0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 

 

 

12. Oturum

 

 

SOSYALİZM EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"De ki: Ey kitap ehli! Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."[1]

 

İnsan-ı kamil konusundaki okullardan biri de sosyalizm ekolüdür. Bu okulda insanlığın kemali ve (kusuru) eksikliği iki şeyde özetlenebilir: Kusur, insanın kişisel istikametlere yönelmesi; kemal ise, toplumsal hedeflere yönelmesidir. Bu, insanın "ben" hissi oldukça kusurlu olacağı ve ancak "ben" ortadan kaldırdığı zaman kamil olacağı anlamına gelmektedir; fakat bu, irfan okulundaki "ben"in yok edilmesiyle aynı manada değildir,

Arifler "ben"in, "O" için yok edilmesini istemektedirler. Yâni, birinci tekil şahıs zamiri olan "ben", üçüncü tekil şahıs zamiri "O"dan maksatları Allah'tır; "ben"in "O"nda yok olması, insanın Allah'da yok olması demektir.

Bu okul, "ben"in kırılması ve yıkılmasına taraftar olması bakımında arifler mektebiyle benzerdir. Ama bu bezerlik "O"nun ortaya çıkması için değildir, belki sadece "ben" zamirinin ortadan kaldırılması bakımındandır. Çünkü sosyalizm okulunda "ben", "biz"in ortaya çıkması için yok edilir. Onlara göre insan-ı kamil, arif olan bir insan değildir; kendi "ben"ini toplumda yok eden bir insandır. O öyle bir insandır ki "ben"i hiç hissetmez, hep "biz"i hisseder.

Başka okulların çoğu bu görüşü kabul etmişler, hatta "ben"i "O"nun ortaya çıkması için yok eden okullar bile. "Biz"in ortaya çıkmasına karşı çıkmamışlar ve "ben"in "biz"e dönüşmesini himaye etmişlerdir.

BU MEKTEBİN GÖRÜŞÜNÜN ÖZETİ

İnsan-ı kamil, "ben"ini "biz"e dönüştürmüş bir insan olarak bilen bu okula göre, hiçbir yerde "ben"e ait bir şey yoktur, "biz"e ait şeyler vardır; bu aidiyyet "biz" olmanın sebebidir.

İnsanlarla ilgili şeylere baktığınız zaman onların iki çeşit olduğunu görürsünüz: Biri, her toplumda bulunan "biz"le ilgili işlerdir. Mesela, acaba Fars dili bizim malımız mı dır? Hayır. "Ben" adı sizin malınız mıdır? Hayır. Onun malı başka birinin midir? Hayır. Fars dili bir toplumundur. Peki, vatan kimindir? Bir kişinin malı değildir, bir toplumun malıdır. Buna benzer her şey, yâni toplumu ilgilendiren her ne varsa bir ferdin değildir ve bunlar fertleri bir yapar.

Biz aynı dili konuştuğumuz için başklarıyla birlikteyiz, yâni dil "biz"e aittir, "ben"e değil. Aynı şekilde vatan da "biz"e aittir, bir kişiye ve şahsa ait değildir. İşte bunun için biz aynı kültüre sahibiz, aynı dine ve aynı gönüle sahibiz. "Biz"le ilgili her şeyin "ben"le alakası yoktur, bir yönü, yoktur; ortak bir yönü vardır, bu, fertleri "biz" yapar.

Öte yandan, özel yönü bulunan fertleri ayrı ayrı ilgilendiren şeyler de vardır: Benim evim, benim param, benim elbisem, benim halım ve benim otomobilim. Benim evim artık sizin değildir, benim malımdır; benim param sizin paranız değildir, bizim paramız da değildir, benim paramdır.

İnsanla ilgili bu tür şeyler özeldir.

Özellikle ilgili olan şeylerin "bencillik" olduğunu söylüyor. "Ben"i ne yapıyor? Kişisel mülkiyet, özel mülkiyet. "Bizi" ne yapıyor? Toplu mülkiyet, ortaklık. Öyleyse insanların kamil olmasının ölçüsü "biz" olmasıdır ve "biz" olmasının ölçüsü de özelliklerin ortadan kalkması ve sosyalizmin, özelliğin yerine geçmesidir.

Onların bir iddiasına göre insanlığın başlangıcında ortaya çıkan toplum, müşterek bir toplum olmuştur. Mülkiyet olmamıştır, "benim yerim", "senin yerin", "benim servetim" ve "senin servetin" söz konusu değildir. Her şey ortaktı. Beşer, bir cennette ve huzur içinde hayat sürmekteydi. Tıpkı eski dinlerin söylediği gibi bizim atamız başlangıçta cennette idi sonra isyan etti. İşte bunun için cennetten kovulmuş ve yeryüzünde yaşamaya mahkum edilmiştir.

Onlara göre bu konu, insanın cennette ortak bir hayat sürdüğünün ve "biz" olarak yaşadığının diğer bir tabiridir. "Ben"yoktu, bir isyandan sonra mahkum oldu ve bu isyan sebebiyle ortak cennetten kovuldu; o isyan kişisel mülkiyetin ortaya çıkmasıdır. Kişisel mülkiyet ortaya çıktığı zaman insan saadet cennetinden kovulmuş, sıkıntılara zorluklara duçar olmuştur, şimdi hala aynı şekilde bedbaht bir hayat sürmektedir.

İnsanın tekrar cennete dönebilmesi için edeceği tövbe, mülkiyetten tövbe etmektir. Eski dinlerin dediği gibi insanın sonra (tekrar) gideceği, öncekinden daha mükemmel ve daha güzel bir cennettir.

İnsan ne zaman bu büyük günahından tövbe eder de ferdi mülkiyet yerine ortaklığı getirirse, işte o zaman tekrar kendi insanlık ve ademiyet makamına ulaşır.

Mülkiyetin ortaya çıkmasının, zulmün ortaya çıkması olduğunu ve zulmün de mülkiyetten kaynaklandığını söylüyorlar. Bunun için (mülkiyetin ortaya çıkmasıyla), "sömüren" ve "sömürülen" ortaya çıktı. İnsan, sömüren ve sömürülen olduğu sürece eksiktir; beşerin arasında bu eşitsizlikler ve seviye farkları bulundukça mesela biri Demavend dağına çıkarken diğer biri de korkunç bir uçuruma düşerse insanlık asla saadet yüzü göremez; saadeti ancak bu farkları ortadan kaldırıp dümdüz bir çöl gibi eşit hale getirdiği zaman görebilir.

Bu beraberlik ve eşitliğin hakim olmasından sonra, kardeşlik ortaya çıkar. İşte o zaman insan, eksik insan değildir, mükemmel insandır.

Demek ki bu okul, insanın kemalini kişisel bağlılıkların kovulmasında ve insanın bütün ihtiyaçlarının ve onun arkasından gelenlerin, örneğin sömürenler ve sömürülenlerin (ki sömürme her iki tarafta binlerce kusur ve eksikliği yaratır, bunlardan biri kin diğeri de hırstır) kökünün kazınmasında görmekte ve insanın kemalinin ancak o zaman ortaya çıkacağını savunmaktadır.

BU MEKTEBİN TEMEL HATASI

"Ben"in "biz"e dönüşme ve "ben"in ortadan kaldırılma gayesi sosyalistlere mahsus bir düşünce değildir. Onlara ait olan, gösterdikleri yoldur ve o da şundan ibaret: "Ben"i ortaya çıkaran özel mülkiyet[2] ve "biz"i ortaya çıkaransa ortak mülkiyettir.[3]

Sosyalistlere şöyle bir cevap verilebilir: Acaba "beni ortaya çıkaran" dediğiniz şey, bir eşyanın mı insana, yoksa insanın mı bir eşyaya bağlı olmasıdır? Esas konu budur. Acaba insanla ilgili bir şey olsa, yâni insan ona sahip olsa ve eşya onun mülkü olsa, bu, "ben yapan"mıdır? Fertler arasına bir sınır mı çeker, bir kale mi inşa eder, birliği mi bozar, yoksa bunun aksi mi olur? İnsanın eşya üzerine mülkiyeti, eşyanın insana bağlı olması "benliğin" kaynağı değildir, konunun tersidir. İnsanın eşyaya sahip olması, eşyanın insan üzerinde mülkiyeti, yâni insanın eşyanın kulu olması bizim ariflerimizin tabiriyle eşyaya gönülden bağlılık "Ben"cil yapar. Para sahibi olmak insanı "ben" yapmaz ve "biz" olmayı ondan almaz, paraya kul olmak insanı "ben"cil yapar ve "biz" olmayı ondan alır.

Sosyalizm mektebi, "ben"ler "biz" olana kadar mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Oysa İslam mektebi, mülkiyeti ortadan kaldır demiyor; insanı, insan yap, insanı iyi terbiye et, insana yüce fikirler ver diyor. Mesela insanın bir eşyaya sahip olduğunu düşünsek, eşya ona ait ise ve bir şeyin kulu değilse o insan özgürdür. Acaba hangi insan "biz"dir? O, manevi özgürlüğünden başka hiçbir şeyi olmayan bir insan mıdır? Eğer bir insanın hiçbir şeyi yoksa "biz"midir? Hayır, buna delil olarak şu gösterilebilir: Bir eşyaya bağlı olmayan, gönlünde bir eşyanın ilgisi bulunmayan bir insanı eşya kendine esir edemez. O hiçbir zaman "ben"cil olamaz. Onda "ben"yoktur ve daima "biz"dir.

Bu durumda her iki tarafa da şöyle örnek veriyorlar:

Biz bazı insanların dünyada eşyaya sahip olduğu halde, onların terbiyelerinin, ahlaklarının onları eşyanın kulu ve kölesi yapmadığını daima görüyoruz;[4] "züht" gerçek manada böyledir. Nehc-ül Belağa'ya göre züht (dünyayı terk etme), dünyadan bağımsız olarak yaşamak ve dünyanın kulu olmamaktır.

