İçindekiler

 

Back Index Next

 

Ebu Bekir'in dönemi uzun sürmedi. Hastalıklarla boğuşuyordu ve ölmek üzereydi. Kendisinden sonra halifeliği Ömer'e bırakmaya karar vermişti. Muhacir ve ensarın büyük bir kısmı bu kararına karşı çıktı. Bu karardan memnun olmadıklarını açıkça belirttiler. Çünkü Ömer'in kaba bir huyu vardı ve insanlarla ilişkisi sert ve inciticiydi.[264]

Ama Ebu Bekir kararında ısrar etti.

Sonra Ebu Bekir, kendisinden sonra halifeliği Ömer'e bıraktığını yazması için Osman b. Affan'ı yalnız başına gelmek üzere yanına çağırdı. Ona dedi ki: "Yaz: Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Bu Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe'nin Müslümanlara vasiyetidir: ...Bu girişten sonra... " Bu sırada Ebu Bekir bayıldı. Osman kendiliğinden şunları yazdı. "Ben kendimden sonra size halife olarak Ömer'i seçtim. Sizin için hiçbir hayrı eksik bırakmadım..." Sonra Ebu Bekir ayıldı ve Osman'a; "Yazdığını bana oku." dedi. Osman da yazdığını okudu. Ebu Bekir tekbir getirdi ve şöyle dedi: "Baygın olduğum sırada ölmem durumunda insanların halife kim olacak diye ihtilâf etmelerinden korktun değil mi?" Evet." dedi. "Allah seni hayırla ödüllendirsin." dedi.[265]

Ebu Bekir'in Vasiyetinden Çıkan Sonuçlar

Ali (a.s) aşağıdaki sebeplerden dolayı Ebu Bekir'in yaptığından memnun değildi.

1- Ebu Bekir kendisinden sonraki halifeyi belirlerken Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan'dan başka hiçbir Müslümanla istişare etmemişti. Onlar da Ebu Bekir'in kendisinden sonra Ömer'i halife olarak belirleme eğiliminde olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bunlardan başka kimseyle istişare etmekten kaçınmasının nedeni, samimî sahabîlerden görüş sahibi olanların, Ömer'i seçme noktasındaki görüşünü değiştirme hususunda kendisinin üzerinde etkili olmalarından korkmasıydı.

2- İmam Ali'nin (a.s) siyasetten uzak tutulması, hilâfetin kaderinin belirlenmesi meselesine müdahil edilmemesi stratejisi ısrarla devam ettiriliyordu. Halifelik hususunda onun görüşüne başvurulmadı. Hâlbuki aynı Ebu Bekir karşısına çıkan zor meselelerin çözümü için derhâl İmam'a koşardı. Ya da İmam'ın Ebu Bekir, zamanında serdettiği görüşleri ve sergilediği davranışları, başka herkesten daha çok öğüt verici ve isabetliydi.

3- Ebu Bekir, hayattayken veya ölümünden sonra, Müslümanlar üzerinde, onların kaderini belirleme yetkisi varmış gibi, Ömer'i Müslümanlara resmen dayattı. "Benden sonra halife olarak Ömer'i görevlendiriyorum, onu dinleyin ve itaat edin." dedi. Birçok sahabînin yüzünde bu karardan dolayı öfke izlerini gördüğü hâlde.

4- Bu tavrıyla o, Peygamber'in (s.a.a) sünneti doğrultusunda hareket edeceğine ilişkin olarak verdiği sözü de çiğnemiş oldu. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefat ederken halifelikle ilgili olarak kimseyi tavsiye etmediğini iddia ediyordu. Buna karşın kendisi arkadaşı Ömer'i kendisinden sonraki halife olarak tavsiye ediyordu.[266]

5- İktidar Emevîler için hazırlanmış oldu. Bu da İslâm ve Müslümanların üzerine ardı arkası kesilmeyen felâketlerin gelmesine yol açtı. Çünkü Emevîlerin halifelik istekleri kamçılandı, böyle bir beklenti içine girmeleri için teşvik edildiler. Bunu da Ebu Bekir'in Osman'a söylediği şu sözden anlıyoruz: "Eğer Ömer olmasaydı, senden başkasını seçmezdim..."[267] Hâlbuki Ebu Bekir Osman'ın zayıf ve duygusal bir kişiliği olduğunu, bu kişiliğiyle Ümeyyeoğulları'na meyledeceğini ve sonunda bu işin onların eline geçeceğini biliyordu.


Ömer Döneminde İmam Ali (a.s)

Ebu Bekir hilâfet makamını Ömer b. Hattab için hazırladı. O da muhacir ve ensarın ileri gelenlerinden kayda değer bir muhalefet görmeden gayet kolay ve rahat bir şekilde bu makama oturdu. İktidarı güçlü bir şekilde ele aldı, ümmeti sertlik esaslı bir yöntemle idare etti. Öyle ki sahabenin ileri gelenleri Ömer'le karşılaşmaktan çekinirlerdi.[268] Böylece Kureyş cahiliyesi siyasî bir zafer daha kazanmış oldu. Haşimoğulları'na herhangi bir hak vermeme esasına dayanan plân ayniyle uygulandı. Ömer, bu çizginin iyice yerleşmesi için elinden geleni yaptı.

Emir'ül-Müminin (a.s) ise, siyasî iktidarın uygulamalarını ve bilinçsiz kitlelerin hilâfet bağlamındaki sapma noktasında ısrarcı olduklarını görünce, gasp edilmiş hakkını geri almak için fiilî bir isyana girişmedi. Yeni halifeye öğüt veren güvenilir bir şahsiyet olarak belirginleşti. Çünkü bu bağlamda büyük bir sorumluluk hissediyordu. O risaletin ve ümmetin güvenilir koruyucusuydu. Emir'ül-Müminin (a.s) imkân bulduğu oranda kamu hayatında etkin bir rol oynamaya çalıştı. Ebu Bekir zamanından daha geniş ölçüde eğitim, bilinçlendirme ve yargı alanlarında üzerine düşen misyonu yerine getirdi. Şartlar böylesine etkin olmasını gerektiriyordu. Çünkü İslâm ülkesinin sınırları genişlemiş, daha önce rastlanmayan türden gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. Yeni halife de bunlara karşı isabetli bir tavır takınma hususunda yetersizdi. Yanındaki diğer sahabîler de aynı şekilde. Bunlara ilişkin çözümü de Allah'ın günahlardan ve hatalardan beri kıldığı kimseden başkası bulamıyordu. Bu yüzden Ömer, Emir'ül-Müminin'in karşısında eziliyor, görüşüne saygı gösteriyor ve verdiği hükmü ve uygun gördüğü kararı uyguluyordu. Birçok defa ve yüz yüze kaldığı birçok zor problemden dolayı şu sözü söylediği rivayet edilmiştir: "Allah beni Ebu'l-Hasan'ın yanımda bulunmadığı bir sorunla karşı karşıya getirmesin."[269]

Rivayet edilir ki, Ömer zina etmekle suçlanan deli bir kadını recmetmek ister. İmam Ali (a.s) Ömer'in bu hükmünü reddeder ve ona Hz. Peygamber'in (s.a.a) şu hadisini hatırlatır: "Kalem (sorumluluk) üç kişiden kaldırılmıştır: İyileşinceye kadar deliden, uyanıncaya kadar uyuyandan ve âkıl baliğ oluncaya kadar çocuktan." Bunu duyunca Ömer şöyle der: "Eğer Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu."[270]

Ömer'in Hayatından Çizgiler[271]

1- İnsanlarla şiddet ve sertlik esasında muamele etmek. Otoritesini şiddet ve güçle kabul ettirdi. Uzak yakın herkesi korkuttu. O kadar sertti ki, hamile bir kadın bir şey sormak üzere yanına gelmişti. Kadın Ömer'in sertliği ve haşinliği karşısında çocuğunu düşürmüştü. Cebele ile onun hikâyesi meşhurdur. Cebele'ye karşı takındığı sert tutum yüzünden sonunda adam irtidat edip Rum ülkesine kaçmak zorunda kalmıştı.[272]

2- Mal dağıtımında Müslümanlar arasında eşitliğe riayet etmemek. Peygamber'den (s.a.a) gelen bir açıklama ve Kur'ân'da yer alan bir direktif olmaksızın Müslümanlar arasında bu bağlamda fark gözetti. Kur'ân ve sünnet yerine bu hususta kabile asabiyetini esas aldı.[273] Sonraki dönemlerde toplumsal sınıfların ortaya çıkmasında en büyük pay ona aittir. Nesep uzmanları, bu bilimin kuralları esasına dayalı olarak nesepleri belirlemeye ve tasnif etmeye başladılar. Bunun sonucunda Arap olmayanlar Araplara kin gütmeye başladılar, onlardan nefret ettiler. Arapların ayıplarını sayıp dökmeye başladılar. O, bu davranışıyla hem Peygamber'e, hem de arkadaşı Ebu Bekir'e aykırı bir davranış içine girdi.

Ömer halifeliğinin son zamanlarında, birçok sahabînin aşırı bir servete sahip olduklarını görünce, bu uygulamasından pişmanlık duydu. Bu uygulama içine sinmedi. Hatta şöyle demeye başladı: "Eğer düşündüğüm kadar halifelikte kalırsam, zenginlerin fazla olan bütün mallarını alıp fakirlere veririm."[274]

3- Valileri, meşru İslâmî hükümete hizmet edecek ve ümmetin varlığını koruyacak İslâmî esaslar doğrultusunda seçme hususunda dikkatli ve objektif davranmamak. Bozgunculuğuyla ve dine samimiyetle bağlı olmayışıyla bilinen kimseleri vali yaptı. Bu uygulamasını ısrarla sürdürdü. İmam Ali (a.s) ve onun yanında yer alan seçkin sahabîlerle ilişkisi olduğunu düşündüğü herkesi devlet mekanizmasından uzak tuttu.[275]

4- Valileri özenle denetim ve sorgulamaya tâbi tutarken Muaviye'yi istisna tutmak, uzun yıllar boyunca istediği gibi hareket etmek üzere onu serbest bırakmak. Bu da Muaviye'nin Osman zamanında Şam'da azgınlaşmasına ve bağımsız hareket etmesine yardımcı oldu. Nitekim Muaviye'nin uygulamaları hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "O Arapların Kisra'sıdır."[276]

Şûrâ Belâsı

Sakife toplantısı ve Ebu Bekir'e biat meselesi -Ömer'in dediği gibi- Allah'ın Müslümanları şerrinden koruduğu bir oldu bittiydi. Şûra ise, en büyük fitne ve İslâmî risalet çizgisinden en büyük sapmaydı. Bununla Müslümanlar çok ağır bir imtihandan geçtiler. Fitne tohumları ekildi ve büyük felâketlere zemin hazırlandı. Bu yüzden Müslümanlar büyük bir kötülüğün girdabına düştüler. Çünkü bu Şûra aracılığıyla İmam Ali'nin (a.s) hilâfetten uzaklaştırılması ve İslâm ümmetinin egemenliğinin sapkınların eline geçmesi ile ilgili bir plânın yürürlükte olduğu gayet açık bir şekilde ortaya çıktı. Hem de vicdanlar sızlamadan ve ümmetin akıbetiyle ilgili en küçük bir endişe hissedilmeden.

Ömer aldığı hançer darbeleri yüzünden hayatından ümit kesince ve dünyadan ayrılmak üzere olduğunu anlayınca, bazı sahabîler ona dediler ki: "Başımıza bir halife tayin et." Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, hayatta ve öldükten sonra birini başınıza musallat etmem." Sonra şöyle dedi: "Eğer birini halife olarak belirlesem, benden daha hayırlı olan -Ebu Bekir'i kastediyor- da halife tayin etmişti. Şayet bu işe karışmayı terk etsem, benden daha hayırlı olan -Resulullah'ı (s.a.a) kastediyor- da bu işi oluruna bırakmıştı."[277] Sonra halife olmasında katkıları olan bazı kimselerin şu anda hayatta olmamalarından dolayı duyduğu üzüntüyü belirtti ve şöyle dedi: "Eğer Ebu Ubeyde yaşasaydı, onu halife olarak tayin ederdim. Çünkü o ümmetin eminidir. Eğer Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim yaşasaydı, onu halife tayin ederdim. Çünkü o Allah'ı çok severdi." Ona denildi ki: "Ey müminlerin emiri! Bu hususla ilgili bir vasiyette bulunsan olmaz mı?"

Dedi ki: "Sizinle konuştuktan sonra sizi hakka iletmeye en yakın olan bir adamı -İmam Ali'yi göstererek- başınıza getirmeye karar vermiştim. O sırada beni bir uyku tuttu. Rüyamda bir adamın, fidanlarını diktiği bir bahçeye girdiğini ve bütün tomurcukları ve meyveleri topladığını, kucakladığını ve altına aldığını gördüm. O zaman anladım ki, Allah emrini yerine getirmede galip olandır ve Ömer'in canını alacaktır. Bu yüzden yaşarken ve de öldükten sonra birini başınıza musallat etmek istemiyorum. Kararı Peygamber'in (s.a.a), cennet ehlinden olduklarını bildirdiği şu adamlar versin: Ali, Osman, Abdurrahman, Sa'd, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah. Bunlar içlerinden birini halife olarak seçsinler. Bunlar birini seçtikleri zaman ona en güzel şekilde yardımcı olun ve destek olun."[278] Bu arada orada bulunanlara, bu kimseleri üç gün boyunca bir yere hapsetmelerini, birini seçmeden dışarı çıkmalarına izin vermemelerini söyledi. Çoğunluğun ittifakına karşı gelenin veya Abdurrahman b. Avf'ın bulunduğu tarafın tercihine karşı gelenin boynunu vurmalarını emretti. Müslümanlar halifelerini seçinceye kadar bu üç gün boyunca da Suheyb'in halka namaz kıldırmasını istedi. Bu arada ensarın ileri gelenlerinin de seçim işini izlemek üzere hazır bulunmalarını emretti. Ama onların seçim işinde bir yetkileri olmayacaktı.[279]

Şûra üyeleri Ömer'in yanında toplandıkları zaman, onlara sert ve incitici eleştiriler yöneltti. Bu sözlerinde sahih bir yönlendirme veya ümmeti, içinde bulunduğu krizden çıkaracak bir yol göstericilik söz konusu değildi. Şunları söyledi: "Allah'a yemin ederim ki, ey Sa'd, seni halife olarak tayin etmememin nedeni, sertliğin ve kabalığındır. Bunun yanında sen savaş adamısın. Ey Abdurrahman, seni halife olarak tayin etmememin nedeni de, senin şu ümmetin Firavunu olmandır. Seni halife olarak seçmememin nedeni ey Zübeyir, senin memnunken mümin, kızarken kâfir olmandır. Ey Talha, seni seçmememin nedeni ise, kendini beğenmiş kibirli biri olmandır.[280] [-Orada bulunanlara dönerek-] Eğer hilâfeti o üstlenirse, mührü karısının parmağına koyar. Ey Ali, seni halife olarak seçmememin nedeni ise, senin bu işi çok istemendir. Yoksa sen bu işe bunların içinde en lâyık olan kimsesin. Eğer halife olursan, bu görevi apaçık hak ve dosdoğru yol üzere yerine getirirsin."[281]

Şûraya Yönelik Eleştiriler

Ömer'in oluşturduğu şûra, sağlıklı ve isabetli bir yapı olmaktan uzaktı; kendi içinde çelişkiler taşıyordu; tutarlı bir yanı yoktu. Şûranın dikkat ve objektiflikten uzak bazı yönlerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Şûra için önerilen isimler, seçim normlarına göre belirginleşmiş bir üstünlüklerinden dolayı ön plâna çıkmış değillerdi. Çünkü halk tabanının aday gösterme ve seçimde hiçbir belirleyiciliği söz konusu olmamıştı. Dolayısıyla bu yapıya şûra adının verilmiş olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü burada şûra denilen şey, bir adamın bir grubu aday göstermesi ve ümmetin geri kalanına da bunları dayatmasından ibaretti. Bu yüzden de içlerinden birini seçmek üzere tehditle bu adayların toplanmasını sağlıyor ve herhangi bir ihtilâf çıkması durumunda öldürülmelerini şart koşuyor. Buna şûra denebilir mi?

