0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 

7. Oturum

 

 

AYRINTILARIYLA İRFAN EKOLÜ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[1]

 

Geçtiğimiz bölümlerde muhtelif okulların kamil insanla ilgili görüşlerini ele almış ve kemale ermiş insan konusunda felsefecilerin bir görüşe, irfan ehlinin başka bir görüşe sahip olduğunu; çağdaş felsefecilerin ise her ikisinden de farklı bir görüş benimsediğini belirtmiş; ardından Akliyyun, Kalbiyyun, irfancılar, sevgi okulu, kuvvet ve gücü esas olan dünya görüşü, insanlara hizmeti esas alan dünya görüşü vb. hususunda genel bir portre çizerek bu görüşlerin ana fikrini özetle anlatmıştık. Bu bölümde mezbur dünya görüşlerinden birini etraflıca ele alarak bu dünya görüşünün muhtelif kısımlarını inceleyecek ve bu konularda İslami düşüncenin neler olduğunu ve İslam'a göre mezbur dünya görüşünün hangi konumda bulunduğunu belirtmeye çalışacağız.

Geçen bölümde Akliyyun okulunu ele almış ve kamil insana bu okulun hangi açıdan baktığını anlatmıştık. Bu bölümde de irfancı ve tasavvufçu dünya görüşünde kamil insanın nasıl tanımlandığı üzerinde duracağız. İrfan ve tasavvuf açısından kamil insanın ne olduğu üzerinde yapılacak bir tartışma, şüphesiz, diğer okulların bu konudaki görüşleri hakkında yapılacak bir tartışmadan daha önemli ve hassas olacaktır bizim için. Zira Eflatun, İbn-i Sina vb. büyük felsefecilerin ortaya koyduğu kamil insan modeli halk arasında revaç ve rağbet bulmuş ve fazlaca tanınmış bir model değildir. Felsefecilerin tanımladığı kamil insan, daha çok yine onların felsefe kitaplarında gündeme gelmiş ve sayfaların mahdudiyetinden kurtulmayıp kitaplarda kalmış bir modeldir. Oysaki irfani ve tasavvufi dünya görüşü, kendi kamil insan modelini halka tanıtabilmiştir. Tasavvufçular nesir ve şiir kitaplarında kamil insan konusundaki görüşlerini etraflıca anlatmış, ilginç örnekleme ve şiirle meseleyi daima gündeme getirebilmişlerdir. Tasavvufçuların kamil insan modelinin halk arasında daha yaygın ve daha cazip bir konum kazandığı da bir gerçek... Nitekim onların kamil insan konusundaki görüşleri de tıpkı felsefecilerin bu konudaki görüşleri gibi kısmen İslam'a uygundur; ancak tasavvufçuların kamil insanıyla İslam'ın kamil insanı arasında belirgin farklar vardır, bu okulun sözünü ettiği kamil insan modeli de yüzde yüz İslami kamil insan değildir.

Arifler Açısından Aşk

Geçen bölümde felsefeciler ve Akliyyunun kamil insanını incelerken onlara göre insanın özü ve zatının "akıl"dan ibaret olduğunu, akıl dışında her şeyin ancak vesile kabul edilip insanın özüne ait bir parça şeklinde yorumlanmadığını belirtmiş ve felsefecilere göre "ben"in akıl, düşünce ve mantık gücü demek olduğunu söylemiştik.

Tasavvufçulara göre akıl ve düşünce gücü insanın "ben"i değildir; bu güç ancak bir araç mesabesindedir. İnsanoğlunun gerçek"ben"i, onların "gönül" ya da "kalp" diye tanımladığı şeydir; bu sebeple insan, benliğine akılla değil, gönülle kavuşur, esasen onun bütün benliği kalp ve gönülden ibarettir. Felsefecilerin akıl adını verdikleri "öz benlik"i tasavvufçular "gönül" olarak saptamış ve insan gerçeğinin düşünce gücü değil, gönül ve kalp olduğu neticesine varmışlardır. Tasavvufun sözünü ettiği kalp, maddi vücutta yer alan ve bir parça etten ibaret olan yürek değildir; manevi kalptir, "gönül" dür, insanoğlunun bütün duygu ve isteklerinin merkezidir. Keza bu "gönül" de düşünceye yer yoktur, orada ancak "his" vardır. Dolayısıyla tasavvufi idrake düşünceyle değil, "his" ve "sezgi"yle varılır.

İnsanoğlunun en güçlü duyguları olan aşk ve sezginin arif ve tasavvufçu nazarında fevkalade ehemmiyeti vardır. Meselenin bu noktasında şunu da hemen belirtelim ki tasavvufçunun sözünü ettiği aşk kavramı, günlük hayatta alışılagelen aşk kelimesinin aktüel anlamı değildir. Aktüel anlamda aşk, cinsel bir kelimedir, cinsi duyguları anlatır. Arifin mevzubahis ettiği aşksa ilahi aşktır; insanı Allah'a yaklaştırır. Onun aşkı Rabbidir, arifin sevgilisi Allah'tır, herhangi bir insan ya da şu veya bu şey değildir. Üstelik tasavvufçuya göre bu aşk sadece insana özgü de değildir. Bütün yaratıklarda aşk vardır, bütün mevcudat ilahi aşkı taşır ve yaşar. Tasavvuf kitaplarında bu mesele başlıbaşına bir bölüm teşkil eder, özellikle tasavvuf eğilim gösteren "Esfar" gibi tanınmış felsefi eserlerde "aşkın bütün mevcudatta cereyan eden bir gerçek olduğu" hususunda özel bir bölüm ayrılmıştır. Onlara göre aşk, bütün mevcudatta cereyan ve sereyan halinde olan yegane gerçektir. Bu sebepledir ki "teneffüs ettiğimiz şu havada, toprakta, taşta ve bütün atom parçacıklarında -ilahi- aşk vardır" derler. Tasavvufçuya göre zaten yegane gerçek de aşktır; yâni ilahi aşk dışında ikinci bir "gerçek" yoktur, bu aşk dışında kişinin gördüğünü ya da var olduğunu zannettiği herşey mecazidir. Mevlana bunu şöyle anlatır:

"Aşk bir okyanustur. Gök ise bu okyanusa nispetle bir köpük gibi... Züleyha'nın Yusuf'a vurgun oluşu gibi tıpkı..."[2]

Evet, arifin nazarında aşk bir okyanus; gök ve bütün tabiat ise bu okyanusun küçücük bir zerresi gibidir. Onun nazarında aslolan ilahi aşktır; yerin ve göğün bu aşka nisbetle değeri, hemencecik sönüveren bir köpüğün değerinden fazla değildir. Nitekim Hafız şöyle der:

"Biz görkem ve makam için gelmedik bu diyara. Kaderin cilvesi sonucu sığındık buraya aslında. Yokluktan başlar bu yolculuğumuz, biz aşk menzilinin yolcularıyız.

Varlık diyarına varabilmek için bunca yolu kat ederiz biz."

Hafızın bu şiiri Sahife-i Seccadiye'den alınmış[3] bir cümlenin tercümesidir, fevkalade derin bir mana taşır: "Allah'a hamd, Resulüne ve soyuna salat ve selamdan sonra... Allah Teala bütün alemi yokluktan yaratmış ve ibda etmiştir ("ibda etmiştir"den maksat, alemin belli bir örnek ve benzer üzerinde yaratılmadığı, kendine has bir özellikle yoktan var edildiğidir). Ardından aleme -bütün yarattıklarına- kendi sevgisini vermiş, onlara ilahi aşkı kazandırmıştır."[4] Hafız bu cümleye istinadan kendisinin yokluk dünyasından varlık dünyasına geldiğini ve ilahi aşkla var olabilmeyi başardığını söyleyerek dünya yaşantısının bunca meşakkatine bu aşk ve bu varlığa ulaşabilmek için katlandığını anlatır.

Kemale Ulaşmanın Yolu

Tasavvufçuların deyişiyle insanoğlu için bütün alemde ilahi aşktan başka bir gerçek ve değer mevcut olmadığına göre" onun nazarında insan gerçeği nedir?" sorusuna bir cevap aramak gerekir. Zira tasavvufçuyla felsefeci arasında gayet açık bir görüş farklılığı vardır burada. O, felsefeci gibi insan gerçeği "düşüncedir" dememekte, insan gerçeğinin "gönül" olduğunu söylemektedir. Tasavvufçunun gönül dediği şey de ilahi aşkın merkezinden başka birşey değildir. Burada şöyle bir netice çıkmaktadır ortaya: Tasavvufçunun "ben"i düşünen bir ben değil, gönülden seven ve aşık olan bir "ben"dir.

Felsefeciye göre kemale ermek isteyen bir insan bunu ancak akıl ve düşünceyle başarabilir; mantık gücüyle, istidlalle, kıyasla, sebep ve sonuç ilişkilerini en ince ayrıntılarıyla hesaplayıp doğru teşhiste bulunmayla mükemmelleşebilir. Oysa ki tasavvufçuya göre bunlara hiç de gerek yoktur:

"Arif kişide okuma -yazma harf ve istidlal arama !

Kar gibi apak ve tertemiz bir yürekten başka bir şey yoktur onda"

Evet, tasavvufçu sebep ve sonuç ilişkileriyle ilgilenmez, mantık ve istidlale itina etmez; onun için önemli olan tertemiz bir kalbe sahip olmak, nefsini tezkiye ve terbiye edip ahlak-i rezilaneden arıtmak ve elinden geldiğince Hak'tan gayrı hiç bir şeye ilgi ve temayül göstermeyip bütün kalbiyle Allah'a yönelerek onu gayri ilahi isteklere götürebilecek olan nefsini kontrol etmektir. Tasavvufçu "Allah'tan başka hiçbir düşünceye yer verme kalbinde" der. Zira Allah'tan ve O'nun aşkından başka her düşünce bir kara dev gibidir, bir canavardır. İçinde bu canavarı taşıyan bir kalbe meleğin (ilahi nur) girebilmesi mümkün değildir. Hafız bu düşünceyi şöyle anlatır bir şiirinde:

"Karar verdim, başarmaya çalışacağım

Üzüntülere son verecek bir şey yapacağım !

Gönül halvetgahı ağyarın sohbet mekanı değil !

Dev çıkınca melek girer bu gönle

Ahkam sohbetleri uzun gecelerin karanlığı gibidir.

Işığı güneşte ara, sen çağırsan o gelir.

İnsafsız dünya ağasının kapısında ne kadar bekleyeceksin daha?

Bekleye dur sen hele, "gelecek" diye kahya...

Hazine bulmak istiyorsan dilenciliği bırakma

Bu yolun yolcusunun öğüdü bu, unutma."

