İSLÂM'DA TOPLUM VE TOPLUMSAL İLİŞKİLER
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com


İSLÂM'DA TOPLUM VE TOPLUMSAL İLİŞKİLER

1- İnsan ve Toplum
2- İnsan ve Toplumdaki Gelişimi

Toplumsallaşmaya İlk Davet Edenin Peygamberler
Olması Üzerine

3- İslâm'ın Topluma Yönelik İlgisi
4- İslâm açısından Fert ve Toplum İlişkisi

Kur'an'ın Fertlerle İlgilendiği Kadar Tolumlarla da İlgilenmesi Üzerine

5- İslâm'ın Toplumsal Sistemi Uygulanabilir ve Kalıcı mı?

7- Akıl Mantığı ve Duygu Mantığı

8- Ödülü Allah'tan Beklemenin ve Diğerlerine Önem

Vermemenin Anlamı

9- İslâm'da Özgürlüğün Anlamı

10- İslâm Toplumunda Değişme ve Tekâmülün Yolu

11- İslâm Kanunları Bugünkü Hayatı Mutlu Edebilir mi?

12- İslâm Toplumunun Önderi ve Tutumu

13- İslâm Devletinin Sınırı, İtibarî ve Coğrafî Sınırlarla

Değil; İnançla Belirlenir

14- İslâm'ın Her Yönüyle Toplumsal Oluşu

15- Hak Dinin Dünyaya Egemenliği ve Sonucun Takvaya

Ait Oluşu

1- İnsan ve Toplum

İnsan türünün toplumsal bir tür olduğunu ispat etmek için çok araştırma yapmaya gerek yoktur. Çünkü bu türün her ferdi bu fıtrat üzerine doğar. [Yani toplumsal yaşayış garizesi, her insanın fıtratında yatmaktadır.] Tarihin ve insanın yaşadığı ve yeryüzünde egemenlik kurduğu en eski çağların hikâyesini yansıtan elimizdeki kalıntıların anlattıkları üzere insan her zaman toplum hâlinde yaşayagelmiştir.

Bunu bize en güzel şekilde Kur'an haber veriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık..." (Hucurât, 13) "Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık ve bir kısmı, diğer bir kısmı çalıştırması için bir bölümünü bir bölümü üzere derecelerle yükselttik." (Zuhruf, 32) "Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195) "Ve insanı sudan (meniden) yaratıp da ona, (ana-baba tarafından) soy-sop, (karı-koca tarafından) akrabalık veren Odur." (Furkan, 54) Bu konuda daha birçok ayet vardır.[12]

2- İnsan ve Toplumdaki Gelişimi

İnsan toplumu, onun diğer ruhî (psikolojik) özellikleri ve bu özelliklerle bağlantılı yetenekleri gibi, ilk ortaya çıkışında gelişme ve artma kabul etmez bir eksiksizlikte ve olgunlukta ortaya çıkmamıştır. Tersine insan toplumu, insan algılaması ile ilgili diğer ruhî özellikleri gibi maddî ve manevî alanlardaki olgunlaşmalarına paralel bir şekilde gelişip olgunlaşmaktadır. Gerçekten bu insanî özelliğin diğer özelliklerinden ayrılarak daha ilk ortaya çıkışında olabileceği kadar olgun ve en gelişmiş düzeyde olması beklenemezdi. Tersine bu özellik, ilim ve irade ile bağlantılı diğer insanî özellikler gibi tedrici bir gelişme hâlinde olmuştur [ve zaman süreci içerisinde gelişip kâmilleşmiştir].

İnsan türünün gelişim tarihi incelendiğinde, ilk görülen toplum biriminin evlilik sonucu oluşan aile toplumu olduğu ortaya çıkar. Çünkü bu toplum biriminin doğal faktörü olan üreme ve çoğalma sistemi [yeme, içme ve benzeri işlerin aksine] toplumlaşmayı sağlayan en güçlü faktördür. Zira bu toplum birimi temelde ancak birden çok ferdin varlığı hâlinde gerçekleşebilir. Oysa beslenme ve benzeri insanî faaliyetlerde böyle bir zorunluluk yoktur.

Arkasından, bu kitapta daha önce yaptığımız incelemelerde istihdam (=diğerlerini hizmete alma ve üstünlük taslama) adını verdiğimiz insanî özellik kendini gösterdi. İstihdam; insanın, ihtiyaçlarını giderme konusunda başka insanları aracı kılması demektir. İnsan bunu egemenlik alanını genişleterek, iradesini diğer insanlara dayatarak gerçekleştirir. Sonraları bu insanî özellik, reislik biçiminde kendini gösterdi. Aile reisliği, aşiret reisliği, kabile reisliği, millet reisliği gibi. Doğal olarak ilk zamanlar öne çıkan reisler, o toplum birimi içindeki en güçlü ve en yiğit kişiler oldu. Sonraları en yiğit, en zengin ve en çok çocuklu fertler toplumlarının reisleri oldu. En sonunda hikmet ve siyaset dallarındaki en bilgili fertlerin reis oldukları bir aşamaya ulaşıldı. Putperestliğin ortaya çıkmasının ve günümüze kadar ayakta kalmasının temel ve ilk sebebi işte bu durumdur. İnşallah ilerde bu konuyu geniş bir şekilde inceleyeceğiz.

Sözünü ettiğimiz çağlarda her ne kadar insanlık, toplum hâlinde yaşama özelliğinden -tüm kısımları ile; hem evliliğe dayalı bir aile topluluğu, hem de diğer topluluk hâllerinden- her ne kadar kısa bir dönem için bile ayrı düşmedi ise, insan o zamanlar bunun ayrıntılı biçim-de bilincinde değildi. Tersine bu dönemlerde insan istihdam, savunma ve benzeri güdüler gibi kendisi ile ilgili diğer özelliklere bağlı olarak yaşayıp gelişiyor, olgunlaşmasını sürdürüyordu.

Kur'an bize haber veriyor ki, insanın dikkatini toplum üzerine ayrıntılı biçimde çeken ve bağımsız bir şekilde onun korunmasına ilgi gösteren ilk mesaj, nübüvvet mesajı [yani peygamberler] olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler." (Yûnus,19) "İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arsında anlaşmazlığa düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi." (Bakara, 213)

Yüce Allah bu ayetlerde haber veriyor ki, insan en eski çağlarda sade yapılı bir tek ümmet idi, fertleri arasında ihtilâf yoktu. Zamanla ihtilâflar baş gösterdi, çatışmalar ortaya çıktı. Bunun üzerine yüce Allah peygamberler gönderdi ve insanlar arasındaki anlaşmazlığı gidermek, onları toplumsal birliğe yöneltmek ve bu birliği, teşri ettiği yaslarla koruma altına almak için de bu peygamberlerle birlikte kitaplar da indirdi.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerinde de şöyle buyuruyor: "O; 'Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi; İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de (din olarak) yasallaştırdı." (Şûrâ,13) Yüce Allah bu ayette haber veriyor ki, insanlar arasındaki ihtilâfı giderme ve aralarında görüş birliği meydana getirme girişimi, dini ayakta tutma ve onda ayrılığa düşmeme çağrısı şeklinde ortaya çıkmıştır. [Yani; halkın arasından ihtilafı kaldırıp yerine birlik ve dayanışmayı icat etmek, ancak toplumsal ilişkilerin dinle düzenlenmesi ve dinde birliğin sağlanması ile müyesserdir.] Çünkü din o insanlara sağlıklı toplumu garanti ediyordu.

Görülüyor ki, bu ayette bu toplumsallaşma ve birlik çağrısını, şeriat ve kitap sahibi peygamberlerin ilki olan Hz. Nuh'a dayandırarak naklediyor. Sonra bu çağrı sıra ile Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya dayandırılıyor. Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in şeriatlarında çok az sayıda hüküm vardı. Bu dört şeriatın en geniş kapsamlısı -Kur'an'ın bildirdiğine göre- Hz. Musa'nın şeriatı idi. Onu kapsam zenginliği bakımından Hz. İsa'nın şeriatı izliyordu. Eldeki İnciller de bunu ortaya koyuyor. Söylendiğine göre Hz. Musa'nın şeriatında yaklaşık olarak sadece altı yüz hüküm vardı.

[Şu neticeye varıyoruz ki:] Toplumsallaşmaya ilişkin açık ve bağımsız çağrı nübüvvet kaynaklı olarak din biçiminde başladı. [Şöyle ki Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin dine davet etmelerini toplumsal birliğe davet etmekle özdeş saymıştır. Dolayısıyla toplumsal hayatın tesisi için, insanlığa ilk açık davet peygamberler tarafından sunulmuştur.] Bunu Kur'an açıkça belirttiği gibi, ilerde değinileceği üzere tarih de onaylamaktadır.

3- İslâm'ın Topluma Yönelik İlgisi

Hiç şüphesiz İslâm dini, yapısını (temelini) açık bir biçimde toplum temeli (toplum hayatı) üzerine kuran ve hiçbir ananında toplum konusunu göz ardı etmeyen tek dindir. Eğer bu konuda etraflıca bilgi edinmek ve bu gerçeği daha net olarak görmek istiyorsan, insan düşüncesinin saymaktan âciz kalacağı insanî faaliyetlerin genişliğine, bu faaliyetlerin bölümlerine, cinslerine, türlerine ve çeşitlerine bak. Arkasından bu ilâhî şeriatın söz konusu faaliyetleri nasıl saydığına, kapsamına aldığına ve her birine yönelik hükümler koyduğuna bak. Şaşar kalırsın. Sonra da bu faaliyetleri nasıl toplum çerçevesine aldığına bak. O zaman bu dinin toplumsal ruhu bütün insan faaliyetlerine mümkün olan en yüksek düzeyde işlediğini görürsün.

Sonra da elde ettiğin bulguları Kur'an'ın ilgi alanına giren diğer hak şeriatlarla karşılaştır, ki bu şeriatlar Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın ve Hz. İsa'nın şeriatlarıdır. Bu karşılaştırmayı yapınca İslâm ile onlar arasındaki oran farkını ve bu dinin topluma verdiği önemi yakından görürsün.

Kur'an'ın ilgi alanına girmeyen putperestlik, Sabiîlik, Manîlik ve Senevîlik (Mecusilik) gibi dinlerin şeriatlarında bu durum daha açık ve daha belirgindir.

Şimdi de uygar ve uygar olmayan milletlerin bu konuya ilişkin durumlarına gelelim. Bu konuda tarihin bize anlattığı sadece şudur: Bu milletler, toplumu istihdam esasına bağlama ve fertleri monarjik bir hükümetin egemenliği ve kralların sultası altında tutma ilkesine dayanma biçiminde özetleyebileceğimiz insanlık tarihinin ilkel mirasına bağlı kalmışlardır. Kavim, yurt ve bölge esasına dayanan toplumlar, kendi toplumsal yaşayışına müstakil bir ilgi göstererek bunu inceleme ve uygulama konusu etmeksizin krallık ve reislik bayrağı altında yaşıyorlardı; veraset (gelenek), bölge ve bezeri faktörler ile yönlendiriliyorlardı. Öyle ki din (İslâm) güneşi doğup da aydınlığını yaygınlaştırmaya başlayınca, o günün dünyayı egemenliği altında tutan büyük milletleri, yani Roma ve Fars (İran) imparatorlukları bile, milletlerini krallık ve sultanlık bayrağı altında toplayan birer Kayser ve Kisrâ toplumundan başka bir nitelik taşımıyorlardı. Toplum, gelişme ve ilerlemesinde bu krallara ve sultanlara bağlı idi ve onların ağır temposuna uyarak yerinde sayıyordu. [Yani toplumdaki ilerleme, gelişme; gerileme, duraklama ve çöküş, kral olan tek bir kişinin iradesine bağlıydı.]

Evet, o milletlerin devraldıkları mirasta Sokrates, Aristoteles ve Eflâtun (Platon) gibi filozofların yazılarında yer alan sosyal incelemeler vardır; yalnız bunlar uygulama imkânına sahip olamayan sayfalar ve kağıtlar, somut olaylarla dış dünyaya yansımayan zihnî örnekler ve kuramsal=teorik saplantılardan ibaretti. Vârisi olduğumuz tarih, sözümüzün doğruluğuna en âdil şahittir.

İnsan türünün kulağını tırmalayarak bu türü toplum konusu ile ilgilenmeye çağıran, bu konuyu ihmalkârlık ve bağımlılık hükmü dışında bağımsız bir konu yapmayı öneren ilk ses, İslâm Peygamberinin yani Hz. Muhammed'in -ki onun üzerine en üstün selam ve salat olsun- çağrısıdır. Peygamber Efendimizin (s.a.a) kendisine Rabbinden inen ayetlerle insanları topluluk hâlinde mutlu hayata ve temiz geçinme biçimine çağırdı.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bu, benim dosdoğru yolumdur; topluca ona uyun. Sizi Onun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın." (En'âm, 153) "Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın... Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun. (Bu emir, toplumu bölünme ve parçalanmaktan korumaya işaret ediyor.) İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın." (Âl-i İmrân, 103-105) "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar (var ya), senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur." (En'âm, 159) Kur'an'da bunlar gibi insanları toplum ve birlik ilkesine çağıran birçok mutlak anlamlı ayet vardır.

Yine yüce Allah buyuruyor ki. "Müminler ancak kardeştirler. O hâlde kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin." (Hucurât, 10) "Birbirinizle çekişmeyin; sonra çözülüp yılgınlaşırsınız ve gücünüz gider." (Enfâl, 46) "Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun." (Âl-i İmrân, 104) Kur'an'da bunlar gibi ittifak ve birliğe dayalı bir İslâm toplumu oluşturmayı emreden ve bu toplumun çıkarlarını, maddî ve manevî ayrıcalıklarını gözeterek onu savunmaya çağıran başka birçok ayet vardır. İlerde bu konuyu biraz daha geniş bir şekilde inceleyeceğiz.

4- İslam Açısından Fert ve Toplum İlişkisi

Hilkat (yaratma) ve icat mekanizması, önce bazı eserleri ve özellikleri olan birtakım temel elementler var eder. Sonra aralarındaki ayrılıklara rağmen onları birbirleri ile uyuşturup birleştirir. Bu sentez sonucunda temel elementlerdeki görünen faydalara ek olarak, bu unsurlar yeni faydalar (kabiliyetler) kazanır. Meselâ, insanın birçok maddî ve manevî kabiliyetleri olan unsurları, vücut bölümleri, organları ve güçleri vardır. Bunlar kimi zaman uyumlu bir şekilde birleşirlerse, güçlenir ve büyüklük kazanırlar. [Şöyle ki, birleşerek daha güçlü ve yeni bir kabiliyet odağının oluşmasına sebep teşkil ederler.] Söz konusu parçaların ağırlığı ile bu parçaların oluşturduğu bütünün ağırlığı, vücut dengesini sağlama, bir taraftan başka bir tarafa dönme ve benzeri kabiliyetler gibi.

[Dolayısıyla unsurların her birinin tek başına ağırlığıyla bütünün ağılığı, elementlerden birinin kapladığı yerle bütünün kapladığı yer veya bunların gelişme ve kemâle erme için taşıdıkları kabiliyetler, istidatlar tamamen birbirinden farklıdır.] Kimi zaman da uyumlu olarak bir araya gelmezler; uyuşmazlık ve farklılık durumunda kalırlar. İşitme, görme, tatma, irade ve hareket gibi.

Yalnız bunların hepsi sentez birliği açısından bir tek yaratığın, yani insanın kontrolü altındadırlar. O zaman insan vücudunu oluşturan elementlerin her birinde ayrı ayrı bulunmayan faydalar (kabiliyetler) elde edilir. [Yani bu unsurlar (elementler), ayrı hâldeyken sahip olmadıkları birçok yeni kabiliyetlere sahip olurlar.]

Bu faydalar aksiyon, reaksiyon türünden faydalar ile manevî ve maddî faydalar gibi sayıca pek çoktur. Bu faydalardan biri vücut azalarının bu uyumu sayesinde tek bir faydadan, şaşılacak kadar çok faydanın meydana gelmesidir. Meselâ, insanın ana maddesi olan ve onu oluşturan meni; gelişimi kemale erince, kendinden bir bölümünü dışarı salmaya (üretmeye) ve onu başka bir eksiksiz insan olarak yetiştirmeye kadir olur. Bu yeni yetişen insan, aslının ve üreme kaynağının yaptığı maddî ve manevî eylemlerin benzerlerini yapar. [Yani insanı oluşturan nütfe, madde olarak aynı maddeyi üretmek suretiyle gelişir. Gittikçe gelişen bu maddeden, maddî ve manevî yöne sahip mükemmel bir insan meydana gelir.]