HZ. ALİ'YE GÖRE DÜNYA

Hz. Ali şöyle buyuruyor: "Dünya! Seni boşadım, hem de talak-ı selase ile, bu boşanmanın dönüşü yoktur. Ey Dünya! Benden uzak dur! Dünya! Allah'a and olsun ki sana, beni hor ve zebun edesin diye uymam ve teslim olmam!"[5]

Hz. Ali daima dünyanın karşısında, yâni eşyanın karşısında bir isyan ve baş kaldırma durumundaydı. Hiçbir zaman, ruhuna pençe atması için dünyaya müsaade etmedi. "Ben, beni istediğin yere götüresin diye yularımı senin eline vermem" işte bu, tam İslami zühttür, İslami ölçüler doğrultusunda dünyayı terktir. Özgür yaşamak ve kendini dünya nimetlerine satmamaktır.

Hz. Ali yine şöyle buyuruyor:

"Dünya pazarında, iki tür insan vardır: biri kendini satar parasını alır, diğeri de dünyada kendini satın alır ve hür bırakır."[6] Vaktiyle Hz. Ali, kendisinin olan dirhem ve dinarı eline alıp ona bir müddet bakmış ve şöyle buyurmuştur:

"Ey para! Sen avcumda oldukça benim değilsin". Bu, bizim söylediğimizin tam aksidir. Biz, "Para ancak benim cebime girdiği zaman benimdir; elimden çıktığı zaman benim değildir" diyoruz. Oysa Hz. Ali: "Sen benim elimde oldukça benim değilsin" buyuruyor. (Neden) Benim elimde oldukça benim değilsin! Senin malın olmalıyım, senin kölen olmalıyım, seni korumalıyım ki seni harcayayım. Seni korudukça, bekçiliğini yaptıkça sen benim hizmetimde değilsin, benim malım değilsin, çünkü ben senin hizmetindeyim ve ben senin malın olmuşum.

Hz. Ali bir kasabın önünden geçerken, kasap Hz. Ali'yi görünce:

"Bugün pek güzel etler getirdim, arzu ederseniz buyurun alın" dedi.

Hz. Ali:

"Param yok" buyurunca, kasap:

"Onun parası için sabrederim" dedi.

Hz. Ali:

"Ben kendi karnıma sabretmesini söylerim, neden senden et alayım ki sen de parası için bekleyesin? Ben sana bağlı ve borçlu olmamak için karnımı bekletirim" buyurdu.

"BENLİK"TEN KURTULMANIN YOLU GÖNLÜ TEMİZLEMEKTİR

İslam mektebi şöyle diyor; eğer insanı "ben" olmaktan kurtarmak ve "biz" yapmak istiyorsanız, onun içini ıslah ediniz, onun eşyanın kulu olmasına müsaade etmeyiniz, yoksa kişisel mülkiyetin inkar edilmesiyle, bu derdin devası olmaz.

Burada iki okulun varlığından bahsetmemiz lazım gelecektir. Bu ekollerden biri, "Mülkiyet işleriyle hiç ilgimiz yoktur, ne kadar farklılık olsa da önemli değildir, yalnız içe bakılır" diyor.

Öbür mektep de, "Evet, esas olan içtir, ama dış temizlenmedikçe iç temizlenmez" diyor. Biz İslam'da dışa da dikkat edildiğini görüyoruz. İslam, dıştaki uygunsuzlukların giderilmesini, mülkiyeti tamamıyla ortadan kaldırmadan, ister.

İslam, çeşitli yollardan, toplumun eşit olmasını ister ama aynı zamanda "ben"in "biz"e dönüşmesi için bunu yeterli görmez, bunun gerçekleşmesi için bir gerçeği ruhlara hakim kılmayı gerekli görür.

Edebiyatta geçen "muzaf" ve "muzafun ileyh"[7] olayını duymuşsunuzdur mutlaka. Sosyalizm ekolünde bütün dikkatini "muzaf"lara yönelterek "Bu muzaflar "ben" ile bir araya geldiğinde, mesela "Benim evim" veya "Benim param" olarak kullanıldığında "ben"i "ben" eder. Muzaflar özellik ifade ettiğinden "ben" ortaya çıkar. Öyleyse "muzaflar" yok edilmeli, ortadan kaldırılmalı" diyorlar.[8]

Ama bu mektep, "hayır" diyor. Hayır, bu "ben"in muzafları bir iş yapmıyor, iş yapan "ben"in "muzafun ileyh"leridir belirtileridir, diyor sonra da "Ben nedir?" Yâni bu "ben" neye bağlıdır? Eğer bu "ben" kişisel işlere bağlı ve sınırlı özelliklere sahip olursa "ben" "ben" olur..."[9] ama ruh toplumsal işlerle ilgili olursa, mesela bir fikre, iman ve Allah'a bağlı olursa, o zaman "ben", "biz"e dönüşmüş olur.

Bu okulun taraftarları şöyle diyorlar: Biz bir yandan çok eşyaya sahip olan, fakat "ben"leri "ben"likten çıkmış ve "biz" olmuş çok insan görüyoruz. Onların hiçbir şeye bağlılıkları kalmayıp "ben"leri "biz" olduğu zaman her şeye hem sahip olurlar, hem de onların, "ben"leri "biz" olur. Çünkü artık onların ruhları eşyaya bağlı değildir.

Hz. Ali, hayatta iken böyleydi. Onun yönelişlerle dolu bir hayatı vardı. Evinde eşi ve çocuklarıyla beraber bir gece yiyebileceği, yiyeceklerinden başka bir şeyi yoktu.

Hz. Ali, o zamanın dünyasında büyük bir ülkenin yöneticisi olduğu günleri yaşadı. Halkın canı üzerinde yetkiliydi. Devletin hazinesi elinin altındaydı. İsteseydi her çeşit nimete ulaşabilir ve "ben"ini her şekilde tatmin edebilirdi. Fakat ne her şey elinin altında olduğu zaman ve ne de hiçbir şeyi olmadığı zaman onun "ben"i, "ben" olmadı. O daima "biz" oldu. Daima kendini unutur ve başkalarını düşünürdü.

Demek ki bu felsefe doğru değildir, çünkü "ben"in "biz" olması için özel mülkiyetin ortadan kaldırılması lazım değildir.

BENLİK SEBEPLERİNİN MÜLKİYETTE SINIRLI OLMAYIŞI

Öte yandan sosyalizm ekolüne verilen başka bir cevapta şöyle söylüyorlar: İnsanın istediği ve ekonomik işler cinsinden olmayan o şeylerin hepsinin mülkiyetini ortaklığa dönüştürelim ki bir defa "ben" "biz" olsun. Hayatın bir bölümünde mülkiyetin sözkonusu olduğu ekonomik işler vardır. Ancak ekonomik işlere bağlı olmayan, mülkiyetin söz konusu olmadığı pek çok kısımlar da vardır, örneğin "makam" ve "kadın" konusu. Bunların kıymeti insan için ekonomik işlerden çok olmasa da, az değildir.

Bazen insan parası, pulu ve her neyi varsa bir kadının uğruna harcamaya hazırdır veya bütün servetini ve varlığını, dünya çapında, sosyal hayatta çok şöhreti olan bir makam elde edebilmek için kaybetmeye hazırdır. Bunları ne yapacaksınız? Acaba eşitlik olsun diye bütün kadınları birbirinin üzerine döküp, onlardan biri diğerinin aynısı olan tek tip bir kadın mı üretelim? Cinsel ilişkide ortaklık sorun olmasa bile -oysa bugün bütün komünist ülkelerde yoktur- sonuçta herhangi bir evde güzel bir kadın ve başka bir evde çok çirkin bir kadın olduğunda; bu konu tekrar "ben"liği gündeme getirir.

Peki makam nasıldır? Birinin sosyalist bir ülkenin başkanı olduğunu varsayarsak (tekrar ediyorum ki bu bir gerçek değil, sadece varsayımdır), o kişi beslenme ve ulaşım bakımından diğer insanlarla, halkla eşit midir? Mesela falanca sosyalist ülkenin başbakanı ekonomik imkanlardan faydalanma bakımından, filan fabrikada çalışan bir işçi ve filan tarlada çalışan bir çiftçiyle aynı seviyede midir? Bütün bu varsayımlar doğru olsa bile o başbakanlık makamında olduğu için her gün yüzlerce fotoğrafı gazetelerde yayınlanır, bir günde adı radyolardan bütün dünyaya duyurulur ve televizyonlardan dünyaya tanıtılır. Şimdi, fabrikanın bir köşesinde suskun oturan işçi de aynı imkanlardan yararlanabiliyor mu? Bunları onların aralarında paylaştırmak mümkün değildir. İşçi ile başbakanı eşitleyemeyiz.

Bir parti liderliği ister istemez bir kişiye mahsustur ve onun yardımcılığı başka birine, baş müdürlük de diğer birine... Böylece bir grup en üstte diğer grup da onun altında olacaktır. İdari makamlar da böyledir.

Hal böyle ise "ben"in, "biz"e dönüşebilmesi için sadece özel mülkiyetlerin ortadan kaldırılması da yetmez. Biz özel mülkiyetin kaldırıldığı yerlerde "ben"in "biz"e dönüşmediğini gördük; savaşlar, kavgalar ve tasfiyeler onların içine girer ve rekabetler açığa çıkar. Hatta bunların iki büyük devi (Çin ve Rusya) hala birbiriyle çatışma halindedirler.[10] Çatışmalarının sebebi de karşılarındaki emperyalizmdir, (Amerika'yı kastediyor) kendileriyle dostluk kursun diye birbirleriyle yarışıyorlar.

Bunların hepsi "ben"lerin "biz"e dönüşmediğinin işaretiydi ve onların söyledikleri palavradır.