Bu dünya görüşüne göre insanı kemale götürecek yegane şey nefsin ıslahı ve terbiyesidir; bu anlamda kişi nefsini terbiye ettiği ve Allah'tan başka hiçbir düşünceye zihninde yer vermediği ölçüde kemale erecek ve mükemmelleşecektir. Arif kişi bunu başarabilmek için dış dünyadan kopmalı, arzu ve isteklerini elinden geldiğince yenerek köreltmeli ve bütün varlığıyla kendi iç dünyasına kapanmalıdır. Onu kemale götürecek yegane yol budur; ilmi araştırmaların, sebep -sonuç ilişkileri üzerine yapılacak tartışma ve incelemelerin, istidlaller ve mantık mukayeselerinin hiçbir faydası yoktur. Mevlana bu inancı şöyle anlatır:

"Mantıkçıların temeli yaş tahtaya benzer

Yaş tahtaya ise ayak basılmaz elbet."[5]

Mevlana diğer bir şiirinde ise bu görüşü şöyle dile getirir:

"Akılcının sözü inci mercan olsa da

Candan söz edenin sözü bambaşkadır

Can bahsi apayrı bir mevzudur şüphesiz

Can kadehi bambaşka can katar canlara."[6]

Netice nedir ? Bilgi ve düşünceyi esas alan felsefeci ya da akılcıya göre bilgi ve mantıkla yürüyen insan sonunda başlıbaşına bir cihan olacaktır; bilgi, düşünce ve mantıktan müteşekkil bir cihandır bu. Ona göre düşünce ve mantık gücüyle yola çıkarak kendisini bilgiyle donatan kişi, neticede bütün varlık alemini -genel de olsa- kendi beyninde şekillendirecek ve zihin gücüyle bu alemin bütününü aklında yansıtarak kavrayabilecektir. Başka bir deyişle hekim -bilge- kişinin varacağı yolun sonu bilgi ve "dünyayı görmek"tir. Peki, "arif"in yolunun sonu nereye varmaktadır acaba? "Arif"in yolunun sonu "varmak"tır, "görmek" değil! Peki, neye varmak ister o ? Hakk'ın zatına ! Ona göre, insanoğlu kendi içini temizleyebilir ve aşk bineğine binerek yoldaki menzilleri daha mükemmel bir insanın (pir) öncülüğü ve kılavuzluğunda kat edecek olursa sonuçta onunla Allah arasında mevcut bütün hicaplar -örtü ve perdeler- ortadan kalkacak ve tasavvufçunun deyişiyle kişi -arif- Allah'a ulaşacak, O'na kavuşacaktır. "Kur'an'da "Likaullah"tan söz edilmektedir" der. Tasavvufçunun varmak istediği ve istekle varacağına inandığı sonuç budur. O, tepeden tırnağa bilgi ve düşünce dünyası kesilme arzusunda değildir, varlık alemini bütünüyle kendi içinde yansıtabilecek bir ayna olabilme peşinde de değildir. O, yansıtmaktan ziyade alemin merkezine varmak azmindedir:

"...Ey insan, şüphe yok ki sen, Rabbine ulaşmak için meşakkatler içinde didinir durursun da sonunda O'na kavuşursun..."[7]

Evet, o makama varan kişi her şeye sahiptir artık, onun her şeyi vardır, ancak bu makama varabilmeyi başaran kimsenin artık hiçbir isteği de kalmamıştır. Meselenin püf noktası da buradadır işte; öyle bir makama varıyorsunuz ki size her şeyi veriyorlar, ancak burada sizin O'ndan başka hiçbir şeye ilginiz yoktur artık. Ebu Said Ebu'l Hayr bunu şu şiiriyle çok güzel anlatır:

"Seni tanıyan kişinin can nesine gerek?

Ev-bark, çoluk-çocuk, nesine gerek?

Aşkınla deli olana iki cihanı verdin

Sana vurgun olana iki cihan ne gerek?"

Evet, hiçbir şey istemediği bir sırada her iki cihanı da bağışlıyorsun ona... Seni tanımadığı sürece her şeyi isteyip durur, fakat o zaman vermezsin. Seni tanıyı verdiği zamansa her şeyi verirsin ona, ancak bu sefer de onun hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmamıştır artık. Seni tanıyan biri ancak seni ister; senden başka hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmaz onun. Zira sen dünya ve ahiretin ötesinde bir gerçek, bütün isteklerin ötesinde bir sevgilisin.

Burada mezkur tasavvufi görüşlerin İslami ölçülere uyup uymadığı bahsine girmeyeceğiz. Zira bu son derece teferruatlı bir açıklamayı gerekli kılmaktadır. Ancak buraya kadarki açıklamalardan sonra asıl konumuz olan kamil insan hakkında tasavvufi görüşün ne olduğu ve tasavvufta kime "kamil insan" denildiği mevzunun belli bir netlik kazandığı şüphesiz. Tasavvufçu görüşünde kamil insan Allah'a ulaşabilen, O'nu bulabilen insandır; bu insan Allah'a kavuşunca bütün Esma ve Sıfat-ı ilahinin mazharı oluverir. Başka bir deyişle O'na kavuşan arif, Zat-ı Hakk'ın kendisinde bütünüyle zuhur ve tecelli ettiği bir ayna durumuna gelir. Daha önceki bahislerimizde felsefecilerin kamil insan olarak tanımladıkları modelin İslam nazarında kamil değil, nispeten kamil insan olduğunu belirtmiştik. Şimdi de tasavvufçu görüşün kamil insan modelini ele alacağız. Burada önce şu soruya belli bir cevap aramak gerekir: İslam'da nefsini tezkiye etme ve nefsini arıtmaya çalışma gibi bir mesele sözkonusu mudur? Bu sorunun cevabının "evet" olduğunu hemen belirtelim, zira mesele, Kur'an'da da sarihen geçmekte:

"Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir..."[8] ve ardarda geçen on bir yeminden sonra Kur'an-ı Kerim mealen şöyle buyurmaktadır: "Kurtuluşa erenler, nefislerini tezkiye edip kendilerini arıtanlardır; nefislerini fasid ve kendilerini tebah edenlerse zavallı olup gitmişlerdir elbet..."

 

İlm-i İfazi

Tezkiye-i nefs İslam nazarında Hakkı tanıma ve Allah'a yaklaşmaya bir vesile midir, yoksa Hakkı tanımanın yegane yolu filozof görüşü savunan felsefecilerin iddia ettiği gibi sadece bilgi, istidlal ve ilimle kavrayış mıdır"? sorusuna verilecek cevap açıktır. Elbette ki Hakkı tanıma ve gerçeğe ulaşmanın yegane yolu istidlal ve karmaşık mantık mukayeseleri değildir. Keza, nefsini tezkiye ve kendini kontrol ediş, Allah'a yaklaşma vesilesidir. Buraya kadar doğrudur, bu anlamda tezkiye-i nefs İslami ölçülere uygun ve esasen İslamidir Nitekim Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) günümüze gelen ve Ehl-i Sünnet ve Şia ulemasınca da rivayet olunup sahihliğinde şüphe bulunmayan bir hadis-i şerifte kırk gün kırk gece boyunca Allah rızası için tertemiz olarak kalmayı -bu müddet zarfında sadece ve sadece Allah'ı hoşnut edecek şekilde yaşamayı- başaran kimsenin kalbinden hikmet ve bilgi kaynayarak, bu hikmet ve bilginin mezkur şahsın kalbinden diline döküleceği bildirilir.[9] Allah rızası için kırk gün kırk gece ihlasla yaşamak... Yâni bu süre zarfında Allah rızasından başka hiçbir amacı, arzusu ve temayülü olmamalıdır o şahsın... Yaptığı ve yapmadığı herşey sadece ve sadece Allah için ve O'nu hoşnut edecek tarzda olmalıdır. Allah için konuşmalı, Allah için susmalı, Allah için bakmalı, Allah için gözlerini sakınmalı, Allah için yemeli, Allah için yememeli, Allah için uyumalı ve Allah için uyanmalıdır...

Kısacası nefsini öylesine öğretmeli, kendini öylesine programlamalı ve ruhunu öylesine ıslah etmelidir ki bu kırk gün kırk gece boyunca bütün beşeri heva ve heveslerden benliğini soyutlamalı, bu sürenin her lahzasını Allah'ı hoşnut edecek şekilde değerlendirmelidir...

Kur'an-ı Kerim'in de buyurmuş olduğu gibi İbrahim Halilullah (a.s) gibi olmalıdır:

"De ki: Şüphe yok; namazım da, ibadetlerim de, diriliğim de, ölümüm de alemlerin Rabbi olan Allah içindir..."[10]

Evet... Hz. Resulullah (s.a.a) de şöyle buyurmaktadır: Her kim kırk gün kırk gece boyunca heva ve heveslerini bütünüyle terk eder ve bütün beşeri istek ve arzularından vaz geçebilirse... Her kim bu süre boyunca. Allah'tan başka hiçbir şey düşünmez ve O'nun rızasından gayrı hiçbir şey arzulamayıp ancak O'nun için davranır, O'nun için durur ve sadece O'nun için yaşarsa... İşte o zaman, yalnız ve yalnız Allah rızasıyla geçirilen böylesi kırk gün kırk geceden sonra marifet ve hikmet pınarları yüreğinden coşup kaynayarak diline dökülüverir...

Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere "ilm-i ifazi" denilen ve içten kaynayıp gelen deruni ilmi İslam kabul etmektedir. Ancak burada şu noktaya da dikkat edilmelidir: İslam, ifazi ilmi kabul ve teşvik ettiği gibi akıl vesilesiyle öğrenilen ilmi de kabul ve bu ilme teşvik etmektedir. Nitekim Hz. Musa'ya (a.s) bu ilmi öğrenmesi emredilir:

"...Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsan etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik. Musa, ona, sana öğretilen gerçek bilgiden bana da öğretmen şartıyla sana uyayım mı? dedi..."[11]

Ayet-i kerimede ilm-i ledun'dan söz edilmektedir.[12] İlm-i ledun, herhangi bir insandan öğrenilmiş bir ilim değildir, inanan ve nefsini tezkiye edebilen mezkur şahsa Allah Teala tarafından verilmiş, onun kendi derunundan diline akıtılmıştır.

Hafız, kırk günlük tezkiye-i nefisle ilgili bu hadis-i şerifi, kendine has şifreli, şiirlerinden birinde pek güzel anlatır:

"Bir diyarda bir yolcu bir sofiye

Bir muamma söylemiş, işte şöyle:

Demiş kırk gün şişesinde durarak

Halis olur şarap, düzelir ancak.

Şu hadis-i şerife de dikkat ediniz:

"Şeytanlar insanoğlunun yüreğinde dolaşıp durmaz ve onun kalbini karartıp tozlara büründürmeselerdi, insanoğlu kalp güzüyle melekleri görebilirdi..."[13]

Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

"Fazla -gereksiz yere- konuşmasaydınız ne güzel olurdu... şu dilin size pek zararı vardır... Sizin kalbiniz rast gele her hayvanın otladığı bir otlak gibi olmasaydı benim gördüklerimi siz de görebilir, benim duyduklarımı siz de duyabilirdiniz..."

Hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi bu sesleri duymak ve görülebileceğine işaret edilen şeyleri görebilmek için peygamber olmak gerekmemektedir. Özünü temizleyen insanlar da -Hz. Meryem gibi- onları görebilir ve duyabilirler.

Hz. Ali (a.s) daha on yaşındayken Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanı başında, onunla birlikte ibadet ederdi, onunla birlikte Hira'ya giderdi. Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ilk vahy indiğinde; bütün alem onun nazarında apayrılaştığında onun duyduğu gaybdan ve meleklerden gelen sesleri Ali de duymaktaydı. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi bunu şöyle anlatır:

"Ya Resulullah, size ilk vahiy indiğinde şeytanın ümitsiz çığlığını duydum" diye arzettim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: "Ya Ali, sen de benim gördüğümü görüyor, benim duyduğumu duyuyorsun, ancak, sen peygamber değilsin"[14]

Bütün bu hadislerden de anlaşıldığı gibi nefsini tezkiye edip özünü temizlemek ve kendini eğitip kontrol edebilmek gibi gayretler sadece insanın kalbini temizlemek ve onu ihlasa kavuşturmakla kalmaz; bunun da ötesinde, insanı fevkalade muazzam yüceliklere de ulaştırır. İnsana öylesine bir halet-i ruhiye elverir ki içinden ilim ve hikmet kaynayıp taşmaya başlar.

