ÖNSÖZ

 

Hitap etmeyi düşündüğümüz okuyucu kitlenin aslî beslenme kaynağı bellidir. Temel prensibimiz, yayınlıya-cağımız eserlerin muhtevasının bu aslî kaynağın göster­diği doğrultuda olmasıdır.

Okuyucuya fazla bir şey kazandırmayan, onun prati­ğine katkıda bulunmayan, onları aslî kaynaktan uzaklaş­tırıcı, oyalayıcı, birbirinin tekrarı mahiyette eserler neş­retmekten Allah'a (c.c.) sığınırız.

Bu ilk yayınımızın faydalı olması umuduyla

BERÂE YAYINLARI


BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

«ŞEHİD ÜSTAD MUTAHHARİ'NİN HAYATI»

Mütahhari, 1919 yılında Horasan iline bağlı Feriman kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası bu ilde herkesin saygı duyduğu büyük din alimlerinden merhum Şeyh Muhammed Hüseyn Mutahhari'dir.

Mütahhari ilk öğrenimine Feriman Medresesinde baş­lamış, 1932 yılında henüz 12 yaşında iken Meşhed'e gide­rek İslâmî ilimlerin ilk eğitimi ile mantık, felsefe, İslâm hukuku ve Arap edebiyatı eğitimini bu şehirde sürdürmüş­tür. 18 yaşında Kum kentine girmiş, burada Ayetullah Munteziri ile aynı odayı paylaşmıştır. Üstad 1940 yılında; Ayetullah-el-Üzma İmam Humeyni'nin derslerine katılmaya başlamış ve oniki yıl boyunca onun yanında onun ilim ve irfanından yararlanmıştır.

Mütahhari 1952 yılında Kum'dan Tahran'a gitmiş, aynı yıl Horasan'ın meşhur alimlerinden Merhum Ayetullah Rohani'nin, kızı ile evlenmiş ve Tahran'daki Medrese-i Mervi'de «İslâm Felsefesi» dalında ders vermeğe başlamıştır.

Üstad'ın ilk makalesi 1953 yılında Kum kentinde ya­yınlanan «Hikmet» dergisinde çıkmıştır. 1955 yılında ise metnini Merhum Ayetullah Tabatabaî'nin ders notlarının oluşturduğu «Felsefe ve Realizm Metodu» adlı kitap üsta­dın önsöz ve dipnot açıklamaları ile basılmıştır. Bu kitap o günkü aydınlar ve eğitim görmüşler arasında çok ilgi gör­müştür. Aynı yıl (1955) Tahran Üniversitesince İlahiyat Fa­kültesinde «Maarif-i İslâmî» dersleri vermek üzere davet edilmiş, bu yıldan itibaren yirmi iki yıl boyunca İslâmî Fel­sefe, Hikmet ve diğer İslâmî ilimler dalında dersler vermiş ve yıllar boyu üniversitenin İslâmî Felsefe ve Hikmet Bölümü sorumluluğunu üzerine almıştır.

Üstat buhranlı geçen 1955 -1977 yılları arasında üni­versiteli öğrenciler, İslâmî dernekler ve ilmî kuruluşların isteği üzerine çeşitli konferanslar düzenlemiş, birçok İs­lâmî meseleyi cesaretle ele alıp incelemiştir. Özellikle toplumumuzun bugünkü ihtiyaçlarına tatbik edilebilecek meseleler hakkında geniş araştırmalar yapmış ve bu alan­larda çok sayıda değerli eserler yazmıştır. Birçoğu İngiliz­ce ve Arapçaya da tercüme edilen bu eserlerden «Doğru­ların Öyküsü» adlı kitabı 1965 yılında Birleşmiş Milletler Unesko teşkilatınca ödül kazanmış ve yılın en iyi kitabı seçilmiştir.

Üstat 1963 yılında İmam Humeyni önderliğinde başla­tılan «(5 Haziran) Kıyamı» sırasında Savak ajanlarınca ya­kalanarak hapsedilmiş, ancak halkın baskısı ve diğer kent­lerden âlimlerin Tahran'a gelmesiyle rejim; hapishaneler­deki mahpusların serbest bırakılmasına zorlanmış ve Üstat Mutahhari de 45 gün sonra serbest bırakılmıştır.

1964 yılında «Mübariz Ruhaniler Topluluğu»na girmiş, aynı zamanda Tahran ve Kum İlim Havzası'nda İmam Humeyni'nin fikrî temsilciliğini de üstlenmiştir.

1979 yılı Behmen (Şubat) ayında Müslüman İran hal­kının mukaddes İslâm İnkılâbı’nı gerçekleştirdiği sırada in­kılap rehberi İmam Humeyni tarafından, İnkılap Şurası üye­liğine tayin edilmiştir.

Nihayet; mutahhari gibi İslâmî düşünürlerinin varlığı­na tahammül edemeyen İslâm düşmanları (3 Mayıs 1979) gecesi saat 22.40'da Üstat Mutahhari'yi ümmetin mese­leleri ile ilgili bir toplantıdan çıkarken şehid etmişlerdir.


GEREKSİZ İNKÂRLAR

Bismillahirrahmanirrahim

İlmin üç safhası olduğu yolunda hadis vardır. İnsan ilmin ilk safhasında kibir ve gurur duyar. Bilgisinin gös­terişi onun aklını başından alır; kendisini her şeyden ve herkesten daha büyük zanneder. «Bu safha, bilince aşın bir tutkuyla bağlanıldığı ve bilinçsel görüşün savunuldu­ğu bencillik safhasıdır.»

İkinci safhada bilgisi artmış yeni şeyler öğrenmiş­tir. Yaratılışın göz kamaştırıcı büyüklüğünü görerek bu­nu gerçekleştiren yaratıcının ve yaratılmışlardaki bunca sırrın yüceliği karşısında kendisini ve sahip olduğu bil­gileri son derece yetersiz bulmaya başlar. Bu. onda alçak gönüllülük yaratır. «Bu safha, onun için gerçekçilik ve evrensellik kavramlarının gündeme geldiği ve bir dünya görüşünden bahsedilen safhadır.» Bu evrede kendi bilgi­lerine göz atmak yerine evrene çevirir gözlerini, onu öğ­renmeye ve sahip olduğu bilgilerle onu tanımaya başlar.

Evreni ölçebilirlilikten sonra üçüncü safhaya varır. Bu safhada, hiçbir şey bilmediğini anlar. «Bu, şaşkınlık ve hay­ret dönemidir.» O güne kadar geliştirilmiş olduğu düşünce ve tanıma ölçülerinin evreni tanımakta yetersiz kaldığım bu safhada görür. Sahip olduğu bilim ve düşünce ölçüle­rinin sadece kendi yaşamındaki dev bir alan içinde uy­gulanabileceğini, bu sınırlı alanın dışında bilgi ve ölçülerimin son derece yetersiz kaldığını görür. Mevlâna, bu­nu şöyle dile getirir: «Yaşamının özeti, şu üç kelimeden öte bir şey değil: Hamdım piştim, yoğruldum » Bu arif kişi, geçirmiş olduğu ruhanî ve aklî davranış safhalarını, üç sözcükle ifade etmektedir. Hamlık, pişme ve yoğrulma safhası...

Hamlık, gurur, kibir ve bilimsel düşünce, birçok in­sanda vardır. Fakat kişinin pişme ve yoğrulma aşama­larına varması apayrı bir konudur.

Eksik İlmin Gururu:

İnsan nasıl bazen sahip olduğu malla övünür ve servet sahibi olma, onun aklım başından alırsa... Ve ele geçirdiği servetler ona artık hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı ve ölümsüz olduğu zannını verirse... Veya nasıl bazen eriştiği yüce makamlar ve ele geçirdiği mevkiler onun aklını başından alarak tüm benliğine nüfuz eder ve onu yeryüzünde bozgunculuk yapmaya sevk ederse...

Bir an gelir bilginin gururu da kuşatıverir insanın tüm benliğini ve alıverir akimi başından; Servet ve güç sahibi olmanın getirdiği kibir ve gururun nedeni servet ve gücün çokluğundandır. Oysa bilginin getirdiği kibir ve kendini beğenmişlik ise bilgi yetersizliği ve anlayış kıtlığındandır. Derler ki her şeyin azma sahip olmak, aşırı de­recede çoğuna sahip olmaktan iyidir. Bunun tek istisna­sı bilgidir. Hiç bilmemek^ eksik bilmekten daha iyidir. Çünkü eksik bilgi, delirticidir. İnsanın aklını başından alır, insanın başını döndürür, ona kendisini unutturur fakat bu sonuçlar servet ve ünün fazlalığından ortaya çıkar.

Bilgi konusunda ise bunun tam tersine, bilginin ek­sik ve yetersizliği nedeniyle bu olumsuz sonuçlar çıkar ortaya. Gerçeği kabul etmeyip tekzip etmekte bu olum­suz unsurların bir sonucudur.

 

 

Allah İle İnsan Arasında Antlaşma:

İmam Sadık (A.S.) şöyle der : «Allah’u Teâlâ, Kur'-ân-ı Kerim'de 2 ayetle insanı yersiz onay ve reddedişler­den menetmiştir.

Doğru ve hak olduğuna emin oldukları şeylerden baş­kasını Allah'tanmış gibi söylememeleri; «Şu haramdır, bu helâldir» gibi kendilerinden uydurmamaları için şu insanlardan «kutsal kitapta söz almadık mı? Allah, şunu şöyle demiş, şurada şöyle emretmiş» diye kendilerinden uydurmasınlar. Kur'an'da susulan yerde insanın da sus­ması, kitaptaki «Sükût»'a uyması, kendilerinden olan bir sözü Allah'tanmış gibi söylememeleri, gereken yerde sus­maları yolunda hüküm vardır.

İnsan, bazen onaylama illetine yakalanır. Kur'an'da hakkında kesin hüküm bulunmayan ve olumlu bir durum­da davranış şekli insanın kendi iradesine bırakıldığı hal­de, birçok şey hakkında hüküm varmış gibi davranan ve kendinden hükümler uyduran insanlar vardır. Bu gibiler, kendi arzu ve isteklerini tatmin eden birçok kötü dav­ranışı, Kur'an'dan bir hükümmüş gibi gösteriverirler. ([1])

Bu Allah'ın kullarından aldığı bir sözdür. Hakkında tam emir ve kesin bilgi sahibi olmadıkları konularda -«Al­lah şöyle buyuruyor» diye kendilerinden hükümler çıkar­mamaları istenmiştir insanlardan.

Allah'la insan arasındaki ikinci, antlaşma ise şudur:

«Hakkında tam bilgi sahibi olmadıkları konularda­ki hükümler için gururlarına yedirip te «bilmiyoruz, bu­nun hakkında bilgimiz yok» demezler. Gururları yüzün­den var olan bir hükmü de reddeder, «böyle bir şey yok­tur.» derler. Oysa onun hakkında hiç bir bilgileri yoktur.»

Bu konuda kanıtsız ve gereksiz onaylamalar hakkın­da büyük bilgin Ebu Ali Sina şöyle der : «Kendisine söylenen her sözü, kanıtı olmadığı halde kabullenmeye alışmış olan birisi, insanlık Özelliklerinden ve fıtratından uzaklaşmıştır. Ona insan demek mümkün değildir.» Kanıtsız inkâr ve reddediş hakkında ise şöyle der : «Sana acayip ve tuhaf gelen şeyleri, sırf sana öyle geliyor diye bilimsel bir kanıtı olmadıkça inkâr etme.»

Sınır Tanıma:

Madde ve vücut yapısı olarak bir insan nasıl sınırlı ve kısıtlıysa ruh, bilgi ve akıl bakımından da kapasitesi belirlidir, sınırlıdır, «insan, sınırsız değildir, haddini ve sınırını bilen kişidir.»

Bir kişi, evrendeki birçok şey hakkında bilgi sahibi olabilir, matematik, fen, sosyal bilimler, tarih v.s. bilim dallarında ilerlemiş olabilir. Dünyanın dört bir yanından haberi olabilir, geçmişi çok iyi bilebilir. Fakat aynı kişi, bir şeyi bilmeyebilir: Kendi kapasitesi, kendi sının... Bu durumda kendi ruhunu ve düşüncesini ölçmemiş, ye­terince tanıyamamıştır. Bildiği her şey, bilmediği bu gerçeğe oranla bir hiçtir. Burada, sadece bir tek şeyi bilme­diği halde, bilmediği bu bir tek konu, binlerce bilinme­yene kaynak teşkil edecektir. Sadece bunu bilmemesi, yaratılışın gerçeklerini reddetmesine neden olacak­tır. Gururların doğmasına sebep yine bu «bir bilinmeyen»dir.

Daha önceki konularda, insan düşünce mekanizma­sının kısıtlı olduğundan etraflıca bahsetmiştik. İnsanın düşünce mekanizması öyle ayarlanmıştır ki, belirişinin son aşamasında bile eğer bir gerçeğin mukabil ve mu­halif (eş ve zıt) noktaları bilinmiyor ve insan bu iki nok­tayı karşılaştıramıyorsa söz konusu gerçeği anlayabilme­si imkânsızdır. Görüldüğü gibi bu bir tek gerçek; insanı gururun sarhoşluğundan kurtarır ve bilmediği bir ger­çeği -bilmediği için- inkâr etmesini engeller. Yine daha önceki konularda yeryüzündeki dirilişi gösteren bahar mevsiminin Kur'an'da bazen Allah'ın birlik ve beraber­liğine, delil olarak gösterildiğini, bazen de her şeyin baş­ka bir şeye dönüştüğünü, canlılığın sürüp gittiği yaşama ve mahşere küçük bir örnek olarak gösterildiğini söyle­miştik. Allah (C.C.) insanlara tembih ve ihtar amacıyla şöyle buyurur; «Sizin yeryüzündeki küçücük yaşantımızda yılın belli bir mevsiminde toprağa atılan bir tohumun ve dikilen bir fidanın başka bir mevsimde topraktan çıkıp boy atması ve gelişip büyümesi gibi ölüm ve ardından gelen dirilişler vardır. Bir mevsimde toprağa düşen can­sız bir tohumun, başka bir mevsimde canlanıp yeşerdi­ğini görürsünüz. Aynı şekilde daha geniş kapsamlı bir mahşer ve burada daha geniş kapsamlı, genel bir yeni­den oluşma ve dirilme vardır.

«Her ümmetten ayetlerimizi yalanlayanları toplayıp ta bölük bölük sıraya dizdiğimiz gün, geldiklerimde Rableri onlara şöyle hitap eder : «Sizin bilginlerinizin anla­yamadığı ayetlerimizi neden sizler reddettiniz?»

Fazla olan ve artık normalleşen her şey, ilgi çekici olmaktan çıkar. Toprağın ölümü ve dirilişi de böyledir. Bizim tabii ömrümüz öylesine gelip geçer ki. bu diriliş ve ölüm gibi gelenekselleşmiş değişimleri -kısacık haya­tımızda yüzlerce tekrarlandığı halde- fark etmeyiz bile...

Biz insanlar, daha büyük ve daha küçük sistemlerin arasında bir yerdeyiz. Bir yandan önümüzdeki hiçbir ka­pıların nereye açılacağını bilmemekte, diğer yandan açılan her kapıda «bilmediğimizde karşılaşmaktayız. Bir yan­dan çok nisbi bir oranda hücre, atom ve -molekül sis­temlerine varmış bulunmaktayız.. Ve bunda da nereye kadar ilerleyeceğimizi bilmemekteyiz. Diğer yandan, ön­cekine oranla daha geniş diyebileceğimiz bir alanda ge­zegenler ve gezegenleri kuşatan daha kapsamlı bir siste­me ulaşılmıştır. Kaldı ki bu sistemden sonra nelerin var olduğunu, bunu hangi sistemlerin takip ettiğini ve bu bilinmeyenler zincirinin nereye vardığım, bizim ne kada­rım öğrenebileceğimizi asla bilmemekteyiz. Konuyu bu açıdan ele alırsak insanlar ile içinde yaşadıkları evren arasındaki ilişkiyi bir elma ile içindeki kurtçuğun iliş­kisine benzetebiliriz. Onun tüm dünyası ve atmosferi, içinde yaşadığı elma ile onun asılı olduğu daldır. Bu el­manın, ağaç adlı sistemin küçük bir parçası olduğunu; ağacın da, sahibi ve bahçıvanı olan bir bahçenin küçük bir parçası olduğunu; bu bahçenin de kasaba sistemine ait bir parça olduğunu asla bilemez, anlayamaz. Kaldı ki tüm bunlar da uzayın sonsuzluğunda küçücük bir nokta olan dünya sistemi içindedirler... Bir evin tavanında ya­şayan ve orada ölen bir örümceğin de yaşadığı odanın dışındaki bu sistemler silsilesinden asla haberi olmaz...


Doğal olarak örneklediğimiz canlıların idrak yetenek­leri insana oranla son derece sınırlıdır. Herhangi bir in­san için tamamen doğal ve anlaması kolay olan birçok şey, onlar için olağanüstü, hatta inanılmayacak şeylerdir, insan ile içinde yaşadığı evren arasındaki ilişki de bun­dan farksızdır.

Şu dalda dünyaya gözlerini açan şu kurtçuk,

Bir zamanlar bir fidan olduğunu bilebilir mi ağacın?

Bu bahçenin nereden geldiğini,

Ne zaman doğduğunu ve ne zaman yok olacağını

Sivrisinekçik nasıl bilebilir?

Şu evin nasıl meydana geldiğini insan bilir,

İçindeki küçücük örümcek ne bilsin?

 

Bu mısralar, dünyanın hacim ve genişliğini anlatmak­tadır. Bizi tamamen kuşatan dünya ve yaşamımızın gele­ceğinin kendisine bağlı olduğu evren söz konusu olduğun­da ise meçhuller alemi de bambaşka sistemler tarafından kuşatılmış olabilir. Sonsuz evrenin bile kaderini tayin edecek olan ve onu kuşatan böyle bir sistemi veya sis­temleri anlayabilmek ise, bizim için rüya ile gerçek arasındaki mesafeyi kat etmek gibi bir şeydir.

Ruhunda meydana gelen dönüşüm ve büyük değiş­me ile ilgili olarak Gazali, rüyayı ele alır ve şöyle der: Biz rüyada başka bir dünya görür ve o anda rüya gör­mekte olduğumuzu bilmeyiz. Oysa rüya, bizim günlük ya­şamımızın niteliklerinden biridir. Gerçek ve asıl olan ise uyanık olduğumuz âlem olup rüya bu âlemin sadece bir parçasıdır. Kaldı ki bizim dünyadaki hayatımızın, var olan daha başka bir hayat içinde böyle bir rüya olma­dığını söyleyebilmek mümkün değildir. Bizim, yaşadığı­mız hayat hakkındaki bilgimiz, rüyadaki bilgimizden da­ha fazla değildir.

Rüyadan uyandığımız zaman «gördüklerimizin» ha­yal olduğunu, rüya olup gerçek olmadığını söylerken, bir anlamda ondan daha mükemmel bir hayatımız olduğunu, gerçek hayatın yaşadığımız âlem olduğunu, bu âlem için­de rüyanın «gerçek dışı» olduğunu ifade etmekteyiz. Oy­sa rüya âlemi, kendi çerçevesi dâhilinde gerçek bir âlemdir! Nitekim bizim hayatımızın sürüp gittiği bu âlem de, kendisinden çok daha öte ve geniş olan âlemlere oranla rüyadan öte bir şey değildir, «gerçek dışıdır». Halbuki bi­zim yaşantımız ve bizim âlemimiz, bize göre gerçek bü­tündür.

Şu dünya yok mu? Pembe Bir

Rüya olan...

Onda uyuyan kişi kendisini ölümsüz sanır

Fakat ecel sabahı geliverince ansızın

Yanlış güvenin karanlığında kalakalır şaşkınlıkla.

Rüya dünyasında yaptığın herşeyin aslım,

Uyanınca anlarsın.

Ey Yusuf'ların gömleğini parçalayan,

Kurt olarak uyanacaksın

Şu sana pahalıya mal olan rüyadan.

Senin gibi kurtlar, parçalayacak sizi,

Öfkeden kudurmuşçasına tüm uzuvlarınızı...

»Bu dünyada eker, o dünyada biçeriz

Dünya, ahir etin tarlasıdır.»

«Feleğin yemyeşil tarlasını ve

Yepyeni, kocaman bir orak gördüm.

Ektiklerimi de

Biçip, harman zamanını hatırladım...»

 

Bazen insanın elinden farkına varmaksızın bir to­hum düşer yere, toprağa karışır gider. Samanı buğday­dan ayırır. Sıvanın balçığına karıştırıverirler. Bir buğday taneciğinin sıvaya "karıştığını hiç düşünmezler. Fakat bahar mevsimi gelince o balçığın içinde kaybolup giden buğday tohumu, yeşererek topraktan fışkırıverir. Canlı­lığını haykırarak şöyle der : «Ben varım. Kaybolduğumu sandınız ha? Hayır, kaybolmadan, kaybolmak diye bir şey yoktur ki...»

«Tüm işledikleri amelleri kaydedilmiş, yazılmış ve hazırlanmış olarak karşılarında görünce şöyle derler: Nasıl da hazırlamışlar! En küçükten en büyüğüne kadar feepsini kaydetmişler, ne var ne yoksa toplamışlar bir araya...»