Şurası doğrudur ve biz de kabul ediyoruz; mülkiyetin "benlik" yapan çok etkisi vardır. "Biz" olmayla çok çatışmaları vardır. Bunun için İslam'da servetin dengelenmesi çok mühimdir. Ancak bu, meselenin (bu eşitsizliklerin) ortadan kaldırılması için ve "ben"lerin "biz"e dönüşmesi için yeterli değildir. Sonra bu "biz" konusunun (onların arasında) lafu güzaftan başka bir şey olmadığını ve kendi aralarında ihtiyaç baş gösterince konunun daha farklı olduğunu görürüz.

Gerçek bir okul olarak burada "ben"in "biz"e dönüşmesinin insan-ı kamil olmanın ilk şartlarından biri olduğunu biliyoruz ve bunu kabul ediyoruz, ama bir kimsenin "ben"in "biz"e dönüşmesiyle insan-ı kamil olacağını sanması yanlıştır, doğru değildir.

Sosyalizm mektebi de tek değere sahip, tek boyutlu bir mekteptir. Buna göre: Bütün insani değerlerin "ben"in "biz"e dönüşmesinde olduğu doğru değildir. "Ben"in "Biz"e dönüşmesinden başka değerler de vardır. Biz önceden incelediğimiz okullarda bunlardan en azından birine önem verildiğini açıklamıştık. Öyleyse yalnız bir şeyi insanlığın değeri olarak bilmek doğru değildir.

"BEN"LERDEN (KURTULUP) "BİZ" OLMANIN YOLU; İMAN

İkinci olarak bu "ben", daha önce "O"na dönüşmüş olursa, hakikaten "biz" olur. Yâni ariflerin de dediği gibi "ben", "O"na dönmeden "biz"e dönüşmez. "Ben"lerin "biz" olmasının yolu "ben"lerin önce "O" olmasıdır, yâni Allah'a iman olmasıdır:

"De ki: Ey kitap ehli: Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."[11]

Muhatap, kitap ehli olanlardır: Ey kitap sahibi olanlar! Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve Zerdüştiler! Gelin hepimizin bir kelime ve hakikat etrafında toplanalım.

Bizim ve sizin aranızda ortak olan bir hakikat etrafında. Bu hakikatın özelliği "ben"den olmayışıdır, "sen"den olmayışıdır, "biz"den[12] ve "siz"den olmayışıdır. Genel anlamıyla "biz"den hikayet eden bir hakikattır. "biz"i de "siz"i de kapsar, hem "siz hem "biz" o hakikate ortağız.

Ben peygamber olduğum için Allah yalnız benim Allah'ımdır, Hıristiyan olduğun için senin Allah'ın değildir, Yahudi olduğun için senin Allah'ın değildir, Zerdüşti olduğun için senin Allah'ın değildir, diyemem. Bu taşın, bu suyun ve havanın Allah'ı değildir diyemem. O her şeyin Allah'ıdır. Onun her şeyle irtibatı vardır. Eğer insan O'na bağlanırsa sınırlı bir şeye bağlanmış olmayacağından "Benliği" sınırlandırılamaz.

O, benim veya senin bağlanacağın ve savaş çıkmasına sebep olacak bir para değildir.

O, her şeyi kendi etrafında toplayabilen bir gerçektir. Gelin topluca "biz", olalım, ama hangi araç vasıtasıyla?

Bir iman vasıtasıyla, bir fikir vasıtasıyla, bir kelime vasıtasıyla: Allah. Gelin topluca "biz" olalım, ama önce hepimiz "O" olmalıyız

"O" olduğumuz zaman, "O"nun karşısında olan bu benlikler aradan kalkınca, hepimiz tek renk oluruz, "O" oluruz. İşte o zaman hepimiz "biz" olalım diyebiliriz.

"Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin" Yalnız O'na tapınalım ve O'na ortak koşmayalım. Sonra buyuruyor:

"Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmınızı rabler edinmememizdir." "O"na doğru gittiğimizde "O" oluruz. "O" olduğumuzda da "biz" oluruz. İşte yalnız o zaman "biz" olabiliriz. (Bu esnada) bazılarımız, bazılarımızı kendi rabbi (yâni kendi ilahı) olarak seçmez. Hanlık, beylik ve uşaklık ortadan kalkar; sömüren ve sömürülen lafları ortadan kalkar, seviye farkları ortadan kalkar, ama bir şartla; oradan başlamak şartıyla:

"Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."

İşte Kur'an'a inananların daima bahsettikleri "biz" olma, budur.

Namazda, Allah'a hamd ettikten sonra O'nu övüyoruz "Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır" diyerek Allah'a hitab ediyoruz ve söz veriyoruz. Ben yalnız namaz kılıyorum ve benim namazım kişiseldir. Yâni Allah'ım sana tapınıyorum, demek istiyoruz. Ancak bunu "yalnız, sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" şeklinde söylüyoruz:

Ey Allah'ım "biz" yalnız sana tapıyoruz ve "biz" yalnız senden yardım istiyoruz.

"Ben" yalnız sana tapıyorum demiyoruz. Namazın sonunda; "Allah'ın selamı üzerimize ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun" diyoruz.

SADİ'NİN ŞİİRİNDE EKSİK OLAN MANA

Ademoğlu, birbirinin organı (gibi)dir. Ki aynı cevherden yaratılmıştır. Zamandan birine bir dert gelse diğer organların da düzeni bozulur. Başkalarının derdine aldırmıyorsan sana insan adını vermek yakışmaz.

Sa'di'nin bu şiiri çok önemli bir teşhiste bulunmuştur. Hem de haklı ve doğru bir teşhistir bu. Hz. Peygamberin bir hadisinin tam tercümesi gibidir. Ama biraz eksiktir ve o hadis-i şerifin tamamiyle aslı gibi değildir. O hadis-i nebevi şöyledir:

İman ehlinin, karşılıklı dostluk ve karşılıklı şefkati bir vücudun organları gibidir. Acaba bir vücudun parçalarından olan bir organ rahatsızlandığı zaman, diğer organlar rahat uyuyabilirler mi? O organ ne kadar acı çekerse çeksin (bize ne) diyebilir mi? Veya öteki organlar onunla beraber acı çeker mi?

Hz. Peygamber, diğer organların bu acı çeken organın acısını iki şekilde paylaştıklarını buyuruyor: Biri uykusuzluk diğeri de ateş (hararet)tir. Diğer organlar uyumuyor ve daima ateş içinde yanıyorlar. Örneğin bağırsakta bir rahatsızlık olsa veya böbrekte bir taş olsa, el de uyumuyor, baş da uyumuyor kalp de uyumuyor; beden asla istirahat etmiyor, çünkü bir organ acı çekmektedir. Ateş, bir organda ortaya çıkan bir rahatsızlığa karşı, bedenin tümünün bir tepkisidir.

Ancak Hz. Peygamber, "Mü'minin misali, bir vücut gibi olmasıdır" şeklinde buyurmakla vücudun bir ruh istediğine dikkat çekiyor. Bir vücudun bütün organlarının "O" olması sonra da "biz" olması için bir ruh lazımdır.

Acaba vücut ölmüşse siz bir organı kıtır kıtır doğrasanız, diğer organlar bunu hiç hisseder mi? Hayır. Çünkü vücutta ruh yoktur. Bütün mü'minleri bir yapan bu ruhtur. Çünkü bunlar o ruhta bir olmuşlar, "biz" olmuşlar ve birbirleriyle, dertleşmektedirler. İşte o ruh imandır; "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime"dir.

Çünkü mü'min iman sahibidir ve "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime" onlara hükmetmektedir. Onların "ben"leri "O" olmuştur. Zaten gönüldaş ve derttaş olmuşlardır. Ama "Ortak bir kelimesi" olmayan insanlar böyle değildirler.

Hz. Peygamber (s.a.a), mü'minleri, bir ruhu paylaşanlar ve ortak bir kelimenin hükmü altında olanlar diye tanıtmıştır.

Sa'di, "Ademoğlu birbirinin organıdır" demekle hata etmiştir. Ademoğlu, "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime" olmadıkça asla bir vücudun organı olamazlar ve değildirler. Ademoğlunun birbirinin organı olduğu yalandır.

Acaba Amerikalılar ve Vietnamlılar, Ademoğulları mıdır? Yoksa değil midir? Eğer Vietnamlıların Ademoğlu olduğunu, Amerikalıların Ademoğlu olmadığını veya tam aksini söylersek doğru değildir. Hayır, her ikisi de Ademoğludur ama Ademoğlunun bir vücudun organı olduğu yalandır.

Ademoğlu ne zaman bir ruh ve bir "ben" onlara hükmederse, yâni onların "ben"leri "O"da son bulursa, bir imanda hallolursa, onlarda hiç "ben" kalmadıysa, o zaman birbirleriyle dertleşirler. O zaman:

"Zamandan birine bir dert gelse

Diğer organların düzeni bozulur."

Demek ki bu ekolde insan-ı kamil konusunda yanlış bir hüküm vardır. Bütün değerler unutulmuş ve yalnız bir değer kalmıştır, o da "biz" olmaktır. Bu "biz olmak" doğru bir sözdür, yâni bir insanın "ben"i "biz"e dönüşmedikçe insan-ı kamil değildir, ama "ben"i "biz"e dönüşen bir insanın, insan-ı kamil olacağını sanırsanız yanılırsınız. "Biz" olmak insan-i kamil'in simasındaki hatlardan sadece biridir, onun simasının bütün çizgileri değildir.

Bir diğer hataları da "ben"leri ortaya çıkaran şeyin özel mülkiyet olduğunu sanmaları ve özel mülkiyetin kaldırılarak ortak mülkiyetin getirilmesiyle bu sorunun çözüleceği vehmidir.