Ruhun Yücelmesi ve Alçalması

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) döneminde vuku bulan ilginç bir olay vardır. Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazıları onun huzuruna vararak "Ya Resulullah" derler. "Münafık olmaktan korkarız..." (dikkat ediniz; bunu söyleyenler mü'minlerdir, inananlardır. Ancak, kendi hallerinde meydana gelen bir değişim onları fevkalade tedirgin etmekten ve hemen Resulullah'a, (s.a.a) koşarak bu halin nifak olabilme ihtimalinden duydukları ürküntüyü dile getirmektedirler!...) Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan bu endişelerinin sebebini sorar, cevap verirler: "Zira biz sizin yanınızda bulunduğumuz zaman siz hep faydalı ve etkili şeyler konuşuyor, çok güzel vaaz ediyor; Allah'tan kıyamet ve günahlardan söz açıyorsunuz. Sizi dinlerken o kadar etkileniyor ve öylesine tarifi imkansız bir halet-i ruhiye içine giriyoruz ki hoş mu hoş, güzel mi güzel bir halimiz oluyor. Ancak, sizden ayrılıp da evlerimize gittiğimizde, çoluk çocuğumuzun yanında oturduğumuzda, çok geçmeden halimizin değişmeye başladığını ve yine önceki -sizi adeta hiç dinlememiş gibi- halimize döndüğümüzü hissediyoruz. Ya Resulullah, bu nifak değil midir?" Peygamber-i Ekrem (s.a.a) "Hayır" buyurdular, "Bu nifak değildir, nifak iki yüzlülüğe, iki zıt niyetliliğe denir. Sizin sözünü ettiğiniz ve içinde bulunduğunuz durum nifak değil, iki değişik hale girmedir. Kimi zaman insanın ruhu yücelir, kimi zamansa alçalır. Benim yanımda bulunduğunuz ve bu sözleri duyduğunuz zaman elbette değişiverirsiniz. Eğer bu haleti -benim yanımda olduğunuz zaman size elveren halet-i ruhiyeyi- koruyabilir ve bu halde kalırsanız meleklerle görüşüp tanışır, ayağınız ıslanmaksızın suyun üzerinde yürüyebilirsiniz."[15]

Evet, mezkur durum insanda meleke ve huy haline geldiğinde insan böylesine yücelebilir.

Bence Sadi'nin meşhur kıtasında anlatılanlar işte bu hadis-i şerifin tercümesi olsa gerektir.[16] Sadi, Hz. Yakub'un (a.s) duygularını başka bir şekilde dile getirir:

"Oğlunu yitiren o ihtiyara

Ey temiz insan, dediler,

Mısır'dan gömleğinin kokusunu aldın da onun,

Kenan illerinde kuyuda olduğunu neden bilemedin?

Bu şiirinde Sa'di, Hz. Yakub'la Hz. Yusuf aleyhisselamların kıssasına işaret eder: Hz. Yusuf (a.s) Mısır'da kardeşlerini görür ve kendisini onlara tanıtır; sonra da babası Yakub'a (a.s) götürmeleri için gömleğini onlara verir. Ancak onlar henüz yoldayken Hz. Yakub (a.s) meseleyi hisseder:

"...Şu gömleğimi alın da götürün, babamın gözlerine sürün, iyileşir, görmeye başlar. Bütün ailenizle gelin buraya. Kervan Mısırdan ayrılınca -henüz yokdayken- babaları, bana bunak demeseniz bari, Yusuf'un kokusunu duyuyorum dedi..."[17]

Sa'di, şiirinde bu meseleyi ele alır ve "Hz. Yakub'dan (a.s) şöyle sordular"der: "Sen ta Mısır'dan Yusuf'un (a.s) kokusunu aldın da kendi mıntıkan olan Kenan'da bir kuyuda olduğunu o zamanlar nasıl anlayamadın?"

Sa'di, bu soruya Hz. Yakub'un (a.s) lisan-ı haliyle şöyle cevap verir:

"O -Hz. Yakub- şöyle cevap verdi:

Dünya halimiz şimşeğin[18] çakışına benzer,

Şimşek gibi birden çakar, sonra yok olur.

Hafız'ın şiirinde de şöyle anlatılır:

"Leyla'nın evinden bir şimşek çaktı seherde

Başı sevdalı Mecnunun harmanını ne etti bir bak!"

Sa'di, Hz. Yakub'a (a.s) yöneltilen soruyu ve onun lisan-ı haliyle bu soruya verdiği cevabı anlattıktan sonra şöyle der:

"Ey derviş, şu halinle sabit kalsaydın eğer

Her iki cihanı da aşıp geçerdin elbet."[19]

Arif bulunduğu halde kalmayı başarabilirse, iki alemin ötesine gider.

Kamil İnsanın Seyir ve Hareketi

Meselenin bu noktasında konuya tam bir netlik kazandırabilmek ve buraya kadar söylediklerimizi yine sağlam bir senetle pekiştirebilmek için Nehc-ül Belağa'dan bir bölüm aktarmanın faydalı olacağı inancındayız. Özellikle gençler, bu gibi konuları Nehc-ül Belağa'dan duymayı tercih etmekte, onu tatmin edici bulmaktadırlar bugün. Biz defalarca bunu söyledik, yine de söylüyoruz; Nehc-ül Belağa da Hz. Ali'nin kendisidir -tamamiyle onun görüşlerini yansıtmaktadır- diyoruz. İnsanoğlunun sözleri onun tıpkı kendisi demektir. Zira söz, ruhun tecellisidir; insan, dilinin altında gizlidir. Bu sebepledir ki aşağılık ruha sahip olan bir insanın ağzından çıkan sözler de aşağılık, yüce bir ruha sahip olan bir insanın sözleri de yüce ve değerli olmaktadır. Keza, tek boyutlu bir ruhun kelamı tek boyutlu; çok boyutlu bir ruhunsa kelamı da çok boyutludur. Bu durumda "zıtların toplamı" bir kişiliğe sahip olan Hz. Ali gibi bir insanın konuşmaları da "zıtların toplamı" olacak ve türlü mevzu ve özellikleri bir arada işleyecektir. Onun konuşmalarında tasavvuf ve irfan da vardır, öyle ki irfanın doruğunda olduğunu fark edersiniz; sözlerinde felsefe de vardır, felsefenin doruğunda olduğunu görürsünüz; hürdür o, hürriyetin doruğunda; kahramanlıktan sözeder kahramanlığın doruğunu görürsünüz onda; ahlaktan söz eder, ahlakın en yücesini duyar, en güzelini bulursunuz onda; o Ali'den söz eder; Nehc-ül Belağa'da bizzat Ali'yi bulursunuz. Bir konuşmasında irfan yolcusunu şöyle anlatır:

"Aklını diriltmiş, nefsini öldürmüştür o; öyle ki dinin izin verdiği ölçüde perhiz ve riyazette bulunmuş tahammüllü kılmıştır onu, ruhunun katılığını letafet ve yumuşaklığa dönüştürmüş, ruhu latif mi latif berrak mı berrak oluvermiştir. İşte bu halde iken ansızın bir kıvılcım çakıverir ta içinden, yolu apaydınlatır ona. Ardından, menzilden menzile yürümeye başlar, gider de gider; sonunda onun arzusu olan son menzile, selamet menziline varır..."[20]

O halde "Kamil insan salik insan mıdır ya da nefsini terbiye edip özünü temizleyen insan mıdır?" sorusuna İslam'ın verdiği cevap "evet"tir. Hatta bunun da ötesinde; kamil insan elbette saliktir, selamet kapısı denilen durağa varabilmek için menzilden menzile koşar, kurtuluşa erişebilmek için nice yollar kat eder, nice merhaleleri geride bırakır. Hakka yaklaşmak, Rabbinin yakınlığını kazanabilmek için didinir de didinir... Bu yolda o kadar ilerler ki, onunla Rabbi arasında hicap kalmaz; Rabbini gönül gözüyle görebilecek merhaleye varmak ister ve varabilir de. Bu noktaya varabildiğinde artık bizim gibi herhangi bir insan olmaktan çıkmıştır o, yücelmiş, yükselmiştir. Bu durumda bizler gibi, mesela, eserlerini müşahede yoluyla yaratıcısını tanıma gayretinde değildir artık. Gökyüzüne bakıp Allah'ı hatırlamaya, O'nu tanıyabilmek ve var olduğunu kavrayabilmek için yeryüzünde mütalaalarda bulunmaya, bir yapraktaki yaratılış sırlarını incelemeye ihtiyacı kalmamıştır artık onun. Zira varmış olduğu bu merhaleden sonra Allah'ın varlığı bir yapraktan, yer ya da gökyüzünün yaratılış sırlarından çok daha net ve aşikar oluvermiştir onun için.

İmam Hüseyin (a.s) şu sözlerinde buna işaret etmemiş midir: "Senden başkası için sende bulunmayan bir zuhur mu sözkonusudur."[21]

Bir gün adamın biri Hz. Ali'ye (a.s) Allah'ı görüp görmediğini sorar. Hz. Ali (a.s) "Elbette" der ve ekler: "Görmediğim bir mabuda ibadet etmem ki ben... Ancak sanma ki gözle görüştür bu; sanma ki Allah'ın belli bir mekan ve yönde olduğu anlamını verir bu; hayır; ben mabudumu şu kafatasındaki gözlerle değil, gönül gözleriyle görmüş, kalp gözüyle müşahede etmişimdir."[22]

İrfan Ekolü Üzerine Bazı Eleştiriler

1- Aklı küçümseme:

Bu inanç çerçevesinde ve buraya kadar tasavvufun ve irfanın kamil insanı, İslam'ın onayladığı bir modeldir; bu anlamda kamil insan -bu ölçüye kadar- İslamidir ve İslam'ın kamil insanının özelliğini taşır. Ancak bu model, İslam'ın kamil insanının bütün özelliklerini taşımaz ve "her şeyiyle kamil" değildir. Zira tasavvufçu dünya görüşü bazı şeyleri oldukça küçümser ve tahkir eder, oysa ki İslam buna karşıdır -mezkur mesele, İslam nazarında tasavvufçuların tespit ettiği gibi önemsiz ve değersiz değildir-. İşte bu sebepledir ki tasavvufun kamil insan modeli "kamil değil, "kısmen kamil"dir.[23]

Tasavvufta ilim ve akıl pek küçümsenir.

Ancak, şunu unutmamak gerekir ki İslam gönülden kaynaklanan ve kalbi olarak tanımlanan değerler hususunda kalbi kabul ettiği gibi aklı da kabul eder. Yâni birini alabildiğine yüceltip ötekini aşağılamaz. İslam gönlü kabul ettiği gibi aşkı da kabul eder; sezgiyle ve sevgiyle ulaşılan ilahi gerçeğe evet der. İslam tasavvuf ve irfanı kabul eder, seyr-ü süluku kabul eder; ancak bunun yanında aklı da kabul eder, düşünme, istidlal ve mantığı asla küçümsemez, bilakis; düşünme, istidlal ve mantığa fevkalade saygı gösterir. Nitekim bu akımların ardından gelen İslami düşüncelerde hem akla hem de kalbe gereken önemin verilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Şeyh-i İşrak Şihabeddin Suhreverdi, Molla Sedra Sadr-ül Müteellihin Şirazi vb.'leri bu konuda örnek verilebilir. Sözkonusu şahıslar aklı ve kalbi İslami ölçülerde birleştirmiş, özellikle Molla Sadra, Kur'ani çerçeveden bu iki düşünceye gereken önemi vermiş ve irfanla aklı birbirinden ayrı olarak işlememiştir. Onun eserlerinde, mesela, Ebu Ali Sina'da olduğu gibi kalbin küçümsendiğini,[24] tasavvufun tahkir edildiğini göremezsiniz. Tasavvufu küçümsemediği gibi; kimi tasavvufçuların yaptığını yapıp aklı ve düşünceyi de küçümsememiş; her ikisine de saygıyla yaklaşmıştır.

Kısacası İslam ne bilgi ve aklı, ne de aşkı ve kalbi küçümsemiş değildir; bunların yegane kurtuluş vesilesi olduğunu kabul etmediği gibi, herhangi birinin gereksiz veya önemsiz olduğu görüşünü de reddeder. Zira Kur'an'ın kamil insanı, aklen de kemale ermiş insandır.

2- Mutlak içe dönüklük:

İrfan ve tasavvufun kamil insanıyla ilgili, İslam'ın katılmadığı bir diğer nokta da şudur:

Tasavvuf ve irfanda yalnızca "içe dönük olma" söz konusudur, "dışa dönük"lük son derece sönük kalmıştır; ferdi boyutu güçlü, içtimai boyutu ise bir o kadar zayıftır. İrfanın kamil insanı sosyal bir insan değildir; kendi içine kapanmış, kendi -iç- meseleleriyle ancak uğraşabilen, dış dünyayla ise neredeyse hiç ilgilenmeyen bir insandır.