Bir insan, her şeyden önce kendi türü açısından fikir ve düşünce kapasitesinin ne olduğunu yani, bir insanın düşünce kapasitesinin ne olduğunu iyice anlayabilmeli; şahsî açıdan ne kadar bilgisi olduğunu ölçebilmeğidir. Böylece kendi yapabilirlilik sınırlarını öğrenebilir. Ancak böylece herhangi bir şeyi kabul, ret veya inkâr edebilir. Hata yapmaktan ve sapmaktan kurtulmasının tek yolu budur, bunu becerebilirse hatasız olur insan...

 

TEVBE-1

 

Bismillahirrahmanirrahim

Bir önceki bahsimiz ibadet ve dua hakkında idi. İki önce arz etmiştim ki; eğer ibadet ve ubudiyet (Kulluk) doğru bir şekilde gerçekleşirse, ister istemez insanın Zatı akidesi ilahi'ye gerçek bir yakınlığını gerektirecektir, insan ubudiyet, vasıtası ile her hangi mecazi bir sahibe olmaksızın, Allah'a yakınlaşır. Başka bir deyimle ubudi­yet; (Allah'a kulluk etmek) bir «Sülük» (dinî terimde Al­lah'a yakınlaşma davranışı diye bilinmektedir) tür, ha­rekettir, Allah'a doğru gidiştir.

Bu gece «Sülük»ün ilk durağı hakkında konuşmak istiyorum. însan eğer Allah'a yakınlaşmak istiyorsa mut­laka bu durak, bu nokta ve bu merhaleden başlamalıdır. Bize gereken de budur zaten. Bu yolda hiç bir adım at­mayan bizler için, saliklerin yüce makamı hakkında ko­nuşmak yarar sağlamaz. Ama eğer amel ehli isek; Allah'a yakınlaşmak için ilk olarak hangi duraktan geçmemiz gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Hangi merhaleyi katet-meli, ibadet ve ubudiyete nereden başlamalıyız?

Allah'a yakınlaşmanın ilk durağı tövbedir.

Bu geceki konuşmamı tövbe hakkında sürdürmek is­tiyorum.

Tövbe ne demektir? Psikolojik açıdan tövbe in­san üzerinde nasıl bir durum meydana getirir ve manevi açıdan ne gibi yararları vardır. Birçoğumuzun görüşün­de tövbe çok normal bir iştir. Hiç bir zaman tövbeyi psi­kolojik açıdan incelemeyi düşünmemişiz. Aslında tövbe, insanların hayvanlara karşı taşıdığı özelliklerden biridir. Yani insanın sahip olduğu, özellikler, istidatlar ve seç­kinliklerin hiç biri hayvanlarda mevcut değildir, İnsan­da mevcut olan bu yüce istidatlardan biri de tövbedir. «Tevbe»; (anlamım ileride genişçe açıklayacağım) «Estağfirullahe Rabbi ve etübü îleyhi» cümlesini dille söy­lemek değildir. Tövbe; İnsanda meydana gelen, psikolo­jik, Ruhî bir durum, ruhî bir inkılaptır. Estağfirüllah... cümlesi bu durumu beyan eder, bu durumun kendisi değildir. Bunun gibi birçok deyiş vardır ki, gerçeğin ken­disi değil gerçeğin açıklayıcısıdır. Biz günde bir kaç kez? «Estağrifüllah...» söylüyorsak, günde bir kaç kez tövbe ettiğimizi sanmayalım. Eğer günde bir kere gerçek tev­be etmiş olursak muhakkak ki Allah'a yakınlaşmak için • bir merhale kat etmiş oluruz.

Bu konuya bir önsöz söylemek istiyorum dikkat bu­yurun!

Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar arasında belli bir fark vardır. Şöyle ki; Cansız varlıklar, hareket ettik­leri yönde, kendi iradeleri ile yön değiştirme istidadına sahip değiller. Yer küresinin güneş etrafında ve kendi et­rafında dönmesi gibi. Veya diğer yıldızların hareketi gibi Veyahut yukarıdan atacağınız bir taşın yere-inerken kat ettiği hareket gibi. Bu kesindir. Yani; yukarıdan bırak­tığınız taş belli bir yöne doğru hareket etmektedir. Bu ta­şın kendiliğinden yön değiştirmesi mümkün değildir. Taşın yönünü değiştirmek için harici bir etkenin bulunması gerekir. Bu etken ister cisim olsun ister dalga. Meselâ uzaya gönderilen bir «Apollo» : Hareket ettiği yönde hiçbir zaman içten bir değişiklik kaydedemez. Ancak dış­tan yönlendirilmesi gerekir. Ama canlı varlıklar hareket yönlerini değiştirme istidadına sahiptirler. Yani yaşam­ları ile bağdaşmayan şartlarla karşılaştıklarında yönle­rini değiştirebilir. Bu durum hayvanlarda çok açıktır. Ör­neğin bir koyun veya güvercin hatta bir sinek bile hare­ket ederlerken bir zorlukla karşılaştıklarında derhal yön değiştiriyorlar. Yüz seksen derecelik bir dönüş yapabi­lirler. Yani, önceki hareketinin tam tersine hareket ede­bilirler. Bitkiler de böyledir. Ağaçlar ve bitkiler belli şart­larda ve sınırlı olarak içlerinden kendilerini yönlendire-biliyorlar. Yer altında hareket eden bir ağaç kökü sert bir kayaya vardığında kendi yönünü değiştirebiliyor. Ar­tık daha fazla gidemeyeceğini anladığında yönünü değiş­tiriyor. Açıktır ki, insan da bitki ve hayvanlar gibi yön değiştirebilir.

Tövbe, İnsanın yön değiştirmesidir. Ama bitki gibi sade bir yön değiştirmek değil veya hayvanın yön değiş­tirmesi gibi değil. Bu sadece ve sadece insana özel bir yön değiştirmedir.

Tövbe, bir nevi iç inkılâptır, bir çeşit kıyamdır. Bir çeşit inkılâptır: İnsanın kendisinden kendisine kar­şı yapılan bir kıyam. Bu insana özel bir yön değiştirmedir. Bitki yönünü değiştiriyor, ama ken­disine karşı hiçbir zaman kıyam etmez. Bu il­ginç yetenek bitkilerde var, cansız varlıklarda yoktur. Hayvanlarda da var. İnsanda ise daha da ilginç bir yetenek vardır. Kendi içinde kendisine karşı ayakla­nıyor. Gerçekten ayaklanıyor. Kendisine karşı inkılâp ediyor. Örneğin bir memlekette bir grup insan ülke yö­netimini ele alıyor. Bir süre sonra ayrı bir grup onlara karşı devrim yapıyorlar. Hiç bir mani yoktur, onlar ayrı bir grup ayrı insanlardı. Bunlar da ayrı bir grup ayrı insanlardır. Onlar bunlara zulüm etmiş, haksızlık et­miş, bunların isyanına, ayaklanmasına sebep olmuş, bun­lar da ayaklanmış, isyan etmişler. Aniden bunlar devrim yapıyor ve ülke yönetimini ele geçiriyorlar. Bu gayet normaldir. Ama insanın kendi içinden kendisine karşı kıyam etmesi ayaklanması nasıl gerçekleşebilir? Olur mu ki, bir şahıs kendisi kendisine karşı ayaklansın? Evet, olur. Nedeni şudur ki, tek bir şahıs tek bir gövde değil mürekkeptir basit değil. Yani, bu şurada tek başımıza oturduğumuzda, aynen hadisi şerifin tabiri ile bir can­sız oturmuş, bir bitki oturmuş, şehvetli bir hayvan, yırtıcı bir hayvan, bir şeytan, bir melek oturmuştur sanki, şairlerin dediği gibi tüm hasletler onda bir araya gelmiş­tir. Yani insan bir oluşumdur. Bazen, Domuzun sembo­lize ettiği şehvetli hayvan, insan vücudunun tüm kont­rolünü ele geçiriyor, diğer şeytanî ve melekî sıfatlara fır­sat vermiyor. Bir anda bunların biri tarafından ona karşı ayaklanma oluyor. Her şey alt üst oluyor ve insan vü­cudunda yeni bir yönetim ortaya çıkıyor. Günahkâr in­san, vücudundaki aşağılık sıfatlar (hayvan veya şey­tanın) kendisine musallat olandır. Burada bir ta­kım melekler de mahpustur, burada bütün bir güç tutukludur. Tövbe, yani iç ayaklanma; İnsan vü­cudunun yüce ve ulu makamları, insan vücuduna hükmeden alçak ve kötü makamlara karşı inkı­lâp yapıyor ve vücut iç yönetimini ele geçiriyor. Onları hapsediyor, kendi güçleri ile kendi orduları ile kontrolü ele geçiriyorlar bu bir halet (durum) dir; Hay­vanlarda ve bitkilerde yoktur. Aynı şekilde akside müm­kündür. Yani insan vücudundaki alçak ve kötü makam­lar, ulu makamlara karşı ayaklanıp devrim yapar, iyi hasletleri yakalayıp hapseder ve vücut iç yönetimini ele geçirir. Eğer tecrübe etmişseniz: Bazı kişiler eğitim, me­todunu bilemiyorlar. İnsan eğitiminde tüm bu güçlerin birer hikmet olduğunu bilmiyorlar. Eğer bizde şehvani istekler varsa, anlamsız ve boşuna değildir. Biz bu şehvani istekleri tabii ihtiyaç kadar doyurmalıyız. Bunun bir sınırı var, bir hakkı var, bunların hakkını miktarınca vermek gerekir. Meselâ diyelim ki siz evinizde bir hayvan, at, eşek, köpek veya kedi saklıyorsunuz. Atı binmek veya köpeği bekçilik için besliyorsunuz. Bunla­rın yiyeceğe ihtiyacı var, yiyeceğini vermelisiniz. Şimdi, bazı yanlış tutumlu insanlar vardır ki, kendilerine veya bakmakla yükümlü bulundukları çocuklarına baskı yap­maktadır. Çocuk oyun oynamaya ihtiyaç duymaktadır. Bu oynama ihtiyacı Allah'ın bir hikmetidir. Çocuk, vücudunda biriken enerjiyi sadece oynamakla tüketebilir. Çocuk oynamak için özel bir istek duymaktadır. Bazı insanları görüyoruz ki, çocuğumu eğitmek istiyorum di­yor. Peki nasıl eğiteceksin? Beş altı yaşındaki çocuğun oyun oynamasına izin vermiyor, gittiği her yere ço­cuğunu da götürüyor eğitiyorum diye. Gülmesini önlü­yor, yemesini önlüyor veya bazı insanlar vardır ki; (Biz görmüşüz) meselâ kendisi din âlimidir, sekiz yaşındaki çocuğuna da din adamı elbiseleri giydiriyor, kendisi gittiği her yere çocuğunu da götürüyor. Çocuk böylece tabii ihtiyaçları giderilmeden büyüyor. Bu çocuğa hep; Allah, kıyamet cehennem ateşinden söz etmişler. Çocuk bu şekilde büyüyüp yirmi beş yaşma geldiğinde görüyorsunuz ki, vücudunda birikmiş bu güçler, doyurulmamış şehvetler, giderilmemiş istekler birden bire zincirleri koparıyor. Babasının telkini ile oniki yaşındayken na­mazları yirmi dakika süren gece namazlarını bile ihmal etmeyen bu çocuk, yirmibeş yaşında fasık bir facir olup çıkıyor meydana. Neden? Çünkü siz, yüce ruhî makam­lar bahanesiyle çocuğun diğer isteklerini ezdiniz. Elbette ki çocukta Allah duygusu, kıyamet ve ibadet duygusu vardır. Ama siz bu Allah ve ibadet duygusunu, diğer is­teklerin önüne geçerek, hapsederek, inciterek, hakkını vermeyerek takviye ettiniz. Bu çocuk gençlik çağma gel­diğinde bir fırsat kollamaktadır. Bir film seyrettiğinde veya bir kızla tanıştığında, o ana kadar hapsolunan duy­gular, istekler birden bire zincirleri koparıyor, babanın onun vücudunda yanlış kurduğu yapıyı yıkıp dağıtıyor, tam bir barut gibi patlıyor.

Tövbe, bunun tam tersidir. Günah işleyen, şehvet içinde yüzen, yırtıcılığın son haddine varan bir insan bü­tün bunlardan doymayınca birden bir patlama oluyor.

Ben de, sen de insanız. Bizim bir ağzımız yok. Eğer sadece yemek yemeğe j^arayan sadece bir ağzımız oldu­ğunu sanıyorsan yanılıyorsun. Senin yüzlerce ağzın var.

Aşkın beş yüz başı var bu başında... Senin beş yüz başın var, beş yüzde ağzın var, bunların hepsine yemek yetişmeli. Bu ağızlarından biride ibadettir. Sen ruhunu ibadetle razı etmelisin yani; bu hakkı ona vermeli, bu hazzı ona tattırmalısın. Sen melekütî sıfatlı bir varlıksın, O âleme doğru uçmalısın. Bu meleği hapsettiğin zaman, nasıl bir rahatsızlıklar doğuracağını biliyor musun? Ba­zen görürsünüz ki, her şeye sahip olan bir genç bir baha­neyle intihar ediyor. Herkes diyor ki, neden intihar et­tiğini bilmiyoruz. Efendim, bu çok anlamsız bir neden­den dolayı niçin intihar etsin? Bilmiyor ki onun vücu­dunda mukaddes güçler tutuklu idi, mahpus idi. O mu­kaddes güçler bu yaşam tarzından rahatsız oluyorlardı. Dayanamıyorlardı, neticede bu şekildeki bir kişinin her şeyi var ama eziyet çekiyor, rahatsızdır, mutsuzdur.

Görüyorsun ki, bağ, bahçe içinde yaşıyor, yaşamak için gerekli her şeye sahiptir, ama mutsuzdur, yaşam­dan memnun değil:


Lezzet yolunu içte ara dışta değil, Saray ve köşklerde arayanı ahmak bil,

Çünkü bir takım lezzetler var ki içte onlarla ilgilenmeli dışta değil. Bunlar manevî lezzetlerdir.

Demek ki, «Tövbe»; İnsan ruhunun yüce, ulu ve mukaddes makamlarının, insanın hayvani ve alçak ma­kamlarına karşı tepkisidir. «Tövbe; İnsanım melek sıfatlı güçlerinin, şeytanî ve yırtıcı sıfatlı güçlerine karşı mu­kaddes inkılâbıdır. Tövbenin mahiyeti budur. Şimdi, bu pişmanlık ve düğüm noktası insanda nasıl meydana ge­lir?

Evvelâ şunu bilmelisiniz ki; insan vücudunda; Bu mukaddes unsurları işlemez hale getirebilecek bir şeyler vuku bulsa veya, serbest olamayacak şekilde zincirlerle bağlanmış olsa, o insana tövbe nasip olmaz. Bir ülkede inkılâp yapılabilmesi için bir takım temiz unsurların bu­lunması gerektiği gibi, insan vücudunda da temiz ve mu­kaddes unsurlardan bulunmalı ki, tövbe edebilsin. Aksi takdirde hiç bir zaman tövbe etmeye muvaffak olamaz.

însan hangi şartlarda dönüş yapar tövbe eder? Eğer Allah'ı tanıyorsa O'na dönüş yapabilir. Eğer Allah'ı ta­nımıyorsa başka bir duruma düşer belki aklını oynatır, çıldırır veya başka bir duruma düşer.

Söyledik ki; «Tövbe.» bir çeşit tepkidir. Elinizdeki topu yere doğru vurduğunuzda tekrar size dönüyor, to­pun yere doğru hareketi sizin gücünüzle gerçekleşiyor. Ancak yerden yükselişi yere vurulmasının bir tepkisidir. C bir fiildir, bu ise tepki, yere vurduğunuz top ne kadar havalanır? Bu, o fiilde kullanılan gücün miktarına veya yerin sertlik derecesine bağlıdır. Yer ne kadar düz ve sert olursa tepki de o kadar fazla olur. Demek ki tepkinin ölçüsü, sizin kullandığınız güç miktarı ve yüze­yin düzlük ve sertlik derecesine bağlıdır.

İnsan ruhunun günahlara karşı tepkisi iki şeye bağ­lıdır: Birincisi fiilin şiddetine, yani günahın şiddetine ruhumuzun alçak sıfatlarının, ruhumuzun ulvi makam­larına indirdiği darbenin şiddetine bağlıdır. Eğer insa­nın işlediği günah daha az ve küçük olursa, insan ruhun­da daha az tepki meydana gelir, günah büyüdükçe tepki de büyür. Bu nedenledir ki, cani ve taş yürekli insanla­rın bile işledikleri cinayet çok büyük ve korkunç ise ru­hu tepki gösterir. Hiroşima'ya Atom bombası atan pilo­tu göz önüne alalım: Bombayı Hiroşima'ya attıktan son­ra dönüp yaptığı işe bakıyor; Bir şehri topyekûn hara­beye çevirmiş, kadın, erkek, çocuk, yaşlı hepsi cehennem ateşinde yanıyor. Oracıkta vicdanı sızlamaya başlıyor, harekete geçiyor, hâlbuki böyle kişileri genellikle en acımasız ve taş yürekli insanların içinden seçiyorlar. Ül­kesine döndüğü zaman çiçeklerle karşılıyorlar, boynuna çiçek takıyorlar, terfi ettiriyorlar, madalya veriyorlar, aylığını artırıyorlar, fotoğrafını gazetelerde yayınlıyorlar. Ama suç ve günah O kadar büyüktür ki; vicdan bunun gibi bir taş yürekliyi bile sızlatıyor. Yani ruha inen darbe o kadar şiddetlidir ki, böyle acımasız bir insanın bile ruhunda tepki icat ediyor. Bu adam toplantılarda otur­duğu zaman yaptıklarını gülerek anlatıyor; Böyle yap­tım, şöyle yaptım, ama yatağına çekilip tek başına kal­dığı zaman, birden bire nasıl bir cinayet işlediğinin far­kına varıyor: Eyvah ne büyük bir cinayet işlemişim? Aynı adam neticede delirip tımarhaneye kaldırılıyor. Ne­den? Çünkü cinayet çok büyüktür. "

İnsan ruhunun tepki göstermesinin ikinci unsuru da, darbe inen yüzeyin, düz ve sert olmasıdır. Yani insanın vicdan, iman ve fıtratının güçlü ve sağlam olmasıdır. Bu durumda darbe zayıf olsa bile tepkisi fazla olacaktır. Bu­nun içindir ki, güçlü ve sağlam imana sahip olan kişiler, çok küçük günahlar, hatta günah sayılmayan mekruhla­rı bile işlediğinde ruhu tepki gösterir. O ameller ki, ben ve siz günde yüzlercesini işliyor ve bir günah işlediği­mizin farkına bile varmıyoruz. Ama temiz insanlar, bir mekruh davranışta bulunduklarında peş peşe tövbe edi­yorlar. Üstadım Hacı Mirza Ali Ağa Şirazi İsfahanî (ge­çen ramazan ayında da kendisini rahmetle andım) çok çok büyük bir maneviyat sahibi idi. Ömrümde gördüğüm en büyük mana ehli idi. Bir gece Kum'da benim mi­safirimdi. Bizi birlikte ehli füzeladan birinin evine da­vet ettiler. Bazı şair ve edebi kişilerin de bulunduğu o da­vet şiir ve edebiyattan söz açılmıştı. Ben o gece bu zatın nasıl bir şiir ve edebiyat ehli olduğunu yeni anlı­yordum. Diğerleri, Hafız ve Sadi'den bir şiir okurken, oda başka bir şiir okuyordu. Bu şiir o şiirden daha gü­reldir, anlamı daha geniştir, falan böyle demiş, filan, böy­le demiş... Şiir okumak günah değil hele bu tür şiirler hiç günah değil, ancak gece şiir okumak mekruhtur. Al­lah şahittir ki, dışarı çıktığımızda bu adam titriyordu: «Kendi kendime geceleri şiir okumayacağım diye söz ve­riyorum. Yine de önüne geçemiyorum» diyordu. Durma­dan istiğfar ediyordu; Sanki büyük bir günah işlemiş gi­biydi. Allah göstermesin biz içki içmiş olsak belki bu ka­dar üzülmezdik. Bu tür şahıslar Allah'ın sevgilisi olduk­ları için Allah tarafından özel bir mükâfat kazanmakta­dırlar. Ben ve sen bu mükâfata lâyık bile değiliz. Bu adam her gece sabah ezanına en az iki saat kala uyanıyordu. «Allah dostları gece uyumazlarsın anlamını o zaman an­ladım. İbadetin ne demek olduğunu orada anladım. Al­lah'ı tanımanın, tövbe etmenin anlamını onda buldum. Bu zat o gece uyandığında sabah ezanı vakti idi. Allah cezalandırmıştı onu. Bizi de uyandırdı; İşte dün geceki şiirlerin eseri budur dedi. İşte bundan böyle sağlam bir imana sahip olan bir ruh, en ufak bir darbeye karşı, yani ruhun kötü duygularının ulvî duygulara karşı giriştişi en ufak bir saldırıya dahi tepki gösteriyor, rahatsız oluyor, hatta cezalandırılıyor. Şöyle ki, gecenin iki saatini şiir okumakla geçiren bir adam, Allah'la iki saat münacat etmeğe layık değildir.

Size başka bir misal arz edeyim: Çok temiz bir aynayı, iyice silerek, çok beğendiğiniz temiz bir havada bir ma­sanın üzerine bıraksanız, bir saat sonra üzerine toz kon­duğunu göreceksiniz. Bu tozu siz önceden fark etmiyordunuz, masanın üzerinde duvarda da fark etmiyordunuz. Duvar ne kadar kirli olursa, siyah lekeleri o kadar az gösterir. Bir de siyah olursa, gaz lambasının isini bile fark ettirmez.

