlerin gönüllerinde, daha önce kendilerinden gasp edilmiş haklarının geri alınması konusunda ciddi bir arzu uyandı. Kureyşliler onların bu haklarını sadece tek Allah'a inandılar diye gasp etmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Zatu'l-Uşeyre Gazvesi'nde gözden kaybettikleri Kureyşlilerin Şam'a gidenrken gözden kaybettikleri kervanlarını gözetim altına aldı. O, bu gözetmeye hafif teçhizatlı ve az sayıda kişiden oluşan bir birlikle çıktı. Beklediği şey, Mekkelilerin çoğunluğunun büyük ticarî hisselerini taşıyan kervanla karşılaşmaktı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu hareketi gizli kalmadı. Haberi Mekke'ye ve söz konusu kervanın komutanı olan Ebu Süfyan'a ulaştı. Ebu Süfyan bu haberi alınca, kafilenin yolunu Müslümanlara yakalanmaktan kurtulacak şekilde başka bir yöne çevirdi... Haberi alan Kureyşliler paniğe kapılmış hâlde mallarını almak için harekete geçtilern peşine düştüler. Müslümanlara yönelik kin ve kıskançlık duygularının ateşi ile tutuşmuşlardı. Bu arada Kureyş kabilesinin birkaç ileri geleni meseleye daha temkinli ve serinkanlı bir şekilde bakarak özellikle Ebu Süfyan'ın kervanla birlikte yakalanmaktan kurtulduğunun haberi gelince, yola çıkmamayı Müslümanlar ile karşılaşmamaya tercih ettiler.

Kureyş kabilesi bu sefere, ağır silâh ve teçhizatla donanmış bin kişiye yakın bir birlikle çıktı. Temel dürtüsü, zorbalığı ve Araplar arasındaki itibarından kaynaklanan gururu idi. Başka kabilelerden gelen birlikler de yardımına koşmuştu. Ya Müslümanlar ile karşılaşmakta veya kervanlarını korumasız bırakmayacağını kanıtlamakta ısrarlı idi. Böylece Müslümanların ikinci bir sataşmasına uğramayı önleyeceğini hesap ediyordu. Çünkü Kureyş kabilesi, üstünlük kurduğundan beri hiç alçalma yüzü görmemişti. Nitekim Resulullah (s.a.a) ilk defa Kureyş kabilesi ile karşılaşmak isteyince, bazı sahabîleri bu hususu ona ifade etmişlerdi.[270]

Kureyşliler Bedir suyu yakınlarına inerek savaşmak üzere saflarını düzenlediler. Üç yüz on üç kişiden oluşan Müslümanlar ise Kureyşlilerden önce savaş yerine gelmişlerdi. Yüce Allah, Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar için zaferin ön imkânlarını ve sebeplerini hazırladı. Onların savaş yerine kolayca ulaşmalarını sağladı. Gönüllerine güven ve sükûnet duygusu doldurdu. Onlara düşmanlarına karşı zafer ve hak dini üstün getirmeyi vaat etti.[271]

Gerçi Müslümanlar Kureyşlilerin kendileri ile karşılaşmak için sefere çıkacaklarını beklemiyorlardı; fakat kervan ellerinden çıkıpyolunu şaşırıp da hedef savaşa dönüşünce, Peygamber efendimiz (s.a.a) muhacirlerin ve ensarın niyetlerini öğrenmek istedi. Bu maksatla ayağa kalktı ve "Ey insanlar, bana görüşünüzü söyleyin!" dedi.

Muhacirlerden biri ayağa kalktı ve düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyi ve korkmayı ifade eden bir konuşma yaptı. Arkasından Mikdad b. Amr ayağa kalktı ve şunları söyledi: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın emri uyarınca hareket et. Vallahi, biz İsrailoğulları'nın peygamberlerine: 'Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız.'[272] şeklinde söyledikleri sözün benzerini sana söylemeyiz. Biz: 'Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz de sizinle birlikte savaşmaya hazırız!' diyoruz. Seni hak üzere peygamber gönderen Allah adına yemin ederim ki, eğer bizi Birku'l-Gimad'a götürsen seninle birlikte geliriz."[273]

Resulullah (s.a.a) Mikdad'a: "İyi, güzel." dedi ve az önceki: "Ey insanlar, bana görüşünüzü söyleyin!" sözünü tekrarladı. Bu tekrarlamaktaki maksadı, ensar Müslümanlarının görüşünü işitmekti. Çünkü onlar hicretten önce Akabe'de canları ve malları ile Peygamber'i desteleyeceklerine, savunacaklarına dair ona biat etmişlerdi.

Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ayağa kalkarak: "Ensar adına ben cevap vereceğim. Ey Allah'ın Resulü, bizi kastediyor gibisin." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "Evet." demesi üzerine Sa'd sözlerine şöyle devam etti: "Biz sana inandık, senin söylediklerini onayladık. Bize getirip duyurduğun her mesajın doğru olduğuna tanıklık ettik. Sözünü dinleyeceğimize ve emirlerine uyacağımıza dair sana söz verdik ve taahhütte bulunduk. Ey Allah'ın peygamberi, yoluna devam et. Seni hak üzere peygamber gönderen Allah adı üzerine yemin ederim ki, eğer şu denizin karşısına insen de oraya dalsan, seninle birlikte biz de oraya dalarız ve bir tek kişimiz bile geri kalmaz. Yarın düşmanımızın bizimle karşılaşmasından  çıkmasından hoşnutsuz değiliz. Biz savaşta sabırlı ve düşmanla karşılaşma sırasında sözünde duran kişileriz. Umuyorum ki, yüce Allah bizden yana sana gözünü aydınlatangüldüren bir sonuç gösterir."