Buna göre insan fertleri, çokluklarına rağmen insandırlar. İnsan birdir [ve bir türün adıdır]. Bu fertlerin eylemleri sayıca çok olmakla birlikte tür olarak birdir. Bu yüzden, bu eylemler (fiiller) bir araya toplanıp birleşebilirler. Birleşen ve aralarında uyum bulunan bu eylemler, değişik kaplara bölüştürülen sulara benzer. Bu sular aynı türün özelliklerini taşıyan çok miktarda sulardır. Onların çok özellikleri var, ama türleri birdir. Bu sular bir yerde toplanınca özellikleri güçlenir ve etkileri daha büyük olur.

İslâm, bu türün fertlerinin eğitiminde, yetiştirilmesinde ve gerçek mutluluğuna yöneltilmesinde onda varolan bu gerçek anlamı göz önünde bulundurmuştur. Ki bunu göz önünde bulundurmak kaçınılmaz bir gerekliliktir de. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve insanı sudan yaratıp da ona, (ana-baba tarafından) soy-sop, (karı-koca tarafından) akrabalık veren Odur." (Furkan, 54) "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık." (Hucurât, 13) "Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195)

Fert ile toplum arasındaki bu gerçek ilişki, kaçınılmaz biçimde toplumda başka ve yeni bir oluşuma yol açar. Ancak bu oluşum fertlerin varlıkları, güçleri, özellikleri ve [toplumsal hayattaki] etkileri ile orantılıdır. [Yani toplum diye adlandırdığımız bu oluşum, fertlerin onu desteklediği oranda gelişir.]

Böylece toplum için de fertlerin varlığından ve bu varlığın özelliklerinden fazla olan ek bir oluşum meydana gelir. Bu gözlenebilen açık bir gerçektir. Bundan dolayı Kur'an ümmetler (toplumlar) için fertlerden ayrı bir varlık, yaşama süresi, kitap, bilinç, kavrama yeteneği, eylem, ibadet ve itaatsizlik kabul etmiştir.

Nitekim yüce Allah aşağıdaki ayetlerde şöyle buyuruyor: "Her ümmet için bir ecel (belirlenmiş bir süre) vardır. Ecelleri gelince, ne bir an gecikebilirler ve ne öne geçebilirler." (Araf, 34) "Her ümmet kendi kitabına çağrılır." (Câsiye, 28) "İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik." (En'âm,108) "Onlardan aşırılığa kaçmayan (mutedil) bir ümmet (toplum) var." (Mâide, 66) "Kitap ehlin-den bir topluluk var ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar." (Âl-i İmrân, 113) "Her ümmet kendi peygamberini yakalamaya yeltendi. Hakkı batıl ile yok etmek için batıla dayanarak mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasıl olurmuş (görsünler)!" (Gafir, 5) "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir." (Yûnus, 47)

İşte biz bu ayetler ışığında Kur'an'ın fertlerin hikâyeleri ile ilgilendiği kadar, hatta ondan daha fazla milletlerin tarihleri ile ilgilendiğini görüyoruz. Kur'an bu ilgiyi tarihçilerin sadece ünlü kralların ve liderlerin durumlarını kayda geçirmekle uğraştıkları dönemlerde göstermiştir. Tarihçiler ancak Kur'an indikten sonra milletlerin ve toplumların tarihleri ile meşgul olmaya başladılar. Bu ilgiyi de bir dereceye kadar Mes'udî ve İbn-i Haldun gibi tek tek tarihçilerde görüyoruz. Nihayet nakle dayalı tarih anlayışında son zamanlarda şahısların yerine milletleri koyan bir değişiklik meydana geldi. Söylendiğine göre bu çığırın açıcısı, milâdı 1857 yılında ölen Fransız kökenli Auguste Camte (Ogust Kont) olmuştur.

Bu söylediklerimizin kaçınılmaz kıldığı sonuç şudur: Daha önce işaret edildiği üzere toplumsal güçler ve özellikler güçlüdürler ve çatışma, zıtlaşma durumunda ferdî güçleri ve özellikleri yenilgiye uğratırlar.

Üstelik gözlem ve tecrübe hem aksiyoner, hem de reaksiyoner güçler ve özelliklerde bunun böyle olduğuna şahittirler. Meselâ, kavgalarda, toplumsal ayaklanmalarda ve sosyal saldırılarda görüldüğü gibi herhangi bir konuda toplumun gayreti ve iradesi harekete geçince, o toplumun şahıslarından ya da alt guruplarından kaynaklanan hiçbir karşıt ya da zıt irade ona karşı duramaz. Bu yüzden parçanın (alt gurubun) bütününe uyması ve onun hareketlerine ayak uydurması kaçınılmazdır. Öyle ki, böyle durumlarda toplum [ve toplumsal gelenekler], fertlerinin ve alt guruplarının bilincini giderir [onların idrak ve anlama güçlerini etkilemekle birlikte bu erdemlerini tamamen yitirmelerine sebep olur].

Nitekim genel korku ve dehşet durumları da böyledir. Ordunun yenilgisi, güvensizlik, deprem, kıtlık, veba gibi. Hatta bunlardan daha alt düzeyde olan geleneksel töreler, milli modalar ve bunlara benzer toplumsal irade hareketleri, fertleri kendilerine uymak zorunda bırakır, onların idrak ve düşünme yeteneğini ortadan kaldırır.

İşte İslâm'ın, hiçbir başka dinde ve hiçbir uygar milletin gelenek sisteminde eşine rastlayamayacağımız bir ciddiyetle toplumun konumuna önem vermesinin gerekçesi budur. -Ki belki sen bu önemin çapını kabul etmezsin.- [Topluma öylesine önem vermenin nedeni de açıktır.] Çünkü toplumun temeli olan, onu oluşturan ferdin ahlâkını ve içgüdülerini terbiye edebiliriz. Fakat toplum içerisinde karşıt ve zıt ah-lâk anlayışı ve eğilimlerin varlığı hâlinde bu ferdî terbiye gayretinin başarı şansı yoktur. Ancak çok az bir başarı kazanabilir ki, karşılaştırmaya ve değerlendirmeye tâbi tutulduğunda hiçbir değeri olmadığı, yok denilecek kadar az olduğu görülür.

Bundan dolayı İslâmiyet hac, namaz, cihat, infak ve özetle dinî takva kuralları gibi en önemli hükümlerini ve yasalarını toplumsal hayatı esas alarak ortaya koymuştur. İslâm dini, [toplumsal hayatın kıvamını korumak ve toplumu ulaşması gereken erdemlere yöneltmek için] dinin genel ilkelerini ve sınırlarını korumakla görevli olan İslâmî hükümet güçlerinin (İslâm devletinin), ayrıca bütün ümmetin omuzlarına yüklenmiş bir farz olan iyiliğe çağırma, marufu emredip kötülükten sakındırma görevinin yanında, gerçek mutluluğu, Allah'a yakın olmayı ve Onun katında derece kazanmayı İslâm toplumunun (ortak) hedefi yaparak koymuş olduğu bu kuralların koruyucusu olmuştur. Ki her toplumun ortak bir hedefe sahip olması da vazgeçilmez bir gerekliliktir.

Söz konusu ortak ve toplumsal hedef [toplumun bütün fertlerinde bulunan] bir iç denetleyicidir. Öyle ki, insanın görünen yanları bir yana içinde sır olarak sakladığı hususlar bile, iyiliğe çağıran guruplardan ve marufu emredip kötülükten sakındıran topluluklardan gizli tutulsa da ondan gizli tutulamaz. İşte bizim daha önce vurguladığımız İslâm'ın topluma yönelik önemini diğer gelenek ve akımların (ekollerin) bu konuya verdikleri önemden daha üstün ve ileri olduğu biçimindeki gerçek budur.

     5- İslâm'ın Toplumsal Sistemi Uygulanabilir ve Kalıcı mı?

Şayet şöyle bir söz diyebilirsin: Eğer söylendiği gibi İslâm'ın sağlıklı toplum oluşturmaya yönelik görüşü, gerçekten kalkınmış uygar milletlerin oluşturduğu toplumlarınkinden daha ileri yapıda ve daha titiz temelli ise, niye çok kısa bir dönem dışında uygulamaya konamamış, o kısa dönemin arkasından varlığını koruyamayarak Kayser ve Kisrâ toplumlarına dönüşmüş, kendisinden öncekilerden daha kötü uygulamalar yapan bir imparatorluk hâline gelmiştir. Oysa varlığını sürdüren Batı uygarlığının oluşturduğu toplumda bu dönüşümler söz konusu değildir.

Bu durum batılıların medeniyetlerinin daha ileri ve toplumsal sistemlerinin daha kusursuz ve daha sağlam temelli olduğunun delilidir. Batılılar, sosyal sistemlerini ve yürürlükteki yasalarını millet iradesi, insanların doğal eğilimlerinin önerisi esasına dayandırmışlar. Sonra da bu konuda çoğunluğun iradesini ve önerisini geçerli saymışlardır. Çünkü normalde bütünün iradesi bir noktada birleşmez. Çoğunluğun üstünlüğü, tabiatta geçerli ve gözlemlenen bir ilkedir. Biz maddî nedenlerin ve doğal sebeplerin sürekli olarak değil, ancak çoğu zaman etkili olabildiklerini görüyoruz. Birbirleri ile çatışan değişik faktörlerde de durum böyledir. Onların da bütünü veya azınlığı değil, çoğunluğu etkili olabiliyor. Buna göre toplum iskeletinin, amacı, geçerli sistemleri ve yasaları bakımından çoğunluğun iradesine dayandırılması en uygun tercihtir.

Dinin varsayımına gelince, günümüzün dünyasında bu, varsayım aşamasının ötesine geçmemiş bir özlemden ve ulaşılmaz bir düşünce idealinden başka bir şey değildir.

Buna karşı, çağdaş uygarlık hangi ülkeye girdiyse, topluma güç ve mutluluk, bireylere güzel ahlâk kazandırdı ve onları toplumun beğenmediği, hoş karşılamadığı olgulardan ibaret olan yalan, hıyanet, zulüm, sertlik vb. rezaletlerden arındırdı.

Anlattığımız bu görüş, Şarklı araştırmacılarımızın bir kesiminin, özellikle sosyal ve psikolojik araştırmalar alanında fikir yürüten seçkin öğrencilerimizin gönüllerinde yatan görüşlerin özetidir. Fakat onlar bu araştırmaya yanlış bir yerden girdikleri için doğru bakış açısını seçememişlerdir. Bu dediğimizi açıklamak için diyoruz ki:

Onların, "İslâm'ın sosyal sistemi, mevcut şartların oluşturduğu ortamda günümüz dünyasında uygulanamaz. Ama çağdaş uygarlığın kuralları ve gelenekleri böyle bir imkânsızlıkla karşı karşıya değildir. Bunun anlamı şudur: Günümüz dünyasının şartları İslâm'ın ortaya koyduğu hükümlerle uyumlu değildir." sözleri doğrudur ve bunu kabul ediyoruz. Fakat bu insanı bir sonuca ulaştırmaz. Çünkü insanlık âleminde yürürlükte olan bütün sistemler bir zamanlar yokken sonradan ortaya çıktı.

Üstelik, bu ortaya çıkışları sırasında geçerli olan şartlar ve uygulamalar bu sistemlere karşıt, onları dışlayıcı nitelikte idi. Buna rağmen bu yeni sistemler ortaya çıkmıştır; eski, kökleşmiş ve süreklilik kazanmış gelenekler ile çatışmışlardır. Kimi zaman ilk ortaya çıkışlarında bastırılmışlar, bozguna uğratılmışlardır. Fakat ikinci ve üçüncü kez ortaya çıkmışlar. Sonunda üstün gelerek yerleşmiş ve egemenliklerini elde etmişlerdir. Kimi zaman da kaybolmuşlar, kökleri kazılmıştır. Çünkü şartlar ve faktörler gelişmelerine yardımcı olmamıştır. Tarih, bütün dinî ve dünyevî sistemler konusunda bu kuralın şahididir.[13] Bu kural demokrasi ve sosyalizm sistemleri hakkında da hükmünü yürütmüştür. Yüce Allah şu ayette buna benzer bir duruma işaret ediyor: "Sizden önce ilâhî yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar geldi geçti. O hâlde yeryüzünü gezin de Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görün." (Âl-i İmrân, 137) Bu ayet, yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etme tutumuna eşlik eden geleneğin güzel ve övülecek bir akıbetle noktalanamayacağına işaret ediyor.

Buna göre herhangi bir sistemin insanlığın mevcut şartlarına uymayışı, onun geçersizliğini ve bozukluğunu ortaya koymaz. Tersine bu uyumsuzluk aksiyon, reaksiyon ve çeşitli faktörlerin çatışması sonucunda yeni olayların oluşumunu gerçekleştirmek ve tamamlamak amacıyla âlemde cereyan eden doğal sistemlerden biridir.

İslâm, doğal ve sosyal bakış bakımından diğer sistemler gibidir. Bu bütünden kopuk ve ayrı değildir. Onun gelişme, geride kalma, faktörlere ve şartlara karşı üstün gelme bakımlarından durumu diğer sistemlerin durumu gibidir.

Dört yüz milyondan fazla[14] insanın vicdanında yer tutmuş ve kalplerine yerleşmiş bir sistem olarak İslâm'ın günümüz dünyasındaki durumu, Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in ve Hz. Muhammed'in (hepsine selam olsun) dinin çağrısını seslendirdikleri dönemdekinden daha zayıf değildir. Bu peygamberlerden her birinin çağrısı bir kişi ile başladı. O günün dünyası fesattan başka bir şey tanımıyordu. Sonra o çağrı yayıldı, kökleşti, hayat buldu, egemenlik dönemleri birbirine eklendi ve günümüze kadar varlığını kesintisiz bir biçimde sürdürdü.

Peygamberimizin (s.a.a) bu çağrıyı duyurmaya giriştiği günlerde bir tek erkek ile bir tek kadından başka yanında hiçbir destekleyicisi yoktu. Sonra bunlara birer birer sürekli katılanlar oldu. O günler tam anlamı ile sıkıntılı günler idi. Sonunda Allah'ın yardımı imdatlarına yetişti. Bu ilâhî yardım sayesinde kişiliklerinde salâhın ve takvanın egemen olduğu fertlerden oluşmuş sağlıklı bir toplum oluşturdular. Müslümanlar bir süre bu toplumsal salâh hâlinde yaşadıktan sonra Peygamberimizin (s.a.a) arkasından bilinen fitneler ortaya çıktı.

Bu kısa süreli örnek, ömrünün azlığına ve alanının darlığına rağmen yarım yüz yıldan az bir zaman zarfında sürekli biçimde etki alanını genişleterek yer yüzünün doğusuna ve batısına yayıldı ve tarihin seyrini, köklü biçimde değiştirdi. Bu köklü değişikliğin önemli sonuçları günümüze kadar görüldüğü gibi ilerde de hep görülmeye devam edecektir.

Sosyolojik ve psikolojik araştırmalar, nazarî tarihe ilişkin yorumlarında dünyada görülen çağdaş gelişmenin ana faktörünün ve yakın kaynağının İslâm sisteminin doğuşu ve ortaya çıkışı olduğunu itiraf etmekten kaçınamazlar. İslâm'ın insanlık camiası üzerindeki etkisini göz ardı eden bütün Avrupalı araştırmacıların bu tutumunun sebebi, sadece dinî taassup ve siyasî sebeplerdir. Olaylara insafla bakan bir uzman araştırıcı, çağdaş uygarlık hareketine nasıl bir Hıristiyanlı hareketi adını ve bu hareketin liderinin ve bayraktarının nasıl Hz. İsa olduğunu ileri sürebilir? O Hz. İsa ki, sadece ruh ile ilgilendiğini, bedenlerle uğraşmadığını, devlet ve siyasetle işi olmadığını açıkça söylüyor.[15]

Ama İslâm'a gelince, o insanları topluluk içinde yaşamaya, dayanışmaya çağırıyor; insan toplumunun ve bu toplumu oluşturan fertlerin bütün yönlerini tasarruf alanı içine alıyor. Acaba batılı araştırmacıların bu görmezden gelmeleri, bu ihmalkârlıkları, sırf İslâm'ın nurunu söndürmek (oysa yüce Allah mutlaka nurunu tamama erdirecek), onun kalplerde yanan ateşini zulüm ve düşmanlık tutumu ile söndürerek onu parçalanmış, birbirinden kopuk nesillerden başka hiçbir eseri olmayan kuru bir kimlik yaftasına çevirmek için değil midir?