TİLKİ İLE DEVENİN HİKAYESİ

Birkaç yıl önce derginin birinde bir hikaye okumuştum. O hikayede bir deve ile bir tilki arkadaş oluyorlar ve tilki deveye, gel ortak bir hayat sürelim, yaşadığımız bu hayatın şahsiliklerini, özel mülkiyeti ortadan kaldıralım, bir birimizle dost, müttefik olalım ve hatta birbirimizi "Yoldaş" diye çağıralım. Ben sana "Deve yoldaş" diyeyim; sen de bana "Tilki yoldaş" de; "ben" aramızda söz konusu olmasın. Hatta ben hiçbir zaman "benim çocuğum" demeyeyim; "Bizim çocuğumuz" diyeyim ve sende kendi yavruna "benim deve yavrum" deme, "bizim yavrumuz"de.

Gel "ben"i tamamiyle ortadan kaldırıp "biz"e dönüştürelim. Ben bundan sonra senin palanına "bizim palanımız" sen de benim kuyruğuma "bizim kuyruğumuz" de, böylece aramızda benlik sözkonusu olmaz, dedi.

Zavallı deve buna inanmıştı. Birkaç gün ortak bir hayat sürdükten sonra bir olay meydana geldi. Tilki birkaç gün avlanamadı. Çok huzursuz ve sinirli olduğu bir gün ortak evlerine geldi, açlıktan midesi kazınıyordu, gözüne devenin yavrusu ilişti, onu bir köşeye sıkıştırıp parçalayarak karnını afiyetle doyurdu.

Eve dönen deve yavrusunu aradı, tilkiye sorunca, bilmiyorum haberim yok dedi. Deve, yavrusunun cesedini görünceye kadar aradı. Yorgun düşmüştü ve kim benim yavrumu bu hale getirdi diye başına vuruyordu.

Deve "benim yavrum" deyince, tilki hemen: sen hâlâ akıllanmamışsın "benim yavrum" diyorsun? "Bizim yavrumuz" de, dedi.

"Ben" bu şekilde "biz"e dönüşecek olursa o zaman "tilki ile deve"nin şekli ortaya çıkar.

Öyleyse bu mektep insan-ı kamil konusunda yeterli değildir. Bu mektepte yalnız bir değere -o da eksik bir şekilde- yönelinmiştir.

EGZİSTANSİYALİZM TEORİSİNİN ÖZETİ

Bu oturum sonunda başka bir mektepten kısaca bahsedeceğiz: Onun ayrıntılarını ise gelecek oturumda açıklayacağız.

Bugün pek revaç gören bir okuldur bu. İnsan-ı kamil için çizdiği resimden ve onların bahsettiği insani değerler bakımından sosyalizm okulunun karşısında olan bir okul olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyalist okulda daha çok toplumsal yönlere önem verilmiştir. Sosyalizme göre insan, bütün insanlar arasında eşitlik, ortaklık ve birlik olduğu zaman, insan-ı kamildir. Bahsettikleri "Ortak mülkiyet" (yalandan) toplumsal istikametlere yönelmektedir.

Arz edeceğimiz gibi bu mektepte ne kişisel değerlere ne de toplumsal değerlere yönelinmiştir. Dikkat çekilen konular: Hür irade sorunu, hür düşünce sorunu, kişisel hakimiyet ve bağımsızlık sorunu bu okulun en çok önem verdiği şeylerdir. Bu okula göre insan-ı kamil, "ben"i her türlü baskıdan uzak bulunan, hür olan, hiç bir gücün ona etki etmediği, mutlak bir hürriyet içinde hayat süren, iradesi hür olan insandır.

Bu mektepte gerçek insanlık için bir ölçü söylemek lazım gelirse, o da "hürriyet"tir ve hürriyetin başlangıcının da "bilgi" olduğunu söylerler.

Onlara göre insan-ı kamil, yâni hür insandır, insan ne kadar hür olursa o kadar kamildir; ne kadar başka şeylerin etkisinde kalırsa, onun insanlığı o kadar azalır.

Hatta bu okula göre iman sahibi olmak, Allah inancı ve Allah'a kulluk, insanın insanlığını azaltır, kusurlu kılar. Çünkü iman, insanı Allah karşısında boyun eğmeye, Allah'a kul olmaya zorlar. Allah'a karşı kulluk, insanın hürriyetini ortadan kaldırır. İnsan-ı kamil her şeyden bağımsız olan bir insandır. Onun için dini bağlardan da kurtulmuş olmalıdır. Hafız şöyle söylüyor:

"Bu mavi göğün altında bağlılık rengi taşıyan her şeyden hür olanın himmetinin kölesiyim ben."

Eğer bu masmavi göğün altında yaşayan birinin hiçbir şeye bağlılığı yoksa o kamildir.

"Ay yanaklar yüzünden ortaya çıkan

Bütün gamlar onun sevgisiyle sevinç olur.

Veya başka bir yerde şöyle söylüyor:

Açıkça söylüyorum ve dediğim için sevinçliyim

Aşkın kölesiyim ve her iki dünyada azadım."

Egzistansiyalizm mektebi diyor ki: Hayır. "Aşk kölesiyim" demek yanlıştır, her iki cihandan azadım, aşktan da azadım ve hatta o ay yanaklara ilgili olan şeylerden de. İnsanlık, yâni hürriyet, hürriyeti ortaya çıkaran, gerektiren şey, insaniyet, yâni baş kaldırmak, her şeye karşı asi olmak ve hiçbir şeye teslim olmamak... İnşallah gelecek oturumda bu okuldan çokça bahsedeceğiz.

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur)

 

 

13. Oturum

 

 

EGZİSTANSİYALİZM EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"Ey iman edenler! Allah'tan saygı ile korkun; her kişi yarın için önceden ne göndermişse ona dikkatle baksın. Allah'tan saygı ile korkun. Şüphesiz ki Allah, yapageldiklerinizden haberlidir. Artık siz Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onları kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar ilahi sınırları aşıp azan kişilerdir."[13]

 

Önceki oturumumuzda insan-ı kamil konusunda, bugünün yeni okullarından biri olan bir okuldan bahsetmiştik.

Bu mektep, insan-ı kamile ölçü olarak ve insanın gerçek cevheri olarak; insanın değerlerinden biri hürriyeti kabul eder.

Onlara göre yalnız insan bu alemde hür yaratılmıştır; yâni hiçbir güce ve zarurete, hiçbir şeye boyun eğmeye mecbur değildir. Bizim eskilerin tabiriyle, insan bu hilkat aleminde muhtar bir varlıktır, mecbur bir varlık değildir ve bazılarının tabiriyle insandan başka varolan bütün mevcudat mecburdur; yâni bir zorunluluklar zincirinin etkisi altındadır. Ama yalnız insan mecbur değildir ve hiçbir güç onu idare edemez.

EGZİSTANSiYALİZMDE VÜCUDUN ASALETİ

Bu okulun başka bir iddiasına göre, bu dünyaya hür ve bağımsız gelen insandır, alemin diğer varlıklarının aksine onun kendine has bir tabiatı yoktur. Dünyada yaratılan her varlığın kendine göre bir tabiatı vardır; taş, taş olarak yaratılmıştır ve taştan başka birşey olamaz, kerpiç olamaz; kedi, kedi tabiatında yaratılmıştır; at, at tabiatında yaratılmıştır. Ama insanın hiçbir şekilde kendine has bir tabiatı yoktur, sadece insan tabiatını kendi kendine edinir. Hür ve bağımsız bir varlık olan insan, kendi ihtiyarının ve hürlüğünün sınırlarını kendinde edindiği tabiatının mahiyetiyle çizer. Buna "vücudun asaleti" veya "vücudun mahiyete önceliği" adını vermişlerdir.

Vücudun asaleti ve mahiyetin önceliği bizde nisbeten eski bir deyimdir. Yaklaşık üç yüz elli yıl (yâni Sadr-ül Müteellihin devrinden) bu yana kullanagelmiştir. Ama filozoflar vücudun asaleti ve mahiyetin önceliği konusunu dikkate almamışlardı, belki bunu bütün eşyalar hakkında kullanıyorlardı. Ondan, başka bir mana kastediyorlardı.

Fakat insanın başka varlıklara göre daha üstün bir imtiyazı olduğu için belirli bir tabiatının olmadığı ve kendi kendisine bir tabiat edindiği -ki onlar bunun adını vücudun asaleti ve vücudun mahiyete önceliği koymuşlardır- konusu bizim felsefemizde ve bilhassa Sadr-ül Müteellihin felsefesinde -başka bir tabirlerle- çok daha sağlam açıklanmıştır.

Onlar (yâni egzistansiyalistler) başka bir tabirle ve başka bir yoldan bu konuyu tesbit etmişlerdir ve söyledikleri doğrudur; insanın kendine has, sabit bir tabiatı olmadığı ve kendi kendine tabiat edindiği bir gerçektir.

Bu konu, bizim dini tabirimizle geçmiş ümmetlerin meshiyle (hayvanlaşması, çirkinleşmesi) ilgili veya bugünün insanlarının ahlakları hakkında ya da kıyamet günü insanların tekrar diriltilmesiyle ilgili (bahislerde zikredilmiştir) -insanlar kıyamet gününde yalnız bir şekilde haşredilmeyeceklerdir; insanların bazıları insan olarak haşredileceklerdir, pek çoğu ise insandan başka suretlerde; hayvan olarak haşredileceklerdir- bu konu aynı esas üzerindedir, insanlardan herhangi biri insan fıtratına sahip olarak doğar, insan zekasına sahip olarak doğar ama hayatın akışı içinde onun aslının insandan başka bir hayvana dönüşmesi mümkündür ve bir hakikattir.

Her halükarda bu okulun kabül ettiği, "insanın hür ve bağımsız ve kendi kendinden sorumlu olarak yaratılmış olması" aslı doğrudur.

Müslümanlar arasında iki ayrı grubun olduğunu biliyoruz: Eşaira[14] cebre ve Mutezile[15] tefvize, Şia ise "emrün beynel emreyn=iki görüşün arası"na inanır.

Egzistansiyalizmin söylediği, "sonradan tabiat edinme"; Mutezile'nin söylediği "Kendine sonradan huy edinme"nin aynısıdır.

