İçindekiler

 

Back Index Next

 

Tarihçiler Emir'ül-Müminin'in (a.s) ilk Müslüman olan kişi olduğu hususunda görüş birliği içinde olmakla beraber, Müslümanlığını açıkladığı sırada kaç yaşında olduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.[87] İmam'ın (a.s) Müslüman olduğu sırada kaç yaşında olduğu meselesine dalmanın bize sağlayacağı hiçbir fayda yoktur. Değil mi ki, Müslüman oluncaya kadar kesinlikle küfre girmediğini ve iman edinceye kadar hiçbir zaman şirk koşmadığını biliyoruz. Nitekim kendisi de "Ben fıtrat üzere doğdum." buyurmuştur. Bu yüzden bütün hadisçiler, ondan söz ettikleri zaman, bir saygı, bir kutsama ve erdemini vurgulama ifadesi olarak "Aliyyun Kerremellahu vechehu" demeyi gelenek hâline getirmişlerdir. Risaletin bağrına girdikten sonra İslâm onun kalbinin derinliklerinde vardı. Bu esas üzere nebevî el onu eğitti ve üstün nebevî ahlâk onu güzelliklerle bezedi.

Üstad Akkad, İmam Ali'den (a.s) söz ederken şunları söyler: "İnanç ve ruhun miladını göz önünde bulundurduğumuzda Ali'nin Müslüman olarak doğduğu tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü o gözlerini İslâm'da açtı. Putlara tapmanın ne olduğunu bilmedi. İslâm davetinin start aldığı evde yetişti. Öz babasının ve annesinin namaz ve ibadetinden önce, Peygamber'in (s.a.a) ve tertemiz eşinin namazından ibadeti öğrendi.[88]

Namaz Kılanların İlki Ali (a.s)

İmam Ali (a.s), yüce Peygamber'in (s.a.a) hayatında meydana gelen bütün değişiklikleri onunla birlikte yaşadı. Hz. Muhammed'in (s.a.a) şahsında bilgi açlığını ve dehasını doyuran kusursuz bir örnek görüyordu. Onun fiillerini taklit ediyor, hareketlerini dikkatle izliyordu. Ona uyuyor, bütün emir ve yasaklarına itaat ediyordu. Bu, peygamber olarak görevlendirilmesinden önce başlayıp Hz. Peygamber'in (s.a.a) ömrünün en son anına kadar böyle devam etti. Tarihçiler Ali'nin (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) hiçbir sözüne itiraz etmediği hususunda tam bir görüş birliği içindedirler.

İmam (a.s) Resulullah'tan sonra ilk olarak kendisinin namaz kıldığını açıkça ifade eder: "Benden önce sadece Resulullah (s.a.a) namaz kılmıştır."[89]

Habbe el-Urenî'den şöyle rivayet edilir: Bir gün Ali'nin (a.s) güldüğünü gördüm. O güne kadar bu şekilde azı dişleri görülecek şekilde güldüğünü hiç görmemiştim. Sonra şöyle dedi: "Allah'ım! Şu ümmetten, Peygamber'inden (s.a.a) başka benden önce namaz kılan birini bilmiyorum."[90]

"Rüku edenlerle beraber siz de rükûa gidin."[91] ayetinin tefsiri bağlamında İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Bu ayet Resulullah (s.a.a) ve Ali b. Ebu Talib (a.s) hakkında nazil olmuştur. Bunlar, ilk kez namaz kılan ve rükûa varanlardır." [92]

Aynı şekilde Enes b. Malik'ten de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Melekler bana ve Ali'ye yedi kere salat ettiler. Çünkü benden ve Ali'den başka "La ilahe illallah, Muhammed'un Resulullah" sözü göğe yükselmiş değildi."[93]

İslâm'da Kılınan İlk Cemaat Namazı

Resulullah efendimiz (s.a.a), başlangıçta namaz kılmak istediği zaman gizlice Mekke yakınlarındaki vadilere giderdi. Ali de onunla beraber gider ve orada Allah'ın dilediği kadar namaz kılarlardı. Namazlarını bitirince de Mekke'ye geri dönerlerdi. Bu şekilde uzun süre Ebu Talip'ten, diğer amcalarından ve akrabalarından gizli namaz kılmaya devam ettiler. Bir gün Ebu Talib onları namaz kılarken gördü. Resulullah'a (s.a.a): "Yaptığın bu ibadet nedir?"diye sordu.

Resulullah (s.a.a) şu karşılığı verdi: "Bu Allah'ın, meleklerinin, elçilerinin ve atamız İbrahim'in dinidir. Allah beni kullara peygamber olarak gönderdi. Ve sen ey amcam! İlk önce öğüt vermeme ve hidayete davet etmeme herkesten daha lâyıksın. Bana olumlu karşılık vermeye ve bu dava uğruna bana yardım etmeye herkesten daha uygunsun."

Ali (a.s) de şöyle dedi: "Babacığım! Ben Resulullah'a (s.a.a) iman ettim, ona tâbi oldum ve onunla beraber Allah için namaz kıldım."

Ebu Talib ona şu karşılığı verdi: "Yavrucuğum! O seni hayırdan başka bir şeye çağırmaz. Ondan ayrılma."[94]

Bu olay karşısında amcası Abbas'ın ise değişik bir tavrı vardı. Afif el-Kindî şöyle rivayet eder:

"Ticaretle uğraşan bir adamdım. Bir gün hac maksadıyla Mekke'ye gittim. Bu arada bazı malları satın almak üzere Abbas b. Abdulmuttalib'in yanına gittim. Allah'a yemin ederim ki, ben Mina'da Abbas'ın yanında iken, onun yakınındaki bir çadırdan bir adam çıktı. Başını kaldırıp güneşe baktı. Öğle vaktinin girdiğini görünce, kalkıp namaz kıldı. Sonra adamın çıktığı bu çadırdan bir adam çıktı, adamın arkasında namaza durdu. Ardından bulûğ çağına yaklaşmış bir delikanlı çıktı bu çadırdan ve onunla birlikte namaza durdu. Abbas'a dedim ki: 'Bu adam kim, ey Abbas?' Dedi ki: 'Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalip'tir. Benim yeğenimdir.' 'Peki, bu kadın kimdir?' dedim. Dedi ki: 'O da onun karısı Hatice bint-i Huveylid'dir.' 'Ya bu genç kimdir?' diye sordum. Dedi ki: 'O da, onun amcasının oğlu Ali b. Ebu Talip'tir.' Dedim ki: 'Bu yaptıkları şey nedir?' Dedi ki: Namaz kılıyor. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor. Ona karısından ve amcasının oğlu olan bu gençten başkası uymadı. Yakında Kisra'nın (İran Şahı) ve Sezar'ın (Roma kıralı) hazinelerinin ümmetinin eline geçeceğini iddia ediyor."[95]

 Evet, kutlu İslâm ümmetinin çekirdeği Resulullah, Ali ve Hatice'den oluştuktan sonra, yeni dinin haberi Kureyşliler arasında yayılmaya başladı. Bunun ardından, yüce Allah'ın imana ilettiği kimseler birer birer İslâm'a girmeye başladılar. Gün be gün İslâm'ın temeli güçlenme ve gücü de artma sürecine girdi. Birkaç sene sonra güçlü bir yapıya kavuştu. Artık kendini kitlelere açıkça sunacak, din ve akide uğruna meydan okumalara karşı koyacak duruma gelmişti... Bu noktada yüce Allah, Peygamber'ine (s.a.a) kendisine emredileni tereddütsüz yerine getirmesini emretti. Bundan önce Peygamber'in (s.a.a) arkadaşları namaz kılmak istediklerinde Mekke yakınlarındaki vadilere gider ve gizlice namazlarını eda ederlerdi. Baza sahabelerin bir vadide namaz kıldıkları bir sırada Ebu Süfyan b. Harb, Ahnes b. Şerig gibi adamlardan oluşan Kureyşli bir grup onları gördü. Kureyşliler onlara sövmeye, onları ayıplamaya başladılar. Hatta aralarında çatışma da çıktı.[96]

Risaletin İlânı Sırasında Ali (a.s)

Uyarı Günü Olayı:

Uyarı günü olayı, Peygamberimizin (s.a.a) kendi aşiretini davet edip toplaması sırasında yaşanan bir olaydır. Peygamber'imiz (s.a.a) aşiretini kendisine biat etmeye ve kendisinin yardımcı vezirleri olmalarını sağlamak maksadıyla onları davet etmişti. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın akrabalarından davet ettiği kimseler içinde Peygamber'in (s.a.a) davetini kabul eden ilk kişi, Ali b. Ebu Talib oldu. Müfessirler, tarihçiler, bu arada Taberî hem tarihinde, hem de tefsirinde bu olayı anlatmaktadır: "En yakın aşiretin uyar." ayeti Resulullah'a (s.a.a) nazil olunca, Kureyş'in inatçılığını ve kıskançlığını bildiği için bu emri yerine getirme hususunda bir sıkıntı çekti. Bunun üzerine uyarı ve tebliğ hususunda kendisine yardımcı olması için Ali'yi çağırdı.

İmam Ali (a.s) şöyle anlatır: "Resulullah (s.a.a) beni çağırdı ve bana dedi ki: Ey Ali! Allah bana en yakın aşiretimi uyarmamı emretti. Ama bu emri yerine getirme hususunda sıkıntı içindeyim. Çünkü biliyorum ki, onlara bunu anlatmaya başladığım anda, onlardan hoşlanmadığım davranışlar göreceğim. Bu yüzden bir süre bir şey yapmadan bekledim. Daha sonra Cebrail geldi ve dedi ki: Ey Muhammed! Eğer sana emredileni yapmazsan, rabbin sana azap eder."

"Sen şimdi bizim için bir kazan yemek pişir ve bu yemeğin üzerine bir koyun budu koy. Bizim için bir maşrapaya da süt koy. Sonra Abdulmuttaliboğulları'nı benim için topla. Onlarla konuşayım, bana emredilen hususu tebliğ edeyim."

Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.a) kendisine emrettiklerini yapar ve onları çağırır. O gün kırk kişiden bir fazla veya bir eksiktiler. Aralarında amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Hep beraber yemek yediler. Ali der ki: "Herkes yemeğini yedi. Hiç kimse bir şey istemez oldu. Ama yemekte ellerini daldırdıkları yerden başka bir boşluk görmüyordum. Ali'nin nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, onların tümünün yediği yemeği bir tek kişi yiyebilirdi."

Sonra Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Topluluğa içecek ver." Onlara süt dolu maşrapayı getirdim. Hepsi ondan içti. Tümü de iyice kandı. Allah'a yemin ederim ki, onlardan bir tanesi, tümünün içtiği sütü içebilirdi. Peygamber'imiz (s.a.a) onlarla konuşmak isteyince, Ebu Leheb atıldı: Arkadaşınız sizi büyüledi. Bunun üzerine topluluk dağıldı ve Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla konuşma fırsatını bulamadı. Ertesi gün Ali'ye, dünküne benzer bir hazırlık yapmasını emretti. Toplantıya katılanlar yiyip içtikten sonra Resulullah (s.a.a) onlara şöyle dedi: "Ey Abdulmuttaliboğulları'! Allah'a yemin ederim ki, Araplar içinde kavmine benim size getirdiğim gibi bir şey getiren bir genç daha bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah bana, sizi buna davet etmemi istedi. İçinizde kim, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olmak üzere benim vezirim olacak?" Ali'den başka hiç kimseden ses çıkmadı. Ali coşkulu ve heyecanlı bir sesle haykırdı: "Ben, ey Resulallah! Senin vezirin olurum." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali'nin omzuna elini attı ve şöyle dedi: "Bu benim kardeşim, vasim ve aranızda benim halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin." Oradakiler gülerek ayağa kalktılar. Bir yandan da Ebu Talib'e şöyle diyorlardı: Oğlunu dinlemeni, ona itaat etmeni emretti, duydun mu![97]

Buna göre, "Ev Günü", gerek Peygamber'in (s.a.a) hayatında, gerekse İslâmî davetin hayatında yeni bir aşamanın başladığının açık bir ilânıydı. Bu aşamanın belirgin özelliği karşılıklı meydan okumaların yaşanmasıydı. İslâm ve şirk arasındaki doğrudan yüzleşmeler bu aşamaya damgasını vurdu.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatını inceleyenler, onun yaşadığı olaylara ilişkin bilgileri en ayrıntılı şekilde edinenler, ilâhî emirler doğrultusunda İslâmî hükümetin oluşumundan, hükümlerin yasalaştırılmasından ve toplumsal düzenin rayına konulmasından itibaren Ali'nin (a.s) her işte Peygamber'in (s.a.a) veziri olduğunu, düşmanlarına karşı ona arka çıktığını, ona yardım ettiğini, mübarek ömürlerinin sonuna kadar, onun uğruna vuruştuğunu, onun yanından ayrılmadığını göreceklerdir. Ev günü, diğer bir ifadeyle uyarı günü, bir start alma, harekete geçme günüydü ki, bilinç, cihad ve fedakârlık bakımından Ali b. Ebu Talib gibi başka bir sembol şahsiyete de tanık olmadı o gün.

Risaletin İlânından Hicrete Kadar Ali (a.s)

Kureyş, İslâmî davetin yayılmasını durdurma, Peygamber'in (s.a.a) tebliğ etmesini ve yol göstericilik yapmasını engelleme hususunda çaresizdi. Bütün stratejileri ve komploları boşa çıkıyordu, sonuçsuz kalıyordu. Suçlamaları ve tehditleri bir işe yaramıyordu. Çünkü Ebu Talib Resulullah (s.a.a) için sağlam ve aşılmaz bir sığınaktı. Ona yönelen Kureyş eziyetlerini ve baskılarını geri püskürtüyordu. Sonunda Kureyş, kindarlığını ve acizliğini ele veren korkakça bir yönteme baş vurdu. Çocukları kışkırtarak Peygamber'e (s.a.a) taş atmalarını sağladı. Bu noktada Ali b. Ebu Talib'in (a.s) rolü devreye girdi. Çünkü -Haşimîlerin yaşlısı ve lideri- Ebu Talib'in çocukları muhatap alması yaşına uygun düşmezdi. Ali, Peygamber'in (s.a.a) yoluna, onu taşa tutmak için pusu kuran çocukları kovalıyor, onları Peygamber'den (s.a.a) uzaklaştırıyordu.[98]

Şi'b-i Ebu Talib'de (Ebu Talib Vadisinde) Ali (a.s)

İslâm büyük bir hızla yayılıyordu. Artık Mekke'de Kureyşlilerin uykularını kaçıran bir yapı olmuştu. Çıkarlarını tehdit eden büyük bir tehlikeydi İslâm. Bunun üzerine müşrikler İslâmî davetin sesini bastırmak için şiddet ve baskı yöntemini devreye soktular. Düşmanlık ve azgınlık kılıçlarını sıyırdılar. Ebu Talib, Resulullah (s.a.a) için güvenilir bir koruyucu kalkan olma hususunda Kureyş'in tuzağına düşmedi. Kureyşliler, Kureyş liderlerinin nezdinde onurlu ve saygın bir yere sahip olan bu heybetli adamı aşamadılar. Peygamber'e (s.a.a) ilişemediler. Çünkü doğrudan Peygamber'e (s.a.a) saldırmak Ebu Talib'le birlikte bütün Haşimoğulları'nı karşılarına almak anlamına gelirdi. Kureyş'in de böylesine zor ve pahalı bir adımı atacak hâli yoktu.

