0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 

HZ. ALİ'NİN (A.S) SIFATLARI

 Hz. Ali (a.s) pratik hayatta da toplumun rehberi ve imamı olmalıdır. Yâni, bütün insani değerleri uyumlu ve dengeli bir şekilde bünyesinde taşıyan kamil bir insan, kemale varmış bir rehber olarak örnek alınmalıdır o... Öyle bir insan ki gece olup da ibadete koyulduğunda, Rabbine hamd-ü senada bulunup yakarmaya başladığında bütün arifleri geride bırakır; Hakka erişmek, bütün varlığıyla Hakka yönelmek ve Rabbine doğru kanatlanmak demek olan ibadet ruhu ile diğer insani vasıfları aynı şiddetle, aynı hararet ve aynı kemalle bir arada bünyesinde taşır.

Bütün dikkatini belli bir şeye toplamış olan bir insanın o şey haricindeki dış dünyayla bağlantılarını kestiğini başka şeyleri hissetmediğini duymuş ya da görmüşsünüzdür. Mesela savaşın kızgın bir anında kendini bütünüyle savaşa kaptırmış bir insan, o şiddetli vuruşma sırasında bir yara alacak olsa bunu hissetmez, örneğin kolunun bir tarafını kesip geçen bıçağın acısını belki de hiç duymaz, bütün varlığıyla savaşa konsantre olmuştur çünkü. İbadetle meşgulken Hz. Ali'nin (a.s) durumu da böyledir işte; yalnızca savaşırken değil, ibadet ederken de öylesine bir aşk-ı ilahi ile yanıp tutuşmakta, öylesine bir coşkuyla çağlamaktadır ki, asla bu alemde değilmişçesine bir halet-i ruhiye içine girivermektedir birden!

Kendisi, Nehc-ül Belağa'daki bir hutbesinde bu insanları şöyle tarif eder: "Halkla birlikte, ama halktan ayrıdırlar. Halkla beraberdirler ama ruhları yüce mi yüce yerlerdedir onların..."[1]

Evet...

İbadetle meşgulken vücuduna saplanmış olan oku çıkarırlar; ama o öylesine vurgundur ki Hakka, öylesine kaptırmıştır ki kendisini O'nun cazibesine, okun çıkarıldığını hissetmez bile, farkına dahi varmaz olayın...

İbadet mihrabında öylesine kıvranarak ağlamakta, sızı ve gözyaşlarına öylesine gark olmaktadır ki benzeri duyulmuş değil...

Onun geceleri böyle geçer.

Gündüzleri ise bambaşka bir insan oluverir; o gitmiş, yerine bir başkası gelmiştir sanki! Güler yüzlü, sevinçlidir; gülümseyerek gelir dostlarının yanına, etrafına sevgi saçar, canlılık ve neşe doludur şimdi de!...[2]

Ashabı, yakın dostları onu anlatırken "Ali (a.s) daima güler yüzlü, her zaman mütebessimdi" derler, "Onun en belirgin vasıflarından biriydi bu; fevkalade hoşsohbet bir insandı, ziyadesiyle cana yakın ve nüktedandı." Amr İbn-i As onun bu mizacını aleyhte propaganda aracı yapar ve "Ali halifeliğe yaramaz; güler yüzlü ve cana yakındır çünkü, güler yüzlülükle halifelik yapılamaz. Halife olacak kimse asık suratlı ve sert olmalı ki halk ondan korksun..." derdi.

Nehc-ül Belağa'daki bir hutbesinde Hz. Ali (a.s) bu hususa bizzat işaret eder:

"Ali halkla çok samimi diyorlar; fazlaca cana yakın, nüktedan diyorlar..."[3]

Savaş meydanına düşmanın karşısına çıkınca bir mücahit, tam bir asker, ama aynı zamanda neşeli ve güler yüzlü... el-Gadiri'n dördüncü cildinin 26. sayfasında bir şiirle şöyle tavsif edilir:

"Odur ibadet mihrabında pek ağlayan

Odur savaş meydanlarında güleç, neşeli olan,

Nasıl bir insandır bu gerçekten?!

Kur'ani insandır...

Kur'an, böyle insanlar ister işte:

"Şüphe yok ki geceleyin kalkmak pek meşakkatlidir, fakat ibadet için de gece pek uygun; şüphe yok gündüzün işin-gücün vardır..."[4]

Evet, onun gündüz bir kişiliği vardır, geceyse adeta ayrı bir kişiliği...

Burada Hafız'dan bir dörtlük zikretmek istiyorum.[5] O irfani ruh ve şair yeteneğiyle "Gecelerin ibadet, gündüzlerinse iş ve çalışma vakti olduğu"nu şöyle döker mısralarına:

Gündüzleri işinle, mesleğinle uğraş; sanat edinmeye bak.

Zira gündüz içilen mey, gönlü paslanmış ayna gibi karartır.

Akşam olup da ufka karanlık inmeye başlayınca var ya

Meyin seherinin başlangıcı, tanyerinin ağardığı vakittir işte"

Evet, Hz. Ali'nin gecesi de gündüzü de böyledir. Kamil insandır, bir "zıtlar bütünü"dür, birbirine zıt bütün insani değerleri bünyesinde toplamıştır o. Bin küsür yıldan bu yana Hz. Ali (a.s) en fazla bu kişiliğiyle tanınmıştır. Hatta bizzat Seyyid Rezi Nehc-ül Belağa'nın mukaddimesinde şöyle yazar: "Dostlarla bir araya geldiğimizde genellikle bu konuyu anlatırım, Hz. Ali'nin (a.s) türlü boyutlar taşıyan konuşmalarından örnekler verir, onları şaşırtırım." Gerçekten şaşırtıcı bir kişilik o; konuşmaların bir bölümünü bitirip diğerine geçtiğinizde bir dünyadan diğerine geçtiğinizi hissediyorsunuz adeta! Daha sonraki bölüm, yine başka bir dünya, her biri bir öncekinden farklı... Bir abidler dünyasındadır, bir zahidler dünyasında; bir ara felsefe alemine götürür sizi, sonra bir bakarsınız arifler aleminde bulmuşsunuz kendinizi... Bir ara dünyası ordu oluverir, askerler, subaylar, komutanlar arasında gezinmeye başlarsınız; bir ara adil bir yöneticinin dünyasında, bazen bir hakimin, bazen bir yargıcın, kimi zaman da bir müftünün... Evet... Bütün dünyalarda dolaşır durur o, bir alemden diğerine seyir halindedir hep... İnsanın insaniyetine mahsus hiçbir dünya yoktur ki Ali (a.s) orada bulunmasın...

Hicri 8. yüzyılda yaşayan Safiyyuddin Hilli onu şöyle anlatır:

"Bütün zıtlar sende bir araya toplanmıştır: Hem hakimsindir hem hekim; hem halim ve yumuşak huylusun, hem cesur; hem abidsin hem fakir ve cömert..."

Hakim ve hekim... Genellikle birbiriyle uyuşmayan iki sıfat... Hem son derece yumuşak huylu, halim-selim bir insan, hem olabildiğine cesur... Öldürmek gerektiğinde gözünü kırpmayan, iğrenç kanların dökülme zamanı geldiğinde kan döken, ölüm saçan... İbadetin son haddine varmış bir abid; kullukta örnek bir derviş... Hem yoksul, hem alabildiğine cömert; eli açık mı açık, nesi var nesi yoksa bağışlara gider; şairin dediği gibi:

"Asalet sahibi hür insanların elinde durmaz mal-mülk

Aşığın kalbinde küskünlüğün,

Kalburda suyun durmadığı gibi hani..."

Evet, Hz. Ali'yi (a.s) böyle anlatır o, "Öyle bir ahlak ki incelik, yumuşaklık, okşayıcılık ve tatlılıkta en hafif esintiyi bile kıskandırır, o kadar güzel bir huy ki seher yelini utandırır. Aynı zamanda cesur, savaşçı ve atılgan; taşı da çeliği de su gibi eriten bir cesaret ve şecaat..."

Gerçekten nasıl bir insandır o? Kimdir, hangisidir aslında?!

Yoksa çeliği bile eriten bu kuvvet, katılık ve sertlik midir asıl kimliği?

Sahi...

Hangisidir o ?

Hepsidir... Hepsi de bir araya toplanmıştır mükemmel insanda...

Evet, mükemmel insan, bütün insani değerlerin kahramanıdır. Mükemmel insan, insanca değerleriyle meydanların tümünde kahraman olan insandır.

Bize ne öğretir o ? İşte:

Sırf bir değerin akımına kapılarak diğer değerleri unutmamayı, yalnızca bir değere yönelme hatasına düşmemeyi!... Evet, bütün değerlerde kahraman olmamız mümkün değil belki, fakat en azından elimizden geldiğince bu değerleri bünyemizde barındırmamız gerekir; bu kadarını yapabiliriz... Mükemmel insan olamıyorsak dengeli ve uyumlu bir insan olmalıyız hiç olmazsa. Bu durumda bütün sahnelerde gerçek bir Müslüman olarak varlık gösterebiliriz.

Buraya kadar kamil insanı tanımlamaya çalıştık, örnek olarak seçtiğimiz insanın özelliklerinden, konuşmalarından kısa kesitler sunduk. Konumuzla ilgili diğer bölümleri bir sonraki oturumda açıklayacağım, inşaallah.