İslam'a göre edinme yoktur,ama ihtiyar vardır. İmamlar şöyle söylemişlerdir:

(Bugünkü materyalistlerin dediği gibi) beşeri iradeyi inkar etme yoktur ve (yine bugünkü egzistansiyalistlerin söylediği gibi) sonradan tabiat edinme de yoktur. İhtiyar, "emir iki emrin arasında"dır.

Demek ki insanın ihtiyarı meselesi hakkında söylenen; insana bir gücün hükmetmediği ve ondan ihtiyarını almadığı, sözleri hariç diğerleri doğrudur, yâni insanın, bütün yaratıkların aksine -canlı ve cansızların hepsi- sabit ve değişmez bir tabiatı olduğu doğrudur ve kabul edilmez bir deyim değildir. İnsanın kendi kendine tabiat edinen ve şekil verebilen bir varlık olduğunda şüphe yoktur.

İNSANIN BAĞIMLILIĞININ SONUÇLARI

Fakat bu okulun, insanın hürlüğü hakkında başka bir görüşü vardır. Burada insanın hürriyeti kelimesini felsefi manada şöyle açıklıyorlar:

İnsan hür ve muhtar yaratılmıştır hatta kendi tabiatını kendi kendine edinmesi lazımdır. Daha sonra şöyle diyorlar: Özgürlüğün zıddı ve ona ters düşen her şey insanı insanlığından çıkarır ve insanlıktan uzaklaştırır.

İnsan, zatı itibariyle hür yaratılmıştır. Bağımlılık gibi sebeplerin insandan özgürlüğünü alması mümkündür. Eğer insan kendini bir şeye bağlarsa, bir şeye kul ve teslim olursa, -bu istediği şey ne olursa olsun- bu okula göre insanlığın dışına çıkmış demektir. Çünkü artık hürriyeti ondan alınmıştır. İnsan hür ve bağımsız tek varlıktır; ancak kendini bir şeye bağlarsa, hürriyeti ve bağımsızlığı ondan alınmış olur.

İnsanın bağımlılığını gerektiren şeyler birkaç şey olabilir:

İnsan önce para gibi bir şeye bağlanır, paraya bağlanmasının sonucunda insan kendini, kendi insanlığını unutur ve başka bir şekle yönelir.

İnsanın böyle bir şeye bağlanması, insandan hürriyetini alır, kendini unutturur, insanı o şeylere çeker, insan böyle olduğu zaman kendini hatırlamaz, hatırında ve gönlünde hep o sevdiği şey vardır. Bu, insanın kendisi için kendini unutmadır. Bu, bir gaflettir. Kendini bilen bir varlığın yerine, "kendinden habersiz ve bilgisiz bir varlık" gelmiş olur.

Bununla ilgili ikinci özellik de insanın kendindeki değerlerden, insani değerlerden gafil olmasıdır. Onun bütün dikkati sadece o şeyin değerine yönelmektedir.

Paraya tapan biri için, insani değerlerin hiçbir kıymeti yoktur; zaten onun kendisinde de değer yoktur. Onun zihninde şereften, bağışlamadan eser yoktur, hürriyet ve bağımsızlıktan da zihninde eser yoktur: Onun zihninde her şey paradır. Parasal değerlerin onun için bir kıymeti vardır, ama onun kendisi için kendinde bulunan değerlerin kıymeti yoktur.

Onun kendi değerleri onun nazarında ölmüştür ve o değer verdiği şey yaşamaktadır.

Üçüncü özellik de bir şeye bağlılığın esaret sayılmasıdır. İnsan kendini bir şeye bağladığı zaman, genellikle onun tekamülü ve hareketi duraksar, çünkü o şeye; bir ağaca veya kazığa bağlanan bir hayvan gibi bağlanmış olur.

Siz eğer bir insanı, bir hayvanı veya bir otomobili bir ağaca bağlarsanız onun hareket etmesini engellemiş olursunuz. Ona ket vurursunuz, onu tutuklarsınız. Bugünkü tabirle, onu "olmak" halinden "idilik" haline dönüştürmüş olursunuz.

Bizim filozoflarımızın tabiriyle asıl halet ve niteliği olan "değişim" ondan alınır ve "değişim karşıtı" haline dönüştürülür.

BU EKOLE GÖRE "ALLAH'A İNANMA"

Demek ki insanın hakikati ve cevheri ve insani değerlerin değeri, başka bir deyişle insani değerlerin anası, bu okulda hürriyet ve ihtiyardır. İnsan eğer kendi insani değerlerinin koruyucusu olmak isterse, insanlığının yok olmasını, başka bir hayvana dönüşmesini istemiyorsa, kendi hürriyetini korumalıdır. Eğer kendi hürriyetini korumak istiyorsa "yüzlüler"e olan bağlılığını koparması veya "aşkın kölesi" olmaktan kendini koruması lazımdır.

Dünya gülistanından bir gülizar bize yeter

Bu çemenden bir selvi boylunun gölgesi bize yeter

Ya Rabbi, kendi kapından beni cennetine gönderme

Sana giden yolun başında olmak

Her şeyden ve her yerden üstündür.

"Gülizar, Selvi boylunun gölgesi, Cennet", gibi bağlardan kurtulmak lazımdır.

Bu okula göre insanın "mutlak hür" olması lazım. Bunun isbatı da, aralarında çok büyük zıtlıklar olmasına rağmen diyalektik materyalizmlerdir. Ama bu iki güruhtan egzistansiyalistler Allah'a inanmanın iki açıdan bu okulla uyuşmadığına inanmaktadırlar. Biri şu açıdan: Allah'a inanmak, kaza ve kadere inanmayı gerektirir; kaza ve kadere inanmaksa, hem cebre ve hem de insanın sabit bir tabiatı olduğuna inanmayı gerektirir.

Çünkü gerçekten eğer bir Allah varsa o Allah'ın ilminde insanın belirli bir tabiatının olması lazımdır; "Belirsiz" olması mümkün değildir. Aynı şekilde eğer bir Allah varsa, kaza ve kader ve sonuçta da cebr insana hakim olur. O zaman onun bağımsızlığı ve hürriyeti kalmaz. Öyleyse biz hürriyeti kabul ettiğimiz için Allah'ı kabul etmiyoruz.

İkinci olarak, Allah'a inanma ile hürriyete inanma çeliştiği için -bunların inanışına göre- olumsuzdur; Allah'a inanma, Allah'a iman etmeyi gerektirir. Allah'a bağlılığı, bu bağlılık her ne şekilde olursa olsun gerektirdiğinden insanın hürriyetine terstir; özellikle bu bağlılık Allah'a iman etme olursa. Çünkü Allah'a inanma bütün bağlılıkların üstünde bir bağlılıktır.

Şairin deyişiyle:

"Ben sana bağlıyım başka bir bağa muhtaç değilim

Ahdi seninle bağladım asla kırmış değilim."

Eğer bağlılık Allah'a olursa onu başka hiçbir şekilde inkar etmeyeceği için, bu okula göre insan-ı kamilin ölçüsü onun bağımsızlığıdır.

Bu okul hakkında iki yönden bahsedilebilir. Biri, Allah'a inanmanın bağımsızlığa ters olduğuna inanmalarıdır. Bu onların bir hatasıdır. "Materyalizme Eğilim Nedenleri" adlı kitapta ve ayrıca "İnsan ve Macerası" adlı kitapta bu konuyu açıklamış ve bunun böyle olmadığını söylemiştim.

Bunların kaza ve kader hakkındaki düşünceleri, ihtiyar kadınların kaza ve kader hakkındaki fikirlerinden farksızdır. Bunlar kaza ve kaderin İslami kültürde nasıl oluğunu hiç anlamamışlardır. İslam'a göre, insanın hürriyeti ile kaza ve kadere inanmanın hiçbir tersliği yoktur. İşin bu yönü şimdilik bizim konumuz değildir. Bizim bahsimiz ikinci kısımdadır.

Bu okulun ikinci hatası da, bağlılık neye olursa olsun hürriyetin tersidir, hatta bu bağlılık Allah'a olsa bile, demeleridir. Ben burada sizin için bir başlangıç yapacağım:

KEMAL, KENDİNDEN KENDİNE HAREKET ETMEKTİR

Bir tekamül seyrini kateden bir varlığı göz önüne alın. Bir çiçek, topraktan filizlendiği andan, olgunlaşıp tekrar bir çiçek olana ve nihâi sınırına ulaşana kadar nereden nereye seyreder? Veya bir hayvanın yaratılışının kaynağı olan bir hücre, başlangıç anından mükemmel bir hayvan olana; yâni kamilleşmiş bir varlık, en zayıf hallerden en güçlü hale erişinceye kadar nereden nereye seyrediyor?

Acaba "kendi"nden, "başkası"na mı seyrediyor? Acaba "kendi"ne yabancılaşıyor mu? Veya "başkası"ndan "kendi"ne mi seyrediyor? Ya da "başkası"ndan "başkası"na mı, yoksa nihayetinde "kendi"nden "kendi"ne mi seyrediyor?

Eğer "kendi"sinden "başkası"na seyrettiğini söylersek; hareket etmediği, gelişmediği zaman kendisi olduğunu, fakat hareket etmeye başladığı andan itibaren kendine yabancılaştığı, kendinden ayrıldığı ve artık kendisinin kendinde olmadığı manası anlaşılır. Aynı şekilde çok eski filozoflardan bazıları "hareket kendinden başka bir doğuştur" demişlerdir, yâni "hareket, kendinden başkalaşmaktır". Tabii ki, bunlar doğru bir söz değildir.

Mesele şudur: Bir çiçek tohumu veya bir insan nütfesi, ilk hareket etmeye başladığı andan, kemale eriştiği son lahzaya kadar, "kendi"nden "kendi"ne hareket eder. Yâni o, "kendi" ve gerçekliği devam eden bir gerçekliktir. Onun "kendi"si ne ilk an, ne orta, ne son andır; o, baştan sona kadar "kendi"dir.