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: "Allah'ın bereketi üzerine yürüyün. Zira Allah bana iki topluluktan (kervan veya Kureyş ordusundan) birisinin bizim olacağını vaat etti. Vallahi, ben Kureyşlilerin yere serilmiş ölülerini görür gibiyim."[274]

Müslümanlar, savaşmak için uygun olan yeri seçmekle, su hazırlamakla ve düşmanla karşılaşmak ile ilgili koruyucu tedbirleri almakla işe başlayarak savaşa hazırlanıp gerekli hazırlıkları tamamladılar. Resulullah (s.a.a) da her durumda ve her vesile ile dua ediyor, Allah'tan zafer istiyordu. Önder Peygamber (s.a.a), Müslümanların gönüllerine daima sabır, yiğitlik ve güven aşılayan coşturucu bir güçenerji idi. Ayrıca onlarda heyecan cesaret veriyoruyandırıyor ve ilâhî desteğin geleceğini bildiriyordu haberini veriyordu.[275]

Müslümanlar, Hz. Peygamber'in etrafını sardılar. Onlar inanç uğruna fedakârlığa hazır olmanın en çarpıcı tablosunu ortaya koyuyorlardı. Ayrıca savaşın istemedikleri şekilde gelişmesi ihtimaline karşı alternatif plân üzerine düşünüyorlardı. Hz. Peygamber'ein (s.a.a) komuta merkezi olarak bir gölgelik hazırladılar. Peygamber savaşı buradan gözetleyecekti. Kureyşlilerin durumu hakkında bilgi almak için bir haber alma birliği çıktı. Bu birlik Hz. Peygamber'e (s.a.a) getirdiği gerekli haberler ile döndü. Kureyşli savaşçıların sayısı dokuz yüz elli ile bin kişi arasında tahmin edildi.[276]

Resulullah (s.a.a) ayağa kalkarak Müslümanların saflarını düzenleyerek savaşta nasıl dizileceklerini belirledi. Büyük sancağı Hz. Ali'ye (a.s) verdi. Kureyşlilere birini göndererek geri dönmelerini teklif etti. Çünkü savaştan hoşlanmıyordu. Bu teklif müşrikler arasında görüş ayrılığına yol açtı. Kimi barış isteklisi olurken, kimi de saldırganlığın ısrarlısı oldu.[277]

Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlara savaşın başlatıcıları olmamalarını emretti ve dua etmeye koyuldu. Şöyle diyordu: "Allah'ım, eğer bu cemaat yok olursa, artık sana hiçbir kulluk eden kalmayacak."

Eski savaşlarda âdet olduğu üzere müşriklerden Utbe b. Rabia, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ileri atılarak Kureyşli Müslümanlardan kendileri ile teke tek dövüşecek dengeleri olan rakipler istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Ubeyde b. Haris'e, Hamza b. Abdulmuttalib'e ve Ali b. Ebu Talib'e şöyle dedi: "Ey Haşimoğulları, kalkın Peygamberinizin getirdiği hakkınızla savaşın. Çünkü onlar Allah'ın nurunu söndürmek için batılları ile geldiler."[278]

Teke tek dövüşmek için öne çıkan Kureyşlilerin her üçü de öldürüldü. Arkasından iki ordu savaşa tutuştu. Resulullah (s.a.a) sürekli olarak Müslümanların gönüllerine cesaret ve kahramanlık aşılıyordu. Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) avucuna kum tanecikleri doldurdu ve: "Yüzleri çirkinleşsin!" diyerek Kureyşlilerin yüzlerine doğru attı. Bütün Kureyşliler savaşmayı bırakarak gözlerini ovmaya mecbur kaldılar.[279] Bu olay Kureyşlilerin bozguna uğramalarının sebebi oldu. Resulullah (s.a.a) müşriklerin cesetlerinin Bedir Kuyusu'na atılmalarından sonra kuyunun başına dikilerek ve Kureyş ölülerine isimleri ile seslenerek şunları söyledi: "Rabbinizin size vermiş olduğu sözlerin doğru olduğunu gördünüz mü? Ben Rabbimin bana vaat ettiklerinin doğru olduğunu gördüm." Müslümanların: "Ey Allah'ın Resulü, ölmüş olan bir topluluğa mı sesleniyorsun?" diye sormaları üzerine: "Onlar tıpkı sizler gibi (söylenenleri) işitirler, fakat cevap vermeleri engellenmiştir." dedi.[280]

Savaşın Sonuçları

Bedir Savaşı, geride büyük sonuçlar bıraktı. Müşrikler her yandan hayal kırıklığı ve zilletle kuşatılmış olarak Mekke'ye doğru kaçtılar. Arkalarında yetmiş ölü, yetmiş esir ve çok sayıda savaş ganimeti bırakmışlardı... Muzaffer Müslümanların safları arasında savaş ganimetlerinin nasıl bölüşüleceği üzerinde görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Hz. Peygamber bu konudaki görüşünü daha sonra açıklamak üzere ele geçen ganimetlerin bir yere toplanmasını emretti. Bu sırada ganimetlerin bölüştürülmesini düzenleyen ve humus ile ilgili hükümleri yasallaştıran Enfâl Suresi'nin ilâhî emri bildiren ayetleri indi. Bu emir üzerine Hz. Peygamber her savaşçıya, diğer arkadaşları ile eşit olacak şekilde, payına düşen ganimeti verdi.[281]