Oysa ki İslam'ın kamil insanı, tasavvufun sözünün ettiği gönül, aşk, süluk, ilm-i ifazi, ilm-i manevi ve tezkiye-i nefs gibi özellikleri taşıyor olmasına ilaveten aynı zamanda dışa dönük ve sosyaldir de... İslam'ın kamil insanı her zaman içine kapanık değildir; evet, geceleri içine kapanıp kendi iç meselelerine dalabilir, ibadetin doruğunda bir arif kesilir; ancak her halükarda gündüzleri toplumun içinde yaşar ve sosyal hayata katılır. Hz. Hüccetullah Mehdi'nin (a.s), Allah Teala onun zuhurunu çabuklaştırsın inşallah- ashabını anlatan rivayetler de onun ashabının en mükemmel müslümanlar arasından seçilmiş örneklerden müteşekkil olduğu geçer ve bu seçkin mü'minlerin şu vasfından söz edilir:

"Geceleri rahip, gündüzleri aslandırlar..."

Yâni geceleyin onların yanına gidecek olursan karşında bir rahip bulursun; dünyadan elini eteğini çekmiş, adeta dağlarda mağara köşelerinde inzivaya çekilmiş, ibadetten başka bir şey düşünmeyen dervişler gibidirler. Ancak, onları gündüzleyin görürsen şaşırırsın, tıpkı birer aslan oluvermişlerdir. Gecenin rahipleri, gündüzün aslanlarıdır onlar...

Kur'an-ı Kerim bütün bu sıfatları bir araya toplayarak bu mü'min insanlardan şöyle söz eder:

"...Tövbe edenler, ibadette bulunanlar, hamd edenler, oruç tutanlar, savaş veya bilgi elde etmek için diyardan diyara gezenler, rüku edenler, secdeye kapananlar, iyiliği emredenler, kötülüğü nehyedenler ve Allah sınırlarını koruyanlar. İşte bu inanmış kişileri de müjdele..."[25]

Görüldüğü gibi yukarıdaki ayet-i kerimede inananların her iki boyutundan da söz edilmektedir. Ayetin "Secdeye kapananlar" a kadar ki bölümü müminlerin ferdi ibadetleri ve iç dünyalarıyla ilgili vasıf ve faaliyetlerinden söz etmekte; ardından hemen sosyal boyutları vurgulanmaktadır.

Yine başka bir ayet-i kerimede inananlar şöyle anlatılır:

"...Muhammed Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunalar, kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları görürsün ki rüku etmekteler, secdeye kapanmaktalar. Allah'tan lütuf, ihsan ve razılık dilerle. Yüzlerinde secde eserinin alametleri görünmededir ve onların bu vasıfları Tevrat'ta da vardır ve onlara ait bu vasıflar İncil'de de var; adeta ekilmiş bir taneye benzer ki filiz vermiştir, derken filizi kuvvetlenmiştir; derken kalınlaşmıştır da dümdüz boy vermiştir; gövdelerine dayanıp yücelmiştir; ekincileri şaşırtır, sevindirir, kafirleri bununla kızdırıp yerindirmek için. Allah, inananlara ve iyi işlerde bulunanlara mağfiret ve pek büyük bir mükafat vaadetmiştir..."[26]

Yukarıdaki ayet-i kerimede Hz. Resulullah (s.a.a) ve onunla -inançta- beraber olanlar anlatılmakta ve önce sosyal yönleriyle vasfedilmektedirler. Hz. Resul (s.a.a) ve beraberindekilerin gerçeği gizleyen kafirlere ve hak ve hakikate karşı düşmanlık ve inat besleyen inkarcılara karşı müsamahasız ve çetin olduklarını; inananlara karşıysa alabildiğine merhametli ve müşfik davranıp adeta bir rahmet bulutu kesildiklerini hatırlatmaktadır. Ayetin buraya kadarki kısmı, onların toplumcu ve sosyal yönlerini anlatmaktadır. Ardından aynı insanları bir de diğer vasıflarıyla anlatır, onların iç dünyalarından; ferdi hayatlarından söz eder. Hayatlarının bu boyutunda aynı insanlar rüku etmede, secdeye varmada, Allah'a yakarak O'ndan daha fazla razılık ve hoşnutluk dilemededirler. Bu boyutta varabildikleri yer ve elde edebildikleri rızaya iktifa etmemede ve Allah'ı daha fazla razı etmeye; O'nu kendilerinden daha fazla hoşnut kılmaya çalışmaktadırlar. Alabildiğine artırmaya çalıştıkları şey dünya ve dünyalık değildir yâni; onların yegane arzusu Allah'ın rızası ve O'nun hoşnutluğudur; onların nazarında en üstün ve en yüce değerdir bu. Yine aynı şahısların yüzlerinde secde ve ibadetlerinin alametleri görülür, itaatleri yüzlerine aksetmiştir onların... Burada şu noktayı hemen hatırlatalım ki ayet-i kerimede bahsi geçen ibadet ve kulluk, İslam'ın kamil insanının nice boyutlarından biridir sadece. İşte bu noktada İslam'ın kamil insanıyla tasavvufun kamil insanı birbirinden ayrılmaktadır. Tasavvufun kamil insanı için tek bir boyut vardır, o da ibadet ve maneviyat... İslam'ın kamil insanında ise ibadet ve maneviyat, nice kemal boyutlarından biri durumundadır yalnızca... Şu da var ki pek çok tasavvufçu, İslami araştırma sonucu tasavvufun bu zaafını fark etmiş ve eserlerinde bu hataya dikkat çekmişlerdir. Ancak yine de bu ifratın tasavvufta yer-yer gözlemlendiğini unutmamak gerekir. Yâni "içe dönüş"lülük öyle bir noktaya varmıştır ki kişinin "dışa dönük" yönü tamamen yok olmuştur! İslam'ın tasvib ettiği bir durum değildir bu...

3- Nefsi öldürme:

Meselenin bu noktasında değinmek istediğim bir başka mevzu daha var: "Nefsini öldürme" meselesi...

İslami metinlerde "Nefsi öldürme" tabiri yoktur, "Ölmeden önce ölünüz" tabiri vardır. Bu tabirde anlatılanın ne olduğu ise aşikardır; maksat nefsini terbiye ve tezkiye edip kendini eğitmek ve kontrol edebilmektir. Kimi şairlerin şiirlerinde nefsini öldürme tabiri sık-sık kullanılsa da amacın nefsi ıslah ediş olduğu ortadadır. Başka bir deyişle kişinin kendini alabildiğine ezip kırması, kişiliğini alabildiğine horlayıp küçümsemesi bencil olmamayla eş tutulmuştur tasavvufta... İrfani ve tasavvufi akımda bu mesele etrafında öylesine yorumlar ve beyanlarda bulunulmuştur ki; İslam'da son derece önemli bir nokta olan "nefsin kerameti" ya da "kişiliğin değeri" adeta unutuluvermiştir. Üzerinde önemle durulması gereken bir noktadır bu... Tasavvufla ilgili bahsimizin başlangıcında da belirtmiş olduğum gibi tasavvuf ve irfan konuları bir hayli çekici olduğundan ve tasavvufçular kamil insan konusundaki görüşlerini pek çok ilginç nesir ve şiirlerle gündeme getirdiklerinden onların bu mesele etrafındaki görüşleri halkımızı pek fazla etkilemiş ve halkın kaderini önemli ölçüde etkisi altına almış durumdadır. Yâni toplumumuzda kamil insan, daha çok tasavvufçuların tanımladığı model olmuştur bugün. Bu cihetle tasavvufun tanımlamış olduğu mükemmel insan tipi üzerinde biraz daha etraflıca durmanın faydalı olacağı inancındayım.

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)

 

 

8. Oturum

 

 

İRFAN EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ

(1)

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[27]

İslam nazarında kamil insanın ne olduğu ve nasıl olması gerektiği meselesini açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız bu sohbetin buraya kadarki bölümlerinde insanın kendi kendisinden soyutlanabilen yegane varlık olduğunu ve bu yönüyle bütün diğer varlıklardan ayrıldığını belirtmiştik. Daha açık bir deyişle taş olmayan bir taşa, kedi olamayan bir kediye, köpeklik hassalarını bütünüyle yitirmiş bir köpek ya da hemcinslerine mahsus özelliklerden tamamen yoksun bir kaplana rastlayabilmek mümkün değildir. Mesela yeryüzündeki bütün kaplanlar, kaplanlara mahsus olan ve insanlarca "kaplanlık" hassaları" olarak adlandırılan birtakım içgüdüsel vasıflar taşır ve bu vasıflara uygun davranışlar gösterirler. Halbuki insan için durum hiç de böyle değildir; o, insanlığı öğrenmek ve bunun için birtakım eğitim ve öğretimlerden geçmek zorundadır, insanoğlunun "insaniyeti" olarak nitelendirilen yönünün onun biyolojik yapısıyla alakalı olmadığı unutulmamalıdır. Eskilerin "adam olma" dediği ve öteden beri "insanlık" olarak adlandırılan şeydir bu. Sa'dı'nin de dediği gibi

"İnsanoğlunun canı, insanlık ruhuyla değer kazanır

Giyim kuşam insanlık alameti değildir asla."

Evet, doğru bir tabirdir bu... İnsanoğlunun insanlığı biyolojik ya da tıbbi teşhislerle elde edilebilecek ve bu ilimlerin laboratuarlarında gözlemlenebilecek bir değer değildir asla... İnsan olmakla insan şeklinde bir mahluk olarak, yâni insanın biyolojik yapısıyla mücehhez olarak dünyaya gelmek ayrı şeylerdir. Bu yapıyla dünyaya gelen herkes "insanlaşmış bir insan" demek değildir. İnsanlaşmayı öğrenecek ve doğru bir eğitim ve terbiyeyle insanlaşacaktır ancak. Bir insan anadan doğma alim olamayacağı gibi, anadan doğma "insan"da olamaz. Dünyaya gelen her insan nasıl bilfiil değil, bilkuvve alim ise; insanlığının da aynı hassaya sahip olduğunu ve dünyaya gelen bir bebeğin henüz bilfiil değil, bil kuvve "insan" ya da eskilerin tabiriyle bil kuvve "adam" olduğunu unutmamak gerekir. Meselenin bu noktasında hiç kimse anadan doğma "insan" olmadığına ve herkesin "insan" olması gerektiğine göre "insanlık" ya da "adam olma" nedir? sorusu gelmektedir akla... İnsanlığın ne olduğunu bir zoolog ya da bir tıp hekiminin açıklaması beklenemez. Çünkü mesele biyolojik bir olaydan ibaret değildir. Mevcut dünya görüşleri arasında en maddeci olanları dahi bu gerçeği inkar edememektedir bugün. "İnsanlık" denilen şeyin inkar edilemez bir değer olduğunu, ancak maddi ölçülerle de algılanmayacağını onlar da kabul etmişlerdir. Bu cihetle bahsimizin geçen bölümlerinde de insanın kendi kendisinin manevi penceresi olduğunu vurgulamış ve bu gerçeği önemle belirtmiştik.

İnsanoğlunun maddi şeyler dışında başka birtakım şeylerin de var olduğunu ve bunların maddi ölçülerle algılanamayacağını laboratuar gözlemleriyle müşahede edilemeyeceğini kavrayabilmesi ve kendi kendisinden yola çıkarak madde ötesi maneviyatı sezebilmesi için bu pencereye yönelmesi ve bir de oradan görünen dünyanın gerçekleriyle tanışması gerekir. Bu dünyanın en bariz gerçeklerinden biri olan "insan oluş" ya da "insanlık"ın madde ötesi bir hakikat olduğunu ve ölçülerinin maddeyi tamamen aştığını bugün en maddeci ideolojiler dahi kabul etmek zorunda kalmış ve bundan "insani değerleri" ya da insanın maddi olmayan yönü olarak bahsetmişlerdir.