2- Şûraya seçilen isimler, kişilikleri ve düşünceleri itibariyle birbirleriyle uzlaşmayan, birbirlerinden uzak kimselerdir. Bunların her biri sadece kendi fikrini temsil etmektedir. Bunların, ümmetin düşüncesini temsil etmeleri, ümmetin görüşünü dile getirmiş olmaları mümkün müdür? Nitekim şûradan sonra aralarında birtakım görüş ayrılıkları baş göstermiş ki, bunun neticesinde Müslümanların birliği onulmaz yaralar almış, Müslümanlar parçalanmışlardır.

3- Bu uygulamada ensar aşağılanmış ve rolleri küçümsenmiştir. Ömer onların hazır bulunmalarını istemiş, ama bir yetki veya görüş belirtme hakkı tanımamıştır. Mesele şûraya seçilen altı kişi arasında cereyan ediyor. Şu hâlde, ensarı onları izlemeye davet etmenin ne anlamı var?! Hatta Ömer Salim'in ve Ebu Ubeyde'nin hayatta olmalarını temenni etmekle bütün ümmeti aşağılamıştır.

4- Ömer değişik unsurları şûrada bir araya getirmekle kendisiyle çelişkiye düşmüştür. Çünkü Sakife'de halifeliğin Kureyş'te olduğunu iddia ediyor ve bu iddiasında ısrarcı davranıyordu. Burada ise Huzeyfe'nin azatlısı Salim'in yaşıyor olmasını temenni ediyor ki, halifeliği ona verebilseydi. Sonra başka sahabîleri değil, sadece şûraya seçtiği kimseleri çağırıyor ve Peygamber'in (s.a.a) onlardan razı olduğunu veya onların cennetlik olduklarını söylüyor. Sonra da onlara birtakım kusurlar atf ediyor ki, bu kusurlarla Peygamber'in (s.a.a) onlardan razı oluşu bir arada düşünülemez veya cennet ehlinde böyle kusurlar olmaz. Sonra Suheyb'e üç gün boyunca halka namaz kıldırmasını emrediyor. Bu da namazda imam olmakla halifelik arasında bir bağlantı olmadığını, namazda imamlık etmenin halife olmayı zorunlu olarak gerektirmediğini düşündüğünü göstermektedir. Oysa Sakife günü, Ebu Bekir'in halife olarak seçilmesinin gerekliliğini anlatırken, Peygamber'in (s.a.a) hastalığında halka namaz kıldırdığına dair iddiayı, onun halifeliğinin kanıtı olarak sunuyordu.

5- Kendisinden sonra İmam'ı (a.s) halife olarak tayin etmek istemişti. Çünkü İmam insanları dosdoğru yol üzere idare edecekti, onlara açık ve belirgin kanıta dayalı olarak yol gösterecekti. Sonra rüyasında ne gördüyse, İmam'ı (a.s) tayin etmekten vazgeçiyor. İmam'ın konumu ve liyakati hakkında birtakım kuşkular uyandırmak istiyormuş gibi geliyor.

6- Ömer; "Halifeliği hayattayken ve öldükten sonra size dayatmak istemem." diyor, sonra da dönüyor, koskoca bir ümmetten altı kişiyi seçiyor. Bununla da ümmetin hayatı ve kaderi üzerinde hegemonya kurma kompleksini dışa vuruyor.

7- Seçilecek altı kişi, ibrenin, Allah ve Resulü tarafından ümmetin halifeliğine lâyık görülmüş İmam Ali'ye kaymasından çok Osman'a kaymasını sağlayacak şekilde belirlenmiştir. Çünkü Talha'nın seçilmesi Teym kabilesinin kinini kaşımaya, ayaklandırmaya yöneliktir. Çünkü İmam, halifelik hususunda Ebu Bekir'le rekabet etmişti. Şimdi de Teym'in yeni adayıyla rekabet ediyor. Osman'ı seçmesi ise, Emevîlerin hâkimiyet ve liderlik dürtülerini kamçılamaya dönüktü. Abdurrahman ve Sa'd'ı seçmesi ise, İmam'a karşı yeni bir siyasî cephe açma amacına yönelikti. Çünkü bu ikisi Zühreoğulları'na mensuptular. Bunlar da Emevîlerle akraba idiler. Osman'la İmam arasında bir yarış olması durumunda Osman'a eğilim göstereceklerdi doğal olarak.

8- Bir görüş üzerinde ittifak etmemeleri veya bir görüşe muhalefet etmede ısrar etmeleri durumunda şûra üyelerinin öldürülmesini emrediyor. Bu emri ile, söylediği; "Peygamber (s.a.a) vefat ederken onlardan razıydı." şeklindeki sözü nasıl bağdaştırabiliriz? Acaba Ömer'in görüşüne muhalefet etmek, bir sahabînin öldürülmesini mi gerektirir?[282]

İbn-i Abbas ile Ömer Arasında Halifelik Üzerine Geçen Konuşma

Ömer ile İbn-i Abbas arasında halifelik üzerine şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir:

Ömer: "Allah'a yemin ederim ki, senin arkadaşın (İmam Ali) Resulullah'tan (s.a.a) sonra bu işe en lâyık kimseydi. Ancak biz iki şeyden dolayı ondan, onun halife olmasından korktuk."

İbn-i Abbas: "Hangi şeylerden dolayı ey müminlerin emiri?!"

Ömer: "Yaşının genç olmasından ve Abdulmuttaliboğulları'na yönelik sevgisinden korktuk."

Ömer b. Hattab'ın toplantılarından birinde, bir grup adamla birlikte Abdullah b. Abbas da bulunur. Ömer ona şöyle der: "Ey İbn-i Abbas! İnsanların size halifeliği vermelerine neyin engel olduğunu biliyor musun?" İbn-i Abbasa şöyle der: "Hayır, ey müminlerin emiri!" Ömer şöyle der: "Fakat ben biliyorum." İbn-i Abbas; "Nedir bu?" diye sorar. Ömer şu karşılığı verir: "Kureyş, peygamberliğin ve halifeliğin sizde birleşmesini istemedi. Çünkü o zaman bütün iyilikleri, bütün meziyetleri kendinizde toplayarak insanlara üstünlük taslardınız. Bu yüzden Kureyş duruma baktı ve bir seçim yaptı; başardı ve isabet etti."

İbn-i Abbas ona şu karşılığı verir: "Müminlerin emiri bana karşı öfkesini tutabilecek mi?" Ömer ona kızmayacağına dair güvence verir; "İstediğini söyle." der.

İbn-i Abbas şöyle der: "Senin 'Kureyş istemedi.' sözüne gelince, yüce Allah bir kavim hakkında şöyle buyurmuştur: 'Onlar Allah'ın indirdiğini istemediler. Böylece amelleri boşa gitti.'[283] 'Çünkü o zaman bütün iyilikleri ve meziyetleri kendinizde toplayarak...' şeklindeki sözüne gelince, eğer biz halifelikle üstünlük taslayacak olsaydık, Peygamber'in akrabası olmakla üstünlük taslardık. Fakat biz, öyle bir topluluğuz ki, Resulullah'ın (s.a.a) ahlâkına sahibiz. Allah onun hakkında şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin.'[284], 'Sana tâbi olan müminlere (alçak gönüllük) kanadını indir.'[285] 'Kureyş bir seçim yaptı...' şeklindeki sözüne gelince, yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı yoktur.'[286] Sen de biliyorsun ki, ey müminlerin emiri, Allah, kullarından seçtiğini seçmiştir. Eğer Kureyş Allah'ın baktığına baksaydı, o zaman başarılı olur ve isabet etmiş olurdu."

Ömer bir süre düşünür, ardından şöyle der: -Bu arada İbn-i Abbas'ın bu net sözleri canını sıkmıştır- "Yavaş ol, ey İbn-i Abbas! Sizin kalbiniz, ey Haşimoğulları, Kureyş'in işlerini karıştırmaktan başka bir şey düşünmüyor. İçinizde Kureyş'e yönelik yok olması mümkün olmayan bir kin vardır."

İbn-i Abbas şu karşılığı verir: "Yavaş ol, ey müminlerin emiri! Haşimoğulları'nın kalplerini karıştırıcılıkla suçlama. Onların kalpleri, Allah tarafından arındırılmış ve temizlenmiş Peygamber'in kalbindendir. Onlar, Allah'ın kendileri hakkında şöyle buyurduğu Ehlibeyt'tendirler: 'Allah ancak siz Ehlibeyt'ten kötülükleri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.'[287]"

Ardından İbn-i Abbas şöyle der: "Kine gelince, kendisine ait olan bir şey gasp edilmiş olan ve bu şeyin başkasının elinde olduğunu gören insan kin gütmez mi?" Ömer kızar ve bağırır. Bu arada aklına daha önce duyup da içinde sakladığı bir şey gelir. Şöyle der: "Sana gelince, ey İbn-i Abbas! Seninle ilgili bir şey duydum. Bunu sana söylemek istemiyorum. Bu senin benim yanımdaki dereceni düşürür."

İbn-i Abbas şu karşılığı verir: "Ne duydun, ey müminlerin emiri?! Bunu bana söyle. Eğer batıl bir şeyse, benim gibi birisi kendisine yakıştırılan batıl bir şeyi kolaylıkla ortadan kaldırır. Eğer doğruysa, o zaman bu, benim senin katındaki derecemi düşürmez."

Ömer şöyle der: "Duydum ki, sen her yerde; 'Bize ait olan hilâfet kıskançlıktan ve zulümle elimizden alındı.' diyormuşsun.

İbn-i Abbas gerilemedi ve duruşunu değiştirmedi, istifini bozmadı. Bilâkis şöyle dedi: "Evet, kıskançlıktan elimizden alındı. Nitekim İblis de Âdem'i kıskandı ve onun cennetten çıkarılmasına neden oldu. Evet zulümle alındı. Ey müminlerin emiri! Sen hak sahibinin kim olduğunu daha iyi biliyorsun. Ey müminlerin emiri! Sen acemlere karşı Resulullah'tan dolayı Arapları haklı görmedin mi? Ve sen diğer Araplara karşı Resulullah'tan dolayı Kureyş'i haklı görmedin mi? Biz de diğer Kureyşlilerden ve başkalarından daha fazla Resulullah'a yakınız ve onunla ilgili bir şeyde daha fazla söz sahibiyiz."

Ömer şöyle der: "Benden uzaklaş, ey İbn-i Abbas!" Ömer, onun kalkıp ayrılmak istediğini görünce, ona bir kötülük etmesinden korkarak derhâl nazik bir şekilde şöyle der: "Ey çekip giden adam! Ben senden gelen bütün olumsuzluklara rağmen senin hakkını gözetirim."

İbn-i Abbas ciddiyetini bozmadan ona dönüp şöyle der: "Ey müminlerin emiri! Benim senin ve diğer bütün Müslümanların üzerinde Resulullah'tan dolayı bir hakkım var. Kim bu hakkı korursa, kendi hakkını korumuş olur. Kim bu hakkı zayi ederse, kendi hakkını zayi etmiş olur.[288]

İmam'ın (a.s) Şûra Karşısındaki Tavrı

Ömer'in tavrından ve aday göstermelerinden dolayı İmam'ın (a.s) kalbi üzüntü ve kederle doldu, kuşku ve endişeler içini kapladı. Kendisinin hilâfetten uzaklaştırılması ve İslâmî hükümetin sahih çizgisinden sapması amacına yönelik bir plânın hazırlandığını anladı. İmam (a.s), Ömer'in yanından çıktıktan sonra amcası Abbas'la karşılaştı. Ona şöyle dedi:

"Ey amca! Hilâfet yine bizden uzaklaştırıldı." Abbas; "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Ali (a.s) şöyle dedi: "Osman benimle bir tutuldu. Ayrıca Ömer; 'Çoğunlukla beraber olun. Eğer iki kişi birini, iki kişi de birini desteklerse, Abdurrahman b. Avf'ın yer aldığı tarafı destekleyin.' dedi. Sa'd, amcasının oğlu Abdurrahman'a muhalefet etmez. Abdurrahman Osman'ın dünürüdür. Bunlar ihtilâf etmezler. Ya Abdurrahman Osman'ı halife yapar, ya da Osman Abdurrahman'ı halife yapar. Diğer ikisi benimle beraber olsalar da bunun bana bir faydası olmaz."[289]

İmam Ali'nin (a.s) ön görüsü gerçek oldu. Abdurrahman'ın ağırlığını koymasıyla hilâfet Osman'ın eline geçti. Rivayet edilir ki Sa'd, amcasının oğlu Abdurrahman lehine şûradan çekilir. Talha da Osman'a eğilim gösterir ve hakkını ona devreder. Geride bir tek Zübeyir kalır. O da İmam (a.s) lehine çekilir. Abdurrahman İmam'ı veya Osman'ı seçmek üzere tavır belirlemek durumunda kalır. Ammar şöyle der: "Eğer Müslümanların ayrılığa düşmelerini istemiyorsan, Ali'ye biat et." İbn-i Ebu Serh ise şöyle der: "Eğer Kureyşlilerin ihtilâfa düşmelerini istemiyorsan, Osman'a biat et." Böylece hilâfetin seçimi sağlıklı olmayan bir mecraya girer. Asabiyet ateşinin tutuşturduğu sapma eğilimleri belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başlar.