Resulullah (s.a.a) müşrik esirlerle ilgili özel bir açıklama yaptı. Bu açıklamaya göre on tane Müslüman çocuğa okuma-yazma öğreten esirler bu hizmetleri ile fidyelerini ödemiş sayılarak serbest kalacaklardı. Böylelikle Hz. Peygamber İslâm inancının hoşgörüsünü, eğitime ve uygar insan yetiştirmeye yönelik teşvik edici tutumunu kanıtlıyordu. Geride kalan esirlerin ise kurtarmalık fidyelerini dört bin dirhem olarak belirledi. Bu karar, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeyneb'in kocası olan Ebu'l-As'ı da kapsıyordu. Hz. Peygamber onu diğer müşrik esirlerden ayrı tutmamıştı.

Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeynep, esir kocasını serbest bıraktırmanın fidyesi olsun diye gerdanlığını gönderdi. Hz. Peygamber kızının gönderdiği gerdanlığı görünce eşi Hz. Hatice'yi hatırlayarak ağladı ve Müslümanlara dönerek: "Eğer bu kızımın esirini serbest bırakmayı ve gerdanlığını geri vermeyi uygun görüyorsanız öyle yapın!" dedi.[282]

Rahmet Peygamberi'nin Müslümanlara yönelik bu talebi ne kadar kolaydı. Serbest kalan Ebu'l-As, Resulullah'a (s.a.a) verdiği söz uyarınca Zeyneb'i Medine'ye göndermek üzere hemen Mekke'ye hareket etti.

Zafer ve açık fetih müjdesi Medine'ye doğru dalga dalga yayıldı. Yahudilerin ve münafıkların kalpleri endişe ve korku ile titredi. Zafer haberini yalanlamaya çalıştılar. Öte yandan Müslümanlar sevinç ve sürurla coşarak savaşın muzaffer önderi olan Hz. Peygamber'i karşılamaya çıktılar.

Mekkeliler ise derin bir acıya gömülmüşlerdi. Şehrin havası üzerine hüzün çökmüştü. Yedikleri darbenin etkisi ile müşrikler kendilerinden geçmiş, akıllarını yitirmişlerdi. Mekke'nin bütün evleri ile çevresi mateme bürünmüştü.

Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri bu kader belirleyici savaş ile ilgili açık naslar içerir. Bu ayetler olayların ayrıntılarını anlatır, Rabbine samimiyetle bağlı Müslüman ümmetin, ilâhî risaleti yayma yolunda gördüğü ilâhî desteği açık bir dille ifade eder.[283]

Hz. Ali (a.s) bu büyük savaşta İslâm'ı savunmak için olanca gücünü ortaya koydu, ya zafer ya ölüm, diyerek kendini savaşa attı. Savaş başlamadan önce Velid b. Utbe'yi ikili dövüşmede öldürdü. Ayrıca amcası Hamza ile Ubeyde b. Haris'e rakipleri Şeybe ve Utbe'yi öldürmede yardımcı oldu. Şeyh Mufid, Hz. Ali'nin (a.s) Bedir Savaşı'nda öldürdüğü otuz altı kişinin adını sayar. Öldürülmelerine katkıda bulunduğu kişiler bu hesabın dışındadır.[284] İbn-i İshak: "Bedir Savaşı'nda ölen müşriklerin çoğunluğunu Hz. Ali öldürdü." diyor.[285]

Bu hezimet, Kureyş kabilesini ticaret güzergâhını Şam'dan Irak yönüne değiştirmeye başvurmak zorunda bıraktı. Çünkü artık Müslümanlar güçlü bir varlık oldular ve bu varlık Arap Yarımadası toplumunun birleşimi üzerinde etkili bir konum kazanmıştı. Öyle ki, bu varlık yavaş yavaş gücünü gösterirken, Kureyş kabilesi Arap kabileleri arasında sahip olduğu ürkütücü imajını günden güne kaybediyordu. Bu arada gerek Müslümanlar arasında ve gerekse Müslümanlar ile önderleri Resulullah (s.a.a) arasındaki bağlar güçlenmeye başlamıştı.

2- Hz. Peygamber'in Hz. Fatıma'nın Evlenmesine Önem Vermesi

Hz. Fatıma (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) kalbinde yüksek bir konuma derecenin sahipbi idi. Çünkü Hz. Peygamber onun şahsında teselliyi, gönül okşamayı, Hz. Hatice'nin (a.s) bıraktığı hoş simayı ve gelecekteki temiz soyunu buluyordu. Hz. Fatıma (a.s), risaletin sıkıntılarını Hz. Peygamber (s.a.a) ile paylaştı ve bu sıkıntıları hafifletmek için çok çaba harcadı. Bu yüzden Hz. Peygamber, Hz. Fatıam onun için: "O, babasının anasıdır." dedi.