Kısacası İslâm, insanları mutluluğa ve temiz hayata yöneltmeye elverişli olduğunu ispat etmiştir. Durumu bu olan bir sistem, insanlık hayatına uyarlanması mümkün olmayan bir faraziye diye adlandırılamaz. Günün birinde dünyanın yönetim dizginlerini ele geçirmekten ümidini kestiği de ileri sürülemez. Amacı gerçek insan mutluluğu olmasına rağmen onun hakkında böyle bir hüküm verilemez. "İnsanlar bir tek ümmet idi..." (Bakara, 213) ayetinin açıklaması sırasında şunları söylemiştik: Evrensel varlıkların durumlarına ilişkin derinlemesine araştırmalar bizi şu sonuca ulaştırıyor: İnsan türü gayesine ulaşacak, ulaşabileceği son noktaya varacaktır. Bu son nokta dünyada İslâm'ın gerçek veçhesi ile kâmil anlamda ortaya çıkması ve insan toplumunun yönetim dizginlerini tam olarak ele geçirmesidir.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu görüşün uygulamaya yansıyacağını İslâm'a vaadetmiştir. O şöyle buyuruyor: "Allah öyle bir topluluk ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler; bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler..." (Mâide, 54)

Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah, aranızdaki iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki müminler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracağını ve onları korkularından sonra güvenliğe dönüştüreceğini vaadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar..." (Nûr, 55)

Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "...ancak salih kullarım yeryüzünün vârisleri olabilirler..." (Enbiyâ, 55) Bu anlamı taşıyan başka ayetler de vardır.

Ortada bu araştırmacıların araştırmalarında göz ardı ettikleri başka bir nokta var ki, o da şudur: İslâm toplumunun yegane prensibi, nazariyatta ve pratik davranışlarda hakka uymaktır. Çağdaş uygarlığı benimsemiş toplumun prensibi ise, çoğunluğun görüşüne ve isteğine uy-maktır. Bu iki prensip, oluşmuş toplumlarda amaç farklılığı gerektirir. Buna göre, İslâmî toplumun amacı akla dayalı gerçek mutluluktur. Bunun anlamı şudur:

İnsan, güçlerinin gereksinimleri konusunda dengeli bir tutum benimseyerek cismin arzularına, onu Allah'ı ibadet yolu ile bilmekten ve tanımaktan alıkoymayacak miktarda cevap verecektir. Cismin arzularına verdiği cevap, kendisini Allah'a ulaştırmaya hazırlayıcı bir geçiş olacaktır. İnsan mutluluğu, bütün güçlerinin mutluluğunu sağlayan bu amaca varmakla mümkündür. Büyük huzur da bundadır. (Gerçi biz bunu bu gün tam olarak kavrayamıyoruz. Çünkü tutarlı bir İslâmî terbiyeye sahip değiliz.)

Bundan dolayı İslâm, kanunlarını hakka bağlılık fıtratı üzerine yaratılmış olan aklın gereklerini gözetme esası uyarınca ortaya koymuştur. Aklıselimi bozacak şeyleri ısrarla yasaklamıştır. Davranışların, ahlâkın ve temel inançların, bunların hepsinin uygulama garantisini toplumun sırtına yüklemiştir. Bu yükümlülüğü hükümetin ve İslâmî yönetimin gözeteceği siyasî, cezaî ve başka icraatlara ek olarak getirmiştir.

Bu durum, insanların genel arzusuna hiçbir şekilde uymaz. Hem zenginler, hem de yoksullar tabakasında görülen arzulara ve ihtiraslara bu acayip dalış, onların bu sisteme boğun eğmesini engeller. Bu sistem insanların haz alma, oyalanma, saldırganlık ve canavarlık konusunda özgürlüklerini kısıtlar. Bu sistem ancak ısrarlı bir uğraşmadan sonra insanların genel arzusuyla uyum sağlayabilir. Bu uğraşı çağrıyı yayma ve terbiyeyi yaygınlaştırma konularında verilmelidir. Aynı zamanda bu uğraşı, elde edilmeleri için insanın kesin gayretine, yeterli uzmanlığına ve sürekli dikkatine muhtaç olduğu yüksek düzeyli işler için gösterilen gayret ölçüsünde olmalıdır.

Mevcut uygar toplumun amacı ise, maddî yarar sağlamaktır. Açıktır ki, bundan içgüdülerin eğilimli olduğu duygusal hayat ortaya çıkar. Bu hayat aklın hak gördüğü ile ister uyuşsun, ister uyuşmasın. Daha doğrusu bu hayat gayesinde, sadece amacına ters düşmediği durumlarda akla uyulur.

Bundan dolayı kanunların konması ve yürütülmesi, toplum çoğunluğunun ve bu çoğunluğun içgüdüsel eğilimlerinin isteklerine uyuyor ve sadece eylemlere ilişkin kanun maddelerinin işlemesi garanti oluyor. Ahlâk ve temel inançların ise, hiçbir işletilme güvencesi olmuyor. İnsanlar isterlerse bunları benimseyip onlara uyuyor, isterlerse onlara uymuyor. Yalnız eğer kanun ile uygulamada üst üste çakışırlarsa, o zaman yaptırım gücü kazanırlar.

Bunun kaçınılmaz sonucu, durumu böyle olan bir toplumun arzusuna uygun düşen şehevi rezillikleri alışkanlık hâline getirmesi ve neticede dinin çirkin gördüğü şeylerin bir çoğunu güzel sayması, kanunî özgürlüğü koz alarak ahlâkî erdemlerle ve yüce inanç ilkeleri ile alabildiğine oynamaktır.

Böyle bir durumun kaçınılmaz sonucu da düşünce türünün akıl yolundan çıkarak duygu ve içgüdü mecrasına girmesidir. Böylece akıl yolundayken kötü ve iğrenç olan kimi davranışlar içgüdülerin ve duyguların mecrasına girilince takva olurlar; delikanlılık, mertlik ve iyi ahlâk adını alırlar. Avrupa'da delikanlılar arasında, erkekler ile evli ve bakire kadınlar arasında, kadınlar ile köpekler arasında, erkekler ile evlâtları ve yakınları arasındaki çoğu ilişkiler ile törenlerde, dans partilerinde ve diğer yerlerde yapılan ve din terbiyesi almış bir kimsenin ağza alamayacağı ahlâksızlıklar gibi.

Böyle kimselere din yolunun âdetleri garip, acayip ve gülünç gelirken dinin bakış açısı ile garip, acayip ve gülünç olan şeyler onlara normal gelebilir. Bütün bunlar farklı yola koyulan düşünce ve idrak türünün farklılığından kaynaklanır. Senin de anladığın gibi bu duygusal sistemde akıl ve düşünceden ancak, maddeden yararlanma ve haz duyma yolunu aştığı kadar yaralanılır. Bu, hiçbir şeyin karşı duramayacağı, hiçbir şeyin engelleyemeyeceği tek gayedir. Bu gayeyi ancak onun türünden olan bir başka gaye engelleyebilir. Bu yüzden sen yürürlükteki kanun maddeleri arasında intihar, düello ve benzeri uygulamalara rastlarsın. Yani toplumun arzuları ve güdüleri ile çatışmadıkça, insan nefsi istediğini, arzu ettiğini yapabilir!

Bu farklılığı iyi düşündüğün takdirde, batıdaki toplum sisteminin neden insanlık camiasının zevkine dinî toplum sisteminden daha uygun geldiğini açıkça anlarsın. Yalnız hatırlatmak gerekir ki, insanın içgüdülerine uygun sistem sadece batı uygarlığının sistemi değildir ki, sırf bu yüzden tercih edilsin. Eski çağlardan zamanımıza kadar müntesipleri arasında uygulanan bütün geleneksel sistemler ilkel olan göçebelik sisteminden uygar olanına kadar hepsi, ilk kez hak dinin çağrısına muhatap olan insanlar tarafından dine tercih edilmekte ortak özelliğe sahip olmuşlardır. Çünkü o insanlar madde putperestliğine boyun eğmişlerdir.

Eğer iyi irdelersen görürsün ki, mevcut batı uygarlığı eski putperestlik sistemlerinin karmasından başka bir şey değildir. Yalnız bu çağdaş putperestlik ferdilikten toplumsallığa ve basitlik aşamasından sanatsal inceliğe dönüşmüştür.

Az önce İslâm sisteminin içgüdülere uymaya değil, hakka uymaya dayandığını söylemiştik. Bu ilke, Kur'an'ın açıkladığı mesajların en be-lirginlerinden biridir. Yüce Allah şöyle buyuruyor. "Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur." (Tevbe, 33) "Allah hak ile hüküm verir." (Mü'min, 20) Yüce Allah müminleri "Onlar hakkı birbirlerine tavsiye ederler." (Asr, 3) diye tanıtıyor. Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz size hak ile geldik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz." (Zuhruf, 78) Yüce Allah, bu ayette hakkın çoğunluğun içgüdüleri ve arzuları ile uyuşmadığını açıkça ifade ediyor.

Başka bir ayette yüce Allah, çoğunluğun arzularına uymanın gereğini reddederek ve öyle davranmanın fesada sebep olacağını vurgulayarak şöyle buyuruyor: "Hayır; o (Peygamber) kendilerine hakkı getirmiştir. Onların çoğu ise, haktan hoşlanmamaktadırlar. Eğer hak onların havâ ve heveslerine uymuş olsaydı, gökler, yeryüzü ve bu ikisinde bulunan varlıklar fesada uğrardı. Tersine biz onlara zikir (öğüt veya şeref)lerini getirdik. Onlar ise, kendi şereflerinden yüz çeviriyorlar." (Mü'minun, 70-71) Olayların akışı ve günden güne fesadın birikmesi, yüce Allah'ın bu ayetteki açıklamasını doğruluyor.

Yüce Allah başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Nasıl gerçeklerden saptırılıyorsunuz?" (Yûnus, 32) Bu ve buna yakın anlamdaki ayetler pek çoktur. Eğer bu konuda daha çok bilgi edinmek istiyorsanız, Yûnus suresine başvurunuz. Çünkü yüce Allah o surede "hak" kelimesini yirmi küsur kez zikrediyor.

"Çoğunluğa uymak, tabiatta da geçerli bir kanundur" sözüne gelince, hiç kuşkusuz tabiat etki bakımından çoğunluğa uyar. Ancak bu, hakka uymak zorunluluğu ile çelişecek ve onu geçersiz kılacak nitelikte değildir. Çünkü bunun bizzat kendisi hakkın bir somut örneğidir. O hâlde kendisini geçersiz kılması nasıl düşünülebilir?

Bunun açıklanması için bu bir kaç noktanın aydınlatılması gerekir:

Birincisi; insanın ilmî ve amelî inançlarının kökleri olan dış gelişmeler, oluşumlarında ve değişme bölümlerinde sebep-sonuç düzenine bağlıdır. Bu, sürekli ve değişmez bir düzendir. İstisna kabul etmez. İlim ve nazariye alanlarında uzmanlaşmış bilginler bu konuda görüş birliğinde oldukları gibi daha önce belirtildiği üzere Kur'an da buna şahitlik ediyor.[16] Dış dünyadaki gelişmelerin sürekliliğinde ve değişmezliğinde sapma olmaz. Hatta çoğunlukla meydana gelmeleri kural sonucu olan olaylarda, çoğunlukla vuku bulma hâli sürekli ve değişmezdir. Meselâ bütün durumlarına kıyasla çoğunlukla ısı meydana getiren ateşin, bu çoğunlukla ısı meydana getirme durumu, onun sürekli bir etkisidir. Diğer olaylarda da durum budur. İşte bu haktır.

İkincisi; insan, fıtratı gereği şu ya da bu şekilde dış dünya kaynaklı ve objektif olarak bulduğu şeye uyar. Böylece o fıtratı uyarınca hakka uyar. Hatta kesin bilginin varlığını inkâr eden bir kimseye, içinde tereddüt uyandırmayan bir bilgi sunulduğu takdirde bu bilgiyi karşı koymadan kabul eder.

Üçüncüsü; öğrendiğin gibi hak, insanın inançlarında kabul ettiği ya da davranışlarında uyduğu dış dünya kaynaklı bir husustur. İnsanın görüşü ve idraki ise, sadece hakka ulaşmaya yarayan bir araçtır. Ayna ile aynaya yansıyan cisim arasındaki ilişki gibi.

Bu üç noktayı kavrayınca açıkça anlarsın ki, tabiatta sürekli veya -süreklilik ve değişmezlik ilkelerine dayalı olan- çoğunlukla meydana gelme hâli demek olan hakikat, sürekli olarak veya çoğunlukla meydana gelen dış kaynaklı olayın niteliğidir, yoksa bu olaya ilişkin bilginin ve idrakin sıfatı değildir.

Başka bir ifade ile hakikat bilginin değil bilinen şeyin sıfatıdır. Dış dünyadaki sürekli olarak ve çoğunlukla meydana gelme hâli de bir yönü ile hak kapsamına girer. Çoğunluğun görüşlerine, inançlarına ve kanaatlerine gelince, bunlar azınlıktakiler karşısında her zaman hak olmazlar. Dış dünyaya uydukları zaman hak olurlar, uymadıkları zaman ise hak olmazlar. O zaman insanın onlara boyun eğmesi yerinde olmaz. Zaten eğer insan dış dünyada olanın farkında olursa, bununla bağdaşmayan çoğunluk görüşüne uymaz.

Meselâ sen eğer bir şeyin doğru olduğundan emin olursan da bütün insanlar sana o konuda ters düşerse, doğal olarak insanların görüşlerine boyun eğmezsin. Eğer böyle bir konuda insanlara uyar gibi görünürsen korktuğun için, utandığın için veya başka bir sebepten dolayı onlara uyar görünürsün. Yoksa insanların o görüşü, uyulması gereken hak bir görüş olduğu için ona uyar görünmezsin. Çoğunluğun görüşünün uyulması gerekli bir hak olmasının gerekli olmadığına ilişkin en güzel açıklama yüce Allah'ın "Hayır; o (Peygamber) kendilerine hakkı getirmiştir. Fakat onların çoğu, haktan hoşlanmamaktadır." (Mü'minun, 70) buyruğudur. Eğer çoğunluğun bütün görüşleri hak olsaydı, ayette sözü edilen çoğunluğun hakkı hoşnutsuzlukla karşılamaları, ona karşı çıkmaları mümkün olmazdı.

Bu açıklama, çoğunluğa uymayı doğal sisteme dayandırmanın yanlışlığını ortaya koyuyor. Çünkü bu sistem bilginin ve düşüncenin kendisinde değil, bilginin ilişkili olduğu dış dünyada geçerlidir. İnsanın bu sistemden iradesinde ve davranışlarında uyduğu husus, çoğunluğun inandığı şey değil, dış dünyadaki meydana gelmeye ilişkin çoğunluktur. Yani insan davranışlarını ve eylemlerini "genelde iyi olan" ilkesine dayandırır.

Kur'an yasal hükümlerinde ve bu hükümlerle ilgili maslahatlarda bu ilkeyi gözetir. Nitekim  yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah sizi zora koşmak istemiyor. Sadece sizi temizlemek, size yönelik nimetini tamama erdirmek istiyor ki, şükredesiniz." (Mâide, 6) "Oruç size farz kılındı. Tıpkı sizden öncekilere farz kılındığı gibi. Umulur ki sakınırsınız." (Bakara, 183) Bunlar dışında da ortaya konan hükümlerin çoğunlukla uygulana gelmişlik gerekçesine dayandığını içeren başka ayetler vardır.

"Mevcut uygarlık gelişmiş ülkelere toplumsal mutluluk sağladı. Fertleri toplumun onaylamadığı çirkinliklerden temizleyip arındırdı." iddiasına gelince, bu söz doğru olmayan ve yanılgılarla karışık bir sözdür.

Öyle sanıyorum ki, böyle diyenlerin toplumsal mutluluktan kastettikleri şey toplumun insan sayısı, güç ve maddî kaynaklardan yararlanma alanındaki gelişme bakımından üstün oluşudur. Oysa birçok kere yaptığımız tekrarlardan öğrenmiş olmalısın ki, İslâm böyle bir gelişmişliği mutluluk saymaz.

Açık delillere dayalı incelemeler de, İslâmiyet'in bu yaklaşımını teyit eder. İnsana özgü mutluluk, ruh ve bedenin birlikte mutluluğundan meydana gelir. Bu mutluluk, insanı maddî nimetlerle nimetlendirir ve onu ahlâkî erdemlerle ve gerçek ilâhî marifetle donatır. İnsanın hem dünya hayatındaki, hem ahiret hayatındaki mutluluğunu ancak böyle bir formül garantiye bağlayabilir. Ruh mutluluğunu göz ardı ederek sadece maddî hazlara dalmaya gelince bu, İslâm'ın gözü ile sadece bedbahtlıktır.