Bunun yerine, kölelerden ve yoksullardan oluşan müstazaf Müslümanlara yöneldiler. Onları dinlerinden döndürmek, Peygamber'e (s.a.a) bağlılıktan vazgeçirmek için akıllara durgunluk veren işkence, baskı ve şiddet yöntemlerine başvurdular. Kureyş bu girişiminde, kaya gibi sarsılmaz bir dirençten, İslâm'a ısrarla bağlılıktan, İslâm'ın nebevî yönteminden ayrılmama kararlılığından başka bir şeyle karşılaşmadı. Resulullah (s.a.a) müstazaf Müslümanların kurtulmalarının tek yolunun Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a hicret etmeleri olduğunu gördü.[99]

Mekke'de Müslüman olarak seçkin ve gözde şahsiyetlerden başka kimse kalmadığına göre, kanlı bir yüzleşme ihtimallerin en uzağıydı. Bu durumda bütün alternatifler birer birer ortadan kalkıyordu. Bu durumda Kureyş'in elinde savaşa gerek duymadan Peygamber'i (s.a.a) zayıflatacak yöntemleri geliştirmekten başka bir alternatif kalmıyordu. Aldıkları karar, Haşimoğulları'nı ve onlarla beraber olanları, Peygamber'i (s.a.a) Kureyş'in baskılarından koruduklarını, himaye etmelerini bahane ederek sosyal ve ekonomik bir ambargoyla kuşatmaktı. Böylece Kureyş'in Haşimoğulları'na karşı pasif savaşı başlamış oldu.

Müslümanlar ve Haşimoğulları savunma ve himaye yöntemlerini en güzel şekilde uygulama fırsatını bulabilecekleri için Ebu Talib vadisinde toplandılar. Kureyş'in kalkışacağı herhangi bir fiili saldırı durumunda da daha rahat savunma yapmak mümkün olduğu için belli bir yerde toplu hâlde bulunmaları en uygun çözümdü.[100]

Peygamber'in (s.a.a) can güvenliğini sağlamaya dönük ek tedbir olarak Ebu Talib oğlu Ali'den, geceleri Peygamber'in (s.a.a) bulunduğu yerde nöbet tutmasını, vadi dışından gelip Peygamber'e suikast düzenleyebilecek kimselere karşı tetikte olmasını istedi.[101] Ali (a.s) babasının emir ve uyarılarını dikkate alarak, risalet ve risaletin taşıyıcısı uğruna canını hiçe sayarak Peygamber'in (s.a.a) yatağında geceliyordu.

Ali (a.s) canını tehlikeye atma hususunda bu kadarıyla da yetinmedi. Bazen ambargo altındakilere yiyecek getirmek için gizlice Mekke'ye gidiyordu.[102] Çünkü vadidekiler kimi zaman yerde biten otları yemek zorunda kalıyorlardı.

Böyle bir dönemde bu tür bir eylemi ancak sarsılmaz bir kalbe, yiğit bir yüreğe ve nebevî bir bilince sahip, Resul'ün sevgisinde kaybolan bir kimse göze alabilirdi. O da Ali b. Ebu Talip'ti. Gençliğinin taze baharının bir dönemini bu vadide geçirmişti. Vadiye on yedi yaşında girmiş, yirmi yaşında çıkmıştı. Bu onun hayatında yeni bir deneyimdi. Bu deneyim, tehlikelere aldırmamayı öğretmişti. Büyük felâketleri ve yıkımları metanetle karşılamasını sağlamıştı. Peygamber'e (s.a.a) bağlılığı daha da artmış, Allah'ın zatı ve Peygamber'in (s.a.a) sevgisi uğruna kendinden geçip fena bulurcasına sabır ve itaat üzere hareket edecek bir kişiliğe kavuşturmuştu.

Peygamber'in (s.a.a) Taif Hicretinde Ali (a.s)

Resul-i Ekrem'in (s.a.a) karşısına peş peşe badireler çıkıyordu. Amcası Ebu Talib'in ölümünden sonra Kureyş ona yönelik saldırılarını, baskılarını ve işkencelerini arttırdı. Mekke'de Kureyş'in çekindiği ve saygı gösterdiği bir kimse kalmamıştı. Hatta Peygamber'imiz (s.a.a) bir keresinde şöyle buyurmuştu: "Ebu Talib ölünceye kadar Kureyş bana saldırmaktan çekinirdi."[103] Bu nedenle Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerini değiştirmesi, İslâm çağrısını Arap Yarımadası'nın her tarafına ve ardından bütün dünyaya yayabileceği daha güvenli bir yere taşınması gerekiyordu. Bu amaçla kabilelerle temasa geçti, onlara kendisini ve taşıdığı mesuliyetimisyonunu takdim etti. İşe Taif'e gitmekle başladı. Orada on gün boyunca kalmasına rağmen Sakif kabilesi ona olumlu bir karşılık vermediği gibi, çocukları, hizmetçileri ve köleleri kışkırtarak onu taşladılar. Zeyd b. Harise ile birlikte Ali (a.s) atılan taşlara kendilerini siper ettiler, taşların Peygamber'e (s.a.a) isabet etmesini engellediler. İkisi de çeşitli yerlerinden yaralanmışlardı. Buna rağmen Hz. Peygamber'e (s.a.a) isabet eden taşlar oldu ve ayaklarından kanlar akıyordu.[104]

Rivayete göre, Peygamber'imiz (s.a.a) İslâmî daveti yaymak ve davasına sağlam bir üs bulmak amacıyla kabilelerle görüşmek üzere birkaç yere daha hicret etti. Bu yolculuklarında Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) başka kimse yoktu yanında. Peygamber'imiz (s.a.a) Amir b. Sa'saa, Rebia ve Benî Şeyban kabilelerinin bölgelerine gitmişti.[105] Ali (a.s) adım adım onu izliyor, ondan bir an bile ayrılmıyordu.

İkinci Akabe Biatinde Ali (a.s)

Medine'den gelen Müslüman öncülerle önderleri Resulullah (s.a.a) arasında Abdulmuttalib'in evinde gizlice buluşmak üzere varılan tarihî ittifak gerçekleştirildiği sırada Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında amcası Hamza, Ali ve Abbas bulunuyordu.[106] Burada biat en güzel şekliyle gerçekleşti.

Buluşmanın gizliliği ve gerçekleşmesi için gerekli olan tüm tedbirler alınmıştı. Nitekim Müslümanların dahi bundan haberleri yoktu. Buna rağmen müşrikler arasında fısıltı hâlinde bir haber kulaktan kulağa dolaşıyordu. Toplandılar, silâhlarını alarak toplantı yerine geldiler. Hamza ve Ali kılıçlarını çekerek onları karşıladılar. Hamza'ya toplantının olup olmadığını sordular. Hamza öyle bir şey olmadığını söyledi. Kureyşliler bir sonuç alamadan geri döndüler.

Bu önemli olayda ve bu tarihî toplantıda Ali'nin (a.s) bulunuyor olması, davetin en önemli anlarında ve risalet tarihinin dönüm noktalarında Ali'nin oynadığı rolün büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Çünkü bu varlığıyla Ali (a.s), ensara İslâm peygamberinin (s.a.a) önemini vurguladığı gibi, Haşimoğulları'nın onu korumak için her şeye hazır oldukları görüntüsünü çiziyordu. Bu da ensarın davete ve İslâm risaletine olan güvenlerini arttırıyor, benimsemelerini sağlıyordu.

Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber'in (s.a.a) Haşimoğulları'nın en cesur iki yiğidinin yardımına baş vurması, son derece yerinde bir plân ve sağlam bir tedbir gereğiydi. Çünkü bu iki yiğit, Resulün ve risaletin korunması uğruna can siperane meydana atılmalarıyla, güçleri ve heybetleriyle ün salmışlardı.

Resulullah'ın (s.a.a) Medine'ye Hicret Ettiği Gecede Ali (a.s)

Hz. Peygamber'in (s.a.a) İkinci Akabe biati esnasında Evs ve Hazreç kabileleriyle imzaladığı antlaşma risalet açısından büyük bir açılımdı.[107] Bu adım, İslâm davetinin daha geniş dünyalara açılmasının start aldığı bir noktaydı. Mümin ve elçilik misyonuna sahip büyük bir toplumun kuruluşunun ilk ve büyük adımıydı. Bundan önce İslâm dini Yesrib'de, bir avuç samimi, Allah yolunda ve İslâmî öğretilerin yayılması uğruna kendini feda eden davetçinin çabası sonucu yayılmıştı. Artık Yesrib Müslümanlar için güvenli bir bölgeydi. Merkezi ve önemli bir istasyon konumundaydı. Kültürel ve eğitsel faaliyetlerin gerçekleştirildiği, ilâhî davetin Arap Yarımadası'nın her tarafına yayıldığı bir üs işlevini görüyordu.

Kureyşli tağutlar, İslâm dinini terk etmeleri, Peygamber'e (s.a.a) destek olmaktan vazgeçmeleri için Müslümanlara yönelik baskı ve işkencelerini arttırınca, tağutların azgınlıkları ve sıkıştırmaları sınır tanımaz olunca, Hz. Peygamber (s.a.a) ashabına Yesrib'e hicret etmelerini emretti ve buyurdu ki: "Allah size, güven içinde ve kardeşçe yaşayacağınız bir yurt bahşetti." Müslümanlar küçük gruplar hâlinde ve farklı zamanlarda, Kureyşlilerin göremeyecekleri şekilde gizlice göç etmeye başladılar.[108]

Resulullah'ın (s.a.a) "Allah yolunda benim çektiğim eziyetleri hiç kimse çekmedi."[109] diyecek kadar, uzaktan ve yakından karşılaştığı zorluklara, gördüğü baskılara, yalanlanmalara ve tehditlere rağmen, düşmanlara karşı zafer kazanacağına, İslâm davetinin başarılı olacağına ilişkin ümidi zayıflamadı. Onun Allah'a karşı beslediği mutlak güven, Kureyş'ten ve stratejilerinden çok daha güçlüydü. Nitekim Kureyş onun (s.a.a) bu özelliğini biliyordu ve onun gelecekte kendileri için en büyük bir tehlike oluşturacağını kestiriyordu. Hz. Muhammed (s.a.a) arkadaşlarına katılır ve davasını yaymak için Yesrib'i bir üs hâline getirirse, bu, Kureyş için tam anlamıyla felâket olurdu. Bu yüzden büyük bir hazırlık yapmaya ve fırsat kaçmadan işini bitirmek için ince bir plân hazırlamaya başladılar. Sorumluluğu bir tek kişi üstlenmeyecek ve sorumluluk sadece bir kabileye yüklenmeyecek şekilde paylaşılacaktı. Bütün kabilelerin katılımıyla ortak bir suikast düzenlenecekti. O zaman Haşimoğulları veya Muttaliboğulları, adamlarının intikamını almak için bütün kabileleri karşılarına almayı göze alamayacakları için de kan bedeli almaya razı olacaklardı.

Bu karar Dar'un-Nedve meclisinde yapılan toplantıda alınmıştı. Çeşitli görüşler ileri sürülmüş, sonunda şu karara varılmıştı. Her kabileden, kabilesinde tanınan güçlü bir genç seçilecek, bu gençlerin eline birer keskin kılıç verilecek ve bunlar evinde bulunan Peygamber'in (s.a.a) etrafını saracak, hep birden vurarak onu öldürecekler. Plânı uygulamak için geceyi bekleme hususunda görüş birliğine vardılar. Cebrail Peygamber'e (s.a.a) geldi ve Kureyş'in bu plânını ona haber verdi. Yatağında kalmamasını emretti ve hicret etmesine izin verildiğini bildirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali'ye Kureyşlilerin plânını haber verdi ve yatağına yatmasını emretti. Bu arada kendisine emanet edilen şeyleri muhafaza etmesini ve sahiplerine iade etmesini tavsiye etti. Sonra şunları söyledi: "Sana söylediklerini eksiksiz olarak yerine getirince, Allah ve Resulü'üne hicret etmeye her an hazır ol. Sana göndereceğim yazı eline geçince, derhal yola çık."[110] Tam bu noktada Ali'nin (a.s) büyüklüğünün muhteşem sahnelerinden biri belirginleşiyor. Her şeyden önemlisi Peygamber'in (s.a.a) kendisine yönelttiği emri, kendine güvenen, sabırlı ve rahat bir tavırla karşılıyor. Böylece, bizim için görevi yerine getirme hususunda öndere mutlak itaate, bilinçli teslimiyete, akide ve ilkeler uğruna büyük fedakârlığa dair en mükemmel tabloyu çiziyor. Bu ağır görevi kendisine tevdi eden Hz. Peygamber'e (s.a.a) verdiği cevap insanın kanını donduracak niteliktedir: "Ya Resulallah! Kendimi sana feda edersem, sen kurtulacak mısın?"

Resulullah (s.a.a) ona şu karşılığı verdi: "Evet, rabbim bana bunu vadetti." Ali (a.s) güldü ve yere kapanarak secde etti. Resulullah'ın (s.a.a) kurtulacağını kendisine bildirmesinden dolayı Allah'a karşı şükrünü eda etti.[111]

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi kucakladı ve onun tavrına sevincinden ağladı. Ali de Resulullah'tan (s.a.a) ayrılacağı için ağlamaya başladı.[112]

Gece olunca, Ali (a.s) Hz. Peygamber'in (s.a.a) öteden beri üzerine örttüğü hırkayı üzerine örttü. Kendine güvenen, içi huzurla dolu, kendisine verilen görevin heyecanıyla kalbi atan ve Peygamber'in (s.a.a) kurtulacağından dolayı sevinç duyan biri olarak yatağa uzanıverdi. İçleri kötülük dolu Kureyş gençlerinden oluşan suikast timi geldi. Kılıçlarını çekerek evi sardılar. Kapı deliğinden Peygamber'in (s.a.a) yattığı yere baktılar. Bir adamın yatakta uyuduğunu gördüler. Peygamber'in (s.a.a) orada uyuduğundan iyice emin oldular. Plânlarının aksamadan yürüdüğünü görerek sevindiler. Gecenin üçte ikisi geçince, Resulullah (s.a.a) evin içinde gizlendiği yerden çıkıp evden ayrıldı. Doğruca Sevr mağarasına gitti. Hicret yolculuğuna başlamak üzere orada gizlendi.