O halde bizim yapmak istediğimiz şey İslami ölçülere dayanarak asil insani değerleri tanımak ve tanımlayabilmekten başka birşey değildir. Başka bir deyişle İslam nazarında asil insani değerlerin ne olduğunu anlamak durumundayız. Bunun için de diğer dünya görüşleri ve düşünce ekollerinin doğru bir muhasebesini yapmak ve bu muhtelif görüşleri inceleyerek gerekli eleştirilerde bulunmak gerekir. Eleştiriden maksadın da sırf yanlışları yakalamak ya da öylesine reddetmek olmadığını da göz önünde bulundurmalıyız. Aksi takdirde herkes bir fikir öne sürecek ve insani değerler şunlardan ibarettir diyerek kendi görüşlerinin doğruluğunu iddia edecektir. Daha kötüsü, birinin ortaya çıkıp da "Hayır efendim, şöyle değil de böyledir" ya da "Neden şöyle olmasın?" şeklinde bir öneri veya itirazda bulunmasıdır. Ancak, muhtelif dünya görüşleri ve düşünce ekolleri dikkatli bir inceleme ve eleştiriye tabi tutularak İslami ölçü ve kıstaslarla değerlendirildiğinde güvenilir ve mantıki sonuçlara varılacak ve rahatça "insan meselesiyle ilgili İslami değerler şunlardan ibarettir" denilebilecektir.

Doğru bir inceleme ve sıhhatli bir eleştiri, tıpkı bir sarrafın yaptığı gibi elindeki malzemeleri güvenilir bir mihenk taşına vurmak ve sağlam kıstaslar ve ölçülerle bunları değerlendirmektir. Sarraf, elindeki akçeyi mihenk taşına vurarak onun ayarını anlar; bu ölçüden geçirerek onun ne kadarının halis altın, ne kadarının gümüş ve ne kadarının başka karışımlardan ibaret olduğunu tesbit eder. Yoksa, eleştirmek demek, o şeyi bütünüyle reddetmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu anlamda yapmamız gereken şey, felsefeciler, tasavvufçular ve diğer düşünce ekollerinin öne sürdükleri görüşleri İslami ölçü ve kıstaslarla karşılaştırmak bunların ne derece doğru ya da yanlış olduğunu tesbit etmektir.

Hatta bu durumda İslam'ın bu konularda göstermiş olduğu hassasiyet, ehemmiyet ve tepki derecelerine bakarak mezkur değerlerin yüzdelik nispetini hesaplayabilmek ve bu orana göre onları belli bir sıralamaya tabi tutmak da pekala mümkün olabilecektir.

Kimi zaman bazı aceleciler ortaya çıkarak "Efendim, asil İslami değerleri anlatın yeter, biz anlarız..." diyebilirler. Ancak bu yaklaşımın doğru olmadığını ve muhtelif düşünceleri etraflıca ele alıp incelemeksizin doğru dürüst bir sonuca varılamayacağını bilmek gerekir. Bu sebeple biz mezkur düşünce ve dünya görüşlerini incelemeye devam edeceğiz.

Bazı Ariflerin Aklı Küçümsemesi

Bir önceki bölümde tasavvufi düşünceyi ele almış ve bu akımı incelemiştik.

Tasavvufçu dünya görüşü; hatta diğer mistik görüşlerden son derece farklı olup pek çok konuda İslami zemineler arz eden ve kamil insanı İslam'ın kamil insanına oldukça benzeyen "İslam tasavvufçu dünya görüşü" dahi eleştiri konusudur.

İrfan okulu ya da tasavvufi dünya görüşü diyebileceğimiz bu düşünce türünün kamil insan mevzuunda eski ve yeni bütün düşünce okullarından daha zengin olduğunu itiraf etmek gerekir. Ne geçmişteki düşünce okulları bunlar kadar yaklaşabilmiştir kamil insan meselesine, ne de günümüzün çağdaş düşünce okulları. Ancak yine de, bu düşünce okulunun da eleştirilmesi gereken görüşler öne sürdüğünü gözden kaçırmamak gerekir. Bahsimizin geçen bölümünde tasavvufçu dünya görüşünün sunduğu kamil insan modelinin üç esas konuda eleştiriye tabi tutulması gerektiğini belirtmiş[28] ve bunlardan birinin "akıl" meselesi olduğunu söylemiştik. Tasavvufçular aklı haddinden fazla küçümsemiş, hatta aklı ve akli delilleri "geçersiz" sayacak kadar ileri gitmişlerdir. Tasavvufçuların "aşk mertebesi"ni akıldan çok daha üstün saydıkları bir gerçek. Hafız, bunun "Aşk, akıldan çok daha üstündür elbet" dizesiyle dile getirir. Ancak, tasavvufçuların aklı küçümseme konusunda kimi zaman aşırıya kaçacak kadar ileri gitmişlerdir. Araştırma ve istidlal gibi şeyler tasavvufçular nazarında bütünüyle değersiz ve geçersiz şeyler olarak tanımlanmış ve hatta aklı "hicab-ı asgar" ya da "hakikatleri görmeye engel olan küçük örtü" tabiriyle tanımlayacak bir noktaya gelmişlerdir. Bu yüzdendir ki herhangi bir bilgenin, hakikatleri idrak noktasında belli bir mertebeye varabilmiş olmasını büyük bir hasretle karşılamışlardır.

Tarihte, bununla ilgili ilginç bir vakıa zikredilir: Ebu Ali Sina, tanınmış bir bilgindir. Dördüncü yüzyılın sonları, beşinci yüzyılın başlarında yaşamış, 428'de vefat etmiştir. Katı bir akılcı ve titiz bir araştırmacı olan bu büyük İslam bilgini, dönemin bir hayli tanınmış büyük tasavvufçularından Ebu Said Ebu'l Hayr ile çağdaştır. Bilindiği gibi Ebu Ali Sina Mavera-un Nehr adı verilen mıntıkada doğmuş, ilk yıllarını Buhara ve Belh'de geçirmiş; ancak kendisini zorla saray uleması yapmak isteyen Sultan Mahmud'un elinden kurtulabilmek için doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalarak Nişabur'a gitmiştir. Ebu Ali Sina Nişabur'da Ebu Said Ebu'l Hayr'la görüşür; tarihin kaydettiğine göre biri büyük bir bilim adamı, diğeri de büyük bir tasavvufçu olan bu iki tanınmış sima, tam üç gün üç gece halvet eder, konuşurlar. Bu müddet zarfında cemaat namazları dışında ne dışarıya çıkar, ne de kimseyle konuşurlar. Üçüncü günün sonunda Ebu Ali Sina oradan ayrılır. Kendisine Ebu Said'i nasıl bulduğunu sorarlar, Ebu Sina "O" der. "Bizim bildiğimiz şeyleri -basiretiyle- görmekte". Daha sonra Ebu Said'e gider ve ona da "Ebu Sina'yı nasıl buldun? diye sorarlar. Ebu Said şu cevabı verir: "Bizim görebildiğimiz her şeyi o kör (!) asasıyla gelip buluyor ve görüyor! Biz nereye gittiysek bu kör (!) de gelip bizi buldu!..."

Evet... Bu Said'in verdiği bu cevap, tasavvufçuların aklı ne derece küçümsediklerini, istidlal ve bilimi ne derece tahkir ettiklerini sarih bir şekilde gözler önüne sermekte.

Bizim, tasavvufla ilgili özellikle vurgulamak istediğimiz nokta şu: Akıl konusunda Kur'an-ı Kerim'in, hükmüyle tasavvufçuların görüşleri yan yana koyulacak olursa yekdiğeriyle uyum arz etmeyecektir... Yâni bu durumda iki farklı görüş çıkacaktır karşınıza. Zira Kur'an-ı Kerim, tasavvufçuların tersine, akla önem verir; akli bulgulara, bilgi ve araştırmaya saygı duyar.

Hz. Ali'ye (a.s) bakınız; Sünni olsun Şii olsun bütün mutasavvıf ve arifler kendi silsilelerini ona dayandırırlar;[29] irfan ve tarikatlerin hemen hepsi sonunda ona kavuşur; yetmişi aşkın tarikat arasında Ebu Bekir'le son bulan bir silsile dışında hepsi Ali'yle son bulur, yine bütün urefa, tasavvufçu ve tarikatçılar onu zamanın en ileri kutbu ve mürşidi (Kutb-ül arifin) olarak kabul ederler. Keza İbn-i Ebi'l Hadid'in de dediği gibi tasavvufçuların o güne değin yazmış oldukları bütün kitaplarındaki hakikatleri, o Nehc-ül Belağa'sında dört satırda hülasa etmiştir. Ancak, yine de aynı insan Nehc-ül Belağa'sında muazzam akli ve mantıki istidlaller de öne sürmekte ve gelmiş geçmiş bütün filozoflara parmak ısırtacak bir bilgelik örneği sergilemektedir.

Kısacası Ali (a.s) aklı asla horlamamış, mantığı küçümsememiştir.

O halde İslam'ın kamil insanıyla tasavvufun kamil insanı arasında şu belirgin fark vardır: İslam'ın kamil insanı akli boyutta da gelişmiştir, aklı onun varlığının önemli bir parçası durumundadır. Tasavvufun kamil insanı ise akla önem vermediği gibi, onu küçümser de aynı zamanda. Bir diğer mesele de, diğer oturumda da açıklandığı üzere "topluma eğilim" konusudur. Gerekirse bu konuyla ilgili olarak da ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

Tabiattan Yüz Çevirme

Tasavvufla ilgili diğer bir eleştiri konusu, tasavvufa hakim olan "Ne istersen kendinden iste, herşey senin içinde vardır" mantığıdır. Bundan maksat gönüldür, ne istersen gönülden iste, batınından iste demektir.

İrfan ve tasavvuf okulu batıncı, ya da "içe dönük"lülüğü, "iç dünyasına yöneliş"i esas alan bir okuldur. Tasavvufi dünya görüşünde gönül, alemden daha büyüktür. Bu görüşte söz konusu ruh[30] ya da gönül bir tarafa, bütün alemi de öbür tarafa koyacak olursanız insan gönlünün bütün alemden daha büyük -ve değerli- olduğunu görürsünüz Onlara göre alem "küçük insan", gönül ise "büyük insan"dır. Keza bu inanışa göre insan gönlüyle alem iki ayrı yere oturtulduğu için bilinen varlık dünyası "küçük alem" insan gönlü "büyük alem" olarak tanımlanır. Yâni bizim büyük alem olarak tanımladığımız varlık dünyası, tasavvufçulara göre küçük alemdir, büyük alem onlara göre insanın kendi gönlünden, kendi iç aleminden başka birşey değildir. Başka bir deyişle insanın içinde bulunduğu şu alem küçük insandır; büyük insansa senin içinde bulunduğun şey değil, senin içinde bulunan şeydir.

 Mevlana'nın da deyişiyle:

"Ademoğluysan eğer, onun gibi davran

Bütün zerreleri kendi varlığında gör.

Nehirde olmayan ne var ki testide?

Şehirde olmayan ne vardır ki evde?

Şu cihan bir testidir, gönül tıpkı bir nehir

Şu cihan bir odacık, gönül bir büyük şehir...[31]

Evin bir odasında mevcut olan bir şeyin o evin bulunduğu şehirde mevcut olmadığını söyleyebilir miyiz? Ev, zaten şehrin bir parçasıdır, evde mevcut olan herşey, aslında şehirde mevcut olan şeylerin birer örneği durumundadır. Keza, su testisinin içinde bulunan, nehir de bulunanların bir parçası değil midir? Aynı şekilde şu soru da yerinde olacaktır: İnsan önce şehre mi girer, eve mi ? Açıktır ki evi şehirde bulunan bir insan, önce şehre girecektir. İnsan, su testisi ya da içinde su bulunan herhangi küçük bir kaba mı gider, yoksa nehre mi? Açıktır ki su arayan herkes, küçük bir testiyi değil, nehri tercih edecektir.