HZ. ALİ'NİN (A.S) SON GÜNLERİ

Hz. Ali'nin (a.s) geçireceği son Ramazan... Bu Ramazan ayı diğerlerinden çok farklıydı. Onun nazarında apayrı bir sevinç ve sefa taşıyordu. Ali'nin (a.s) ailesi ise, bir üzüntü ve endişe içindeydi. Çünkü bu Ramazan ayında Ali'nin gidişatı pek değişmişti, hiç bir Ramazanda böyle olmamıştı o...

Burada, onun yine kahraman olarak karşımıza çıktığı bir diğer niteliğinden söz edeceğiz...

Şimdi sözü kendisine bırakalım; Hz. İmam Ali (a.s) şöyle anlatıyor:

Müslümanlara hitaben "İnsanlar sanırlar mı ki inandık derlerde öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar? Andolsun ki biz, onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah doğruları bilir, yalancıları bilir..."[6] ayet-i kerimesi nazil olunca Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra ümmet arasında büyük fitneler başlatan oyunları ve Müslümanların büyük imtihanlarla sınanacağını sezerek "Ya Resulullah, bu ayet-i kerimede neye işaret olunmaktadır?" diye sordum, "Ümmetim benden sonra sınanacak"[7] buyurdular. Daha sonra "Ya Resulullah, Uhud'da, Hamza b. Abdulmuttalib başta gelmek üzere 70 kişi şehit oldu, onlar Uhud kahramanlarıydılar. Ben bu feyizden mahrum kaldığım, onlarla birlikte Uhud'da şahadete erişmediğim için ziyadesiyle üzüldüm, muzdarip oldum" dedim.[8] Bunun üzerine "Üzülme" buyurdular, "Orada şehit olmadın, evet, ama sonunda Allah yolunda şehit olarak göçeceksin bu dünyadan."

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Ya Ali, sen şehit olacaksın elbet, ama şehadet anında sabrın nasıl olacak dersin?" buyurduğunda Ali (a.s) "Sabrımı değil, şükrümü sorun ya Resulullah, şükrederim elbet" diye cevap vermekte...

Sabrın sırası değil; vakit şükretme vakti; şahadete sabırsızım, şahadetime şükrederim elbet, demekte Ali...

Son Ramazan ayı; Ali (a.s) için apayrı bir mana, apayrı bir sefa taşımakta... Ehl-i Beytiyse hüzünlü, üzgün... Kaygılı ve endişeli...

Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) haber verdiği olaylar vuku bulmakta, Ali'ye bildirdiği alametler birbirinin ardı sıra meydana çıkmaktadır... Kimi zaman bu alametler zuhur etmekte, Ehl-i Beyt (a.s) ve yakın ashabı üzüntüye boğulmaktadır...

Şaşılacak şeyler söylemekte, şaşılacak şeyler anlatmaktadır Ali (a.s)...

Her zamankinden farklı bir hali vardır son günlerde.

Bu son Ramazan ayında, ömrünün son günlerinde her gece bir eve iftara gitmekte,[9] fakat çok az yemek yemektedir. Çocukları üzüntüden ne yapacaklarını bilmez bir haldedirler, çok sevmektedirler babalarını çünkü... Sonunda onun bu haline dayanamaz "Babacığım, neden bu kadar az yediniz?" diye sorarlar, o da her zaman olduğu gibi: "Rabbimin huzuruna boş mideyle çıkmak istiyorum..." der... Bu cevap üzerine onun bir beklenti içinde olduğunu anlarlar, önemli ve yakın bir bekleyiş içinde olduğunu sezerler...

Kimi zaman başını kaldırıp gözlerini göğe çevirir ve "Bana haber veren sevgili Resulullah (s.a.a) doğru söylemiştir elbet, onun sözü doğrudur, verdiği haber yalan değil; olacak, yakındır, yakındır..." derdi.

Ramazanın 13. günü bir alametten daha söz etti, üzüntüleri artırmıştı bu. Cuma günüydü, hutbe okuyordu...[10] "Hüseyin, evladım, bu ayın bitmesine kaç gün kaldı?" diye sordu. Hz. Hüseyin (a.s) on yedi gün kaldığını söyleyince eliyle kendi sakalını gösterip "Yakındır..." dedi, "Bu sakalın yakında bu baştan akan kanlarla kızıla boyanacağı vakit yakındır..."

Ramazanın on dokuzuncu günü çocukları gecenin bir vaktine kadar onun yanında kaldılar, daha sonra İmam Hasan (a.s) hazretleri kendi evine gitmek üzere oradan ayrıldı. Hz. Ali (a.s) de kendi musallasında idi.[11] Tan yeri ağarmamıştı ki Hz. Hasan (a.s) tekrar babasını yoklamaya geldi, doğruca musallanın bulunduğu tarafa yürüdü. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) Hz. Fatima't-üz Zehra'dan (a.s) olan evlatlarına özel bir saygı gösterirdi; Hz. Resul-i Ekrem (a.s) ve onun biricik evladı Hz. Fatıma'ya (a.s) olan saygısını Hz. Fatıma'nın (a.s) çocuklarının varlığında korumuştu. Hz. Hasan'ın (a.s) geldiğini görünce "Oğul" dedi, "Şuracıkta oturmuş, Rabbimle raz-u niyazla meşgulken uyku bastı beni bir ara... Rüyamda Hz. Resul-i Ekrem'i (s.a.a) gördüm, "Ya Resulullah, senin bu ümmetin çok eziyetler eder bana, pek üzerler beni, yüreğim kan ağlamakta bunların elinden" dedim. Bunun üzerine bana "Lanetle" buyurdular, ben de lanetledim "Allah'ım! Beni bu ümmetten al ve başlarına liyakatsiz birini gönder..." dedim"[12]

Gerçekten düşündürücüdür bu... Ümmet Ali'ye uyum sağlamıyor, onu dinlemiyor, kendisine yardımcı olmuyordu. Onun gösterdiği yolda yürümeye yanaşmıyordu kimse... Ali'nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı elbet; Cemel, Sıffin... Ona biat edenler biatlarından dönmüş, Aişe dostlarıyla onun üzerine yürümüştü, kanlar akmıştı... Öte yandan Muaviye... Olmadık hileler, olmadık ihanetler, desiseler, cinayetler... Ali'nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı ümmetin elinden...

Muaviye dünyanın gelmiş geçmiş en hilekar insanlarından biriydi gerçekten, bir dehaydı bu hususta... Ali'yi (a.s) en çok neyin üzeceğini gayet iyi biliyor, özellikle ateşi körüklüyordu... Bir diğer mesele de Haricilerdi, donuklaşmış zihniyetler, ruhsuz mukaddeslerdi... Onlar da asi olmuşlardı onca dindarlıklarıyla(!) iman(!) ve ihlaslarıyla(!)... Ali'yi (a.s) tekfir edecek, onun dinden çıktığını öne sürecek kadar dindar bir güruh!!!

Neler gördü, neler yaşadı Ali (a.s)...

Onun uğradığı musibet ve karşılaştığı zorluklar, katlandığı eziyet, çektiği sıkıntı, uğradığı baskı ve gördüğü ihanetler gerçekten korkunç ve dayanılmazdır. Bunlar mütalaa edildiğinde, meselenin ayrıntıları irdelendiğinde dağları çökertecek bunca musibet ve şiddetli hadiseler karşısında Ali'nin (a.s) gösterdiği tahammül ve mukavemete şaşırmamak elde değil doğrusu...

Üstelik bunları söyleyebileceği, içini döküp derdini anlatabileceği kimse de yoktur...

Yalnızdır...

Rüyasında Hz. Peygamber-i Ekrem'i (s.a.a) görmekte ve "Ya Resulullah! Ümmetin kana boğmakta yüreğimi, pek üzmekteler beni, ne yaparım ben bunlarla?!" diye şikayette bulunmaktadır Hatem-i Enbiya'ya...

"Oğulcağızım, ceddin Resulullah (s.a.a) lanetle, dedi bana, ben de lanetledim; Allah'ım, dedim bir an önce canımı al benim, ve bunlara layık oldukları bir yönetici musallat et!"

Evet, laneti de farklıdır onun, pek düşündürücüdür...

Bu sözler onun çektiği sıkıntıları, dayanılmaz eziyetleri, içini kan ağlatan dertleri dile getirmektedir...

Hz. Hasan'la (a.s) bu konuşmadan sonra dışarıya çıkarlar, bu sırada ördeklerin bağrıştığını duyar "Evet" der "Şimdi ördekler bağrışmakta; fakat çok geçmez birazdan insanlar bağrışıp ağlaşacaklar burada"[13]. Bunu duyunca onun gitmesine mani olmak istediler, evlatları önüne geçip "Babacığım, bırakmayız seni, gitme bugün camiye, bugün yerine başkasını gönder lütfen." dediler. Ama o gitmekte kararlıydı; önce bu ısrarlar karşısında yeğeni Cu'de Bin Cubeyre'yi cemaat kıldırması için göndermeye niyetlendiyse de sonra çabucak vazgeçti bundan "Kendim gitmeliyim" dedi. Onun bu kararlı tutumunu görünce "O halde izin verin, yanınızda birisi bulunsun bari" dediler, bunu da kabul etmedi, yalnız gitmek istediğini söyledi... Onun için bambaşka bir seherdi bu...

Mutluluk seheriydi onun...