Acaba hangi sona erirse en çok "kendi"si olur? Yâni onun "kendi"si daha kamil olur? Evet "kendi"nden "kendi"ne doğru hareket eder ama, eksik olan "kendi"nden kamil olan "kendi"ne hareket eder.

Örnek gösterdiğimiz çiçek şuur sahibi olduğundan kendi kemaline doğru hareket eder. Şimdi eğer bu çiçek şuurlu bir şair olsaydı acaba kendi kemalinden başka bir şeye aşık olabilir miydi?

Bütün varlıklar fitri olarak kendi nihâi kemallerine aşıktırlar. Çiçek kendi kemalinin aşıkı olduğu gibi, cansız varlıklar da, bazı deyişlere göre, kendi nihâi kemallerinin aşkına sahiptirler. Her varlık kendi kemaline aşıktır.

Buna göre bir varlığın kendi nihâi kemaline olan bağlılığı Sartre efendinin teorisinin aksine, "kendine yabancılaşmak" değildir, daha çok kendine dalmaktır; yâni daha çok "kendi kendisi olmak"tır.

Eğer insanın bağımsızlığı kendi kemalini aşarsa, yâni kendi kemalinin sınırını aşan bir aşamaya erişirse, kendi kendinden bağımsız olur. Bu tür bir hürriyet kendine yabancılaşmayı doğurur. Bu tür bir hürriyet bir insanın kemalinin zıddıdır. Hürriyet eğer varlığın kemaline şamil olacaksa, yâni o varlığın tekamül aşamasını kapsayan bir şeyse, onu ihtiva ediyorsa, "Ben kendi tekamül merhalemden daha hürüm" manası anlaşılır. Yâni ona da bağımlı değilim.

Bunun manası şudur: Ben "kendi"mden daha mükemmelim ve benim "kendi" kamilliğimden "kendi" eksikliğim bağımsızdır, hürdür.

Bu hürriyet insanı kendinden daha çok uzaklaştırır. Yâni bu sefer bağlılık kendinin kemaline ve daha kamilliğine olur.

Bu okulda başkasına bağlılık ile kendine bağlılık arasında -yâni kendi kemal aşamasındaki bir şeye bağlılık- fark koyulmamıştır.

Biz de, kendisine yabancı bir zata bağlılığın, insanın başka bir şekil almasına sebep olacağını kabul ediyoruz. Peki neden dinlerin hepsi dünyanın maddiyatına bağlılığı yasaklamıştır?

Çünkü (maddiyat) yabancıdır. Gerçekten de insani değerlerin yok olmasına sebep olur. Ama insanın nihâi kemaline bağlılık, yabancı bir şeye bağlılık değildir, "kendi"ne bağlılıktır; insanın kendine bağlılığı, insanın kendine yabancılaşmasını gerektirmez, kendinden habersiz olmasına, kendindeki insani değerleri unutmasına sebep olmaz. Veya hareketsiz kalmasına ve "olması"nın "idiliği"ne dönüşmesine sebep olmaz. Çünkü, bir şey nihâi özüne bağlandığı zaman ona doğru hareket eder.

ALLAH İLE İNSANIN İLİŞKİSİ KONUSUNDA BU EKOLÜN HATASI

Sartre Efendi! Allah insana iki şekilde yabancı değildir. Birincisi, insanın Allah'a olan bağlılığı zata ters düşecek bir şey değildir ki insan Allah'a inanmakla kendini unutsun. Bilakis Allah'ı hatırlamıştır. Varlığının sebebi, oluşunun sebebi, her şeyi yapan ve her şeyin başlangıcı O'dur, her şey O'na doğrudur. O, bir şeye kendinden daha yakın olan şeydir.

İslam felsefesinde bunun delilleri çok açık bir şekilde beyan ve isbat edilmiştir.

Kur'an "Biz ona sizden daha yakınız..."[16] buyurmaktadır.

Biz size, sizin kendinizden daha yakınız; bizim bilgimiz, sizin kendiniz hakkındaki bilginizden daha çoktur ve muhakkak ki bizim zatımız sizden daha çok size yakındır.

Herkes "Ben kendime her şeyden yakınım" der ama Kur'an, Allah her şeye o şeyin kendisinden daha yakındır buyuruyor. Çünkü Allah her şeye rağmen o şeyin kendisinden daha kendisidir. Bu konunun çok yüksek bir seviyesi olduğunda şüphe yoktur.

Hz. Ali Nehc-ül Belağa'da bu konuda şöyle buyuruyor: "Allah eşyanın kendisinin dışında değildir ve onlardan ayrı değildir, ama eşyanın içinde de değildir."

İkinci olarak Kur'an, insanın Allah'a bağlanması lazım geldiğini buyurmaktadır. Çünkü Allah insanın kemal seyrinin sonu olduğu gibi, insanın yolu Allah'a doğrudur. Öyleyse insanın Allah'a yönelmesi, kendi kemalinin nihayetine yönelmesi demektir. Bir tohum misalinde olduğu gibi kendinin kemalinin sonuna yönelmesidir.

İnsanın Allah'a doğru gitmesi, insanın "kendi"ne doğru gitmesidir; insanın kusurlu, eksik "kendi"nden daha kamil olan "kendi"ne gitmesidir. Öyleyse, Allah'ı başka şeylerle kıyaslayan ve insanın Allah'a yöneldiği zaman kendini unutmuş olacağını, hareketinin duraksayacağını sanan kişi yanılmaktadır.

KENDİNİ BİLME VE RABBİNİ BİLME

Allah insana öylesine yakındır ki insanın Allah'ı bilmesi tıpkı onun kendini bilmesi gibidir. İnsan ancak kendini bildiği zaman Allah'ı bilebilir. Bir insanın "kendini bilme"den "Allah'ı bilme"si imkansızdır. Kur'an, kendini unutan kimse Allah'ı unutmuş olur, buyurmaktadır. Ancak insan ne zaman tekrar kendine dönerse o zaman Allah'a döner, Allah'ı bulmuş olur. Eğer insan Allah'ını unutmuş ise kendini de unutmuştur.

Kur'an Egzisiztansiyalistlerin iddialarının aksini buyuruyor. Onların iddialarına göre insan Allah'a yönelirse "Allah'ı bilmiş" olur "kendini bilmiş" değil. Kur'an ise, insan ancak "kendini bilebildiği zaman Allah'ı bilmiş olur" buyurmaktadır. Bunun için Kur'an'daki ruh ve insan konusu çok yüce ve hakikaten çok şaşırtıcıdır.

Kur'an insanın bazen kendini kaybettiğini buyuruyor. Kur'an'ın tabiriyle, büyük kaybı olan, bütün parasını kaybeden kimse değildir, hatta bütün hürriyetini kaybederek başka birinin kölesi olan kimse de değildir; hatta bütün şerefini kaybeden kimse de değildir, büyük kayıp, insanın kendini kaybetmesidir. İnsan kendini kaybettiği zaman her şeyini kaybetmiş olur; eğer insan kendini bulursa o zaman her şeyi bulmuş olur.

İbadetin felsefesi nedir? İbadetin felsefesi, insanın kendini buluncaya kadar Allah'ı bulma isteğidir; ibadettin felsefesi "kendini tekrar bulma" ve Kur'an'ın buyurduğu manada gerçekten "kendini bilme"dir.

Kur'an, İslam okulundan ilham alanlar hariç, insanlığın hala bu gerçeği idrak edemediğini söylemektedir.

İnsanın kendini bilme ve tanımasını yorumlayan Muhyiddin Arabi ve öğrencisi Mevlana Celaleddin-i Rumi gibileri Kur'an'ın inişinden altı yüz yıl sonra dünyaya gelmiş olmalarına rağmen Kur'an'dan ilham alarak bu tanımı yapmışlardır.

Kur'an'dan altı yüz sene sonra yaşamış olmalarına rağmen asrımızın felsefesinin yedi yüz yıl ilerisinde olmanın şerefine sahiptirler.

Mevlana, "kendini bilme" konusunun hiçbir zaman "Allah'ı bilme"den ayrı olmadığını söylüyor:

"Ey gönül, canın[17] iktizası uyanık olmaktır

Kim daha uyanıksa onun canı daha güçlüdür."

Canın gerçekten "bilgi" olduğunu söyledikten sonra, daha çok bilgili olanların canlarının daha güçlü olacağını söylüyor.

İşte bunun için insanın ruhu, daha bilgili olduğundan, hayvanın ruhundan daha güçlüdür. Konu yavaş yavaş kendinden haberdar olduğu zaman kendi Allah'ından haberdar olana kadar, daha ince bir hal almaktadır.

Buna rağmen, bunlar hürriyet konusunda her bağlılığın, bağımsızlığa ters düştüğünü zannediyorlar. Oysa Allah'a bağlılığın dışındaki her bağlılık hürriyetin zıddıdır. Allah'a bağlılıksa, insanın daha kamil "kendi"ne bağlılığıdır. Özgürlük ve hürriyet ancak Allah'a bağlılıkla ortaya çıkar.

Öyleyse Allah'ı bilme, kendini daha çok bilmeyi gerektirir; insan ne kadar ibadet eder, ne kadar Rabbiyle halvet ederek O'nu anarsa, Allah'a ne kadar çok yönelirse, o zaman kendi nefsini o kadar güzel tanımış olur.

Merhum Mirza Cevad Meliki-i Tebrizi Necef'te eğitim görmüş büyük müçtehitlerden biridir. Merhum Hüseyin Kulu Hamedani'nin öğrencilerindendir. Bu çok büyük arif, elli yıl öncesine kadar hayattaydı ve Kum kentinde ikamet etmekteydi. Çok nefis kitapları vardır.