Abdurrahman Allah'ın kitabına, Peygamber'in (s.a.a) sünnetine ve Şeyheyn'in (Ebu Bekir ile Ömer) hayat tarzına bağlı kalmak şartıyla ikisinden birine biat edeceğini belirtir. İmam (a.s) Ebu Bekir ve Ömer'in hayat tarzını esas almayı reddeder. Osman ise kabul eder ve ona biat edilir. Ali (a.s), Abdurrahman'a şöyle der:

"Ona hayatının armağanını verdin. Bu sizin bize karşı ilk dayanışmanız değildir. Bundan sonra bana güzel bir sabır düşer. Sizin yakıştırmalarınız karşısında yardım ancak Allah'tan istenir."[290]

"Allah'a yemin ederim ki, bunu yapmanın tek nedeni, ikinizin arkadaşının (Ömer'in) diğer arkadaşından (Ebu Bekir) umduğu şeyi senin de bundan (Osman'dan) ummandır. Allah aranıza pis kokulu ıtır serpmiştir."[291]

Sonra insanlara döndü ve halife seçimiyle ilgili olarak bir kez daha tekrarlanan yanlışlıklarını açıkladı ve İslâmî risaletin gidişine dair açıklamalarda bulundu:

"Ey insanlar! Benim bu işte başkalarından daha çok hak sahibi olduğumu biliyorsunuz. Ama iş gördüğünüz sonuca gelip dayandı. Allah'a yemin ederim ki, Müslümanların işleri iyiye gidiyor olduğu sürece barış içinde olurum. Bu işte, benden başkasının zulmedilmediği sürece susarım. Bunu, sabrın ecrini ve üstünlüğünü elde etmek, sizin dünyanızın süs-püsünde, özenti-bezentisinide gözüm olmadığı için yapıyorum."[292]

İmam (a.s) sonucun ne olacağını bildiği hâlde diğerleriyle birlikte şûraya katıldı. Amacı, Ömer'in ve Resulullah'ın (s.a.a) vefatı sırasında onunla birlikte hareket edenlerin içine düştükleri çelişkiyi gözler önüne sermekti. Çünkü Ömer, peygamberlik ve halifeliğin aynı ailede birleşmeyeceğine inanıyordu. Ama şimdi İmam'ı (a.s) da halife adaylarından göstermişti.

Emir'ül-Müminin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ben diğerleriyle birlikte şûraya katılıyorum; çünkü Ömer beni halifeliğe lâyık gördüğünü gösterdi. Oysa daha önce; 'Resulullah, Peygamberlik ve imamlık aynı evde toplanmaz, dedi.' diye iddia ediyordu. Bu şûraya katılıyorum ki, insanlar, onun yaptığı ile rivayetinin arasındaki çelişkiyi görsünler."[293]

İmam (a.s), Osman b. Affan'a biat etti. Bu, ümmeti ıslâh etme ve doğru bir çizgide yönlendirme, ümmetin varlığını koruma gayretinin bir göstergesiydi. Ümmete öğütlerini, yol göstericiliğini ve eğitimciliğini esirgemedi. Şayet halife olmadıysa, hâlâ hakkı açıklama ve hakkı gösterme imkânına sahipti. İnsanlara doğru yolu gösterebilirdi. Onları hak yola iletebilirdi. Çaresiz kaldığı zaman hâkime yardımcı olabilir, bilmediğinde ona öğretebilir, düşüncesizce bir şey yaptığında onu engelleyebilirdi.

İmam Ali (a.s) Niçin Abdurrahman b. Avf'ın Şartını Kabul Etmedi?

İmam Ali (a.s), özel bir maslahattan veya kişisel bir amaçtan dolayı ilk iki halifeye muhalif bir çizgide duruyor değildi. Bilâkis dinin, ümmetin ve İslâm akidesinin çıkarı için, her türlü arzu ve tutkudan beri olarak onlara muhalifti. Her tavrında Kur'ân ve sünnete dayanıyordu. Aldığı her kararda objektifliği ve nebevî çizgiyi göz önünde bulunduruyordu. O büyük Peygamber'in (s.a.a) yokluğunda nebevî mesajı ve ümmetin maslahatını korumayı üstlenmişti. Amacı, İslâm risaletini amacından saptıracak herhangi bir karışıklıktan, bulanıklıktan korumaktı. Şeyhayn'in hayat tarzını esas almak şartına bağlı kalmak kaydıyla kendisine önerilen halifeliği de bu nedenle reddetti. Çünkü İslâm akidesinin temel prensipleri arasında Şeyhayn'in hayat tarzı diye isimlendirilecek bir şey yoktur. Bilâkis, esas alınacak iki kaynak vardır: Kur'ân ve Nebevî Sünnet. Eğer İmam (a.s) bu şartı kabul etseydi, bu, Şeyhayn'in hayat tarzının da Peygamber'in (s.a.a) sünneti gibi bağlayıcı olduğunu onaylamak anlamına gelirdi. Oysa Şeyhayn'in de kendi aralarında çelişkiye düştükleri birçok husus vardı. Bırakın kendi aralarında, bunun yanında Kur'ân ve Peygamber'in sünnetiyle de çelişen birçok davranışları söz konusuydu.

Ayrıca İmam (a.s), rolünün Peygamber'den (s.a.a) sonra ümmeti eğitmek olduğunu biliyordu. Şeyhayn'in hayat tarzı üzere hareket edeceğini bildirip sonra onlara muhalefet etmesi ona yakışmazdı. Nitekim Osman onların hayat tarzlarına uyacağına söz vermişti, ama bu sözünü tutmamıştı.

 



Osman[294] Döneminde İmam Ali (a.s)

Emir'ül-Müminin Ali (a.s) Osman dönemini vasfederken şunları söylüyor:

"Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir hâlde kalktı ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını, ilk baharda devenin otları, çayır çimeni yeyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hâle getirdi."[295]

Osman ilk iki halife gibi, işlerini dikkatle yürütecek kadar politikacı ve entrikacı biri değildi. Abdurrahman b. Avf onu Müslümanların halifesi olarak belirledikten sonra yeni hükümetin politikasını, ortaya çıkabilecek gelişmeler karşısında alınacak tavırları açıklamak üzere mescide getirildiği zaman, Hz. Peygamber'in (s.a.a) minberinin üzerine çıktı ve Peygamber'in (s.a.a) oturduğu yere oturdu. Oysa Ebu Bekir oraya oturmazdı, bir basamak aşağıda otururdu. Ömer de ondan bir basamak aşağıda otururdu. Bunu gören insanlar aralarında konuşmaya başladılar: "Bu gün kötülük doğdu."[296]

Konuşamadı. Şöyle dedi: "İmdi... Hiç şüphesiz ilk defa merkebe binmek zordur. Biz de hatip değiliz. Allah bilecektir. Adem ile arasında ölü bir babadan başkası bulunmayan bir kişi, öğütlenmiştir.[297]

Tarihçi Yakubî şöyle anlatır:

"Uzun süre konuşamadan bekledi. Sonra şöyle dedi: 'Ebu Bekir ve Ömer buraya çıkmadan önce konuşma hazırlarlardı. Sizin güzel konuşan bir imamdan çok adil bir imama ihtiyacınız var. Eğer yaşarsanız, güzel konuşmalar da göreceksiniz.' Sonra aşağı indi."[298]

Osman, işe aşiretinin -Ümeyyeoğulları'nın- mensupları dışındaki bütün Müslümanların kendisine öfke duymalarına neden olan işlerle başladı. Açıkça kabilesinin yanında yer aldığını ortaya koydu. Kavmine olan meylini belli etti ve bir Emevî olduğunu gösterdi. Onları yöneticiler sınıfına getirmeye, insanların üzerinde yüksek makamlara getirmeye başladı. Valilik makamlarını Emevîlere dağıttı. Yönetimi, hiçbir engelle karşılaşmayacakları şekilde Emevîlere teslim etti.

Osman, Ebu Bekir ve Ömer'in temellerini attıkları aşiret egemenliğinin sınırlarını da aşarak makamları ve önemli resmî makamları Emevîlerle sınırlandırdı.

Başta Emir'ül-Müminin (a.s) olmak üzere sahabelerin uyarılarını, öğütlerini dikkate almadı. Çünkü Osman iktidara geldiğinde, İslâmî hükümetin sahih çizgisi yerine kabileci bir anlayışı esas alan bir yönetim tarzı hâkimdi. Uygulanan siyaseti değiştirebilecek salih, yapıcı unsurların rolü zayıflatılmıştı. Kuşkusuz Ebu Bekir ve Ömer'in Emir'ül-Müminin'i (a.s) iktidardan uzaklaştırma esasına dayalı politikaları, yönetim tarzında kişisel görüşlerini dayatmaları, iktidar çizgisinin sapması ve Ehlibeyt çizgisine muhalif bir çizginin ortaya çıkmasında son derece etkili olmuştu. Bu yüzden, etrafı münafıklarla, canları Müslümanlar tarafından bağışlanmış cahiliye artıklarıyla ve çıkarlarını her şeyin üstünde tutan menfaatperestlerle çevrilmiş bulunan yeni halifenin öğüt dinleyecek hâli yoktu.

Osman'a Biat Edilmesinden Sonra Ebu Süfyan

Osman'a biat etme törenleri tamamlandıktan sonra, Ebu Süfyan, Osman b. Affan'ın evine gitti. Ev Osman'ın ailesi ve yandaşları tarafından hıncahınç doldurulmuştu. İktidara gelme başarısından dolayı büyük bir coşku yaşanıyordu. Ebu Süfyan'ın da oldukça sevinçli ve mutlu olduğu her hâlinden belliydi. Düşmanına galip gelmiş kinci ve şımarık bir insanın yüz ifadesi vardı yanaklarında. Çünkü büyükleri İslâm tarafından zelil kılındıktan sonra tekrar üstünlük kurmanın belirtileri ufuklarda görünmeye başlamıştı. Sağa baktı, sola baktı. Osman'ın evinde toplananlara sordu: "İçinizde sizden olmayan biri var mı?" "Yok." diye cevap verdiler. Bunun üzerine şöyle dedi: "Ey Ümeyyeoğulları! Bu makamı bir top gibi birbirinize atın. Ebu Süfyan'ın yemin ettiğine andolsun ki, ne cennet var, ne de cehennem. Hesap vermek ve ceza görmek de yok... Ben bu egemenliği sizin için arzu ediyordum. Bu egemenlik, artık miras olarak sizin çocuklarınıza yetişecektir."[299]

Sonra şehitlerin efendisi Hamza b. Abdulmuttalib'in kabrinin başına gitti. Kabri tekmeleyerek şöyle dedi: "Ey Ebu Ammare! Uğruna kılıcınla bizimle vuruştuğun din, şu anda bizim çocuklarımızın elinde bir oyuncak oldu. Oynuyorlar onunla."[300]

Osman İktidarının Olumsuz Yönleri

İmam Ali (a.s) Ebu Bekir ve Ömer'le geçinmeye çalıştı. Onlara karşı açık bir muhalefet yapmadı. Çünkü o zaman İslâmî yönetimdeki sapma gizliydi. İmam (a.s) çok kere yanılan halifenin tavrına müdahale ediyor ve halife de buna olumlu karşılık veriyordu. Ebu Bekir ve Ömer'in İmam'dan (a.s) duydukları korkunun nedeni, onun ümmetin yasal temsilcisi, hilâfette hak sahibi, sahabenin seçkin ve önde gelenlerini kapsayan muhalefet akımının lideri olmasıydı. Çünkü İmam (a.s) hilâfet hakkından vazgeçmiştiyse ve bundan dolayı da iktidar sahipleri ondan yana kendilerini güvende hissediyorlardıysa da, Resulullah (s.a.a) tarafından kendisine miras bırakılan İslâm akidesinin denetçisi ve koruyucusu olma misyonundan asla ödün vermemişti.

Fakat Osman'ın iktidarı zamanında bozgunculuk artık gemi azıya almıştı. Açık bir şekilde devlet organlarına sirayet etmişti. Zulüm ve haksızlık Müslüman kitleleri de kapsamıştı. Bunun üzerine İmam (a.s) Osman'ın davranışlarından memnun olmadığını, uygulamalarını reddettiğini açık bir şekilde ortaya koydu. Ammar b. Yasir ve Ebuzer gibi seçkin sahabîler de onun yanında yer aldılar. Hatta Emir'ül-Müminin'in (a.s) halifeliğine karşı çıkanlar bile Osman'ın kötü idaresinden ve iktidarının bozgunculuğundan memnun değildiler. Osman yönetiminin özelliğini ve karakteristik çizgilerini şu şekilde özetleyebiliriz:

Osman iktidara geldiği zaman yetmiş yaşının üzerindeydi. Akrabalarına düşkündü, onlara karşı aşırı bir sevgi besliyor, onları daima kayırır bir tavır içindeydi. Şöyle dediği rivayet edilir: "Eğer cennetin anahtarları benim elimde olsaydı, bütün Ümeyyeoğulları'nın cennete girmeleri için anahtarları onlara teslim ederdim." Osman İslâm'dan önce zengin bir adamdı, konforlu bir hayat yaşıyordu. İslâm'a girdikten sonra da zenginliği devam etti. Bu yüzden fakirlerin çektiği zorlukları ve yoksulların acılarını hissedemezdi. Kendisinden adalet ve eşitlik isteyen yoksul kitlelere karşı çifte standart uygulardı. Onlara karşı sert ve kabaydı. Buna Abdullah b. Mes'ud, Ammar b. Yasir ve Ebuzer gibi Müslümanlara karşı sergilediği tavrı örnek gösterebiliriz.

Öbür taraftan akrabalarını yanına almış ve yönetimi onlara teslim etmişti. Söz gelişi, Velid b. Ukbe b. Ebu Muayt'i Kûfe valisi olarak atamıştı. Ki Hz. Peygamber (s.a.a) onun cehennem ehli olduğunu bildirmişti. Abdullah b. Ebu Sarh'ı Mısır valisi, Muaviye b. Ebu Süfyan'ı Şam valisi, Abdullah b. Amir'i de Basra valisi olarak atamıştı. Velid b. Ukbe'yi Kûfe valiliğinden aldıktan sonra, onun yerine Said b. As'ı tayin etmişti.[301]

Osman'ın Mervan b. Hakem'e karşı zaafı vardı. Sözlerini dinliyor, isteklerini yerine getiriyordu. Hatta çeşitli bölgeler Osman'a karşı isyan bayrağını açıp her tarafa kaos hâkim olduğu sırada, İmam (a.s) işe müdahale etmiş, durumun sakinleşmesine çalışmıştı. Yönetim ve maliye politikalarının düzeltilmesi ve valilerin değiştirilmesi talebiyle gelen isyancıları yatıştırıp memleketlerine göndermeye çalışmıştı. Bunu yaparken Osman'dan Mervan b. Hakem ve Said b. As'ın dediklerini yapmamasını istemişti.