Yaralandıktan sonra o haliyle yatağında yatarken, olayı bizzat şöyle tabir etmektedir: "Allah'a yemin ederim ki başıma inen bu darbe aşığın sevgilisine kavuşması oldu, tıpkı benim gibi."[14]

Evet, gecenin zifiri karanlığında, çölün ortasında çadır kurup konaklayabileceği bir kuyu başı arayan kimse gibidir tıpkı... Böyle birisi aradığı su kuyusunu bulunca nasıl sevinirse Rabbine kavuşmak da onu öylece sevindirmektedir işte. Hafız'ın dediği gibi:

"Dün gece seher vaktine doğru dertten kederden kurtardılar beni.

Gecenin o zifiri karanlığında ab-ı hayat verdiler bana

Gece ne kadar da kutlu, seher ne kadar da mübarek ve sevindiriciydi.

O kadir gecesinde ben berat aldım işte."

Evet... "Kendim giderim..." dedi, başkasını istemedi yanında; yalnız tek başına gitmek istedi...

Sevinçli, heyecanlıydı...

Büyük bir hadisenin vuku bulacağını biliyordu, daha önceden kimi alametlerden söz edilmişti kendisine, nitekim Nehc-ül Belağa'da: "Bu işin batınından haberdar olabilmek, meselenin künhüne varabilmek için çok uğraştım, ama Allah Teala gizli kalmasını istedi." der.

Evet, sonunda camiye varır, minareye çıkıp ezanı bizzat okur, "Allah-u Ekber!" feryadı yükselir minareden. Ezan okuduktan sonra tanyeriyle vedalaşır, "Ey seher" der, "Ey tanyeri! Ali dünyaya geldiğinden bu yana bir gün olsun ondan önce uyandın mı sen? Bir kez olsun Ali uykudayken tanyeri ağarmış şafak onu uykuda yakalayabilmiş midir? "Evet ey şafak, Ali'nin gözleri hep kapanacak, ebedi bir uykuya dalacaktır artık..."

Minareden inerken şöyle der:

"Kitaplar, ayetler sahibi Allah yolunda cihad eden mü'mine yol açı.,

Allah'tan başkasına kulluk etmeyen ve camilerde insanları uyandıran mücahidin yolunu."[15]

Evet... Son ana kadar kendisini "Mücahit bir mü'min" olarak tanımakta ve tanıtmaktadır.

Öte yandan onu seven herkes derin bir kaygı ve endişe içerisindedir; Ali (a.s), bu bağrışmalardan sonra ağlama sesleri duyacaklarını söylemiştir onlara. O gece kimsenin gözüne uyku girmemişti, herkes müteessir, herkes tedirgindir "Bu gece ne olacak, ne gibi bir hadise vuku bulacak?" kaygısı hakimdir; evlatları "Babamızın başına bir şey mi gelecek yoksa?!" endişesi içinde kıvranmaktadırlar. Ve namaz vakti... Sabah namazının kılındığı bir sırada bütün şehir bir feryatla çalkalanır:

"Andolsun Allah'a, hidayet rükünleri sarsıldı;

takva sancakları düştü;

ürvet-ül vüska (sağlam ip) koptu;

Mustafa'nın amcası oğlu öldürüldü;

seçilmiş vasiy öldürüldü;

Aliyyi murtaza öldürüldü;

kötülerin en kötüsü öldürdü onu."

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)

 

 

3. Oturum

 

 

MUHTELİF EKOLLER AÇISINDAN
 İNSAN OLABİLME SORUN VE SORUMLULUKLARI

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim." İbrahim, "Soyumdan da imam kıl" dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[16]

 

Bilindiği gibi insan gerçeğinin ne olduğu ve insan mahiyetinin esasını neyin teşkil ettiği hususunda genel olarak iki nazariye mevcuttur:

a) Ruhiyyun: Ruha inanan maneviyatçılar

b) Maddiyyun: Ruha inanmayan maddeciler

Bu iki görüş birbirinin karşısındadır daima. Birinci kesim ruha inanır; insanın ruh ve cismin terkibinden müteşekkil bir varlık olduğunu kabul eder. İnsan ruhu fani değildir, insanın ölümüyle ruhunun varlığı son bulmaz. Ruh daima vardır ve ölümsüzdür (Nitekim dinin mantığı, özellikle İslami nasslar bu gerçeğe delalet eder.)

İkinci nazariyeye göre ise insanın bütün varlığı vücudundan, mevcut cismi mekanizmasından ibarettir. İnsan bu maddi yapısından başkaca hiçbir şey değildir, ölüm onun bütünüyle sonudur; ölen insan artık bitmiştir, yok olup gitmiştir, her şeyi gibi kişiliği de vücuduyla birlikte ölür, yok olup gider.

İNSANIN MANEVİYATI

İki görüş arasında mevcut olan bu kesin ayrılık ve aykırılığa rağmen müştereken kabul ettikleri bir nokta da vardır. İnsanın mahiyet ve gerçeği üzerine muhalif ve birbirine zıt olan bu iki nazariye, diğer bir konuda, insanın manevi bazı özellikleri hususunda birleşirler. Her iki nazariyeye göre insanın bazı yönleri ve bazı hususiyetleri vardır ki maddi ve cismi bir yapı arz etmedikleri halde insan varlığının bir parçası sayılırlar; adına insanın maddi olmayan, ya da "manevi boyutları" da diyebileceğimiz bu hususiyatlar insana "değer" ve "kişilik" kazandırırlar, onun asıl mahiyeti ve ne olduğu hususunun tespitinde en önemli rolü oynarlar. Mesela her insanın bir "insan olma" ya da "insani"lik ölçüsü ve boyutu vardır; onun "insan olma" değeri bu vasıflarından birisidir işte. Başka bir deyişle bu özellik ve vasıfların kendisinden alınması -ya da akamete uğraması- halinde insanın hayvandan hiçbir farkı kalmayacaktır.

İnsanın "insan olma"sı, insanın "insanilik" ve "insancılığı" onun maddi varlığına, bedeni yapısına bağlı değildir, insanın bu vasfının vücuduyla hiçbir alakası yoktur. Bir başı, iki kulağı olan, iki ayak üzerinde yürüyen konuşan her mahluk "insaniyete haiz"dir denilemez. Sa'di'nin de söylemiş olduğu gibi:

"Kalıba asalet kazandıran, insanlığıdır insanın

Güzel giyimli olmak insanlık getirmez ki...

İnsanlık göz, kulak, ağız ve burunsa eğer

Duvarla insaniyetin ne farkı var? Cevap ver!"

Evet, zor olan insanlıktır, insaniyete sahip olmaktır, halk arasında "adam olmak" derler buna.[17] Adam olmak gövde ve kalıpla olsaydı, o zaman doğan her insanoğlu "adam" olmuş olurdu herhalde!

Hayır...

Mesele bu kadar basit değildir.

Adam olabilmek için birtakım insani vasıflarla ahlak ve değerlere sahip olmak gerekir; insanlığın manası bunlardır, insanoğluna insan anlamını ancak insani bir inanç, insanca davranışlar ve insanca bir ahlak kazandırabilir. Onu "insan" eden, ona insanca bir "kişilik" ve "karakter" kazandıran, kısacası onu değerli kılan bu vasıflardır işte. Günümüzde "insani değerler" ya "insaniyet vasıfları" adıyla söz edilir. İnsan ancak bunlara sahip olduğu sürece bir kişilik, karakter ve değere kavuşabilmiş demektir. Bu vasıfları taşımaması halinde insanın hayvandan hiçbir farkı kalmaz.

Bir önceki sohbetimizde insan ya da toplumda görülen sapmaların iki türlü olduğundan söz etmiştik; bunlardan biri, değerlerin karşıtlarının değerlere karşı çıkmasıyla meydana gelir. Yâni gayri insani değerler, insani değerlere karşı çıkar ve bunların egemenliği halinde sapma başlar. Mesela zulüm, adaletin karşısına dikildiğinde, adalet yerine zulüm, hakim olduğunda o insan ya da o toplumda sapma ve inhiraf baş gösterir; veya hafakan, şiddet ve baskı hürriyetin yerine ikame edilir; sorumsuzluk, lakaytlık ve tanrı tanımazlık, Allah'a inanma ve ibadetin karşısına çıkar; akılsızlık ve aptallık akıl, hikmet ve anlayışa tercih edilir vs. Ancak bütün sapmalar karşı değerlerin değerlere karşı çıkması sonucu meydana gelmez; zira karşı değerler, değerlere karşı çıktıklarında çabucak yenilirler. Aksine, insanlar ve toplumlarda görülen sapmaların sebebi, daha çok bizzat bu "insani değer"lerden birinin aşırı gelişmesi ve bu dengesiz ve menfi gelişmenin bir kanser tümürüne dönüşerek diğer bütün değerleri yok etmesidir. Mesela takva ve zühd insani birer değerdirler, hatta insan olmanın birer ölçüsüdür bunlar. Fakat buna rağmen kimi zaman bir toplum ya da fertte bu değerlere karşı öylesine aşırı bir eğilim ve temayül görülmektedir ki zamanla diğer değerler bütünüyle unutulmakta ve her şey "takva" ve "zühd"den ibaret sayılır hale gelmektedir. Bu "tek değerlilik", vücutta görülen çarpık gelişmeye benzer tıpkı; vücudun yalnızca bir organı -mesela burun- gelişir, vücut bütün gelişme imkanlarını bu organa adar, bütün imkanlar yalnızca onun geliştirilmesi için seferber edilir ve neticede o organ fazlasıyla gelişir, ama vücut da bütünüyle cılız kalıp işe yaramaz hale gelir!...