Yüce İslâm Peygamberi 25 kere istiğfar etmeden bir mecliste oturmazdı. Nedir bütün bunlar? Biz ne diyoruz ne anlıyoruz. Buyuruyordu ki, kalbimin üzerinde bulanık­lık eserleri görüyorum, bu bulanıklığı gidermek için gün­de yetmiş kere istiğfar ediyorum. Nedir bu bulanıklık? Bu bulanıklık bizim için bir aynadır, bir nurdur. O'nun açısından bulanıklıktır. O bizimle konuştuğu zaman, Al­lah için bizimle kavuşmuş olsa bile bizim vücudumuzun aynasında Allah'ı görse bile bu onun nazarında bulanık­lıktır.

«Ümmü Seleme» ve diğerleri demişlerdir ki; Hazretin vefatına iki ay kala istiğfar etmeden hiç bir yere otur­muyor ve hiç bir yerden kalkmıyordu. Neden Peygam­ber, her an teşbih ediyor, istiğfar ediyordu.

Ama biz bedbahtların kalbi, kara bir duvar gibidir. Hep günah üstüne günah işlememize rağmen ruhumuzda en ulak bir tepki göstermiyor. Bilmiyorum, ruhumuzun melekleri nerede ve ne kadar hapsolmuşlar? Nasıl bir zincirle bağlanmışlar ki, en ufak bir sarsıntı duymu­yor. Efendiler, ubudiyetin ilk durağı tövbedir. Eğer ru­hunuzda bir sarsıntı, bir pişmanlık görüyorsanız, geç­mişinizi karanlık, şimdiye kadar kat etmiş olduğunuz yo­lun yanlış ve kötü olduğunu anladıysanız, Allah'a doğru dönmeniz gerektiğini hissettiyseniz; İbadet ve ubudiye­tin ilk durağına varmış sayılırsınız, oradan başlayabilirsiniz. Eğer bayırsa, hayır...

Bir kişi Hz. Ali (A.S.)'ın huzuruna gelerek, ya Ali! Bana nasihat et dedi. Hz. Ali ona çok nasihat etti. Ben sadece ilk iki cümlesini arz ediyorum: Buyurdu ki, sana nasihatim şudur : «Ahirete ümit bağlayıp ta, oraya amel-siz gitmek isteyenlerden olma.» Biz de sadece Ali bin Ebu Talib'i sevmenin yeterli olduğunu söylüyoruz. Üstelik bi­zim sevgimiz gerçek sevgi değil, eğer gerçek sevgi olsaydı amelle birlikte olurdu. Zahiri bağlılığın yeterli olacağını sanıyoruz. Yalandan İmam Hüseyin'e ağlamanın yeterli olacağını sanıyoruz. Eğer senin Ali (A.S.)a olan sevgin amel etmeye sürüklüyorsa, bil ki bu sevgin sadık ve ger­çektir. Eğer imam Hüseyin'e ağlaman seni amel etmeye sevk ediyorsa, o zaman bil ki, gerçekten Ali oğlu Hüseyn'e ağlıyorsun. Eğer değilse, demek ki şeytanı aldatıyorsun, İkinci cümle şudur : Ey şahıs! Vücudunda tövbeyi hissedip de henüz erkendir, daha vakit var, diyenlerden olma. Ey kardeş! Eğer bugün Ali yaşasa, ben ve sen huzuruna gittiğimizde bize nasihat öğütecektir. Efendim, ne zamana kadar, daha erkendir, zamanımız var diyeceğiz. Henüz biz genciz, yirmi yaşındaki bir gencin tövbe etme zamanı mı? Ne kadar ilginçtir ki, bazı yaşlı kişiler, genç bir adamın ibadete yönelerek, günahlarının farkına varıp tövbe ettiği­ni, pişmanlık duyduğunu görünce diyorlar ki; daha sen gençsin, bu sözlerin zamanı değil. Hâlbuki gerçek tövbe etmek için en uygun zamandır. Bir ağaçtan yeni ve yaş iken daha kolay eğilir. Büyüdükçe, kurudukça sağa sola eğilmesi güçleşir. Kim bu gence yaşlanıncaya kadar, ya­sayacağını garanti eder? Gençken daha erkendir diyoruz, yaşlandığımız zaman, hiç bir günah işlemeye gücümüz yetmediği zaman tövbe ediyoruz. Ama yanıldığımızı, yan­lış davrandığımızı bilmiyoruz. O zaman, tövbemiz tövbe sayılmaz. O zaman artık tövbe edecek imana sahip değiliz. Günah işleye, işleye belimiz bükülmüş, kalbimiz tövbe etmeye hazır değil. Bir gencin gönlü tövbe etmek için yaşlının gönlünden daha hazırlıklıdır.

Mevlana bu konuda bir misal veriyor: Bir şahıs halkın yolunun üzerine bir diken ekmişti. Diken yeşerdi ve büyümeye başladı. Dikeni kopar dedikleri zaman, da­ha erkendir, diken ağacıdır, koparılır diyordu. Bir süre sonra yine henüz erkendir gelecek yıl koparırım diyordu. Yıllar geçtikçe diken ağacı büyüyor. Ancak dikeni koparıp, sökecek olan yaşlanıyordu. Yine de koparmıyordu. Erkendir, erkendir diyordu. Yıllar geçerken, diken ağacı biraz daha büyüyor, kök atıyor, gövdesi kalınlaşıyor, di­kenleri sertleşiyor, tehlikesi daha da artıyordu. O şa­hıs ise gittikçe yaşlanıyor, gücü azalıyor ve çöküyordu.

Söylemek istiyor ki; kötü huylar ve kötü ahlâk gün­den güne, diken ağacı gibi vücudunda büyümekte, ge­lişmekte, daha fazla kök atmakta, gövdesi kalınlaşmak­ta, dikenleri daha sert ve tehlikeli olmaktadır. Ama sen günden güne yaşlanmakta ve gücün eksilmekte ve za­yıflamaktasın. Fakat sen bugün genç ve güçlüsün. İster­sen, yeni bir fidanı kökünden söker atarsın. Ancak güç­süz bir ihtiyar olduğunda köklü bir ağacı söküp atamaz­sın, gücün yetmez.

Allah'a andolsun ki, bir günde bir gündür, bir saat­te bir saattir, eğer bir gece dahi ertelemiş olsak hata yapmış sayılırız. Bu gece Ramazan ayının yirmi üçüdür, ya­rın gece kadir gecesidir deyip de yarın geceye bırakmayın. Hayır, bu gece, yarın geceden iyidir. Bu saat, sonraki bir saatten iyidir. Her an bir sonraki andan iyidir İba­det tövbesiz olmaz. Önce tövbe etmelisin. Biz tövbe et­meden namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, tövbe etmeden hacca gidiyoruz. Kur'an okuyoruz. Tövbe etmeden zikre­diyor, zikir toplantılarına katılıyoruz. Ne oluyor efen­dim? Allah'a andolsun ki; tövbe ediniz, tövbe ederek bir gün namaz kılınız. O bir gün sizi on yıl öne götürecek, sizi Allah'a yakınlaştıracaktır.

Bir kişi Hz. Ali (A.S.)'ın yanında istiğfar etti. O da bizim gibi «Estağfirullah Rabbi ve etübü ileyh» de­mekle tövbe ettiğini sanıyordu. Hz. Ali. Bu şahsın ne ka­dar bedbaht olduğunu anlamış ve çok ender görülen si­nirli bir halle : «Anan yassına otursun, bilir misin istiğ­far ne demektir? İstiğfar ulu kişilerin sahip olduğu bir derecedir. Tövbe mukaddes bir haldir.» Siz de tövbe edi­niz, kendinizi mukaddes bir ortamda bulursunuz. Al­lah'ın inayet ve lütfü ruhunuza serinlik kazandırır. Sanki bir grup meleğin sizi sardığını hissedersiniz, temizlen­miş olursunuz. Çünkü insan tövbe halinde, egoistlikten uzak olur, kendini kontrol eder, günahlarını dikkate alır. İslâm’da denilmiştir ki, eğer tövbe etmek istiyorsan, Mol­la’nın (Din adamı) yanma gitmen günahlarını ona söyle­men gerekmez. Günahlarını sadece kendi Allah'ına söyle, itiraf et. Neden bir beşere ikrar edesin? Allah buyuruyor ki: «Ey benim israfçı kullarım (günahkâr kullarım) benim rahmetimden ümidinizi kesmeyin, gelin bana doğ­ru (tövbe kanalıyla, tövbe fezasına girin) ben sizi affede-derim.» Şu Hadisi Kudsi'ye bakın ne kadar güzel anla­tıyor tövbeyi: «Benim yanımda günahkârların iniltisi, tesbih edenlerin tesbihinden daha sevimlidir.» Gidin, Allah'ın dergâhına nâle edin, bu gece, ya­rın gece, her gece günahlarınızı hatırlayın, günahlarınızı kimseye söylemeyin zira günahı başkasına söylemekte günahtır. İçinizde kalsın kendiniz biliyorsunuz ya, siz kendiniz yargıç olun, kendinizi, kendiniz cezalandırın. Günahlarınızı göz önüne alın, Allah'ın huzuruna götürün, suçlarınızı söyleyin O'na, inleyin, bağışlanma dileyin Al­lah sizi bağışlar, ruhunuzu tertemiz eder. Gönlünüze se­fa inayet eder, kendi lütfundan size bahşeder. İşte o za­man vücudumuzda bir zevk, bir lezzet icat olur. İbade­tin tatlılığını tadarsınız. İşte o zaman günahlar nazarı­nızda küçülür, küçülür ve bir daha günah işleme isteğiniz olmaz. Artık filan şehvet filmini bir daha izlemez­siniz, başkalarının namusuna dokunmazsınız, gıybet et­mez, yalan söylemez halka iftira etmezsiniz. Bütün istek­leriniz iyi ve temiz işlere olacaktır.

Bakınız şu en iyiler en temizlere. Allah ile konuş­maktan zevk alıyorlar. Hep kendi suçlarını, kendi ih­mallerini dile getiriyorlar. Onların günah diye dile ge­tirdikleri şey bize nispeten, iyiyi terk etmeleridir. Ebu Hamza duasını okuyun. Bakın ki, bu duada Hz. Ali Bin Hüseyin (A.S.) Allah'ı ile nasıl konuşuyor? Nasıl inliyor? Ebu Hamza duası baştan sona Ali Bin Hüseyin'in inilti­si dir. Bu, Allah'ın temiz kulunun iniltisini tanıyalım biraz. Bunlar Allah ile konuştukları zaman, kenar fa­kirliklerini, yokluklarını, ihtiyaçlarını, küçüklüklerini, ihmallerini dile getiriyorlar. Hep diyorlar: Allah'ım biz hep ihmal ediyoruz, sen lütfet, merhamet et. Âli Bin Hü­seyin şöyle diyor: Allah’ım! Mevlam! Gözüm günahlarıma takıldığında bir korkudur içimi kaplıyor. Ama sana bakıp rahmetini gördüğümde rica ve ümit ışıkları beli­riyor kalbimde. Ben her zaman korku ile ümit arasındayım; bir gözümle günahlarıma baktığımda korku beni sarsıyor, ancak diğer gözümle sana baktığımda ümit bana galip oluyor... Evet onlar böyleydiler.

Size biraz da Kerbela acısından zikredeyim:

Tasua günü, Ömer Saad ordusu Ubeydullah Ziyad emriyle saldırıya geçti. Hemen o gece İmam Hüseyin (A.S.) ile savaşmak istiyorlardı, imam Hüseyin Kar­deşi Ebul fazl aracılığı ile O geceyi mühlet vermelerini istiyor. Bu gece bana müsaade etsinler, yarın savaşırım. Ben teslim olanlardan değilim, savaşırım. Ancak bu ge-cî bana mühlet versinler. Daha sonra, Hüseyin zaman geçiştirmek istiyor demesinler diye kardeşine şöyle diyor: Kardeş Allah biliyor ki, ben O'nunla münacat etme­yi severim. Bu gece ömrümün son gecesi olarak Al­lah'ımla münacat etmek istiyorum. Bilseniz, o Aşura ge­cesi nasıl bir geceydi? Miraç gecesiydi. O gece kendilerini temizliyorlardı. Tanzif adında bir çadır vardı bir kişi içerde iki kişi de dışarıda nöbet tutuyorlardı. Zahiren dışındakilerden biri Büreyr idi. Şaka yapıyordu. Arkadaşı bu gece şaka gecesi değil diye söylediğinde; Bende aslında şaka ehli değilim ancak bu gece şaka gecesidir, dedi.

Hz. Hüseyin (A.S.) : Bu gece, tövbe istiğfar etmek istiyorum diyordu. Acaba bizim tövbeye ihtiyacımız yok mudur? Onların ihtiyacı varda, bizim ihtiyacımız yok mudur? Evet, Ali oğlu Hüseyin o geceyi böyle geçirdi. İbadet etti, kendisi ve ailesinin işleriyle ilgilendi. O ge­ce ashabına meşhur «Garira» hitabesini okudu.

Size, Kerbela'da gerçekleşen, makbul bir tövbe ve çok çok ciddi bir tövbekardan bahsedeceğim: Hürr Bin Yezit Riyahi. Hürr, cesur ve güçlü bir insandı. Übeydullah Bin Ziyad, İlk olarak İmam Hüseyin'in karşısına bin asker göndermek istediğinde, komutanlığa onu seçmişti. Hürr, peygamber ailesine zulüm ve eziyet etmişti. Arz etmiştim ki; günah ne kadar büyük olursa vicdanın tepkisi de o kadar büyük olur. Bakınız ruhun ulu makamları, alçak duygulara nasıl bir tepki gösteriyor? Ravi diyorki; Hürr bin Yezid Riyahi'yi Ömer Sa’d'ın ordu­sunda söğüt gibi titrediğini gördüm. Çok hayret etmiş­tim, yanma giderek, ben seni çok cesur biri olarak ta­nırdım, Küfe'de en cesur kimdir deselerdi seni gösterir­dim. Sen nasıl korkarsın, vücudun korkudan titrer? dedim. Bana dedi ki: Ben kendimi iki yolun başında görüyorum, bir tarafta cennet, diğer tarafta cehennem. Bilmiyorum bundan mı gideyim ondan mı? Ama sonun­da cennet yolunu tuttu. Kimse amacının ne olduğunu an­lamayacak şekilde atını ordu dışına sürdü. Artık kimsenin önüne geçemeyeceği bir yere geldiğinde aniden atını kır­baçladı, imam Hüseyin'in çadırına varıyor, imam Hü­seyin'in yanma yaklaştığında söylediği ilk cümle şuydu: Bu asi köpeğin tövbesi kabul olur mu? Buyurdu evet tabi ki kabul olur. Hüseyin'in keremini görün: Efendi, bu ne tövbedir? Bizi bu duruma sen sürükledin, şimdi tövbe mi ediyorsun? Ama Hüseyin böyle düşünmüyor, o hep halkı hidayet etme düşüncesindedir. Eğer bütün gençleri öldürdükten sonra, Ömer Sa’d'da tövbe ediyorum deseydi tövbesi kabul edilirdi. Çünkü Yezit, Kerbela ola­yından sonra Şam'da Hüseyin oğlu Ali'ye, acaba ben tövbe edersem kabul olur mu? Diye sorduğunda, O evet kabul olur demişti. Ama Yezit tövbe etmedi Hürr, İmam Hüseyin'e, ağam izin ver meydana gidip canımı sana feda edeyim, dediği zaman imam Hüseyin, sen-benim misafirimizsin, atından in misafirimiz ol buyurdu. Hürr; İzin verirseniz ben gideyim daha iyidir dedi. Bu adam utanıyordu. Neden? Çünkü kendi kendine şöyle di­yordu: Allah'ım ben senin sevdiklerini titreterek, Peygamberinin evlatlarını korkuttum. Bunun için imam Huseyn'in yanında oturmaya razı olmadı. Çünkü İmam Hü­seyin'in çocuklarını görürse utançtan boğulacağını dü­şünüyordu.

 

T Ö V B E   2

Bismillahirrahmanirrahim

Bütün Kâinatı yaratan, âlemlerin Rabbine hamd ol­sun, Salât ve Selâm'ı O'nun kulu, habibi, sırrının koru­yucusu, emirlerinin tebliğlisi yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.A.)e ve onun temiz evlatlarına olsun.

Eûzü billahi mineşşeytaniraciym : «Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bize rahmet edip günahlarımızı bağışlamazsan, muhakkak ki, hüsrana uğrayanlar­dan oluruz.» (A’raf: 23)

Geçen geceki konumuz tövbe hakkında idi. Arz ettik ki, tövbe ibadet ehlinin ilk durağıdır. Eğer, bir kimse Al­lah'a yakınlaşmak istiyorsa, önce karanlık geçmişinden sıyrılıp tövbe etmelidir.

Hz. Ali (A.S.)'ın, tövbenin şartları ve merhaleleri hakkında buyurduğu açıklamayı beyan edeceğime dair söz vermiştim. Hazret'in sözüne geçmeden önce mukad­dime olarak bir soruya cevap vermek istiyorum. Soru şudur: Tövbe ne zaman kabul edilir? İnsan ne zamana kadar tövbe edebilir?

İnsan, hayatta olduğu sürece, ölüm kendisini yaka­layıncaya kadar tövbe edebilir.    Ancak, insan ölümün pençesinde kıvranırken ve artık hiç bir ümidi kalmamışken yaptığı tövbe kabul edilmez. Yani, hadis diliyle «Muayyen Saat» diye tabir edilen ve son, yani insanın ölümü ve başka bir dünyayı gözüyle gördüğü an İnsanın hâlâ yaşamasına rağmen, öbür dünyayı da gördüğü an­dan önceki tövbesi kabuldür. Ama O anda yapılan tövbenin anlamı yoktur. İnsan, her ne kadar orada tövbe edebilecek durumda olamayacağına rağmen, tövbe etti­ği var sayılırsa bile kabul olmayacaktır. Çünkü bu ger­çek tövbe sayılmayacağı gibi sadece zahiri bir olay ola­caktır. Bu neden böyledir? Bunun cevabı, dün geceki konuşmamın tamamlayıcısıdır. Bu nedenle bu gece bu konuya değinmek istedim. «Muayyen» anda tövbenin neden kabul olmadığı, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklan­mıştır : «Bizim korkumuzu hissetikleri zaman, Allah'a iman ettik ve O'na şirk (ortak) koştuğumuz şeylere kar­şı kâfir olduk dediler» (Mü’min: 84) Yani, «bizim intikamı­mızı gördükleri zaman tövbe etmek isterler, an­cak tövbelerini kabul etmeyiz.» İntikamımız erdiği vakit, İman edip tövbe gösterisi yapmalarının yararı yoktur. Neden? Çünkü tövbe sadece pişmanlık ve dönüş değildir. Yani, insanın herhangi bir nedenle yanlış yol­dan dönmesi tövbe sayılmaz. Tövbe; sadece ve sadece insan vücudunda bir iç inkılâbın gerçekleşmesi ile olur. Tövbe insan vücudundaki şeytanî ve şehvanî güçlere karşı ayaklanıp vücut yöntemine el koymakla olur. Kı­sacası, tövbe insanın iç inkılâbıdır.

İnsan, ilâhî azabı görüp ölümün pençesine yakalan­dığını hissettiği zaman çaresizce iman ettiğinde bu iman mukaddes iç inkılâp değildir. Kur an-ı Kerim, fi­ravun olayından bahsederken şöyle diyor : «O, boğulacağını anladığı vakit;   Beni İsrail’in iman ettiği Allah’tan başka Allah olmadığına iman ettim,   dedi» (Yunus: 90)

Firavun dünyada yaşadığı müddetçe, hiç bir is­tidlale kani olmaz. Hiç bir öğüdü kabul etmez, Söhre ile Musa arasında savaş başlatır, Söhre iman ederken o daha fazla tuğyan eder. Musa ve Kavmini yok etmek amacıyla onları takibe koyulur. Ancak, Nil'in su­lan etrafını sarınca, artık hiç bir kurtuluş yolu kalma­dığım anlar ve Musa'nın Allah'ına iman ettim der. İşte burada artık tövbe kabul edilmez. Peki, neden Allah bu tövbeyi kabul etmiyor? Hayır, tevbe olursa kabul eder, bu tövbe değildir, mukaddes bir iç inkılâp değildir: Denizin ortasında, her tarafını suyla çevrili gören bir şahsın, vicdanı alt üst olmamış, Fıtratı canlanmamış, kendi aleyhine kıyam etmemiştir. Çaresiz ve muzdarip olduğu için teslim olmak zorunda kalıyor. Bu durumda ona derler ki, neden bir saat önce özgür iken böyle ko­nuşmadın? Eğer bir saat önce özgür iken bunu söyleseydin, içinde mukaddes inkılâp gerçekleştiği anlaşılırdı. Ama şimdi bunu söylüyorsun, bu mukaddes inkılâp de­ğil çaresizliktir. Dünyada, adaletin pençesine yakalandığından pişman olmayan bir cani var mıdır? Ancak bu pişmanlık ve ıslah olma değildir. Eğer cani yakalanma­dan önce henüz cinayet işleme imkânı varken, cinayet­ten vazgeçiyorsa, içinde inkılâp gerçekleşmiştir. İşte bu­nun adı gerçek tövbedir.