Hz. Fatıma (a.s) nübüvvet evinde kadınlık çağına girince, nübüvvet kaynağından ve risalet pınarından beslenmiş bir genç kız olarak fazileti, İslâm'daki geçmişi, şerefi ve serveti ile tanınan Kureyş ileri gelenleri onu Hz. Peygamber'den (s.a.a) istediler. Hz. Peygamber bu teklifleri anlamlı sözlerle ve nazik bir şekilde reddederken ya: "Onun hakkında takdirin kararını bekliyorum." veya: "Gökten gelecek emri bekliyorum." derdi.[286]

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'in (a.s) öne atılıp Hz. Fatıma'ya talip olması ile rahatladı. Hz. Ali'ye şöyle dedi: "Ey Ali, müjdeler olsun sana. Ben yeryüzünde onu seninle evlendirmeden önce yüce Allah onu seninle gökyüzünde evlendirdi. Sen gelmeden önce gökten bir melek inerek bana dedi ki: Ey Muhammed, -yüce- Allah yeryüzüne bir kere baktı ve kulları arasından seni seçerek risaleti ile görevlendirdi. Sonra ikinci bir kere yeryüzüne baktı ve oradan sana bir kardeş, bir yardımcı, bir dost ve bir damat seçti. Kızın Fatıma'yı onunla evlendir. Gökteki melekler bu evliliği törenle kutladılar. Ey Muhammed, -yüce- Allah sana, yeryüzünde Ali'yi Fatıma ile evlendirmeni ve onlara dünyada ve ahirette temiz, soylu, arınmış, hayırlı ve faziletli iki evlâtları olacağı müjdesini vermeni emretmemi emretti."[287]

Resulullah (s.a.a) Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın nikâhlarını muhacirler ile ensardan oluşmuş bir cemaatin huzurunda kıydı. Nikâh sırasında küçük ve az bir mihir belirlendi. Böylece Hz. Peygamber pahalı mihirden kaçınmanın ümmet tarafından uyulacak bir sünnet olması yolundaki arzusunu göstermiş oldu. Hz. Fatıma'nın (a.s) ev eşyası Resulullah'ın (s.a.a) önüne konduğu zaman -ki, yemek kaplarının çoğu çömlektendi- yaşlı gözleri yaşla doldu ve ile şöyle dedi: "Allah'ım, kap-kacağının çoğunluğu çömlekten olan bu ev halkına bereket ihsan eyle."[288]

Hz. Peygamber (s.a.a) kızı Hz. Fatıma'nın evliliğine, bütün ayrıntılarında son derece büyük bir önem verdi. Bu önemin bir göstergesi, zifaf gecesi bu eşler için yapmış olduğu duadır. O duada şöyle dedi: "Allah'ım, iki yakalarını bir arada tut; kalplerini uzlaştır, onları ve soylarından gelecek olanları nimet dolu cennetinin vârislerinden eyle. Onlara temiz, pak ve mübarek zürriyet nasip et, zürriyetlerini bereketli kıl ve onları senin emrin uyarınca insanları itaatine yönlendiren ve senin razı olduğun şeyleri emreden imamlar yap!"

Başka bir duasında da şöyle dedi: "Ey Rabbim, sen gönderdiğin her peygambere bir Ehl-i Beyt nasip ettin. Allah'ım, benim doğru yola iletici Ehl-i Beytimi de Ali'den ve Fatıma'dan karar kıl." Sonra da şunları söyledi: "Allah sizi tertemiz kıldı ve soyunuzu tertemiz kıldı. Sizinle barışık olan ile ben de barışığım. Sizin ile savaşanla ben de savaştayım."[289]

3- Yahudiler ile Sıcak Çatışma ve Benî Kaynuka'nın Sürgün Edilmesi

Yahudiler İslâm'ın ve Müslümanların güçlenmesinin kendileri için taşıdığı tehlikeyi somut olarak idrak ettiler. Çünkü yeni oluşmuş bu yapı artık köklü ve sağlam bir ağaç, güçlü bir bilek olmuş ve İslâm risaleti, isteğince hükmeden bir güce dönüşmüştü.

Aradaki barış anlaşması, Bedir Savaşı'ndan önce çatışmanın her iki tarafını frenleyen ve patlama tehlikesini önleyen bir emniyet supabı idi. Fakat Müslümanları güçlendiren Bedir zaferi, Yahudilerdeki düşmanlık ruhunu körükledi ve kötülük dürtüsünü alevlendirdi. Münafık unsurlar da onlara yardımcı oluyordu. Bu destekle iyice şımaran Yahudiler, Müslümanlara kötü sözler dokundurmaya, aleyhlerinde entrika çevirmeye, hiciv içerikli şiirler göndermeye başladılar. Yeni dinlerinin yanı sıra yeni bir otorite sahibi de olan Müslümanları kışkırtmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı.

Onlardan gelen bu yoldaki haberler Resulullah (s.a.a) için gizli bir şey değildi. O nedenle Müslümanlarda İslâm'ı ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) savunma cesareti, hatta hırsı uyandı. Nitekim Müslüman bir fedaî olan Salim b. Umeyr, kendini tutamayarak Hz. Peygamber hakkında hakaret içerikli sözler sarf eden Avfoğulları'ndan Ebu Afek adındaki bir müşriki öldürüverdi.[290] Aynı girişim, müşrik ve kindar bir kadın olan Asma bint-i Mervan hakkında da tekerrür etti.[291] Müslümanlar ayrıca kendilerine sürekli biçimde sataşan, onlarla alay eden ve namuslarına dil uzatan Kâ'b b. Eşref adındaki kişiyi suikast yolu ile öldürmeyi gerçekleştirdiler.[292]