İNSAN OLABİLME SORUN VE SORUMLULUKLARIN FAYDALARI

Daha önce muhtelif ekollerin, hatta en maddeci görüşlerin bile insan gerçeği üzerine müşterek bir noktada birleştiğini, bunun da insanın varlığında inkarı imkansız bazı manevi değerlerin söz konusu oluşu gerçeği olduğunu belirtmiştik.

İnsani değerler ortak bir başlık altında mütalaa edilirler; bu ana başlığın da şıkları ve teferruatları vardır. İslam ariflerince belirtilen bu nokta, günümüzde insan bilimleriyle uğraşan araştırmacı ve bilim adamaları tarafından da kabul edilmiş ve bunlardan daha önce İslami metinlerde gündeme gelerek özel ıstılah ve deyimleriyle tespit edilmiştir. Bu ana başlığa İslami metinlerde "dert taşımak" ya da "dert sahibi olmak" denilir; insanlığın temel ölçüsüdür bu. Yâni insan, "dert hissettiği" ve "dert taşıdığı" ölçüde insandır, hissettiği derde göre ölçülür onun insaniyeti.

İnsanla hayvanın en belirgin farkı, insanın birtakım mesuliyet duyguları taşıması ve birtakım "dertler"i olmasıdır, İnsan dışında kimsenin; hayvanların, ya da insan görünümünde olduğu halde insanlıktan zerrece nasibini almamış, insaniyet ruhundan tamamiyle yoksun bulunan insan kılıklı tersyüz mahlukların böyle bir sorunu yoktur, "dert" taşımaz onlar...

Meselenin etraflıca izahını yapabilmek için her şeyden önce "dert" kavramı üzerinde duralım biraz. İlk bakışta ters gelebilir bize; ne demek yâni "dertli olmak"

Bilinen kadarıyla dert, istenmeyen bir şeydir; insan derdi uzaklaştırmalıdır kendinden, ona çare aramalı, çaresi neyse ona bakmalıdır...

O halde nasıl olur da "dert"in insani olmanın ölçüsü olduğu söylenebilir?! Bu durumda, insanlığın mihengi olup, değerleri değerli kılan şey nasıl "dert" olabilir?!.. Dertli olmayı kim ister ki? Derdin iyi bir şey olduğunu kim söyleyebilir? vs.

Evet, bu ve benzeri daha birçok sual gelebilir akla...

Fakat pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da iyice ve sıhhatli bir metotla düşünmeden önyargıda bulunmamak gerekir.

Aksi halde varılacak sonuç yanlış olacaktır.

Önce meselenin kaynağını aramak gerekir. Bir hastalık vardır, bir de hastalığa sebep olan mikrop... Kötü olan mikroptur, iltihap, tümür vb. şeylerdir, hastalığı bunlar icad eder zaten. Vücuda bir mikrop girer ve hastalığa sebep olur; bu mikrobun vücuda girmesiyle zamanla dert ve acı kendini gösterir. Bir parmağın kesilmesi hoşa gidecek bir şey değildir, kötüdür elbet; ya da midede başlayan bir sancının hoş bir tarafı yoktur. Kısacası sonucu bir kayıp ve hasar alacak olan yaranın ve hastalığın varlığı iyi bir şey değildir... Ancak dert -ya da burada örneğini verdiğimiz gibi bir hastalığın ağrısı- insan için bir uyarı ve haberdir, sonucu uyanış olacak bir mesajdır. Hatta vücut ağrıları için de aynı durum söz konusudur. Mesela bir insanın başı ağrıyorsa, başındaki bu ağrı yerinde bir arıza meydana geldiğini gösterir; ağrı varsa bir hastalık da vardır. Ağrı, bu hastalığın habercisidir. Söz konusu ağrıdır ki sizi hastalığın, vücuttaki bir yaraya ya da bir mikrobun varlığına müteveccih kılar; bu uyarı sonucu hastalığın varlığı meydana çıkınca da onun tedavisine başvurur ve tehlikeden kurtulursunuz. Görüldüğü gibi ağrı, tehlikeyi bildiren bir alarm zilidir. Ya da mesela makina ve motorların ısı ve sürat seviyelerini gösteren göstergelere benzer; bu aletin kötü bir tarafı yoktur ki; kötü olan, hoşa gitmeyecek olan arabanızın su kaynatması ya da yağının azalmış olmasıdır. Ancak bunları vermekten başka bir şey yapmayan gösterge aracının kötü ve zararlı olduğu düşünülemez. O halde vücuttaki bir ağrı, bir hastalığın habercisidir; o ağrının duyulmaması halinde hem hastalık belli olmayacak, hem de hasta, tedavi olmaya çalışmayacaktır. Ancak ağrı, onu hastalığından haberdar eder ve tedavi yollarına başvurmaya mecbur bırakır. İşte hastaya bir "dert" olan bu ağrı kötülenemez, onu iyileşmesi için uyarmaktadır çünkü; o halde bu dert bir "nimet"tir aslında

"Onu bir tadıverdin mi, acısını;

Bundan böyle "senden başkasına tapmam" der.

"Senden başkasına yönelmem" diye söz verirsin artık.

Anlamışsındır çünkü ağrının seni uyandırdığını,

Uyanışa sebep olup hastalığı sana bildirdiğini

O halde şu hakikati unutma ey hakikati arayan:

Uyanmıştır artık, derdi olan

İşi sezmiş, farkına varmıştır...

Kim daha uyanıksa bil ki daha dertlidir

Kim daha bilgiliyse rengi daha fazla sararmıştır..."[18]

Evet kimin derdi daha çoksa, her kim başkalarının hissedemediği bazı dertleri hissedebiliyor, diğerlerinin duyamadığı bazı acıları duyuyor ve taşıyorsa; bu dertleri hissedebildiği, bu acıları duyabildiği ölçüde diğerlerinden daha uyanık ve daha bilgilidir. Dertsizlik, acı taşımama ve hiçbir mesuliyet duygusu hissetmemezlik bir çeşit ruhi çıplaklıktır, duygusuzluk ve anlayışsızlığa denktir. Dert taşıma ve acı hissetme ise uyanışa, bilinç ve idrak yeteneği kazanmaya eşittir...

Bir durumda hangisini tercih eder insan?

Uyanık, akıllı ve bilgili olup dert taşımayı, acı hissetmeyi, "dertli" olmayı mı?

Yoksa "dert"inden bihaber olup ahmak, akılsız ve aptalca yaşamayı mı?

Yâni "bilme" ve "uyanık olma"nın getireceği dert ve acıyı "cehalet", "bilgisizlik", "bihaberlik" ve "duygusuzluk"tan doğan rehavet ve rahatlığa tercih etmez mi?

Bir atasözü vardır "Sokrat olup zayıf ve cılız düşmek; besili bir domuz olup semirmekten yeğdir"...diye.

Yâni Sokrat olup da bilge ve akıllı, fakat zayıf, fakir ve mahrum olmak; bir domuz olup her türlü rahat ve refaha sahip, fakat aptal, duygusuz ve anlayışsız kalmaktan daha iyidir...

AKIL HAKKINDA ŞİKAYET

Edebiyatımızda göze çarpan "akıldan şikayetçilik" unsurudur ki bu deyimlerin söylenmesini gerekli kılmıştır. Bizim edebiyatımız akıldan şikayet eden nesir ve nazımla doludur, özellikle şiirlerimizde göze çarpar bu, "Keşke şu akıl denilen şeye hiç sahip olmasaydım diye hayıflanılır."[19] Bakınız ne diyor şair:

"Can düşmanımdır benim aklım ve zekam.

Keşke açılmasaydı gözüm, duymasaydı kulağım."

Diğer bir şairse şöyle demekte:

"Akıllı olup da delilerin haline yanacağına

Deli ol gitsin, akıllılar senin haline yana dursunlar en iyisi..."

Yâni delilikle karışık bir "rahat"ı; akıl, fikir, idrak ve anlayışla karışık "rahatsızlık" ve "üzüntü"ye tercih etmektedir!

Yanlıştır bu...

İnsaniyet makamına varabilmiş olan, duyarlılık ve dert taşımanın değerini idrak etmiş bulunan birisinin "Benim düşmanım aklım ve bilincimdir" diyebilmesi mümkün değildir; o Peygamberin (s.a.a) buyruğunu söyler ancak: "Her insanın gerçek dostu aklı ve zekasıdır, her insanın gerçek düşmanı ise yine kendi cehaleti ve bilgisizliğidir"[20] der.

"Can düşmanımdır benim aklım ve zekam." diyen kişi cehalet ve bilinçsizliğin doğurduğu felaketlerden habersizdir; cahillik ve akılsızlığın sebep olduğu bedbahtlıkları tatmamış, hissedememiştir. Bunları duyabilmiş ve idrak edebilmiş birisinin bu görüşte olması, böyle bir tabir kullanabilmesi mümkün değildir.