Bizdeki düşünürlerin gelişmiş milletlerin fertlerinde gördükleri doğruluk, dürüstlük, güvenirlik, mertlik gibi iyiliklere duydukları hayranlığa gelince, bu konuda onlara gerçekten uzak bir yanılgı içindedirler. Çünkü bizim doğulu araştırmacıların düşünürlerinin büyük çoğunluğu toplumsal düşünmeyi gerçekleştiremiyor. Onlar ferdî düşünüyorlar. Şöyle ki, eğer içimizden biri kendini ısrarla her şeyden bağımsız bir varlık olarak görürse, gerçek bunun tersi olduğu hâlde şahsının bağımsızlığını ortadan kaldıracak nesnel ilişkilerden kendini soyutlanmış farz ederse, sonra da hayatında sadece kendine çıkar sağlamayı ve kendine gelebilecek zararı başından savmayı düşünürse ve yalnız kendisi ile meşgul olursa, başkasını kendisi ile karşılaştırır ve onun hakkında da kendisi için geçerli gördüğü türden bir bağımsızlığın varlığına hükmeder.

Adamın verdiği bu hüküm -eğer doğru olursa- sadece bu tür bir düşünce tarzını benimsemiş kimseler hakkında doğru olabilir. Buna karşılık toplumsal düşünce tarzını benimseyen kimseler de vardır. Bu düşünce tarzını benimseyen kimse sırf kendini göz önüne almaz. Kendini toplumun bağımlı ve ayrılmaz parçası görür. Kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların bir parçası kabul eder. Toplumun iyiliğini kendi iyiliği ve toplumun kötülüğünü kendi kötülüğü sayar. Toplumun her hâlini ve niteliğini kendi hâli ve niteliği bilir. Böyle bir insanın düşünce tarzı deminki örnekten farklıdır. Onun başkaları ile ilişkisi sadece toplumunun dışındakiler ile söz konusudur. Kendi toplumunun parçaları ile uğraşmak onun önem ve değer verdiği bir iş değildir.

Vereceğimiz örnekle bu söylediklerimizi açıklığa kavuşturmak istiyoruz: İnsan çeşitli organlardan ve güçlerden oluşmuş bir bütündür. Bunların hepsinin oluşturduğu bütün ona gerçek bir birlik kazandırır ki, biz bu bütüne insan adını veriyoruz. Bu bütün, parçaların tümünün bizzat ve fiili olarak insan bağımsızlığı altında yok olmalarını sağlar. Meselâ göz, kulak, el ve ayak insan için görür, işitir, tutar ve yürür. Bunların hepsi eylemlerinden insanın o eylemden aldığı haz çerçevesinde haz alırlar. Bu organların ve güçlerin her birinin gayesi, bu organların sahibi olan insanın ilişki kurmak istediği dış dünya ile ilişki kurmaktır. Bu ilişki ister iyilik, ister kötülük olsun. Meselâ göz veya kulak ya da el veya ayak sadece bu organların sahibi olan insanın iyilik veya kötülük yapmak istediği insana iyilik ya da kötülük yapmak isterler. Bu organların ve güçlerin tek insanlık sancağı altında olmalarıyla birlikte birbirlerine kötülük ettikleri ya da birbirlerine zarar verdikleri ender olarak görülür.

Bu örnek, toplumsal tek bir seyir izleyen insanın parçalarının durumudur. İnsanların oluşturduğu toplumun fertleri toplumsal düşünceye sahip oldukları takdirde o fertlerin durumu da bu örnekteki gibidir. O fertlerin salih olmaları, muttaki olmaları, bozguncu olmaları, suçlu olmaları, iyi ya da kötü olmaları toplumlarının bu sıfatlarla ilgili durumlarına bağlıdır. Eğer toplumlarının tek kişilik sahibi olduğu farz edilirse, bu böyledir.

Mezhep ya da ırk taassubunun toplumsal düşünce tarzını benimsemeye sürüklediği milletler ve kavimler hakkında, Kur'an'ın verdiği hüküm bu ilke doğrultusundadır. Yahudiler, Araplar ve geçmişte yaşamış başka bazı milletler gibi. Kur'an'ın bu milletlerin yeni nesillerini, eski atalarının suçları sebebi ile hesaba çektiğini, yaşayan kuşakları bu gerekçe ile azarladığını, eskilerin ve ölülerin davranışları yüzünden şimdikileri kınadığını görürsün. Bütün bunların sebebi şudur: Toplumsal düşünceyi benimsemiş fertler hakkında bu hüküm haklıdır. Kur'an'da bu nitelikte çok sayıda ayet vardır. Onları aktarmayı gerekli görmüyoruz.

Evet; insaflı tutum şunu gerektirir: Eğer böyle bir toplumda iyi fertler varsa bunların hakkını çiğnememek gerekir. Böyle iyi kimseler kötü toplumun fertleri arasında yaşıyorlar ve onlarla sosyal ilişkilerde bulunuyorlarsa da, kalpleri bozuk düşünceler ile kirlenmemiş ve bu tür toplumların içine işleyen yaygın hastalıklara kapılmamış ve şahısları o toplumun iskeletinde ve bünyesinde fazlalık gibi duruyor. Zaten Kur'an da herkesi azarlayan ayetlerinde bu ilkeyi gözeterek salihleri ve iyileri genelden hariç tutuyor.

Bu anlattıklarımızdan ortaya çıkıyor ki, gelişmiş ve uygar toplumların fertleri hakkında diğer milletlerin fertleri ile karşılaştırarak vereceğimiz iyi veya kötü hükümleri, o fertlerin aralarındaki ilişkilere, karşılıklı tutumlarına ve iç yaşantılarına dayandırmak doğru değildir. Tersine bu fertlere ilişkin hükümleri, diğer zayıf milletlere yönelik tutumlarında ve dünyadaki öbür toplumsal kişilikler ile olan canlı ilişkilerinde ortaya çıkan toplumsal şahsiyetlerine göre vermek gerekir.

Bir toplumun iyi veya kötü, mutlu veya bedbaht olduğu konusunda hüküm verirken gözetilmesi ve ölçü kabul edilmesi gereken ilke işte budur. Araştırmacılarımız bu yolu izlemelidirler. Sonra isterlerse, o toplumlara hayran olsunlar, isterlerse de onların yaptıklarına hayret etsinler.

Hayatım hakkı için söylüyorum ki, eğer derin düşünceli bir araştırmacı Avrupalıların sanayi devriminden günümüze kadar uzanan toplumsal hayatlarının tarihini incelerse, onların kendileri dışındaki zayıf milletlere ve kuşaklara karşı uyguladıkları politikaları derinliğine irdelerse, hiç tereddüt etmeden şunları görür: Bu batılı toplumlar insanlık için merhamet ve iyi niyetle dolu gibi görünürler. İnsanlığa hizmet yolunda, onlara özgürlük vermek için, hakkı çiğnenen mazlumların elinden tutmak, kölelik ve tutsaklık sistemini kaldırmak için canlarını ve mallarını feda ettiklerini söylerler.

Fakat dikkatli araştırıcı görür ki, onlar yeryüzünün zavallı, zayıf milletlerini kendilerine köle etmekten başka bir gayeleri yoktur. Bulabildikleri her yolu kullanarak ellerinden geldiği her yere el atarak bu gayelerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Bir gün silâh zoru ile, bir gün sömürgeleştirme yolu ile, bir gün müstemleke edinerek, bir gün yönetimi kontrol altına alarak, bir gün ortak çıkarları koruma adına, bir gün bağımsızlığı koruma adına, bir gün barışı koruma ve ona yönelik tehditlere karşı koyma adına, bir gün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan yoksul zümrelerin haklarını savunma adına, kısacası her gün bir adla hep o gayelerini gerçekleştirmeye çalışırlar.

Sağlıklı insan fıtratı, durumu böyle olan toplumlara iyi demeye, onlara mutluluk sıfatını yakıştırmaya razı olamaz. Dinin hükmüne, vahyin ve nübüvvetin yargısına göre mutluluk kavramının taşıdığı anlam göz ardı edilse bile söz konusu toplumlara iyi gözle bakılmaz.

İnsan tabiatı bütün fertlerini, birtakım imkânlarla eşit biçimde donattıktan sonra bu fertlerinde, bazılarına diğerleri üzerinde onların kanlarını, mallarını ve namuslarını mubah sayacak şekilde egemenlik kurmalarına nasıl izin verebilir? Bu fertlerin diğerlerinin hayatları ve varlıkları ile oyun oynamalarına, eski çağ insanlarının bile karşılaşmadığı ve katlanmadığı şekilde idrakleri ve iradeleri üzerinde tasarrufta bulunmalarına nasıl zemin hazırlar?

Bütün bu anlattıklarımızda, bu saldırgan milletlerin tarihleri ile mevcut nesillerin onların ellerinden gördükleri eziyetlerin belgeli ispatlarına dayanıyoruz. Eğer bu toplumların durumu mutluluk ve iyilik ise, bu iyiliğin ve mutluluğun anlamı tahakküm ve sınırsız serbestlik olmalıdır.

      6- İslâm Toplumunun Oluşumu ve Yaşaması Neye Dayanır?

Hiç şüphesiz niteliği ne olursa olsun her toplum dağınık fertleri arasında ortak olan bir gayenin varlığı ile gerçekleşir, ortaya çıkar. Bu gaye, toplumun her tarafına yayılarak ona bir tür birlik kazandıran tek ruhtur. Bu ortak gaye, ortak amaç, dinî olmayan temeller üzerinde kurulmuş toplum türlerinde, sadece insanın dünya hayatı gayesidir. Fakat bu hayat ortaklaşa bir hayat olmalı, bireyselliğe dayalı olmamalıdır. Ortaklaşa hayat, maddî hayatın ayrıcalıklarından toplu hâlde yararlanmak demektir.

Toplumsal yararlanma ile bireysel yararlanma arasında özellik bakımından şu fark vardır: İnsan eğer tek başına yaşayabilse, her tür yaralanmada tamamen serbest olur. Karşısına ne karşı çıkan ve ne denetleyici bulunur. Sadece bazı organik sistemlerinin diğer bazılarına karşı koyduğu sınırlamalarla karşı karşıya kalır. Meselâ böyle bir kişi içinde yaşadığı havanın tümünü soluyamaz. Çünkü istese bile bu hava akciğerlerine sığmaz. Yine bu kişi sınırsız miktarda besin maddesi yiyemez. Çünkü sindirim sistemi buna dayanamaz. Adamın bazı organları ve güçleri diğerleri ile karşılaştırıldığında durumu budur. Kendisi gibi bir başka insana göre durumuna gelince, eğer yararlandığı maddî imkânlar üzerinde bir ortağı olmadığını farz edersek, çalışma alanının daralmasını, herhangi bir eyleminin ya da davranışının daralmasını gerektiren bir sebep olmaz.

Bu durum toplum içinde, toplum alanında yaşayan insan için böyle değildir. Çünkü toplum içinde yaşayan insan eğer iradesinde ve hareketlerinde tamamen serbest olsa, bu durum yaşam kargaşasına ve insan türünün helâk olması ile sonuçlanacak karşılıklı bir iticiliğe ve çatışmaya yol açar. Bu konuda nübüvvet ile ilgili incelememizde geniş açıklama yapmıştık.

İşte toplumda kanun hükümetinin iş başında olmasını gerektiren yegâne sebep budur. Fakat barbar toplumlar bu kanun hükümetini orta-ya çıkarma gereğinin düşüncesine ve görüşüne varamazlar. O tür toplumların fertleri arasında çatışma ve vuruşma gelenekleri geçerli olur. Bunlar sonucunda bu tür toplumların bütün fertleri, toplumlarını bir dereceye kadar koruyacak bazı tedbirlere uymak zorunda kalırlar. Fakat bu tedbirler sağlam bir temele dayanmadıkları için çiğnenmeye ve ortadan kalkmaya maruzdurlar. Sık sık değişirler ve yürürlükten kalkarlar.

Fakat uygar toplumlar uygarlık ve kültür dereceleri oranında sağlam temellere dayanırlar. Bu tür toplumlar bu sağlam yapıları sayesinde toplumdaki iradeler ve davranışlar arasındaki çelişkileri ve çatışmaları ortadan kaldırırlar. Bunun için iradeleri ve davranışları sınırlamalara ve kayıtlara bağlayarak aralarında denge kurarlar. Sonra da kanunun sözünü yürürlüğe koyma teminatı ile donatılan gücü ve iktidarı bir merkezde yoğunlaştırırlar.

Buradan şu üç sonuç çıkıyor.

Birincisi: Gerçek kanun, insanların iradelerini ve davranışlarını dengelemeye yarayan bir tedbirdir. Bu dengeyi ise, getirdiği sınırlamalarla insanlar arasındaki engellemeleri ve çatışmaları ortadan kaldırarak sağlar.

İkincisi: Kanunun egemen olduğu toplumların fertleri kanun ötesinde özgürdürler. İnsanın bilinçle ve irade ile donanmış olması, dengeleme sağlandıktan sonra böyle olmasını gerektirir. Bundan dolayı zamanımızın kanunları ilâhî bilgilere ve ahlâka dokunmaz. Bu iki önemli kurum, kanunun onlara yönelik tasavvuru uyarınca tasavvur ediliyorlar. Bunun sonucu olarak bu iki kurum, bağlılık hükmü çerçevesinde kanunla uyuma ve uzlaşmaya giriyorlar. Bu bağımlılığın gereği olarak er veya geç görünüşte kalan törenlere dönüşerek manevî saflıklarını kaybediyorlar.

Gözlemlediğimiz siyasetin din ile oynamasının sebebi de budur. Bir gün siyaset dine son veriyor, onun başını eziyor, başka bir gün ona yönelerek itibarının yükselmesi konusuna aşırı önem veriyor. Başka bir gün ilişkisini keserek onu kendi hâlinde bırakıyor.

Üçüncüsü: Bu yol kesinlikle eksiklikten ve aksaklıktan kurtulamaz. Çünkü gerçi kanunun icra güvencesi bir ya da bir kaç fertte odaklaşan iktidara yüklenmiştir; ama sonuç itibarı ile onun icra edilme garantisi yoktur. Şu anlamda icra garantisi yok ki, eğer iktidar ve egemenlik kaynağı haktan sapar da türün türe karşı egemenliğini şahsının türe karşı egemenliğine dönüştürürse ve kanun sistemi alt-üst olursa, ortada böyle bir zorbayı zorla frenleyecek ve kendisini tekrar adalet yoluna koyacak bir güç yoktur.

Bu söylediklerimizin zamanımızda gördüğümüz birçok örnekleri vardır. Zamanımız kültür ve uygarlık zamanı olduğu hâlde bu olumsuz örnekler görülüyor. Tarihte yaşanan bu tür örnekler ise sayısızdır. Bu aksaklığa bir başka aksaklığı da eklemek gerekir ki, o da zaman zaman kanunun icra gücünden gizli olarak çiğnenmesi veya kanunun çiğnenmesi olayının icranın güç alanı dışına çıkmasıdır. (Sözümüzün başına dönelim.)

Sözün kısası, uygar toplumları tek bir gaye birleştirir. Bu gaye dünya hayatının ayrıcalıklarından yararlanmaktır. Onlara göre mutluluk budur. Fakat İslâm'a gelince, onun görüşüne göre insanlığın hayatı, maddî dünya hayatından daha geniş çerçevelidir. Onun hayat çerçevesine asıl hayat olan ahiret hayatı da dahildir. Yine İslâm'ın görüşüne göre bu hayatta sadece ilâhî marifet işe yarar ki bu, bütünü ile tevhit ilkesine havale edilmiştir. Yine İslâm'a göre bu ilâhî marifet sadece iyi ahlâkla ve insan benliğinin her türlü rezillikten arındırılması ile korunabilir.

Yine İslâm'a göre bu iyi ahlâkın tam ve kâmil anlamda gerçekleşmesi, Allah'a kulluk etmeye, O'nun rübubiyetinin gereklerine boyun eğilmesine ve insanlar arası ilişkilerin toplumsal adalet ilkesine dayandırılmasına bağlıdır. İslâm bu görüşte olduğu için insan toplumunun oluşum temeli olan ve tevhit dininin bütünleşmesini sağlayan gayeyi ele aldı, sonra da tevhit esasına dayalı olan kanunu ortaya koydu. Bunları yaparken sadece fertlerin iradeleri ve hareketleri arasında denge kurmakla yetinmedi. Bu dengeleme çabasını ibadetlerle tamama erdirdi ve bunlara hak bilgilerle erdemli ahlâkı ekledi.