Yahudilerin tahrikçi davranışları, asılsız olayları yaymaları, yalan propagandaları, Müslümanlara meydan okumaları durmak bilmiyordu. Böylece barış içinde bir arada yaşama anlaşmasını çiğnemiş oluyorlardı. Bu nedenle rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.a) onlarla aradaki ilişkileri istikrara kavuşturmak düşüncesi ile Kaynukaoğulları adı ile bilinen Yahudi kabilesi ile görüşmeye gitti. Onlara hikmetle ve güzel öğütle bir çağrı yaptı. Ayrıca kendilerini hoşnutsuzluk doğuran siyasetlerinin ve hareketlerinin kötü akıbeti hakkında uyardı. Pazar yerlerinde onları toparladı ve şunları söyledi: "Ey Yahudi topluluğu, Kureyş kabilesinin başına gelen felâketin bir benzerinin sizin de başınıza gelmesi hususunda Allah'tan sakının ve Müslüman olun! Çünkü siz benim Allah'ın gönderdiği bir peygamber olduğumu öteden beri biliyorsunuz. Zira bu gerçeği kutsal kitabınızda ve Allah'ın size yönelik ahdinde buluyorsunuz."

Hz. Peygamber'in bu sözleri onların böbürlenmelerini ve büyüklük taslamalarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Hz. Peygamber'e şu karşılığı verdiler: "Ey Muhammed, savaşta karşılaştığın kimseler seni aldatmasın. Sen ham, cahil ve tecrübesiz adamlardan oluşmuş kavimleri mağlup ettin. Ama biz, vallahi, savaş ustası bir kavimiz. Eğer bizimle savaşırsan şimdiye kadar bizim gibi birileri ile savaşmadığını öğrenirsin."[293]

Yahudilerin pisliklerini ortaya seren son hareketleri, Müslüman bir kadına sataşıp ırzına geçmeleri oldu. Bu olay, bir Yahudi ile bir Müslüman'ın öldürülmesine yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar ile birlikte harekete geçerek Kaynukaoğulları diye anılan bu Yahudi kabilesini evlerinde kuşatmaya aldı. Bu kuşatma ara vermeksizin on beş gün sürdü. Öyle ki bu kabilenin ne bir ferdi kabile sınırları dışına çıkabiliyordu ve ne dışardan biri onların yanına gidebiliyordu. Netice itibariyle teslim olmaktan ve Hz. Peygamber'in (s.a.a), silâhlarını ve teçhizatlarını bırakarak Medine'yi terk etmeleri yolundaki kararına boyun eğmekten başka yapacakları bir şey kalmadı. Böylece Medine, en önemli kötülük unsurlarının birisinden boşaltıldı ve şehirde siyasî istikrar ve sükûnet hâkim oldu. Çünkü bu boşaltma işlemi, Müslümanların gücünü, yönetim sistemindeki gelişmeyi, hikmet dolu bir plân uyarınca çalışan önderlik makamı ile İslâm devletinin gücünün arttığını gördükten sonra Müslüman olmayanların varlığı ve fonksiyonu azaldı.

4- Müslümanların Zaferlerinden Sonra Kureyşlilerin Tepkisi

Ebu Süfyan, Kureyşli süvarilerden oluşan bir grubun başına geçerek Medine'ye doğru yola çıktı. Bunları harekete geçiren dürtü, Müslümanları fırsatını gözeterek pusuya düşürüp ansızın öldürme ve Bedir'de kaybolmuş olan kabilelerinin itibarını geri alma yönündeki gaddarca düşünceleri idi. Medine yakınlarında birtakım karışıklıklar çıkardılar; fakat Müslümanların kılıçları başlarına iner korkusu ile geri dönüp kaçtılar.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hemen bu saldırgan müşriklerin peşine düştüler. Onları karşılık vermeye sevk eden faktör ise dinlerine bağlılıkları idi. Böylece genç devletin egemenliğini savunmaya kararlı olduklarını, onu kötü ellerden korumaktan asla geri durmayacaklarını pekiştirmek istiyorlardı.

Müşrikler kaçarken kendilerine lâzım olan her şeyi geride bıraktılar. Yanlarında yemeklik olarak taşıdıkları kavut torbalarını ları yere attilardöktüler. Arkalarından gelen Müslümanlar yere atilandökülen bu kavutları topladılar. O yüzden bu savaşa "Sevik=Kavut Savaşı" adı verildi. Bu savaş, Kureyşliler için bir başka zillet olduğu gibi, düzenli bir güç olarak İslâm varlığının artık somut ve inkâr edilmez bir gerçek olduğu haberi ile çalkalanan diğer Arap kabileleri için de pekiştirici bir kanıt oldu.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu aşamada en çok önem verdiği şey, Medine'deki Müslüman toplumun çeşitli katmanlarında güvenliğin tam olarak sağlanması ve herhangi bir muhtemel saldırının önlenmesi idi. Üstelik İslâm'a girmeye yanaşmamış olan ve içlerinden ona karşı düşmanlık besleyen bazı kabileler Resulullah'a ve Müslümanlara karşı uygun bir tutum takınma yoluna girmiş değillerdi. Bunlar Medine'ye saldırmak üzere askerî hazırlık yapıyorlar ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendilerine karşı koymaya çıktığını işitince kaçıyorlardı.