O halde dert ve derdi hissediş, anlam bakımından iyi bir şeydir; evet, insanda derde sebep olacak bir unsur bulunmaz ve neticede dert de olmazsa bu tasvip edilir. Başka bir değişle dert olacak herhangi bir sebebin mevcut olmaması cihetiyle derdi olmamak, derdi olmaktan daha iyidir elbet. Ancak dert olacak bir durum söz konusu olduğu halde ve derdi meydana getiren bir sebep de var olduğu, zarar ve hasara yol açtığı halde insanın hiçbir ağrı duymaması, hiçbir dert taşımaması ancak gaflettir; bihaberlik, zavallılık ve bedbahtlıktır. Bedeni ve maddi hastalıklar için de aynı durum söz konusu değil midir? Kendisi var olduğu halde acısı olmayan, hiçbir ağrı ve benzeri şikayetlere yol açmayan; böylece kendisini gizleyerek varlığını sürdüren her hastalık öldürücüdür. Hasta insan, vücudunda hiçbir ağrı duymadığından, herhangi bir şikayeti olmadığından taşıdığı hastalığın farkına varmamış ve ölmüştür. Halbuki başlangıçta herhangi bir ağrı duymuş olsaydı bu ağrının verdiği rahatsızlık onu ağrının sebebini anlamaya sevk edecek ve tabiatıyla tedavi yollarına başvurarak iyileşme imkanına kavuşacaktı; ya da en azından mesela bir tümörse, öldürücü boyutlara ulaşmadan cerrahi müdahaleyle alınacak ve hasta ölümden kurtarılacaktı. Ancak hastanın ölümüne sebep olacak mikrop habersizce vücuduna girmiş ve yine hastanın haberi olmaksızın gelişmesini sürdürerek ölüm tehlikesi yaratmıştır...

Acı vermemiş, ağrıya sebep olmamıştı çünkü...

Tabii bu arada şu noktayı da hemen belirtelim ki insanın insanlık değerlerini tespit eden değer, bütünüyle "dert taşımak" ve "dertli olmaktır" denilemeyeceği gibi "dert kötü bir şeydir ve muhakkak onu gidermek gerekir" de denilemez. Hayır, dert iyi bir şeydir ve varlığı- insanın onun varlığını hissedebilmesi- kişinin yararınadır. Derdi genelde bu kadarla tanımladıktan sonra şimdi onun insanla ilgili özel boyutuna geçelim:

İNSANIN SORUN VE DERDİ

İnsanın derdi nedir? İnsanın derdi derken mesela bir baş ağrısı mı gelmelidir akla? İnsanın insanlık boyutu söz konusu ediliyorsa meselenin baş ağrısı ya da benzeri bir dert olmayacağı açıktır. Çünkü herhangi bir hayvanın da pekala başı ağrıyabilir. İnsanın başı, eli, kolu ya da ayağının ağrıması ona insani bir dert kazandırmaz; uzuv ve vücut ağrıları hayvanda da vardır, insanda da; her ikisinde de görülebilecek olan bu ağrının ortaya koyduğu dert" hayvani" bir derttir; maddi ve şahsa münhasırdır. Ancak insanın derdinden söz edilirken insanın derdi, onun "dert taşıması", "derde sahip olması"dır diyenlerin kastettiği dert böyle bir dert, böyle bir ağrı değildir, bambaşka bir şeydir o; insani değerlerin kıymeti, insani değerlere değer katan şeydir.

İslam ariflerince de tanınmış ve tespit edilmiş bir "dert"tir bu... Arifler bu derdi pek mukaddes bilir, insanın ancak kendi nevine münhasır bir özelliği olduğunu söylerler Hatta insanı meleklere üstün kılan şeyin de bu olduğuna inanırlar; insan melekten üstündür, çünkü o dert taşır, meleğinse derdi yoktur. Ariflerin sözünü ettiği bu dert "Allah'ın peşinde olan", "Allah'ı arama", "Yaratan'ı arayış derdi"dir. Yalnızca ariflerin görüşü değildir bu, buraya kadar sözü edilen çerçeve dahilinde İslam'ın da görüşüdür aynı zamanda. Bir hakikattir bu; insan ilahi bir soluktan gelmedir, asıl mayası budur; apayrı bir dünyaya aittir insan. Yaşadığı bu dünyada, tabiatta mevcut olan bunca varlıklar arasında bir yabancılık hisseder, bütünüyle onların cinsinden olmadığını anlar. İçinde yaşadığı dünyanın her şeyi gariptir ona; insan bu dünyada adeta bir yabancıdır, gurbettedir. O, kendisiyle içiçe yaşadığı tabiatı yadırgar ve garipser, çünkü onunla tam olarak aynı cinsten değildir, bu yüzden de bu dünyada hep yabancılık duygusuna kapılır, gurbette olduğunu hisseder, bir "sıla"sı vardır sanki, hep onun hasretini duyar içinde, onu arar durur hayatı boyunca... Her şey; gördüğü, tanıdığı her şey fanidir, geçicidir, sürekli bir değişim içindedir; hiçbir şey gönül verilecek, kendisine bağlanılacak türden değildir... Oysa insanda sürekli bir ölümsüzlük düşüncesi vardır, sürekli bir "hep kalıcılık" merak ve endişesi vardır, bir fırtına gibi hep içinde taşır onu, hep tedirgindir...Onun "dert"i işte budur... İnsanı Yaratıcısına itaate, Allah'a ibadete, Rabbine hamd-u senada bulunup O'nunla dertleşmeye ve O'na yaklaşmaya cezbeden güçtür bu!

İNSANIN SORUN VE DERDİYLE İLGİLİ ÖRNEKLENDİRMELER

İslam irfanı bunu anlatmaya çalışan örnekler, deyimler, teşbihler ve kıssalarla doludur. Bazen Hindistan ormanlarında, hemcinsleriyle bir arada yaşamaktayken tutulup kafese konulan bir papağan misaliyle anlatılmak istenir. Hayvancağız hep üzgün hep mahzundur; dertlidir daima...Vatanından ırak düşmüş, gurbete getirilmiştir, hürriyetine kavuşup vatanına, içinde yaşadığı, içinde doğup büyüdüğü ormana doğru kanatlanıp uçacağı anı bekler durur boyuna... Bütün kaygısı budur, "dert"i, vatan hasretidir.

Kimi zaman, yuvasından ırak düşen bir kuşa teşbih edilir...

Bu hususta en güzel teşbihi yine Mevlana yapar ve insanı, sazlıktan kesilip getirilen bir "ney"e benzetir, daima ah-u figan etmede, ağlayıp inlemede, hüzünlü bir sesle yürekleri parçalamadadır. Çünkü onu vatanından koparmışlar, "öz"ünden ve "asl"ından ayrı düşürmüşlerdir:

"Dinle... Şu ney nasıl şikayet etmede, bak; ayrılıkları anlatmada:

Diyor ki: Beni kamışlıktan kesip getirdiklerinden beri feryadımla kadın- erkek herkes ağlamıştır.

Ayrılıktan şahrem şahrem olmuş bir gönül isterim ki iştiyak derdini anlatayım ona

Aslından uzak kalan kişi, buluşma zamanını bekler hep...

Ney gibi iki ağzımız var adeta; biri onun dudaklarında gizli sanki...[21]

Kimi zaman da Hindistan'dan getirilen bir filin hikayesi örnek verilir, sürekli tepesine vururlar bu filin, aksi takdirde vatanı olan Hindistan'ı hatırlamakta ve huysuzluk etmektedir:

"Fil ne zaman uyuyacak olsa

Hindistan girerdi rüyasına

Eşekse rüyasında Hindistan'ı görmez hiç

Hindistanlı değildir ki sıla hasreti çeksin."[22]

Evet; derler ki Hindistan'ı rüyasında gören tek hayvan fildir... Eşek Hindistan'ı rüyasında görmez hiç; çünkü oralı değildir, vatan hasreti yoktur onun. Bu şiirde insan asıl temadır, gerçekte o anlatılmak istenir bu örneklerle... Ayrı bir alemin hasretiyle kasılıp kavrulan tek yaratığın insan olduğu, yeryüzünde ancak onun irfani bir dert ve irfani bir kaygı taşıdığı anlatılmak istenir. Hakka kavuşmanın, Rabbiyle buluşmanın, O'na doğru yönelip O'na yakın olabilmenin derdiyle yanıp tutuşan insandır.

HZ. ALİ'NİN (A.S) SÖZLERİNDE
İNSANIN SORUN VE DERDİ

Ne kadar da güzel anlatır bunu Emir-ül Mü'minin Ali (a.s); Kumeyl b. Ziyad en-Nehai'nin elinden tutup onu çöle götürür, şehirden iyice uzaklaşırlar, ıssız çölde bir başlarına kalınca Hz. Ali (a.s) anlatmaya başlar... Kumeyl "Hz. Ali (a.s) derin bir iç çektikten sonra, Ey Kumeyl! buyurdular" der, "İnsanların kalpleri kaplara benzer, gönülleri bir kap gibidir tıpkı; en hayırlı gönül, kapasitesi fazla olan ve içindekini en iyi koruyabilendir. Benden[23] duyduğun sözü aklında tut, insanlar üç kısımdır... Evet insanlar üç grupta da ele alınır, bu üç grubun özelliklerini anlatmaya başlar, konuşmasının sonuna doğru eliyle göğsüne işaret edip "Burada öylesine derin, öylesine geniş bir bilgi var ki; ne olurdu bunu anlayabilecek biri bulunsaydı, keşke bu sırrı anlayabilecek, onu hakkıyla idrak edebilecek, fakat dünyaya da alet etmeyecek biri olsaydı" diyerek sırrını açacak birisinin olmayışından yakınır, fakat daha sonra "Böyle birisi hiç de yok değil hani..." diyerek ekler: "Fakat emin değilim ondan; din hükümlerini isteklerine alet edebilir..."