Sonra bunların yürütme güvencesini, birinci derecede İslâm hükümetinin omuzlarına, ikinci derecede de toplumun omuzlarına yükledi. Toplum bu yükümlülüğünü, ilim ve davranış bakımından sağlıklı eğitim vererek ve iyiliği emredip kötülükten sakındırarak yerine getirecektir.

Bu dinin göze çarpan en önemli özelliklerinden biri, bütün unsurları arasında tam bir birliğe varan bir ilişkinin bulunmasıdır. Şu anlamda ki, tevhit ruhu bu dinin benimsemeye çağırdığı iyi ahlâka yayılmış ve ahlâkın ruhu, toplumdaki fertlerin yapmakla yükümlü oldukları hareketlere dağılmıştır. İslâm dininin bütün unsurları tahlil yo-lu ile tevhit ilkesine varıp dayanır. Tevhit ilkesi de sentez yolu ile ahlâk ve amel (hareket) olur. Eğer tevhit aşağı inerse, ahlâk ve amel olur; ahlâk ve amel de yukarı çıktığında tevhit olur. "Güzel söz O'na yükselir ve iyi amel de onu yükseltir." (Fâtır, 10)

Şöyle diyebilirsin: Uygar ülkelerde kanunların karşılaşacakları aksaklıklar, meselâ yürütme gücünün bu kanunları işletmemesinden veya bu gücün farkında olmayacağı kanun çiğneme olaylarından doğan aksaklıklar aynen İslâm için de geçerlidir. Bunun en açık delili, hepimizin gördüğü din zayıflığı ve onun İslâm toplumu üzerindeki egemenliğinin kaybolmasıdır. Bu da bir gün için bile olsa kanunlarını insanlara dayatabilecek bir kimsenin yokluğunu gösterir.

Cevap olarak şöyle derim: İster ilâhî olsunlar, ister beşerî olsunlar, gerçekten bütün kanunlar sadece insanların kafalarında varolan zihnî tasarılardan ve kalplerde saklanan bilgilerden başka bir şey değildirler. Kanunlar, ancak onlara yönelik iradeler sayesinde uygulama alanına yansıyabilir ve somut görünürlük kazanabilirler. Açıktır ki, eğer iradeler kanunlara karşı gelirse, dış dünyada onlar uygulanma ortamı bulamazlar. Kanunların uygulama ortamı bulabilmeleri için o ortamın hazırlanmasına yönelik iradelere görev düşer. Kanunlar ancak böylece ayak-üstü durabilirler.

Uygar ülkelerin kanunları, hareketleri iradelere, yani çoğunluğun iradesine bağlamaktan öteye bir şeye önem vermiyor. Arkasından bu iradeleri koruyacak şeye de önem vermiyor. Bu durumda eğer fertlerin iradeleri canlı, şuurlu ve etkili ise bu irade kanunu yürütür. Ama durum her zaman böyle olmayabilir. Fertlerin vicdanlarında beliren bir çökme veya toplumun yapısında meydana gelen bir yaşlanma yüzünden bu irade canlılığını yitirip ölü hâle gelebilir. Ya da eğlenceye, aşırı azgınlığa ve yararlanma çılgınlığına daldığı için şuurunu ve idrakini kaybedebilir. Yahut toplum iradesi canlı ve bilinçli olur, ama çoğunluğun iradesini zorla ayaklar altına alan, üstün ve baskın bir zorba güç ortaya çıktığı için etkinliğini kaybedebilir.

Gizli cinayetler gibi yürütme gücünün haberdar olamayacağı olaylar ile etki alanın dışındaki olaylar gibi yaptırım gücünün çerçevesine alamayacağı durumlar da böyledir. Bütün bu durumlarda millet, kanunun uygulanması, toplumun yozlaşmadan ve dağılmadan korunması yolundaki özlemine kavuşamaz. İşte birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra Avrupa toplumlarında görülen dağılmaların, bölünmelerin başlıcaları, bu söylediklerimizin en güzel örnekleridir.

Bu kanunların çiğnenmesinin ve toplumun bozulup dağılmasının tek sebebi toplumun, iradelerin güçlerini ve egemenliklerini koruyan sebebe önem vermemiş olmalarıdır. Bu sebep yüce ahlâktır. Çünkü irade, kalıcılığını ve hayatının devamını uygun ahlâktan alır. Psikoloji ilmi bu gerçeği ortaya koyuyor. Toplumda geçerli olan gelenekler sistemi eğer istikrarlı olmazsa, eğer o toplumda uygulanan kanun yüksek ahlâk temeline dayanmazsa, söz konusu toplum kökü yerden kesilmiş dik duramayan bir ağaca benzer.

Bu konuda komünizmin ortaya çıkışını göz önüne al. Komünizm, demokrasinin doğurduğu bir yavrudur. Onu toplumdaki sosyal sınıflardan birinin aşırı israfı ile diğerlerinin mahrumiyeti üretmiştir. O toplumlarda zulüm ve insafsızlık noktası ile öfke, kin birikimi ve intikam duygusu noktası arasında büyük bir mesafe meydana gelmişti. Birbiri arkasından meydana gelen iki dünya savaşları da öyle. Şimdi insanlık üçüncüsünün tehdidi altındadır. Bu savaşlar yeryüzünün kargaşaya boğmuş, ekini ve nesli mahvetmiştir. Bu savaşların tek güdüsü, büyüklük kompleksi, ahlâksızlık ve ihtirastır. Bu hususu iyice kavramak gerekir.

Fakat İslâm yürürlükteki sistemini ve uygulanacak kanunlarını ahlâk temeli üzerine kurdu ve insanların bu alandaki eğitimine büyük bir önem verdi. Çünkü hareketlerde uygulanan kanunlar ahlâkın güvencesinde ve uhdesindedir. O gizli işlerinde, açık işlerinde, yalnızlığında ve açıkta olduğu durumlarında hep insanla beraberdir. Görevini yapar. Titiz bir gözetici polisin veya düzeni korumaya çalışan herhangi bir gücün yapabileceğinden daha güzel bir şekilde işini görür.

Evet. O ülkelerdeki genel eğitim insanları iyi ahlâk üzerine yetiştirmeye önem veriyor, onları ahlâklı olmaya teşvik ediyor, özendiriyor, bu yolda bütün gayretini seferber ediyor; ama bu onlara hiçbir fayda sağlamıyor. Bunun iki önemli sebebi var:

Birincisi şudur: Ahlâkî rezilliklerin yegâne kaynağı, bir yanda maddî yararlanmadaki israf ve aşırılık ile öbür yanda görülen mahrumiyettir. Kanunlar bu alanda insanları tamamen serbest bırakıyorlar. Bazılarına her şey verilirken diğerleri mahrum bırakılıyorlar. Bu durumda insanları ahlâkî erdemlere çağırmak ve bunu teşvik etmek iki zıt kutba yöneltilmiş bir çağrı veya iki zıt kutbu bir araya getirmeyi istemek değil de nedir?

Üstelik o ülkelerin insanları daha önce belirttiğimiz gibi toplumsal tarzda düşünüyorlar. Onların toplumları sürekli biçimde ve gitgide artan şiddetle zayıf toplumlar üzerinde baskı kurup onların haklarını çiğniyorlar, onların ellerindeki kaynakları kendi çıkarlarına katıyorlar, onların kendilerini köleleştiriyorlar, üzerlerindeki tahakkümün çapını ellerinden geldiğince genişletiyorlar. Bu bozukluğa rağmen iyiliğe ve takvaya yönelik çağrı çelişkili bir çağrıdır ve her zaman sonuçsuz kal-maya mahkumdur.

İkinci sebep de şudur: Erdemli ahlâk devamlı ve istikrarlı olabilmek için korunmasını, yerleşik kılınmasını üstlenecek bir güvenceye muhtaçtır. Bu güvence tevhit ilkesinden başkası olamaz. Yani şöyle bir inanca sahip olmaktır: Bu âlemin bir tek ilâhı vardır. O'nun güzel isimleri vardır. O, yaratıkları kemale ermeleri ve mutlu olmaları gayesi ile yarattı. O iyiliği ve düzenliliği sever, kötülüğü ve fesadı sevmez. O bütün insanları yargılamak ve herkese hak ettiği karşılığı eksiksiz olarak vermek üzere bir araya getirecektir. İyilik yapana iyi, kötülük yapana kötü karşılık verecektir.

Besbelli ki, eğer ahiret gününe inanılmazsa, arzulara uymayı engelleyecek ve nefsin doğal hazları peşinden sürüklenmeyi engelleyecek köklü bir sebep bulunmaz. Çünkü insan tabiatı kendi nefsinin arzularının yerine gelmesini sağlar. Başkasının yararı, meselâ diğer bir ferdin tabii istekleri umurunda değildir. Ancak başkasının yararı şu ya da bu şekilde kendi arzusuna dönük olur ve onunla çakışırsa, başkasının arzusunun gerçekleşmesini isteyebilir. Bu noktayı iyi düşün.

Eğer bir insanın başka birinin haklarından birini çiğnemekte çıkarı varsa ve onu bundan alıkoyacak bir engel, bu yüzden kendisini cezalandıracak bir yetkili, onu kınayacak ve azarlayacak bir kınayıcı yoksa, onu suç işlemekten ve zulüm yapmaktan alıkoyacak ne engel olabilir? Bu suç ve zulüm istediği kadar büyük olsun. Bu arada bazı araştırmacıların yanlış değerlendirmeleri sonucunda engelleyici olduğu sanılan bazı motifler var. Vatana bağlılık, insan sevgisi, iyi övgü ve benzeri gibi. Bunlar birtakım kalp kaynaklı heyecanlar ve iç duygulardır. Eğitim ve öğretimden başka koruyucu bir sebebe sahip değildirler. Hiçbir gerektirici sebebe dayanmazlar.

Buna göre onlar tesadüfi nitelikler ve sıradan hususlardır. Onların ortadan kalkmalarına bir engel yoktur. İnsan başkası için, o başkası kendi ölümünden sonra rahat yaşasın diye niye kendini feda etsin. Ölmeyi yok olmak olarak gören bir insan bunu niye yapsın? Güzel övgü başkalarının dilinde olan bir şeydir. Kendini feda edene şahsen yok olduktan sonra vereceği bir tat yoktur.

Sözün kısası basiretli düşünür şüphe etmez ki, karşılığında kendisine hiçbir şey getirmeyen, şahsına hiçbir çıkar sağlamayan bir mahrumiyete insan girişmez. Bu durumlarda insana bazı vaatler sunulur, ona bazı özlemler aşılanır. Arkada iyi bir ad bırakmak, sürekli güzel övgü, dünya durdukça kalacak bir iftihar gibi. Bunlara kanmak bir aldanma ve kandırılmadır. İnsanın duyguları ve heyecanları coşar da öldükten ve şahsen yok olduktan sonra durumunun ölmeden önceki durumu gibi olacağını, böylece hakkındaki övgüleri duyacağını ve onlardan haz alacağını zanneder. Bu aldatıcı bir kuruntudan başka bir şey değildir. Sarhoş bir adam gibi. Sarhoş adam, duygularının coşması ile büyülenir ve kendinden, ırzından, malından, değerli bildiği her şeyden ayık ve akıllı zamanlarında girişemeyeceği fedakârlıklarda, harcamalarda bulunur. O aklı başında olmayan bir sarhoş olduğu için bu yaptıklarını cömertlik sayar, fakat aslında yaptığı aptallık ve deliliktir.

Bu tökezlenmeler öyle tökezlenmelerdir ki, insanın bunlardan kaçıp kurtulabilmesi için az önce anlattığımız tevhit kalesinden başka sığınabileceği bir yer yoktur. Bundan dolayı İslâm yürüyen yolunun bir parçası yaptığı iyi ahlâkı, tevhit esası üzerine kurdu. Bu tevhidin unsurlarından biri ahirete inanmaktır. Onun ayrılmaz sonucu ise insanın nerede olursa olsun ve ne zaman olursa olsun iyiliği benimsemesi ve kötülükten kaçınmasıdır. İster bilinsin, ister bilinmesin; ister biri tarafından övülsün, ister övülmesin; ister yapacağı harekete onu sürükleyen olsun, ister onu yapmaktan alıkoyan olsun ya da ne sürükleyen ne de alıkoyan bulunsun.

Çünkü onun yanında her şeyi bilen, olup bitenleri kayda geçiren, yaptıkları sebebi ile herkesin başında duran yüce Allah vardır. Önünde ise öyle bir gün var ki, o gün herkes yaptığı her iyiliği ve işlediği her kötülüğü karşısında bulur. Yine o gün herkes yaptıklarının karşılığını mutlaka alır.

7- Akıl Mantığı ve Duygu Mantığı

Duygu mantığı, insanı dünya menfaatine çağırır, ona doğru kışkırtır. Eğer bir davranışa menfaat eşlik eder de insan bunu hissederse, duygu onu ateşler; onu uyarıp hareket geçirmekte şiddetli coşkunluk gösterir. Ama insan eğer bir davranışta menfaat hissetmez ise, duygu o konuda donuk ve soğuk kalır. Akıl mantığı ise insanı hakka uymaya sevk eder ve bunun insana en iyi şekilde faydalı olacağı görüşünde olur. Bu davranışın beraberinde menfaat olduğunu hissetsin veya etmesin, fark etmez. Çünkü Allah katındaki ödül daha hayırlı ve daha süreklidir. Şimdi duygu mantığı ile akıl mantığını karşılaştırmamıza yarayan iki örnek verelim. Ünlü muallaka şairi Antere'nin şu beyti duygu mantığına örnektir.

"Nefsim ne zaman coşar ve taşarsa ona derim ki / Yerinde dur. Ya övülür ya rahatlarsın."

Şair şunu demek istiyor: Nefsim, savaşın sarsıcı ve korkunç sahnelerinde ne zaman sarsılırsa, ona şöyle diyerek kendisini sakinleştirmeye çalışırım: Sakin ol! Eğer öldürülürsen insanlar direndiğin ve savaştan kaçmadığın için seni överler. Eğer düşmanını öldürürsen rahatlar, amacına erersin. O hâlde her iki durumda da sebat etmen, direnmen hayırlıdır.

Yüce Allah'ın şu buyruğu ise akıl mantığının örneğidir: "Onlara de ki: Başımıza gelenler sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlâmız O'dur. Müminler sadece Allah'a dayansınlar. De ki: Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden, yani zaferden veya şehit olmaktan biri değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyin bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz." (Tevbe, 51-52)

Bu ayette şöyle denmek isteniyor: Bizim velilik ve zafer kazanma işimiz yüce Allah'a aittir. Başımıza gelen iyilik ve kötülük için sadece O'nun bize vaadettiği kendisine teslim olmanın ve dinini benimsemenin ödülünü istiyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah iyi işler yapanların ödülünü zayi etmez. Yaptıkları küçük-büyük bütün maddî harcamalar ve aştıkları her vadi mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin." (Tevbe, 120-121)

Durum böyle olunca eğer bizi öldürürseniz ya da sizden başımıza bir kötülük gelirse, Rabbimiz katında büyük ödül ve güzel akıbet bizim olur. Yok, eğer biz sizi öldürürsek veya size bir darbe vurursak, büyük ödül, güzel akıbet ve dünyada düşmanımızı tepelemiş olma başarısı bizim olur. Buna göre biz her iki durumda da mutlu ve imrenilecek bir konumdayız. Bizim ile olan savaşlarınızda bize zarar veremezsiniz. Bizim hakkımızda iki güzel sonuçtan başka bir beklentiniz olamaz. Biz her iki durumda da güzelliğe ve mutluluğa nail olacağız. Siz ise inancınıza göre sadece iki durumdan birinde mutlu olur, amacınıza erebilirsiniz. Bu iki durumdan biri savaşın bizim aleyhimize sonuçlanmasıdır. Bizim, sizin kötülüğünüze olacak bir beklentimiz vardır. Oysa sizin bizimle ilgili beklentiniz sadece bizi sevindirecek, mutlu edecek sonuçlardır.

Burada iki mantıkla karşı karşıyayız. Biri duygu temeline dayalı olarak sebat etmek, görevden kaçmamaktır. Buna göre sebat eden için iki faydadan biri vardır. Ya insanların övgüsü veya düşmanın şerrinden kurtulmak. Bu durum canını tehlikeye atan savaşçı insana yönelik bir fayda olduğu zaman söz konusudur. Ama ona yönelik bir fayda olmayabilir.

Meselâ insanlar cihadın değerini takdir edemedikleri ve hizmet ile hıyaneti eşit saydıkları için bu savaşçıyı övmeyebilirler. Ya da adamın yaptığı hizmet insanların gözüne batmayan bir hizmet olur veya ne hıyanet ve ne hizmet insanların dikkatine sunulacak türden olmaz. Yahut duygular düşmanın yok edilmesinden huzur duymayabilir. Bu durumda böyle bir başarı sadece hakka yarar sağlar. Sonuçta bu mantığın eline dilsizlikten ve dermansızlıktan başka bir şey geçmez.