Ancak durum biraz sakinleştikten sonra Mervan geri döndü ve Osman'ı dışarı çıkıp isyancılara sövmeye teşvik etti. Bunun üzerine İmam (a.s) kızgın bir şekilde Osman'ın yanına gitti ve şöyle dedi: "Sen Mervan'dan memnun musun? Oysa onu memnun eden tek şey, seni dininden ve aklından saptırmaktır. Onun istediği, serkeş bir deve gibi seni amaçsızca sürüklemektir. Allah'a yemin ederim ki Mervan, dini ve nefsi itibariyle dikkate değer, olumlu ve hayırlı bir görüşe sahip değildir."[302]

Bir keresinde Osman, Velid b. Ukbe aleyhinde şarap içtiğine dair şahitlik eden şahitlere kızmış ve onları kovmuştu. Bunun üzerine İmam (a.s) işe karışmış ve Osman'ı olayların akıbetleriyle korkutmuştu. Osman'a Velid'i yeniden çağırmasını, yargılamasını ve hakkında had cezasını uygulamasını istemişti. Velid getirtilmiş, şahitler aleyhinde tanıklık etmiş ve İmam (a.s) da ona had cezasını uygulamıştı. Bu olay Osman'ı kızdırmış ve İmam'a, "Bunu yapmaya hakkın yoktur." demişti. İmam (a.s) da ona hakkın ve şeriatın mantığıyla cevap vermişti: "Bilâkis bundan daha kötüsü yoldan sapmak ve Allah'ın hakkının alınmasına engel olmaktır."[303]

Osman'ın maliye politikası, Ömer'in toplumda sınıflar oluşturma, devletin gelirleri dağıtma noktasında bazı insanlara diğerlerine göre ayrıcalık tanıma esasına dayanan politikasının bir devamı niteliğindeydi. Ancak Osman, daha geniş ve korkunç çapta bu politikayı izlemekteydi. Onun döneminde Ümeyyeoğulları aşırı servete kavuştular. Hatta beytülmal muhafızı Osman'ın sorumsuzca savurganlığına itiraz edince, "Sen bizim hazinemizin bekçisisin; sana verdiğimiz zaman al, sustuğumuz zaman da sus." demişti. Muhafız da ona şu cevabı vermişti: "Allah'a yemin ederim ki, ben ne senin, ne de ailenin hazinesinin bekçisiyim. Ben ancak Müslümanların hazinesinin bekçisiyim." Hatta bir cuma günü Osman'ın konuşma yaptığı sırada beytülmal muhafızı mescide gelmiş ve: "Ey insanlar! Osman, benim kendisinin ve ailesinin hazinesinin bekçisi olduğumu iddia ediyor. Oysa ben Müslümanların hazinesinin bekçisiyim. İşte hazinenizin anahtarları!" demiş, sonra da anahtarları atmıştı.[304]

İmam Ali'nin (a.s) Osman'a Karşı Bir Tavrı

Müslümanlar Osman'a öfke duyuyorlardı. Seçkin sahabîler halifenin sapmaları ve yönetim mekanizması karşısında sert bir muhalefet etmeye başlamışlardı. Bütün bunlara karşı Osman da muhalifleri ve sapkın politikalarını eleştirenleri tepelemek, ezmekle meşguldü. Bu hususta o kadar ileri gitti ki Resulullah'ın (s.a.a) sahabesinin saygınlıklarını dahi dikkate almadı. Bunun en çarpıcı örneği, Osman'ın kötü uygulamalarına sıkça itiraz eden saygıdeğer sahabî Ebuzer'dir. Osman onu Şam'a sürdü. Muaviye onun Şam'daki varlığına katlanamadı, Medine'ye geri gönderdi. Ebuzer, Emevî politikaya karşı cihadını ve muhalefetini kesintisiz sürdürdü. Sonunda Osman onun bu mücadelesi karşısında iyice daraldı ve onu Rebeze denilen yere sürdü ve insanların onu yolcu etmelerini de yasakladı.

Fakat İmam Ali (a.s) oğulları Hasan ve Hüseyin ve Abdullah b. Cafer ile birlikte onu yolcu etmeye gitti. Mervan b. Hakem onları geri çevirmek için karşılarına çıktı. İmam, Mervan'ın üstüne yürüyerek bindiği hayvanın kulaklarına vurdu ve: "Def ol, Allah seni ateşe sürüklesin!"[305] diye ona bağırdı. İmam Ali (a.s) Ebuzer'e veda ederken şunları söyledi: "Ey Ebuzer! Sen Allah için kızdın; O'ndan ümidini kesme. Bu iktidar sahipleri dünyalarından dolayı senden korktular. Sen de dininden dolayı onlardan korktun. Zarar vermenden korktukları şeyi onlara bırak. Onların zarar vermelerinden korktuğun şeyi de alıp kaç. Onların, senin onlardan alıp götürdüğün şeye ne çok ihtiyaçları var! Fakat senin, onların senden esirgedikleri şeye hiçbir ihtiyacın yok. Yarın kimin daha çok kazançlı çıktığını ve kimin daha çok kıskançlık çekeceğini bileceksin."[306]

Ali (a.s) Ebuzer'i yolcu edip dönünce, bazı insanlar onu karşılayıp şöyle dediler: "Osman sana çok kızdı." Ali (a.s) şu cevabı verdi: "Normaldir. At ağzına gem vurulmasına kızar."

Osman'ın İktidarının Ümmet Üzerindeki Olumsuz Etkileri

Osman'ın iktidarı, risaletin içeriğini pratik ve teorik olarak anlamamış, kavramamış olan hâkim siyasî çizginin bir devamıydı. Bu çizgi, İslâm hükümetinin geleceği ve bütün ümmet üzerinde olumsuz etkiler bıraktı. Bir tek kuşağı hariç, diğer kuşakları masum liderin -Peygamber'in (s.a.a)- dönemini yaşamamış olan, onu bir lider ve eğitici olarak görmemiş olan İslâm kitleleri arasında İslâm risaletinin anlaşılırlığı konusunda birtakım soru işaretlerinin, birtakım şüphelerin çıkmasına neden oldu. İslâm ülkesinin her tarafında fitne ateşleri alevlenmeye başladı. Bunun neticesinde de Müslümanlar ardı arkası kesilmeyen belâlara ve yıkımlara uğradılar. Tarihi irdelediğimiz zaman şu olgularla karşılaşıyoruz:

1- Osman iktidarı, İslâm şeriatının ilâhî hareket tarzından uzaklaştı. İslâmî hadler rafa kaldırıldı. Fesat, bozgunculuk yayıldı. Sorumluların yargılanması noktasında gevşeklik gösterildi. Bunun sonucunda da toplumsal hayata anarşizm hâkim oldu. Kanunu dikkate almama eğilimi yaygınlaştı. Fesadın yaygınlaşmasının bir göstergesi İslâmî değerlerin ve hükümlerin ayaklar altına alınması ve küçümsenmesiydi. Valilerin ve nüfuzlu kimselerin sarayları dans partilerinin düzenlendiği, içki meclislerinin kurulduğu yerler hâline gelmişti.[307]

2- Osman hükümeti, Ebu Bekir'in kabileci politikası esasına dayalı olarak uyguladığı kabile asabiyetini ilke edinmişti. Bunun açık bir göstergesi, Emevîlerin hâkim bir aile olarak belirginleşmesidir. Bütün devlet kademelerine hâkim olmuşlardı. Emevîler, İslâm'ın ellerinden aldığı mutlak egemenliğini yeniden tesis etmekle tebarüz etmişlerdi. Bununsa şer'î bir dayanağı yoktu. Artık Emevîler güçlü bir siyasî cepheyi oluşturuyorlardı ve İslâm'a, özellikle Ehlibeyt çizgisine karşı bir anlayışa sahip oldukları, gün gibi ortadaydı. Nitekim sonraki dönemde İmam Ali'nin (a.s) iktidarının önündeki en büyük engel de onlardı. İmam Ali'ye (a.s) karşı Muaviye b. Ebu Süfyan etrafında örgütlenmişlerdi.

3- Osman hükümeti, iktidarın kendilerine bahşedilmiş bir hak olduğunu düşünüyordu. Kimsenin bu hakkı onlardan almaya hakkı yoktu. Bu iktidarı, sapkın arzularını tatmin etmek ve şeytanî ihtiraslarını doyurmak için bir araç olarak kullandılar. İktidarı toplumsal ıslâhın ve İslâm mesajını dünyanın dört bir yanına yaymanın aracı olarak kullanmadılar.[308] Bunun sonucunda birtakım insanlar iktidardan yararlanmak ve çeşitli makamlara gelmek için hükümete yaltaklanmaya, yaranmaya başladılar. Söz gelimi, Amr b. As, Muaviye, Talha ve Zübeyir gibi insanların iktidara gelmek için verdikleri mücadelenin, insanî veya sosyal bir amacı, ümmetin maslahatına dönük bir gayesi yoktu.

4- Osman iktidarı, büyük bir sermayedarlar sınıfı meydana getirdi.[309] Bu zenginler sınıfı ile mevcut iktidarın çıkarları bir noktada buluşuyordu. Bunlar, hakkın ve şeriatın uygulanmasını isteyen bir iktidara karşı olmak noktasında buluşuyorlardı. Sermayedarlar ile mevcut iktidarın işbirliği sonucu yoksul Müslüman kitleler, ekonomik düzenin düzeltilmesini, ekonomik hayatın geliştirilmesini ve ferdî gelirlerin hakkaniyet esaslarına dayalı olarak tanzim edilmesini güç kullanarak talep etmek durumunda kaldılar. Ebuzer'in hükümetin bozguncu malî politikalarına karşı verdiği mücadele, fakirliğin nasıl ümmet arasında yayıldığının, nasıl kökleştiğinin en somut örneğidir.

5- Muhaliflere karşı şiddet esaslı güç politikalarının uygulanması, sertlik esasına dayalı bir muamelenin benimsenmesi ters tepti ve mevcut düzene karşı askerî, silâhlı bir darbenin gerçekleştirilmesine zemin hazırladı. Osman'ın öldürülmesi, Müslümanların bakış açıları arasındaki kavgalar açısından bir dönüm noktasıdır. Artık ümmetin fertleri arasında kılıç konuşuyordu. Her taraf alev alev yanıyordu. Ümmetin haklı talepleri ve durumun düzeltilmesi yönündeki istekleri karşısında Emevîlerin ve onları destekleyen grupların direnişleri de durumu daha da bir vahimleştiriyordu.

Sonuçta, İslâm ümmeti çeşitli siyasal gruplara bölünmüş, her grup iktidara gelmek için mücadele vermeye başlamıştı. Çıkarcılar, kılıç zoruyla iktidara gelmek için büyük bir fırsat ve imkân yakalamışlardı.

6- Osman'ın öldürülmesi, geride sönmeyen bir fitne ateşi bıraktı. Onun öldürülmesi çıkarcıların, meşru halifeye itaat ve biat etme sorumluluğundan çıkmak isteyenlerin şiarı hâline geldi. İmam Ali'nin (a.s) liderliğindeki meşru ve halka dayalı iktidara karşı savaş açmak ve problemler çıkarmak için bir gerekçe oluşturdu. Bu fitne ve ayrılıkçılık hareketleri, sonraki dönemlerde Muaviye'nin önderliğinde kemale erdi. Muaviye bu bahaneyle İmam'a (a.s) karşı savaş açtı. Çok sayıda Müslümanın kanı aktı. Bu fitneciler, daha sonra dinin sahih çizgisini de tahrif ettiler. Şüpheli ve bulanık bir kültürel mirasa sarılarak kitleleri iktidarlarını sürdürecek şekilde yönlendirdiler. Neticede İslâmî iktidar babadan oğla miras kalan bir krallığa dönüştü. Yeni İslâm devletinin genişliği, İslâm akidesini doğru biçimde kavramamış geniş kitlelerin varlığı da, onların bu amaçlarına yardımcı oluyordu.

7- Osman'a karşı ayaklanmanın bir sonucu da, İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinde silâhlı grupların oluşmasıydı. Bunlar, Medine'yi kuşatma altında tutarak iktidarın ne şekilde belirginleşeceğini bekliyorlardı. Bu tür gelişmeler kitleleri iktidarı güç kullanarak değiştirmeye teşvik ediyordu. Bu da, yeni hükümet üzerinde olumsuz yönde büyük bir baskı unsuru oluşturuyordu.



 

4. BÖLÜM

● Osman'ın Öldürülmesinden Sonra İmam Ali (a.s)

● Biatini Bozanlara Karşı İmam Ali (a.s)

● Zulme Sapanlara Karşı İmam Ali (a.s)

● Dinden Çıkanlara Karşı İmam Ali (a.s)

● Mihrab Şehidi İmam Ali (a.s)

● İmam Ali'nin (a.s) Mirası



OSMAN'IN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SONRA İMAM ALİ (A.S)

Müslümanların İmam Ali'ye (a.s) Biat Etmeleri[310]

Osman'ın öldürülmesinden sonra Medine'ye tam bir kargaşa hâkim olmuştu. Gözler İmam Ali'ye (a.s) çevrilmişti; ümmeti bu sıkıntıdan kurtarması ve bu badireden çıkarması için herkes ona bakıyordu. Önünde dev problemler bulunan halifelik üzerinde hiç kimse hak iddia etme cesaretini gösteremiyordu. Öte yandan şartlar Osman'a, önceki iki arkadaşı gibi kendisinden sonraki halifeyi belirleme şansını da vermemişti. Ömer'in oluşturduğu şûraya katılanlardan geriye kalanların da hilâfet etme yeterlilikleri yoktu. Nasıl olacaktı? İşler iyice karışmış, her şey karman çorman olmuştu. Devletin işleyişi ve varlığı baş aşağı yuvarlanıyordu. Ümmeti, bu çöküşten sonra ayağa kaldıracak bir lidere ihtiyaç vardı. Ümmeti bu krizden çıkaracak, dağılıp gitmesine engel olacak bir önder gerekiyordu. Bu da ümmetin gözeticisi ve lideri Ali'den (a.s) başkası değildi.