Emir-ül Mü'minin bu konuşmasında söz konusu idrak ve bilgi sahibi insanların daima yeryüzünde var olduğunu ve olacağını, yeryüzünün bir an olsun onlarsız bırakılmamış oluğunu da hatırlatarak: "Allah'ım, evet; yeryüzü, senin için delil ve hüccet olan, senin adına kaim bulunan birisinden mahrum kalmaz"der, "O, ilmi ve dini ayakta tutar; ama meydanda olur, bilinir, tanınır yahut hikmet icab eder, gizlenir... Allah'ın hüccetlerinin, Allah'ın apaçık delillerinin batıl olmaması için hüküm budur, böyledir. Ama bu niceye dek böyle sürer gider? Andolsun Allah'a ki onların sayıları azdır. Allah katında dereceleri pek büyük, makamları pek yücedir. Allah delillerini, onlara benzeyenlere ısmarlayıncaya, kendi benzerlerinin gönüllerine verinceye dek onlarla korur. Allah onların can gözlerini açar, bilgiyi onlara sunar, onlar da yakin ruhuyla kuvvetlenirler, güçlükleri kolay görürler, bilgisizlerin kaçındıkları, hoş görmedikleri şeyler hoş görünür onlara, canları yüceler yücesi olan yakınlık duraklarında olduğu halde bedenleriyle dünya ehlinden görünürler, onlarla görüşüp konuşurlar. İşte bunlardır Allah'ın halifeleri, bunlardır yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratılmış olanlar; bunlardır halkı dine çağıranlar... Ah, ah!... Ne de özlerim onları görmeyi..."[24]

Evet... Ne de yücedir Ali'nin (a.s) derdi, irfani dertleri pek de görkemlidir gerçekten... ibadi ve duai dertleri bambaşkadır onun... İbadet sırasında öylesine kendisinden geçer, sevgilisine, mahbubu olan Rabbine öylesine adapte olur ki bütünüyle unutur benliğini bir aşk ve teslimiyetle yönelir ki Rabbine, vücudundan çekip çıkarılan okun bile farkına varmaz!...

"İnsan"ın derdi budur işte...

Budur insani dert..."

Hak'tan firak derdi... O'nun zatına yakınlık iştiyakı, Rabbine kavuşma arzusuyla yanıp tutuşma, O'nun rızasına nail olmadır... İnsan O'na kavuşmadıkça, O'nun rızasına nail olmadıkça varlığını kasıp kavuran bu fırtına dinmez, bu dert derman edilmez, yorgun gönlü dinlenmez... Bu dert her zaman, sürekli vardır insanda... Pek çok şeylerle sürekli oyalanır durur, şuradan buraya, filan durumdan filan duruma geçer geçmesine, ama bunlar bütünüyle oyalanmaca, geçici meşgalelerdir onun için. İşin gerçeği bambaşkadır aslında; Kur'an'ın da buyurmuş olduğu gibi:

"...İyice bilin ki, gönüller Allah'ı anmakla yatışır ancak, O'nu anmakla huzur ve kuvvet bulur."[25]

Evet; ayet-i kerime böyle buyurmakta, insanoğlunun ancak ve ancak Hakkı anmakla huzur ve sükun bulacağını, onun içten içe depreşip duran dertlerinin ancak Rabbine yönelmek ve O'nun yakınlığına mucip olmak süratiyle yatışabileceğini bildirmektedir.

İnsanın dertlerinden biridir bu... Arifler daha çok bu dertle ilgilenmişler, insanın diğer dertlerine fazlaca önem vermemişlerdir. Mevlana'nın daha önce birkaç beytini verdiğimiz bir şiirinde de söylemiş olduğu gibi:

"Hastalıktaki dert, inilti ve hasret

Hastayı uyandırır; hastalık ve dert bütünüyle uyanış getirir zaten.

Kim daha uyanıksa bil ki daha dertlidir

Kim daha çok anlamışsa rengi daha çok sararır

O halde şu hakikatı unutma ey hakikati arayan. Uyanmıştır artık derdi olan; işi sezmiş, farkına varmıştır,

Mevlana'nın nakletmiş olduğu bir hikaye vardır; bu hikayede Allah'ı pek fazla anan bir zahidden söz edilir. Daima Rabbini anan ve "Allah" kelimesini dilinden düşürmeyen bu adamcağız bir gün şeytanın vesvesesine kapılır, onun oyununa gelir ve "Allah" demekten, Rabbini anmaktan vazgeçer. Bu da şöyle olur: Şeytan bir gün bu adamcağıza görünür "Behey zavallı!.." der. "Bunca vakittir Allah'ı andın, nice geceleri "Allah" diyerek sabahladın; seherin erken vakitlerinde kalkıp yine "Allah! Allah!" dedin... Üstelik bunca gönülden, bunca yürekten yanıp kavrularak ve onca meşakkate katlanarak hep andın O'nu... Ama bugüne değin bir kez olsun O'nun cevap verdiğini işittin mi? Bunca "Allah" demene karşılık bir defacık olsun O'nun sana "Lebbeyk!" dediğini duydun mu?! Bu iştiyak ve yakarışla kimin kapısını çalsan, hangi evin eşiğine yüzünü sürmüş olsan muhakkak bir cevap alırdın, hiç olamazsa bir "lebbeyk!" duyardın... Halbuki seni hiç umursayan yok, görmüyor musun?!" Şeytanın bu sözleri adamcağızın aklına yatar -görünüşte- mantıklı gelir ona. Bu yüzden de artık "Allah" demekten vazgeçer, O'nun adını ağzına almacasına susuverir.- Ancak bir gece rüyasında Allah'ı anmaktan niçin vazgeçtiğini sorarlar o da "Bunca vakittir yana yakıla Allah deyip durdum ama bir defacık olsun "Lebbeyk" denilmedi bana..." der ve halinden şikayet eder. Rüyada duyduğu ses "Ama ben Allah tarafından sana bu cevabı vermeye memur edilmişimdir" der:

"Dedi ki: Senin şu "Allah" deyişin yok mu; bizim "Lebbeyk!" deyişimizdir işte o.

Onca yakarışın, onca O'nu anarak hasretiyle kavruluşun peykimiz, habercimizdir bizim"

Evet, Allah'a yakarışın kendisi "Lebbeyk" değil midir gerçekten? Nitekim Hz. Ali (a.s) bir duasında "Allah'ım" der, "Dua duygumu elimden alacak, sana yakarış iştiyakimi köreltecek; beni, sana duadan alıkoyacak, bu muazzam dertten mahrum bırakacak olan günahlarımı bağışla..."[26]

Bu yüzdendir ki duanın insan için hem vesile olduğunu söylemişlerdir hem de matlup... yâni dua her zaman icabet edilsin diye yapılmaz; icabet olsun olmasın, matlupdur dua; Allah tarafından kulun beğenilmiş bir davranışıdır daima.

İNSANIN HALKA YÖNELİK SORUN VE DERDİ

İnsanın "dert"i hususunda öne sürülen görüşlerden biri de "halkçılık"tır. Bu görüşü savunanlar insana insan olmak değerini bahşeden esasın "Allah'ı arama ve O'na yönelme derdi" değil, "Allah'ın kullarıyla ilgilenme derdi" olduğunu söylerler. Onlara göre insanın insan oluşunu tespit eden ölçü onun diğer insanların derdini kendi derdi olarak kabul etmesi ve hemcinslerinin dertlerini paylaşabilmesidir. Yâni gerçek insan, asıl hüviyetini koruyabilmiş olan, kendisini şahsen hiç ilgilendirmediği ve şahsına yönelik hiçbir tehdit unsuru oluşturmadığı halde başkalarının dertlerini kendisine dert eden, başka bir deyişle hiçbir karşılık ummaksızın insanların meselelerini giderme kaygısı taşıyan insandır. Onun derdi, "başkalarının dert çekiyor olması" dır... Sa'di' nin de dediği gibi:

"Zavallılığımdan değil, sararıp soluşum

Zavallıların derdinden ben böyle olmuşum"

Evet, bu görüşte olanlara göre "insanın derdi diğer insanların dertleridir, onların karşılaştıkları müşkülatlardır. Eğer bir insan başkaların derdini kendi derdiymişçesine hissedebiliyor ve çekiyorsa; kimi insanların aç olduğunu düşünerek uykusu kaçıyorsa; başkalarının aç kalmasındansa kendisi aç kalmayı tercih edip "başkalarının ayağına diken batacağına benim gözüme batsın, daha iyi!." diyebiliyorsa gerçek insandır, çünkü asıl insani derdi o taşımaktadır... İnsana insan olma değerini bahşeden, ona kişilik ve insanlık kazandıran yegane dert budur işte: Başkalarının derdini kendine dert edinmek! Bütün insani değerlerin ana kaynağı ve yegane ölçüsü bu derde sahip olabilmektir...

Bugün "insanlık!", "insancıllık!".. yaygaraları koparanların insanlık adına yapmış oldukları tek şey habire slogan atmaktır. Onlara göre insani davranış, insanca eylem; ancak toplumculuk derdinden kaynaklanan ve diğer insanların dertlerinden yola çıkarak neşet bulan, başkalarına karşı duyulan mesuliyetlerden ibarettir, bu çerçevenin dışında vuku bulan hiçbir davranış "insanca" değildir!

Görüldüğü gibi burada da bütün diğer insani değerler bir tek değere kurban gitmekte, onun dışındaki değerler gözardı edilmekte, çiğnenmektedir.

İnsani değerlerin bir tek değere dönüştürülüp insanın bu değere "aşırı" ilgi göstermesi yüzünden diğer bütün insani değerleri dumura uğratan ve dolayisiyle insanın "çirkin ve menfi bir dönüşümüne" yol açan durumlardan biridir bu da...

Meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturabilmek için bu değişim ve dönüşümün ne olduğu ve ne olması gerektiği üzerinde kısaca durmakta fayda var:

BU HUSUSTA İSLAM'IN GÖRÜŞÜ

İslam nazarında ve İslami ölçülere göre kimdir "olması gerektiği gibi olan" insan?

Bütün derdi, diğer insanların derdi olan ve kendini her şeyiyle sırf bu derde konsantre eden kişi mi?

Yoksa bütün derdi "Allah" olan ve kendini sırf "O'nu anış ve O'na yöneliş"e adayan kimse mi?

Yoksa;

Derdi "Allah'a yönelme ve O'nun rızasına nail olma" olan ve sırf bu sebep yüzünden insanların dertleriyle de ilgilenen; yâni her şeye O'nun rızası açısından bakıp her şeyi bu ölçüye göre değerlendiren kişi mi?

"İslam'a göre insan" hangisidir bunların?

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) hitaben şöyle buyrulur:

"...Şu Kur'an'a inanmadıkları ve senden yüz çevirdikleri için üzülüp hayıflanarak kendini helak mı edeceksin?"[27]

Hz. Resulullah (s.a.a) halkın hidayet bulması, gerçek saadete kavuşup kurtuluşa ermesi, dünyanın her türlü esaret ve belalarından kurtulup ahiret azabından aman bulması için elinden gelen çabayı sarf etmekte, inanmayan ve inkara kapılanların hallerine pek üzülmekte, onların ettiklerine hayıflanmaktadır...

Hem de pek fazla...

Kendisini helak edercesine...

Kur'an "Ne oluyor sana?... Bu raddeye kadar mı üzülüp hayıflanacaksın? Kendini telef mi edeceksin hidayete ermiyor, kendi lehlerine olacak, onları kurtaracak yolu teşhis ve tercih etmiyorlar diye?" buyurmaktadır Peygambere (s.a.a) "...Tâhâ... Kur'an'ı zahmet çekmen için indirmedik. Ancak korkacaklara bir öğüt olarak indirdik..."[28]

Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur:

"Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki bir sıkıntıya düşmeniz pek ağır gelir ona, pek düşkündür size; mü'minleri esirger, rahimdir"[29]

Fevkalade bir tabirdir bu; insanlara, peygamberiniz sizden biridir denilmektedir. Ümmetinin sıkıntıya düşmesi ona pek ağır gelir, halkına ziyadesiyle düşkündür o, en bariz özelliklerinden biri halkını sevmesi, ümmetine düşkün olmasıdır. Öyle bir kimsedir ki peygamberiniz, sizin derdinizi taşır, dertlerinizi kendi derdi bilir... Zaten Müslüman da bu değil midir; hem "Hakk"a düşkündür, hem "halk"a Allah'ı sever; bu sevgi insan sevgisi de verir ona, insanları da sever; çünkü O'na olan düşkünlüğü, O'nun kullarına da düşkün olmasını sağlar.

Kimi babalar çocuklarına pek düşkündürler, evladının okuması, iyi bir geleceğe sahip olması için elinde avcunda ne varsa hepsini harcar, kendini olmadık zahmetlere sokar, olmadık meşakkatlere katlanır, çevresindekiler onun evladına, karşı duyduğu bu hissi "düşkünlük" tabiriyle dile getirir ve "falanca adam, evladına pek düşkün..."derler. Parayı çok sevenler için de "Paraya pula çok düşkün" tabiri kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de Peygamberin (s.a.a) ümmetine karşı duyduğu yakınlığın derecesi de bu tabirle ifade edilmektedir işte, o da ümmetine düşkündür, onların dertlerini giderebilmek, meselelerine çözüm yolu bulabilmek için pek zahmet çekmekte, olmadık meşakkatlere katlanmaktadır.

Hz. Ali (a.s) de aynı tabiri kullanır; bir gün kendisine, Osman bin Huneyf'in Basra'da sadece zenginlerin davetli olduğu bir ziyafete katıldığını haber verirler. Bu haberle pek müteessir olur. Neden? Söz konusu davette -Allah korusun- şarap mı içilmiştir? Kumar mı oynanmıştır? Fısk-u fücura mı irtikap edilmiştir yoksa?..

Hayır... Hiçbiri olmamıştır bunların.

Söz konusu davetin ayıbı; daveti tertipleyenlerin, katılanların ve onlardan biri olan Osman bin Huneyf'in günahı, davete yalnızca zenginlerin çağrılmış olmasıdır!.. Eşraf, şehrin ileri gelenleri çağrılmış, fakir fukaradan ise davet edilen olmamıştır.[30] "Ya Ali" derler, "Osman zenginlerin tertiplediği, yalnızca eşrafın ve zenginlerin çağırıldığı, fakir fukaranın ise hatıra bile getirilmediği bir daveti kabul etti, böyle bir davete katıldı..."

İmam Ali (a.s) olayı öğrenince Osman b. Huneyf'in; fakirlerin kapı eşiklerinde kaldığı ve yalnızca zenginlerin içeriye alındığı bir davete katılmış olabileceğine inanamadığını, bunun pek yanlış ve çirkin bir amel olduğunu hatırlatarak onu kınar ve kendisine yazdığı mektupta "...Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağrılmayan, sırf zenginleri davet edilen bir topluluğun davetine icabet edesin... Dilesem ben de yağlar, ballar bulurum; buğday ekmeğinin halisini yerim, elbisenin en hasını -ipek- giyerim; fakat nefsimin dileğinin bana üst olması, beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç?" der...[31]

Güzel yemekler yemek, iyi giyinmek haramdır dememekte o; hayır, mesele çok daha başkadır onun nazarında... Öyleyse neden bu mektupta "Heyhat" demekte, neden hayıflanmaktadır peki?!

Onun derdi bambaşka, duyduğu teessür ve his apayrıdır. "Ben nasıl doya-doya yemek yiyebilirim ki" der, "Hicaz'da yahut Yemame'de belki yoksular vardır; günler geçmiştir ki tokluk nedir, görmemişlerdir... Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki, çevremde aç karınlar; susuzluktan yanmış, bunalmış ciğerler vardır... Şairin de dediği gibi:

Sen karnı tok olarak yatarken

Çevrende bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar var!

İnsansan eğer.

Bu dert sana yeter."

Halkın derdinden haberdar olmak buna denir işte... Adı "Halkın derdini taşımak", "İnsanlığa yar ve yardımcı olmak"tır bunun, "Ana değerdir bu...

"Razı olur muyum ki bana Emir-ül Mü'minin desinler de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak olmayayım; darlıkta, yaşayış sıkıntısında onlara mukteda sayılmayayım?..."[32]

Evet... Devletin en üst makamında bulunmuş olmak müreffeh yaşamaya, yönettiği insanlar arasında henüz açlar varken refah içinde bulunma hakkına sahip olmaya bir bahane teşkil etmez Ali'nin (a.s) nazarında...

Bütünüyle "diğerlerinin derdiyle dolu"dur o; insanın, başkalarının derdine ortak olması, onların dertlerini ve acılarını paylaşabilmesi gerçekten güzel, gerçekten insancadır; insan olan haz duyar bundan. Bu duygunun gerçek sırrı, asıl sebebi nedir, neden insan başkalarının derdine ortak olabilmekten, başkalarına yardım edebilmekten zevk alır, niçin vardır insanda bu duygu? Allah bilir.

İbn-i Sina, "İşarat" adlı eserinin son bölümlerinde kaşınmayı örnek verir[33] ve bu derde müptela olanın kaşıntıdan ıstırap duyduğunu, ancak kaşınmaktan da zevk aldığını söyler. Yâni hasta için bir "dert"tir bu, fakat acı veren bir dert değildir. Kimi dertler vardır ki gerçekten böyledir; üzüntüdür, ama verdiği hüzün matlup olur, hoştur, gözyaşlarını akıtır, fakat kalbi memnun eder, hüzün vardır, ama ferahlık verir aynı zamanda...

İnsan üzüntü ve dertten genellikle kaçar. Fakat mesela falan yerde Hz. Hüseyin Seyyid-üş Şüheda'nın (ona selam olsun) mersiyesi var, onun anıldığı bir meclis var, gidip oturalım o mecliste biraz, şehit imamı anarak ağlayalım, onu yad edip gözyaşı dökelim" denilecek olsa her Müslüman gider; Hz. Hüseyin'i (a.s) anar, onu yad eder; yad edince de gözyaşlarını tutmaz, içi burkuluverir, hüzün dolar yüreğine, ağlar... Yüreği yanmayan, gönlüne hüzün dolmayan insan ağlar mı hiç ? Fakat yine de her Müslüman, Hz. Hüseyin'in (a.s) derdini hissetmek ister, kendisini ağlatsa da, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ciğerparesini anmaktan, o eşsiz yiğide, o mazlum şehide ağlamaktan haz duyar; Hüseyin'e (a.s) insanca gözyaşı dökmek, insan olanın ruhunu yıkayıverir, apayrı bir halet-i ruhiyle kazandırır insana. Yalnızca kendi ruhunu değil, bütün bedenlerin ruhunu kendisinde hisseden bir bedenin işi zordur gerçekten... Böyle bir ruh tek başına herkesin derdini kendi içinde duyar, onunmuş gibi hisseder...

Gerekli imkanlara sahip olduğu halde bir parça arpa ekmeğiyle idare eder de "Hicaz veya Yemame'de yoksullar vardır, bir lokma ekmeğe hasret kalıp aç karnına uyuyanlar vardır belki..." der... Bu düşünceyi taşıyan kişi elbette ki doyasıya yiyemez, gösterişli elbiseler giyemez, yamalı ayakkabı geçirir ayağına; Alivarane bir ruhu vardır çünkü...