Bu sıralarda Hz. Peygamber (s.a.a) Zeyd b. Harise komutasında bir başka seriyeyi sefere çıkardı. Görevi, Kureyşlilerin Irak üzerinden işleyen yeni ticaret yolunu kesmekti. Seriye bu görevini başarı ile gerçekleştirdi.

5- Uhud Savaşı[294]

Bedir Savaşı'nı izleyen günler Kureyşliler ve müşrikler için ağır oldu. Medine'de ise Hz. Peygamber (s.a.a) yeni Müslüman bireyleri eğitmeye insan tipini oluşturmaya ve devleti yapılandırmaya aralıksız devam ediyordu. Bu arada ilâhî ayetler birbiri peşi sıra iniyor ve bu inen ayetler insanın davranışlarını ve hayatlarını yasal ilkelere bağlarken Hz. Peygamber (s.a.a) gelen direktifleri açıklıyor, hükümleri uyguluyor ve herkesi Allah'a itaat etmeye yönlendiriyordu.

Diğer taraftan Mekke müşrikleri ile yandaşlarının kafalarında Müslümanlara karşı yeni bir savaşa girmenin sebepleri ve faktörleri yoğunlaşmaya başlamıştı. Böylece omuzlarına çöken Bedir hezimetinin kâbusunu dağıtmayı ve Bedir'de en büyük zarara uğramış olan Emevî ailesinin lideri Ebu Süfyan'ın körüklemeyi sürdürdüğü kinin ateşini söndürmeyi dindirmeği hesap ediyorlardı. Savaşta yakınları ölen kadınların yas tutup ağlamaları ile bütün ticaret yollarını kaybeden tüccarların hırsları da bu savaş isteğini körükleyen iki diğer faktör idi.

Dolayısıyla, başlatılmak istenen yeni savaş Müslümanları zayıflatarak Şam'a giden ticaret yollarını güven kazandırmaya yönelik bir girişimdi. Öte yandan Müslümanların askerî gücünün gelişmesi durdurularak, Mekke'nin istilâ edilmesi ve bu şehre egemen olan müşriklik inancının ortadan kaldırılması tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktı. Harp hazırlığına katkıda bulunan bir başka faktör de, Medine'deki Yahudilerin ve münafıkların Kureyş kabilesi ile yandaşlarının Medine'yi ele geçirip İslâmiyet'i ortadan kaldırmaya yönelik teşvikleri idi.

Mekke'de bulunan Abdulmuttalip oğlu Abbas, Hz. Peygamber'e (s.a.a) derhal bir mektup yazarak Kureyşlilerin savaş için söz birliği ettiklerini; silâh, teçhizat ve asker hazırlığına giriştiklerini haber verdi. Mektupta verilen bilgiye göre, Kureyşliler kadınlarını da kendileri ile birlikte sefere çıkarmayı plânlayarak başka kabilelere de kendileri ile birlikte savaşmak için çağrı yapmış, savaşı ve çatışma azmini kışkırtmak için çeşitli yöntemlere başvurmuşlardı.

Bu mektup gizli yollardan Hz. Peygamber'e (s.a.a) ulaştı. Fakat Peygamber durum açıklık kazanıncaya ve savaş için gerekli hazırlıklar yapılıncaya kadar bu haberi Müslümanlardan sakladı.

Atlı çÇok büyük atlı şirk ordusu, yürüyüşünü sürdürerek Medine'ye yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) Enes ile Munis adlarındaki Fudale'nin iki oğlundan sonra düşmanın durumu hakkında bilgi almak üzere Hubab b. Munzir'i gizlice müşrik ordusunun yakınlarına gönderdi. Hubab'ın getirdiği haber ve düşmanla ilgili verdiği ayrıntılı bilgiler Abbas'ın mektubunda verilen bilgiler ve Fudale'nin iki oğlunun getirdiği haberlerle uyuşuyordu. Resulullah'ın (s.a.a) bu haberi kendileri ile paylaştığı Müslümanlardan birkaçı düşmanın baskınına uğrama korkusu ile tedbirli olmak için uyanık olmaya yöneldiler.

Resulullah (s.a.a) bir süre sonra Kureyşlilerin savaşmak için Medine'ye doğru geldiklerini açıkladı ve sahabîleri ile istişare etmeye girişti. Sahabîlerin görüşleri farklı oldu. Kimi Medine'de kalıp savunma yapmayı, kimi de düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördü. Savaş plânını önceden belirlemek Hz. Peygamber (s.a.a) için zor değildi. Fakat o, Müslümanlara sorumluluklarını hissettirmeyi istiyordu. Müzakereler sonunda dışarı çıkıp düşmanı karşılamak ve onunla şehir dışında savaşmak şıkkı üzerinde ortak görüşe varıldı. Karara varıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) cuma namazını kıldırdı, arkasından minbere çıkarak cemaate bir konuşma yaptı. Konuşmasında cemaate öğütler verdi, onlara Allah'a itaat etmelerini hatırlattı, kendilerine ciddi gayret göstermelerini, cihat etmelerini ve sabırlı olmalarını emretti. Sonra minberden inip evine girdi ve zırhını giydi. Bu olay, Müslümanları heyecanlandırdı ve onları şiddetle sarstı. Çünkü Medine dışına çıkmaya Resulullah'ı (s.a.a) kendilerinin zorladıklarını sandılar ve bu düşünce ile ona: "Ey Allah'ın Resulü, sana karşı çıkmak bizim haddimiz değildir; sen neyi uygun görüyorsan onu yap." dediler. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara şu karşılığı verdi: "Bir peygamber zırhını giyince, savaşmadan onu çıkarması kendisine yakışmaz."[295]