Plânlarını uygulama vakti gelince, Kureyş'in suikast timi eve saldırdı. Başlarında Halid b. Velid vardı. Ali (a.s) derhal yataktan fırladı, elinden kılıcı aldı ve onlara şiddetle karşı koydu. Ali'nin karşısında ürktüler, dışarı kaçtılar. Ona Peygamber'in (s.a.a) nerede olduğunu sordular. Ali (a.s), "Nereye gittiğini bilmiyorum." dedi.

Bu, yüce Allah'ın Peygamber'ine (s.a.a) esenlik dilediğinin ve davasının yayılmasını öngördüğünün bir işaretiydi.

Bu görkemli tavrıyla, bu cesur atağıyla ve bu benzersiz metoduyla Ali (a.s) değişim ve ıslâhat uğruna ayaklananlar, inanç uğruna cihad edenler için göz kamaştırıcı bir fedakârlık ve serdengeçtilik geleneği başlatıyordu. Ali'nin (a.s) tek gayesi Allah'ın rızasını kazanmak, Peygamber'in (s.a.a) güvende olmasını sağlamak ve mübarek davasının yayıldığını görmekti. Bütün derdi buydu. Aşağıdaki ayet onun hakkında inmiştir: "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak uğruna kendini feda eder. Allah kullarına karşı pek merhametlidir."[113]

Allah'ın Meleklere Karşı Ali'nin (a.s) Bu Tavrını Övgüyle Haber Vermesi

Ali'nin (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) yatağında gecelemiş olması, azgın Kureyş için tam bir hezimetti. Bütün ümitleri suya düşmüş, Resulullah'ı öldürmeye ilişkin plânları boşa çıkmıştı. Bu, şeytanın burnunun sürtmesi ve imanın yüceliğinin belirginleşmesi anlamını da taşıyordu. Sevap ve değer açısından hiçbir amel, suikast gecesi Peygamber'in (s.a.a) yatağında gecelemenin düzeyinde değildir. Nasıl olsun ki! yüce Allah, bu fedakârlığı, bu serdengeçtiliği meleklere överek anlatmıştır. Rivayet edilir ki:

"Ali'nin, Resulullah'ın (s.a.a) yatağında uyuduğu gece, Allah, Cebrail ve Mikail adlı meleklere şöyle vahyetti: Ben ikinizi kardeş kıldım. Sizden birinizin ömrünü de diğerinden daha uzun yaptım. Hanginiz yaşama hususunda arkadaşını kendisine tercih edebilir?

Her ikisi de kendisinin yaşamasını tercih etti. Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle vahyetti: Siz de Ali gibi olsanız ya! Ben, onunla Muhammed'i kardeş kıldım. Ali onun yatağında yattı, kendini ona feda etti ve onun yaşamasını tercih etti. Yere inin ve onu düşmanlarından koruyun... Cebrail indi ve Ali'nin baş ucunda oturdu. Mikail de inip onun ayaklarının yanında oturdu. Cebrail şöyle diyordu: Peh! Peh! Senin gibisi olmaz, Ebu Talib'in oğlu! Allah, yedi kat göğün yukarısında meleklerine karşı seninle övünüyor! [114]

Suikast Gecesinden Sonra Yerine Getirdiği Görevler

Hicretin ilk günü sabahın ilk ışıkları yayılıp ilâhî güven ve esenlik bulutları Resulullah'ı (s.a.a), İslâmî risaletin yeni karargahı Yesrib'e doğru attığı her adımda biraz daha kuşatıyordu. Ali'nin kalbinin gözenekleri sevinçle açılıyordu. Çünkü türlü ihtimallerle, bin bir kötülükle dolu karanlık gece geride kalmıştı. Bu arada kendisine de bir şey olmamıştı. Görevini en iyi şekilde yerine getirmişti. Görevi yerine getirmede dikkatli, titiz ve uyanık olmak bakımından üstüne yoktu. Ali tam bir görev adamıydı.

Ali'nin (a.s) yerine getirmesi gereken başka görevler de vardı. Ki ondan başkası da bunları yapamazdı. Bu görevler şunlardı: Peygamber'e emanet bırakılan malları sahiplerine -ki hepsi de Kureyş müşriklerinden oluşuyordu- geri vermek. Bunlar Peygamber'in (s.a.a) güvenilir ve samimi bir kimse olduğunu biliyorlardı. Nitekim Kureyş arasında "doğru sözlü, güvenilir" ismiyle anılıyordu. Ayrıca hac zamanı Mekke'ye gelen Araplardan da ona ziynet eşyalarını ve mallarını emanet bırakan kimseler vardı. İçinde bulunduğu şartlar son derece olumsuz da olsa, hayatı tehdit altında da olsa, insanın başından aklını alacak dehşetli saatler de yaşansa, Resulullah verdiği sözü tutmayacak, emanete ihanet edecek biri değildi. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.a) bu görevi, bu tür işleri en iyi şekilde yapacak birine vermişti. Bu da Ali'den (a.s) başkası değildi. Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) işlerini, ona kimlerin emanet bıraktığını, kimlerin mallarının Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunduğunu ondan iyi bilecek kimse yoktu. O güçlü ve güvenilir biriydi.

Ali (a.s) bütün emanetleri sahiplerine ulaştırdı. Sonra Kâbe'de yüksek sesle şöyle dedi: Ey insanlar! Emanetini almayan biri kaldı mı? Vasiyeti olan biri var mı? Resulullah'ın (s.a.a) kendisine bir hususta söz verdiği kimse var mı? Kimseden ses çıkmayınca ve kimse kendisine müracaat etmeyince, Mekke'den ayrılıp Resulullah'a (s.a.a) katıldı. Ali b. Ebu Talib, Peygamber'in (s.a.a) ayrılmasından sonra Mekke'de üç gün kaldı.[115]

İmam Ali'nin (a.s) Hicreti

Resulullah (s.a.a) sağ salim Kuba'ya vardı. Burada kendisini ensardan gruplar karşıladı. Buradayken Ali'ye (a.s) bir mektup yazdı ve yola çıkmasını ve bir an önce kendisine yetişmesini istedi. Peygamber'imiz (s.a.a) mektubu Ebu Vakid el-Leysî aracılığıyla göndermişti. Peygamberimizin (s.a.a) mektubu kendisine ulaşınca, Ali (a.s) birkaç binek satın aldı ve Mekke'den çıkmak için hazırlık yaptı. Kendisiyle beraber yola çıkacak güçsüz zayıf Müslümanlara gizlice sıvışıp yola çıkmalarını ve yanlarına taşınması zor ağır şeyler almamalarını emretti. Karanlık iyice çöküp Mekke yakınlarındaki Zituva vadisini de kaplayınca, Ali üçüncü ve ağır görevini yerine getirmeye başladı. Kadınlarla beraber Yesrib'e doğru yola çıktı. O ve Fatımalar (Resulullah'ın kızı Fatıma, Annesi Fatıma bint-i Esed, Fatıma bint-i Zübeyr b. Abdulmuttalib ve Fatıma bint-i Hamza) yola çıktılar. Peygamber'in (s.a.a) azatlısı Eymen ve Ebu Vakid el-Leysi de onların ardından geliyorlardı.[116]

Ebu Vakid el-Leysî develeri önden çekiyordu. Çok korktuğu için hızlı adımlar atıyordu. Ki düşmanlar gelip kendilerine yetişmesin.

Hızlı yol almaktan dolayı Haşimoğulları kadınlarının bu şekilde yorgun düşmeleri Ali'ye (a.s) ağır geldi. Dedi ki: "Ey Ebu Vakid! Kadınlara acı. Çünkü onlar zayıftırlar."

Daha sonra kendisi develeri yavaş yavaş yürüterek yol aldı. Bir yandan da yanındakilerin yüreğine güven aşılamak için şu beyti okuyordu:

"Allah'tan başkası yoktur, zannını yok et.

Seni ilgilendiren her şeyde insanların rabbi sana yeter."

Ali (a.s) gayet sakin bir şekilde develeri sürmeye devam etti. Nihayet yol üstünde "Dacnan" adı verilen bir köyün yakınlarına geldiler. Burada Kureyşlilerin onu ve yanındakileri yakalayıp geri getirmeleri için gönderdikleri bir grup atlı onlara yetişti. Bunlar yüzlerini örtmüş yedi atlıydı. Yanlarında Harb b. Ümeyye'nin azatlısı Cenah da vardı. Ali (a.s) Eymen'e ve Ebu Vakid'e, develeri yatırıp bağlamalarını söyledi. Kendisi de ileri çıktı. Kadınları bineklerin üzerinden indirdi, ardından kılıcıyla atlıların karşısına çıktı. Dediler ki: "Ey hain! Kadınları alıp kurtulacağını mı sandın? Dön geri, seni babası ölesice seni!"

Dedi ki: "Dönmezsem ne yaparsınız?..." Bu söz onların kinlerini ve öfkelerini daha da arttırdı. Dediler ki: "Ya boyun eğerek dönersin ya da kadınları alıp geri döneriz."

Bazıları develere yaklaştılar. Onları ürkütmek istediler. Maksatları kadınları korkutmaktı. Ali (a.s) onlara engel oldu. Cenah ona doğru atıldı ve kılıçla vurmak istedi. Ali (a.s) hemen kenara çekildi ve boynuna bir darbe indirerek onu ikiye biçti. Ali'nin kılıcı Cenah'ın atının sırtına kadar geldi.[117] Sonra kendisi yayan olduğu hâlde atlılara saldırdı. Atlılar korkuya kapılarak onun önünden kaçtılar.

Dediler ki: "Bize saldırmaktan vazgeç, ey Ebu Talib'in oğlu!" Ali dedi ki: "Ben kardeşim, amcamın oğlu Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidiyorum. Kim etini doğramamı ve kanını dökmemi istiyorsa bana yaklaşsın." Atlılar elleri boş bir hâlde geri dönüp gittiler.

Sonra Eymen ve Ebu Vakid'e döndü ve hayvanlarınızı yürütün, dedi. Böylece yola koyuldular. Nihayet Dacnan köyüne vardılar. Orada bir gün ve bir gece kaldılar. Orada kendilerine zayıf Müslümanlardan oluşan bir grup katıldı. Orada geçirdiği gecede kendisi ve Fatımalar geceyi ayakta, oturarak ve de yanları üzere yatarak namazla, Allah'ı zikretmekle geçirdiler. Sabaha kadar bu şekilde ibadet ettiler. Ali (a.s) onlara sabah namazını kıldırdı. Sonra menzilleri birer birer geçerek Medine'ye doğru yol aldı. yolculuk esnasında Allah'ı anmaya hiç ara vermedi.

Onlar Medine'ye varmadan onlar hakkında vahiy inmiş, Allah'ın onlar için hazırladığı sevabı ve büyük ödülü bildirmişti: "Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin düşünürler... Bunun üzerine rableri, onların dualarını kabul etti... onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar... onları cennetlere koyacağım... Allah; karşılığın güzeli O'nun katındadır."[118]

Resulullah (s.a.a) Kuba'da Amr b. Avf'ın evine misafir olmuştu. Onun evinde on küsur gün kaldı. Bu sırada beş vakit namazı kısaltarak kılıyordu. Peygamber'e (s.a.a) dediler ki: "Bizim yanımızda kalacak mısın? Senin için bir ev, bir mescit inşa edelim mi? Hayır, dedi, Ali b. Ebu Talib'i bekliyorum. Gelip bana yetişmesini emretmiştim. Ali (a.s) gelmeden bir eve yerleşmem. İnşallah çabuk gelir.[119]

Ali (a.s) geldiğinde ayakları çok yürümekten ve sıcaktan çatlamıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) onun bu hâlini görünce üzüntüden ağladı. Elini ayaklarının üzerine sürdü. O andan sonra Ali ayaklarının acımasından şikayet etmedi.[120]

Ali geldikten sonra Resulullah (s.a.a) Kuba'dan Beni Salim b. Avf kabilesinin bölgesine gitti. Orada onlara bir mescit yaptı. Mescitte iki rekat namaz kıldı ve iki hutbe okudu. Sonra aynı gün devesinin sırtında Medine'ye doğru yola çıktı. Ali ondan hiç ayrılmıyordu. Adım adım onunla beraber yol alıyordu. Sonunda Resulullah (s.a.a) Ebu Eyyub el-Ensarî'ye misafir oldu. Ali de onun yanındaydı. Sonra Peygamber için bir mescit inşa edildi ve evleri yapıldı. Ali için de bir ev yapıldı. Ardından evlerine taşındılar.[121]

Ali'nin Peygamber'in (s.a.a) Yatağında Geceyi Geçirmesinin Anlamı

1- İmam Ali'nin (a.s) hicret gecesini Peygamberimizin (s.a.a) yatağında geçirmesi, onun risalet misyonunun olgunlaştığının ve Hz. Resul'ün (s.a.a) şahsını temsil etme liyakatine kavuştuğunun ilânı konumundadır. Peygamber'in uhdesinde olan bütün zor işlerin, önemli adımların ve davet görevinin Peygamber'den sonra ona tevdi edildiğinin bir ifadesidir.

2- Ali'nin (a.s) Peygamber'in (s.a.a) örtüsüne bürünerek, onun yatağında uyuyarak Kureyş'in hedef şaşırtmasını sağlaması, ilkesel anlamda akrabalık bağlarını gözetmenin bir örneği ve Ali'nin (a.s) Peygamber'in (s.a.a) kendisini temsil etme yetkisine sahip oluşunun ifadesidir. Özellikle İmam'ın (a.s) Peygamber'in (s.a.a) özel malî ve sosyal vazifeleri üzerinde tasarrufta bulunması bunun somut bir göstergesidir.

3- İmam'ın (a.s) bu olayın ardından üç gün daha Mekke'de kalması cesaretinin kanıtıdır. İmam, bütün cesareti ve ilkelerine güveniyle, Resul'ün çizgisine bağlı kaldığını ilân ediyordu. Peygamber'in (s.a.a) emirlerini eksiksiz uygulamış, onun emirlerini yerine getirmişti, büyük bir dikkatle ve özenle. Sonra da bütün Kureyş'in gözlerinin önünde alenen hicret etmişti.

4- Geceyi Hz. Peygamber'in (s.a.a) yatağında geçirmesi, İmam'ın (a.s) kişiliğinin çok önemli boyutlarının belirginleşmesini sağlamıştı. Bu tam anlamıyla İmam'ın cesaretini sergiliyordu. Güçlü bir ruha ve bedene sahip oluşunun, zihinsel olgunluğunun, risalî bilincinin, ilâhî emirleri kavrayışının göstergesiydi.