Bu sayılan amiller her zulmün, hıyanetin ve cinayetin genel sebepleridir. Kanunları savsaklayan hain şöyle düşünür: Yaptığı hizmet halk nazarında hakkettiği şekilde değerlendirilmiyor. Hizmet eden ile ihanet eden onlara göre aynıdır. Hatta hain daha üstün konumda ve daha iyi hayat sürebilmektedir. Ona göre her kanunu çiğneyen ve her cani kanunun pençesinden kurtulacaktır. Güvenlik güçleri böylelerini yakalayamayacak, onlardan saklanacak ve insanlar onu gerçek kimliği ile tanıyamayacaklardır.

Hakkı destekleme ve düşmana karşı çıkma görevini ihmal eden, böyle durumlarda işi ağırdan alan ve düşmanla uzlaşan herkes şu mazereti ileri sürer: Hakkı tutmak onu insanlar arasında küçük düşürür. Şimdiki dünya ona güler. Kendisini orta çağ veya masal çağlarının kalıntısı sayarlar. Eğer ona onurluluktan ve iç temizliğinden söz edersen sana şu cevabı verir: Sonu geçim sıkıntısı ve hayatta perişanlık olan onurluluğu ne yapayım? Bu mantık işte böyle işler.

Öbür mantığa gelince, o İslâm mantığıdır. Bu mantık hakka bağlılık, ödülü ve karşılığı Allah'tan bekleme esasına dayanır. Dünyevî gayeleri ve maksatları ikinci derecede ve arka planda görür. Bilinen bir gerçektir ki, hiçbir durum bu inancın, bu gaye anlayışının dışında olmaz. Bütün durumlar bu genel ilkenin ve uyumun çerçevesi dışına düşmez. Yapmak veya yapmamak biçimindeki her davranış, Allah rızası için, O'na teslim olmak için ve O'nun isteği olan hakka uymak için yapılır. O her şeyi kaydeden, her şeyi bilendir. Onun için ne uyuklama ve ne uyku söz konusudur. O'na karşı koruyucu yoktur. Yeryüzünde ve gökte hiçbir şey O'ndan saklı kalmaz. "Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır."

O hâlde herkesin yaptığı her işte, her girişiminde gözetleyen, yaptıklarını izleyen bir denetleyicisi vardır. İnsanlar onu görsünler veya görmesinler, övsünler ya da övmesinler, yaptığını takdir etsinler veya etmesinler fark etmez.

İslâm terbiyesinin olumlu etkisi o kadar ileri düzeye vardı ki, insanlar Peygamberimize (s.a.a) gelerek suçlarını, cürümlerini onun önünde itiraf edip tövbe ediyorlar ve haklarında kararlaştırılan cezaların acısını (ölüm ve onun altındaki ağır cezalar) tadıyorlardı. Bunu Allah'ın rızasını elde etmek ve vicdanlarını günah pisliklerinden ve kötülüklerin kirlerinden arındırmak için yapıyorlardı. Eğer ilmî araştırmalar yapan kimse, bu eşine az rastlanır olaylar üzerinde derinliğine düşünürse, dinî mesajın insan vicdanları üzerindeki şaşırtıcı etkisinin ve onları kendilerine en tatlı ve en aziz varlık olan hayatlarından ve onu izleyen değerlerinden gönüllü olarak vazgeçmeye nasıl alıştırdığının farkına varırlar. Eğer araştırmamızın konusu Kur'an olmasaydı, bu konudaki tarihî olaylardan birkaç seçkin örneğe yer verirdik.

      8- Ödülü Allah'tan Beklemenin ve Diğerlerine Önem Vermemenin Anlamı

İnsanın toplumsal hayatında ahiret ödülünü genel amaç kabul etmenin, insanın tabii yapısının elde edilmesine çağırdığı hayatî gayelerin gündemden düşmesini gerektireceği sanılabilir. Bunun da toplumsal düzeni bozduğu, insanı hayattan kopararak mahrumiyetlere mahkûm ettiği ileri sürülebilir. Başka önemli maksatlar güdülerken bir tek maksada nasıl bağlı kalınabileceği ve bunun çelişkiden başka bir şey olup olmadığı sorulabilir.

Fakat bu düşünce ilâhî hikmetten ve Kur'an bilgisinin açıklığa kavuşturduğu sırlardan haberdar olmamaktan kaynaklanır. Bu kitabın daha önceki incelemelerinde tekrar tekrar vurgulandığı üzere İslâm, kanunlarını tekvin temeline dayandırır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed, Allah'ı bir bilerek yüzünü doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki, O insanları ona uygun olarak yarattı. Allah'ın yaratması değiştirilmez. İşte doğru din budur." (Rum, 30)

Bu ayetten çıkan sonuç şudur: Dış âlemdeki tekvinî sebepler zinciri, uzantılarında insan türünün varolması için el ele verdiler, onu kendisi için hazırlanan hayatî gayeye doğru sevk etmek için elbirliği yaptılar. Buna göre insanın hayatını, mücadele ve tercih çerçevesinde, bu sebeplerin istekleri ve yönlendirmeleri ile uyumlu olma ilkesine dayandırması gerekir. Böyle yaparsa hayatı ile bu sebepler arasında çelişki olmaz. Böyle bir çelişki helâke ve bedbahtlığa götürür.

Eğer yukarıdaki görüşü ileri sürenler bu gerçeği kavradılarsa, bu İslâm dinin ta kendisidir. Ayrıca bu sebeplerin üzerinde olan yegâne sebep var ki O, bu sebeplerin yoktan var edicisi, önemli-önemsiz bütün gelişmelerinin önceden tasarlayıcısıdır. Bu yüce Allah'tır ki, kelimenin bütün anlamı ile bütün sebeplerin üzerindeki tam sebeptir. Bu yüzden insanın O'na teslim olması ve emrine boyun eğmesi gerekli olmuştur. İşte tevhit ilkesinin İslâm'ın yegâne temeli olduğunun anlamı budur.

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, kelime-i tevhidi korumak, Allah'a teslim olmak ve hayatta Allah'ın rızası peşinden koşmak, sebepler ile atbaşı yürümek, şirke ve gaflete düşmeksizin hayatta sebeplerden her birine kendi hakkını vermektir. Müslümanın hem dünyevî hem de uhrevî gayeleri vardır. Onun, bir bölümü maddî ve öbür bölümü manevî olan maksatları vardır. Fakat o bu amaçlarına gerekli olandan fazla önem vermez. Bundan dolayı İslâm'ın aynen şöyle yaptığını görürüz: O insanlara yüce Allah'ı bir bilmeye, her şeyden kopup sırf O'na bağlanmaya, O'na ihlâsla kulluk etmeye, O'nun dışındaki her sebebi ve her gayeyi bir yana atmaya çağırır. Bunun yanı sıra insanlara hayatın gereklerine uymayı ve tabii gelişmelerle atbaşı yürümeyi emreder.

Bundan ortaya çıkıyor ki, İslâm toplumunun fertleri hem dünyada, hem de ahirette gerçek anlamda mutludurlar ve amellerde Allah'ın rızasını elde etmekten ibaret olan gayeleri, ortaya çıktığı ve öncelik kazandığı durumlarda diğer gayeler ile çatışmaz.

Yine buradan başka bir sanının asılsızlığı ortaya çıkar. Bir gurup sosyolog tarafından ortaya atılan bu yanlış görüşe göre dinin özü ve temel amacı sosyal adaleti gerçekleştirmektir. İbadetler ise bu temel amacın ayrıntılarıdır. Buna göre sosyal adaleti gerçekleştiren kimse, hiçbir inanca ve kulluğa sarılmamış olsa bile din yolundadır, dine bağlı sayılır.

Kur'an'ı ve sünneti iyi inceleyen ve özellikle Peygamberimizin hayatını iyi araştıran kimsenin, bu görüşün asılsızlığını anlamak için, başka bir yardıma ve delil arama külfetine katlanmaya ihtiyacı yoktur. Üstelik tevhidi ve ahlâkî erdemleri dinî sistemin bütününden düşürmeyi içeren bu görüşte, kelime-i tevhitten ibaret olan dinî gayeyi, maddî fayda sağlamaktan ibaret olan uygar toplumların gayesine dönüştürmek vardır. Oysa daha önce vurguladığımız gibi, bunlar iki farklı gayelerdir ve ne temellerinde, ne ayrıntılarında ve ne sonuçlarında biri birlerine dönüşemezler.

9- İslâm'da Özgürlüğün Anlamı

Özgürlük kelimesinin bugünkü anlamı ile dillerde dolaşmasının ömrü bir kaç yüz yılı geçmez. Herhâlde bu kavramın ortaya çıkmasının sebebi bir kaç yüz yıl önce ortaya çıkan Batı uygarlığı devrimidir. Fakat bu kelimenin anlamı eski yüzyıllardan beri zihinlerde dolaşmış ve kalplerde özlem olarak yaşatılmıştır.

Bu anlama kaynaklık eden doğal tekvinî temel, insanın varlığında yer tutmuş olan iradedir. Bu irade insanı davranışa, harekete götürüyor. Bu psikolojik bir hâldir. Bunun yok edilmesi insanlık niteliğinin yok edilmesine yol açan duygu ve bilincin yok edilmesi demektir.

Fakat insan toplumsal bir varlıktır. Tabiatı onu toplum içinde yaşamaya, kovasını diğer kovalar arasına daldırmaya, iradesini diğer iradelere katmaya, davranışlarını diğer davranışlarla harmanlamaya sevk eder. Bunun sonucu olarak iradeler ve davranışlar arasında denge kuracak kanunlara, onların getirdiği sınırlamalara uymak zorundadır. Buna göre kendisine irade ve davranış serbestliği veren tabiatın yine kendisi onun iradesini sınırlar, başlangıçtaki ve temeldeki serbestliğe ve özgürlüğe kayıt getirir.

Bilindiği gibi mevcut uygarlığın kanunları, hükümlerini maddî yararlanma esasına dayandırmışlardır. Bundan şu sonuç doğdu: Halk temel dinî bilgiler konusunda, bu bilgileri ve gereklerini benimseyip benimsememe konusunda özgür sayıldı. Ahlâk konusunda da aynı anlayış egemendir. Kanunların ötesinde kalan bütün istekleri ve tercihleri ile ilgili iradelerinde ve davranışlarında bu özgürlük geçerlidir. Batılıların özgürlükten kastettikleri budur.

İslâm ise, daha önce belirtildiği üzere, kanunlarını birinci derecede tevhit ilkesine, ikinci derecede de ahlâkî erdemlere dayandırdı. Sonra da önemli-önemsiz bütün ferdî ve sosyal hareketlere el attı. İnsanı ilgilendiren veya insanın ilgilendiği her şeyde İslâm'ın mutlaka ya adımı ya da ayak izi vardır. Buna göre az önce değinilen anlamda bir özgürlüğün İslâm'da yeri ve uygulama alanı yoktur.

Evet, İslâm'da özgürlük var. Bu özgürlük yüce Allah'tan başkasına kul olma bağımlılığından kurtuluş özgürlüğüdür. Bu ilke, gerçi bir tek cümleden ibarettir; fakat İslâm sistemini ve onun pratik uygulamasını derinliğine inceleyen bir araştırmacıya göre bu cümlenin anlamı geniştir. O pratik uygulama ki, İslâm insanları ona çağırmakta, onu toplumun fertlerinin ve zümrelerin hayatlarına yansıtmaktadır. İslâm'ın bu özelliğini inceleyen araştırıcı sonra bunu uygar toplumlarda gördüğü baskılarla, diktatörlüklerle ve tahakkümlerle karşılaştırmalıdır. Bu bas-kılar ve zorbalıklar o toplumların hem kendi fertleri ve zümreleri arasında, hem de güçlü ve zayıf milletler arasında hüküm sürmektedir.

İslâmî hükümler açısından yüce Allah'ın mubah saydığı temiz rı-zıklar ve hayatın ayrıcalıkları alanında gelişmeye ve kalkınmaya engel yoktur. Yalnız bu yararlanma ölçülü olmalı, ifrata ve tefrite kaçmamalıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor. "De ki: Allah'ın, kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram ilân etti.?" (A'râf, 32) "Allah yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı." (Bakara, 29) "Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir." (Câsiye, 13)

"Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 256) ayeti ile buna benzer ayetleri zorlamalı bir yoruma tâbi tutarak bunları İslâm'da inanç özgülüğünün varlığına delil göstermek isteyen araştırmacıların ve tefsircilerin tutumları şaşırtıcıdır.

Bu ayetin tefsiri ile ilgili incelemeyi Bakara suresinde yapmıştık. Orada söylediklerimize burada şunları eklemek istiyoruz: Daha önce vurguladığımız gibi bütün İslâmî kurallar tevhit ilkesine dayanır. Durum böyleyken İslâm, inanç özgürlüğünü nasıl meşru kabul edebilir? Bu açık bir çelişki olmaz mı? İslâm'da inanç özgürlüğünün olduğunu söylemek, uygar toplumlarda kanun hâkimiyeti özgürlüğünün olduğunu söylemekle aynı şeydir.

Başka bir ifade ile inanç, insan zihninde şekillenen tasdikî bir idrakin meydana gelmesidir. O insanın tercihine dayalı bir eylem değildir ki onunla ilgili olarak yasaklama, serbest bırakma, köleleştirme ve özgür bırakma söz konusu olsun. Yasaklamayı ve serbest bırakmayı kabul eden husus, inancın gerektirdiği davranışları yerine getirmektir. İnancın gerekleri insanları o inanca çağırmak, onların ona inanmasını sağlamak, o inançla ilgili kitap yazıp yayınlamak, savunulan inanca karşıt olan insanların benimsediği başka bir inancı ve eylemleri çürütmek gibi şeylerdir. İşte yasaklamayı ve serbestliği kabul eden hususlar bunlardır.

Bilindiği gibi bu hususlar, toplumda geçerli olan kanunun bir maddesine veya bu kanunun dayandığı bir temel ilkesine ters düşerse, o eylemin kanun tarafından yasaklanması kaçınılmaz olur. İslâm yasa koyma faaliyetinde tevhit dininden (Allah'ın birliği, nübüvvet ve ahiret günü inancı) başka bir temele dayanmaz. Bu temel Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusilerin (yani bütün kitap ehlinin) üzerinde birleştikleri şeydir. Buna göre özgürlük, ancak yukarda örnekleri sayılan inançla ilgili eylemler için söz konusudur. Bunlar dışındaki özgürlük, dinin temelini yıkmaktan başka bir şey değildir. Evet, ortada başka bir özgürlük daha var. O da ilmî inceleme çerçevesi içinde inancı açıklamaktadır. Bu konuyu on dördüncü bölümde inceleyeceğiz.

10- İslâm Toplumunda Değişme ve Tekâmülün Yolu

Şöyle bir söz söylenebilir: İslâm sisteminin, mutlu hayatın bütün gereklerini topluca içeren bir sistem olduğunu, İslâm toplumunun mutlu ve imrenilecek bir toplum olduğunu kabul edelim. Fakat bu sistem geniş kapsamlılığı ve inanç özgürlüğüne yer vermemesi sebebi ile toplumun duraklamasını ve değişip gelişmeden mahrum kalmasını gerektirir. Bu da söylendiğine göre kâmil toplum için bir kusur, bir eksikliktir. Çünkü gelişme süreci, bir şeyde zıt güçlerin bulunmasını ve bu güçlerin karşılıklı ilişkide bulunmasına muhtaçtır. Bu karşılıklı ilişki sonucunda, kırma ve kırılma yolu ile yeni bir şey doğacak ve bu yeni doğan şey, karşılıklı etkileşim sonunda ortadan kalkacak doğurucu faktörlerin eksikliklerinden arınmış olacaktır. İslâm'ın zıtları ve eksiklikleri, özellikle karşıt inançları kökünden kaldırdığı farz edilirse, bu durum, onun oluşturduğu toplumun gelişme sürecinden mahrum kalmasını gerektirir.

Ben derim ki: Bu, eytişimsel maddeciliğin (diyalektik materyalizm teorisinin) ileri sürdüğü bir problemdir. Bu görüşte büyük bir yanılgı vardır. Çünkü insanla ilgili bilgiler ve inançlar iki kısımdır.