Demek ki, insanın ömrünün en son anında tövbesinin kabul olmayışının nedeni, bunun tövbe sayılmamasıdır. Ancak insanın öbür dünyada tövbesinin neden ka­bul olmadığına gelince, bunun cevabı evvela; yukarıdaki cevaptan da anlaşılmaktadır. O dünyada da insan her şeyi gözüyle görmektedir. Orada da Allah'ım ben pişman oldum dediği zaman, bu bir gerçek pişmanlık değil, mu­kaddes iç inkılâp değildir.

İkinci olarak; insan öldükten sonra, ağaçtan kopan bir meyve hükmündedir. Meyve ağacın üzerinde iken, ağacın hükmüne tabidir. Eğer büyüyor, gelişiyorsa ağa­cın vasıtasıyladır. Eğer ona su ulaşıyorsa ağacın kök­leri aracılığı iledir. Eğer hava alıyorsa, tatlılaşıyorsa yi­ne ağacın vasıtasıyladır. Meyve ağaçtan kopar kopmaz tüm imkânlarını kaybediyor, bir saat öncesine kadar ağacın üzerinde bulunan yarı yetişmiş elma, ağacın üzerinde iken daha fazla büyüme, kızarma, tatlılaşma im­kânlarına sahipti. Ama ağaçtan düşer düşmez bütün bu imkânlarını kaybediyor.

İnsan, tabiat ağacının dünya ağacının meyvesidir. Bizim için mevcut olan tüm imkânlar, bu dünyada mev­cuttur. İyi olmamız bu dünyada mümkündür. Kötü ve daha kötü olmakta bu dünyada mümkündür. Biz bu dün­yada olduğumuz müddetçe tabiat ağacının meyvesiyiz. Bu tabiat ağacının üzerinde olduğumuz sürece tüm im­kânlara sahibiz. Eğer ibadet edersek, yetişmekte olan bir meyve gibi olgunlaşırız. Eğer günah işlersek, afete uğramış bir meyve gibi bedbaht oluruz. Tövbe de bu im­kânlardan biridir. Tabiat ağacı yoluyla bize ulaşması ge­reken su ve gıda gibidir. Bu nedenledir ki, öldüğümüz za­man artık bize ulaşmıyor. Neden? Çünkü arz ettiğim gibi tövbe mukaddes bir inkılaptır. Bütün değişiklikler, inkılâplar, yön değiştirmeler, hareketler bu dünyada olur. Yükselmek, düşmek, inmek bu dünyada olur. O dünyaya olur. O dünyaya ayak attığımız zaman her ne-redeysek, hangi yöndeysek, nereye doğru isek orada du­ruruz. Artık fiiliyat sona ermiştir.

Başka bir misal: Bir çocuk ana rahminde olduğu sürece anne vücuduna bağlıdır. Sağlığı ve hastalığı an­ne tarafından kaynaklanır. Ancak doğar doğmaz bağım­lılığı sona erer. Onun yaşamına başka bir düzen hâkimdir. Artık bir an bile rahim düzeni ile yaşayamaz. Aynı şekilde insan bu dünyadan göç ettiği vakit, dünyası ta­mamen değişiyor. Bu dünyadaki düzenlerden zerre ka­dar yarar sağlaması mümkün değildir. Amel, tövbe, iler­lemek, gerilemek, yükselmek ve düşüş kaydetmek, hepsi bu dünyaya aittir.

İşte Hz. Ali (A.S.) buyuruyor : «Ey insanlar bu gün amel günüdür, hesap değil, yarın ise hesap günüdür amel değil.» Dünyada hiç bir şekilde mükâfat yoktur de­mek istemiyor. Bu dünyada bazı ameller mükâfatlandırıldığı gibi, bazı amellerde cezalandırılır. Her türlü ame­li Allah bu dünyada cezalandıracaktır sanmayın.

Binaenaleyh, insan bu dünyada hiç cezalandırılmaz­sa hesabının temiz olduğu anlamına gelmez. Veya insan bu dünyada her belâya duçar ise veya sel her şeyini aldı götürdüyse, bu amelinin her kötü olduğu anlamına mıdır? Yani, Allah onların hesabını bu dünyada mı gör­müştür? Hayır, böyle değildir. İslam bize öğretmiştir ki, dünya amel yeridir, hesap ve teftiş yeri değil. Tersi­ne ahiret sadece hesap ve teftiş yeridir o kadar. İnsan tövbesinin ölümü idrak etmesinden önceye ait olduğu­nun, o anda Firavun gibi tövbesinin kabul olmayacağının ve aynı şekilde öldükten sonra ahirette de tövbesinin kabul olmayacağının ne demek olduğunu işte size arz ettim. O halde şu neticeye varıyoruz ki; Hz Ali'nin «bu gün amel günüdür» buyruğunu değerlendirerek bu fır­sattan yararlanmalıyız. Henüz erkendir deyip tövbeyi erteleyenlerden olmayalım. Henüz ömrümüz var, yüz gülden bir gül açmamış vaatleri şeytanın vaatlerindendir. İnsan hiç bir zaman tövbeyi tehir etmemelidir.

Benim ön sözüm burada tamamlandı. Şimdi tekrar Hz. Ali (A.S.)'ın buyruğuna dönelim. Hz. Ali, huzurunda istiğfar eden bir şahsın gerçek istiğfar (Allah'tan af dileme) etmediğini, istiğfarın manasını dahi bilmediğini gördüğünde sinirlenerek; «Annen senin yasında oturup ağlasın, istiğfarın ne demek olduğunu biliyor musun? İstiğfar en yüce ilâhi makama erenlerin derecesidir. İstiğfar ve tövbe altı il­ke üzerine kurulmuş bir cümledir». İslâm uleması Hz. Ali'nin buyurduğu bu altı ilkeyi şöyle yorumlamıştır: İlk ikisi tövbenin temelini, ikinci ikisi tövbenin kabul olma şartını ve son iki tövbenin kemale ermesinin şartını teşkil eder. Bu altı ilke şunlardır:

Birincisi, geçmişe pişmanlık duymaktır. Tövbenin ilk şartı, geçmişte olan şeylere karşı pişmanlık duymak, iç­ten rahatsız olmaktır. Ne demek yani? Yani, siz eski ka­ranlık geçmişe baktığınızda, içinizde derin pişmanlık, olağanüstü bir üzüntü ve pişmanlık doğmalıdır. Yaptığı­nız işten ötürü kalbiniz ateş gibi yanmalıdır. Siz de görmüşsünüzdür ki, insan bazen kendisine yarar sağlayacak diye bazı işler görür, ama sonunda kendisine binlerce li­ralık zarar verdiğini anlayınca, ah ben ne yaptım diye üzülür. İşte buna pişmanlık diyorlar. Bazen bu pişmanlık o kadar derin oluyor ki, adam; efendim yaptığım işten dolayı o kadar pişmanım ki «eğer boynuzum olsaydı boy­nuz çıkarırdım.» Tövbe etmenin ilk şartı böyle bir pişman­lık duymaktır. Allah göstermesin, insan bazen günah işle­diğinde, meselâ içki içtiği vakit birdenbire Kur'an'ın içki hakkında ne buyurduğunu hatırlıyor :

«Ey iman edenler; içki, kumar ve fal okları putperest­lerin yaptıktan işler şeytan amelinden bir necis (pislik)tir. Eğer saadet ve mutluluk istiyorsanız; bunlardan uzak du­runuz» (Maide: 90) İçki içmek saadet ve mutlulukla bağlaşmıyor. Kumar İslâm’da haramdır. Büyük günahlardandır, her ne şekilde olursa olsun Müslüman kumar oynamaz. Bizimki de Müslümanlık mı? İslâm’ın büyük günah saydığı davranışlarda bulunuyoruz. Şu bizim aramızda yaygın bulunan, gıybet ve töhmet hakkında Kur'an daha ne kadar feryat etsin. İnsan, halk arasındaki bir töhmetler­den taaccüp ediyor. Töhmetin ne demek olduğunu bili­yor musunuz? Birine derecede iki büyük günahımız var­dır; biri yalan söylemek ve diğeri gıybet etmek. Büyük günah, insana cehennem azabı kaşandıran bir günahtır.

«... Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasın­dan çekiştirmesin; hangi biriniz kardeşinin etini yemek­ten hoşlanır?» (Hucurat: 12) Ölü eti ne kadar nefret etti­ricidir. Özellikle insan ölüyü tanıyor ve sevdiği biri ise... Bundan daha büyük bir tabir var mı? Töhmet gıybet ile yalan ikisi birlikte. Bu iki günah birleştiği zaman is­mi töhmet oluyor. Ve töhmet aramızda ne kadar yaygın­dır. Hatta bazı kuru mukaddesçilik edenler, bir başkası­na töhmet nispet vereceği zaman sözünün başına bir «söylüyorlar» kelimesi getiriverir. Suçu üzerinden at­mak için. Allah'ı aldatabileceğimizi mi sanıyoruz? Falan adam böyledir, şöyledir diyorlar, diyoruz. Bunu biz­den duyan bir başkası da; diyorlar ki, falan şahıs böyle­dir, şöyledir, diyor. Kur'an bunu da önlemiş, gıybeti bü­yük günahlardan addetmiştir.

«İman edenler hakkında kötü bîr sözü yaymak is­teyenler, şiddetli azaba duçar olacaklardır.(Nur: 19)

Diğer günahlar da böyledir meselâ: gözüyle başka­sının namusuna ihanet edenler bilmelidirler ki; Peygam­berimiz «başkasının namusuna bakmakta zinadır.» bu­yurmuştur. Namaz kılmayanlar oruç tutmayanlar. Bilmi­yorum biz nasıl Müslüman’ız. İnsan Ramazan ayında bu caddelerde yürümeye utanır,    cadde ortalarında açıkça sigara içiyorlar. Her yıl da polis uyarıyor; «oruç yiyenlere itiraz etmeye kimsenin hakkı yoktur. Emniyetin kendisi bu işi yapıyor.» Şimdiye kadar bir tek polisin oruç yiyeni uyardığını görmedik. Açıkça oruç yemek, İslâm’a haka­rettir. Yiyeceksen git evinde ye. Evinde orucunu yerken büyük bir günah işlemiş olursun. Ama halkın ara­sında açıkça yersen, hem orucunu yemiş hem de İslâm’a küfretmiş sayılırsın.

Tövbe ne demektir? Tövbe ederken, geçmişte yaptı­ğımız gıybetlere, içtiğimiz içkilere, oynadığımız kumarla­ra, söylediğimiz töhmetlere, bayanlar da çıplak dolaşma­larına şöyle bir dikkat etmelidir. Yüce İslâm Peygamberi buyurdu ki; Ben Miraç’ta, saçlarından asılıp, ateşli kır­baçlarla kırbaçlanan kadınlar gördüm (7). Şaşırmış bir halde Cebrail'e sordum kimdir bunlar? Bana dedi ki: Saç­larını namahremden sakınmayan senin ümmetinin kadın­larıdır. O zaman hicapsızlık yoktu ya, ama Peygamber batını gözüyle gördü. Bütün bunlar bindörtyüz yıl önce kitaplara yazılmıştır. Buyurdu ki; memelerinden asılan kadınları gördüm bunlarda vücudunu namahremden sa­kınmayan ümmetimin kadınları idi. Bu dört günlük dün­ya insan için ne kadar değerlidir ki, insan bunun karşılı­ğında ebedi azabı satın alıyor? Ne zamana kadar bu böyle devam edecek? Allah'a karşı ayaklanmalar, Peygamber'e küfretmeler ne zamana kadar sürecek? Bir memleket ki, baştan sona kadar Peygamber'e açıkça küfreden ki­taplar yayınlanır, üstelik resmi numara da verilirse, ya­yın izni de verilirse, artık insan ne söyleyebilir? Ken­dinize gelin azıcık düşünün. Kalplerimizin Allah'ı anmak için yumuşayacağı, huşu edeceği, Allah tarafından hak olarak gönderilen Kur'an'a itina göstereceği eğitimlerine önem vereceği bir zaman değil midir? Hep muharrem ayı geliyor, toplantılar düzenliyor ve bir kaç damla gözyaşı akıtıyoruz. Vallahi bu yeterli değil. Kendimizi, İslâm’ımızı esaslı bir şekilde düşünmeliyiz. Çocuklarımız elden gitti toplumumuz elden gitti, bir şeyler düşünelim, tövbe edelim.

Buyurdular ki: Her şeyden önce ruhun ateş almalı alevlenmeli, pişmanlık ve hasret içinde boğulmalısın. Günahlarını göz önüne getir. Yaptığın işleri hesapla, bak gör ki, günde kaç günah işlemişsin. Şeyh Bahaî bir mıs­rasında şöyle diyor:

Ceddin senin cennet mekân Âdem idi

Tüm kutsiler O'na secde ederdi

Bir günah işledi, yeter dediler

Günahkârsın, günahkâr git buradan dışarı

Sen, bir kaç günahla mı arzularsın,

Cennete girmeyi ey yüzü kara?

 

Tövbenin ikinci şartı nedir? : «Geri dönmemeğe az­metmek: Bir daha kötü bir iş yapmayacağına dair cid­di ve erkekçe bir karar almalısın. Sakın ola ki, bu oku­duğun şiirle ümitsizliğe kapılmayasınız. Allah'ın rahme­tinden meyus olmayın. Bütün günahlarınıza tövbe edin, Allah tövbeleri kabul edendir. Tövbenin bütün şartları zikredilmiş ama günah için bir sınır koymamışlar. Günahların filan miktarı astımı tövbe kabul olmayacaktır, deme­mişler. Tövbe et, kabul olur, demişler. Ama gerçekten tövbe etmek kaydıyla, içinde ateş tutuşacak, mukaddes inkılâp gerçekleşecek, bir daha hiçbir günah işlememeğe karar alacaksın. Böyle olursa tövben kabuldür. Gerçek bir karar alman şarttır. Bugün ne kadar kötü bir iş yap­tım diye üzülüp, yarın unutursan olmaz. Bu hiç bir işe yaramaz. Ve daha da kötüdür. İmam buyurdu ki; tövbe edipte tekrar günah işlemek, tövbe etmemekten daha kö­tüdür. Çünkü bu tövbeyi alaya almaktır. Allah'a karşı istihzadır.

Bu ikisi tövbenin rüknüdür. Evvelâ pişman olacak­sın, işlediğin suçtan dolayı için tutuşacaktır. İkinci ola­rak; bir daha kesin olarak günah işlememek için karar alacaksın. Ancak iki şartı daha vardır:

1 — Halkın hakkını geri vermelisin. Allah adildir, kullarının hakkından vazgeçmez. Eğer halkın malını gasp etmişsen, onu geri vermeli en azından mal sahibinin rızasını almalısın. Eğer başkasının gıybetini yapmışsan, o şahsı bulup falanca, ben senin gıybetini yaptım deyip razılık almalısın.

Benim başımdan geçen bir olay var. Burada söyle­mek doğru olur mu bilmiyorum; Talebe idim, ancak talebe arasında gıybet çok az olur. Bazen bu üstadın, o hocanın arkasından gıybet edilir. Merhum Ayetullah Hüccet, (Allah gani gani rahmet eylesin) benim çok say­gı duyduğum değerli hocalarımdandı. Bir defasında be­nimde bulunduğum küçük bir toplantıda, bu zatın gıy­beti edildi. Bir ara bunun doğru olmadığını hissettim. Kendi kendime neden böyle oldu diye sitem ediyordum. Bir yaz gecesi o merhumu, İmamzade Abdülazim'in tür­besinde gördüm. Ertesi gün öğleden sonra evine gidip kapısını çaldım. Kapıyı açıp beni içeri aldılar. Başında bir takka bir yastığa yaslanmış oturuyordu, (Vefat etme­den iki sene önce idi.) Dedim ki; efendim bir konuyu si­ze arz etmek için geldim. Nedir dedi. Ben çok az gıybeti­nizi ettim, ama çok da duydum. Ben bir daha sizin gıy­betinizi etmemeğe ve kimseden dinlememeğe karar ver­dim. Beni bağışlamanız için burada bulunuyorum. Bu say­gı değer zat dedi ki; bizim gibilerin gıybetini yapmak iki türlüdür: Bazen İslam’a ihanet şeklinde olur. Bazen de şahsımıza yönelik olur. Ben ne demek istediğini anladım. Bunun üzerine; hayır, ben İslam’a ihanet olabilecek bir gıybette bulunmadım. Hepsi şahsınıza aittir. O zaman affettim dedi.

Eğer insan tövbe etmek istiyorsa, hakkını, borcunu Ödemelidir. Kendisine zekât farz olup ta vermeyen şahsın boynunda halkın hakkı vardır. Ödemesi gerekir. Rüşvet yiyen şahıs, sahibine geri ödemelidir. Her kim haram yoldan ne kazanmışsa geri vermelidir. Eğer bir cinayet işlemişse, sahibinden de rızalık almalı.

Hz. Ali (Â.S.) buyuruyordu ki: Tövbe etmenin bir şartı da halkın hakkını ödemendir. Meselâ; başkasının malını yemiş, ama geri ödeyecek durumda değilsin veya adam ölmüştür. O zaman istiğfar et, o şahsa da dua et, inşallah Allah onu razı eder. Allah'ın hakkını da eda et­melisin. Nedir Allah'ın hakkı? Meselâ, oruç Allah'ın hak­kidir. Yediğin oruçları kaza etmelisin, yeniden tutmalı­sın. Kılmadığın namazların kazasını kılmalısın. Hacc sa­na farz olduğu zaman yerine getirmediğin, hacca gitmeli­sin. Yani, bir kimsenin üzerine hacc farz olursa, Hacca gitmek için bütün imkânlar müsait olurda hacca gitmez­se, bu dünyadan Müslüman olarak göç etmeyecektir, öle­ceği zaman Allah'ın melekleri ona derler ki; sen ki İslâm’ın önemli bir rüknünü ifa etmedin, şimdi muhayyersin, ister Yahudi, ister nasrani olarak öl, Müslüman olamaz­sın. Nasıl olur ki, insan Müslüman olur da namaz da kıl­maz mı? Bir kaç gece önce yine böyle bir konuşma ya­parken bir bayan bana bir mektup vererek, eğer dinle­yicilerinize saygı duyuyorsanız bunu toplantınızda oku­yun dedi. Ben de bunu okumamda her hangi bir sakınca görmüyorum. Hatta yararlı bile olur.

Söz konusu bayan, mektubunda şöyle yazıyor: Ben bu toplantıya ilk kez geliyorum. Ve şiddetli bir şekilde etkilenmiş bulunmaktayım. Her zaman gelmeye de kararlıyım. Bu gece geldim ve her gece de geleceğim. Siz Füzeyl Bin Ayyaz'dan bunca söz ettiniz. Bir ayet oku­du ve hidayete erişti. Namaz ve kalp huzuru ile ilgili bunca sohbet ettiniz. Ama Bedbaht olan ben, Kur'an'ın manasım anlamıyorum. Ne yapayım? Namazın ne demek olduğunu bilmeyen benim için huzuru kalbin ne anlamı Var?» Yazısına şöyle devam ediyor : «Biz ilkokul, orta, lise ve üniversiteyi okuduk. Ama bize Kur'an okumayı öğretmediler. Siz burada Arapça öğretilmesini sağlayınız. Halk Kur'an'ın ne demek istediğini anlayabilsin. Namazı anlasın, en azından namazı kendi ruhu ile kılsın, Kur'ân'ı kendi ruhu ile okusun. Okunan bir ayeti arılayabilsinler.

Önce bu bayana bir cevap vermek istiyorum: Müs­lümanların mutlaka Arapça öğrenmeleri gerektiğini hep söyleyip durmuşuzdur. Arapça öğrensinler ki, kıldıkları namazı, okudukları Kur'an ayetlerini anlayabilsinler. Ama ne yapılmalıdır? Dünya hırsı o kadar içimizi kaplamış ki, İngilizce bütün maddiyatın ve kazancın anahtarı olduğu için yedi yaşındaki çocuğumuza dahi İngilizce öğretmeye çalışıyoruz. İngilizce bilmeyen çok az aile vardır. Ancak Arapça kursları düzenleyip de Allah için, Kur'an için öğrenmeye hazır değiliz. Defalarca ilân etmişiz ki; biz burada hem bayanlar hem de erkekler için Arapça kursları dü­zenlemeye amadeyiz. Gelsin, isim kaydı yaptırsınlar, er­kekler ayrı, kadınlar ayrı sınıflarda başlasınlar. Bu mües­sese (Hüseyniye-i îrşad), Arapça öğretmek için ücretsiz olarak tüm imkânları sağlamaya hazırdır. Çünkü va­ciptir.

Hz. Ali (A.S.) daha sonra gerçek tövbenin kemale er­mesi için iki şart daha buyurmuştur: «Tövbe o zaman tövbe olur ki, haramdan kazandığın bu vücut etlerini, vücudundan atasın». Bunlar insan eti değildir. Yani; eğlence hayatında edindiğin bu etler, kemikler, haramdır. Bütün bunları vücudundan atıp yeniden helâl yolla ka­zanmalısın.

Babam anlatıyordu: Horasan'ın büyük din âlimlerinden olan, Şair ve Filozof merhum Hacı Mirza Habib Horasani'nin büyük bir gövdesi vardı. Ve çokta şişmandı. Bu adam ömrünün sonlarında, mana da hakikat ehli bir zatla tanışıyor. Hacı Habib onca şöhretine ve ilmi ma­kamına rağmen, gidip bu adamın önünde diz çöküp otu­rur. Babam diyordu: Bu zatı öldüğü vakit çok zayıfla­mış, çökmüş olarak gördük. Aynen Hz. Ali (A.S.)'ın bu­yurduğu gibi (hâşâ ben bu zata hakaret etmek istemiyo­rum) gaflet anında edindiği bu et ve kemiği tamamen gi­dermişti.