ÜÇÜNCÜ AŞAMA: HİCRETTEN HZ. PEYGAMBER'İN (s.a.a) VEFATINA KADAR ALİ (A.S)

1- Ali (a.s) ve Kardeşlik Uygulaması

Resulullah efendimiz (s.a.a) İslâm toplumunun tohumunu ekmeye başlayınca toplumun bireyleri arasındaki ilişkiler bağının daha sağlam olmasını istedi. Bu amaçla Müslümanlar arasında açık ve belirgin bir şekilde kardeşlik uygulamasını başlattı. Şirkten beri İslâm dininin temel prensiplerinden birinin kökleşmesini hedefledi. Bu İslâm davetinin hem gizlilik aşamasında hem de açıklık aşamasında gerektirdiği bir uygulamaydı. İlk kardeşlik uygulaması, hicretten önce Mekke'de gerçekleştirilmişti. O sırada Peygamber'imiz (s.a.a) muhacirlerle ensarı kardeş ilân etmişti. Kardeşlik uygulamasını irdelediğimiz zaman, Peygamberimizin (s.a.a) şekli şekle ve örneği örneğe eklemlediğini görürüz.[122] Çünkü kardeşlik uygulaması, İslâmî davet sürecinde pratik anlam ve kanıtsallıkları olan geniş bir stratejik uygulamaydı. Kardeşlik köprüsünden geçilerek Müslümanlar arasındaki ilişkiler pekiştirildi. Bu sayede fikirlerin olgunlaşması ve üretkenliğin ve verimliliğin olağan üstü düzeyde artması sağlandı.

Rivayet edilir ki, Peygamber'imiz (s.a.a) ashabı arasında kardeşlik uygulamasını başlatınca, Ebu Bekir ile Ömer'i ve Osman ile Abdurrahman b. Avf'ı kardeş ilân etti. Ali b. Ebu Talib ile bunlardan birini kardeş yapmadı.[123]

Bunun üzerine Ali (a.s) dedi ki: "Ya Resulallah! Beni dışarıda bırakarak gerçekleştirdiğin uygulamayı görünce ruhumun bedenimden ayrıldığını ve belimin takatsiz kesildiğini hissettim. Eğer bana öfkelendiğin için bunu yaptıysan, hoşnutluk ve saygınlık senindir."

Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, seni kendime ayırdım. Musa için Harun ne idiyse, benim için sen osun. Şu kadarı var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir. Sen benim kardeşim ve mirasçımsın."

Ali (a.s) dedi ki: "Senden sonra neyin mirasçısı olacağım?"

Buyurdu ki: "Benden önceki peygamberler neyi miras bıraktıysalar; rablerinin kitabını ve peygamberlerinin sünnetini... Sen cennetteki kasrımda benimle beraber olacaksın.[124]

İkinci kardeşlik uygulaması da hicretten birkaç ay sonra Medine'de gerçekleştirildi.[125]

2- Ali'nin (a.s) Zehra'ya (a.s) Eş Olması

Müslümanlar iyice yerleştikten sonra, İslâm'ın ilkeleri ve öğretileri Müslümanların ruhlarında kökleşmeye başladı. Artık risaleti ve Resul'ü savunma hususunda güçlü bir konumdaydılar. Müslümanlar arasındaki ilişkiler de medeni bir toplumda, kültürel bir zeminde kapsamlı ve sosyal bir özelliğe sahip olarak gelişme yoluna girmişti. Anlama, algılama, tebliğ, terbiye ve uygulama bazında yüce Allah'ın masum kıldığı Resul-i Ekrem de bu topluma önderlik ediyordu. Ali (a.s) de yirmi yaşını geride bırakmıştı. İslâm inancı ve davetini savunma uğruna cihad meydanlarına koşan bir yiğitti. Resulullah'ın (s.a.a) attığı her adımda yanı başındaydı. Peygamber'in (s.a.a) yanında en üstün makama sahipti. Peygamber'le beraber yaşıyordu ve herhangi bir Müslümandan daha yakındı ona. Hicretin üzerinden iki sene geçmişti. Peygamber'in (s.a.a) evinde kızı Zehra (a.s) da genç kadın yaşına gelmişti. Aralarında Ebu Bekir ve Ömer'in de bulunduğu birçok kişi onunla evlenmek için Peygamber'e (s.a.a) gidip başvuruyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) her birini gayet nazik bir şekilde reddediyordu. Onun hakkında Allah'ın emrini bekliyorum, diyordu. Ali de Fatıma ile evlenmek istiyordu.

Fakat son derece utangaç olduğu için bunu Peygamber'e (s.a.a) açamıyordu. Ayrıca yoksuldu, harcayacak bir şeyi yoktu. Ali (a.s) mal ve servet sahibi kimselerden değildi. Peygamber'in (s.a.a) ashabından bazılarının teşvikiyle Ali (a.s) Zehra'yı (a.s) istemek üzere harekete geçti. Utancından başını eğmiş bir hâlde Peygamber'in (s.a.a) yanına girdi. Hz. Peygamber (s.a.a) onun niyetini hissetmişti. Güler yüzle ve tatlı bir edayla onu karşıladı. Ne istediğini yumuşak ve saygılı bir şekilde sordu. Ali (a.s) zayıf bir ses tonuyla cevap verdi: "Ya Resulallah! Beni Fatıma'yla (a.s) evlendir."

Resulullah (s.a.a) şu karşılığı verdi: Hoş geldin, safa geldin... Sonra kızı Zehra'nın yanına gidip Ali'nin evlenme isteğini ona açtı. Dedi ki: "Ben Allah'tan seni şu insanların en hayırlısıyla ve katında en sevimli olan biriyle evlendirmesini istemiştim. Ali'yi, faziletlerini ve konumunu biliyorsun. Bu gün seni istemek üzere bana geldi. Ne dersin? Fatıma sustu, herhangi bir şey söylemedi. Peygamber'imiz (s.a.a) Fatıma'nın yanından çıkarken şöyle diyordu: "Sükut etmesi ikrar anlamına gelir; sesini çıkarmaması bu evliliği istediğini gösterir."

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanları topladı ve onlara şöyle buyurdu: "Allah bana Fatıma'yı Ali ile evlendirmemi emretti..."

Sonra Ali'ye döndü ve şöyle dedi:

"Rabbim, Fatıma'yı seninle evlendirmemi istedi. Bu evliliğe razı mısın ey Ali?" Razıyım, ya Resulallah! dedi ve Allah için secdeye kapandı.

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah ikinize bereket versin ve sizden birçok iyilikler meydana getirsin."

Ali (a.s) zırhını satarak hazırladığı mehiri getirip Hz. Peygamber'in (s.a.a) önüne koydu. Hz. Peygamber Ebu Bekir, Bilal, Ammar ve bir grup sahabeye gidip çeyiz satın almalarını emretti. Çeyiz hazırlanıp Peygamber'e (s.a.a) takdim edilince, elinde götürüp getirerek şöyle dedi: "Allah, kaplarının tümü çanak çömlekten olan kavme bereket versin."

Son derece kolay ve sade bir şekilde, her türlü tantanadan uzak bir tarzda evlilik töreni tamamlandı. Çeyiz bu güne kadar Medine'nin tanık olduğu en sade çeyizdi. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Haşimoğulları bu uğurlu evliliği kutladılar.[126]

Rivayete göre, bazıları Fatıma'nın (a.s) evliliği hakkında Hz. Peygamber'i (s.a.a) eleştirmiş ve Peygamber'imiz de şöyle demiştir: "Eğer Allah Ali b. Ebu Talib'i yaratmış olmasaydı, Fatıma'ya denk biri bulunmazdı."

Diğer bir rivayette Peygamberimizin (s.a.a) Ali'ye hitaben şöyle dediği belirtiliyor: "Eğer sen olmasaydın, şu yeryüzünde ona denk biri bulunmazdı."[127]

3- Resulullah'ın (s.a.a) Savaşlarında Ali (a.s)

a- Bedir Savaşı'nda Ali (a.s)

Peygamber efendimiz (s.a.a) hicret etmesiyle birlikte genelde insanlık tarihinde, özelde İslâmî risalet tarihinde yeni bir dönem başlatmış oldu. Devletin nitelikleri belirginleşmeye, Müslümanların gücü de somut bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Öte tarafta, Kureyş ve onun müttefiki olan diğer müşrik kabilelerle birlikte, görünürde barışı kabul eden, ama büyük bir iki yüzlülükle bu barışı İslâm'ın ve Müslümanların işini bitirmeye yönelik plânlarını kamufle aracı olarak kullanan Medine Yahudîleri de boş durmuyorlardı. Resulullah (s.a.a) işleri hikmetle ve liyakatle yürütüyordu. Doğal olarak Peygamber'imiz (s.a.a) İslâm düşmanlarının komploları ve yıpratıcı faaliyeteri karşısında zayıf ve çaresiz bekleyecek değildi. Bu amaçla düşmanları tehdit ve ürkütme maksadıyla zaman zaman askerî müfrezeler hazırlayıp bölgenin çeşitli yerlerine gönderdi.

Medine ticaret yolu ve Arap Yarımadası'nın ulaşımı açısından stratejik ve önemli bir yere sahipti. Müslümanlar, sayıları arttıktan sonra, artık hesaba katılmaları gereken bir baskı gücü hâline gelmişlerdi. Ali (a.s) Medine'ye adım attıktan sonra, hayatın her alanında, İslâmî risaletin gerektirdiği her hususta, Peygamber'in (s.a.a) yanı başında faaliyet göstermeye başladı. Devletin yapılanmasında, ilâhî mesajın yayılmasında aktif rol aldı. Bu hususta Allah'ın kendisine bahşettiği özel yeteneğini, gücünü ve kararlılığını sonuna kadar kullandı. Denebilir ki, onun gösterdiği çabanın yanında birçok insanın birlikte yürüttüğü faaliyet çok daha zayıf kalıyordu. Ali (a.s) Peygamber efendimizin (s.a.a) karşı konulamaz vurucu gücü gibiydi. Bunu, Ali'nin katıldığı her savaşta rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Savaşların kaderi, çoğunlukla ilk çarpışmalara bağlıdır. İlk çarpışmada galip gelen taraf, savaşın seyrini kendi lehine değiştirmiş olur. Özellikle Bedir Savaşı açısından bu husus son derece belirgindir.[128] Bu savaş, Arap Yarımadası'ndaki, özellikle Kureyş içindeki bütün askerî güçlerin sönmesinin bir başlangıç noktasıdır. Bu savaş, Müslümanların tarih boyunca kazandıkları zaferlerin, gerçekleştirdikleri fetihlerin start aldığı bir başlangıç noktası konumundadır.

Rivayet edilir ki, Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe ile Utbe'nin oğlu Velid müşriklerin safları arasından öne çıkıp Müslümanları teke tek vuruşmaya davet ederler. Bunların karşısına önce Afra'nın oğulları Avf ve Muavviz ile birlikte Abdullah b. Revaha çıkar. Bunların üçü de ensara mensuptular. "Kimsiniz?" derler. Derler ki: "Biz ensardan Müslümanlarız." Derler ki: "Bize denk saygı değer insanlarsınız; ama bizim sizinle bir işimiz yok. Biz kavmimizden bize denk insanlar istiyoruz."

Peygamber (s.a.a) amcası Hamza'ya, Ubeyde b. Haris'e ve Ali'ye onlarla teke tek vuruşmalarını emreder. Ubeyde b. Haris Utbe'nin, Hamza Şeybe'nin, Ali de Velid'in karşısına çıkar. Hamza vakit kaybetmeden Şeybe'yi öldürür. Ali de Velid'i öldürür. Ubeyde ve Utbe ise karşılıklı olarak birbirlerine birer darbe indirip birbirlerine yaralarlar. Hamza ve Ali Utbe'ye saldırarak onu öldürürler.[129]

Ardından, askerî açıdan denk olmayan iki taraf arasında göğüs göğse çarpışmalar başlar. Bir yanda, sayıları üç yüz on üç kişiden ibaret olan, iman ve akide uğruna savaşan, hakkı savunan ve hakka uymaya davet eden Müslümanlar cephesi, öbür yanda cahiliye asabiyeti ve hamiyetiyle savaşan dokuz yüz elli kişilik Kureyş cephesi. Bu noktada savaşın gidişatına başka unsurların müdahalesi söz konusu oluyor. Bu unsurları Peygamberimizin (s.a.a) duası, sebatı, Hamza'nın kahramanlığı ve Ali'nin (a.s) gücü şeklinde sıralayabiliriz. Ali, Hamza ve Müslümanların kahramanları Kureyş'in ortasına daldılar. Bunlar kendilerini ve düşmanlarının sayısal çokluğunu unutmuşlardı. Gövdelerinden koparılmış başlar etrafta uçuşuyordu. Allah Müslümanları kuvvet, kararlılık ve direnç vererek desteklemişti. Müslümanlar kaçamayan müşrikleri esir alıyorlardı. Esir alınanların sayısı yetmişi bulmuştu. Öldürülen müşriklerin sayısı ise yetmiş iki idi.

Rivayetler, bunların büyük bir kısmını Ali'nin (a.s) öldürdüğünü belirtir. En düşük tahmine göre Ali (a.s) en az yirmi dört kişiyi öldürmüştü. On sekiz kişinin de öldürülmesine yardımcı olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, Ali'nin (a.s) öldürdüğü kişiler Kureyş'in kahramanları ve büyükleriydi.[130]

Bu önemli savaşta Ali, savaşın sonucu üzerinde belirleyici bir etkinlik gerçekleştirmesinin yanı sıra Peygamber'in (s.a.a) bayraktarlığını da yapıyordu.[131]

Rivayet edilir ki, Kinaneoğulları'ndan bir adam Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanına girer. Muaviye ona der ki: "Bedir Savaşı'nı gördün mü?" "Evet." der. Der ki: "Gördüğün ve gözlerinin önünde meydana gelen olayları bana anlat."

Der ki: "Biz, sanki orada yoktuk. Gördüklerimiz yaşananların yanında bir anlam ifade etmez." Der ki: "Ne gördüysen onu anlat."