İrfan ve tasavvufun temeli içe dönüklülüğe, gönül ve batına yönelişe; kısacası dış dünyadan vazgeçip iç dünyaya teveccühe dayanır. Mutasavvıf kişi içe dönüktür; hatta dışa ait bütün değerleri de reddeder. Aranan değerin, yâni "Hakk"ın dış dünyada bulunup bulunmayacağı sorusuna "Hayır" der; ona göre bu değere ancak iç dünyada rastlayabilmek ve bu değeri ancak iç dünyada -gönül- bulabilmek mümkündür:

"Yıllardır gönül, tılsımlı küreyi ister dururdu bizden

Kendisinde var olanı ellerden isterdi bilmeden.

Alem sedefinin dışındaydı aradığı inci aslında

O ise aranır dururdu sahile çarpan sedefler arasında

Allah deyip dururdu gönül fukarası biri

Her an onunlaydı Allah; görmüyordu gözleri...

Dün gece müşkülümü açtım bilge dervişe

Bir bakışta her müşkülü halleden biri işte.

"Her şeyi gösteren şu tılsımlı küreyi

Ne zaman verdi sana? Söyle derviş gerçeği"

Dedim ona. Dedi ki: "Kal-u beladan beri

Ve ekledi: Darağacını şereflendiren dostun suçu

Sırrı açıklamaktan ibaretti"...

Evet; insanın kendi iç dünyasına dikkatle eğilebilmesi hususunda tasavvufçular hakikaten alabildiğine ilerlemişlerdir. Mesnevinin altıncı cildinde Mevlana temsili bir hikaye anlatır; adamın biri Allah'a yalvarıp bir define bulmayı nasip et bana dermiş. Adamın bütün dileği bir define bulabilmekmiş. Daima Allah'a yakarır ve "Allah'ım "dermiş, "Bunca insan yaşadı yeryüzünde, niceleri nice defineler gömdüler toprağa. Kendileri ölüp gittiler, o definelerse öylece toprak altında durmada şimdi... Ne olur sanki onlardan birinin yerini bana bildirsen..." Evet, adamcağızın gece gündüz bütün işi böylesine yalvarıp ağlayarak Allah'tan bir define göstermesini istemekti. Sonunda bir gece uyuyakalmışken bir rüya gördü; rüyada bir adam karşısına çıkıp "Allah'tan dilediğin nedir?" diye sordu ona: Adamcağız sevinçle "Bir define istiyorum O'ndan" dedi. Bunun üzerine rüyada ona görünen şahıs "Pekala" dedi, "Ben, Allah Teala tarafından sana bir definenin yerini bildirmekle görevlendirildim. Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Yanına bir ok ve bir de yay alıp falan tepeye çık; oku yaya yerleştirip bırak. Ok nereye düşerse orayı kaz, aradığın defineyi orada bulacaksın"...

Adamcağız hayretle uyandı. Gördüğü rüyadan iyice etkilenmişti "Çok net bir rüyaydı" dedi kendi kendine, "Dediklerini yapmaya değer doğrusu. O tepeye gider, adamın dediğini harfiyen yaparım; bakarsın gerçekten bir define bulurum; kim bilir?! " diye düşünerek kalkıp yola koyuldum. Rüyada kendisine tarif edilen tepeyi arayıp buldu; şimdi iş bir tek ok atmaya kalmıştı. Ancak, bu sırada rüyadaki şahsın oku hangi yöne atması gerektiğini kendisine söylememiş olduğunu hatırladı "Zararı yok" dedi, "Ben de kıbleye doğru durur, oku o tarafa atarım, inşallah define kıble tarafındadır"... Ardından oku yaya yerleştirip kıble yönüne doğru durdu; yayı var gücüyle çekip bıraktı. Gözlerini oktan ayırmaksızın dikkatle seyretti; okun düştüğü yeri tespit ettikten sonra eline bir kazmayla bir de kürek alıp çıktı yola; okun düştüğü yeri bulup kazmaya başladı. Kazdı, kazdı; kocaman bir çukur açmıştı fakat defineden eser yoktu!...

Yılmadı; "Ben de başka yöne atarım oku" diyerek mezkur tepeye çıkıp oku bu defa mesela kuzeye doğru attı, okun düştüğü yeri bulup kazdı ama hiçbir şey bulamadı. Doğu, batı, kuzey, güney, güneydoğu, kuzeydoğu... velhasıl nice bir zaman her yönü deneyip durdu, her yöne ok attı, okun düştüğü yeri iyice kazdı, fakat bir türlü bir defineye rastlayamadı! Sonunda üzgün ve kırgın bir gönülle camiye gidip oturdu, "Ya Rabbim, bu nasıl define yeri göstermekti, oldu mu şimdi bu yaptığın?!" diyerek şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya başladı. Bu durum böylece birkaç gün sürüp gitti. Bir gece rüyada yine aynı adamı gördü, onu azarlamaya başlayıp verdiği define adresinin yanlış olduğunu söyledi. Adam, "Sözünü ettiğim tepeyi bulmadın mı?" dedi, "Buldum" diye cevap verdi. "Peki, sonra ne yaptın? diye sordu. "Kıbleye doğru durup yayı bütün gücümle gerdim, sonra da bıraktım" dedi. Bunun üzerine adam, "Ben sana kıbleye doğru durmanı ve yayı bütün gücünle çekmeni söylemedim ki; ben oku yaya yerleştirip bırak dedim, yayı çek demedim diyerek gözden kayboldu. Adamcağız rüyadan uyanır uyanmaz eline kazmayı küreği geçirip yola koyuldu. bahsedilen tepeye vardı, oku yaya yerleştirip "bakalım iş nereye varacak?" diyerek oku bıraktı. Ok ayaklarının dibine düşüvermişti. Hemencecik orayı kazdı ve aradığı defineyi buldu. Hikayenin burasında Mevlana şöyle der:

"Hak, can damarından daha yakındır sana

Sense düşünce okunu atıverdin uzağa.

Ey oka yaya sarılmış, oklar fırlatan kişi

Define yanı başında, sense uzaklara atmadasın okunu"[32]

Tanınmış çağdaş alimlerden biri bu hikayeyle ilgili bir hatırasını şöyle anlatırdı. "Bu hikayeyi ben de Mesnevi'de okumuş, ancak Mevlana'nın maksadını tam olarak kavrayamamıştım. Tasavvuf zevkine sahip hoşsohbet bir hatip vardı; Mesnevi'yi iyi bilirdi. Bir gün kendisiyle sohbet ettiğimizde mezkur hikayeyi hatırlattım ve Mevlana bununla neyi anlatmak istiyor dedim. Bir tek cümleyle cevap verdi: Aradığın şey kendindedir; istediğini kendinden iste... Evet, irfan ehline göre gönül, bir nehir; cihansa küçücük bir küp, küçücük bir testi gibidir; gönül, şaşırtıcılıklarla dolu bir şehir, cihansa küçük bir oda gibidir... Buna benzer teşbihlere çok sık rastlanır tasavvufta. Kısacası irfan ve tasavvuf okulunda dış dünya pek küçümsenmiş; tabiat küçücük bir kitap miktarınca dahi sözkonusu edilip gündeme getirilmemiştir. halbuki Hz. Ali'den (a.s) nakledilen bir cümlede cihan alem-i ekber, -büyük alem- insan ise alem-i asğar -küçük alem- olarak anılır.

Tasavvufun bu mantığını Kur'an mantığıyla karşılaştırdığınızda; pek çok açıdan müspet noktalar taşımasına rağmen dış dünyayı küçümsemesi açısından aksak bir mantık olduğunu görürsünüz. Kur'an tabiata karşı bu kadar lakayt ve ilgisiz değildir; bilakis, afaki ayetlerle enfüsi ayetler yanyanadır:[33] "Yakında delillerimizi alemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da: Böylece sonucu, onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki O, gerçektir şüphesiz, Rabbinin her şeye tanık olması yetmez mi sana?..."[34]

Burada şunu da hemen hatırlatalım ki insanoğlunun en yüce değerleri ve elde edebileceği en üstün marifetler - bilgi, beceri ve yetenekler- yine onun kendi içinde ve öz yapısında mevcuttur. Ancak bu, insanın dışındaki dünya ve tabiatın bir hiç olduğu, tabiatının Allah Teala'nın ayeti ve Hakk'ın aynası olmadığı anlamına da gelmez. Sadece gönül müdür Allah'ın aynası? Hakkı yansıtan yegane ayna insanın iç dünyası mıdır? Elbette ki hayır! Gönül nasıl Allah'ın bir aynasıysa; tabiat da O'nun bir başka aynasıdır...

Tasavvuf okulu üzerinde daha fazla durmamızı gerektirecek önemli bir noktadır bu. Zira daha önceki bahislerimizde de belirtmiş olduğumuz gibi tasavvuf daha çok ruhi yönümüzle ilgilenmiştir bizim... Tasavvuf düşüncesi kolayca insanlarımız arasında yayılma imkanı bulduğu halde felsefe düşüncesi felsefe kitaplarından dışarı taşmamış ve bu yaygınlığı kazanmamıştır. Felsefeciler, tasavvufçular gibi kendi düşüncelerini yayamamış, bunları umuma aksettirememişlerdir. Daha açık bir deyişle tasavvufi düşünce halk arasında yaygın, felsefi düşünce ise yaygın değildir. Oysa ki tasavvufi düşünce çekici ve şirin olması, gönüllere hitabeden bir sıcaklık ve güzellik taşıması hasebiyle bütün evlere girmiş, halkın her kesimine kendisini tanıtabilmiştir. Mevlana her eve girmiştir bugün, Hafız ve Sadi'nin -kitapları ve şiirleri vasıtasıyla düşüncelerinin- girmediği ev hemen-hemen yok gibidir günümüzde. Bu yaygınlığı itibariyle tasavvuf düşüncesinin nice müspet noktaları halkımız üzerinde nasıl faydalı olmuşsa; kimi tasavvufçuların bazı yanlış düşünce ve ibareler de -ki yok değildir- aynı şekilde menfi etki bırakabilmiştir. Tasavvufi düşünce üzerinde, felsefi düşünceden daha fazla durmamızın ve bu bahsi daha geniş bir şekilde ele almamızın sebebi de budur.

İNSAN-TABİAT İLİŞKİSİ

Evet, bir hayli önemli bir mevzudur bu... İnsanın tabiatla olan ilişkisi... Sahi, insanla tabiat arasındaki ilişki, iki yabancı unsur arasındaki ilişki şeklinde mi ele alınmalıdır? Tasavvuf düşüncesine göre yüzde yüz yabancı iki unsurun ilişkisidir bu. Hatta bundan da öte, mahkumla zindanın ilişkisidir; bülbülün kafesle, Yusuf'un Kenan diyarındaki kuyuyla ilişkisi gibidir...

Kimilerine göre insanın dünyaya gelişi, bülbülün kafese konulmasına, bir hürün hapsolmasına, ya da Yusuf'un (a.s) kuyuya düşmesine eş bir olay olarak değerlendirilebilir.

Tabiatı insanoğlunun zindanı, düştüğü bir kuyu ya da içine kapatılmış olduğu bir kafes şeklinde yorumlamamız halinde, insan- tabiat ilişkisini de yekdiğerine zıt iki unsurun ilişkisi olarak kabul etmemiz gerekecektir elbet...

Bu durumda insanoğlunun tabiatta; üzerinde yaşamakta olduğu bu yeryüzünde ne yapması, hangi ve ne tür faaliyetler göstermesi gerekecektir peki?

Dünyayı bir kafes, insanı da bu kafese kapatılmış bir kuş olarak kabul edersek; kuşun kafes içinde yegane düşüncesinin ve yapması beklenen yegane eylemin bu kafesten kurtulmak olduğunu; bu durumda onun başka hiç birşey düşünmeyip, hiçbir şey yapmayacağını da kabul etmemiz gerekecektir.