Müslüman kitleler ısrarla Ali'ye (a.s) yönelmeye başladılar. Liderliği kabul etmesi için baskı yaptılar. Fakat İmam Ali (a.s) akın akın gelen kitleleri kuşkuyla, tereddütle karşıladı. Çünkü asıl yetki sahibi olduğu halde bu makamdan yoksun bırakılmıştı. Şimdi ise meydan sapıklıklarla dolmuş, ümmet sapıklığa doğru yuvarlanmıştı. Öyle problemler vardı ki bunları çözmek ve sonra da ileri doğru hareket etmek neredeyse imkânsızdı. Halife olması için gelenlere şöyle dedi: "Sizin liderliğinize ihtiyacım yoktur. Kimi seçiyorsanız, seçin, ben ona razı olurum."[311] Ve şöyle dedi: "Yapmayın; çünkü benim vezir olmam, size emir olmamdan daha iyidir."[312]

İmam (a.s) olacakları da onlara açıkladı: "Ey insanlar! Öyle işlerle karşılaşacaksınız, bunların türlü şekilleri vardır. kalpler bunların karşısında tutunamaz, akıllar istikametini koruyamaz..."[313] Kitleler halifeliği kabul etmesinde ısrar edince de onlara şöyle dedi: "Eğer sizin isteğinizi kabul edersem, sizi bildiğim gibi yönetirim... Eğer beni bırakırsanız, ben de sizden biri gibiyim. Şunu bilin, idareyi kime verirseniz, onu en çok dinleyeniniz, ona en çok itaat edeniniz ben olacağım."[314] İmam'ın yanında toplanan kalabalık gittikçe çoğalıyordu. Halifeliği kabul etmesi için kendisine doğru gelişlerini şöyle vasfediyor: "Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanların boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni ezen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar; bu hengamede iki tarafımda çizikler ve yaralar oluştu."[315]

İmam iktidara gelmeye istekli değildi. Ama ümmetin kalanını kurtarmak için çabalıyordu. İslâm şeriatının bozulmalardan ve bidatlerden korunması için çırpınıyordu. Halifeliği kabul ettiğini belirtti, resmî kabulü bir gün sonrasına erteledi. Halkın biatinin açıktan ve mescitte olmasını istiyordu. Böylece Sakife yöntemini ve şûra şeklindeki vasiyeti reddeden bir tavır sergiledi. Aynı zamanda ümmete bir fırsat daha vermek istiyordu. Kendisine itaat etme yönündeki duygularını ve düşüncelerini gözden geçirsinler diye. Çünkü önceki yönetimler sırasında Peygamber'in (s.a.a) kendisinin halifeliğiyle ilgili naslarını gözetmemiş ve sapmışlardı. Bundan dolayı İmam Ali (a.s) şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki, Benî Ümeyye'den bir iri tekenin ümmetin başına musallat olup Allah'ın kitabıyla oynamasından korktuğum için halifeliği kabul ettim."[316]

Hiç kuşkusuz Ümeyyeoğulları'nın devletin önemli kademelerine nüfuz etmeye, iktidara gelmeye yönelik şiddetli bir ihtirasları vardı ve ümmetin risalet bilinci yok olduğu ortamlarda böyle bir tehlikenin gerçekleşmesi her zaman mümkündü.

Sabah olunca kalabalıklar İmam'ı (a.s) alıp mescide götürdüler. İmam (a.s) minbere çıktı ve halka hitap etti: "Ey insanlar! Sizin bu işinizde, kendinizin emir olarak seçtiğinizden başkasının bir hakkı yoktur. Dün ayrıldığımızda ben sizin bu işinizi istemiyordum. Siz ise mutlaka benim sizin başınızda olmamı istediniz. Haberiniz olsun! Sizden habersiz bir dirhem dahi almayacağım. Eğer isterseniz, sizin için vazgeçerim. Yoksa hiç kimseyi sorumlu tutmayacağım..."

Halk tek bir ağızdan bağırdılar: "Biz dün senin yanından ayrılırken hangi düşüncede idiysek, bu gün de aynı düşüncedeyiz." Dediler ki: "Biz Allah'ın kitabı üzerine sana biat ediyoruz." İmam (a.s): Allah'ım! Üzerlerine şahit ol."[317] dedi.

İnsanlar biat etmek için ard arda gelen dalgalar gibi öne doğru akmaya başladılar. İlk olarak çolak eliyle Talha biat etti. Kısa bir süre sonra sözünü ve misakını unutan Talha... Onun ardından Zübeyir geldi ve biat etti. Sonra başka bölgelerden gelen gruplar, Bedir ehlinden, muhacir ve ensardan olan Müslümanların geneli biat etti.

İmam Ali'ye (a.s) yapılan biat, ilk halk seçimiydi. Önceki halifelerden hiç biri bu şekilde seçilmemişti. Ali'ye (a.s) biat edilmesinden dolayı halk büyük bir sevinç yaşıyordu. Çünkü hak ve adaleti esas alan hükümetin kurulması gecikmişti. Zayıfların yardımcısı, mazlumların destekçisi, halifeliğin gerçek sahibi halife olmuştu. Ümmet, İmam'ın (a.s) halifeliği kabul etmesinden dolayı büyük bir coşku yaşıyordu. Nitekim İmam (a.s) bu durumu şöyle vasf ediyor: "İnsanlar, bana biat edilmesinden dolayı büyük sevinç yaşıyordu. Çocuklar heyecanlı ve yaşlılar özlem içindeydiler. Hastalar bu olaya doğru koşuşuyorlardı. Topuklar buna hasretti."[318]

İmam'a (a.s) Biat Etmekten Kaçınanlar

Yaşayışı bozuk, yakini, inancı zayıf, içinde kin ve kıskançlık barındıran kimselerin hakka karşı durmaları veya tarafsız kalmaları doğaldı. Gerçi Hz. Ali (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) hadislerinden ve İslâm tarihinin içerdiği gelişmelerden de anlaşılacağı gibi meşru halifeydi. İslâm tarihi Peygamber efendimizden (s.a.a) sonra, onun yokluğunda ümmeti ve İslâm risaletini en iyi biçimde koruyacak kişinin Ali (a.s) olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü Ali (a.s) öyle üstün yeteneklere ve meziyetlere sahipti ki, başka hiçbir Müslümanda yoktu. Ayrıca bütün ümmet, her katmanıyla İmam'a (a.s) koşmuş ve halifeliği kabul etmesini istemişti. Ancak haktan sapmaları ve korkaklıklarıyla bilinen küçük bir grubun Hz. Ali'ye (a.s) biat etmekten kaçındıklarını görüyoruz.

Biat etmekten bu şekilde geri durmaları, ümmetin icmaını, konsensüsünü ihlal etmek ve ona biat etmeye karşı olmak anlamına geliyordu. Böylece fitnenin yeniden alevlenmesi ve iç çekişmelerin sürmesi için yeni bir kapı açmış oldular. Biat etmekten kaçınanlar arasında aşağıdaki isimler vardı: Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Kab b. Malik, Mesleme b. Muhalled, Ebu Said el-Hudrî, Muhammed b. Mesleme, Nu'man b. Beşir, Rafi b. Hadic, Abdullah b. Selam, Kudame b. Maz'un, Üsame b. Zeyd, Muğiyre b. Şu'be, Süheyb b. Sinan ve Muaviye b. Ebu Süfyan.[319]

Ancak bunlardan bazıları İmam'a biat etmeme şeklindeki bu aşırı tavrından pişmanlık duymuştu. İmam'a (a.s) gelince, bunlardan hiçbirine herhangi bir kötülük etmedi, kötü bir davranışta bulunmadı. Onları ümmet içinde kendi hallerine bıraktı. Diğer insanlar hangi haklara sahip ise, onlara da aynı hakları verdi. Diğer insanların sorumlu olduğu şeylerden onları da sorumlu tuttu.

İmam'ın (a.s) Hükümetinin Yolundaki Engeller

İmam (a.s) yaklaşık çeyrek yüzyıl İslâmî hükümetten, ümmete ve devlete liderlik etmekten uzak tutulduktan sonra iktidara geldi. O fiilî olarak liderlik yapmadığı sırada ümmet de, devlet de, baştakilerin davranışları yüzünden sapkın bir çizgide yol alıyordu. Bu da İmam'ın (a.s) olaylar karşısındaki konumunu doğal olarak zayıflatmıştı. Geçen süre içinde insanlar İmam'ın yöneten değil, yönetilen olmasına alışmışlardı. Hem de yeterlilik ve liyakat bakımından kendisinden daha aşağı olan kimseler tarafından yönetilen biri. Ayrıca bazı insanlar, rekabet etme ve iktidara gelme niyetlerini taşıyorlardı. Bunların amacı kişisel arzularını tatmin etmekti. Örneğin Zübeyir, Sakife'de iktidarı ele geçirmeye çalışanlara karşı İmam'ın (a.s) hakkını savunuyordu. Bu gün ise onun iktidar için İmam'a (a.s) karşı mücadele verdiğini görüyoruz. Tutsak eskisi Ebu Süfyan'ın tutsak eskisi oğlu Muaviye de bu süre zarfında devletin varlığını tehdit eden bir güç haline gelmişti.

Öte yandan İmam'ın (a.s) hareket alanını daraltan, yoluna engel koyan hususlardan biri de, sapkın çizgide yer alıp kendisine karşı çıkanlardan bir çoğusunun Peygamber'le (s.a.a) arkadaşlık eden kimseler olmalarıydı. Bu durum Müslümanların büyük bir kısmını yanıltıyordu. Dolayısıyla İmam'ın (a.s) hükümetinin başarılı olması ve egemenliğini sürdürmesi zorlaşıyordu.

Bunun yanında İmam (a.s) toprakları geniş bir alana yayılan koca bir devleti devralmıştı. Örneğin Ebu Bekir devrinde İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadası'nı ve Irak'ı geçmiyordu. Ama İmam zamanında İslâm devletinin sınırları Afrika'nın kuzeyine, Asya'nın ortalarına kadar uzanıyor, bütün Arap Yarımadası'nı, Irak'ı ve Şam'ı içine alıyordu. Arap olmayan milletler de Müslüman olmuşlardı. Arap olmayan bu yeni Müslüman milletler, masum olmayan, bilâkis İslâmî risaletin sahih çizgisinden sapmış bulunan hükümetlerin gölgesinde İslâm'a adım atmışlardı. Dolayısıyla İmam'ın (a.s) hükümeti, iç sıkıntılarla birlikte en kısa zamanda çok önemli görevleri yerine getirmek durumundaydı. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1- Halifelerin kurdukları sınıf esasına dayanan rejimi yıkmak. Şöyle ki:

a) Devletin gelirlerini bütün Müslümanlar arasında eşit bir şekilde dağıtmak. Bu hususta, kendisinden önceki halifelerin ihmal ettiği Peygamber'in (s.a.a) sünnetini tatbik etmek. İmam Ali (a.s) bir hutbesinde, "Allah katında en üstün olanınız, Allah katında en fazla muttaki olanınızdır." hükmünden kaynaklanan paylaştırma politikasını şöyle açıklamaktadır:

"Haberiniz olsun! Kim Allah ve Resul'ünün çağrısına olumlu karşılık verir, bizim inanç sistemimizi tasdik eder, dinimize girer ve kıblemize yönelirse, İslâm'dan kaynaklanan hakları ve hudutları da kendisi için gerekli kılmış olur. Sizler Allah'ın kullarısınız. Mal da Allah'ın malıdır. Bu mal aranızda eşit şekilde paylaştırılır. Bu hususta kimsenin bir başkasına üstünlüğü yoktur. Ama muttakiler için yarın Allah katında en güzel karşılık ve en üstün ödül vardır."[320]

b) Osman zamanında beytülmalden kaçırılan, talan edilen malların geri alınması. İmam (a.s) haksız olarak alınan malların -Osman zamanında o kadar çok mal haksız yere alınmıştı ki- beytülmale geri verilmesi gerektiğini ilan etti. Çünkü bu mallar halifeyi saran sınıfın elinde bulunuyordu veya Osman onları yanına çekmek için onlara bu malları vermişti. İmam bu hususta şöyle diyor: "Haberiniz olsun! Osman'ın verdiği bütün araziler, Allah'ın malından bağışladığı bütün mallar beytülmale geri verilecektir. Çünkü hiçbir uygulama hakkı geçersiz kılmaz. Bu mallarla kadınlarla evlenilmiş, cariyelere sahip olunmuş ve başka diyarlara göçülmüş olduğunu dahi görsem, onları geri getireceğim. Çünkü adalette genişlik vardır. Kim adaletten sıkılırsa, bilsin ki, zulüm daha da sıkıcıdır."[321]

İmam'ın (a.s) izlediği bu maliye politikası Kureyş'i memnun etmedi. Kureyş'in bazı ileri gelenleri İmam'ın (a.s) bu kararlarına azgınlık, kibir ve üstünlük duyguları içerisinde gark iken maruz kalmışlardı. Mervan b. Hakem, Talha ve Zübeyir bunlar arasındaydı. İmam'ın (a.s) ciddi olduğunu anlayınca, fitne çıkarmaya, İmam'ın hükümet tarzına eleştiriler getirmeye başladılar. Örneğin Talha ve Zübeyir İmam'ın (a.s) yanına gelerek onun bu uygulamasına itiraz ettiler ve dediler ki: "Bizim Allah'ın Peygamberi'ne (s.a.a) yakınlığımız var. İlk Müslümanlardanız, geçmişte cihat etmiş kişileriz. Sen ise, herkese ne kadar veriyorsan, bize de o kadar veriyorsun. Ömer ve Osman başkalarına eşit şekilde vermezlerdi bize. Bizi daima başkalarından üstün tutarlardı."

İmam (a.s) şöyle dedi: "İşte Allah'ın kitabı; bakın, orada size ne kadar hak ön görülüyorsa, alın." Dediler ki: "Ya ilk Müslümanlardan olmamız!" İmam: "Benden daha mı önce Müslüman oldunuz?" dedi. "Hayır, dediler, ama biz Peygamber'in (s.a.a) yakınları değil miyiz?" Dedi ki: "Benden daha mı yakınsınız?" Hayır, dediler, peki yaptığımız cihad? Buyurdu ki: "Benim cihadımdan daha mı büyüktür?" Hayır, dediler. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki ben, bu maldan ücretimi ancak başkalarıyla eşit olacak miktarda alıyorum."[322]

c- Allah'ın Hükmü Karşısında Eşitlik:

Kendisinden önceki halifeler döneminde şeriatın hükümlerinin nasıl uygulandığını bilmiyor değildi. Başkalarının aciz kaldığı zaman kendisi hükmeder, hak ve adalete uygun kararını verirdi. Devletin idaresini ele alır almaz da, adaletin göz kamaştırıcı örneklerini sergiledi. İlâhî şeriatın bir göstergesi olarak hakkın en açık yolunu izledi. Bu hususta İmam'ın (a.s) sergilediği birçok örnek vardır. Kanunun kendisinin, aile fertlerinin ve arkadaşlarının hakkında uygulanmasından gocunmazdı. İmam'ın (a.s) kaybettiği bir zırh ile ilgili olarak hüküm vermesi için bir Yahudi'yle Kadı Şüreyh'in huzurunda muhakeme olmuştu.[323]

İmam'ın (a.s) davaları çözüme bağlamak noktasında verdiği hükümler, şeriatın derinliklerinden, din ve dünya işlerine dair ilminin genişliğinden kaynaklanıyordu. Bu da onun düşünce ve amel olarak masum oluşunun bir kanıtıydı.