Şairin biri "Yücelen ruhun işi zor gerçekten..." der. Evet, ruh büyük olunca; yükü pek ağırlaşır gerçekten. Bir dul kadıncağızla birkaç yetim yavrucağın durumundan habersiz kalmak üzüntülere boğar onu, kederlendirir, uykuyu alır gözlerinden... Bir gün yoldan geçerken bir kadıncağıza rastlar; sırtında su dolu kırba, düşe kalka gitmektedir... Böyle bir manzaraya şahit olup da kayıtsızca oradan geçip gitmesi mümkün müdür Ali'nin (a.s)? Gördüğü manzara karşısında teessüre kapılır, bu kadıncağız su kırbasını neden kendi taşımaktadır ki? Kimi-kimsesi olan bir kadın bu kırbayı kendi sırtına vurmaz elbet; ya su taşıyacak kimsesi yoktur, yahut varsa da ona yardım etmemektedir... Ali (a.s) saygı ve şefkatle ona yaklaşır, izin verirse kendisine yardımcı olmak istediğini söyler, su kırbasını onun sırtından alır ve taşımaya başlar.

Kadıncağızın evine vardığında kırbayı bırakır ve dönmeden önce ona kırbayı neden kendisinin taşıdığını sorar. Kadın kırbayı taşıyacak başka kimsesi olmadığını söyler, "Kocam vardı fakat Ali'nin ordusunda, onun saflarında savaşırken vuruldu, şimdiyse bize bakacak kimsemiz yok" der. Olayı nakleden raviler "Ali (a.s) bu cümleyi duyunca tepeden tırnağa sarsıldı."derler. O gün hep bu cümleyi hatırlayıp durdu, gece boyunca da uyku girmedi gözüne. Sabah olur olmaz yeterince ekmek, et ve hurma alıp bütün ailesiyle birlikte o kadıncağızı ziyarete gitti; getirdiği eti kendi elleriyle pişirip yetim yavrucaklara yedirdi, onları kucağına alıp sevdi, okşadı. Lokmayı kendi elleriyle çocukların ağzına koyarak "Evlatlarım" diyordu "Affedin Ali'yi! Sizin durumunuzdan haberdar olamadığı için bağışlayın lütfen onu..."

Daha sonra ekmek pişirmek için tandırı yakar; tandırın gür ateşine yaklaşır iyice; öyle ki neredeyse yanacaktır, ardından "Ey Ali" der kendi kendine "Tat bu dünyanın ateşini, yakından tad ki cehennem ateşini hatırlayasın; hatırla ki bir daha fakir fukaranın halinden gafil olmayasın; dulların ve yetimlerin hallerinden bihaber kalmayasın..."

Allah'ım! Ali'deki (a.s) gerçeğin yüzü suyu hakkı için İslam derdi ver yüreğimize! Bu dinin kaygısını taşıyanlardan karar kıl bizi! Yüreklerimizi Senin hüznünle; Sana itaat, ibadet ve muhabbet ateşiyle doldur, sonumuzu hayırlı kıl; halkına, yarattığın kullara karşı sevgi ve dert ortaklığı duygusu icat et kalplerimizde; Ebu Talib oğlu Ali'nin velayet nurundan nasiplenen, bütün gerçeğiyle onun izinden yürüyenlerden et bizi; kalplerimizi iman nuruyla aydın kıl!

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)


[1]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli Sözler: 147.

[2]- Bugün abid ve zahid geçinenlerin çoğunda bunun tersi bir durum vardır... Adet haline gelmiştir sanki, suratlarını ekşitip somurturlar, abus-abus dururlar dindarlıktır diye!... El alemi minnette bırakırcasına bir tavır takınırlar...

[3]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 82.

[4]- Müzzemmil, 6-7.

[5]- Özellikle Hafız'dan söz etmemin sebebi, son günlerde Hafız'ın saptırılarak gündeme getirilmesi ve gençleri saptırmak amacıyla kullanılan bir araç konumuna düşürülmesidir. Hafız meşhur bir kişilik ve sevilen bir şairdir; gerçekten değerli bir insandır. Böyle bir kişilik ayyaş ve laubali olarak topluma tanıtılır ve bu gibi müptezel sıfatlarla takdim edilirse, tabiatıyla gençler de ona benzemeye çalışacak ve "Madem ki Hafız böyleymiş; o halde neden biz de öyle olmayacakmışız sanki?!"

 Meselenin gerçek yüzü bambaşkadır aslında...

Gerçekte Hafız büyük bir arif, son derece değerli bir irfani insandır. Şiirleri bütünüyle, fevkalade irfani, büyük ve zarif manâlarla doludur. Bütün bunlar bir yana, devrinin en tanınmış müfessirlerinden biridir, tarih kaynakları tanınmış bir Kur'an müfessiri olarak söz eder Hafız'dan. Esasen Hafız bir şairden çok, büyük bir alim ve bilge bir kişiliktir, şiir onun yan uğraşlarından biridir sadece. Nitekim ölümünden 200 yıl sonrasına kadar tarih ve rivayet kitapları ulemadan biri sıfatıyla söz etmiştir Hafız'dan, ancak ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra ilmi yönü unutulmaya yüz tutmuş ve sadece şiirleriyle hatırlanır olmuştur. Zamanla bu boyutu zihinlerde yer etmiş ve bugüne kadar süregeldiği gibi sırf bir şair olarak kalmıştır. Oysa tanınmış bir Kur'an müfessiri, büyük bir alimdi; öğrencilerine Zemahşeri'nin "Keşşaf" adlı kitabını ders verdiği tarih kaynaklarında geçer. Alim, müfessir ve arif bir zattı, dünya alemini çoktan aşıp geçmiş bir bilgeydi. Ancak şiirlerinde kendine has rumuzlar kullandı; onun Kur'an'daki muhtelif ayetlerin tefsirine vakıf ve pek çok karmaşık ve zarif manâları kavrayabilmiş bir müfessir olduğunu göz önünde bulundurmaksızın şiirlerindeki manâyı idrak edebilmek mümkün değildir.

[6]- Ankebut, 1-2.

[7]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 154.

[8]- Hz. Ali (a.s) Uhud savaşına katıldığında 25 yaşındaydı ve Hz. Fatımat-üz Zehra (a.s) ile henüz evlenmişlerdi; bir de çocukları -İmam Hasan Müçteba- vardı. Yeni evlenen gençler genellikle iyi bir ev kurmak ve nispeten rahat bir hayat ortamı hazırlamak isterler kendilerine, en büyük arzuları budur... Oysa bir de Ali'ye (a.s) bakınız; onun en büyük arzusu Allah yolunda şehit olabilmektir!..

[9]- Diğer Ramazan aylarında da her gece bir eve iftara gidiyor olabilir.

[10]- Kasette düşüklük vardır.

[11]- Herkesin kendi evinde bir yeri ibadet etmek için seçmesi müstehaptır. Hz. Ali de halife olduğundan ve devamlı dar-ül imarede bulunduğundan kendine ibadet etmek için bir yer seçmişti. Genellikle geceleri uyumaz ve burada ibadetle meşgul olurdu. Günlük işlerinden vakit buldukça buraya gelir, halvet eder ve Rabbül Alemin'e hamd-u senada bulunup raz-u niyaza koyulurdu.

[12]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 68.

[13]- Keff-ul Gumme, c.1, s. 437 ve Muntehe-l Amâl, s.172, Emir'ül Mü'min'in ahvali.

[14]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 147.

[15]- Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.3, s.310.

[16]- Bakara, 124.

[17]- Biz talebeler de bu kelimeleri kullanırız. Hatta molla olmak için bizlerin arasında meşhur bir söz vardır, "Molla olmak kolay, adam olmak zordur." diye...

[18]- Mesnevi, s.18.

[19]- Burada şu noktayı da hemen belirtelim ki mezkur akıldan şikayette bulunma hususu muhtelif sebepler, muhtelif amaçlardan kaynaklanır. Mesela arifler ve tasavvufçular apayrı bir sebepten dolayı akıldan şikayet ederler. Ancak akıldan şikayette bulunanlar akıllı, bilgili ve duygulu olmanın genellikle başlarına iş açtığı, rahatlarını bozup huzurlarını kaçırdığı cihetle bu şikayette bulunurlar.

[20]- Usul-ü Kafi, c.1, s.11.

[21]- Mesnevi, cilt.1, ilk beyitler.

[22]- Mesnevi, Farsça'sında: s.400.

[23]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli sözler: 147. (Bu konuşmanın tam türkçe metni için bkz: Nehc-ül Belâğa'nın A. Gölpınarlı tercümesi, s.414, 415)

[24]- Nehc-ül Belağa, aynı konuşmadan.

[25]- Ra'd, 28.

[26]- Kumeyl duası.

[27]- Kehf, 6.

[28]- Tâhâ, 1-3.

[29]- Tevbe, 128.

[30]- Öyle bir şeydir ki bu, bugün bizler bunu asla dert olarak algılamayız, hiç kimsenin kılı bile kıpırdamaz.

[31]- Nehc-ül Belağa,  45. Mektup. (Mektubun türkçe tam tercümesi için bkz: Nehc-ül Belağa -A. Gölpınarlı. s.299, 301)

[32]- Nehc-ül Belaga -Aynı mektuptan-

[33]- İbn-i Sina'nın kendisi, bunun uzak bir örneklendirme olduğunu belirtir.