Altıncı şartta ise şöyle buyuruyor : «Günah uğruna onca zevk tattırdığın bu vücudunu, ibadet ve itaat ede­rek eziyete sokmalısın.» Süt maması olmaktan kurtul. Süt maması olmakla Allah'a kulluk etmek bağdaşmaz. Oruç tutacaksın, zordur. Özellikle zor olduğu için oruç tut. Sabaha kadar ibadet etmek istiyorsan et. Zor olduğu için ibadet et. Bir ara kendine eziyet et. Zorluklara kat­lan, kendini tedip et. Kur'an'da birbiri ardına zikredilen iki tabir vardır. Bunlardan biri; tövbeyi, temizleme ile birlikte zikrediyor.

«Allah tövbe edenleri sever ve temizlenenleri de se­ver» (Bakara: 222) Kur'an ne söylemek istiyor? Tövbe et ve bu tövbe ve su ile yıka. Temizlik sadece vücutça olmaz. Her gün duş alıyoruz. Bir kaç günde bir vücudumuzu sabunla yıkıyo­ruz, gömlek değiştiriyoruz. Üstümüze başımıza çeki dü­zen veriyoruz. Neden? Çünkü temiz olmak istiyoruz. O halde kalbini, gönlünü ve ruhunuzu da tövbe suyu ile yıkayınız. Temizleyiniz.

«Her kim günahtan sonra tövbe eder, kendini ıslah ederse, Allah'ta onun tövbesini kabul eder, Allah bağış­layan ve affedendir.» (Maide: 39)

Dün gece arz ettim ki; insanın yarısı diğer bir yansı­na karşı isyan eder. Ve yine arz ettim ki bazen insanın aşağılık duyguları, gazap, şehvet, şeytanî duygulan ayaklanır. Bazen de insanın ulu duyguları, ru­hu, aklı, vicdanı, fıtratı, insanın derinliklerinde gizli ka­lan duygular kıyanı eder. Dün geceki konuşmamda da belirttiğim gibi, kutsiyet ve takva adına şehevi mahru­miyet çeken insanların aniden dağıldığını, kendini kay­bettiğini görürsünüz. İşte bu şahsın aşağılık (burada aşa­ğılık ve ulu duygulardan maksadımız, mukaddes ve gayri mukaddestir.) duyguları ayaklanır, içinde büyük bir pat­lama olur. Bu insan vücudundaki mukaddes unsurların icat ettiği inkılâp ve kıyamın aksinedir. Aklın ve ilâhi fıtratın insan vücudunda meydana getirdiği hareket mu­kaddes bir inkılâptır. Islah ile karışık mukaddes inkılâp eskinin bütün kötülüklerini silip götürür.

Arz ettim ki; Hz. Ali (A.S.): «Haramdan kazandığın vücut etlerini gidermelisin» buyurmuştur. Bu kısasın ay­nısıdır. Nefsanî şehvetlerden intikam almaktır. İşte inkılâp mukaddes oldumu tüm kötü eserleri silip atmak is­ter ve atar. Bu nedenledir ki, Kur'ân-ı Kerîm tövbe ile Islahı birlikte, içiçe zikretmiştir.

Dün gece de arz etmiştim bu gece Kadir gecesidir, Kur'an-ı karşımıza, alıp dualar okumamız gerekiyor. Bu nedenle sözlerimi kısa keseceğim. İnsanın özelliklerinden birisi de tövbe etmektir. Yön değiştirmek insanın özel­liklerinden değildir. Bu yön değiştirmek hayvanlarda mevcuttur. Hatta bazı bitkilerde de vardır. Ancak adı tövbe olan ve bir çeşit mukaddes iç inkılâp sayılan yön değiştirme sadece insanın özelliklerindendir. Bunu unut­mayın.

Peygamberin özelliklerinden birisi şudur ki; diğer beşeri liderler, bir inkılâp yaptıkları zaman en fazla, top­lumun bir kitlesini diğer kitlesine karşı ayaklandırmaya muvaffak oluyorlar. Toplumda iki sınıf oluşturup, söz gelimi bir sınıfın eline silah verip diğerinin üzerine saldırtabiliyorlar. Bu bir yerde iyidir. Şöyle ki: Toplumda bir zalim ve bir mazlum sınıfı oluştuğunda, mazlumu, zalimden hakkını olmaya davet etmek insanî bir davra­nıştır, İslâm’da bu vardır. Peygamberler de böyle yapıyor­lardı. Özellikle İslâm’ın programlarında mazlumu zalime karşı teşvik etmek vardır. Hz. Ali (A.S.) oğulları Hasan ve Hüseyin'e yaptığı vasiyette buyuruyor ki:

«Her zaman zalime düşman ve mazluma yardımcı olun.» Ancak dünyada peygamberlerden başka hiç bir li­derin başaramayacağı bir şey vardır. Beşerin kendi­sini, kendisine karşı ayaklandırmak, iç inkılâp yapmasını sağlamak, işte bunun adı tövbedir. Siz, peygamberlerden başka, insanı kendi kötülüklerine karşı aşağılandıran bir kimse bulamazsınız. Peygamberler sadece mazlumu zali­me karşı ayaklandırmakla kalmıyor, zalimi kendisine kar­şı ayaklandırmayı da başarıyor. Eğer İslâm tarihini inceleyecek olsanız göreceksiniz ki, İslâm, hem mazlum­ları, mahrumları, toplumun yoksullarını zalim Ebu Süfyanlar ve Ebu cehillere karşı ayaklandırmış, hem de Ebu Süfyanların sınıfından olanları kendilerine karşı ayaklan­dırmış ve mustazafların, mahrumların safına yerleştir­miştir.   Bu artık sadece Peygamberlerin ve Evliyanın gücü dâhilindedir. Beşeri kendi kötülüklerine karşı ayaklandırmaya peygamberler ve muvahhit imam­lardan başka kimsenin gücü yetmez. İmam Musa bin Cafer, bir gün Bağdat çarşısından geçerken, bir evden müzik, çalgı, kahkaha sesleri yükseliyordu. Ka­pının önünde, elinde yiyecek dolu bir tepsi bulunan bir hizmetçi gördü. İmam, hizmetçiden bu ev rahibinin kö­le mi, hür mü? Olduğunu sordu. Bu soruya çok şaşıran hizmetçi:

Elbette ki özgürdür. Şehrin tanınmış ileri gelenlerin­den falanca şahıstır, dedi. İmamla hizmetçi arasında baş­ka soru cevaplarda geçmiş olabilir, ancak tarihte yazılı değil. Bu kadarını yazmışlar. Hizmetçinin eve dönüşü biraz uzun sürer. Geri döndüğünde, ev sahibi neden geç kaldın? Diye sorunca; hizmetçi, kapının önünde gördüğü adamı anlatır. Hizmetçiye sordukları ve kendisinin ver­diği cevapları anlatır. Sonunda bana dedi ki; bellidir bu ev sahibinin köle, kul olmadığı, eğer kul olsaydı bunca ses seda yükselmezdi... Ev sahibi hizmetçinin anlat­tıklarından o adamın İmam Musa bin Cafer olduğunu an­lamıştı, İşte iç inkılâp icat etmek ve tövbeye sevk etmek budur. Bunu sadece peygamberler ve evliyalar başarır. Bunu duyan ev sahibi, ayakkabılarını giymeye bile fır­sat bulamadan sokağa koşar. İmam'a yetişip ayaklarına kapanarak:

Efendim, siz doğru söylediniz ben kulum, köleyim, ama bunun farkında değilim. Efendim, bu saatten iti­baren gerçek kul olmak istiyorum. Sizin aracılığınızla tövbe etmeğe geldim. Oracıkta tövbe edip döner. Her şeye son verir. Ve o günden sonra da ayağına ayakkabı giymez. Nedeni sorulduğunda; İmam Musa bin Cafer (A.S.)'ın huzurunda bana tevfik nasip olurken ayağımda ayakkabı yoktu, bu nedenle artık ayakkabı giymeyece­ğim diye cevap verir.

Bin Kureyze ve hadisesinde, İslâm ve Müslümanlara ihanet ettiği için, Peygamber Bin Kureyze kabilesinin işi­ni bitirmek istiyordu. Yahudiler, Ebu Lebabe'yi bize gön­derin, o bizimle anlaşmalıdır, onunla meşveret edelim, dediler. Peygamber Ebu Lebabe'yi gönderdi. Ebu Lebabe Yahudilerle meşverete oturduğunda onlarla, özel ilişkile­rinden dolayı, İslâm ve Müslümanların zararına ve yahu-dilerin yararına olan bir cümle sarf etti. Geri döndüğünde ihanet ettiğini anladı. Hiç kimse onun ihanet et­tiğini bilmiyordu. Ama o Medine’ye doğru attığı her adım­da içinde ateş tutuşuyordu. Evine geldi, ama çoluk çocu­ğunu görmek için değil. Evinden bir ip alıp doğru cami­ye gitti ve kendini bir direğe sıkıca bağladı. Ve Allah'ım benim tövbem kabul oluncaya kadar kendimi çözmeyece­ğim, dedi. Yalnızca namaz kılmak ve ihtiyaç gidermek için kızı ipi çözüyor, sonunda tekrar bağlıyordu. Durma­dan inliyor ve yalvarıyordu: Allah'ım yanlış yaptım, günah işledim, İslâm ve Müslümanlara ihanet ettim, pey­gamberine ihanet ettim, tövbem kabul olana kadar kendimi çözmeyeceğim. Durumu peygambere ilettiler. Pey­gamber buyurdu ki; eğer o direk bana gelseydi ve bana açıkça itiraf etseydi, ben tövbesinin kabul olması için dua ederdim. Ama o direk Allah'a yöneldi Allah ona teveccüh eder. Bu olaydan iki gün geçti geçmedi, Peygamber, Ümmü Seleme'nin yanında iken Ebu Lebabe'nin tövbesi ka­bul oldu diye vahy geldi. Peygamber Ümmü Seleme'ye söyleyince, Ümmü Seleme Ya Resulallah izin verirseniz bu müjdeyi Ebu Lebabe'ye ben ileteyim. Peygamber, sa­kıncası yoktur buyurdu. Peygamber'in odalarının her bi­risinden bir kapı açılıyordu camiye. Ümmü Seleme, kapı­dan Ey Ebu Lebabe müjdeler olsun tövben kabul oldu, diye seslendi. Bu söz top gibi Medine'de çınladı. Allah, Ebu Lebabe'nin tövbesini kabul etti. Müslümanlar Ebu Lebabe'yi çözmek isterken o, hayır kimse bu ipleri açmasın, ben istiyorum ki, peygamber bu ipleri kendi elleriyle çöz­sün. Bu istek Peygambere iletildi. Ve Peygamber bizzat kendisi Ebu Lebabe'nin iplerini çözdü. Ve çözerken de : «Ya Ebu Lebabe Allah senin tövbeni kabul etti. Sen şimdi anadan yeni doğmuş bir çocuk gibisin», buyurdu. Medi­ne'ye gidenler Mescidün Nebi'de bir direğin üzerine «Ebu Lebabe sütunu» yazılı olduğunu görmüştür. İşte bu o direktir. O zaman ağaçtı ama şimdi yeri değişmemiş, aynı yerdir. Ebu Lebabe daha sonra Peygambere, eğer izin verirseniz, tövbemin kabul olması şerefine bütün serve­timi Allah yolunda sadaka vermek istiyorum. Peygamber olmaz dedi. O halde izin buyurun üçte ikisini vereyim. Yine Peygamberin cevabı hayır oldu. Yarısını vereyim, hayır. Üçte birini vereyim, Peygamber sakıncası yoktur, dedi. İşte İslâm. Her şeyin hesabı kitabı var. Neden servetinin hepsini veya yarısını Allah yolunda sadaka veresin? Çoluk çocuğun ne yer ne içer? Üçte birini ver, gerisini sakla.

Müslümanlardan biri vefat etmişti. Peygamber efen­dimiz cenaze namazını kıldıktan sonra; kaç tane çocuğu var, onlara ne bırakmış diye sordu. Ya Resulullah, biraz serveti vardı ancak ölmeden önce hepsini Allah yolunda hibe etmiş, dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki; «eğer bunu önceden bana söyleseydiniz, ona namaz kıl­mazdım geride aç çocuklar bırakmış.»

Diyorlar ki, ölmeden önce, mallarımı Allah yolunda harcayın diye vasiyet etmek istiyorsan, üçte birine vasi­yet et. Çünkü üçte birinden fazlası geçerli değildir.

İşte gerçek tövbe buna denir. Elbette ki, tövbenin dereceleri vardır. Hiç bir zaman meyus olmamalıyız. Bu tövbe konusunu özellikle bu gecelerde açtım. Çünkü bu geceler dua ve ibadet gecelerdir. Kardeşlerim, ilk mer­halede bağışlanmanızı dileyin, tik merhalede, geçmişin günahlarından kurtulmaya çalışın. İkinci kere günah iş­lememeğe karar verin. Halkın hakkını geri vermeye ka­rar verin. Allah'ın hakkını kendisine iade edin. İşte te­mizlenmek budur. Eğer kendinizi temizlerseniz, bütün dualarınız kabul olur.

Allah'ım hepimizin sonunu hayra tebdil et. Allah'ım hepimize gerçek Nasuh tövbesi inayet buyur.

Allah'ım kendi lütuf ve kereminle günahlarımızı af­fet.

Allah'ım bizi bu mukaddes gecelerin feyzinden mah­rum etme.

 

 

İNSANİYET MEKTEBİ

Bismillahirrahmanirrahim

Konumuz insaniyet mektebidir. Bizim (Kısa süre ön­ce) tanıdığımız ve dünyada yegâne araştırmacı ve muhakkik olan insan. Kendisi, daima kendi bahis konularından biri ola gelmiştir. Yani; İnsanın bahis konusu ettiği me­selelerden biri de kendisi olmuştur.

İnsaniyet kelimesinin anlamı, bir çeşit yücelik ve kutsiyet taşımaktadır. Nasıl ki, insanın hayvan üstü özel­likleri mukaddesat olarak tanınmakta; Bilim, Adalet, Öz­gürlük, Ahlâkî vicdan ve bunlar gibi. O halde insan ve insaniyet bir bütün olarak mukaddes bir varlık şeklinde tanınmış ve tanınmaktadır. Yani beşerî mukaddesatın bir çoğu hakkında şüpheye düşülmüş hatta inkâra kadar gidilmişse de dünyada henüz hayvan üstü boyutlar taşı­yan insaniyet özelliklerinden dolayı insanı küçümseyen ve takdis etmeyen bir mektep zahiren mevcut olmamış­tır. Mevlâna meşhur mısrasında şöyle dile getiriyor.

Göster yüzünü ki, bağ ve gülistanım arzular.

Aç dudaklarını ki, yığınla şekerim arzular.

Yakup gibi hep söylerim va esefa!

Kenan'ın Yusuf'unu iyi görmeyi arzular.

Bu uyuşuk yoldaşlarla yüreğim sıkıldı.

Allah aslanı ve Rüstem destanı arzular.

Başka bir şiirinde de şöyle diyor:

Dün şeyh, geziyorken şehir civarını

Yürek sıkıntısından bir insan arıyordu.

Dedim, bulunmaz aramışız biz,

Söyledi, işte bulunmayan, arzumdur.

 

Sadi «Teyyibat»mda bir karşılama yapmış veya bir cevaptır vermiş:

 

Candan çıkmamış canan arzundur

 İçindeki ateş sönmede iman arzundur.

Ne görmüş ne mertlik etmişsin,

O zaman mertlik sofrası arzularsın

Firavun gibi hep söylersin Enel-hak

O zaman Musa yakınlığı arzularsın.

Her halükârda beşer edebiyatının, gerek dinî gerek­se gayri dinî bir kısmını insaniyet meselesi ve tahlili teş­kil ediyor, özellikle İslâm edebiyatında gerek Arapça ve gerekse Farsça çehresinde bu dalda bir çok konu mev­cuttur, timin büyük bir ilerleme kaydettiği son asırda, insaniyet, eski beşeriyetin tanıdığı mukaddes makamdan, çok ezici bir şekilde bir derece düşüş kaydetmiştir. Çün­kü bir varlık ne kadar yükseliş kaydederse, bu yükseliş­ten düşüşü ister istemez ezici bir düşüş olacaktır. İnsan tam bir yarı ilâhî makama ermişti. Edebiyatımızda in­sanın yarı ilâhî bu makamından ne kadarda söz edilmiş­tir:

Kudüs bağı kuşuyum, nasıl söyleyeyim gurbeti,

Neden bu dönen hadise dünyasına düşmüşüm.

 

Ve Hafız diyorki :

Arş kongresinden sesliyorlar seni

Bilmem ki, nedir düşen şu tuzağa,

Son iki üç asırda insan, kendisi kendisine varsay­dığı ulu makamdan bir derece çok ezici bir şekilde sukut etmiştir. Beşer ilk olarak Heyeti Âlem meselesini keşfet­miştir. Yer küresinin, dünyanın merkezi ve diğer yıldız­ların onun etrafında döndüğünü kabul eden eski düşün­ce bir derece değişmiş ve dünya güneşin etrafında dön­mesi gereken küçük bir yıldız oluvermiştir. Oysa güneşin kendisi bile yıldızlar dünyasında pek fazla ehemmiyete haiz değildir. Bu durumda, yaradılış amacının merkezi olan insan şiddetle şüphe ve inkâra maruz kalmıştır. Ar­tık hiç kimse cesaret edip de: Ey insan, sen daire-i im­kânın merkezi, bütün yaratılmışların en beğenilmişi, lahutî mücevheratın şahsın, diyemiyor. Demek ki bizim insan hakkında hayal ettiğimiz gibi değilmiş. İnsan, yer küresinin yıldızlar ve Eflâkin merkeziyeti düşüncesi ile dolduğu fikir merkeziyetini bu ilmî darbe ile kaybet­miştir.

Daha sonraları insan üzerine çok daha ezici birçok darbe inmiştir. Bunlardan biri, insanın kendisini takriben semavi bir ırk, Allah halifesi İlâhî bir nefes olarak ta­nımlıyor. Allah'ın Ruhunun, bu gövdeye üflenmesiyle in­san vücuda gelmiştir.

Çeşitli varlıkların değişkenliği konusundaki biyolojik araştırma, insan ırkını, bir kez daha insanın aşağı ve ha­kir saydığı bu hayvanlara bağlamıştır. Dedi ki; Ey insan, Sen maymun ırkındansın veya maymun ırkından olma-san bile, herhangi bir hayvanı nesildensin. Diğer hay­vanlar gibi aynı ırktansın Bu sözde ilahi boyut böylece insandan alınmış oldu. Bu da insan kutsiyetine inen ayrı bir darbedir.