2- İdarî Düzenleme ve Devletin Merkezî Otoritesini Yeniden Tesis Etmek:

İmam (a.s) Osman'ın tayin ettiği valileri görevlerinden aldı. Onların yerine bu görevlere lâyık ve Müslümanların güvenine sahip olan kimseleri tayin etti. Abdullah b. Amir yerine Osman b. Huneyf el-Ensarî'yi Basra'ya gönderdi. Kûfe'ye de Ebu Musa el-Eş'arî yerine Amare b. Şihab'ı gönderdi. Yemen'e Ye'la b. Münye yerine Ubeydullah b. Abbas'ı görevlendirdi. Abdullah b. Sa'd yerine Kays b. Sa'd b. Ubade'yi Mısır'a vali olarak görevlendirdi. Şam'a da Muaviye b. Ebu Süfyan yerine Sehl b. Huneyf'i gönderdi. Bu değişikliğin nedeni, önceki valilerin kötü uygulamalarıydı. Bunlar son zamanlarına kadar bozguncu bir idare şekli gerçekleştirmişlerdi. Ye'la b. Münebbih Yemen hazinesini alıp kaçtı. Muaviye de ordusunu hazırlayarak harekete geçti ve Sehl b. Huneyf'in görevine başlamasına engel oldu.[324]

İmam yeni valileri seçerken son derece titiz ve objektif davranıyordu. Yeni idari sistemiyle İslâm şeriatının eksiksiz uygulanmasına büyük önem veriyordu. Ensara yeniden güven aşıladı, onların maneviyatını yükseltti. Onları yönetime ortak etti. İmam (a.s) sapmanın devlet mekanizmasına sızmasına izin vermedi, böyle bir şeye tolerans da tanımadı. Fesadı, bozgunculuğu kesip atmada son derece kararlıydı. Yönetimini iyice oturtuncaya kadar Muaviye'ye ilişmemesi, iyice otoritesini kurduktan sonra Muaviye'yi bertaraf etmesi yönündeki önerileri de kesin bir dille reddetti.[325]

Muaviye biat etmekten kaçındıktan sonra İmam (a.s) merkezî otoriteyi Şam üzerinde kurmaya çalıştı. Sancağı oğlu Muhammed b. Hanefiye'ye verdi. Abdullah b. Abbas'ı ordunun sağ cenahına, Ömer b. Seleme'yi de sol cenahına komutan olarak atadı. Ebu Leyla b. Ömer b. Cerrah'ı çağırdı ve onu da ordunun önündeki öncü kuvvetlerin başına getirdi. Medinelilere hitap etti ve onları savaşa teşvik etti. Ancak Talha ve Zübeyr'in Basra'da İmam'a (a.s) karşı isyan ettikleri haberi ulaşınca Şam üzerine yürümekten vaz geçti. Talha ve Zübeyir Umre için kendisinden izin istemişlerdi, o da izin vermişti. Bu arada biatlerini bozmamaları hususunda onları uyarmıştı.[326]

İmam'ın (a.s) Ümmet ile Münasebetlerinin Eksenleri

İslâm şeriatında, önder olarak Peygamber'in (s.a.a) yokluğunda İslâmî risalete ilişkin faaliyetleri yürütecek, İslâmî risaletin pratik hayatta devamını sağlayacak, karşıt akımlara karşı ayakta durmasını sağlayacak bir kişiliğin varlığı zorunlu görülür. İslâm şeriatı, İmam Ali'nin (a.s) ve ondan sonra evlatlarının bu misyonla görevlendirildiklerini vurgular.

Risalete dair eylemleri yürütecek yönetici ve liderin varlığı, masum imamın devletin en yüksek makamını üstlenmesini gerektirir. Ancak Hz. Resul'ün (s.a.a) vefatından sonra, ortamın karışıklığından da istifade ederek yeterli olmayan unsurlar işin içine karıştılar ve iktidarı ele geçirdiler. Ama bu, İmam'ın (a.s) misyonunu yürütmesine engel oluşturamadı. Fakat, şartlar, rollerin çeşitlenmesini, bölünmesini gerektirdi. Bu yüzden İmam (a.s) ümmetin sapmış yönlerini düzeltme, ümmetin inancını ve kutsalını koruma amaçlı girişimlerinde iki eksene dayalı bir faaliyet içine girdi.

Birinci eksen: Yönetimi ve pratik deneyimin kontrolünü ele alma, ümmeti, yüce Allah'ın farz kıldığı semavî hedefe doğru yol almaya yöneltme çabası. İmam (a.s) Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra bu rolü pratik olarak uyguladı. Nitekim bu bağlamdaki rolünü şu şekilde açıklamıştı: "...Eğer bu topluluk biat için toplanmasaydı, yardımcıların varlığıyla hüccet ikame edilmeseydi ve Allah'ın, zalimin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına mani olması hakkında bilginlerden aldığı ahdu peyman olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım..."[327]

İmam, bu yönde ümmeti seferber etmek istedi; ancak aşağıdaki sebeplerden dolayı İmam'ın bu çabası da başarıyla sonuçlanmadı:

1- Ümmet Sakife ve orada kurulan siyasi tezgah ve yanlış yönlendirmeler hakkında yeterli bilince sahip değildi. Ümmetin çoğunluğu bu olayın iç yüzünü bilmiyordu.

2- Ümmet İmam'ın rolünü, sorumluluğunu ve imamet kurumunu anlayabilmiş değildi. Bunu kişisel bir talep, bireysel bir amaç gibi algılıyordu. Gerçekte İmam'ın (a.s) iktidar sahiplerine karşı meydana çıkması, İslâm risaletine dair bilincinin bir göstergesiydi. O tertemiz İslâm risaletinin, yüce Allah'ın indirdiği gibi, her türlü sapma ve çarpıtılmadan uzak bir şekilde devamını sağlamaya yönelik samimi bir iradeyle meydana atılmıştı. O, bunun için her şeyini feda etmeye hazırdı, kişisel hakkından vazgeçmek de buna dahildir. Kriter, İslâm risaleti ve onun hak ve ilâhî adalet temellerinde devamıydı. O şöyle diyordu: "Hakkı bil, hak ehlini tanırsın."[328] Resulullah efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştu: "Ali hak ile beraberdir, hak da Ali ile beraberdir."[329]

İmam Ali (a.s) her alanda, teori ile pratik arasında bir çelişki olmayacak şekilde kapsamlı bir faaliyet yürüttü. Arkadaşlarını, nebevî hedefleri olan kişiler olarak eğitti. Şu veya bu tarafa eğilim gösteren şahısların arkadaşları olarak değil. Nitekim İmam'ın (a.s), kendisinden öncekilerin hayat tarzlarını izlemesi koşuluyla kendisine sunulan hilâfeti reddettiğini görüyoruz. Çünkü bu şarta bağlı olarak halifeliği kabul etmesi hem risalete, hem de topluma zarar verirdi.

3- Cahiliye kalıntılarının, cahilî tortuların ümmetin düşüncesinde kökleşmiş olması. Çünkü cahiliye dönemiyle bu dönem arasındaki zaman dilimi pek azdı. Ümmet henüz risaleti, Resul'ün ve İmam'ın rolünü derinliğine kavrayabilmiş değildi. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisinden sonra İmam'ı (a.s) vasiyet etmesi, sadece ailesinden birini aday göstermesi gibi algılanıyordu. Peygamber'in (s.a.a) tıpkı kendisinden önceki ve sonraki egemenler gibi ailesini yüceltme, iktidara getirme peşinde olduğu sanılıyordu.

4- Münafıkların, güvenliği ve toplumsal istikrarı bozmaya, Müslümanların safları arasında çekişme ve kin tohumlarını ekmeye, devlet organlarında yıkıcı faaliyetlerde bulunacak imkânları elde etme amaçlı çalışmalar yürütmeleri, özellikle iktidardaki kişi zayıf veya doğru yoldan sapmış biri ise bu faaliyetlerini en üst düzeyde yürütmeleri...

5- Liderliği üstlenen kimselerin psikolojik hastalıkları. Bunlar İmam Ali (a.s) karşısında ağır bir küçüklük kompleksine kapılıyorlardı. Çünkü Ali (a.s) varlığıyla, doğruluğuyla, cihadıyla, açıklığıyla, yiğitliğiyle ve gençliğiyle bir meydan okumayı temsil ediyordu. (Muaviye'nin Muhammed b. Ebu Bekir'e yazdığı mektuptaki ifadeler buna örnek oluşturmaktadır)[330]

İkinci Eksen: Birinci eksene dayalı faaliyetler hedefe ulaşma noktasında başarılı olamayınca İmam (a.s) başka bir metot devreye soktu. Bu metot, ümmeti tam bir çöküşten koruma ve yeterli dayanaklar oluşturma esasına dayanıyordu. Bununla güdülen amaç, yetersiz kişilerin önderlik makamını işgal etmelerinden sonra yaşanan sıkıntı ve musibet süreçlerinde ümmetin olabildiğince yıkımdan korunmasıydı. Direnecek bir çekirdek kadronun varlığının oluşturulmasıydı. Yetersiz liderlerin neden olduğu sapmanın ümmeti büsbütün hak yoldan uzaklaştırmaması için örnek bir neslin varlığının sağlanmasıydı.

İmam (a.s) risaletin ümmet içinde düşünce, ruh ve siyaset olarak kökleşmesine çalıştı. Değişik yöntemlere baş vurarak gerçek İslâmî bakış açısını gözler önüne serme çabası içine girdi. Bu yöntemleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Basit ya da girift sorunları çözmekten aciz olan sapkın liderliğin faaliyetlerine müdahale ederek yapıcı bir rol oynamak. Ümmet daha fazla zayi olmasın diye lider pozisyonundaki kimseleri sahih çizgiye doğru çekmek. İmam (a.s) eğri tarafları doğrultmak üzere müdahalede bulunmakla yükümlü bir misyon adamı rolündeydi.

İmam (a.s), ümmetin liderliğini fiilen elinde bulunduran kimselerin yetersiz kaldığı durumlarda risaleti inkâr edenlerin kuşkularını gidermek üzere müdahalede bulunurdu. Aynı zamanda halifeye askerî veya ekonomik öğütler verdiğini de görüyoruz. Hukukî, yargısal öğütlerinin ve çözümlerinin ise haddi hesabı yoktur.[331]

2- Vaaz ve öğüt vererek halifenin daha fazla sapmasına engel olmak, onu doğruya yöneltmek. Bu üslûbun, özellikle yönlendirme ve öğüt kabul etmeyen Osman zamanında daha çok belirginleştiğini görüyoruz.

3- İslâm'ın en yüksek örneğini, yönetimin gerçek doğasını ve biçimini, İslâm toplumunun en güzel modelini sunmak. Bunu da en belirgin şekliyle İmam'ın (a.s) yönetimi döneminde görüyoruz. İmam (a.s) daha önce reddettiği yönetimi sırf bu amaçla kabul etmişti. İktidarı zamanında deneyimli bir siyasi lider, adil bir yönetici ve İslâm risaletinin şekil verdiği bir örnek insan olarak belirginleşmişti. Risaletin amaçlarını gerçekleştirme bağlamında erişilmez bir örnekti. Çünkü düşünce, eylem ve hayat tarzı olarak her türlü hatadan, sürçmelerden ve kirlerden arınmış masum bir insandı.

4- İmam'a (a.s) ıslâhatçı ve değişimci mücadelesinde yardımcı olacak salih Müslümanlardan bir grup oluşturmak. Bunu da ümmet arasında fikirlerini olgunlaştırıcı, bilinçli grubun etkinliğini artırıcı faaliyetlerini yoğunlaştırarak gerçekleştiriyordu. Ki bu bilinçli taban tarihin akışı boyunca birbiriyle bağlantılı bir kuşak olarak devam etsin, böylece ümmetin varlığı içinde İslâm hareket tarzına uygun olacak bir eylem ve teori bütünlüğü oluşsun.[332]

5- Peygamber'in (s.a.a) sünnetini yeniden diriltme, sünnetin önemini vurgulama, sünnetin tedvinini sağlama, okuma, ezberleme, tefsir etme ve tedvin etme açısından Kur'ân'a gereken önemi verme. Çünkü bu ikisi şeriatın temel direkleridir. Ümmetin Kur'ân ve sünneti gerçek mahiyetleriyle kavraması gerekir. Kendisinden istendiği gibi bunları anlaması bir zorunluluktur.

Halifeler Döneminde İslâmî Bilinç[333]

Bir ilâhî risaletin ve inanç sisteminin karşısına çıkabilecek en büyük tehlike, fikrî donanımdan yoksun, âciz grupların onu savunma veya pratik hayatta uygulama noktasında önderlik pozisyonunda olmasıdır. Liderlik pozisyonunda olan kimseler, risaletin öngördüğü düşünceye sahip olma boyutlarının ve deneyimlerinin ortaya çıkacağı bir sınamayla karşı karşıya kaldıkları zaman, sustuklarında veya kendi aralarında ihtilâfa düştüklerinde, bu, kitlelerin içinde kuşku meydana getirir, onların risalete olan güvenlerini sarsar, risaletin hayatı karşılama kapasitesinden kuşkulanmaya başlarlar. Bundan sonra da kitlelerin içlerindeki bu kuşku, netice olarak psikolojik hastalıklara dönüşür.

Bu yüzden ümmet ilâhî risaletle temas hâlinde olma, etkileşim içinde olma noktasında fireler vermeye başlar. Risaleti savunma gereğini duymaz olur. Krizler karşısında risaleti canla başla savunmaz. Bu nedenle, Peygamber'in (s.a.a), ümmetin hayatının şu veya bu alanında ortaya çıkan her türlü kapalı sorunu veya bilinmeyen hususu önemseyerek ele aldığını görüyoruz. Böylece risaletin bu gelişmeler karşısında net bir şekilde tavır sergilemesini sağlamış oluyordu. Bunun bir örneğini de İmam Ali'nin (a.s) Peygamber'den (s.a.a) sonra üç halife zamanında sergilediğini görüyoruz. İmam Ali (a.s) insanların halifelerin âcizlikleri, ilmî ve amelî yetersizlikleri farkedildiği zaman derhal müdahale eder, risalet misyonunun pratik örnekliğini gösterirdi. İmam Ali (a.s) yönetimi ele aldıktan sonra ise, araştırma ve sorgulama açısından büyük bir alan açılmış oldu.