Merhum Tebrizi kendisiyle ilgili "kendini bilme ve tanıma" konusunu bir takım mukaddimeler işleyerek şerh ettikten sonra irfani açıdan "kendini bilme" (insanın kendi nefsini idrak etme ve tanıması) merhalesine gelince bunu şöyle anlatır: Ben birini tanıyorum.[18] Bu kendini bilmeyi ilk defa rüya aleminde kendisinde keşfetmiş ve artık onun için uyanıklık halinde de devam etmiştir. Daha sonra durumu kendi kitabında bir şekilde açıklıyor:

Bu "kendine aydınlanma" gerçekte "Allah'ı bilme"nin ikinci derecesidir, bir aslın neticesidir. İbadetten başka bir yoldan gerçekleşemez, bir psikolog yüzyıl psikoloji ile uğraşsa yine gerçek bir kendini bilmeye erişemez.

Hz. Ali'nin (a.s) bir cümlesi vardır:

"Bir şeyini -mesela bir eşyasını- kaybettiği zaman onu bulana kadar peşinde koşan, fakat kendini kaybetmiş olduğunu hiç düşünmeyen adama şaşarım! Neden kendini bulmaya koşmuyor?! Ey insan! Sen kendini kaybettiğini bilmiyor musun? Git kendini bul, (çünkü) bu senin için kaybettiğin herhangi bir şeyden daha kıymetlidir..."

DİĞER BİRKAÇ ELEŞTİRİNİN CEVABI

Değerler konusunda Allah'a iman etmenin insani değerleri unutturduğunu söylüyorlar. Oysa biz, yabancı bir şeyde boğulmanın, insanın kendi zatındaki insani değerlerini unutmasına sebep olduğunu söylüyoruz.

Ama eğer bu boğulma, "kendi"si ve kendi kemaliyle aynı şeyde olursa, insandaki değerlerin dirilmesine, ihya olmasına sebep olur. Buna delil olarak kulluk makamında çok yüksek seviyelere ulaşan bazı kimseler gösterilebilir; onlardaki akıl güçlüdür. Onlardaki aşk daha güçlüdür. Onların gücü daha fazladır, onlarda insanlarla olmak daha güçlüdür. Onların izzet ve kerameti (bağışlama) daha güçlüdür. Çünkü bunların hepsi Hakk'ın zatının tezahürüdür.

Allah'a inanmanın, insanın duraksamasına ve hareketsiz kalmasına sebep olacağını söyleyenlere şöyle demek lazımdır:

Onlar, Allah'ın ağaç gibi bir şey olduğunu, böylece Allah'a bağlanan bir kişinin sınırlı, bağlı ve artık hareket kabiliyeti olmayan bir varlık olacağını zannediyorlar.

Egzistansiyalist efendiler! Allah sonsuz, uçsuz bucaksız bir gerçektir. Eğer insanı sınırlı bir uzayda, mesela yüz fersahlık[19] bir fezada hapsederseniz, bu insan için bir sınırlamadır, çünkü insan, "Benim katettiğim bu fezanın sonu sınırlıdır" der.

Ama eğer insanı sonsuz bir uzaya hapsederseniz, artık onu sınırlayamazsınız; sonsuz uzayda duraksama yoktur. Yâni ey insan! Bu sonsuzluğa hareket edersen yine kemaline doğru gidersin. Allah sonsuz olan tek varlıktır. Eğer insanların en mükemmeli olan, yâni Hatem-ül Enbiya (s.a.a), ebediyete kadar ileri gitse yine onun seyrinin sonu yoktur.

Allah, sonu olan bir varlık değildir, bu sonsuz alan yalnız insan içindir.

Salavat konusunda ulema arasındaki bir bahse dönelim. Bizim Hz. Peygambere gönderdiğimiz salavatın manası nedir? Allah'tan peygamberin üzerine rahmet ve hayır göndermesini taleb ediyoruz bunun ne etkisi vardır? Bazıları, peygamber insan-ı kamil olduğuna göre, onun için rahmet ve hayır dilemenin anlamı nedir? diyorlar. Bunlara cevap olarak şöyle söylemek lazımdır: Hz. Peygamber sürekli hareket halindedir ve bu hareket sonsuza kadar olsa bile, bu yolun sonu yoktur. Öyleyse Allah'ın zatına olan bağlılık, insanın "değişim"inin "değişim karşıtlığı"na dönüşme sebebi ve kaynağı olamaz.

AMAÇSAL KEMAL VE ARAÇSAL KEMAL

Bu egzistansiyalist efendilerin hata ettikleri başka bir konu da hedef ile vesile arasındadır. Hürriyet insan için bir kemaldir, ama bu özgürlük "amaçsal kemal" değil, "araçsal kemal"dir.

İnsanın hedefi hür olmak değildir, ama insanın kendi kemalatına erişinceye kadar hür olması lazımdır.

Hürriyet yâni bağımsızlık insan içindir, çünkü insan bütün varlıklar arasında yolunu kendi kendine seçmesi lazım gelen tek varlıktır. Hatta çok daha ince bir tabirle "insanın kendisini seçmesi" lazımdır.

Öyleyse insan, hürdür ve bağımsızdır, ama acaba hür olması "kemaline ulaştığını" mı gösterir yoksa "kendi kemalini seçmede bağımsız olduğunu" mu. Hürriyetle, insanın kemalatının en yüce makamlarına erişmesi mümkün olduğu gibi "aşağıların aşağısına" düşmesi de mümkündür.

Muhtar, yâni yuları kendi boynuna atılmış bir varlık. Ey insan! Sen bu tabiat aleminin erişkin tek varlığısın; diğer bütün oğullar erişkin değildir, onlar bakıma muhtaçtır, ancak sen erişkin ve hür bir varlıksın.

"Gerçekten biz, insana yol gösterdik; o ya şükredici ya da nankör olur."[20]

Biz sana yol gösteriyoruz, kendi yolunu senin seçmen lazımdır.

Hürriyet insanlığın kemalinin kendisi değildir, insanlığın kemalinin vesilesidir. Yâni eğer insan hür olmazsa, insanlığın kemalatını tahsil edemez. Çünkü bir gücün egemenliği altında olan bir varlık oraya erişemez. Öyleyse hürriyet "araçsal kemal"dir, "amaçsal kemal" değildir.

İsyan da böyledir. Bunlar buradan insanın hür olduğu için isyankar ve serkeş olabileceği sonucuna varmışlardır; yâni her türlü dayatma gücün karşısında durabilir ve onu inkar da edebilir. Sonra onlar, isyan ve baş kaldırmanın insanın kendisi için kemal olduğunu sandılar. Onlara göre hür insan, hiçbir şeye teslim olmayan ve her şeye baş kaldıran insandır.

İsyanın zati değer taşıdığına inandıkları için şöyle bir sonuç alınabilir: "Bu ekol hercümerci gerektirir."

Sartre bu töhmeti kendi okulundan uzak tutabilmek için çok çalışmış ama becerememiştir. İsyanın zati bir değere sahip olduğu okulda hercümercin olmaması mümkün değildir.

İslam okulunda "isyan mümkün"dür. Zaten insan için bir değerdir. Yâni insan itaat de edebilir, isyan da; yükselebildiği gibi, alçalabilir de. Acaba isyan etmeyen biri insandan üstün müdür? Hayır. O isyan edemiyor, etmiyor. İsyan ve itaat edebilme kabiliyeti insanda birbiriyle eşittir. İnsanın kemalinden sayılır. Başka varlıkların böyle bir kabiliyetleri olmadığı için sorumlu ve hür değildirler.

Evet, isyandan sonra Allah'a yönelme, insan için bir kemaldir. İsyandan dönmek, Hak Teala'nın esma-i hüsnasından -yâni "Gafur" ve "Bağışlayıcı" isminden- birinin tahakkuk etmesi, gerçekleşmesidir.

Eğer bir tövbe ve bir isyan olmasaydı bir gufran da olmayacaktı. O zaman, Allah'ın gufranı, bağışlaması olmayacaktı; bu, eğer isyan olmasaydı Allah "Gafur" olmayacaktı demek değildir.

İsyan küfür, tövbe de küfürden dönmektedir. Bu küfürden dönmekle Allah'ın gufranı ortaya çıkar.

Bir rivayette Allah'ın şöyle buyurduğu bildirilir: "Eğer yeryüzünde yarattığım insanlar isyan etmeseydi, tekrar isyan etsinler, tövbe etsinler de onları bağışlayayım diye yeni bir mevcudat yaratırdım." Öyleyse isyanın kendisi zati bir değer değildir.

Hürriyet, yâni engel olmaması, mecburiyetin olmaması, yolun başında hiçbir bağlılığın olmamasıdır. Öyleyse insanın hür olması kemal yolunda hareket edebileceğini gösterir, hür olmak kemale varmakla eşit ve anlamdaş değildir. Hürriyet kemalin başlangıcıdır, kendisi değildir. Bir yolu katetmesi gereken hür ve bağımsız yaratılmış bir varlığın yolunun üzerindeki bütün engelleri alınmış, hürriyet aşamasına gelmiştir ama hürriyet aşamasına erişmek, kemalin başlangıcına erişmektir; yâni kendi kemal yolunu kat edebilmesi için hürdür. Öyleyse bu okulun ilk hatası insanın hürriyetinin ve bağımsızlığının Allah'ın varlığıyla çeliştiğini sanmasıdır.

İkinci hatası iman ve Allah'a bağlılığın, herhangi bir eşyaya olan bağlılık gibi insanın değerlerini yitirmesine, hareketsiz kalmasına, duraksamasına ve donmasına sebep olacağını sanmasıdır. Bu okulun üçüncü hatası da hürriyeti insanın nihâi kemali olarak bilmesidir. Oysa aslında hürriyet, insanın "kemalinin başlangıcı"dır.