Ardından Hz. Peygamber (s.a.a) bin Müslüman savaşçının başında sefere çıktı. Müşriklere karşı Yahudilerden yardım almayı reddetti. Bu kararının gerekçesini: "Şirk ehline karşı şirk ehlinden yardım istemeyin!" şeklindeki sözleriyle açıkladı.[296] Münafıklar, Müslümanlara karşı besledikleri kini saklamayı başaramadılar. Nitekim Abdullah b. Ubey üç yüz kişilik savaşçısı ile yarı yolda Resulullah'tan ayrıldı. Böylece Resulullah'ın yanında yedi yüz savaşçı kaldı. Oysa müşrik savaşçıların sayısı üç binden fazla idi.[297]

Uhud tepesinin eteğinde Hz. Peygamber (s.a.a), desteklenen zaferi garantiye bağlamak amacı ile sağlam bir yerleşme düzeni hazırladı. Sonra ayağa kalkarak Müslüman savaşçılar önünde şu konuşmayı yaptı:

"Ey insanlar, size Allah'ın bana kitabında tavsiye ettiğini tavsiye ediyorum. O da O'na itaat etmek ve O'nun haram ettiği şeylerden uzak durmaktır. İmdi, siz bugün ödül ve birikim yurdundasınız. Bu ödül ve birikim, üzerindeki yükümlülüğü hatırlayanlar ve sabır, kesin inanç, ciddiyet ve şevk üzere nefsini bu yükümlülüğe adayanlar içindir. Zira düşmana karşı cihat etmek, nefsin hoşlanmadığı ağır bir iştir. Buna sabreden az olur. Yalnız Allah'ın rüştünü pekiştirdiği kimseler bu sabrı gösterir. Çünkü Allah kendisine itaat edenlerle beraberdir, şeytan da ona asi olanlarla beraberdir. Amellerinizi cihada sabretmek ile açın. Bununla Allah'ın size vaat ettiği ödüle talip olun. Size düşen, Allah'ın size emrettiğini yapmaktır. Ben sizin rüştünüze büyük önem veriyorum. Çünkü ihtilâf, sürtüşme, başkalarını işinden alıkoyma gibi davranışlar âcizlik ve zayıflık göstergesidirler ki, Allah bunu sevmez ve böylesine destek ve zafer vermez."[298]

Müşrikler savaşmak üzere saf tuttular. Savaş başlar başlamaz, çok bir zaman geçmeden müşrik güçler geri dönüp kaçmaya başladılar. Kadınları Müslümanların ellerine esir düşmek üzere idi. Müslümanların zafer kazandığı gerçeği savaş alanında açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Fakat tam bu sırada şeytan bazı Müslüman okçuların kalplerine vesvese saldı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu okçuları tepenin üzerindeki bir geçide yerleştirmiş ve kendilerine, kendisinden yeni bir emir almadıkça savaşın sonucu ne olursa olsun mevzilerini terk etmemelerini emretmişti. Fakat Resulullah'ın (s.a.a) bu emrini dinlemeyerek mevkilerini terk edip ganimet peşine düştüler. Bunun üzerine Halid b. Velid komutası altındaki müşrik güçler geri dönerek Resulullah'ın (s.a.a) terk edilmemesini emrettiği geçitten ikinci defa Müslüman güçlere karşı saldırıya geçtiler.

Müslümanlar bu yeni saldırı karşısında gafil avlandılar ve birlikleri dağıldı. Böylece bozguna uğramış Kureyş askerleri yeniden savaşmaya dönerek çok sayıda Müslümanı öldürdüler. Ardından da müşrikler tarafından Resulullah'ın (s.a.a) öldüğü haberi yayıldı. Hz. Ali'nin, Hamza b. Abdulmuttalib'in, Sehl b. Huneyf'in ve yerini terk etmeyerek savaş alanında kalan çok az sayıda savaşçının kahramanca direnişi olmasaydı, müşrik kıtalar Hz. Peygamber'e (s.a.a) ulaşmak üzere idi. Zira önde gelen sahabîler de dahil olmak üzere Müslüman askerlerin geride kalan çoğunluğu mevzilerini terk edip kaçmıştı.[299] Hatta bu önde gelen sahabîlerden biri İslâm'la ilgisini kesmeyi bile düşündü ve şöyle dedi: "Keşke, birini bulup Abdullah b. Ubeyy'e elçi göndersek de, o bize Ebu Süfyan'dan aman (can güvenliği belgesi) alsa!"[300]

Bu savaşta Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza b. Abdulmuttalip şehit oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) de yüzünden isabet aldı ve alt çenesindeki iki azı dişi kırıldı. Ayrıca dudağı da yarıldı ve kan yüzüne aktı. Yüzündeki kanı silerken: "Kendilerini Allah'a davet ettiği hâlde Peygamberlerinin yüzünü kan ile boyayan bir kavim nasıl iflâh olabilir?" dedi.[301] Ardından ok atmak için kullandığı yay parçalanıncaya kadar savaştı. Bir ara onu öldürmek için üzerine saldıran Ubeyy b. Halef'e mızrak darbesi indirdi ve Ubeyy bu darbeden aldığı yara sonucunda öldü. Hz. Ali bu sırada benzeri görülmemiş bir kahramanlık gösterdi. Resulullah'a (s.a.a) doğru ilerleyen her düşman askerini geri püskürtüyor ve kılıcı ile yere seriyordu. Bunun üzerine Cebrail, Resulullah'ın (s.a.a) yanına inerek: "Ey Allah'ın Resulü, bu gerçek fedakârlıktır." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "O bendendir, ben de ondanım." diye karşılık vermesi üzerine Cebrail: "Ben de sizdenim." dedi. Bu sırada şöyle diyen bir ses işittiler: "Zülfikâr'dan başka kılıç ve Ali'den başka delikanlı yiğit yoktur."[302]