O çok etkili darbelerden birinde, insanın, zahiren par­lak olan geçmişine indirildi. Yani, insan kendi çabaların­da, tüm kötülüklerden arınmış temiz, sadece ilâhi aşk besleyen, iyilik ve ihsandan başka birşey düşünmeyen, adî, hayvani boyutlardan arınmış faaliyetlerde bulunabi­leceğini göstermiştir. Aniden varsayımlar ortaya çıkarak; Denildi ki; Hayır, insanın kendine hazırladığı bu dos­ya, böyle ter temiz ve mukaddes değildir. Beşerin, ilim severlik, sanat, güzellik, ahlâk, vicdan diye adlandırdığı, takdis ederek yücelttiği ve onlara tabiatüstü boyutlar kazandırdığı tüm çabaları hayvanlarda da bulunabilen, faaliyet türündendir. Ancak, bir takım mekanizma ile daha karışık, bir şekil almıştır. Biri bütün bunların kaynağının kadın olduğunu söylerken; Bizim Sa'di de; «insanoğlunun zevk ü safa kaynağı kadındır.» diyor. Ama diğer bir grup da der ki; kadın sadece insanın zevk ü sefa kaynağı değil, düşüncesinin ve gönlünün de kaynağı­dır. Diğer birileri de; Bu makamı insan için çok Ulu bul­muş, biraz daha aşağı inerek; kadından da aşağıdır, demişlerdir. Demek ki: İnsan dosyası parlak geçmişine na­zaran takdis ve takdire şayan faaliyetleri, bir takım dar­belerle bozguna uğratılmış ve ortadan kaldırılmıştır. Ya­vaş yavaş iş o yere vardı ki: Gelin bu varlığı inceleyelim dediler, bu varlık ki; Kendisini bir gün yaradılış, dünya ve âlemin merkezi addediyor, ilâhi ruhun bir örneği var sayıyor. Kendi davranışlarına olağan üstü bir kutsiyet ve hayvan üstü boyutlar tanıyan bu varlık aslen nedir? Bu­nun gövdesini ne teşkil ediyor? Yine başka bir varsayım ortaya çıkarak; Bu iddia dolu varlık ile bitkiler hatta cansız varlıklar arasında hiçbir fark yoktur. Dokunuş, dü­zen ve şekil açısından farklıdır. Ancak bunları meydana getiren madde ve köken açısından herhangi bir fark yok­tur, ince dokunmuş bir parça, ile, bir çuval farkı gibidir. Her ikisi de iplikten dokunmuştur. Ancak çuval daha kaim ipliklerle dokunurken, kumaş parçası çok daha ince iplik­lerle dokunmuştur. Evet, insan ile bitki veya cansızlar arasında zarafet, dokunma ve daha birçok şeylerde fark vardır. Yalnız bunları meydana getiren asıl maddede biç-bir fark yoktur. Başka bir ruh ve ilâhi bir nefha mevcut değildir. İnsan, diğer makineler gibi bir makinedir. Yani makine cinsindendir. Elbette ki; Makineler arasında fark vardır, senin kolundaki saat da benim cebimdeki saat da bir maktadır. Bir bisiklet, bir otomobil de birer makinedir. Üç milyon parçadan oluştuğu söylenen Apollo da bir makinedir. Daha büyük ve daha karmaşık, ama bu­nunda diğer makineler gibi olduğuna ve başka boyutları olmadığına şüphe yoktur. Bunun insaniyet gövdesine in­dirilen en büyük darbe olduğu görülüyor. Ancak bütün bunlarla birlikte, bütün insanî değerler, barış, özgürlük, maneviyat, adalet ve acıma gibi anlamları ciddiye alma­yan bir gurup felsefeler ve felsefî sistemler dışında yüz­de yüz mahkûm edilmemiştir. Ondokuzuncu asrın orta­larında, yirminci asrın ikinci yarısında bulunduğumuz bu zamana kadar insaniyet iki kere zuhur etmiş, asaletine kavuşmuş, dünyada insanî hatta insanperest, adıyla mektepler ortaya çıkmıştır. İnsan geçmişte mabut de­ğildi, büyük bir ayet ve büyük bir maneviyat kapısı idi. Kuşkusuz ki Kur'ân-ı Kerîmde maneviyat için insanı, Allah'ı ve tabiat ötesi varlıkları tanımak için başkaca her ayetten saha uygun görmüştür. «Yakından ayetlerimizi af akta ve nefislerinde onlara göstereceğiz». (Fussilet: 53) Fussilet Afak ve enfüs (nefisler) kelimelerini ayrı ayrı zikretmiştir. Arifler, edipler ve şairler arasındaki, afak ve enfüs Istılahları işte bundan kaynaklanmıştır. Yeryüzünde meleküt ve gaybı müşahede etmek için ayetler, belirtiler vardır. Özellikle sizin vücudunuzda (bu sizin vücudunuzda keli­mesini ayrı zikrediyor.) Görüyor musunuz? Yani niçin ba­siretiniz yok? Neden dikkat etmiyorsunuz? Kendi ken­dinize dikkat edin, bakınca görün. Geçmişte büyük bir ayet ve insanın kendinden ilâhi maneviyat, gaybe iman ve maleküte doğru bir geçiş kapısı olan (insan) yine konu ediliyor. Ama bu kez ayrı bir şekilde konu edilmiştir. Öyle bir şekildeki; tezatlardan kurtulmadığı gözleniyor. İşte en önemli mesele ve sorun budur. Yani beşeriyet Yeniden kutsiyetine kavuşmak istiyor. Yeniden amaç ve gaye olacak şekilde kendisini bulmak istiyor. Ancak eski ölçüler ortaya atılmadan kendisine ilâhi ve gayri ilâhi boyutlar kazandırılmadan «yeryüzünde olanların hepsi insan için yaratılmıştır.» Meselesi dikkate alınmadan, O’na ruhumdan üfledim.» Ortaya konulmadan. Allah kendi ruhundan yani bu dünyadan olmayan, ayrı bir dünyadan bir şey yüklemiştir ona, yani o bir uluhuyet mazharıdır. Hayır, bunlar artık ortaya atılmamalıdır. Hatta insanın iç duygulan ve insana hareketlilik kazandıran boyutlar üzerinde dahi konuşulmamalıdır. Ama aynı za­nlında da insan ve insan şuuru mukaddes ve saygı değer olmalıdır. Şimdi sizde görüyorsunuz ki, herkes hangi ideolojiyi benimserse benimsesin, ben barış taraftarıyım, özgürlük yanlışıyım, beşer severim, adaletçiyim, halkçı­ya n ve insan haklarını destekliyorum, diyor. Hatta insan hakları bildirileri  «zâti insan haysiyetine saygı» ile başlıyor: Yani beşere, saygı ve takdire lâyık daha son­raki eğitime esas olabilecek bir zâti haysiyet kazandırmak istiyorlar. Öyle ki; ben zâtı âlinize saygı ve takdise layık bir zatî haysiyete sahip biri olarak tanınmalıyım ki, sizin zatî kutsiyetinize iman edeyim. Bu inanışa rağmen ben sizin hukukunuza tecavüz edebilirim. Siz de aynı şekilde bende böyle bir zati kutsiyetin varlığına inanı­yorsunuz, buna rağmen benim hukukuma tecavüz edebi­nsiniz. Ancak sizin, benim bu zatî kutsiyetime inanışınız benim haklarıma ve özgürlüğüme tecavüz etmenize engel olmuyor, insan sever felsefe taraftarı olanlar eski öl­çülere göre olmayan bir felsefe istiyorlar. İşte buradaki önemli ve esas sorun karşımıza çıkıyor, beşer yaşamın­da, düşüncesinde ve hiç bir dayanağı olmayan mantığın­da büyük tezat meydana gelmiştir. Evvela küçük bir nok­tayı arz edeyim : Dünya araştırmacılarından, insan severliği genel barış anlamını taşıyan şekilde açıklayabilen olacağını sanmıyorum. Elbette ki, normal fertler arasın­dan bazı kişiler beşeriyet ve insan sevgisinden söz edil­diği zaman: Efendim, herkes beşeridir, buna göre her­kes eşit olmalı ve herkese aynı gözle bakılmalıdır, di­yenler vardır. Biz diyoruz ki tüm insanlar, insanî değerler açısından eşit değillerdir. Biri bilgili diğeri bilgisizdir. (Burada diyebilirsiniz ki, bilgisizliğin nedeni, ilmi im­kânların kendisine sağlanmamasıdır.) Bir beşer, temiz ve perhizkâr, diğeri ise kirli ve kötüdür. Biri zalim, diğeri mazlumdur. Biri hayırsever, diğeri kötülük yapandır. Aca­ba, insan severlik hükmüne dayanarak herkes beşerdir, bizim için hiç fark etmez diyebilir miyiz? Biz insana say­gı duyarız; ama bilgisiz mi, imanlı mı, imansız mı, takvalı mı, takvasız mı, iyimser mi, kötümser mi, ıslah edici mi, zarar verici mi, fesatçı mı? Bizi ilgilendirmez, biz genel barışçı ve insan seven olmalıyız. Artık bir insanın her­hangi bir meslek ve mektebe bağlı oluşu bizim için fark etmemelidir. Zamanımıza ait uzak bir kıtadan örnek ve­riyorum: Lomomba bir insandı, Musa Çomba da bir in­sandı. Biyolojik açıdan Lomomba'nm ırkı ile Musa Çom-ba'nm ırkı arasında hiçbir fark yoktur. Musa Çomba'nın kan grubunun, Lomomba'nın kan grubu ile farklı oldu­ğu varsayılsa bile, eğer siz bunların birinden nefret ediyorsanız bu kan grubundan ötürü değildir, başka bir ne­dene dayanmaktadır. Ama siz, bir insan sever olmak is­terken bu iki kişiye karşı her ikisi de insandır, diye taraf­sız kalabilir misiniz? İnsan olduklarına göre ne fark eder, Lomomba'yı, Çomba'yı sevdiğim kadar, Çomba'yı da Lomomba'yı sevdiğim kadar seviyorum. Eğer nefret etmem gerekiyorsa, her birisinden bir miktar nefret ederim. Ama böyle değildir. İnsanla hayvan arasında köklü bir fark vardır. Şöyle ki, insan bir hayvandan daha çok bil-kuvve ve daha az bilfiildir. Yani: Bir bilfiil attır. Yani (bir atda bulunması gereken bütün her şeye sahiptir. Çok az bir miktar eğitimle atlığa ekleniyor. Bir at bilfiil at olarak dünyaya geliyor. Kedi, bilfiil kedi olarak dün­yaya geliyor ve... Ancak şu insandır ki, yüzde yüz bilkuvve olarak dünyaya geliyor. Yani, dünyaya geldiği zaman, gelecekte ne olacağı henüz belli değildir. Belki de gelecek­te bir kurt gerçeğine dönüşecektir. Şeklen insandır ama gerçek bir koyundur. Aynı şekilde gerçekte bir insan da olabilir. İranlı büyük İslâm filozofu Sadr-ül-Müteallimin, ısrarla insan fertlerinin hepsi bir çeşittir diyenlerin ya­nıldıklarını söylüyor. Ona göre, ne kadar insan varsa o kadar da çeşit vardır. Çünkü insan cinstir çeşit değil. Elbette ki o bir filozoftur. Biyolojik açıdan bakmıyor. Sadece endam ve dış görünüşe bakan bir biyolog'a gö­re tüm insan fertleri bir çeşittir. Ama insanı mütalaa eden filozof, insan gerçeğini meleklere ve insaniyet diye adlandırılan şeye bağlıyor. Bu nedenle tüm insan fertleri­nin aynı çeşit olabileceğine inanamıyor. İnsan sayışma gö­re de çeşit vardır, diyor. Bunun içindir ki insan değer­lerinin bilkuvve olduğunu söylüyoruz. Bazı insanlar, ger­çek insanî makama erişirken birçoğu da bu gerçek ma­kamı elde edemiyorlar. Hz. Ali (A.S.)'ın tabiri ile «Şekil insan şeklidir, ancak içi bir yırtıcıdır», bir kaplandır, bir domuzdur, bir aslandır, bir kurttur. Ama ne var ki içi de dışı da aynı olan yani gerçek bir insan olma, tüm insan fertlerinde mevcut değildir.

Dedik ki, dünya iki kez büyük çapta insaniyet mek­tebine doğru yönelmiştir. Yani, dünyada insaniyet fel­sefesi adında bir takım felsefeler ortaya çıkmıştır. Belki de bunların en ilginci şudur: Ondokuzuncu asrın ortalarında August Comt adında biri insaniyet dinî adında yeni bir teori ortaya koymuştur. Bu adam, bir yandan Jul ve düşüncesi, diğer yandan gönlü ve vicdanı arasında il­ginç bir çıkmazda karar kılmıştı. Bunun üzerine sonraları, insaniyet dinî adında bir teori ortaya atmıştır. Din beşer için çok zaruridir, toplumda görülen tüm fesatlar, din hafife alındığından dolayıdır. Eski din (O her zaman Katolik mezhebini dikkate alıyormuş) bu günkü beşer di­nî olma salahiyetine haiz değildir. O kendi görüşüne gö­re üç dönem teşhis etmişti : Tabiat ötesi Rabbani dönem, aklî ve felsefî dönem, ve müspet ilim dönemi. Ona göre Katolik mezhebi, beşerin tabiat ötesi düşünce tarama yöneliktir. Bugün artık bilim çağıdır, beşer bu­gün tabiat ötesi düşünceyi kabul etmiyor, tcad ettiği ye­ni dinine diğer dinde olan gelenekleri, amelleri, ilkeleri kabul etmişti. Hatta kendi dinine Keşiş bile tayin etmiş­ti. Hatta Onun, Katolik mezhebinden iktibas ettiğini de söylemişlerdir. Katolik Mezhebinde olan gelenekler ve amelleri kendi insaniyet dinine de yerleştirdi. Bazıları ona, biz ilâhi kökeni olmayan bir dinle ilgilenmiyoruz di­ye itirazlar etmişlerdi: «Katolik mezhebini kabul etmiyor isen, bir âlim nazarında hurafe sayılabilen bu teşrifatı neden kabul ediyorsun? Sen Allah'ı kabul etmiyor ama O'nun buyurduklarını uyguluyor ve kabul ediyorsun vb.» Bir bakıma oda haklıydı: Beşer ibadet etmeye, tapmaya muhtaçtır. Bir takım adet ve adabı uygulama ihtiyacını hissetmektedir. İşte o bunları ayrı anlam ve unvanla ge­tirdi. O beşer arasına gaybi kökeni olmayan ama bir takım ibadet ve gelenekleri içeren bir din getirdi. İlginç­tir ki, bazı kitaplar bu adamın Amerika ve Avrupa da birçok mensubu olduğunu da yazmıştır. Hatta bu ada­mın icat ettiği dinin bugün bile birçok taraftarı olduğu ve evinin, taraftarlarınca Kâbe kabul edildiğini yazmışlardır. Okuduğum Arapça bir kitapta: Bu adamın birisinin karısına âşık olduğu, sevgilisinin kocasının tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm olduğu ona kavuşmadan ka­dının öldüğü, bu nedenle söz konusu kişinin akıl dünya­sından gönül ve duygu dünyasına geçtiği ve bunun neti­cesinde insaniyet dinini icat ettiği yazılmıştı. Yine bu kitaba göre, bu dinin taraftarları bu adamın sevgilisini icat ettiği dinin Meryem’i olarak kabul ediyorlar. Yani, Hıristiyanların Meryem'e duydukları Kutsiyet ve saygıyı, bunlar da Augus Comt'un insaniyet dininde sevgilisine duyuyorlar. Ancak sonraları, insaniyet mektebi, başka bir deyişle beşer asaleti başka şekillerde ortaya çıkmıştır ki, bugün görüyor, okuyor ve duyuyorsunuz. Bütün konuyu bir konuşmaya sığdırmam gerektiği için çok kısa ve özet olarak arz ediyorum. İnsan ve insan asaleti bölümünün konusu çok geniştir. En azından bunları sorular halinde arz etmeye çalışacağım:

İnsan hakkında yöneltilen sorulardan biri de insanın özgürlüğü, yetkisi, sorumlulukları alanı ve görevidir. Aca­ba insan gerçekten özgür ve muhtar bir varlık mıdır? Yerine getirmesi gereken sorumluluk ve ifa etmesi ge­reken görevi var mıdır? İslâmi mantık açısından cevap veremezseniz, yüzde yüz söylememiz gerekiyor. Kur'an-î Kerîm'de «Eddahr» da denilen 'İnsan' adında bir sure vardır. Bu sure insan adıyla başladığı için insan suresi diye adlandırılmıştır. Bu surenin başlangıcında insan adından söz edilirken, insanın özgürlüğü, yetkisi, görevi ve sorumluluğu da dile getiriliyor:

Buna göre insan, yaratanın karşısında mecbur bir varlık değildir. Yaratan ondan ne istemiştir? Ondan öz­gürlük istemiştir, onu özgür, görev ve sorumluluk, yük­lenen bir varlık olarak yaratmıştır. Hatta sizin bundan daha büyüğünü bulamayacağınız bir tabir kullanmıştır insan hakkında Kur'ân-ı Kerîm: «Allah halifesi» diye buyuru]muştur. Kuşkusuz ki, hiç bir kitap Kur'an kadar insanı takdis etmemiştir. Buyuruyor ki : «İnsanı ilk ya­rattığımızda meleklere duyurduk ki, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.» Melekler soru mahiyetinde bir itirazda bulundular. Allah buyurdu ki : «Ben sizin bil­mediklerinizi bilirim.» (Bakara: 30) «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,» Yani ilâhi dediğimizden kast edilen budur. Bu neyi anlatıyor? Bu varlığın vücudunda mevcut olan çok sayıda istidadı.

Ve Âdeme tüm isimleri öğretti.

Bakınız, kendisi bir insaniyet mektebi olan islâm, felsefi boyutlarda insana nasıl bir makam tanımış.

Bütün ilimlerin isimlerini: Bir şeyin ismini bilmek bir şeyi tanımanın anahtarı olduğuna göre bütün ilim­lerin anahtarlarım ona öğrettik. Sonra yukarı alemin me­leklerini bu insanla yarış meydanına getirdik, insan ka­zandı. Daha sonra onlara dedim ki ey melekler! söyleme­dim mi? Benim bildiğimi siz bilmiyorsunuz. Siz madal­yonun öbür yüzünü okudunuz dediniz ki; bu yaratık şeh­vet ve gazap sahibidir, adam öldürür kan döker. Ama madalyonun öbür yüzünü okumadınız. Hepsi itiraf etti­ler: Allah'ım biz bilmiyoruz, biz ancak senin öğrettiğini biliyoruz, işte o zaman meleklere bu mevcudun karşı­sında huşu ile secde etmelerini emrettik.

«Meleklere, Âdeme secde edin dediğimizde hepsi secde ettiler,» (Bakara: 34)

Her halükârda insana özgürlük, yetki ve görev tanı­ması açısından Hâk halifesi kavramı çok önemlidir. Ben Allah,   kendim yaratanım,   yaratıcılığımdan bir kısmım senin uhdene bıraktım. Sen ifa etmeli­sin. Sen, benim yaratıcılığım ve faaliyetimin mazharısın. İnsan konusunda diğer bir mesele de, insanın zevk ve saadetidir. Bunu da özet olarak açıklayayım: İnsan zevk peşinde koşuyor, haliyle bunu nerede arama­lıdır? Zevki, içte mi dışta mı aramalıdır? Yoksa hem iç­te hem dışta mı? Zevki kendi dışlarında arayanlar ve sürekli olarak, hayattan tat alma hayalinde olanlar ken­dilerini bir insan olarak tanımıyorlar. Yani, kendileri lez­zet ve zevk merkezi olan (ki, zevk insanın içinden kaynak­lanıyor) biri olarak tanımıyorlar. Zevki nerede aramaya çalışıyor? İçki kadehinde ve pavyonlarda mı? Ne güzel demiş Rumî Molla içki içerek iyiliğe sevk ve kötülükten alıkoymak isteyen adam : «Sen hoşsun iyisin, hoşluğun merkezisin de neden bade minnetine katlanıyorsun?»

Ancak dış dünya ile tüm ilişkileri keserek bütün zevkleri içte aramak doğru değildir. Mevlana bazı şiir­lerinde bu konuda belki de mübalağa etmiştir:

Zevk yolunu içte ara, dışta değil.

Anane ve gelenekte arayanı ahmak bil.

Bir zindan köşesinde şen ve şad iken,

Diğer kendi bağında oldu bir murad.

 

Maksat dış ilişkileri tümüyle koparmak değildir. Demek istediği, insan eğer. zevk istiyorsa, bütün zevkle­ri dış maddiyatta bulacağını sanmasın, asıl zevk merke­zi kendi vücudundadır. Veya en azından ikisi arasında eşitlik sağlamalıdır.