Acaba hürriyet kemal midir? Şüphesiz. Çünkü eğer hürriyet olmasa bir insanın kendi kemaline ulaşması mümkün değildir. Allah insanı, hürriyeti ve bağımsızlığı sayesinde kemale ulaşabilecek şekilde yaratmıştır. Kemal yolunu, insanın kendi ihtiyarıyla adım atarak geçmesinden başka türlü katetmesi mümkün değildir. Ama dayatma ve zorlama (hürriyetin yok edilmesi) ortaya çıkarsa, bu yol yürünmez.

İSLAMİ TABİRLERDE HÜRRİYET

İslami tabirlerde geçen hürriyet kavramına biraz değineceğim. İslam, hürriyet konusunun insanın insani değerlerinden biri olduğunu açıkça itiraf etmiştir. Ama yalnızca bir kişiye mahsus bir değer değildir. Hürriyet, yanlış tefsirler ve tabirlerdeki manalar da değildir. Hürriyetin gerçek anlamı, Nehc-ül Belağa'da Hz. Ali'nin, Malik Eşter'e yazdığı ayrıntılı mektuptan sonra gelen, -İmam Ali'nin (a.s) en ayrıntılı bu mektubu, İmam Hasan'a (a.s) vasiyetidir- mektuptadır.

O mektubun cümlelerinden biri şöyledir: "Kendi canını ve ruhunu, her türlü pis işten ve kötülükten aziz tut; her türlü alçaklık ve adilikten muhterem say."

"Kendi canını tut" demiyor, "aziz tut" diyor. Yâni alçaklığa ve adiliğe düşme, kendi zatının ihtiramını muhafaza et diyor.

Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kayıpların en büyüğü, kendini kaybetmektir."

Buradaki anlamın aynısını Hz. Ali başka bir tabirle şöyle buyuruyor.

"Oğlum kaybedeceğin veya satacağın her şeye bir değer biçmek mümkündür. Senin neyin varsa, onun, satıldığında karşılığını alacağın bir değeri vardır. Ama bir şeyin var ki onu satmaya kalksan bütün dünyada ona bir değer bulamazsın, o kendindir. Yâni bu canın, nefsin ve ruhundur; eğer ruhunu satarsan karşılığında sana dünyanın tamamını ve onda bulunanları verseler ona denk düşmez."

O'nun saygıdeğer oğlu İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Benim kendi ruhuma ve nefsime karşılık olacak yalnız bir şey var ki o da Allah'tır. Ruhu Allah'a satıp, Allah'ı alabilirsin ama nefse karşılık bütün varlıklar aleminin, melekler aleminin, dünya ve ahiretin hiçbir kıymeti yoktur."

Hz. Ali aynı mektubunda şöyle buyuruyor:

"Oğlum! Asla başkasının kulu olma, çünkü Allah seni bağımsız, hür yaratmıştır."

Size Nehc-ül Belağa'dan başka bir örnek arz ederek sözlerime son vereceğim. Hz. Ali (a.s) ibadetlere kıymet (bir çok hadiste bu tabir vardır) biçerken şöyle buyurmuştur:

"Allah'a ibadet eden insanlar üç gruptur: Bazıları, Allah'a korktukları için ibadet ederler. Çünkü bir cehennem ve azap olduğunu işitmişlerdir. Allah'a kendilerini muazzep etmesin diye ibadet ederler. İşte bu, kölelerin ibadetidir.

Bunların vasıfları, sahiplerinden korktukları için bir iş yapan ve başka bir değeri bulunmayan kölelerin özellikleri gibidir.

Bazıları da cennete tamah ettikleri için Allah'a ibadet ederler. Çünkü Allah'ın "altlarından ırmaklar akan" cennetleri olduğu ve orada "canlarının çektiği cinsten kuş eti; ve iri kara gözlü eşler ki, sedefinde saklı inciler misali"[21] hurilerin olduğunu işittiklerinden: Ancak hatırlarına bir kuş eti veya zümrüt, inci, mercan ya da kara gözlü bir huri geldiği zaman bunlardan paylarını alabilmek için ibadet etmeye başlarlar. Bu ibadet de tacirlerin ibadetidir.

Ama bir başka grup vardır ki onlar Allah'a şükrederek ibadet ederler. İbadetlerinde ne cennet hevesi ne de cehennem korkusu vardır; yalnız ve yalnız Allah'ı görürler."

İnsanı insan eden, insani değerlerden biride onun "şükredici" olmasıdır. Onun vicdanı, Allah'a şükretmesi gerektiğine hükmeder; ve o da cennet ve cehennem olsun veya olmasın, ben Allah'a ibadet ederim, der.

Mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet eden Hz. Peygamber değil miydi? Ey Allah'ın Resulü (s.a.a)! Siz, "Allah'ın senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması"... olan bir varlıksınız, niçin bu kadar ibadet ediyorsunuz? diye sordukları zaman şöyle buyurdu:

"Acaba herkesin ibadeti Cehennem korkusundan veya Cennet hevesinden midir?! Acaba benim şükredici bir kul olmam gerekmez mi?"

Demek ki birinci grubun ibadeti, kölelerin ibadeti; ikincilerin ibadeti tacirlerin ibadeti; üçüncü grubun ibadeti ise hürr insanların ibadetidir.

Hz. Ali'nin (a.s) mantığına göre, hür ve bağımsız insanın cennet ve cehenneme bağlılığı yoktur. O, cennet ve cehennemden azadedir, ancak kendi Allah'ına bağlıdır.

Başlangıçta niyetim şimdiye kadar söylediklerimin hepsini bir oturumda yeniden hülasa etmek ve İslam'ın örnek insanını bir yerde göstermek idi. Ama bu okulların hepsini aynı anda anlatmış ve İslam'ın görüşünü açıklamış oldum.

Yine de şöyle özetleyebiliriz: İslam sadece bir değere odaklanmış bir mektep değildir. İslam'ın gözü her yeri görmektedir. Bu gün filozofların dediğini çok önceden İslam demiştir, ariflerin gördüğü şeyi İslam daha iyi görmüştür, sevgi ekolünün ortaya koyduğunu İslam daha güzel ve kapsamlı olarak beyan etmiştir, kudret ekolünün gözlemlediği şeyi, İslam daha iyi gözlemlemiştir, sosyalizm ve egzistansiyalizmin gördüğü şeyi, İslam daha net görmüştür. Aynı zamanda bu ekollere yöneltilen eleştirilerin hiç biri İslam'a yöneltilemez. Çünkü hiçbir zayıf noktası yoktur.

Mantık bize çok somut ve net bir şekilde İslam okulunun mükemmel ve kapsamlı olduğunu gösteriyor ve bütün bunlar, İslam'ın Allah tarafından bize gönderilmiş olduğunu ispatlıyor.

Burada bahsettiğimiz ve dünyanın en dahi insanlarının tesis ettiği okulların hepsinin, İslam okulu karşısında renk verdiği doğru değil mi? Hz. Peygamber ne kadar meşhur biriydi -Yâni meşhurlardan biri gibi ne okula gitti ne de yazı yazdı- ki bu sözleri kendi zihninden söyleyebilsin; kendinden daha güçlü, insanlardan daha güçlü bir kudretten ilham aldığı ortadadır, gerçekten de onun ilhamı Allah katındandır. Bu okul diğer bütün okulları geçmiştir. Böylece, diğer ekollerle mukayese edilerek, bu okulun değerinin açıklanmış olduğunu söyleyebiliriz.

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur.)


[1] - Al-i İmrân, 64.

[2]- Eşyanın topluma değil, ferde aitliği.

[3]- Eşyanın ferde değil, topluma aitliği.

[4]- Burada yalnız bir taraf için örnek verilmiştir, ikinci durumun örneğinde hiçbir şeyden faydalanmayan ama eşyaya bağlılıkları olan kişiler vardır. "Biz"i yok olmuştur. Böylelerinin "Ben"i, "Biz"i olamaz.

[5]- Nehc-ül Belağa, 45. Mektup.

[6]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli sözler: 133.

[7]- Bir şeyin başka bir şeye isnadı sonucu "muzaf" ve "muzafun ileyh" ortaya çıkar. Mesela "Benim evim" dendiği zaman "ev" muzaftır ve "ben" ise muzafun ileyh.

[8]- Biliyorsunuz bunlar asılda hem eski zamanlarda ve hem de yeni dönemde ortaklık ilkesi söz konusu olmuştur, ancak bir engelle karşılaşılmıştır. Hatta Rusya'da komünizm ihtilalinin başlangıcında kadının ortaklığı meselesi önerilmiştir, ancak 1936 yılında bunu temelli kaldırmışlardır. Burada da "ben" ve "biz" meselesinin söz konusu olduğunu fakat uygulanabilir bir iş olmadığını görüyoruz.

[9]- Burada esas metinden düşen bir kısım vardır ancak mukaddimede zikrettiğimiz gibi bu son iki oturumun bantları elimizde yoktur.

[10]- M. Mutahari'nin bunları 1970 lerde vazettiğini unutmayalım (Çev.).

[11]- Al-i İmrân, 64.

[12]- "Biz" kelimesi burada "Siz"in karşınızdadır, "Ben"in değil.

[13]- Haşr, 18-19.

[14]- Eşaire: Meşhur İmam Ebu'l Hasan'a bağlı olanlar, sünnet ehlinin bir kısmı Cebri veya bazen Cebriye'dir. (Çev.)

[15]- Mutezile: kaderi inkar edip "kul ettiklerinin yaratıcısıdır" diyen ve Allah'ın sıfatlarını kadim saymada Ehl-i Sünnet'ten ayrılan ve Vasıl b. Ata yolunda olan kimseler. Kaderiye de bunun kollarındandır.(Çev.)

[16]- Vakıa, 85.

[17]- Can kelimesiyle ruh kastedilmektedir (Çev.).

[18]- O kişinin, kendisi olduğunu söylemiyor.

[19]- Fersah: Denizde üç mil. Eserde Ferseng şeklindedir (Çev.).

[20]- İnsan, 3.

[21]- Vakıa, 20 ve 23.