Bir mahkumun, bir an önce zindandan kurtulmaktan başka bir düşüncesi olabilir mi? Hatta zindanın duvarını delmek ya da yıkmak pahasına da olsa hürriyetine kavuşmak için elinden geleni yapmasından başka ne beklenebilir? Kapatılmış olduğu zindanla mahkum arasındaki en bariz ilişki ve mahkumun göstereceği en tabii tepkidir bu...

Kuyuya düşmüş bir Yusuf'un, oralardan geçecek bir kervanı beklemekten, kervandakilerin su almak için kuyuya sallayacakları bir kovaya tutunup kuyudan kurtulabilmekten başka bir umudu ve düşüncesi olmayacaktır elbet.

Peki, İslam nazarında insan-tabiat ilişkisi nasıldır? Kur'an-ı Kerim bu ilişkiyi mahkumun zindanla, kuşun kafesle, Yusuf'un kuyuyla ilişkisi şeklinde mi tanımlamaktadır acaba?.. Bu soruya tatmin edici bir cevap aramak kaçınılmazdır; zira tasavvufta bu mevzu üzerinde ziyadesiyle durulmuştur. Bakınız Senai ne diyor:

"Kırıver kafesi, tavuslar misali

Kanatlanıver şu yücelere bir..."

Ya da diğer bir tasavvufçunun deyişiyle:

"Ey Mısır'ın Yusuf'u

Çıkıver kuyudan artık..."

İslam'ın Görüşü

Tasavvufi düşüncede insan-tabiat ilişkisi böyle tanımlanmakta. Ancak, İslam nazarında insanın tabiatla olan ilişkisi çiftçinin tarlayla, tüccarın ticaretle, ibadet eden abidin mabetle olan ilişkisi şeklinde yorumlanır. Bir çiftçi için tarla amaç değil, araçtır... Yâni çiftçinin evi barkı şehirde- ya da mesela köyde-dir; asıl yurdu orasıdır; fakat o, geçim için gerekli mutluluk, refah ve saadeti sağlayabilmek maksadıyla tarlaya gider ve orada çalışır. Gitmelidir tarlaya o... Evet, tarlaya gitmeli ve orayı ekime müsait bir hale getirmelidir. Bu amaçla çift sürüp kazdığı tarlaya tohum ekmeli, buğdaylar yeşerince mevcut zararlı otları söküp atmalı, olgunlaştığında mahsulü biçip harman etmelidir:

"Dünya, ahiret tarlasıdır."[35]

Evet, insan- tabiat ilişkisi böyle değerlendirilir İslam'da... Tarlasını yanlışlıkla evi zanneden bir çiftçi hata etmektedir elbet... Çiftçi tarlasını bilmeli ve tarlayla evini karıştırmamalıdır; biri yerleşip yaşadığı yer; diğeriyse bu yaşamı ve sonrasını temin edebilmek için kullanacağı bir araç ve vesiledir. Keza bir tüccar için piyasa iş yeri, çalışıp çabalama mekanıdır. Yâni sermaye ve emeğini birleştirecek ve daha fazla kazanacaktır bu mekanda. İslam nazarında dünya ve tabiat alemi de böyle bir ticaret piyasasından ibarettir işte. Ali'nin (a.s) de, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) de belirtmiş olduğu gibi: "Dünya, Allah evliyalarının ticaret mekanıdır"[36]

Bir gün adamın biri Hz. Ali'nin (a.s) yanına gider ve oturup dünyayı kötülemeye başlar Ali'nin (a.s) dünyadan hoşlanmadığını, dünyayı yerdiğini duymuştu, ama dünyanın nesini kınadığından haberi yoktu bu adamcağızın. Onun anladığı kadarıyla Ali (a.s) dünyadan hoşlanmıyordu işte; bu yüzden de dünyayı, yâni tabiat alemini habire yeriyor olmalıydı... Halbuki bilmiyordu ki Ali'nin (a.s) kınadığı şey tabiat elemi ya da salt dünya küresi değildi asla! O, dünyayı değil, dünya perestliyi kınamakta, insanı değil, maddeye tapan şaşkını yermekteydi. Zira Hakka tapış ve hakikate ibadet edişin karşı eylemi olan ve gerçekte insani değerleri bütünüyle reddetmekten başka birşey olmayan büyük bir hatadır bu...

Evet, adam oturup dünyayı kötülemeye, dünyadan yakınmaya başlayınca Hz. Ali (a.s) pek rahatsız oldu, "Behey dünyayı kınayıp duran kişi, behey dünyaya aldanmış adam!" dedi, "Dünya seni aldatmış değil, sen dünyaya aldanmışsın! Dünya insanı aldatmaz ki; kişi kendi aldanır..."[37]

Evet, dünyanın aldatan değil, insanın aldanabilen olduğuna dikkat çekilmekte. Hz. Ali'nin (a.s) özellikle vurguladığı bu noktayı basit bir örnekle açıklayabilmek mümkün:

İhtiyar bir kadın düşünün; takma dişler, takma kirpikler, peruk ve daha nice çeşitli makyajlarla süslenmiş ve kendisine genç bir kadın görüntüsü vermiştir. Delikanlının biri onun görünüşüne aldanıp onunla evlenmek isteyebilir. Burada genç delikanlı aldanmış ve hata etmiştir; ancak ihtiyar kadın da "aldatıcı" olmuş ve bu aldanışa bizzat ve bilfiil sebep teşkil etmiştir. Kadın yaşlı mı yaşlıdır; kendisiyle evlenmek isteyen delikanlıya bunu açıkça söylemekte ve... "Yaşım geçkin, ağzımda bir tek dış yok, başımda gördüğün nesne de saç değil peruktur!... Ben buyum işte; ne dersin, yine de evlenmek ister misin benimle?!" demektedir. Ancak kadıncağız her ne kadar yaşının geçkin, dişlerinin takma, saçlarının peruk olduğunu söyleyip durmaktaysa da delikanlı "bunlar işin cilvesi" diyerek onunla evlenirse bu durumda kadıncağız onu aldatmamış, bizzat kendisi kendisini kandırmak istemiştir.

Ali (a.s) şöyle demektedir:

"Dünyanın hiç bir şeyi örtülü- kapalı değil ki!... Dünya hangi gerçeğini gizlemiştir bugüne dek? Ne zaman aldattı, neyiyle aldattı seni dünya?! Babanı kendi ellerinle toprağa verdiğinde mi aldattı seni dünya?!... Dünya, "Ben buyum işte demekte açıkça..." Bende sebat yoktur, kalıcı değilim... "Olduğum gibi gör ve bu gerçeğimle tanı beni... Neden olduğum gibi değil de, olmamı istediğin gibi görmektesin beni hala?" diye haykırmakta hep... O halde dünya kimseyi aldatmış değildir; kişinin kendisi kendisini aldatmaya çalışmaktadır. Ve şöyle ekler Ali (a.s):

"Gel muhasebe yapalım şimdi; bu durumda dünya mı sana, yoksa sen mi dünya ya kıymaktasın? Sen mi bu dünyaya ihanet etmektesin, yoksa bu dünya mı ihanet etmekte sana?!... Ne zaman kandırdı seni dünya? Ne zaman mahvetti seni? Heveslerinin, nefsani arzularının peşi sıra giden kendin değil misin? Dünya, Allah evliyalarının ticaret mekanı, Allah dostlarının ibadetgahıdır. İbadetgahı olmayan kişi nasıl ibadet eder, abid kişi nerede ibadete koyulabilir? Piyasa denilen şey olmazsa tüccar nasıl artırabilir sermayesini? Piyasa ve ticaret olmazsa kişi nasıl kazanç elde edebilir ki?!"[38]

Dünyanın insan için bir zindan , bir kuyu ya da bir kafes sayıldığı ve insanın yegane görevinin bu kafesi kırmak, bu zindandan kurtulmak olduğu düşüncesi ruh ve nefsi tanıma meselesiyle ilgili olarak ayrı bir düşünceye dayanır ki İslam onu kabül etmemiştir.

Ruhun Dünyada Tekamülü

İslam'dan önce Hindistan ve Yunan'dan belirip bu ülkelerden dünyaya yayılan ve İslam'la bağdaşmayan bir düşünce vardı. Bu düşünceye göre insanın ruhu önce tam ve kamil olarak başka bir alemde yaratılmış, sonra da tıpkı bir kuş gibi -bedeninde- kafeslenerek getirilip bu dünyaya bırakılmıştır.

Bu durumda kafesi kırmak gerekir...

Ancak, Kur'an-ı Kerim, Mü'minun suresinde bu mevzuyla ilgili olarak gayet ilginç ve fevkalade bir tabir kullanmıştır; Sadr'ul Mutaallihin bunu şöyle açıklar: "Ben, ruhun, sonradan maddeden yaratılmış, soyut ve kalıcı olduğunu Mü'minun suresinin bu ayetlerinden anladım. Mezkur ayet-i kerimelerde insanın yaratılışı sistematik bir şekilde merhale merhale şöyle anlatılmaktadır: "Andolsun ki biz insanı balçık mayasından yarattık (topraktan), sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık, sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken, kan pıhtısını bir parça et haline soktuk (cenin), derken ette kemikler yarattık, ardından kemiklere et giydirdik..." Mü'minun suresinde insanın yaratılış merhalelerini açıklayan bu ayetlerin hemen ardından şu ayet-i kerime gelir: "Sonra da onu başka bir yaratılışla meydana getirdik..."[39]

Yukarıda zikredilen en son ayet-i kerimede bilinen tabiat ve maddenin "başka bir şey"e, yâni ruha dönüştürüldüğü açıklanmaktadır. Bu da ruhun soyut olduğu, ancak, madde dışı bir soyut değil, aslının maddeden kaynaklanmış bir soyut yapı arzettiğini gösterir. Yâni ruh da aslında şu bildiğimiz madde aleminin bir parçası olup ondan daha değişik bir yaratılış ve özellikle yaratılmıştır. Daha açık bir deyişle ruh başka bir aleme ait ve o alemde kemale ermiş olup sonradan dünya alemine getirilmiş ve bu dünyevi yaşama hapsedilmiş değildir. Ruh da bu alemin bir parçası, o da tabiatın bir çocuğudur. Ruh maddeden -ancak, başkalaşıma uğratılarak- yaratıldığına göre onun da anası tabiat ve dünyadır. O halde dünyada bulunan ruh, kafeste ya da zindanda değil, ana kucağındadır; kendi annesinin kolları arasındadır. Tabiat insan ruhunun anasıdır; tabiatta yaşayan insan annesinin yanı başında, onun kucağında yaşamaktadır; tabiatın kucağı, ana kucağıdır... O halde insanoğlu burada, şu tabiat aleminde kemale erecek, burada olgunlaşacaktır; daha önce kemale ermiş olması söz konusu değildir. Dünyayı insanoğlunun zindanı, kafesi ya da içine düşmüş olduğu bir kuyu şeklinde yorumlayarak onun yegane gayesini bir an önce buradan kurtulmaya çalışmakla özetleyip tabiat alemini insana bütünüyle yabancı bir unsur olarak telakki eden bu sofistlik düşünce İslami bir düşünce ve İslam'a mutabık bir görüş değildir. İslami düşünceyle bu sofistlik düşünce arasında şu hassas fark söz konusudur: İslam, dünya alemini insanoğlunun zindanı ya da kafesi şeklinde değil, onun anası olarak kabul eder ve şöyle der: Sen her zaman ananın eteğine yapışacak, onun kucağına çakılıp kalacak değilsin. Tabiat ananın eteğini bırakmaz, büyüdükçe olgunlaşmaz ve dünya aleminde yüceleşme yolunu tutmazsan hep tabiatta kalır ve "salt tabii bir varlık" oluverirsin. Kur'an-ı Kerim'in de deyimiyle "...Sonra da onu döndürdük, aşağıların en aşağısına kattık."[40] ayetinin bir örneği durumuna düşersin ve "...Ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlardan başka."[41] ayetinde sözü geçen yücelmiş insanlar arasına katılamazsın. Bu da dünyayı cehennem kılar sana; zira tabiattan başka birşey olmayan esfel-es safilinden kalkıp yükseklere çıkamayan ve yücelemeyen kişi için tabiat alemi ya da dünya, cehennem oluverecektir: onun ana kucağı gibi sığınacak yeri, anayurdu cehennem uçurumudur...[42]

Evet; Karia suresinde de buyurulmuş olduğu gibi tabiat ananın kucağından sıyrılamayan insanın annesi -yâni dünya- cehennemi kesiliverecektir onun. Allah Teala bu anadan doğurmuş, böyle mukadder kılmıştır bunu; anası dünyadır insanoğlunun. O, ana kucağında çakılı kalmamalı, erginleşip yücelere yükselmelidir. Okullara gitmeli, tahsil etmeli, basamak basamak yükselerek yüce mertebelere ulaşmalıdır. Ana kucağına çakılı kalmamalıdır, aksi takdirde sonsuza dek burada kalakalacaktır. Yaşı mesela yirmi beşe gelmiş olduğu halde hala kendisini ana sütüne muhtaç gören ve annesinin eteğini bırakmayan biri gibi tıpkı...