Bir kısmı değişmeye ve gelişmeye açıktır. Ki bunlar teknoloji ile ilgili bilimlerdir. Bu bilgiler hayatın maddî temellerini yükseltme ve insana isyan eden tabiata boyun eğdirme yolunda kullanılırlar. Matematik, fizik ve diğer pozitif bilimler gibi. Bu ilimler, teknolojiler ve bu kategoriye giren bilgiler, eksiklikten kemale doğru değiştikçe bu durum, bu gelişmeye bağlı olarak sosyal hayatın değişmesini gerektirir.

İlimlerin ve inançların başka bir kısmı var ki, başka bir anlamda tekâmül etmeyi kabul etmekle birlikte değişmeye kapalıdır. Bunlar hayatın başlangıcı, ahiret, mutluluk, bedbahtlık gibi konular hakkında kesin, değişmez, başkalaşmaz sabit hükümler için genel ilâhiyat bilgileridir. Ama bu bilgiler incelik ve derinlik kazanma anlamında gelişmeyi ve tekâmülü kabul ederler. Bu bilgiler toplumları ve hayat tarzlarını sadece genel şekilde etkilerler. Bu bilgilerin değişmemesi, aynı durumu hep koruması, toplumların gelişme sürecinin durağan olmasını gerektirmez. Gözlemlerimiz bunun böyle olduğunu ispat eder. Bizim birçok genel ve aynı durumu koruyan görüşlerimiz vardır. Fakat bu görüşlerimizin varlığı yüzünden toplumumuz gelişme çizgisinde duraklamaya uğramıyor. Bu görüşlerimizin bazı örnekleri şunlardır:

İnsan hayatını devam ettirebilmek için çalışmaya yönelmelidir. Çalışmada insana yönelik bir fayda olması gerekir. İnsanlar toplu hâlde yaşamalıdır. Kâinat bir vehim değil, gerçek bir varlıktır. İnsan kâinatın bir parçasıdır. İnsan yeryüzü âleminin bir parçasıdır. İnsan vücudunda organlar, sistemler ve güçler vardır. Bunlar ve bunlara benzer değişmez görüş ve bilgilerimiz vardır. Fakat bunların değişmez ve durağan olmaları, toplumların yerlerinde saymalarını, duraklamalarını gerektirmiyor.

Şu söz de bu kategoriye girer: Kâinatın bir tek ilâhı vardır. O, nübüvvet aracılığı ile insanlar için bütün mutluluk yollarını kapsamına alan bir şeriat ortaya koydu. O, bütün insanları bir gün bir araya toplayıp onlara amellerinin karşılığını verecektir. İşte İslâm'ın toplumunu üzerine kurduğu ve korunmasına büyük özen gösterdiği yegane söz budur. Bilinen bir şeydir ki, bu sözün sabit olup olmadığına ilişkin tartışmak veya onun hakkında başka bir görüş ortaya atmak, birçok kez açıklandığı üzere toplumu sadece çöküntüye götürür. İşte tabiat ötesine ilişkin bütün değişmez gerçeklerin durumu budur. Bunları inkâr etmek, toplumu sadece çöküşe ve yozlaşmaya mahkum eder.

Kısacası, insan toplumu gelişme sürecinde günden güne tabii imkânlardan yararlanma yolunda değişmeye ve tekâmüle muhtaçtır. Bu ancak sürekli teknolojik araştırmalarla ve devamlı bilime uygun çalışmalarla gerçekleşebilir. İslâm bu doğrultudaki hiçbir gayreti engellemez.

Monarşi, demokrasi ve komünizm gibi toplumların yönetim biçimlerinin ve toplumsal geleneklerin değişmesine gelince; bu, toplumun eksiklikten olgunluğa doğru ilerlemesinden değil; sadece bu sistemlerin insanın toplumsal kemalini gerçekleştirmede yetersiz ve eksik olmaları bakımından kaçınılmaz olmuştur. Çünkü bu sistemler arasında varolabilecek olan fark, eksik ile kâmil arasındaki fark değil, yanlış ile doğru arasındaki farktır.

Şöyle düşünelim: Toplumsal sistem insanın fıtratının arzusu olan sosyal adalet uyarınca istikrar bulmuş; insanlar faydalı ilimle ve salih amelle beslenen bir eğitimin koruyucu şemsiyesi altına alınmış; bunun arkasından sevinç ve coşku içinde ilim ve amel merdiveninin basamaklarında mutluluğa doğru yükselmeye başlamışlar; sürekli gelişiyorlar; mutluluklarını pekiştirip alanını durmadan geliştiriyorlar; böyle insanların toplumsal sistemlerini değiştirmeye, olduğundan başka bir biçime dönüştürmeye ne ihtiyaçları olabilir? İnsanın her alanda sırf değişmiş olmak için değişmesi, bu değişimin hiç gereksiz olmayan alanlarda bile inatla gerçekleştirilmesi, akıl ve basiret sahibi bir insanın vereceği bir hüküm olamaz.

Eğer desen ki: İnançlar ve genel ahlâk gibi değişmeye ihtiyacı olmadığını söylediğin bütün kurumların değişmeye uğramaları kaçınılmazdır. Çünkü bunların hepsi sosyal şartların değişmesi, çevrelerin farklılığı ve zamanın geçmesi sebebi ile değişir. Yeni insanın, eski insanın düşüncelerinden farklı düşüncelere sahip olduğunu inkâr etmek caiz değildir.

Bunun yanı sıra insanın düşünce tarzı, yaşadığı yörelerin değişmesine bağlı olarak da değişir. Meselâ ekvator bölgelerinde, kutuplarda ve mutedil iklimlerin egemen olduğu yerlerde yaşayan insanlar farklı düşünce tarzlarına sahip olurlar. Yine insanın hayat şartlarının farklılığı da düşünce tarzında farklılığa yol açar. Meselâ hizmetçi ile efendinin, köylü ile şehirlinin, varlıklı ile yoksulun, fakir ile zenginin düşünce tarzı bir değildir. Demek ki, zaman aşımı ve etkenlerin değişmesi sonucu, hangi alanda olurlarsa olsunlar bütün fikir ve görüşler değişme ve farklılık gösterirler.

Ben derim ki: Bu problem, insanla ilgili ilimlerin ve görüşlerin göreceli teorisine dayanır. Bu nazariyenin kaçınılmaz sonucuna göre hak, batıl, hayır, şer göreceli ve nispî kavramlardır. Hayatın başlangıcına ve sonuna ilişkin genel ve nazari bilgiler, bunların yanı sıra toplu-mun insan için yararlı olduğuna, adaletin iyi olduğuna (olaylara uygulanması bakımından değil de genel bir hüküm olarak) ilişkin hükümler gibi uygulamaya dönük genel görüşler zamanların, şartların ve durumların değişmesi ile değişen nispî hükümlerdir. Daha önce bu nazariyeyi ele aldığımızda genelliği açısından dayanaksız ve asılsız olduğunu açıklamıştık. Orada anlattıklarımızın özeti şuydu: Bu nazariye genel nazarî hükümler ile bir kısım pratiğe dönük genel görüşleri kapsamaz.

Bu nazariyenin genel geçerli sayılmasının dayanaksız olduğunu ispatlamak için şu kadarını söylemek yeterlidir. Eğer bu nazariye doğru olsa (yani bu nazariye, mutlak ve değişmez tümel bir önerme olsa) nispî olmayan mutlak bir önermenin var olduğu sabit olur ki, o da bu nazariyenin kendisidir. Eğer bu nazariye genel ve mutlak olmayıp cüz'î bir önerme olursa, zorunlu olarak mutlak bir tümel önermenin varlığı sabit olmuş olur. Demek ki, her iki durumda da bu nazariyenin genel geçerliliği asılsızdır. Başka bir ifade ile eğer "Her görüşün ve inancın günün birinde değişmesi gerekir" hükmü doğru ise, bu görüşün kendisinin günün birinde değişmesi gerekir. Yani bazı inançların hiçbir zaman değişmez olması gerekir. Bu noktanın iyi anlaşılması gerekir.

11- İslâm Kanunları Bugünkü Hayatı Mutlu Edebilir mi?

Kimi zaman şöyle deniyor: İslâm, Kur'an'ın indiği çağda varolan insanla ilgili bütün meseleleri ele aldığı için, onun o çağın toplumunu gerçek mutluluğa ve o günkü insanları bütün özlemlerine kavuşturmaya yeterli olduğunu kabul edelim. Fakat zamanın geçmesi ile insan hayatının yolları değişti. Bugünkü uygarlığın kültürel ve sanayi hayatı, on dört yüzyıl öncesinin doğal ve ilkel araçları ile sınırlı basit hayatına benzemez.

İnsan uzun ve yorucu çalışmaları sonucunda öyle bir uygar tekâmül ve gelişme düzeyine ulaştı ki, eğer bu gelişmişlik düzeyi bir kaç yüzyıl öncesinin seviyesi ile karşılaştırılırsa bu, iki benzemez türün birbiri ile karşılaştırılması gibi olur. O çağdaki hayatı düzenlemek için konan kanunlar, bugün karmaşık ve ileri düzeydeki hayatın ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilir? Bu hayat düzeylerinden biri nasıl öbürünün yüklerini taşıyabilir?

Cevabım şudur: Söz konusu iki çağ arasında meydana gelen hayat biçimi farklılığı, hayatın genel hususları ile ilgili değildir. Bu farklılık örnekler ve uygular açısından geçerlidir. Başka bir ifade ile insan, besleneceği gıdaya, giyilecek elbiseye, barınacağı ve içinde oturacağı bir eve, kendisini ve yüklerini taşıyacak, bir yerden başka bir yere ulaştıracak araçlara, fertleri arasında yaşayacağı bir topluma, soy artışını sağlayacak ilişkilere; ticari, sinai, iş-işçi ve benzeri münasebetlere muhtaçtır. Bunlar değişmez genel ihtiyaçlardır. İnsan bu fıtratın, bu bünyenin sahibi oldukça ve bu insanî hayatı varoldukça, ihtiyaçlar aynı kalacaktır. İlk insan ile bu günkü insan bu ihtiyaçlar açısından eşit düzeydedir.

Söz konusu iki çağ arasındaki farklılık, insanın maddî ihtiyaçlarını gidermek için yararlandığı araç örnekleri, farkına vardığı ihtiyaç örnekleri ve bu ihtiyaçları giderme araçları bakımındandır.

Meselâ ilk insan bulabildiği meyvelerle, bitkilerle ve av etleri ile basit ve sade biçimde besleniyordu. Bugün ise keşifleri ve orijinal buluşları sayesinde bu ilkel maddelerden binlerce çeşit yiyecek ve içecek hazırlıyor. Bu yiyecek ve içecek çeşitleri tabiatına faydalı olan birçok özelliklere, göz zevkini okşayan değişik renklere, tat alma duygusunun hoşlandığı çeşitli tatlara, dokunmada yararlık sağlayan çeşitli biçimlere, sayılması zor başka birçok niteliklere ve hâllere sahiptirler. Birinci guruptaki yiyecekler ile ikinci guruptaki yiyecekler arasında müthiş fark vardır. Ama bu müthiş farklılık, onların hepsinin insanın açlığını gidermek ve istek ateşini söndürmek için yararlandığı gıdalar olmalarına yönelik bir farklılık değildir.

İnsanın söz konusu dönemlerin ilkinde taşıdıkları genel inançlar nasıl bu dönemin bir yüzyıldan öbür yüzyıla değişmesi ile değişmeyip ilk dönemdeki öbürüne uyarlandı ise, İslâm'da fıtratın çağrısı ve mutluluğun isteği uyarınca ortaya konan genel kanunlar da ortadan kalkmaz. Bir aracın yerine başka bir aracın geçmesi, bu genel kanunların değişmesi için gerekçe olamaz.

Fıtratın özü ile uyum korundukça, bu konuda bir değişme ve sapma olmadıkça, genel İslâmî kanunlar için değişme söz konusu olamaz. Fakat eğer kanunlar ile fıtratın özü arasında bağdaşmazlık olursa, İslâm sistemi bu kanunlara uymaz. Bunların eski çağda veya yeni çağda olmaları bu bakımdan fark etmez.

Bir de zaman zaman meydana gelen ve doğal olarak hızla değişen güncel olaylara ilişkin cüz'î hükümler vardır. Maliye, savunmaya ilişkin güvenlik, ulaşım ve haberleşmeyi kolaylaştırma yolları, belediye hizmetlerine ilişkin düzenlemeler ve bunlara benzer hükümler gibi. Bunlar devlet yetkilisinin ve hükümeti elinde bulunduran kimsenin inisiyatifine bırakılmıştır.

Devlet yetkilisi yetki alanı içinde bir aile reisi konumundadır. Devlet yetkilisi, bir aile reisinin evinde tasarrufta bulunabildiği gibi, bu konularda karar verip kararını yürütmekle yetkilidir. Buna göre devlet yetkilisi (veliyy-i emr) toplumun içindeki ve dışındaki savaşa, barışa, maliyeye ve maliye dışı alanlara ilişkin toplumsal meselelerde toplumun yararını gözeterek ve Müslümanlarla istişare ettikten sonra karar verebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yapacağın iş hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan." (Âl-i İmrân, 159) Bütün bunlar kamu işleri hakkındadır.

Bunlar sürekli biçimde biri ortaya çıkarken öbürü kaybolan, çıkarların ve sebeplerin değişmesi ile değişen cüz'î (ayrıntılara ilişkin) hükümler ve kararlardır. Bunlar Kur'an'ın ve sünnetin kapsadığı ve yürürlükten kalkmalarına imkân olmayan ilâhî hükümlerden başkadır. Bu konuyu yeri gelince ayrıntılı biçimde anlatacağız.

12- İslâm Toplumunun Önderi ve Tutumu

İslâm toplumunun önderliği (velayet-i emri) Peygamberimizin uhdesine bırakılmıştır. Kur'an-ı Kerim açık bir dille ona itaat etmenin, direktiflerine uymanın farz olduğunu bildirmiştir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Teğâbun, 12) "Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin." (Nisâ, 105) "Peygamber, müminler için kendilerinden daha önde gelir." (Ahzâb, 6) "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 31) Kur'an'da bunlar gibi çok sayıda ayet var. Bu ayetler Peygamberimizin İslâm toplumuna yönelik velayetinin ya bazı ya da bütün yönlerini içerir.

Bu konuda araştırmacının gayesini tatmin edecek yöntem, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hayatını inceleyip doyurucu miktarda nazarî bilgi almak, arkasından ahlâk, ibadet, muamelât, siyaset, diğer, ilişkiler ve uygulamalar alanlarında inen ayetlerin tümüne başvurmaktır. İlâhî vahyin zevkinden süzerek elde edilen bu delil, bir iki cümlelik sözlerde bulunmayacak derecede yeterli dile ve tatmin edici açıklamaya sahiptir.

Burada araştırmacının özen göstereceği bir başka ince nokta vardır ki, o da şudur: İbadetleri yapmayı, cihat emrini yerine getirmeyi, hadleri ve kısasları uygulamayı ve diğer İslâm hükümlerini içeren ayetlerin çoğunda hitap bütün müminlere yöneltilmektedir, sadece Peygamberimize hitap edilmemektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Namazı ayakta tutun." (Nisâ, 77) "Allah yolunda infak edin." (Bakara, 195) "Oruç tutmak üzerinize farz kılındı." (Bakara, 183) "Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun." (Âl-i İmrân, 104) "Allah yolunda cihad edin." (Mâide, 35) "Allah için gerektiği gibi cihad edin." (Hac,78) "Zina eden erkek ve kadının her birine yüz kırbaç vurun." (Nûr, 2) "Hırsızlık eden erkeğin ve kadının ellerini kesin." (Mâide, 38) "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 179) "Şahitliği, Allah için yapın." (Talâk, 2) "Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın." (Âl-i İmrân, 103) "Dinin gereklerini yerine getirin ve onun hakkında ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ, 13) "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i İmrân, 144) Bu konuda bunların dışında daha birçok ayet vardır.

Bu ayetlerin hepsinden çıkan sonuç şudur: Bu din Allah'ın insanlara yüklediği toplumsal bir boyadır. O, kulların kâfir olmalarına razı değildir. Dinin gereklerinin yerine getirilmesi, insanların tümünün gerçekleştireceği bir görevdir. O hâlde toplumun işleri, toplumu oluşturan insanların omuzlarındadır.