Resulullah (s.a.a) yanında kalan az sayıda Müslüman savaşçı ile birlikte Uhud tepesine çekildi. Böylece savaş duruldu. Bir süre sonra Ebu Süfyan oraya geldi, Müslümanlar ile alay ve istihza ederek: "Yücelsin Hubel!" dedi. Resulullah (s.a.a) savaş alanında uğranılan yenilgiye rağmen inançla ilgili kararlılığın kırılmadığını göstermek amacıyla bu küfür ifade eden söze, Müslümanların şu sözle karşılık vermesini emretti: "Allah en büyük ve en yücedir!"

Ebu Süfyan kâfirinin: "Biz o kişileriz ki, bizim Uzza'mız var; ama sizin Uzza'nız yok." şeklinde bir slogan atması üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona ikinci kez karşılık verilmesini emrederek: "Allah bizim mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyin." talimatını verdi.[303]

Bir süre geçtikten sonra müşrikler Mekke'ye döndü ve Hz. Peygamber (s.a.a) ile Müslümanlar şehitleri toprağa vermeye giriştiler. Kureyşlilerin geride bıraktıkları fecî tablo Müslümanları dehşete düşürdü. Çünkü şehitlerin vücutlarına müsle yapılmış, yani organları parça parçalara ayrılıp tahrip edilmişti. Hz. Peygamber (s.a.a) amcası Hamza b. Abdulmuttalib'in cesedini vadinin ortalarında buldu. Ciğeri çıkarılmış, diğer organları vahşice ve kindarca parçalanmıştı. Bu acıklı manzarayı görünce: "Benim için bBunun kadar bana öfke uyandırıcı bir durum karşısında hiç kalmadım." dedi.

Savaş alanında verilen büyük sayıdaki kurbanlar ve karşılaşılan ağır yıkım, inanç sahibi Müslümanlar ile önder Resulullah'ı (s.a.a) İslâm'ın varlığını ve genç devletin yapısını savunmaya devam etmekten alıkoyacak değildi. Nitekim Medine'ye dönüşlerinin ertesi günü Hz. Peygamber (s.a.a), düşmanın peşine düşüp onu kovalamak amacıyla Müslümanları tekrar harbe çağırdı ve bu sefere ancak Uhud Savaşı'na katılan Müslümanların çıkmalarını emretti. Bu emir üzerine Müslümanlar vücutlarındaki yaralara rağmen Hamrau'l-Esed denen mıntıkaya kadar vardılar. Önder Peygamber (s.a.a) bu çıkışı ile düşmanın canına korku salma amacı taşıyan yeni bir yöntemi devreye sokuyordu. Nitekim bu yöntemin uyandırdığı korkunun etkisi ile Kureyşliler Mekke'ye dönüş yolculuklarını hızlandırdılar.[304] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar kaybolan morallerinin çoğunu geri kazanmış olarak Medine'ye döndüler.

6- Müslümanlara Yönelik İhanet Girişimleri

Kaba gücün ve kılıç üstünlüğünün hükmettiği bir toplumda Uhud'da uğranılan yenilgi ve âcizlikten sonra müşriklerin Müslümanlara yönelik kötü emellerinin yoğunlaşması doğaldı. Fakat önder Peygamber (s.a.a) bütün değişikliklere karşı uyanık ve kavrayıcı veidi. İslâm risaletinin selâmeti ve güçlenmesi konusunda kararlıçok istekli idi. Devleti yapılandırmak ve bu yapıyı korumak hususunda gayretli idi. Bu yüzden titizlikle haberleri öğrenmeyebilmek için çalışır, niyetler hakkında bilgi edinmeye çalışır ve müşrikler hedeflerine ulaşmadan önce gereken karşılığı hızlı bir şekilde verirdi. Bu bağlamda Esedoğulları'nın Medine'ye yönelik ihanet girişimlerini geri püskürtmek üzere Ebu Seleme komutasında bir seriye görevlendirdi ve bu seriye görevini başarı ile yerine getirdi.[305] Ayrıca Müslümanlar Medine'ye saldırı hazırlığı niteliğindeki bir müşrikin komplosunu önlemeyi de başardılar.

Bütün bunlara rağmen müşriklerden bir grup Müslümanlara karşı bir komplo gerçekleştirdi. Olay şöyle oldu: Azal ve Kare kabilelerine mensup bir heyet Resulullah'a (s.a.a) gelerek kendilerini dinî konularda eğitecek bir adam istediler. Rahmet nebisi olan Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm risaletini yaymaya yönelik bir çaba olur düşüncesi ile bu isteğe olumlu cevap verdi. Fakat komplocu eller Müslüman çağrı görevlilerini öldürmek için "Mau'r-Reci" denen yerde saldırıya geçti.

 

Back Index Next