Şöyle der: "Ali b. Ebu Talib'i gördüm. Genç bir adamdı. Etrafına dehşet saçan bir arslan gibiydi. Safları yara yara ilerliyordu. Önüne çıkan herkesi öldürüyordu. Vurduğunu deviriyordu. İnsanlar içinde ona denk olabilecek, onun taşıdığını taşıyacak ve onun çevikliğiyle hareket edecek birine hiç rastlamadım. Savaşta kurnaz bir tilki gibiydi. Sanki ensesinde de iki gözü vardı. Sıçradığı zaman yabani hayvanların çevikliği ve çabukluğuyla sıçrardı."[132]

b- Uhud Savaşı'nda Ali (a.s)

Kureyş'in, Bedir Savaşı'nda aldığı ağır yenilgiyi, önde gelen isimlerinin, nice adamlarının ve kahramanlarının öldürülmesini unutması mümkün değildi. Yitirdiği itibarını yeniden kazanmak için Müslümanlardan intikam almaya karar verdi. Bedir Savaşı'nın üzerinden bir yıl geçmeden Kureyş hazırlıklarını tamamladı. Müşriklerden ve Yahudîlerden oluşan müttefiklerini etrafında topladı. İslâm dinine kin besleyen, Müslümanlardan intikam almak isteyen bütün gruplar Kureyş'in saflarında yer aldı. Küfür söz ve eylem birliğini gerçekleştirdi. Hakka karşı bütün batıl güçler birleşti. Kafirlerin ordusu Medine'ye doğru yola çıktı. Sayıları üç binin üzerindeydi. Bütün bunlar hicretin üçüncü senesinin şevval ayının başlarında oluyordu. Peygamber'imiz (s.a.a) bu gelişmeleri haber alır almaz, Müslümanları topladı ve alınması gereken pozisyon hakkında onlara danıştı. Sonra onlara bir konuşma yaptı ve onları savaşa, sabra ve direnişe teşvik etti. Onlara zafer ve ilâhî sevap vadetti. Beraberindeki bin veya daha fazla kişiyle birlikte Medine'den çıkma hazırlıklarına başladı. Sancağını Ali b. Ebu Talib'e verdi. Diğer sancakları da muhacir ve ensarın önde gelen isimlerine teslim etti. Bu aşamada nifak üzerine düşen rolü kendisine yakışır biçimde oynadı. Abdullah b. Übeyy kendisine uyan kişilerle beraber yarı yolda geri döndü. Geri dönen münafıkların sayısı üç yüz kadardı.[133]

Resulullah efendimiz (s.a.a) Uhud'a varıncaya kadar yoluna devam etti. Oraya varınca, ashabını savaşa hazırladı. Savaş için zaferi garanti edecek sağlam ve kusursuz bir strateji belirledi. Bunun bir gereği olarak elli tane okçuya Müslümanların arkasında ve dağ tarafında konuşlanmalarını emretti. Müslümanların top yekun öldürüldüklerini görseler dahi yerlerini terk etmemelerini istedi.[134]

Kureyşliler de Uhud'a geldiler ve savaş için hazırlandılar. Plânları gereğince devriyeleri taksim ettiler ve görevlendirmeler yaptılar. Sancaklarını Abduddaroğulları'na teslim ettiler. Bunlardan sancağı ilk alan kişi, Talha b. Ebu Talha'ydı. Peygamber (s.a.a) bunu öğrenince, sancağı Ali'den alıp Mus'ab b. Umeyr'e teslim etti. Mus'ab, Abduddaroğulları'na mensuptu. Mus'ab öldürülünceye kadar sancak onda kaldı. Musa'bdan sonra Peygamber'imiz (s.a.a) sancağı Ali'ye verdi.[135] Uhud Savaşı hicretin üçüncü senesinde şevval ayında meydana geldi.

Savaş için bütün düzenlemelerin tamamlandığı bir sırada Müşriklerin koçu ve sancaktarı Talha b. Ebu Talha ortaya çıktı. Kureyş'in yiğitlerinden biri sayılırdı. Müslümanlara doğru ilerliyor, bir yandan da sesini yükselterek, onlara meydan okuyor ve topunu hiçe saydığını ilân ediyordu: "Ey Muhammed'in arkadaşları! Siz, Allah'ın sizin kılıçlarınız aracılığıyla bizi cehenneme ve sizi de bizim kılıçlarımızla cennete göndereceğini iddia ediyorsunuz. İçinizde kılıcımla cennete gidecek veya beni kılıcıyla cehenneme gönderecek bir var mı?"

Ali (a.s) ileri çıktı.[136] İki saf arasında bu ikisi karşı karşıya geldiler. Resulullah efendimiz (s.a.a) kendisi için hazırlanan küçük bir tahtın üzerine oturmuş savaş alanını izliyordu, savaşın seyrini takip ediyordu. Ali Talha'ya bir darbe indirdi ve ayağını kesti. Talha yere düştü, elindeki sancak da bir kenara fırladı. Ali (a.s) işini bitirmek için hareket edince Talha avret yerlerini açtı ve Allah ve akrabalık adına kendisini öldürmemesi için yalvardı. Ali (a.s) onu öylece bırakıp geldi. Bu vuruşmanın sonucu karşısında duydukları sevinci dile getirerek Resulullah (s.a.a) tekbir getirdi ve Müslümanlar da onunla birlikte tekbir getirdiler.

Ardından kardeşi Osman b. Ebu Talha ileri çıktı ve müşriklerin sancağını aldı. Hamza b. Abdulmuttalib ileri çıktı ve ona bir kılıç darbesi indirerek öldürdü. Bundan sonra kardeşleri Ebu Said müşriklerin sancağını aldı. Ali buna da saldırdı ve öldürdü. Bunun ardından Ertat b. Şurahbil sancağı aldı. Ali onu da öldürdü. Böylece Abduddaroğulları'ndan dokuz kişi art arda sancağı aldılar ve tümü de Ali'nin veya Hamza'nın kılıcıyla öldürüldü.[137] Sancağı en son Abduddaroğulları'nın kölesi Savab adlı kişi aldı. Ali ona da saldırdı ve öldürdü. Ondan sonra sancak savaş meydanının ortasına düştü. Kimse kaldırmaya cesaret edemedi. Müşriklerin yüreğine korku düşmüştü. Moralleri bozuldu. Müşrikler artık arkalarına bakmadan kaçıyorlardı. Öyle ki Müslümanlar onların kadınlarının etrafını sarmıştı. Savaş, Müslümanların lehine sonuçlanacakmış gibi görünüyordu.

Tam bu sırada Müslümanların başına büyük bir felâket geldi. Okçular dağdaki mevzilerini terk ettiler. Kardeşleriyle birlikte savaş ganimetlerini toplamak için alana doğru koşmaya başladılar. Dağda on okçudan başka kimse kalmadı.

Müşrik süvarilere komutanlık eden Halid b. Velid dağdaki mevzilerin boşaltıldığını ve orada az sayıdaki okçudan başka kimse kalmadığını görünce, atlılarına seslendi. Kendi başta olmak üzere okçulara saldırdı. İkrime de onu takip etti ve orada bulunan az sayıdaki okçuları öldürdüler. Bu olayla birlikte kuvvetler dengesi değişti. Müşriklerin kefesi ağır basmaya başladı. Müslümanların saflarına sızmayı ve yarmayı başardılar.[138] Müslümanlar bir benzerini görmedikleri bir felâketle karşı karşıya idiler. Müslüman saflarda panik başladı ve disiplin kalmadı. Bu, zafer sonrası bir hezimet ve galibiyet sonrası bir yenilgiydi. Bütün insanlar Resulullah'tan (s.a.a) ayrıldılar. Amcası Hamza ve Mus'ab b. Umeyr şehit edildikten sonra onu adeta düşmanlarına teslim ettiler. Ali'den ve muhacir ve ensardan küçük bir topluluktan başka kimse kalmadı yanında.

Bu zorlu ve dehşet verici anda tarih Ali'nin (a.s) Resulullah'ı (s.a.a) savunmadaki kararlılığına, fedakârlığına ve sarsılmaz direncine tanık oldu. Bütün gücüyle, kahramanlığıyla ve himmetiyle Resulullah'ın (s.a.a) yanı başından ayrılmadı. Resul'ün ve risaletin selâmeti için kendini saldırılara siper etti. Bir elinde İslâm sancağı, öbür elinde de kılıcı vardı. Saldırılara karşı koyuyor. Peygamber'e (s.a.a) doğru gelen hücumları geri püskürtüyordu. Tek başına tam teçhizatlı bir ordu gibiydi. Resulullah (s.a.a) saldırıya geçen bir grup görünce Ali'ye: Ey Ali, saldır şunlara, derdi. Ali de onlara saldırır ve darmadağın ederdi. Yüzüne, başına, göğsüne, karnına ve eline aldığı sayısız yaralar kendisini iyice bitkin düşürünceye kadar savaşmaya devam etti Ali.[139]

Bu sırada Cebrail (a.s) Peygamber'in (s.a.a) yanına geldi ve şöyle dedi: "İşte bu, gerçek fedakârlık ve yardımdır." Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Ali benden ve ben de ondanım." Cebrail şöyle dedi: Ben de sizdenim. Bu sırada gökten gelen bir ses duydular: "Zülfikar gibi kılıç ve Ali gibi yiğit yoktur..."[140]

Böylece Emir'ül-Müminin (a.s) Hz. Resul'ün (s.a.a) hayatını korudu ve savaşın sonucunun bir tür dengeyle noktalanmasını sağladı. Her iki taraf da kesin bir zafer kazanmış sayılmazdı.

Uhud Savaşı'ndan Sonra Belirginleşen Tavırlar

Ebu Süfyan ve beraberindekiler geri döndükten sonra, Resulullah (s.a.a) Ali'ye: "Onları takip et, bak ne yapıyorlar? Eğer atları yanlarına alıp develere binmişlerse, bil ki Mekke'ye gitmek niyetindeler. Şayet atlara birmiş, develeri ise yanlarında sürüyorlarsa, Medine'ye gelmek niyetindeler." dedi.

Ali (a.s) der ki: "Onları takip ettim. Baktım ki, atları yanlarına almış develere binmişler. O zaman anladım ki Mekke'ye gitmek niyetindeler."[141]

Resulullah (s.a.a) ailesinin yanına dönünce kızı Fatıma (a.s) kılıcını aldı. Peygamber'imiz (s.a.a) dedi ki: "Kızım, şunun üzerindeki kanı yıka." Ali (a.s) kılıcını almış, eli omuzlarına kadar kana boyanmıştı. Resulullah (s.a.a) Fatıma'ya dedi ki: "Bunu al, ey Fatıma! Kocan hakkını verdi. Kılıcıyla Kureyş'in ulularını öldürdü."[142]

Uhud Savaşı'nın neticesi ağırdı, etkisi çok şiddetliydi. Verdiği zararın bilançosu ağırdı. Savaşın acı sonuçlarına rağmen, Ali'nin (a.s) göz kamaştırıcı bir yiğitlik sergilediğini görüyoruz. Başka hiç kimsenin yapamadığı işler başararak savaş alanında bir yıldız gibi parlamıştı.

1- Peygamber'in (s.a.a) sancaktarıydı. Müslümanların büyük kısmının kaçmasına rağmen o sancağı yere düşürmedi.

2- Müşriklerin sancağını taşıyanları birer birer öldürdü. Bununla büyük bir askerî yetenek ve eşsiz bir cesaret örneği sergiledi. Bu hareketiyle müşrik saflarında derin bir gedik açtı. Bu da savaşın başlarında müşriklerin hezimete uğramalarına sebep oldu.

3- Resulullah'ın (s.a.a) yanında sebat etmesi ve insanların kaçmasına rağmen Peygamber'in (s.a.a) yanından ayrılmaması, savaşa olan derin inancının göstergesidir. Bu aynı zamanda akidenin yüreğindeki derinliğini ve köklülüğünü sergilemektedir.

4- Peygamber'in (s.a.a) koruyucusuydu. Peygamber'i (s.a.a) öldürmeyi amaçlayan müşrik birliklerine karşı koyarak onları püskürtüyordu. Bu açıdan Peygamber'e (s.a.a) bir kötülüğün ulaşmasını önleyen canlı bir zırh gibiydi. Bu da onun Peygamber'e karşı beslediği derin sevgiyi göstermektedir. Peygamber'in (s.a.a) selâmeti için kendisini feda edecek kadar ona bağlılığının somut bir yansımasıdır.

5- O gün öldürülen müşriklerin büyük çoğunluğunu o öldürmüştü.[143] Bu da onun yüksek savaş aktivitesini, gücünü ve cesaretini göstermektedir.

6- Savaş meydanında üstün ahlâkın ve yüce değerlerin uygulayıcısıydı. Avret yerlerini açan Talha b. Ebu Talha'yı, hayâ ve böyle bir duruma düşen birini öldürmeyi temsil ettiği üstün ahlâkî değerlere yakıştırmadığı için öldürmemişti.

7- Peygamber'e (s.a.a) yakındı, ondan hiç ayrılmıyordu. Öyle ki, gelen saldırılara karşı koyması için Hz. Peygamber (s.a.a) onu yönlendiriyordu. İçine Müslümanlar düşsünler diye Ebu Amir Rahib'in savaş meydanında kazdığı ve üzerlerini örterek kamufle ettiği çukurlardan birine düşen Hz. Peygamber'i (s.a.a) elinden tutarak çıkaran oydu.[144]

Peygamber'in (s.a.a) yüzüne ve başına bulaşan kanları ve toprağı yıkasın diye deri kalkanıyla gidip su getiren de oydu.

8- Aldığı onca yaraya ve son derece yorgun düşmüş olmasına rağmen, Kureyşlilerin dönmesinden sonra Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla ilgili bilgi edinmesi için onu takibe gönderdi. Bu da Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ali'ye, gözlem yeteneğine, gözlemlediği olayları iyi analiz edip kavramasına, önceden hesap edilmeyen olaylar karşısında isabetli kararlar verip uygulama becerisine olan güvenini gösteriyordu. Çünkü henüz savaş sona ermemişti.[145]

c- Hendek Savaşı'nda Ali (a.s)

Müslümanları ortadan kaldırma hususunda Kureyşlilerin kesin bir başarısızlıkla karşılaştıkları inkâr edilemez bir gerçek olarak gözlerinin önünde duruyordu. Ama cahiliye inadı ve küfürde ısrar bu amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik hareketler gerçekleştirmeye itiyordu onları. Kureyş Müslümanlara bitirici bir darbe vurmak amacıyla bir kez daha hazırlıklara başladı. Bu amaçla diğer cahiliye mensubu kabileler ile ve de Yahudîler ile ittifaklar yapıldı. Nihayet sayıları on bini buldu. Bu on binlere Ebu Süfyan komutanlık ediyordu.[146] Hz. Peygamber'in (s.a.a) uyguladığı savunma savaşı stratejisi ve taktiğiyle karşılaştıklarında müşriklerin öfkesi ve kini bir kat daha arttı. Peygamber'imiz (s.a.a) bu hususta ashabıyla istişare etmişti. Selman-i Farisî Medine'nin etrafında hendek kazmayı önermişti. Öte yandan Müslümanlarla savaşmak ve İslâm'ın işini nihai olarak bitirmek üzere toplanan müttefiklerin, hiziplerin yüreklerindeki heyecan, hamaset, sayı ve donanım çokluğuna aldanıp gururlanma duygusu frenlenecek gibi değildi.