İnsan hakkında, daha birçok konu vardır. Ben an­cak kısaca size arz ediyorum. Kendini insaniyet mektebi addeden tabiatıyla bir takım soruları cevaplandırmalıdır. Eğer bu sorulara cevap verebiliyorsa, ancak o zaman gerçek anlamda insaniyet mektebi olabilir. Şunu arz etmekte yarar görüyorum: Arz ettiğim gibi, insan manevi­yat dünyasına bir kapıdır. Yani, beşer aslında kendi vü­cudunda maneviyat ve insaniyet, din ve insaniyet birbi­rinden ayrılmaz iki parçadır. Yani, ya din ve insaniyeti) bir arada bırakmalıyız veya birini tutmak istiyorsak öbürüne de tutmalıyız. Dinî tutup da, insaniyet ve kutsiye-tini bırakamayız. Veya insaniyeti tutup da dinî bıraka­mayız. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve iç içedir. Bizim beşeri asalet mekteplerinde iddia ettiğimiz tezat işte bu­dur. Esas şudur ki, insaniyet geçmişte düşüşe uğradıktan sonra -ki, bu yanlış bir düşüştü- Yani: Batlimuscu he­yetin değişikliği, bizim insanın yaratılışının gayesi olan yüce makamı hakkında şüpheye düşmemize sebep olma­malıdır. Yer küresi ister dünyanın merkezi olsun ister ol­masın, insan dünyanın amacıdır. Dünyanın amacıdır ne demek? Yani; kendi gelişme yolunda akıp gitmekte, ister insanî kendi basma bir varlık kabul edelim, ister hayvan neslinden olsun: Bu, bizim onun ilâhi ruha sahip ol­duğunu kabul etmemizde veya etmememizde bir şey fark etmez dedi, «Üfledim ona kendi ruhumdan» ama O insan Allah ırkından meydana gelmiş dememiştir. Eğer insan hakkında: Meselâ, onun maddesi başka bir dünyadan getirilmiş deseydi o başka dünyadan getirilen madde, onu yüce ve mukaddes bir varlık kılardı: Ey felsefesi beşer, sevgisi ve iman konusu beşeriyet olanlar: Biz diyoruz ki, insanda ihsan, iyimserlik ve hizmet diye bir duygu var mı, yok mu? Eğer hiç bir şekilde yok diyorsanız ki, beşeri davet etmek yanlış, bir taş veya hayvanı davet et­mek gibi olur. Hayır, vardır ama bu var olan nedir? Belki birisi, bizde de var olan, diğerlerine karşı hizmet duygu­su karşılıklıdır, diyebiliriz. Bize göre insan severlik duygusu, bizden güç kazanıyor: Gidelim onları eğitelim, hiz­met sunalım, mazlumları kurtaralım. Derler ki eğer iyi dikkat edersek, insan kendini onların yerine koymuş, önce onu kendi yerinde, kendisini de onun yerinde görme­yi düşünüyor, sonra kendisini onun yerinde görüyor. Da­ha sonra kendisini savunması gerektiğini emreden egoist duygu ile mazlumu savunmaya kalkıyor. Yoksa insanda, mazlumu savunmasını gerektiren herhangi bir asalet mevcut değildir. İnsaniyet mektebi, cevap vermelidir. Ev­velâ böyle bir duygu var mıdır, yok mudur? Acaba in­sanda böyle bir şerafet var mıdır, yok mudur? Biz vardır diyoruz : «... İlham etti ona kötülüklerini ve iyiliklerini». Allah halifesi insanı ilâhi iyilik ve cömertlik sembolü eden hükme göre o insan mazharıdır. Yani, insan, egoist olmasıyla birlikte kendi hayatım korumak için, çalışmak­la da görevlidir. Ama tüm varlığı egoistlik olamaz. Ha­yırsever, ahlâklı ve vicdanlı olmalıdır. Bu yıl bir süre önce, Şiraz'da bulunduğumdan, mutlular müessesesi adıyla kurulmuş bir müessese tanıttılar bana. Bir grup insan sadece şahsi imanları ve iyimserlikleri ile bir mües­sese kurmuş ve bir takım sağır ve dilsizleri burada top­lamışlardı, gittim burayı gördüm, gerçekten bizim gibi ince yapılı kişilerin orada bir saat durmaları, hatta gidip görmeleri bile güçtür. İnsan bakıyor o çocuklara; bir ke­lime söylemek istediğinde ağzını gözünü eğip eğriştiriyor. Kendisi de seyyid (Peygamber soyundan ge­len) idi. Gördüm ki: Bu adam nasıl bir şefkat, sevgi ve ilgi ile halkın sağır ve dilsiz çocuklarının üzerine titriyor ve onlara okuma yazma öğretmeye ça­lışıyor. (Oysa orada edindiğim bilgiye göre o adamın aldı­ğı aylık normal bir öğretmenin aldığı aylıktan azdı, çün­kü o kurumun bütçesi yoktu) Meselâ, burası diyeceği zaman, ağzım öyle bir şekilde eğiyordu ki, ona bakan ço­cuklar, 'burası' demek istediğini arılıyor ve tahtaya bu­rası yazıyorlardı, bunun gibi şeyler. Bu nasıl bir duygu­dur beşerde? İşte bu insaniyet mazharı ve insaniyet asa­leti göstergesidir. Genel olarak iyilere karşı iyimserlik ve kötülere karşı nefret duygusu, çok eski tarihlerde yaşamışlarsa bile, nedir acaba? Şimr ve Yezit işledikleri onca cinayetlerle birlikte yanımızda anıldığında diğer yandan İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri anılırken, kendimizde, birinci guruba karşı nefret ve ikinci gruba karşı saygı hissi duyuyoruz. Bu nedir? Acaba, gerçekten yine sınıf meselesi midir? Biz düşünüyoruz: Kendimizi Kerbela şehitlerinin yanında görüyoruz, düşmanlarımızı da öbür grupta, Şimr ve Yezid'e duyduğumuz nefret kendi düşmanımıza duyduğumuz nefretin aynısıdır. Ker­bela şehitlerine duyduğumuz saygı duygusu kendimize duyduğumuz saygının aynısıdır. Yani, kendimize karşı gösterdiğimiz temayülü onlara karşı da duyuyoruz. Eğer böyle ise, kendine düşman saydığın kimse ile aranda hiç bir fark yoktur ki. Pekâlâ, o da Şimr ve Yezid'i sevip saygı duyup, Kerbela şehitlerinden nefret edebilir. O da kendi sınıfından olanın yanında yer alıyor. Senin, ona karşı nefret ve buna karşı saygı duyduğun hükmüyle o da senin nefret ettiğine saygı ve senin saygı duyduğuna nefret duyuyor.

Veyahut hayır, siz bu arada başka bir kapıdan, ferdi olmayan, şahsi olmayan insaniyet kapısından insaniyet dünyasına bağlısınız. Burada artık ben ve nefret bulun­muyor. Gerçek vardır. Kerbela şehitlerine karşı saygı ve düşmanlara karşı nefret duyan ben, şahsi ben değildir, genel ve çeşitsel bir bendir. Beşeriyete asalet tanıyan insaniyet mektebi bu soruya cevap vermelidir. Bunlar ne­dir ve neden kaynaklanıyor? Aynı şekilde beşersin, te­şekkür ederken taşıdığı sadık aşk gibi diğer meseleler, insan kendisine iyilik yapan birine teşekkür etmek ister. Bu, başlı başına bir meseledir. İnsan değerleri asalet bulduğu zaman, insanın öz meselesi ortaya çıkıyor. Sa­dece değiniyorum: Böylesine asaletlere sahip olan in­san gerçekten materyalizmin dediği gibi bir kökene mi sahiptir? Bir makine bir Apollo mu? Makine ne kadar büyükse sadece büyük müdür? Apollo büyüklüğünde bir makine yapılsa adına ne, diyeceğiz? Sadece, ne ka­dar ilginç ve çok büyük mü? Ne kadar şereflidir diyebi­lir miyiz? Hayır, mukaddestir diyebilir miyiz? Hayır. Eğer milyonlarca Apollo büyüklüğünde olsa milyarlarca parçası bile olsa yine de sadece olağanüstü, ilginç büyük­lüktedir diyeceğiz. Hiç bir zaman ona mukaddes, şerefli ve zatî haysiyet sahibisin diyebileceğimiz bir makama eri­şemez. Beşer hakları bildirisi, aynı şekilde komünist filozoflar, çeşitli şekillerde insan asaleti taraftarı olanlar beşer vücudunda «üfledim ona kendi ruhumdan» inan­mandan zatî haysiyet ve kutsiyetten nasıl söz edebilirler? Bu değerlerin asaletini kabul ettikleri zaman insanın öz asaletine, bir başka soruyu da kısaca arz edeceğim. Çünkü biliyorum saat ikide dersiniz var ve gitmeniz gerekiyor: Çok güzel, insan değerleri asaletinden, insanın öz asaletine varıyoruz. Acaba, bu sonsuz karanlık dünyada yalnız insan mı var? Bir Avrupalının dediği gibi bir ze­hir okyanusu içinde bir damla tatlı mıdır? Bu tatlı dam­lacık, tatlı okyanusun temsilcisi midir? Bu nur zerreciği nur dünyasını mı temsil ediyor? Burada insan asa­letinin Allah ile ilişkisi açıklığa kavuşuyor. Yani: Bu ikisi birbirisinden hiç bir zaman ayrılmaz «Allah gökle­rin ve yerin nurudur». Allah dediğimizde Aristo'nun ilk muharrik diye addettiği Allah'ı kast etmiyoruz. Aristo'nun ilk muharriki İslâm'ın Allah'ından başka şeydir. O dün­yadan ayrı ve yabancı bir varlıktır. İslâm'ın Allah'ı: «İlk ve son, zahir ve batın»dır. Allah deyince dünya ayrı bir görünüm arz ediyor. Vücudunuzda hissettiğiniz tüm de­ğerler yani, bir anlam ve mana kazanıyor. Amaç kazanı­yor. Anlamaya çalışın: Siz eğer bir nur zerreciği iseniz, bir nur dünyası var gibidir. Eğer bir damla tatlı iseniz, uçsuz bucaksız bir okyanus var gibidir. Canınızda onun bir ışığı vardır. İslâm, İnsanî bir mekteptir, yani, insanî ölçüler üzerine kurulmuştur. Şöyle ki; İslâm’da insanlar arasında yanlış ayrıcalıklar mevcut değildir. Yani, İslâm’da iklim yok, ırk yok, kan ayrıcalığı, bölge ve dil ayrıcalığı yok. Bunların hiç biri İslâm’da imtiyaz ölçüsü değildir. İslâm’da insanlara imtiyaz sağlayan tek şey insanî değer­lerdir. Bir insaniyet mektebi olan İslâm insana asalet kazandırdığı için insanî değerlere saygı du­yuyor ve dünyaya asalet tanıdığı için insana asalet kaim­dir. Yani, Yüce Allah'a inanıyor. Bu nedenledir ki, doğru bir mantık üzerine kurulmuş olan tek insaniyet mektebi İslâm’dır. Dünyada başkaca insaniyet mektebi de yoktur.

 

SORUNLAR VE ZORLUKLAR

Bismillahirrahmanirrahim

Önceki toplantıda şu konuya değinmiştim; İnsan nef­sinin olgunlaşmasına, ahlâkının tasfiye edilmesine ve vücudunda gizli bulunan güçlerin harekete, geçmesine sebep olan ve insan vücudunu tahrik eden bir güç hük­münde olan her konu, acı olaylar, zorluklar ve so­runlardır. Şimdi bu konu dolayında biraz açıklama yap­mak istiyorum.

ALLAH'IN LÜTUFLARI - ZORLUKLAR

Kur'ân ayetleri ve hadis-i şeriflerde şu konu sürekli göze çarpmaktadır: Allah, falan Peygamber veya Salih kulunu belalar ve zorluklara maruz bıraktı. Veya Allah bela ve zorluklan, özel lütuf ve rahmetine şamil kıldığı kullarına yöneltiyor. Veyahut belalar ve sorunlar Allah'ın hediyeleridir. Örneğin bir hadisi şerifte şöyle zikredilmek­tedir : «Bir kişi seyahate çıktığı vakit hediyeler gönde­rerek ailesini hatırladığı gibi, Allah’u Teâlâ da bela gön­dererek mümin kulunu hatırlamaktadır.» Bir başka ha­diste de : «Allah’u Teâlâ bir kulunu sevdiği zaman onu belalar içinde gark eder.» denilmektedir. Veya hadisler arasında şöyle bir şey göze çarpıyor : «Peygamber efen­dimiz, bela, zorluk ve sorunlara duçar olmayan bir kimsenin yemeğini yemezdi.» Bunu, onun kabiliyetsizliği ve Allah'tan uzak oluşunun bir belirtisi addederdi.

Evvelâ şu soru akla geliyor: Nasıl olur da Allah'ın bir kimseye karşı gösterdiği lütuf ve sevgi, o şahsın bela ve zorluklara duçar olmasını gerektiriyor? Sevgi ve mu­habbetin gereği, refah ve iyi yaşamayı temin etmektir. Zorluk ve sorunlar temin etmek değildir. Yine Kur'ân ve sünnet dilinde başka bir tabir daha vardır ki, başka bir soru akla getiriyor: Tabir şudur: Allah, kullarını so­runlar ve belalarla imtihan eder. Ne demek yani? Allah kullarının içini bilmiyor mu ki imtihanla onları anlamaya çalışsın? Böyle değil midir ki? Kur'ân-ı Kerîm'de, varlık­lar âleminde var olan büyük, küçük her türlü hareketi ve her şeyi Allah bilir, denilmemiş midir? O halde imti­han ne demek oluyor?

ZORLUKLARIN YAPIMCILIĞI

Belalar, zorluklar ve sorunların insan vücudunda ne gibi bir etki bıraktığı ve taşıdıkları felsefe anlaşıldığı zaman, ancak bu iki sorunun cevabı anlaşılmış olur. Bilin­melidir ki, yaratılış kanunu hükmüyle, birçok kemal ve tekâmül ancak zorluklar, bela ve sorunlara karşı müca­dele vermek, olaylara karşı meydanlarda savaşmakla el­de edilir. Belalar yalnızca birtakım gerçek değer­lerin ortaya çıkmasına vesile olmaz. Yani her kimsenin gerçek bir cevheri vardır. Toprakla örtülü bir maden gibi üstü kapalıdır. İşte belalar bu gizli kalanları ortaya çıkarır, başka bir etkisi yoktur: Hayır, böyle de­ğildir. Daha da üstündür. Belalar, zorluklar, sorunlar, tekmil edici tebdil edici bir etkiye sahiptir. Bir kimyadır. Bir madeni başka bir madene dönüştürür. Yapıcıdır, bir varlıktan başka bir varlık yaratıyor. Zayıftan güçlü al­çaktan ulu, hamdan yetişkin vücuda getiriyor. Tasfiye edici özelliğe sahiptir, lekeleri ve pasları temizler. Güçlen­dirici ve tahrik edici güce sahiptir. Uyanıklık ve duygu­sallık meydana getiriyor, zaaf ve uyuşukluğu gideriyor.

O halde bütün bunları, hışım ve kahır addetmemek gerekir. Kahır şeklinde bir lütuftur. Şer sıfatında hayır­dır. Hikmet görünümünde bir nimettir.

Cefan senin rahatlıktan iyi,

İntikamın senin candan sevgili,

Ateşin böyle ise, nurun nasıldır?

Matemin bu ise, neşen nicedir?

Aşığım, lütfuna ve kahrına senin.

Ev acep aşığım iki zıtta ben.

 

Bu arada, kabiliyetli unsurlar, bu kahır görünümün­deki nimetlerden mümkün olduğu kadar yararlanmakta­dırlar. Bu tür şahıslar mevcut sorunlardan sadece yarar­lanmakla kalmayıp, sorunlara karşı bir çeşit maceracı­dırlar. Belaları istikbale gidiyor. Kendilerine bela yara­tıyorlar.

Mevlana, belalardan kemal bulan, gelişen ve güç­lenen bu kabiliyetli unsurlara şöyle bir misal veriyor:

Bir hayvan var adı asgar,

Dersin ki, dayak yedikçe şişmanlıyor

Dayak attıkça iyileşiyor durumu,

Dayak yarasından daha da şişmanlıyor.

Bu sebeple enbiyaya yüklenen eziyeti ve sorunu

Tüm dünya halkından daha çoktur.

Canlan, canların en güçlüsü oldu

O kavim artık bir daha görmedi bela.

 

Allah, dostlarını nasıl belalara duçar eder sorusunun cevabı böylece anlaşılmış oldu.

ÎLÂHİ İMTİHAN

İkinci soruya gelince, bu konularda imtihanın ne an­lamı vardır?

Bu sorunun cevabı, yukarıda söylediklerimizden bi­raz anlaşılmaktadır. Ama biraz daha açıklanmalıdır:

Bir meçhulü açıklığa kavuşturmak için bir şey im­tihana tabi tutulur. Bunun için de bir ölçü kullanırlar. Bir malın ne kadar olduğunu anlamak için terazide tar­tılması gibi. Terazi sadece tartış aracıdır. Sadece cismin gerçek ağırlığını belirler. Cismin arttırılıp eksiltilmesin -de hiç bir etkisi yoktur. Diğer ölçülerde aynı şekildedir. Derece hava veya vücut sıcaklığını ölçer. Metre bir şe­yin uzunluğunu belirler. Ölçü bilimi olarak bilinen man­tık ilmi, istidlal şekillerini ölçmek içindir. İstidlal şe­killerinde bir bozukluk görülürse mantık kaideleri ile düzeltilir.

İmtihan, eğer meçhul bir şeyi keşfetmek için bir öl­çü, mizan anlamında kullanılırsa tabi ki, Allah hakkın­da kullanılması doğru olmaz.

İmtihanın başka bir anlamı daha var; teoriden pra­tiğe geçirerek kemale erdirmektir. Allah'ın belalar aracı­lığı ile imtihan etmesi demek, bunların aracılığı ile iste­diği kimseyi layık olduğu makama eriştirmesi demek. Be­laların felsefesi, sadece tartı, derece ve miktar ölçmek değildir, ağırlığı fazlalaştırmak, dereceyi yükseltmek ve miktarı artırmaktır. Allah, bir kimseyi gerçek manevi derecesi ve şahsiyet ölçüsü belli olsun diye imtihan et­miyor, belki o kulun gerçek manevî derecesi ve şahsiyeti artsın diye imtihana tabi tutuyor. Yani, belalara maruz kılıyor. Gerçek cennetlik ile gerçek cehennemlik belli ol­sun diye imtihan etmiyor.    İmtihana tabi tutup bela ve zorluklarla baş başa bırakıyor ki, cennete gitmek isteyen bu belalar doğrultusunda cennete lâyık duruma gelsin, eğer lâyık değilse otursun oturduğu yerde.

Hz. Ali (A.S.) Basra Valisi Osman Bin Hüneyfe, ni­metlerin başına konmaması, görevini ihmal etmemesi konusunda nasihat edip, kendisinin lüksten nasıl uzak kaldığı, arpa ekmeğine nasıl kanaat ettiği ve her türlü nazlı büyümeden naşı uzak kaldığını hatırlattıktan sonra şöyle buyuruyor: Bazı kimseler, Ali bu yemeklerle çok güçlü düşmanları nasıl yenebiliyor diye hayret edi­yor. Genelde bu tür yaşama ile daha zayıf ve güçsüz olmalıdır. Bu soruyu yine kendisi cevaplıyor. Bunlar ya­nılıyorlar, insanı zor yaşama güçsüz kılmaz. İnsanı güç­süz kılan nimetler içinde nazlı büyümesidir. Bahçıvan terbiyesi görmeyen çöl ve orman ağaçlan daha sağlamdır. Ama bahçıvan bakımında büyüyen daha parlak ve güzel ağaçlar ince ve dayanıksız olurlar. Vahşi çöl bitkileri, ev göklerine nazaran hem ateşleri daha güçlü hem de ya­nış süreleri daha fazladır. Ayni şekilde çeşitli zorluklara katlanmış, belalar geçirmiş, sıcağı soğuğu tatmış kişiler nimetler içinde nazlı büyüyen kişilerden daha güçlü ve dayanıklıdırlar, içten kaynayan güçle, dışarıdan yardım gören güç arasında fark vardır. Önemli olan beşerin ba­tini sonsuz, sınırsız güç ve yeteneğinin ortaya çıkmasıdır.

Hz. Ali (A.S.) : «Allah'ım, sorun ve belalardan sana sığınıyorum» demeyin. «Allah'ım, sorun ve belaların sap­tırıcı yönlerinden sana sığınırım» deyin diye buyuruyor.

NAZLI BÜYÜME

Zorluklar, sorunlar ve belalarla karşılaşmak eğitici, kemale erdirici, kimya gibi eseri olduğu ölçüde perhiz et­menin de yan etkisi vardır. Bu nedenledir ki, bilginler; Anne ve Babanın çocuğa karşı gösterdiği en büyük düş­manlık, sevgi diye çocuğa aşırı derecede ilgi göstermek, zorluklarla karşılaşmasını engellemek, her istediğini ve­rerek nazlı büyütmektir. İşte çocuğu zavallı eden güç­süz kılan bu durumlardır. Yaşama savaşma karşı onu silahsızlandırıyor. En ufak bir sertliğe karşı koyamayacak bir duruma düşürüyor. Aynen şuna benzer: Bir kimse ömründe hiç suya girmemiş, denize girmemiş, aniden kendini denizde buluyor ve yüzmek zorundadır. Yüzme bilmeyen birisi denize düştüğünde muhakkak ki boğu­lur. Yüzme, evde dershane köşesinde kitap okumakla öğ­renilmez, suya girmeli denize girmeli ve uygulanarak öğ­renilmelidir.

Konuşmanın başında okuduğum hadisi şerifte kul­lanılan (gatt) kelimesi suya dalmak anlamınadır. Yani, Allah bir kimseyi seviyorsa belalar ve zorluklara daldı­rır. Neden? Çünkü zorluklardan kurtulmayı öğrenmeli, denizde nasıl yüzmesi gerektiğini öğrenmelidir. Bundan başka yolu yoktur. Allah'ın lütuf ve sevgisidir ki, insana olaylarla dolu okyanustan nasıl kurtulması gerektiğini, belalarla karşılaştırarak öğretmektedir. O halde bu kesin olarak lütuf ve muhabbet belirtisidir.

Bazı kuşlar hakkında deniliyor ki, anne kuş, ka­nadı yeni gelişen yavrusuna uçuş öğretebilmek için, yav­rusunu kanatlarının üzerine alıp çok yükseklere çıkar­tıp bırakıyor, yere doğru düşen yavru kuş can havli ile çırpınırken kanat çırpmasını öğreniyor. Ancak kanatlan yorulup tam yere düşecekken anne kuş yavrusunu tekrar kanatları üzerine alarak kurtarıyor. İkinci kere tekrar çı­karıp yukarıdan bırakır, yavru kuş aşağı-yukarı derken yavaş yavaş kanat çırpmayı öğrenir, yine kanatları yo­rulup düşeceği sıra anne kuş yavrusunu kurtarır. Böylece yavru uçmayı öğrenmiştir.

Bu tabii ilke insan oğlunun eğitilmesinde de kullanılmalıdır. Çocuk başından beri zahmete, eziye­te, zorluklara katlanmayı öğrenmelidir. Ancak yaratıkla­rın en üstünü genellikle bunun tersine davranır. Varlıklı kesim, çalışmanın sadece fakirliği gidermek için olduğu­nu zannederek zorluk ve eziyetten kaçınıp kendi evladını zavallı, güçsüzün biri kılıyor.

Jan jak Ruso «Emil» kitabında bu tür eğitim hakkın­da şunları kaydediyor : «Eğer halklar ömürlerinin sonuna kadar doğdukları ülkede kalsaydılar. Eğer bütün yıl bir mevsim olsaydı, kişiler hiç bir zaman alın yazılarını de­ğiştiremezlerdi ve bu tür eğitimler bir bakıma iyi olurdu; Eğer beşerin süratle değişen durumunu dikkate alırsak ikrar etmeliyiz ki, bundan daha yanlış ve anlamsız bir tutum olamaz. Şöyle ki; Çocuğun evden çıkmasına hiç bir zaman izin vermeyelim, her zaman etrafında hizmetçiler dönsün dolaşsın, eğer bu bedbaht bir adım dışarıya ata­cak olursa yok olacaktır.»