Hâkim grup yönetimde yetersiz olduğunu ve bilgi olarak bu makamı dolduramadığını anladığı zaman, bu sorunu çözmek için bazı uygulamalara başvurdu:

1- İlmî yönlendirmeyi ön gören, insanları hayat içinde bilinçli ve aktif olmaya sevk eden Peygamber'in (s.a.a) hadislerini yasakladılar. Kaldı ki Resulullah'ın (s.a.a) hadisleri, halifelik görevinin Ehlibeyt'e ait olduğunu, risalet misyonunu onların sürdürdüğünü, onlardan başkasının bu noktada yetersiz kaldığını açık bir şekilde ilan ediyordu. Buradan hareketle, Peygamber efendimizin (s.a.a) hastalığı esnasında, kendisinden sonra sapmamaları için bir yazı yazmak istediği zaman, "Bize Allah'ın kitabı yeter." sloganıyla Peygamber'e (s.a.a) karşı çıakrılan sözlerinin altında hangi amacın yattığını da anlamış oluyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, hadislerin yayılmasına sınır konulması veya tamamen yasaklanması bu tarihten öncesinden başlamış. Nitekim Kureyş, Abdullah b. Amr b. As'ın hadisleri yazmasına engel olmuştu.[334] Ayrıca iktidar sahipleri Peygamberimizin (s.a.a) sözlerini içeren birçok kitabı da yakmışlardı.[335]

2- Sünnetin Kur'ân'dan soyutlanmasından sonra, Kur'ân ayetlerinden anlamı bilinmeyen hususların sorulmasının yasaklanması ümmetin, Kur'ân'ı araştırma, inceleme ve öğrenme silâhından yoksun bırakılması, Kur'ân'ın sadece zahirine önem verilmesi, Kur'ân'ın üzerinde düşünme, onun ayetlerini derinliğine kavrama ve hükümlerini en ince ayrıntısına kadar irdeleme imkânının verilmemesi anlamına geliyordu. Hatta Ömer valilerine şu tavsiyede bulunmuştu: "Kur'ân'ı soyutlayın, Muhammed'den az rivayet edin; ben sizin ortağınızım." Daha da ileri giderek Kur'ân ayetlerinin tefsirini soran kimsleri cezalandırdı.[336]

3- Nassa karşı içtihat yapma (nas dururken içtihat yapma) kapısı açıldı. Söz gelimi Ebu Bekir Kur'ân'daki bir ayete veya Peygamber'in (s.a.a) bir hadisine dayanmadan bazı hükümler vermişti. Peygamberimizin (s.a.a) mirasına el koymasını, Ehlibeyt'i humus gelirlerindeki haklarından yoksun bırakmasını, Fucae es-Sülemî'yi yakmasını,[337] kelâle meselesine dair fetvasını,[338] nenenin mirasına ilişkin fetvasını[339] buna örnek gösterebiliriz. Öte yandan Ömer de Peygamber'in (s.a.a) sünnetine aykırı olacak şekilde devletin gelirlerini paylaştırmada toplumda katmanlar oluşturarak kimi katmanlara ayrıcalıklar tanımıştır.[340] Hac müt'asını ve müt'a nikâhını yasaklayan içtihatta bulundu. (Bu uygulamalarını en-Nass-u ve'l-İçtihad adlı kitapta görebilirsiniz.)[341] Osman b. Affan, Übeydullah b. Ömer hakkında kısas hükmünün uygulanmaması yönünde içtihatta bulunmuştur.[342] Osman birçok açık hükmü, Peygamberimizin (s.a.a) gösterdiğinden farklı bir şekilde tevil etmiş ve bu da bilindiği gibi Müslümanların ona karşı ayaklanmasına neden olmuştur.

Bu ve benzeri olaylar, İslâm devletinin ve Müslüman ümmetin karşısına birçok ağır problemler ve yıkıcı musibetler çıkarmıştır. İslâm risaleti için belirlenen hareket çizgisinden sapılmış olması, birçok insanın fitne ve sapıklık sarmalına kapılmasının başlıca sebebi işte bu olaylardı. İmam Ali (a.s) bu hususa şöyle işaret eder:

"Hiç kuşkusuz heva ve heveslere tâbi olunması ve uydurma hükümlere uyulması, Allah'ın kitabına aykırı hareket edilmesi, insanlar Allah'ın dininden bir dayanak olmaksızın kendileri gibi adamları önder edinmeleri fitnelerin başlangıcıdır. Eğer batıl, hakka ilişkin özelliklerden tamamen soyutlanırsa, tereddüt içinde olanlardan yana bir endişe olmaz. Şayet hak batıl örtüsünden tamamen soyutlanırsa, artık inatçı düşmanların hakka karşı söyleyebilecekleri bir şeyleri kalmaz. Ama şundan bir demet, şundan da bir demet alınıp karıştırılır. İşte o zaman şeytan dostlarına egemen olur. Ama Allah'ın kendilerine iyilik yazdığı kimseler bundan kurtulur."[343]

İmam'ın (a.s) İslâm Şeriatının Yeniden Canlandırılması Uğruna Verdiği Mücadele

İmam Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.a) hayatta olmadığı bu süreçte en öncelikli görevinin, kutsal şeriatı eğrilmelerden ve sapmalardan korumak, İslâm devletinin işlerinin gelişimini gözetmek, tökezlemeden ve duraksamadan devam etmesini sağlamak olduğunu düşünüyordu. Ümmetin yönetimini doğrudan ele alma hakkının verilmemesinden dolayı duyduğu acıyı ve kederi içine gömerek halifeler zamanında bu hususta büyük bir çaba sarf etti. İktidara geldikten sonra da, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini yeniden canlandırmak, sünnetin gölgesinde bir hayat yaşamaya davet etmek hususunda büyük adımlar attı. Kur'ân-ı Kerim'e, Kur'ân'ın tefsirine, ümmetin eğitimine ve nerede bulunursa bulunsun fesadın ıslâh edilmesine büyük bir önem verdi. İmam Ali'nin (a.s) iktidara geldikten sonra attığı önemli adımları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kur'ân ve sünnetle ilgili diyalog ve soru sorma kapısını açtı. Kutsal şeriata dair her meselenin Müslüman kitlelerin önünde açıkta ve genel olarak tartışılmasını sağladı. Muhaliflerine ve kendisine kin besleyen düşmanlarına cevap vermekte dahi üşenmedi, tereddüt göstermedi.

2- Kur'ân hafızlarına önem verdi, onların durumlarını gözetti. Onlarla ilgili olarak Peygamber efendimizin (s.a.a) eğitime dair sünnetini uyguladı. Kur'ân okuma eğitiminin yanında dinin hükümlerine dair bilgi ve pratiğin yanı sıra derin kavrayış sahibi olmaya dönük eğitim de veriliyordu.

3- Arap olmayan Müslümanların Kur'ân okumalarına da önem verdi. Arapça'yı düzgün bir şekilde konuşamayanların eğitimine dikkat etti. Dili konuşma bozukluklarından korumak için nahiv ilminin temel kurallarını belirledi.[344]

4- İmam (a.s), insanları Peygamber'in (s.a.a) hadislerini rivayet etmeye, tedvin etmeye ve hadis derslerini vermeye davet etti. Şöyle derdi: "İlmi yazıyla kaydedin."[345] Sünnet ilimleri üzerinde araştırma yapılmasını emretti. Şöyle diyordu: "Hadisleri öğrenmek ve irdelemek amacıyla birbirinizi ziyaret edin ve hadislerin kaybolup gitmesine, silinmesine izin vermeyin."[346]

5- Yasama ve hüküm verme noktasında İmam, Kur'ân ve Sünnetin temel kaynak oldukları hususu üzerinde yoğunlaştı. İstihsan ve kıyas gibi diğer kaynakları bir kenara attı. Zaten bunlar hiçbir şekilde ilâhî hükümlerin şer'î kaynakları olamazlardı.[347] Öte yandan İmam (a.s), Peygamber'in (s.a.a) ibadet ve ahlak sistemi ile ilgili sünnetini de yeniden canlandırdı. Kendisinden önceki halifelerin içtihatları veya uygulamaları neticesinde şeriata bulaşan bidatleri da ayıkladı.[348]

6- İmam (a.s), İslâm toplumunda hareket edecek, İslâmî deneyime önderlik etmeye katkı sağlayacak, İslâm toplumunun korunmasına yardımcı olacak salih müminlerden oluşan bir kitle oluşturmayı da başardı.

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ali (a.s) bu hareketi, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatında ve onun emri doğrultusunda fiilen başlatmıştı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) de İslâmî hareket açısından duyarlılık sahibi olduğunu gördüğü kimselerle sözleşme ve onları gözetme görevini Ali'ye (a.s) veriyordu. Bu gibi kimseleri Ali'nin çizgisine sarılmaya teşvik ediyordu. Öyle ki daha Peygamberimizin (s.a.a) hayatında "Şiat-u Ali" (Ali şiası=Ali taraftarları) denen bir grup oluşmuştu. Bu grup şu isimlerden oluşuyordu: Ammar b. Yasir, Selman-i Farisi, Ebuzer, Cabir b. Abdullah el-Ensarî, Mikdad b. Esved ve Abdullah b. Abbas... Bunlar, Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra İslâmî deneyimin geçtiği onca zorluklara rağmen bu çizgiden ayrılmadılar.

Emir'ül-Müminin (a.s) halifeliği teslim alınca, vefakâr ve zorlu müminlerden bir topluluk onun etrafında kümelendi. İmam (a.s) onlara eskisinden daha fazla özen gösterdi, onları özel olarak risaletin öngördüğü şekilde hazırladı. Hayatın değişik alanlarına dair çeşitli ilimleri onlara öğretti. Bu saygıdeğer sahabeler de İslâm risaletini destekleme, imamlığa dayanak oluşturma, İslâm şeriatını çarpıtılmalardan, sapmalardan ve çürümelerden koruma alanında üzerlerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiler. Tağutî yöneticilere ve Müslümanların idaresini haksız yere ele geçiren kimselere karşı sergiledikleri tavır gerçekten göz kamaştırıcı ve kahramanlara yakışır türdendi. Bu kahramanlara aşağıdaki isimleri örnek gösterebiliriz: Malik-i Eşter, Kumeyl b. Ziyad en-Nahaî, Muhammed b. Ebu Bekir, Hucr b. Adiy, Amr b. Hamık el-Huzaî, Sasaa b. Sûhan el-Abdî, Ruşeyd el-Hacerî, Haşim el-Mırkal, Sehl b. Huneyf vd.


BİATİNİ BOZANLARA KARŞI İMAM ALİ (a.s)

Fitne Çıkaranlar

Halkın İmam Ali'ye (a.s) biat etmesi, Kureyş ve gizlice İslâm'a düşmanlık besleyen herkes üzerinde yıldırım etkisi yarattı. Çünkü İmam'ın (a.s) hükümeti, zulmü, saldırganlığı ve sapıklığı ezen; adalet, eşitlik, hak ve erdemi getiren; faiz, ihtikâr ve sömürü esasına dayanan ekonomik çıkarları ortadan kaldıran Resulullah (s.a.a) hükümetinin bir devamıydı. Bu yüzden Osman döneminin valilerini ıslah etmeye kadar varan İmam Ali (a.s) hükümetinin zamanında, başka bir toplumsal katmana mensup bir insanla eşit muamele görmek Kureyş ulularına ağır geldi.

Ömer'in kendilerini şûraya dahil edip hilâfete aday göstermesinden sonra gerek Talha ve gerekse Zübeyir, kendini Emir'ül-Müminin'e (a.s) denk görüyordu. En azından İslâm dünyasının geniş topraklarının bir kısmında egemenliğin kendisine verilmesini bekliyordu. Ayrıca Aişe, önceki halifeler nezdinde yüksek bir makama sahipti. Onlar zamanında istediği gibi konuşabiliyordu. Ama yasama ve pratiğin kaynağı olarak sadece Kur'ân'ı ve sünneti ön gören bir hükümetin zamanında kendisine pek bir alan kalmadığını çok iyi biliyordu.

Muaviye Şam'da mutlak bir hakim gibi davranıyordu. Başına buyruktu ve ayrıca en büyük İslâmî yöneticilik makamında gözü vardı. İslâm ümmetinin tüm yönetimini tek başına ele almayı istiyordu. Osman zamanında işgal ettikleri makamları ve bu makamlar sayesinde elde ettikleri ekonomik kazançları bozulan şu veya bu grubun yanı sıra, bütün bu şahıslar açısından İmam Ali'nin (a.s) aldığı kararlar ve kapsamlı ıslah girişimi tam bir sürprizdi. Bu gruplar ve yukarıda isimlerini zikrettiğimiz bazı şahıslar servetlerinin kaynağını yitirmişlerdi. Çünkü İmam'ın egemenliğin en üst noktasında bulunması, Kureyş'in izlediği sapkın kabileci hayat tarzına yönelik açık bir tehdit niteliğindeydi. Çünkü Kureyş, Ali'nin (a.s) hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan İslâm bayrağını dalgalandırma gücüne ve kararlılığına sahip olduğunu biliyordu. Onun sapık hayat tarzının yüzündeki sahte maskeyi kaldıracağı kuşku götürmeyen bir gerçekti.

Bu noktada, yeni hükümetin istikrarlı bir faaliyet yürütmemesi için toplum içinde karışıklık çıkarma noktasında görüş birliğine vardılar. İslâmî hükümetin sahih çizgisine yönelik bu düşmanca yaklaşım ve bu sapkın akım, İmam Ali (a.s) açısından sürpriz olmadı. Çünkü Resulullah (s.a.a) ona, bazı grupların kendisinin hükümetine karşı çıkacaklarını haber vermişti. Onlarla savaşması yönünde kendisine tavsiyede bulunmuştu ve bu grupları, ahdini bozanlar (nakisîn), adalet çizgisinden sapanlar (kasitîn) ve dinden, okun yaydan çıkması gibi çıkanlar (marikîn) şeklinde isimlendirmişti.[349]

Aişe Yeni Hükümeti Tanımadığını İlân Ediyor

Aişe'nin Osman'a karşı takındığı tavır garip olduğu kadar çelişkiliydi de. Böylesine ikili bir tavır Peygamber hanımına yakışmazdı. Her zaman Osman için, "Şu na'seli[350] öldürün." derdi. İnsanları Osman'a isyan etmeye ve onu öldürmeye teşvik ederdi.[351] Osman isyancılar tarafından kuşatılınca Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitti. Osman'ın işinin kısa sürede bitirileceğini bekliyordu. Bundan sonra da akrabası Talha'nın halife olacağını, iktidarı ele geçireceğini düşünüyordu.