Bazı Kureyş atlıları hendeğin kimi dar noktalarından karşı tarafa geçmeyi başardılar. Bu atlılarla Müslümanlar aynı zeminde karşı karşıya gelmiş bulunuyorlardı. Müslümanların korkuları bir kat daha arttı. Ali bazı Müslümanlarla birlikte ileri çıktı ve Kureyşlilerin atlarını geçirdikleri gediği kapattı.

 Amr b. Abduvedd er meydanına çıktı ve Müslümanlara meydan okudu. Naraları karşısında Müslümanların sesi soluğu kesildi. Başlarının üzerinde kuş varmış gibi donup kaldılar. Herkes derin bir düşünceye dalmış, bu savaşçı hakkında binlerce hesap yapıyordu.

Resulullah (s.a.a), "Bunun karşısına çıkacak biri var mi?" dedi. Ali, "Ben varım, ya Rasulallah!" dedi. Resulullah (s.a.a) onu oturttu. Amr ikinci ve üçüncü kez karşısına çıkacak er istedi. Ali'den başka ona cevap verecek kimse çıkmadı. Her seferinde de Resulullah (s.a.a) Ali'yi oturtuyordu.[147] Daha sonra Peygamber'imiz (s.a.a) Ali'nin başına kendi sarığını sararak, kendi kılıcını kuşandırarak ve kendi zırhını giydirerek Amr'ın karşısına çıkmasına izin verdi. Ardından ellerini kaldırarak şöyle dedi: "Allah'ım! Ubeyde'yi Bedir günü, Hamza'yı da Uhud günü aldın. Bu da kardeşim ve amcamın oğlu Ali'dir. Beni yalnız başıma bırakma ve sen mirasçıların en hayırlısısın."[148]

Ali savaş meydanına çıktı. O çıkmadan önce Resulullah (s.a.a) şöyle demişti: "İmanın tamamı küfrün tamamının karşısına çıktı."[149]

Ali Amr'a doğru ilerlerken Allah'ın yardımına olan derin inancı kalbini doldurmuştu. Amr'a gelince, Ali'nin onun karşısına çıkması kendisi için tam bir sürprizdi. Bu bakımdan Amr Ali'yle vuruşma hususunda tereddüt geçirdi. Ali dedi ki: "Ey Amr! Sen cahiliye içindeyken şöyle derdin: Bir kimse beni üç şeye çağırırsa, bunlardan en azından bir tanesini kabul ederim, derdin." Evet, dedi.

Ali dedi ki: "Ben seni, Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmeye davet ediyorum. Senin âlemlerin rabbine teslim olmanı istiyorum." Dedi ki: "Bunu geç." Ali dedi ki: "Kabul etseydin, senin için hayırlı olurdu." Ardından şöyle dedi: "Geldiğin yere geri dön." Hayır! dedi, Kureyş kadınları dünya durdukça bunu anlatıp dururlar. Ali dedi ki: "Atından in, vuruşalım."

Ali'nin bu sözlerine öfkelendi Amr, atından indi ve geri dönmeyeceğinin bir göstergesi olarak atını öldürdü. Sonra Ali'ye doğru yöneldi. İki savaşçı vuruşmaya başladı. Amr Ali'ye bir kılıç indirdi. Ali kalkanı aracılığıyla bu darbeyi savuşturdu. Fakat kılıç kalkana saplanmış ve Ali'nin başı yaralanmıştı. Ardından Ali boynuna bir kılıç indirdi ve Amr kanlar içinde böğürerek yere yığıldı. Onun yere yığıldığını gören Ali tekbir getirdi. Onun arkasından Müslümanlar da tekbir getirdiler. Vuruşma Amr'ın yere yıkılmasıyla son bulmuştu. Yanındaki arkadaşları gördüklerinin dehşetinden kaçıp gittiler. Ali onların ardına verdi. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe düştü. Ali de hendeğe atlayıp onu öldürdü.[150]

Müttefikler bu ağır darbeyi dehşet içinde seyrettiler. Gözlerine inanamadılar. Çünkü bir kimsenin Amr b Abduvedd'i öldürmeye cesaret edebileceğini beklemiyorlardı. Artık yüreklerine derin bir korku düşmüştü. Hiç kimse böyle bir saldırıyı, meydan okumayı tekrarlamaya cesaret edemedi. Ancak Medine'yi bir süre daha muhasara altında tutmaya devam ettiler. Nihayet Allah onların hezimete uğramalarını takdir etti. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) başka bir taktik uygulamaya başlamıştı.

Ali (a.s) Hendek Savaşı'na katılanlar arsında birkaç özelliği ve üstün meziyetiyle belirginleşti:

1- Amr ve arkadaşlarının geçtikleri gediği kapatmaya çalışması. Bu, savaş meydanında ortaya çıkan beklenmedik olaylar karşısında çabuk ve isabetli karar verip bunu derhal tatbik etme yeteneğinin somut bir göstergesiydi.

2- Amr'ın karşısına çıkması ve onu öldürmesi. Müslümanlar onun karşısına çıkmaktan çekiniyorlardı. Resulullah (s.a.a) Ali'nin konumunu ve meziyetini vurgulamak maksadıyla şöyle buyurmuştu: "Ali'nin Hendek Savaşı'nda Amr'ın karşısına çıkması, bütün ümmetimin kıyamet gününe kadar işlediği bütün amellerden daha üstündür."[151]

3- Savaş boyunca üstün bir cesaret ve kuvvet örneği sergilemesi. Bu özelliğini, Amr ile beraber gelip hendeği aştıktan sonra hezimete uğrayıp kaçanları, onlar atlı kendisi yaya olduğu hâlde kovalamasında görebiliyoruz.

4- Savaş boyunca sergilediği birçok davranışı itibariyle yüksek ahlâktan göz kamaştırıcı örnekler verdi. Bu, Resul'ün ve risaletin yüceliğini ortaya koyuyordu. Bu örnek davranışlardan biri, Araplar arasında pahalı ve sağlam bir zırh olarak ün salmış Amr'ın zırhını almamasıdır.

5- Amr'ı ve Nevfel'i öldürmesi, hezimete uğrayıp kaçan diğerlerini de kovalaması, karşılarında Kureyş ve müttefiklerinin muazzam ordusunu görüp korkuya kapılan Müslümanların yeniden kendilerine güvenmelerini, öte yandan, rüzgar ve soğukla boğuşan Kureyşlilerin de hezimete uğramalarını, bir daha saldırı cesaretini kendilerinde bulamamalarını sağladı.

6- Bütün bunlardan sonra Ali'nin (a.s) eriştiği en büyük şeref, teke tek vuruşmaya çıkarken Peygamberimizin (s.a.a) onun hakkında söylediği şu sözdür: "İmanın tamamı küfrün tamamının karşısına çıktı."[152]

d- Hudeybiye Barışı'nda[153] Ali (a.s)

Değişik ve acı veren olaylardan, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve Müslümanların Kureyş'e ve Yahudîlere karşı yaptıkları kanlı savaşlardan sonra, İslâm risaleti çok boyutlu adımlar atma imkânını buldu. Bu süreçte Müslümanların açık bir yapılanmaları, bağımsız bir varlıkları oluştu. Çeşitli alanlarda hesaba katılması zorunlu olan bir güç hâline geldiler.

Müslümanlar Kâbe'yi ziyaret etme hususunda karşı konulmaz bir istek duyuyorlardı. Namazlarında ona yöneldikleri her seferinde onu hatırlıyorlardı. İslâm risaletinin bu döneminde, Hz. Peygamber (s.a.a) Allah'ın emri doğrultusunda İslâm'ın farzlarından birini yerine getirmeye karar verdi. Hac ziyaretinde bulunmaya niyet etti ve böyle bir adım için gerekli olan tüm hazırlıkları yaptı, tüm tedbirleri aldı. Bu amaçla defalarca Kureyş'le veya başka bir toplulukla savaşmak niyetinde olmadığını ilân etti.

Kureyş bu haberi alınca, Peygamber'in (s.a.a) bu ziyaretini engelleme noktasında görüş birliğine vardılar. Ne pahasına olursa olsun, neye mal olursa olsun Mekke'ye girmesine engel olma kararını aldılar. Halid b. Velid komutasında bir grup atlı görevlendirerek Peygamber'in (s.a.a) yolunu kesmek istediler.

Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar Cuhfe denilen yere geldikleri zaman suları tükenmişti. Peygamber'imiz (s.a.a) bazı kimseleri su bulmak üzere görevlendirdi. Fakat bunlar Kureyş'ten çekindikleri ve korktukları için su bulamadan geri döndüler. Bunun üzerine Peygamber'imiz (s.a.a) Ali'yi çağırdı ve su bulmak üzere sucularla birlikte gönderdi. Sucular çıktılar; ama Ali'nin de eli boş döneceğinden kuşku duymuyorlardı. Çünkü su almak için gidenlerin tümü eli boş dönmüştü. Ali yola çıktı "Harar" denilen yere kadar gitti. Kapları su doldurdu, sonra suyu Peygamber'e (s.a.a) getirdi. İçeri girince Peygamber (s.a.a) tekbir getirdi ve onun hakkında hayır duada bulundu.[154]

Daha sonra Kureyşliler, Peygamber'i (s.a.a) Mekke'ye giden yolu değiştirmek zorunda bıraktılar. Eslem kabilesinden bir adam Peygamber'i (s.a.a) sarp bir yola sevk etti. Oradan Murad tepesine çıktılar ve ardından Hudeybiye'ye indiler. Kureyşliler birkaç kere Halid b. Velid'in başında bulunduğu grupla Müslümanları taciz ettiler, onlara saldırıda bulundular. Fakat Ali (a.s) ve onun yanında bulunan bir grup Müslüman bu saldırıların tümünün önüne geçiyorlardı. Kureyş'in, saldırılarından bir sonuç almasına engel oluyorlardı.[155]

Kureyş, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve Müslümanların Mekke'ye girme hususunda ısrarlı ve kararlı olduklarını görünce Hz. Peygamber'le (s.a.a) görüşmeler yapmak istedi. Görüşmelerde bulunmak üzere temsilciler gönderdi. Son gelen temsilciler Süheyl b. Ömer ve Abduluzzaoğulları'ndan Huvaytib idi. Öyle görülüyordu ki, görüşmeler sadece bu sene Mekke'ye girilmesi meselesiyle sınırlı değildi.[156] Bilâkis her iki tarafı ilgilendiren başka meseleleri de kapsıyordu.

Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hudeybiye antlaşmasının imzalandığı gün, müşriklerden bazı insanlar gelip Resulullah'a (s.a.a) dediler ki: "Ey Muhammed! Oğullarımızdan, kardeşlerimizden ve kölelerimizden bazı insanlar sana katılmışlar. Bunların din hakkında derin bir bilgileri de yoktur. Sadece mallarımıza ve eşyalarımıza bakmamak için kaçtılar. Onları bize geri ver." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi onların din hakkında derin bilgileri yoksa, biz onlara öğretiriz." Peygamber'imiz (s.a.a) buna ek olarak şunları söyledi: "Ey Kureyş topluluğu! Ya bu inatçı tutumunuzdan vazgeçersiniz ya da Allah, boyunlarınızı kılıçla vuracak birini üzerinize salar. Ki Allah onun kalbini imanla sınamıştır." Ebu Bekir, Ömer ve oradaki müşrikler dediler ki: "Bu adam kimdir ya Resulallah?" Buyurdu ki: "O adam, ayakkabı dikendir." O sırada Peygamber'imiz (s.a.a) ayakkabısını dikmesi için Ali'ye vermişti.[157]

İki taraf barış antlaşmasının maddeleri üzerinde görüş birliğine varınca, Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'i çağırdı ve ona dedi ki: "Yaz, ey Ali! Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla..." Süheyl dedi ki: "Rahman mı? Allah'a yemin ederim ki, onun kim olduğunu bilmiyorum. Fakat şöyle yaz: Senin adınla Allah'ım..." Müslümanlar, "Allah'a yemin olsun, rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla ifadesinden başka bir şeyi yazmayız." dediler. Peygamber'imiz (s.a.a), "Senin adınla Allah'ım." diye yaz, buyurdu. "Bu Resulullah Muhammed'in yaptığı antlaşmadır." Süheyl şöyle dedi: "Eğer senin Resulullah olduğunu bilseydik, Kâbe'yi ziyaret etmene engel olmaz, seninle savaşmazdık. Bunun yerine, Abdullah oğlu Muhammed, diye yaz. Peygamber'imiz (s.a.a): "Siz yalanlasanız da, ben Allah'ın Resulü'yüm." Sonra Ali'ye şöyle dedi: "Resulullah ifadesini sil." Ali şöyle dedi: "Ya Resulallah! Senin peygamberlik vasfını silmeye elim varmaz. Resulullah (s.a.a) belgeyi aldı ve ibareyi sildi. Sonra Ali'ye şöyle dedi: "Senin başına da buna benzer bir şey gelecek ve sen buna mecbur kalacaksın."[158]

e- Hayber Savaşı'nda Ali (a.s)

Hudeybiye barış antlaşması imzalanınca Peygamber'imiz, İslâm risaleti açısından Kureyş'ten ve Arap Yarımadası'nın diğer bölgelerinde şirk inancı üzere kalan diğer kabilelerden yana kendini güvenceye almış oldu. Çünkü antlaşmanın maddeleri Müslümanların kefesinin ağır basmasını sağlayacak nitelikteydi. Bunun yanında Müslümanların gücü donanım ve sayı bakımından gittikçe artıp gelişiyordu. Birçok insan İslâm'a yönelmişti. Araplar, onca inadına, azgınlığına ve gücüne rağmen Kureyş'in gücünün kırıldığını fark etmişlerdi. İslâm'ı güç kullanarak ortadan kaldırmaya yönelik plânlarının işe yaramadığını görmüşlerdi. Bu yüzden, Kureyş'in barış antlaşmasına imza atması bir tür teslim oluş olarak algılanıyordu.