Yine o diyor ki «Eğer cisim; çok rahat olursa ruh bo­zulur. Dert ve eziyeti tanımayan bir kimse şefkat ve acı­manın zevkini bilemez. Böyle bir kimsenin kalbi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu nedenle de beraber yaşanmaya lâyık olmayıp, insanlar arasında bir dev gibidir.»

ZOR GÖREVLERİN FELSEFESİ

Mukaddes İslâm dininde mükerrer emrolunan ibadet ve denemeler, bir çeşit ruhsal spordur. Bir nevi zorluk­lara dayanmadır. Bu ibadetlerden bazıları gerçekten zor­dur.

Bu ibadetlerden biri de cihaddır. Açıktır ki, cihad nazlı büyüme ile uyum sağlayamaz. Hz. Peygamber buyu­ruyor ki: «Her kim, dinî için cihad etmemiş veya kalben bunu arzulamamıştır, dünyadan bir çeşit nifak için­de göç edecektir.» Bazı üstün ahlâklar ancak savaş mey­danlarında elde edilir. Yiğitlik ve kahramanlık kitap oku­makla, köşelere çekilmekle elde edilemez.

İbadetlerden biri olan ve gücü yeten her Müslüman’ın en az ömründe bir defa yerine getirmesi gereken hac farizasının de bir takım zorluklan vardır.

Hz. Ali (A.S.) Kâbe hakkında buyuruyor ki; «Allah, halkın etrafında tavaf etmesi gereken evi yer küresinin sıcak ve kuru bir bölgesine yerleştirmiştir. Eğer isteseydi yeşillik, çiçekleri bol, meyve ağaçları fazla olan yerde ya­pılmasını emrederdi. Ama o zaman imtihan ve deneme, zorluklara katlanma söz konusu olamazdı. Halk gezi ama­cı ile gelir ve mukaddes amaç gerçekleşmezde Allah kullarını çeşitli zorluklar ve eziyetlerle karşılaştırıyor. Güçlüklere karşı çaba sarf etmek zorunda bırakıyor, ra­hatlık tabiatına uymayan çeşitli görevler yüklüyor ta ki, tekebbür ve gurur yüreklerinden şilinsin, nefisleri Allah'a kulluk etmeyi öğrensin. Bunlar, Allah'ın rahmet ve ina­yeti için birer vesiledirler.»

ZAHMET VE EZİYET

Sözlerimin sonunda kısaca bir noktaya değinmek is­tiyorum. Diyebilirsiniz ki, «İslâm’da zahmet ve eziyet yoktur.» deyimi ile bu konu nasıl bağdaşıyor?

Her ikisi de ayrı ayrı konulardır. Mukaddes İslâm dinî kurallarının zorluklar üzerine kurulmadığı doğru­dur. Bu kurallara uymak beşeriyete zahmet ve eziyet ge­tirmez. Ancak bu İslâm terbiyesinin nazlı ve zayıf büyüt­me üzerine kurulduğunu kanıtlamaz. Nazlı ve neticede zayıf eğitim ayrı bir konudur. İslâmî görevlerin zahmet, eziyet ve zorluklar yüklemediği de ayrı bir konudur.

İMAN VE ETKİLERİ    

İman babında genellikle iki konu dikkati çekmekte­dir: Biri şu; iman ve dinî inanç nerden kaynaklanıyor? Beşeri, iman ve dine doğru sevk eden öge nedir? Acaba bu öğe dâhili midir? Yoksa harici midir? Yani beşerin fıt­ratından mı kaynaklanıyor? Yoksa bir takım dış etken­ler mi beşeri bu yöne sevk ediyor? Ve bu duyguda ne ka­dar gerçek payı vardır? Diğeri ise; din ve imanın etkileri ve yararlarıdır. Bunların her biri başlı başına bir konu olup ilginç ve dikkate değerdir.

SERMAYE VEYA YÜK

Bu günkü bahsimiz, iman ve dinin (dinî inancın) na­sıl bir etkiye sahip olabileceği konusudur. Bir kişi hem gerçek inançlı bir mümin oluyorken hem de imansız ve dinsiz olabiliyor. Söz konusu edilmesi gereken şudur: acaba iman ve dinî inanç önemli bir varlık mıdır? Ki, beşer onu kaybedince yaşamında önemli bir sermaye kay­betmiş oluyor? Yoksa onu bağımlı kılan bir yük müdür? Onu kaybedince hiç bir şey değişmeyeceği bir yana yükü sırtından atınca hafiflemiş mi olur?

Çağımızın büyük yazar ve düşünürlerinden olan dün­yaca ünlü Tolstoy diyor ki : «İman, insanın onunla ya­şadığı bir şeydir». Demek istiyor ki, İman yaşamın en de­ğerli sermayesidir. İnsan onu kaybedince yaşamının en değerli varlığını kaybetmiş olur.

Birçok şey yaşama sermayesi olabilir. Sağlık bir ya­şam sermayesidir. Aynı şekilde; güvenlik, servet, ilim, marifet, sosyal adalet eş ve çocuklar, samimi ve lâyık dostlar, iyi bir eğitim, ruh sağlığı bunların hepsi yaşamın değerli birer sermayesi sayılmaktadır. Bunlardan her bi­rinin olmayışı bir nevi bedbahtlık sayılır.

İman bu sermayelerden biri belki de en üstünü­dür. Kur'ân-ı Kerîm bu konuda şöyle buyurmaktadır : «Ey insanlar size acı veren işkencelerden kurtarabilecek bir ticarete doğru yol göstereyim mi; Allah'a ve Peygam­berine iman ediniz.»

Gördüğünüz gibi Kur'ân-ı Kerîm Allah'a ve Peygam­berine imam ticaret ve kazanç olarak zikretmiştir.

Evvela şu konuyu söylemek gerekiyor ki, beşer mad­diyatı maneviyattan önce tanımaktadır. Bunun sırrı ise çok açıktır. Mesela; servet bir yaşam sermayesidir. Onu herkes çabucak tanıyor ve değerini anlıyor. Belki de ona değerinden daha çok önem veriyor. Hırs ve tamahla sa­rılıyor, sonuçta da topluma baş ağrısı icat ediyor.

Diğer taraftan güzel ahlâk, doğru eğitim, iyi terbiye görmek de bir yaşam sermayesi olup saadet, gelişme ve kemale ermeğe vesile olur. Ancak etkisi servetten daha üstündür. Fakat beşer onu geç tanır ve değerini geç an­lar. İnsan ya doğal olarak çok akıllı ve uyanık olmalıdır ki, güzel ahlâk ve üstün eğitimin önem ve değerini anlayabilsin. Veya birisi tarafından bunların önemi ve de­ğeri ona öğretilmeli, Öğretmenleri ve büyüklerinden duy­malıdır. Hz. Ali (A.S.) gibi ki; «güzel ahlâk en iyi dost­tur» veya «nice azizler var ki, kötü ahlâk onları rezil et­miş ve nice zeliller var ki güzel ahlâk onları aziz kılmış», buyuruyor.

İman da böyledir. Nice insanlar var ki, bu büyük de­ğerden yararlanmış ve bunun sayesinde iyi bir yaşam sürdürmekteler. Cinsî ve ruhî sağlığını, ömrünün uzunlu­ğunu bu imana borçludur. Birçok kişide bunun tam ter­sidir. Bir ömrü eziyet, korku ve endişe ile geçirmiş, cis­mi ve ruhî sağlığı kaybetmiş, çabuk yaşlanmış ve yenil­giye uğramışlardır.  Bütün bunların sebebi yaşam sermayelerinden önemli birine sahip olmamalarıdır. Bu ko­nu ancak iman ve etkilerini dikkate almakla incelene­bilir.

AHLÂK DESTEĞİ

İmanın ilk etkisi ahlâka destek oluşudur. Yani, ya­şamın büyük bir sermayesi olan ahlâk, iman olmadan sağ­lam bir temele sahip olmamaktadır. Tüm ahlâkî ilkelerin mantığı, temel yapısı ve bütün maneviyatın başı dini inanç ve Allah'a imandır. Keramet, şerafet, takva, iffet, emanet, doğruluk, fedakârlık, ihsan, insanlarla barış için­de olmak, adalet taraftarlığı, insan hakları savunuculuğu beşeri fazilet sayılan ve bütün milletlerin takdis ettiği her şey iman ilkelerine dayanmaktadır. Çünkü bunların hepsi çıkarcılık ilkesine ters düşmektedir. Her birisi bir takım maddî mahrumiyet gerektirir. İnsanın maddî bir mahrumiyete rıza göstermesi için bir nedeni olmalıdır. Bu da maneviyatın değerini anladığı, zevkini tattığı zaman mümkün olur. Her manevî düşüncenin temelinde Allah'a iman yatmaktadır. Allah'a imanın en az etkisi mümin bir insanın; iyi işlerin, güzel ahlâkın, Allah indinde zayi olmayacağından emin olmasıdır.

Gerçekten beşer önünde iki yoldan fazlası bulunma­maktadır. Ya çıkarcı ve egoist olmalı hiç bir mahru­miyete teslim olmamalı veya Allah'a inanmalı ve ahlâk diye tahammül ettiği mahrumiyetleri mahrumiyet say­mamalıdır. «İnsaniyet, iyilik İlâhi takva ve rıza üzeri ne kurulmamışsa tehlikeli bir uçurumda sayılır.» İşini Allah rızası ve takva üzerine kuran bir kimse mi daha iyi­dir yoksa işini uçurumun kenarında kuran mı?» Ahlâkî dayanağı Allah'tan başkası olan kimse, uçuruma doğru adam atan bir insan gibidir. «Allah'tan başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız ola­nı örümcek evidir; bir bilselerdi.» (Ankebut:4) Bu ayet şu­nu anlatmak istiyor: Allah'tan başka dayanak edinilmemelidir. Allah'tan başka dayanak olabilir. Ama temelsiz ve çürük olur. Bazı kişileri geçici olarak bazı telkin ve taklitlerle fedakâr biri olarak yetiştirmek de mümkündür. Ama bu bir çeşit aldatmaca olur. Herkesi her zaman sağ­lam olmayan yoldan götürmek mümkün olmaz. Bütün kâinatın başlangıç noktası zatî akdes olduğu gibi Allah'a iman da bütün maneviyatın, ahlâki faziletlerin başlangı­cıdır. Allah'a inanmadan edinilen maneviyat teminatı ol­mayan banknotlar gibidir, değersiz kâğıttan başka bir şey değildir.

Kur'ân-ı Kerîmde buyuruyor ki , «Allah, temiz sö­zü (temiz inancı), kökü yerde, dalları havaya kalkmış, Allah'ın izniyle sürekli meyve veren sağlam bir ağaca ben­zetmektedir. Allah, halka misaller getirir, belki anlarlar diye.»

Bu emsale göre, eğer insaniyet ağacı meyve veren bir ağaç olmak istiyorsa, tevhid ve iman köküne sahip ol­malıdır.

Daha sonra başka bir misal daha zikrederek buyuru­yor ki : «Habis (temiz olmayan) söz (batıl inanç) kökü yerde olmayan sebatsız bir ağaç gibidir.» Başka bir ayet­te de , «Allah İman ehlini, inananlar daima hak ve doğru söz üzerine, sabit, yerleşik ve sarsılmaz bir halde korur, hem dünyada ve hem de ahirette.»

Yine imansızlık hakkında şöyle buyuruyor : «Dini yalanlayan, öksüze acımayıp kovan, yoksulları doyurmayan, diğerlerini de yoksullara yardıma çağırmayan kim­seyi gördün mü?» (Maun: 1-3) Demek istiyor ki; dine sırt çeviren bütün faziletlere sırt çevirmiştir. İnsan mantığının temeli olan iman ve dinî duyguyu kaybeden, insanî duyguları da kaybetmiş olur.

Manevi işler mutlaka bir takım mahrumiyetlere kat­lanmayı gerektiriyor. Doğru ve gerçek bir neden olma­dan beşer mahrumiyete tahammül etmez. Maddî düşün­cenin en doğal ürünü maddî ahlâk, yani; çıkarcılık ve egoistliktir.

«Adalet ayrıca ayakta tutun, Allah için tanıklık ya­pın, başka düşüncelerle değil, her ne kadar kendiniz, ba­ba, ana ve yakınlarınızın aleyhine olsa bile». (Nisa: 135) Veya «Al­lah için kıyam edin, adalet üzere tanıklık edin, sakın ola ki bir kavme karşı düşmanlığınız (dinî bile olsa) hak ve adaletten sapmanıza sebep olmasın, her halükarda ada­letli olun, ki; adalet takvaya daha yakındır.» (Maide: 8) Emirleri, sadece din tarafından verilen ve sadece din tarafından uygulanabilen emirlerdir.

Demek ki; ahlâk, sosyal adalet, sosyal güvenlik, in­saniyet bütün sermayeleri kazanmak ve korumak için iman adında başka bir sermayeye daha ihtiyaç duyuyor.

Hz. Ali (A.S.) buyuruyor ki; Hayırlı sıfatlardan birine sahip olan bir kimsenin diğer sıfatlarına tahammül gös­terir affederim, ancak iki sıfatını affetmeni. Biri akılsız­lık, diğeri imansızlıktır. «Din iman olmayan yerde gü­ven de kalmamıştır. İmansız bir adama hiç bir şey iti­mat edilemez. İtimat ve güven olmazsa sağlıklı yaşam da olmaz. Daima endişe korku, ızdırap ve perişanlık olur. İnsan, sürekli dostları tarafından ihanete uğramaması için dikkat kesilmelidir. Akıl olmayan yerde hayat ve ya­şama olmaz, ölüm olur, insan öyle bir yerde yaşayan ölü olur.»

Genel olarak ahlâki sıfatlarda, beşeri tamamen koru­yabilecek takva ve iffet istiyoruz. Güçlü ve kuvvetli iken elinin altındaki güçsüzlere karşı adalet, zorbaya karşı yi­ğitlik ve cesaret, dayanıklılık ve doğruluk, başkalarına değil kendine güven istiyoruz. Vefa, samimiyet ve sevgi istiyoruz. Bütün bunlar iman ışığında elde edilebilir.

RUH VE VÜCUT SAĞLIĞI

İmanın diğer bir etkisi de ruh ve cisim sağlığıdır. Hz. Ali (A.S.) takva ile ilgili olarak «Ruhsal ve fiziksel has­talıkların ilacıdır» diyor. Elbette ki iman bir iğne, ilaç, hap değildir. Ruh ve vücut sağlığında; insan, imanlı bir kişinin ruhî bir güven, sağlam bir sinir ve kalbe sa­hip olduğunu bildiği vakit etkisini gösterir. Ne yiyip ne içeceğini düşünmez, başkalarını kıskanarak haset ateşi ile tutuşmaz. Hırs ve tamah ateşi yüreğini kaplamaz. Si­nirsel hastalıklar onu mide ve bağırsak hastalıklarına ya­kalatmaz. Aşırı şehvet onu güçsüz kılmaz, ömrü daha uzun olur.

Ruh ve sinir sağlığı daha çok imana bağlıdır. Ruh­sal hastalıkların her gün biraz daha artması ve hastaneleri doldurması günümüzde sosyal sorunların başında gelmektedir. İstatistikler göstermektedir ki, bu tür has­talıklara yakalananların çoğunluğunu imandan nasibini almayan sınıf teşkil etmektedir. Bu ruhsal hastalıkların kaynağı sosyal mahrumiyetlerdir. İman ilk müdahale ila­cı hükmündedir. İman, her türlü mahrumiyete teslim


olup rıza göstermek demek değildir. Şu demektir ki; ima­nı olan kimseyi mahrumiyet sarsmaz.

ÇEVREYE UYUM SAĞLAMAK

İmanın diğer bir etkisi de toplum fertleri arasında uyum sağlamaktır. Biyolojinin belli başlı ilkelerinden biri de, bir varlığın yaşamını sürdürmesinin ilk şartı ya­şayacağı ortam şartlarının o varlığın özel yapısı ile uyum içinde olmasıdır. Eğer uyum sağlamıyorsa, yaşamını sür­dürebilmek için bulunduğu, ortama uyum sağlayabilecek değişiklik icat etmelidir. Ama ortama uyabilecek bir değişiklik icad etmezse o varlık yok olmaya mahkûmdur.

Beşer de doğal yaşam noktası açısından ayna durum­dadır. Eğer uygun olmayan bir ortamda bulunuyorsa, bu­yandan iç organları onu ortama uydurabilmek için çalış­malarını sürdürürken, diğer yandan da kendisi kendi ya­ratıcılığı ile tabiat ve ortam unsurları ile mücadele ede­rek onları kendisine uydurmaya çalışır.

İnsanın doğal ortamdan başka sosyal ortamı da var­dır. Bu ortamla da uyum sağlamalıdır. Sosyal unsurlar; Çeşitli sıfatlardaki toplum fertleri, davranışları, bu top­lumda hüküm süren kanun kural ve geleneklerden iba­rettir. İnsanın toplumsal bir ortamda yaşayabilmesinin şartları ise şahsi istekler ve gereksinimlerden ibarettir. Bu ikisi birbirine uymalı. Gerek toplum gerekse fert uyum sağlamalıdır. Toplumun uyumu, camianın çı­karlarını koruması ve camia çıkarları çerçevesinde dön­mesidir. Ferdin uyumu ise toplumun çıkarlarına rıza göstererek şahsi isteklerinden vazgeçmesidir. Birinci aşa­mada fert ile toplum arasında tabii olarak hiç bir uyum mevcut değildir. Çünkü çeşitli insanlardan oluşan toplum­da her ferdin değişik görüş ve istekleri vardır, diğer fertlerin görüş ve isteğine ters olarak, aralarında uyumsuz­luk ve tezat vardır. Her iki tarafta aynı istek olmalı ki uyum sağlanabilsin. Din bu uyumun asıl sağlayıcısıdır. Zira din topluma adalet, ferde ise rıza ve teslimiyet bah­şediyor.

RIZA VE TESLİMİYETİN ANLAMI

Rıza konusu geçince bazıları, ferdin, toplumun ken­disine vereceğine rıza göstererek kanaat etmesi iyi de­ğildir, donukluk ve hareketsizlik nedenidir, oysa göster­memek hareketlilik kazandırır, diyebilirler.

Arz edeyim: Rıza göstermek iki kısımdır; Birisi şu ki, fert kendi hakkına razı olmalı, istenen de budur. Hiç kimse her şey benim olmalı dememelidir. Kendi hakkına razı olmalıdır. İkincisi ise; zulüm ve haksızlığa rıza gös­termektir, işte bundandır ki, isyan edip rıza göstermemek kemale erişmenin bir gereği sayılır. Dinî açıdan bu konularda rıza göstermek sadece sevilmeyen bir şey olmayıp günahtır da.

NEFSE TASALLUT

İmanın diğer bir özelliği de tam anlamıyla nefse hâkim olmaktır. Nefse hâkim olmanın dinî bir anlam ta­şıdığı, din olmazsa nefse hâkim olanın da gerekmeyeceği şeklinde düşünülmemelidir. Bu batıl bir düşüncedir. Nef­se hâkim olmak, adalet ve doğruluk gibi ahlâki mefhum­lardır. Dine inanmayan bile bunları inkâr edemez. Bun­lar dinin füruatı değil ve din bunları icat etmemiştir. Belki, din bunları daha iyi bir şekilde uygulamaya koy­muştur.

Çağımızın ünlü düşünürlerinden biri diyor ki; İnsanın önünde üç düşmanı var ve üç cephede savaşmaktadır; tabiat cephesi, diğer fertler cephesi, dahili ve nef­si cephe.

Birinci aşamada bir noktaya kadar başarılı olmuştur. Soğuk, sıcak, hastalıklar ve belalara karşı korunmada başarılı olmuştu. Her ne kadar deprem ve kanser gibi belalara karşı başarılı olmamışsa bile diğer fertlerle mücadele devam etmektedir. Hepsinden önemlisi nefisle mücadeledir. Herkes kendi içinde bir takım geçimsizlikle karşı karşıyadır.

Yüce peygamberimizden naklolunan ünlü; «Küçük cihadı başarıyla ifa edip büyük cihadı üstlenenlere mer­haba» hadisi şerifi bunu ifade etmektedir. Ancak insanı nefsine musallat kılarak onu kontrol altına aldırabilen tek şey iman ve dindir.

Ünlü şair Şeyh Sadi diyor ki: Bir yaşlıya sordum; «Düşmanların arasında en tehlikelisi iki omuzun arasın­da karar kılan nefsindir» hadisinden ne anlıyorsun? Ne verirsen ver sana karşı çıkan doymak bilmeyen nefsi an­lıyorum diye cevap verdi.

İLİM VE BAŞARI

Dikkat edilmesi gereken bir başka konu daha vardır, oda şu ki, imanın büyük bir sermaye olduğu doğrudur. Ancak bu sermayeden yararlanmak da diğer sermayeler gibi ilim ve başarı ister. Belki insan gerektiği gibi yararlanamayabilir. Veya bundan farkında olmadan su isti­fade edebilir. Veya başka bir kimse insanın dinî duygu­larından su istifade edebilir. Bu kendi başına geniş bir konudur ki başka bir yerde tafsilatı ile anlatacağız.

 



[1]-  Ne zaman kötü bir iş görseler «babalarımızdan böyle gördük, onlar da böyle yapardı, Allah'da böyle buyurmuştur bize. Şüphe yok ki Allah, kötü işlerin yapılması için emir vermez. Bilmediğiniz hal­de Allah'a iftira mı ediyorsunuz?»