O halde İslam sosyolojisi ve İslami antropolojiye göre insan, daha önceden Alem-i Kuds'de ve bütün kemallere sahip olarak yaratılmış ve daha önceden bu kutsal alemde uçup durmakta iken, sonradan alınıp dünya kafesine kapatılmış bir kuş değildir. Şairin de dediği gibi: "Alem-i Kuds'un kuşuyum ben / Nasıl anlatayım ayrılığı, nasıl açıklayayım bilmem..." insan ne o alemin kuşu ne de bu alemin zindanının mahkumudur ki yegane görevi bu zindanın duvarlarını yıkıp kaçmak olsun... İslam bunu reddeder! Evet, alem-i ervah, alem-i eczamdan üstündür; ancak bunun sebebi, yaratılış ve tekvin itibarıyla ruhun cisme olan mertebe ve derece üstünlüğüdür. Yâni ruh, yaratılışı bu alemde vuku bulmuş bir şüadır, ancak bu şüa, başka bir alemden bu aleme ışımıştır. Yoksa ruh daha önce bütünüyle kemale ermiş ve tamamlanmış bir halde başka bir alemde bulunmuş değildir ki daha sonra bu aleme getirilmiş ve hapsedilmiş olsun!... Bu tenasüh düşüncesi İslami değildir, asıl Eflatun'a dayanan bu platonik yanlış görüş, eski Hint felsefelerinde de görülür.

Eski Yunan'da yaşamış olan Eflatun da ruhun bu aleme gelmeden önce başka bir alemde hiç noksansız, tam ve kemale ermiş olarak yaratıldığına inanmıştır. Ona göre ruh, daha önce alem-i misaldeydi; ancak daha sonra maslahat üzere bu aleme getirilip hapsedildi; o halde onun gayesi bu alemden kurtulmaya çalışmak olmalıdır!... Ancak, İslam, tabiat alemine bu açıdan bakmaz, dünyayı böyle yorumlamaz. Şunu da hemen belirtelim ki biz, "Bütün arifler ve tasavvufçular bu büyük hataya düşmüşlerdir demiyoruz. Hayır, kimi tasavvuf büyükleri görüşlerini beyan ederken bu noktaya gereken dikkati göstermiş, yerinde terimler kullanmışlardır; ne toplumdan uzaklaşmış, ne de dünyadan bütünüyle el etek çekerek inzivaya saplanmışlardır. Evet, bu hataya düşmemiş büyük tasavvufçular da yok değildir. Afaki ve enfüsi ayetlerin Kur'an-ı Kerim'de bir arada zikredildiğini fark etmiş ve tabiatın da Hakk'ın aynası olduğunu, Hakk'ın cemalini yansıttığını görebilmişlerdir.

Nitekim insaniyet aleminin bir harikası denile bilecek şu fevkalade satırlar Şebisteri'nin değil midir?[43]

"Cana, düşünce öğretenin adıyla...

Can çırağını nuruyla yakıp aydınlattı.

Fazliyle her iki alem de aydınlanıverdi

Feyziyle insanın toprağı gül bahçesi kesildi."

Daha sonra afaki ayetlere teveccühle şöyle demekte:

"Canı tecellide olanın yanında

Bütün alem Hakk Teala'nın kitabıdır.

Araz i'rab, cevherse harfler gibidir

Mertebeler de i'rabla vukuf gibidir işte."

Ya da Cami'nin dediği gibi:

"Cihan, şahidimiz olan güzel aynamızdır bizim

Her şeyiyle onun veçhini gösteren bir ayna...

Evet, Kuran'la tasavvuf düşüncesini yanyana koyup önemle eğildiği araştırılırsa İslam'ın; nefs, nefsin batını, insanın kendi iç dünyasına eğilimi gibi şeyleri herhangi bir surette inkar etmeksizin dünya alemine tasavvufçulardan daha dikkatle eğildiği ve tabiata onlardan daha fazla önem verdiği görülür.

O halde Kur'an'ın kamil insanı akılcı ve gönülcü -insanın kendi iç dünyasına önem veren ve öz benliğiyle irtibat kuran- olmasının yanı sıra, tabiatçıdır da aynı zamanda!... Yâni o, hem aklı, hem kalbi her gerçeği, hem de tabiat gerçeğini kabul ve hazmetmiştir.

"Öz"den Geçme

Tasavvufla ilgili diğer bir mesele de "öz"den geçiş, "ben"liği terk ediştir. Tasavvuf gönlü ve iç dünyayı saygıdeğer bilir, ancak Kur'an'ın "nefs" dediği şeyi pek küçümser. Tasavvufun çağrısının bir bölümünü "ben"den vazgeçiş, "kendi"yi terk ediş; "benlik" ve "bencillik"i kınayış teşkil eder. Bu, kendi sınırları çerçevesinde doğru bir mantıktır; İslam mantığı da bunu onaylar. Ancak, İslam iki "ben" ve iki "nefs"ten söz eder. Bu "ben"lerden biri İslam'ın reddettiği ve kınadığı "ben"lik olmasına karşın, diğeri İslam'ın diriltmeye ve ihya etmeye çalıştığı "ben"dir. Bu ikisi arasında gayet hassas bir fark vardır, İslam meseleyi dakik bir şekilde ayrıştırmıştır. Mesele, tıpkı bir dostla düşmanın yan yana durması gibidir. Biri dostumuz, diğeriyse düşmanımızdır, tam sınırda ve yan yana durmuşlardır; elimizde silah, ateş etmeye hazırız!... Bu durumda son derece dikkatli olmak ve sınırları iyi teşhis etmek gerekir, en küçük hata dahi tehlikeli bir sonuç doğurabilir. Bu iki "ben" insanda öylesine birbirine karışmış, yek diğeriyle öylesine iç içe girmiştir ki bütünüyle alçaklık ve aşağılık olan "ben"i vurup, bütün insani değerlerin ona bağlı olduğu ikinci "ben"i sapasağlam kurtarabilmek için gerçekten mahir bir atıcı olmak gerekir.

Bu, İslam'ın bir mucizesidir, sözkonusu "ben"i öylesine dakik ve belirgin bir şekilde teşhis edip saptamıştır ki yanılmak ya da hata etmek kesinlikle mevzubahis değildir. Tasavvufta da kimi zaman bu konuda doğru teşhiste bulunanlar olmuştur. Ancak kimi zaman da teşhis hatalı olmuş ve düşman "ben" yerine, dost "ben" yemiştir kurşunu!... Başka bir deyişle teşhis hatasının kurbanı "insancıl ben" olmuş, tasavvufun onca değer verdiği kalp ve gönül yaralanmıştır.

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)


[1]- Cum'a, 2.

[2]- Mesnevi, s.520

[3]- Sahife-i Seccadiye, İmam Seccad Zeynelabidin (a.s) hazretlerinin tanınmış eseridir, ilmi ve irfani muhtevası ve edebi değeri pek yüce bir eserdir - çeviren-

[4]- Sahife-i Seccadiye, 1. Dua.

[5]- Mesnevi, s,56.

[6]- Mesnevi, s,41.

[7]- İnşikak, 6.

[8]- Şems, 9-10.

[9]- Sefinet-ül Bihar, Hülus bölümü.

[10]- En'am, 162.

[11]- Kehf, 65- 66.

[12]- İlm-i ledun kelimesi bu ayetten iktibas edilmiştir zaten, ayetin Arapça'sına bakınız.

[13]- Mehaccet-ül Beyzâ, c.2, s.125.

[14]- Nehc-ül Belağa, 190. Hutbe.

[15]- Usul-ü Kafi, İman ve Küfür, c.2, s.424.

[16]- Şu noktayı özellikle belirtelim ki bugün dünyanın en harikulade edebi şaheserlerinden biri sayılan bizim irfani edebiyatımız, her şeyini İslam'a borçludur, onca güzelliğini İslam'dan alabilmiştir ancak. Sömürü uşakları ne derlerse desinler bu edebiyat bir İslam ürünüdür ve her şeyini İslam'dan almıştır. Mevlana, Hafız, Sadi, Nasır Hüsrev vb. gibi tasavvuf edebiyatımızın devleri, yazmış oldukları muhteşem eserler ve şiirleri İslam'a borçludurlar. Bu muazzam dinden almış oldukları benzersiz ilham, şevk ve heyecanla coşmuş ve yazmışlardır. Nitekim Hafız bir şiirinde açıkça "Ben her şeyimi Kur'an'a borçluyum" der.

[17]- Yusuf, 94.

[18]- Maneviyat ilgili olarak kullanılan "şimşek" tabiri Hz. Ali'den (a.s) alınmadır. İnşaallah ileride Hz. Ali'nin ilgili sözünü açıklayacağım.

[19]- Gülistan, 2. bab, 10. öykü.

[20]- Nehc'ül Belağa, 218. hutbe.

[21]- Arefe Duası.

[22]- Nehc-ül Belağa, 177. hutbe.

[23]- Bazıları mantıklarını oldukça İslam'a yaklaştırabilirler. Ancak konumuz onlarla ilgili değildir.

[24]- Burada şunu da hemen hatırlatalım Ebu Ali Sina, ömrünün sonlarına doğru bu tutumundan vazgeçmiş ve düşüncesini yenilemiştir.

[25]- Tevbe, 112.

[26]- Feth, 29.

[27]- Cum'a, 2.

[28]- Bunlar benim eleştirilerim değildir. Ben İslam'ı esas alarak söz konusu eleştirilerde bulunuyorum; hakikatte bunlar İslam'ın eleştirileridir.

[29]- Şimdi amacımız bu sözün doğru veya yanlış olduğu üzerinde durmak değildir.

[30]- Onların dedikleri ruh, ilahi ruhtan başka bir şey olmayan ve her insana üfürülmüş bulunan ruhtur; nitekim Allah-u Teala: "Onda ruhumdan üfledim..." buyuruyor.

[31]- Mesnevi, s: 360

[32]- Mesnevi, s: 588

[33]- Afaki: Dış dünyayla ilgili, kainat, alem ve tabiata ilişkin. Enfüsi: İnsanın kendi iç dünyası ve bizzat kendisiyle ilgili -çev-

[34]- Fussilet, 53.

[35]- Menavi'nin Künuz-ül Hakaik adlı eseri, "D" harfi bölümü.

[36]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli sözler: 131.

[37]- Nehc-ül Belağa, 492.

[38]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli sözler: 131.

[39]- Mü'minun, 12-15.

[40]- Tin, 5.

[41]- Tin, 6.

[42]- Karia, 9.

[43]- Bu şiir kitabının oluşumu da ilginçtir. İrfani konularda Horasan'dan bir takım sorular kendisine yöneltilir. O bu soruların hepsini bir oturumda cevaplandırır -kendisi daha sonra cevapları daha kapsamlı bir şekile getirdiğini belirtir- ve böylece eşsiz bir eser meydana gelmiş olur.