Geride fitne çıkaran, kargaşaya sebep olan, nifak ve kalleşliği temsil eden bir güç kalmıştı. Medine dışındaki Yahudiler. Peygamber'imiz (s.a.a), dışarıdan destek alarak düşmanca bir tutum içine girebilirler endişesiyle onları sürekli kontrol ediyordu. Çünkü Yahudilerin tarihi kalleşliğin, antlaşmaları bozmanın örnekleriyle doludur. Bu yüzden Peygamber'imiz (s.a.a) Yahudilerin kalesi konumundaki Hayber üzerine yürümeye karar verdi. Ashabına en kısa sürede savaşa hazırlanmalarını emretti. Hazırlıklar tamamlandı ve Peygamber'imiz (s.a.a) Medine'den yola çıktı. Sancağı Ali'ye verdi. Hayber'e doğru durmadan yol aldı. Hayber'e vardıklarında karanlık çökmüştü. Hayber halkı böyle bir olaydan haberdar değildi. Sabah olunca evlerinden çıktıklarında Peygamber'in (s.a.a) ordusunu karşılarında gördüler. Bunun üzerine geri dönüp kalelerine kapandılar. Peygamber'imiz (s.a.a) kaleyi kuşatma altına aldı ve onları sıkıştırdı. Kalenin çevresinde iki taraf arasında kanlı çarpışmalar oldu. Peygamber'imiz (s.a.a) bazı kaleleri ele geçirdi. Kuşatma ve çatışmalar bu şekilde yirmi küsur gün kadar sürdü. Ama diğer bazı kaleler inatla direniyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) sancağını Ebu Bekir'e vererek onu kalelerin üzerine gönderdi. Ebu Bekir bir sonuç alamadan geri döndü. İkinci gün sancağı Ömer'e vererek saldırmasını emretti. O da arkadaşı gibi bir sonuca varmadan geri döndü. Bu arada o arkadaşlarını, arkadaşları da onu korkaklıkla suçluyorlardı. Sancağı kendi elleriyle birine verip de bir sonuç alınmadan geri dönülmesi, ya da birini bir hedefe gönderip de onun yenilmiş, bozguna uğramış olarak geri dönmesi Peygamber'imize (s.a.a) ağır geldi. Bunun üzerine derin anlamlar içeren, yüce olgulara işaret eden tarihî bir söz söyledi: "Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o Allah ve Resulü'nü sever, Allah ve Resulü de onu severler. Döne döne vuruşur, asla düşmana sırt çevirip kaçmaz. Allah onun önünü açar. Cebrail sağında ve Mikail de solunda olur."[159]

Herkes başını kaldırıp boynunu uzattı. Bütün herkesin dileği bu sözlerle kendisinin kast edilmiş olmasıydı. Hatta Ömer b. Hattab şöyle demişti: "O günden başka hiçbir zaman emirlik istememiştim. O gün bayrağın bana verilmesini temenni etmiştim."[160]

Gün ağarınca Peygamber'imiz (s.a.a) kalktı ve bayrağın getirilmesini istedi. İnsanlar tutmuş bekliyorlardı. Sonra Ali'yi (a.s) çağırdı. Orada bulunanlar dediler ki: "Ya Resulallah, gözleri ağrıyor." Buyurdu ki: "Onu çağırın." Seleme b. Evka' gitti ve gözleri ağrıdığı için yürümekte güçlük çeken Ali'nin elinden tutup onu Peygamber'in (s.a.a) yanına getirdi. Ali gözlerini sargı ile bağlamıştı. Resulullah (s.a.a) Ali'nin başını kucağına aldı, sonra eliyle ağzının suyunu alıp onun gözlerine sürdü. O anda daha önce hiç ağrımıyormuş gibi sapasağlam oldu. Sonra Peygamber'imiz (s.a.a) Ali'ye şöyle dua etti: "Allah'ım! Sıcakta ve soğukta ona yardımcı ol."[161]

Sonra demir zırhını ona giydirdi ve kendi kılıcı olan Zülfikar'ı beline bağladı, sancağı eline vererek kaleye doğru gönderdi. Ona şu tavsiyede bulundu: "Onların topraklarına varıncaya kadar yola devam et. Sonra onları İslâm'a davet et ve Müslüman olmaları durumunda Allah'ın kendilerinin üzerinde ne gibi haklarının oluşacağını bildir. Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir adam senin yol göstericiliğinle hidayete ererse -veya Allah, senin yol göstericiliğinle birini hidayete erdirirse- bu, senin için kızıl develerinin olmasından daha hayırlıdır."

Seleme şöyle der: Ali yola çıktı. Allah'a yemin ederim ki, seğirterek yürüyordu ve biz de arkasından koşuyorduk. Nihayet sanacağını kalenin dibindeki bir taş yığınının ortasına dikti. Kalenin burcunda bir Yahudî onu fark etti: "Kimsin sen?" dedi. "Ben Ali b. Ebu Talib'im." dedi.

Arkadaşlarına dönüp şöyle dedi: Musa'ya indirilene andolsun, yenildiniz.[162]

Daha sonra kaledekilerden bazıları onunla teke tek vuruşmak üzere kalenin dışına çıkmaya başladılar. İlk olarak dışarı çıkan kişi, cesaretiyle nam salmış Merhab'ın kardeşi Haris'ti. Haris'i gören Müslümanlar geri çekildiler. Ali ise yerinden sıçrayıp Haris'in karşısına çıktı. Şiddetli bir vuruşma ve çatışma yaşandı. Sonunda Ali (a.s) onu öldürdü. Yahudiler bozguna uğrayarak kaleye geri döndüler. Daha sonra Merhab çıktı. Üst üste iki zırh giymiş, iki kılıç kuşanmış ve başına iki sarık birden bağlamıştı. Elinde ise çatallı bir mızrak vardı.

O ve Ali birbirlerine karşılıklı olarak birer darbe indirdiler. Ali bir darbe indirdi. Başının üzerine yerleştirdiği taş parçasını ve miğferi parçaladı ve kafasını ikiye ayırdı. Kılıç azı dişlerine kadar batmıştı. Yahudiler savaşçıları Merhab'a olanları görünce, bozguna uğramış olarak kaleye geri döndüler ve kapıları üzerlerine kilitlediler.

Ali (a.s) kapıya yöneldi ve kapıyı açıncaya kadar zorladı. İnsanların çoğu kalenin etrafındaki hendeğin öbür tarafında bulunuyorlardı ve onunla birlikte karşı tarafa geçmemişlerdi. Ali kalenin kapısını kavradı ve yerinden söktü. Onu hendeğin üzerine bir köprü gibi yerleştirdi. Ardından Müslümanlar kapının üzerinden karşı tarafa geçtiler. Kaleyi ele geçirip sayısız ganimetler elde ettiler.[163]

Rivayet edilir ki, daha sonra, Ali'nin tek başına yerinden söküp köprü gibi hendeğin üzerine koyduğu bu kapıyı yerinden oynatmak için birkaç kişi uğraşmışlarsa da kapıyı yerinden oynatamamışlar.

İbn-i Amr şöyle der: Biz, yüce Allah'ın Hayber'i Ali (a.s) aracılığıyla bize açmasına şaşırmadık. Ama Ali'nin tek başına kale kapısını yerinden sökmesine, kapıyı kırk zira arkaya doğru fırlatmasına şaşırdık. Nitekim kırk kişi birden kapıyı yerinden oynatmak için uğraştıysalar da başaramadılar. Bu olay Peygamber'imize (s.a.a) haber verilince, şöyle buyurdu: "Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ona kırk tane melek yardım ediyordu."

Rivayete göre Emir'ül-Müminin (a.s) Sehl b. Huneyf'e gönderdiği bir mektupta şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki, Hayber kalesinin kapısını yerinden sökmem, sonra onu kırk zira arkaya doğru fırlatmam bedenimin gücüyle ve beslenmenin bana verdiği hareket kabiliyetiyle gerçekleştirmedim. Bilâkis beni, melekûtî bir güç ve nefsimi aydınlatan rabbimden gelen bir nurla bunu gerçekleştirdim. Benim Ahmed (Hz. Peygamber) karşısındaki konumum, ışığın ışık karşısındaki konumu gibiydi."[164]

i- Mekke Fethinde Ali (a.s)[165]

Kureyş'i ve Müslümanları huzur ve barış atmosferi sarmıştı. Resulullah (s.a.a) Hudeybiye barış antlaşmasının bütün maddelerine eksiksiz bir şekilde uyuyordu. Fakat Kureyş antlaşmayı bozma eğilimindeydi. Kureyş, Mûte'den bozguna uğrayarak dönen Müslümanların güç bakımından zayıfladıklarını düşünüyordu. Nitekim Müslümanları hafife almaları, sonunda Peygamber'in (s.a.a) müttefikleri olan Huzaa kabilesine karşı bir saldırı plânlamalarına kadar vardırdı işi. Kureyş Benî Bekr kabilesinden bazı grupları kışkırttı. Beni Bekr ile Huzaa arasında kavga meydana geldi. Benî Bekr Kureyş'in yardımıyla Huzaa'yı yenilgiye uğrattı. Bu davranışıyla Kureyş antlaşmayı bozmuş ve Müslümanlara savaş ilân etmiş oluyordu.

Resulullah (s.a.a) Kureyş'le savaşmaya karar verdi ve şu ünlü sözünü söyledi: "Huzaa'ya yardım etmesem, yardım görmeyeyim." Savaş için hazırlıklara başladı. Bu arada savaş hazırlığı yaptığının duyulmaması için gerekli olan tüm önlemleri alıyordu. Fakat Hatıb b. Ebu Beltea, bir kadın aracılığıyla Kureyş'e bir mektup yazarak Peygamber'in (s.a.a) kendileriyle savaşmak üzere hazırlık yaptığını haber verdi. Kadın henüz Medine'den biraz uzaklaşmıştı ki, Peygamber'imize (s.a.a) vahiy indi ve bu olayı ona bildirdi. Peygamber'imiz (s.a.a) derhal Ali ve Zübeyr'i kadının peşinden gönderdi ve kadın ellerinden kurtulmadan önce hızlı bir şekilde yol almalarını emretti. Medine'den birkaç mil uzakta kadını yakaladılar. Zübeyr hızla kadının yanına koştu ve mektubu vermesini istedi. Kadın kendisinde mektup olmadığını söyledi ve ağladı. Bunun üzerine Zübeyr kadını serbest bıraktı ve Ali'nin yanına gelerek kadının bir suçunun olmadığını, gidip bunu Peygamber'e haber vermelerinin gerektiğini söyledi. Ali ona dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.a) onun bir mektup taşıdığını söylüyor ve sen kadın bir şey taşımıyor, diyorsun. Sonra Ali (a.s) kılıcını çekti ve kadına doğru hareket etti. Kadın mektubu çıkarıp Ali'ye verdi. Peygamber'in yanına döndüler ve mektubu ona teslim ettiler.[166]

Peygamber'imiz (s.a.a) Mekke'ye hareket etmek için gerekli olan tüm hazırlıkları ve donanımı tamamlayınca sancağını Ali'ye verdi. Diğer sancakları da kabilelerin önde gelen isimlerine teslim etti ve ardından Mekke'ye doğru yola çıktı.

Kureyş, Peygamber'e (s.a.a) ve Müslümanlara karşı koyacak gücünün olmadığını anlayınca, teslim oldu. Her Kureyşli, Hz. Peygamber'in (s.a.a) verdiği güvenceye dayanarak evine kapanarak canını kurtarmaktan başka çare bulamadı.[167]

Rivayet edilir ki, Sa'd b. Ubade elinde Resulullah'ın (s.a.a) sancağı olduğu hâlde ensarın başında yürüyordu. Mekke'ye giren yollardan birinin geçtiği vadideki darboğazın başında duran Ebu Süfyan'ın yanından geçerken, Ebu Süfyan: "Bunlar da kim?" diye sordu. Denildi ki: "Bunlar ensardır. Başlarında elinde sancak bulunan kişi de Sa'd b. Ubade'dir." Sa'd onunla aynı hizaya gelince dedi ki: "Ey Ebu Süfyan! Bu gün vuruşma günüdür. Bu gün haramların helal olduğu gündür. Bu gün Allah'ın Kureyş'i zelil kıldığı gündür..." Resulullah (s.a.a) Ebu Süfyan'ın bulunduğu yerden geçerken Ebu Süfyan şöyle seslendi: "Ya Resulallah! Sen kavminin öldürülmesini mi emrettin? Çünkü Sa'd ve beraberindekiler biraz önce yanımızdan geçerlerken bizimle savaşacaklarını söylediler. Bu gün vuruşma günüdür... dedi. Kavmine iyilik etmen için seni Allah adına yemine veriyorum. Çünkü sen insanların en iyisi, en merhametlisi ve en fazla akrabalık bağlarını gözetenisin."

Peygamber'imiz (s.a.a) buyurdu ki: "Sa'd yalan söylüyor. Bu gün merhamet günüdür. Bu gün Allah'ın Kureyş'i aziz kıldığı gündür. Bu gün Allah'ın Kâbe'yi yücelttiği gündür. Bu gün Kâbe'nin taze örtülere büründüğü gündür."

Resulullah (s.a.a) sancağı ondan alması ve onunla birlikte Mekke'ye girmesi için Ali'yi (a.s) Sa'd b. Ubade'nin yanına gönderdi.[168]

Resulullah (s.a.a) büyük bir orduyla Mekke'ye girdi. Mekke uzun tarihi buyunca böyle bir orduyu görmüş değildi. Peygamber'in (s.a.a) sancağı Ali'nin (a.s) elindeydi. Mekke'nin kapılarına dayandığı sırada genel af ilân etti.

Putları Kırmak İçin Ali'nin (a.s) Peygamber'in (s.a.a) Omuzlarına Çıkması

Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) beni putları kırmak üzere götürdü. Bana, otur, dedi. Kâbe'nin yanına çömeliverdim. Sonra Resulullah (s.a.a) omuzlarıma çıktı ve ayağa kalk, dedi. Onu yukarı doğru kaldırdım. Benim altında zayıf olduğumu fark edince, otur, dedi. Oturdum ve o da omuzlarımdan aşağıya indi. Sonra, ey Ali! Omuzlarıma çık, dedi. Peygamber'in (s.a.a) omuzlarına çıktım. Sonra beni yukarı doğru kaldırdı. O anda istersem göğe ulaşabilirim, diye düşündüm. Kâbe'nin damına çıktım. Bakırdan yapılmış ve demir kazıklarla bağlanmış en büyük putu tutup yere attım. Bana, onu yerinden sök, dedi. Ben putu yerinden sökmek için uğraşırken, Peygamber'imiz (s.a.a) de "...İyi... İyi..." diyerek beni teşvik ediyordu. Nihayet putu yerinden söktüm. Bana, onu parçala, dedi. Ben de putu kırıp parçaladım, sonra aşağı indim.[169]

j- Huneyn Savaşı'nda Ali (a.s)[170]

Allah, Mekke'ye giren Resulüne yardım edip ona fetih müyesser ettikten ve Kureyş de ona teslim olup egemenliği altına girdikten sonra, Havazin ve Sakif kabileleri Peygamber'le (s.a.a) savaşmak üzere birleştiler. Peygamber kendilerine bir saldırı düzenlemeden önce ona saldırma amacındaydılar. Peygamber'imiz (s.a.a) bu kabilelerin bu amaca yönelik hazırlıklarını haber alınca, kendisi de onlarla savaşmak üzere hazırlıklara başladı. Sayıları on iki bini aşan Müslüman kuvvetlerle Mekke'den çıktı.