Fakat gelişmelerin İmam Ali'ye (a.s) biat edilmesiyle sonuçlandığını duyunca, şoke oldu. Medine'ye dönüş yolundayken bu haberi aldı ve derhal Mekke'ye geri döndü.[352] Osman'ın öldürülüşüne üzüldüğünü ve onun mazlum olarak katledildiğini söylemeye başladı. Ona dediler: "Sen, insanları Osman'ı öldürmeye teşvik etmiyor muydun? Bu mazeretin ise hiç de sağlam görünmüyor." Şu karşılığı verdi: "Onlar Osman'ı öldürmeden önce tövbe etmesini istediler, sonra öldürdüler."[353] (Osman tövbe ettiği hâlde mazlum olarak öldürülmüş oluyor) Sanki Osman öldürülürken oradaymış gibi!

Aişe Mekke'de yaptığı konuşmada İmam Ali'ye (a.s) karşı savaş ilân etti ve kendisine uyanları da onunla savaşmaya teşvik etti.[354]

Aişe, İmam Ali'ye (a.s) karşı savaş cephesini genişletmek istedi. Bu amaçla Hz. Peygamber'in (s.a.a) eşlerini kendisiyle beraber Ali'ye (a.s) karşı isyan etmeye çağırdı. Peygamber'in (s.a.a)eşleri buna yanaşmadılar. Ümmü Seleme bu yanlışlığından dönmesi, ümmetin başına belalar açmaması, kan dökülmesine sebep olmaması için nasihat etti ve şöyle dedi: "Sen düne kadar insanları Osman'a karşı isyana çağırıyordun, onun hakkında en çirkin sözler söylüyordun. Ondan söz ederken 'na'sel (=uzun sakallı)' diyordun. Ayrıca sen Ali b. Ebu Talib'in Resulullah (s.a.a) nezdindeki yerini de biliyorsun. Bunu sana hatırlatmama gerek var mı?" Ümmü Seleme devamla şöyle dedi: "Hatırlıyor musun; bir gün Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunduğumuz sırada Ali (a.s) çıkageldi. Resulullah (s.a.a) Ali'yle baş başa kalıp uzun süre gizli konuştular. Konuşmaları uzun sürünce, müdahale etmek istedin, ben de seni engelledim. Ama sen beni dinlemedin, onlara müdahalede bulundun. Sonra ağlaya ağlaya çıktın. Sana dedim ki: 'Ne oldu sana?' Dedin ki: 'Onlar kendi aralarında konuşurlarken ben müdahale ettim ve Ali'ye dedim ki: Ey Ebu Talib'in oğlu! Sekiz gün içinde sadece bir gün Resulullah'ın (s.a.a) yanında kalabiliyorum. Bu bir günde de Resulullah'ın (s.a.a) yanında kalmama izin vermeyecek misin? Resulullah (s.a.a) öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmiş hâlde bana döndü ve şöyle dedi: Geri dön. Allah'a yemin ederim ki, evimin halkından veya diğer insanlardan Ali'ye kızan biri mutlaka imandan çıkar. Ben de pişman ve kızgın olarak geri döndüm?" Aişe: "Evet, hatırlıyorum." dedi. Bunun üzerine Ümmü Seleme şöyle dedi: "O hâlde buna rağmen nasıl isyan ediyorsun?" Aişe şu karşılığı verdi: "Ben insanların arasını düzeltmek için isyan ediyorum. Bu davranışımdan dolayı inşaallah, Allah'ın bana sevap vereceğini umuyorum." Ümmü Seleme şöyle dedi: "Sen bilirsin." Aişe de ondan ayrılıp gitti.[355]

Bir rivayete göre, Resulullah'ın (s.a.a) hanımları "Zat'ul-Irk" denilen yere kadar Aişe ile beraber yürürler. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber'in (s.a.a) hanımları Aişe'yi Medine'ye geri dönmeye ve fitne çıkarmaktan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Ama bir çözüm bulamadıkları için İslâm'ın başına gelen belalara ağlamış ve diğer insanlar da onlarla birlikte ağlamışlardı. O güne "Matem Günü" adı verildi.[356]

Muaviye'nin Hilesi, Talha ve Zübeyr'in Biati Bozmaları

Muaviye Şam vilâyeti üzerinde tam bir egemenlik kurmuştu. Halkı istekleri ve amaçları doğrultusunda yönlendirecek mekanizmalara sahipti. Şam halkıyla da bir problemi yoktu. Çünkü Şam bölgesi İslâm'ı benimsediği günden beri, halife tarafından Ebu Süfyan ailesinden birinin başında vali olmasına alışmıştı ve bu aileyi tanıyordu. Muaviye'den önce kardeşi Yezid Şam valisiydi. Ayrıca Şam bölgesi hilâfet başkentinden uzaktı. Bu da valinin yeterli miktarda güç sahibi olmasına, istikrarlı bir egemenlik kurmasına imkân veren bir durumdu. Muaviye Osman'ın öldürülmesini bahane ederek fitne ateşini alevlendirmeye yönelik bir siyasî hareket başlattı. Osman'ın öldürülüşünden siyasî kazanç elde etmeye çalıştı. Bu amaçla Talha ve Zübeyr'e mektup yazarak, siyasî beklentilerine kavuşmaları için, İmam'a (a.s) karşı ciddi bir mücadele içine girmeye davet etti. Böylece İslâm devletinin başkentinde fitne ateşi iyice kızıştı. Muaviye Zübeyr'e yazdığı mektupta şöyle diyordu:

"Ebu Süfyan oğlu Muaviye'den Emir'ül-Müminin Abdullah Zübeyr'e... Sana selâm olsun... Ben sana biat ettim ve Şam halkını sana biat etmeye çağırdım. Onlar da çağrıma uydular ve bulut parçalarının bir araya biriktiği gibi bu işe seferber oldular. Derhal Basra ve Kûfe'ye git. Ebu Talib'in oğlu senden önce oraya gitmesin. Çünkü bu iki şehirden sonra sahip olunacak bir yer yoktur. Senden sonra da Talha b. Abdullah'a biat ettim. Osman'ın kanını isteyin ve insanları da sizi desteklemeye çağırın. Kararlı ve ciddi olun. Allah sizi muzaffer kılsın ve düşmanınızı yüz üstü bıraksın."[357]

 Muaviye'nin mektubu Zübeyr'in eline geçince, sevinçten uçacak oldu. Muaviye'nin samimiyetinden kuşku duymuyordu. O ve Talha İmam'a (a.s) yaptıkları biati bozmaya ve isyan etmeye karar verdiler. İmam'a (a.s) yaptıkları biatten dolayı pişmanlıklarını ve üzüntülerini dile getirmeye başladılar. Sürekli olarak şöyle diyorlardı: "İstemeden, kerhen biat ettik." Aişe'nin, insanları İmam'a (a.s) karşı savaşmaya teşvik ettiğini duyar duymaz, onun açtığı cepheye katılmak için bir hile düşünmeye başladılar. Rivayete göre Talha ve Zübeyir İmam'a (a.s) gelerek kendilerini hükümete ortak etmesini istediler. Ama bir sonuç elde edemediler. Bunun üzerine Aişe'nin yanına gidip isyana katılmaya karar verdiler. Ardından bir kez daha İmam'a (a.s) gelerek umre için kendilerine izin vermesini istediler. İmam onlara şöyle dedi: "Evet, Allah'a yemin ederim ki, sizin amacınız umre yapmak değildir. Ama siz işinizi sürdürmenin peşindesiniz."[358] Bir rivayete göre İmam (a.s) onlara şöyle dedi: "Bilâkis, siz ihanet peşindesiniz."[359]

İmam Ali'ye (a.s) yaptıkları biati bozanlar, Aişe'nin Mekke'deki evinde ittifak sağladılar. Bunlar Osman zamanında birbirlerinden kaçan, birbirleriyle çatışan kimselerdi. Zübeyr, Talha ve Mervan b. Hakem, Osman'ın kanını istemek gerekçesiyle halkı İmam'a (a.s) karşı savaşmaya çağırmak noktasında görüş birliğine vardılar. İsyan ve başkaldırının bayrağı olarak Osman'ın gömleğini seçtiler. Osman'ın kanının dökülmesinden İmam Ali'nin (a.s) sorumlu olduğunu ileri sürdüler. Çünkü Ali (a.s) Osman'ın katillerini barındırıyor ve onlara kısas uygulamıyordu. Önce Basra'ya yürümeyi ve burayı hareket merkezi ve savaş karargâhı hâline getirmeyi kararlaştırdılar. Çünkü Muaviye Şam'a hakimdi. Medine ise hâlen iç karışıklık yaşıyordu.[360]

Aişe'nin Hareketi ve Basra'ya Doğru Yola Çıkması

Aişe fitne çıkarma ve meşru halife İmam Ali'ye (a.s) karşı silahlı bir çatışmaya girme amacına yönelik hareketini sürdürdü. Etrafında İslâm'a ve İmam Ali'ye (a.s) karşı kin besleyen bir sürü insan toplandı. Hepsinin amacı dünya malına konmak ve iktidardan pay almaktı. Ya'la b. Münye Yemen'de vali iken İmam Ali tarafından azledildikten sonra oradan çaldığı savaş malzemelerini, kılıç ve deve gibi teçhizatlarla onları donattı. Abdullah b. Amir de Basra'dan çaldığı büyük miktarda bir malla onlara katıldı.[361] Aişe için "Asker" adlı devesini hazırladılar. Ümeyyeoğulları devenin etrafını sarmışlardı. Aişe topluluğun önünde Basra'ya doğru yol alıyordu. Bu arada önceden Basra'nın bazı ileri gelen isimlerine yazdıkları mektupları yerlerine ulaşmıştı. Bu mektuplarda onları Osman'ın kanını isteme gerekçesiyle İmam Ali'ye (a.s) yaptıkları biati bozmaya çağırıyorlardı.[362]

Bu arada fitnenin önderleri arasında ayak oyunları, hile ve entrikalar da baş göstermeye başlamıştı -İmam Ali'ye (a.s) düşmanlık edenlerin karakteristik özelliğidir hile ve entrikalar peşinde koşmak-. Mekke'den çıktıktan sonra Mervan b. Hakem namaz için ezan okudu. Sonra geldi; Talha ve Zübeyr'in önünde durdu. Amacı bu iki adam arasında bir fitne çıkarmaya zemin hazırlamaktı. Zamanı geldiğinde kullanmak üzere fitne tohumları ekmekti. Dedi ki: "Hanginize Emir'ül-Müminin diye selâm vereyim ve hanginizi namaz kıldırmaya çağırayım?" Bunun üzerine her ikisinin taraftarları kendi aralarında tartışmaya başladılar. Her biri kendi adamının öne geçmesini istiyordu. Aişe askerler arasında tefrika başladığını hissedince, kız kardeşinin oğlu Zübeyr'in namaz kıldırması için haber gönderdi.

Aişe'nin ordusu "Evtas" denilen yere ulaştığında, Said b. As ve Muğiyre b. Şube ile karşılaştı. Said, Aişe'nin Osman'ın kanını isteme amacıyla harekete geçtiğini öğrenince, alaycı bir gülümsemeyle şöyle dedi: "Osman'ın katilleri şu yanındakilerdir, ey müminlerin annesi!"[363]

Bir rivayet göre Said, Aişe, Zübeyir ve Talha'yı kast ederek: "Öç almanız gereken kişileri develerinizin terkisine bindirerek nereye gidiyorsunuz?" demiş.[364] Ordu "Hav'eb" denilen yere varınca, bölgede yaşayan halkın köpekleri havlayarak bunlara saldırdı. Bu durum karşısında Aişe korkuya kapılarak Muhammed b. Talha'ya bu yerin neresi olduğunu sordu: "Burası neresidir?" dedi. Muhammed b. Talha: "Burası Hav'eb'dir, ey müminlerin annesi!" dedi. Aişe paniğe kapıldı ve feryat etmeye başladı: "Buradan geri dönmek zorundayım." dedi. "Niçin?" dedi. Dedi ki: "Resulullah'ın (s.a.a) eşlerine şöyle dediğini duydum: İçinizden birine Hav'eb'ın köpeklerinin havladığını görür gibiyim. Ey Hümeyra! [kırmızı benizli kadıncık] Sakın bu sen olmayasın."[365] Sonra Aişe devesini yatırdı ve şöyle dedi: "Beni geri götürün. Allah'a yemin ederim ki, Hav'eb suyundan geçecek olan benmişim." Bütün ordu bir gün bir gece Aişe'nin yanında develerini yatırdılar. Abdullah b. Zübeyr Aişe'nin yanına gelerek bu suyun Hav'eb suyu olmadığına dair Allah'a yemin etti. Bu arada bedevîlerden bazı yalancı şahitler getirterek bu suyun Hav'eb suyu olmadığına şahitlik ettirdiler.[366] Bu, İslâm döneminde yaşanan ilk yalancı şahitlik olayıydı.

Basra Önlerinde Çatışmalar

Aişe'nin ordusu Basra önlerine ulaşınca, İmam Ali'nin (a.s) Basra valisi Osman b. Huneyf, kendilerine doğru gelen ordunun durumuyla ilgili bilgiler vermeye başladı. Halkı fitneye karşı uyardı, ordunun komutanlarının yanlış ve batıl yolda olduklarını açıkladı. İslâm ve İmam'a (a.s) samimiyetle bağlı bulunan kişiler, biatlerini bozanların Basra'yı ele geçirmelerini önlemeye, hakkı ve kutsal şeriatı savunmaya hazır olduklarını bildirdiler.[367]

İslâm ahlâkıyla bezenmiş, İmam'a (a.s) içtenlikle itaat eden Osman b. Huneyf, Aişe'yi ve beraberindekileri içine düştükleri yanlışlıktan çıkarmak, savaşın önüne geçmek için yoğun çabalar sarf etti. Bu amaçla İmran b. Husayn ve Ebu'l-Esved ed-Duelî'yi tavrının yanlışlığını kanıtlamak üzere Aişe ile tartışmaya gönderdi. Fakat bu iki adamın girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Aişe ve beraberinde bulunan Talha ve Zübeyir, fitne çıkarmada ve savaş ilân etmede ısrarcıydılar.[368]

 

Back Index Next