Düşmanın konuşlandığı yere yaklaştıkları zaman Peygamber'imiz (s.a.a) Müslümanların saflarını düzenledi ve sancakları askerlerin komutanlarına ve kabile önderlerine teslim etti. Muhacir savaşçıların sancağını Ali'ye (a.s) verdi.[171] Fakat Havazin kabilesi, Müslümanların farkında olmadıkları bir sırada üzerlerine çullanmayı öngören haince bir plân hazırlamıştı. Havazin Tihame çölündeki vadilerden birinin kuytu bir yerinde mevzileşmişti. Müslümanların bu vadiden geçmeleri zorunluydu.

Müslümanlar Hüneyn vadisine doğru inince, Havazin birlikleri dört bir yandan saldırıya geçtiler. Müslüman kuvvetlerin ön safında bulunan Süleymoğulları kabilesi bozguna uğradı. Sonra onların arkasında saf tutan diğer birlikler bozguna uğradılar. Müslümanlar sayılarının çokluğuna güvendikleri için Allah onları düşmanlarıyla baş başa bırakmıştı. Peygamber'in (s.a.a) yanında Haşimoğulları'ndan oluşan küçük bir gruptan, bir de Eymen b. Ubeyd'den başka kimse kalmamıştı.[172]

Ali (a.s) inatla direniyordu. Kılıcını sağa sola sallıyor. Peygamber'e (s.a.a) yaklaşanı anında biçiyordu. Peygamber'in (s.a.a) bu direnişi ve Ali'nin (a.s) ve onun yanında bulunan bir avuç Müslümanın bu akıllara durgunluk veren savunması Müslümanların yeniden öz güvenlerini kazanmalarını sağladı. Tekrar Havazin'e saldırdılar. Havazin saflarının arasından, Ebu Cervel adında bir adam ileri çıktı. Havazin'in sancağını taşıyan bu adam Müslümanları teke tek vuruşmaya çağırdı. Cesur bir adamdı. İnsanlar onun karşısında tutunamıyorlardı. Sonunda Ali (a.s) karşısına çıktı ve onu öldürdü. Bu olay üzerine müşriklerin yüreğine korku ve Müslümanların yüreğine de öz güven duygusu yerleşti. Müslümanlar kılıçlarını Havazin ve müttefiklerinin saflarına daldırdılar. Kimini öldürüyor, kimini de esir alıyorlardı. En başlarında da Ali (a.s) bulunuyordu. Tek başına Ali müşriklerden kırk kişiyi öldürmüştü. Böylece zafer Müslümanların oldu.[173]

k- Tebûk Savaşı'nda Ali (a.s)[174]

Peygamber'imiz (s.a.a) Rumların Arap Yarımadası'na saldırmak üzere plânlar yaptıklarını haber alınca, onlarla karşılaşmanın hazırlıklarını yaptı. Bu amaçla belirlediği stratejiye uygun olacak şekilde sağlam bir hazırlık ve donanım sürecini gerçekleştirdi. Durumun ciddiyeti ve konumun önemi nedeniyle, bizzat kendisinin ordunun başında bulunmasını kararlaştırdı. Ancak siyasî ve askerî koşullar, münafıkların veya fırsatçıların Medine'ye saldırmaları yahut başka yıkıcı eylemlerde bulunmaları ihtimalini düşünmeyi gerektiriyordu. Bu yüzden geride bırakacağı Medine'den yana güven hissetmiyordu. Bundan dolayı, her türlü liyakate ve yüksek yetkinliğe, ileri düzeyde hikmete ve her durumda gerekli olan önlemleri alabilecek üst düzey bir dirayete sahip, aynı zamanda inanç sistemini canla başla savunacak sağlam bir müminin Medine'de kalması zorunluydu. Ki bu zat, meydana gelebilecek her türlü olaya karşı koyabilsin. Resul- i Ekrem (s.a.a), Peygamber'in yokluğunda onun yerine baksın diye bu hassas görev için Ali'yi (a.s) seçti.

Şöyle buyurdu: "Ya Ali! Medine bensiz ya da sensiz düzelmez."

Resulullah (s.a.a) Tebûk'e doğru yola çıkınca, Ali'nin (a.s) İslâm devletinin başkentinde mahalli idarenin başında kalması münafıklara ağır geldi. Medine'nin sağlam bir koruma altında olduğunu ve bu konuda besledikleri amaçlarını gerçekleştirmelerine imkân olmadığını anladılar. Bu onların canını sıktı. Dolayısıyla toplantılarında ve oturumlarında, Peygamber'in (s.a.a) Ali'yi aşağıladığı ve ona kızdığı için geride bıraktığını söylemeye başladılar. Bununla Ali'ye (a.s) iftira ediyorlardı. Tıpkı Kureyş'in, delidir veya büyücüdür, diyerek Peygamber'e (s.a.a) iftira etmesi gibi.

Ali (a.s) münafıkların kendisiyle ilgili bu sözlerini duyunca onları yalanlamak ve yüzlerini kızartmak için kılıcını ve silâhlarını alarak Hz. Peygamber'in (s.a.a) ordusuna katıldı. Dedi ki: "Ya Resulallah! Münafıklar, seni, beni aşağılamak ve bana duyduğun öfkeyi belirtmek için beni geride bıraktığını ileri sürüyorlar." Peygamber'imiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yerine geri dön. Çünkü Medine bensiz ya da sensiz olmaz. Sen ailem, hicret yurdum ve kavmim hususunda benim halifemsin. Ey Ali! Musa için Harun neyse, sen de benim için o olmak istemez misin? Şu kadarı var ki benden sonra peygamber gelmeyecektir."

Bunun üzerine Ali (a.s) Medine'ye geri döndü ve Resulullah (s.a.a) da yoluna devam etti.[175]

Tevbe Sûresi'nin Tebliği

Resulullah (s.a.a) mübarek risaletini tebliğ etmeyi ve İslâm'ı Arap Yarımadası'nın dört bir yanına yaymayı sürdürdü. Aynı zamanda şirki askerî açıdan da geriletme faaliyetlerini kesintisiz olarak devam ettiriyordu. Hicretin dokuzuncu yılının sonunda İslâm'ın bağımsız bir siyasî organizasyonu oluşmuştu artık. Müslümanlar sağlam ve kuralları belirlenmiş ilişkilerin egemen olduğu bir ümmet olmuşlardı. Belli bir toprakları ve sınırları belirlenmiş bir ülkeleri vardı. Şirkin artık dikkate alınır bir gücü kalmamıştı. Şirkin tasfiye edilmesi kaçınılmazdı. Bu sırada Tevbe Suresi nazil oldu. Burada Peygamberimizin (s.a.a) müşriklere karşı, onlarla yaptığı antlaşmalara ve ahitlere karşı takınacağı tavır belirleniyordu. Bu ültimatomu ve bu ilâhî-resmî bildiriyi duyurmanın en uygun yeri Kâbe'ydi. En uygun zaman da zilhiccenin onuncu günüydü. Çünkü o gün yarım adanın her tarafından gelen müşrikler o gün orada toplanırlardı. Bu amaçla Peygamber'imiz (s.a.a) Ebu Bekir'i insanların başında hac yapmak ve Tevbe suresini tebliğ etmek üzere görevlendirdi. Bu gün "Mescid-i Şecere" olarak bilinen "Zu'l Huleyfe" denilen yere varınca, Peygamber'imize (s.a.a) vahiy geldi ve Ebu Bekir yerine Ali b. Ebu Talib'i (a.s) göndermesi emredildi. Bunun üzerine Peygamber'imiz (s.a.a) Ali'yi (a.s) gönderdi ve ayetleri Ebu Bekir'den alıp kendisinin tebliğ etmesini emretti. Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.a) devesine binerek Mekke'ye doğru yola çıktı. Yolda Ebu Bekir'e yetişti. Ebu Bekir devenin gürültüsünü duyunca deveyi tanıdı ve korkmuş bir hâlde dışarı çıktı. Resulullah'ın (s.a.a) geldiğini zannetti. Gelen Ali'ydi. Ali ayetleri ondan aldı. Ebu Bekir, kendisinin hakkında Peygamber'i kızdıracak bir şeyin nazil olmasından korkuyordu. Dedi ki: "Ya Resulallah! Benim hakkımda bir şey mi indi?" Peygamber'imiz (s.a.a): "Hayır." dedi. "Ancak bana, o ayetleri benim veya benden olan birinin tebliğ etmesi emredildi.[176]"

Ali (a.s) Mekke'ye varıncaya kadar yoluna devam etti. İnsanlar hac mevsimine özgü ibadetlerini yerine getirmek üzere toplanınca, Tevbe Suresi'nin ilk ayetlerini onlara okuduktan sonra şöyle seslendi: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik Mekke'ye giremeyecektir. Kâbe çıplak olarak tavaf edilmeyecektir. Müşriklerden kimin Peygamber'le imzaladığı bir antlaşması varsa, bu antlaşma belirlenen süreye kadar geçerlidir."[177]

Ali (a.s) Yemen'de

İslâmî tebliğin bir devamı olarak Resulullah efendimiz (s.a.a) bir grup sahabeyle birlikte Halid b. Velid'i, Hemdan kabilesini İslâm'a davet etmek üzere Yemen'e gönderdi. Halid altı ay kadar orada kaldı; ancak bir başarı sağlayamadı. Hemdan kabilesini İslâm'ı benimsemeleri hususunda ikna edemedi. Halid, Hemdan kabilesinin kendisine olumlu karşılık vermediklerini ve kendisinden yüz çevirdiklerini Peygamber efendimize (s.a.a) bildirdi. Bunun üzerine Peygamber'imiz (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'i (a.s) Yemen'e gönderdi. Halid'i Medine'ye göndermesini ve kendisinin onun yerine orada kalmasına emretti. Halid'le beraber Yemen'e gönderilenlerden istediği kişileri de beraberinde bekletmesini istedi.

Halid'le beraber Yemen'e giden, sonra da Ali'nin (a.s) seriyesindeki kişiler arasında kalan Berâ b. Azib'in şöyle dediği rivayet edilir: "Halid'le beraber Yemen'e gidenler arasıdaydım. Altı ay boyunca orada kalıp onları İslâm'a davet ettik. Fakat bize olumlu bir cevap vermediler. Sonra Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali'yi (a.s) gönderdi. Halid'i geri göndermesini ve onun yerine Yemen'de kalmasını emretti. Yemenlilere doğru yaklaştığımız zaman bizi karşılamaya çıktılar. Ali (a.s) orada bize namaz kıldırdı. Sonra bizi tek saf hâlinde dizdi. Bizim önümüze geçti ve onlara, Resulullah'ın (s.a.a) kendilerini İslâm'a davet eden mektubunu okudu. Bunun üzerine Hemdanlıların tamamı Müslüman oldu. Ali (a.s) Resulullah'a (s.a.a) sevindirici haberi iletti. Resulullah (s.a.a) bu haberi alınca secdeye kapandı. Sonra başına kaldırarak şöyle buyurdu: Hemdan'a selâm olsun."[178]

Rivayet edilir ki, Resulallah efendimiz (s.a.a) başka bir görev için Ali'yi (a.s) bir kez daha Yemen'e gönderdi ve Mezhac kabilesini İslâm'a davet etmesini istedi. Ali'nin (a.s) yanında üç yüz atlı vardı. Resulullah (s.a.a) sancağı ona verdi ve kendi elleriyle sarığını sardı. Kendisiyle savaşmaya kalkışmadıkları sürece onlarla savaşmamasını tavsiye etti. Ali (a.s) Mezhac kabilesinin bölgesine girince onları İslâm'a davet etti. Mezhaclılar Müslüman olmaya yanaşmadılar ve bu çağrıya Müslümanlara ok fırlatarak, taş atarak karşılık verdiler. Bunun üzerine Ali (a.s) arkadaşlarını onlarla savaşmak üzere hazırladı. Sonra saldırıya geçti ve onlardan yirmi kişiyi öldürdü. Bunun sonucunda safları parçalandı ve bozguna uğrayıp kaçtılar. Ali (a.s) peşlerine düşmedi. Bir kez daha onları İslâm'a çağırdı. Bu sefer çağrıyı olumlu karşıladılar. Reislerinden birkaç tanesi Müslüman oldu. Dediler ki: "Biz, kavmimizden geride kalanları temsil ediyoruz. Bu da bizim zekâtımızdır. Allah'ın hakkını al."

Rivayete göre Ali (a.s) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.a) beni Yemen'e gönderdiği zaman, dedim ki: "Ya Resulallah! Beni bunlara gönderiyorsun; ama benim yaşım henüz çok genç ve yargılamayı nasıl yapacağımı bilmiyorum." Bunun üzerine Peygamber'imiz (s.a.a) elini benim göğsümün üzerine koydu ve şöyle buyurdu: "Allah'ım! Onun dilini doğruluk üzere sabit kıl ve kalbini doğruya ilet." Sonra dedi ki: "Sana birbiriyle davalı iki kişi geldiği zaman, her ikisini de dinlemeden aralarında hüküm verme. İkisini de dinlediğin zaman, hüküm senin için belirginleşecektir." Ali (a.s) der ki: "Allah'a yemin ederim ki, iki kişi arasında hüküm verirken hiçbir zaman kuşkuya düşmedim."[179]

Sonra Ali (a.s) ganimetleri topladı, bunların humusunu (beşte birlik Resulullah ve Ehlibeyt payını) çıkardı. Gerisini arkadaşları arasında paylaştırdı. Bu arada Ali (a.s) Peygamberimizin hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke'ye doğru yola çıktığı haberini aldı. Mekke'de Peygamber'e yetişmek için hızla yola koyuldu. Rivayet edilir ki, Ali'nin (a.s) seriyesinde bulunan bazı adamlar, onun hakkı yerine getirme hususunda gösterdiği sert tutumundan şikayetçi olmuşlardı. Peygamber'imiz (s.a.a) bunu duyunca şöyle demişti: "Ey insanlar! Ali'den şikayetçi olmayın. Allah'a yemin ederim ki, Ali, ilâhi haklarla ilgili çok serttir ve bu hususta şikayetçi olmanın faydası yoktur."[180]

Amr b. Şas el-Eslemî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah'ın (s.a.a) Ali'yle beraber Yemen'e gönderdiği atlılar içinde ben de bulunuyordum. Ona karşı içimde bir hoşnutsuzluk vardı.[181] Medine'ye geldiğim zaman, her toplantıda ve karşılaştığım herkese onu şikayet ediyordum. Bir gün mescitte oturan Resulullah (s.a.a) ile karşılaştım. Benim kendisine baktığımı görünce, gözleriyle beni yanına çağırdı. Yanına gidip oturunca bana şöyle dedi: "Yeter, ey Amr! Beni incitiyorsun." Dedim ki: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Biz Allah'tan geldik ve ona döneceğiz.) Resulullah'ı incitmekten Allah'a ve İslâm'a sığınırım." Buyurdu ki: "Ali'yi inciten beni incitmiş olur."[182]

Peygamber'in (s.a.a) Çalışmasının Doğası

 

Back Index Next