Bu konuda bazı fertlerin diğerlerine göre ayrıcalığı ve özelliği yoktur. Peygamber ile başkaları bu konuda eşittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmam." (Âl-i İmrân, 195) Bu ayetin kayıtsız-şartsız ifadesi gösteriyor ki, İslâm toplumunun unsurlarının toplumlarının kendisi üzerindeki etkisi hem teşriî, hem de tekvinî açıdan O'nun tarafından göz önünde tutuluyor ve O bu etkiyi boşa çıkarmıyor. Yüce Allah başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah, yeryüzünü dilediği kullarına miras bırakır. İyi son, (günahlardan) sakınanlar içindir." (A'râf, 128)

Evet; Peygamberin (s.a.a) omuzlarında dine çağrı, yol gösterme ve eğitme görevleri vardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları kötülüklerden arındırır, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir." (Cum'a, 2) Resulullah (s.a.a), ümmetin işlerini yürütmek, dünyada ve ahirette önderliklerini üstlenmek ve hayatta oldukça onlara liderlik yapmak için Allah tarafından belirlenmiştir.

Fakat burada araştırmacılar tarafından göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur: Bu yol, Allah'ın malını taht sahibi sultanın haracı sayan, Allah'ın kullarını onun köleleri kabul eden, köleleri saydığı Allah'ın kullarına dilediği gibi davranan, onlar üzerinde istediği gibi hükmeden saltanat egemenliği yolundan başka bir yoldur. Yine bu yol, maddî yararlanma esasına dayanan demokratik veya antidemokratik bir toplumsal yöntem de değildir. Bunlar ile İslâm arasında benzeşmeye, aralarında özdeşlik kurulmasına engel, açık ayrılıklar vardır.

Bu farklılıkların en önemlilerinden biri şudur: Söz konusu toplumlar maddî çıkar esası üzerine kuruldukları için istihdam ve sömürme ruhu iliklerine işlemiştir. Bu da insan tahakkümü sistemini doğurur. Bu sistemde her şey insanın iradesine ve keyfî davranışlarına bağlanmıştır. Hatta insanın kendisi bile başka bir insanın iradesi altındadır. Egemen insanın diğer insana el atması, istediği gibi onu eli altına alması ve ondan beklediği her şeyi elde etmesi mubah sayılır.

Bu, geçmiş yüz yıllardaki keyfî monarşi yönetimidir. Ki bugün uygar toplum kılığında ortaya çıktı. Bu durumu güçlü milletlerin zayıf milletlere yaptıkları zulümlerde ve haksızlıklarda görüp durduğumuz gibi, onların tarih tarafından kaydedilen kötülükleri ile ilgili hatıralarımızla da sabittir.

Geçmiş yüzyılların bir firavunu, bir Kayseri veya bir Kisrâsı (bir imparatoru) baskılarla, entrikalarla zayıflar üzerinde meramını, istediği ve arzu ettiği gibi yürütürdü. Sonra da eğer canı mazeret beyan etmek isterse bütün bu yaptıklarının saltanatın gereği olduğu, ülke yarına olduğu, devletin temelini güçlendirmek için yapıldığı mazeretine sığınırdı. Yaptıklarının onun dehasının ve üstün kişi oluşunun hakkı olduğuna inanırdı. Kılıcını bu sözde hakkının delili olarak gösterirdi.

Bu günde eğer güçlü milletler ile zayıf milletler arasındaki siyasî ilişkileri derinliğine incelersen, tarihin ve tarihî olayların geri geldiğini ve gözlerimiz önünde tekrarlandığını görürsün. Yalnız geçmişteki tek adama dayalı biçim, şimdilik toplumsal biçim ile yer değiştirdi. Ama ruh aynı ruh, keyfî arzu aynı keyfî arzudur. Oysa İslâm'a gelince, onun yolu bu keyfî arzulardan uzaktır. Onun delili, Peygamberimizin fetihlerindeki ve anlaşmalarındaki uygulamalarıdır.

İslâm dışı toplumların yöntemleri ile İslâm yöntemi arasındaki başlıca farklardan bir başkası da şudur: İnsanlık tarihi boyunca görüldüğü ve belgelendiği üzere toplumların kesimleri arasında, sonu fertler arası kargaşaya varan ayrıcalıklar mutlaka vardır. Toplum kesimleri arasındaki servet, mevki, makam ayrıcalıkları sonuçta toplumlarda kargaşa belirmesini kaçınılmaz kılar. Fakat İslâm toplumunun kesimleri arasında benzeşme vardır. Birbirleri arasında öncelik, üstünlük, övünme ve seçkinlik yoktur. İnsanın mayasının isteği ve vazgeçilmez arzusu olan farklılık, sadece takvadadır ve bunun belirleyicisi insanlar değil, Allah'tır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık. Sizi milletlere ve halklara ayırdık ki, tanışasınız. Allah katında en üstün olanınız, kötülüklerden en çok sakınanınızdır." (Hucurât, 13) "İyiliklerde birbiriniz ile yarışın." (Bakara, 148)

Buna göre İslâm'da yöneten ile yönetilen, amir ile memur, reis ile reisin emri altındakiler, özgür insan ile köle, erkek ile kadın, zengin ile fakir, büyük ile küçük eşit konumdadır. Dinî kanunların haklarında yürütülmesi ve sosyal olaylarda aralarında sınıf farklılıklarının olmaması açısından bu saydıklarımızın hepsi birdir. Peygamberimizin uygulamaları bunun delilidir. Selâm ve övgü bu uygulamayı yapanın üzerine olsun.

Bu önemli farklardan biri de şudur: İslâm'da yürütme gücü, toplumda ayrıcalıklı ve seçkin bir zümrenin tekelinde değildir. Tersine bu güç toplumun bütün fertlerine yaygındır. Buna göre herkes hayra çağırmakla, iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla yükümlüdür. İslâm toplumunun yöntemi ile diğer toplumların yöntemleri arasında daha birçok farklılıklar vardır ki, bunlar dikkatli araştırıcıların gözünden kaçmaz.

Bunların hepsi Peygamberimizin hayatında böyle idi. Peygamberimizden sonra toplum yönetiminde iki görüş belirdi. Müslümanların çoğunluğu toplumda bir halifenin Müslümanlar tarafından seçilmesi yöntemini benimserken, Şiî Müslümanlar halifenin Allah ve Peygamber tarafından nasla belirlendiğini, bu halifelerin kelâm kitaplarında ayrıntılı biçimde anlatıldığı üzere on iki İmam olduğu görüşünü savunmuşlardır.

Fakat bu görüş ayrılıkları bir yana, Peygamberimizden (s.a.a) ve zamanımızda olduğu gibi Hz. Mehdi'nin gaybetinden sonra İslâm hükümetinin işi Müslümanlara bırakıldığı tartışmasızdır. Kur'an'dan bu konuda çıkan sonuca göre toplumun önderini Peygamberimizin uygulamaları uyarınca belirleme yetkisi Müslümanların elindedir. Bu da krallık veya imparatorluk değil, imamlık sistemidir. Belirlenen önderin Müslümanlara yönelik uygulamaları şöyle olmalıdır:

Hükümleri değiştirmeksizin korumak. Temel hükümler dışında, daha önce belirtildiği gibi, güncel ve yerel olaylarda istişare ilkesini benimsemek. Bu konudaki delil, "Sizin için Peygamberde uyulacak güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21) ayetinin yanı sıra, daha önce değindiğimiz Peygamberimizin önderliğini vurgulayan ayetlerin bütünüdür.

      13- İslâm Devletinin Sınırı İtibarî ve Coğrafi Sınırlarla Değil, İnançla Belirlenir

İslâm, ırk esasına dayalı bölünmenin toplumun oluşumunda etkili olması düşüncesini ortadan kaldırdı. Bu bölünmenin temel faktörleri bedevilik, kabile ve oymak biçimindeki hayat veya yaşanan bölgenin, yurdun farklılığıdır. Bu iki faktör yani bedevilik ile yaşanan yerlerin farklılığı, sıcak iklim, soğuk iklim, çorak arazı, verimli toprak gibi doğal sebeplerin ikinci derecede etkili olmaları yanında insan türünün halklara, kabilelere ayrılmasının, dillerinin ve renklerinin değişik olmasının iki temel faktörüdür. Bu konu yerinde açıklanmıştır.

Sonra bu iki faktör her kavmin yeryüzünün bir parçasını sahiplenmesine yol açtı. Bu sahiplenme kavimlerin hayata ilişkin çalışmalarına, güçlerine ve şiddetlerine göre gerçekleşti. Kavimler bu yeryüzü parçasını kendilerine tahsis ederek onu yurt diye adlandırdılar. Kavimler bu toprak parçası üzerinde yaşamaya alıştılar ve onu bütün güçleri ile başkalarına karşı savunuyorlar.

Gerçi kavimleri bu duruma iten faktör, fıtratın giderilmesini istediği birtakım doğal ihtiyaçlardır. Yalnız bu bölünmede, insan türünün tek toplum hâlinde yaşama isteği biçimindeki fıtrî arzu ile çelişen bir özellik vardır. Tabiat dağınık güçlerin bir araya gelmesini, uyuşmalarını, birikerek ve birleşerek güçlenmelerini ister. Bu kaçınılmazdır. Tabiat, bunu arzuladığı faydalı gayeye tam ve elverişli biçimde ermek için ister. Bu kural, maddenin temel hâlinde görülür. Madde element hâlinden... bitkiye, daha sonra bitkiden canlıya ve sonra canlıdan insana geçiyor.

Oysa yurtlar bazındaki bölünmeler, milletleri, diğer yurtlarda yaşayan toplumlardan ayrılma esası üzerinde birleşmeye sevk eder. O zaman herhangi bir yurt üzerinde yaşayan toplum, diğer yurtlarda yaşayan birimlerden ruh ve bedende ayrılmış bir toplumsal birime dönüşür. Böylece insanlık birleşmeden ve bir araya gelme idealinden uzaklaşarak, parçalanmanın ve dağınıklığın aslında kaçındığı sıkıntılarına katlanmak zorunda kalır.

Ortaya yeni çıkan bir toplum birimi, ortada olan diğer toplum birimlerine karşı insanın diğer doğal nesnelere davrandığı gibi davranır. Yani o insan birimlerini istihdam eder, sömürür. Dünyanın başlangıcından bugüne dek asırlar boyu edinilen tecrübeler bunun şahididir. Daha önceki incelemeler sırasında aktardığımız ayetler, bu konuyu Kur'an'dan yeteri derecede yararlanmamızı sağlayacak düzeydedir.

İşte İslâm'ın bu ayrılıkları, dağılmaları ve farklılaşmaları ortadan kaldırmasının sebebi budur. İslâm aynı gerekçe ile toplumu tâbiiyet, ırk ve yurt temeli üzerine değil, inanç temeli üzerine kurmuştur. Hatta yararlanmayı beraberinde getiren evlilikte ve miras almada göz önünde bulundurulan akrabalıkta bile inanç bağı esas kabul edilmiştir. Bu iki alandaki temel gerekçe, hane ve yurt birliği değil, tevhit inancı ortaklığıdır.

Bunun en güzel örneklerinden birini bu dinin yasal sistemini incelerken görürüz. Bu din hiçbir durumda yasalarda bu ilkesini göz ardı etmiş değildir. İslâm toplumu, yerine getirmekle ve ayrılığa düşmemekle yükümlü olduğu gibi, baskı altında ve mağlup durumda olduğu dönemlerde de elinden geldiği kadar bu dini ihya etmekle ve onun sözünü yüceltmekle yükümlüdür. Bu ölçüye göre tek bir Müslüman bile bu ilkeyi benimseyip elinden geldiği kadar gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür. Elinden gelen şey, sadece inançlara kalpten bağlanmaktan ve üzerine farz olan amellere işaret etmekten ibaret olsa, bu görevi yerine getirmekle mükelleftir.

Bundan da anlaşılıyor ki, İslâm toplumu öyle bir model oluşturmuş ki, bu modelin egemenlik, bağımlılık, galibiyet, mağlubiyet, gelişmişlik, geri kalmışlık, meydana çıkma, gizli kalma, güçlülük ve zayıflık gibi durumların ve farazi konumların hepsinde yaşaması mümkündür. Kur'an'ın özellikle takıyye konusundaki ayetleri bunun delilidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kalbi iman ile dolu olduğu hâlde inkârcılığa zorlanan kimse müstesna olmak üzere kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse... Onların üzerine Allah'tan bir gazap vardır..." (Nahl, 106) "Ancak onlardan (kâfirlerden) korunma gayesiyle sakınmanız başka..." (Âl-i İmrân, 28) "Gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun." (Teğâbun, 16) "Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün." (Âl-i İmrân, 102)

14- İslâm'ın Her Yönüyle Toplumsal Oluşu

Daha önce belirttiğimiz gibi "...topluca sebat gösterin; sürekli (ilişki içinde ve) hazırlıklı olun ve Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." (Âl-i İmrân, 200) ayeti ve Kur'an'daki daha birçok ayet bunun delilidir.

İslâm'da sistemler ve hükümler gibi ancak toplum hâlinde gerçekleştirilmesi mümkün olan bütün alanlarda toplumsallık gözetilmiş ve esas alınmıştır. Bu gözetilmede bu alanların her birine uygun düşen toplum türü, o alan için mümkün olan ve amaca erdiren emirler ve teşvikler kullanılmıştır. Araştırmacının bu konuya ilişkin araştırmalarında şu iki yönü birlikte göz önünde bulundurması gerekir:

Birinci yön; hükümlerde gördüğümüz farklılıklardır. Meselâ şeriat koyucu, cihat konusunda savunmada başarı sağlayacak düzeyde olan bir kanunî düzenlemeyi ve direkt olarak toplumsal vazifelendirmeyi benimsemiştir. Bu bir tür hükümdür. Yine şeriat koyucu, gücü yetenler ve mazereti olmayanlar için oruç tutmayı ve hacca gitmeyi farz kıldı. Bunun gerekli sonucu insanların oruçta ve hacda birlik meydana getirmeleridir.

Bu birlik, Ramazan ve Kurban bayramları ile bu bayramlarda kılınması yasalaştırılan bayram namazları ile tamamlandı. Bunların yanı sıra bulûğ çağına eren mükellefin her birine günlük namazlar farz kılındı, ama bu namazların cemaatle kılınmaları farz kılınmadı. Fakat bu boşluk, aralarında dört fersahlık bir mesafe bulunan haftada bir kılınacak Cuma namazlarında cemaat oluşturmanın şart koşulması ile dolduruldu. Bu da başka bir hükümdür.

İkinci yön de şudur: Şeriat koyucu, az önce anlattığımız gibi, bazı konularda toplu hâlde olmayı doğrudan doğruya farz kıldı. Fakat doğrudan doğruya cemaat olmayı farz kılmadığı bazı konularda cemaatleşmeyi ısrarla tavsiye etti. Meselâ farz namazları cemaatle kılmak gibi. Farz namazları cemaatle kılmak, aslında müstehap bir sünnettir. Fakat müstehap olan bu uygulama üzerinde sünnet gerçekleşmiş ve cemaatla kılınması bir sünnet hâline gelmiştir. İnsanların da bütün sünnetleri uygulamaları gerekir.[17]  

Peygamberimiz (s.a.a) cemaatle namaz kılmaya katılmayan bir gurup hakkında şöyle buyurdu: "Mescitte namaz kılmayı terk eden bir gurup hakkında nerede ise şöyle bir emri vereceğiz. Evlerinin önüne odun yığılsın, bu odunlar tutuşturulsun da evleri ateşe verilsin." Peygamberimizin bütün sünnetlerinde izlenecek yol budur. Müslümanların hangi vesile ile mümkün olursa ve ne pahasına olursa olsun, onun sünnetlerine özen göstermeleri gerekir.

Bunlar Kur'an ve sünnete dayalı içtihat yolu ile incelenecek konulardır. Bunları açıklamak İslâm fıkhının yetkisindedir.

İslâm'ın insanları benimsemeye çağırdığı ibadete, muamelâta ve siyasete ilişkin davranışlar, iyi ahlâk ve temel bilgiler alanlarında topluma açık olmayı gözettiği gerçeği aydınlığa kavuştuktan sonra burada incelemeyi başka bir yöne çevirmek gerekir ki, İslâm temel bilgilerinin tümünde bile toplumsal bir dindir.

İslâm'ın insanları fıtrat dinine çağırırken bu çağrısını, bu dinin şüphe edilmez bir açık gerçek olduğu tezine dayandırdığını görürüz. Bunu belirten Kur'an ayetleri çoktur ve burada aktarılmalarına gerek yoktur. Bu yaklaşım, değişik idraklere yönelik ilk uzlaşma ve yakınlık kurma adımıdır. Çünkü idrakler, farklılıklarına, ahlâk ve içgüdü kayıtlarına bağımlı olmalarına rağmen "hakka uymak gerekir" ilkesini benimsemekte ihtilâflı değildirler.

Sonra görüyoruz ki, İslâm herhangi bir konuda aydınlatıcı bilgi edememiş, delilleri açık bir şekilde algılayamamış kişileri, bu deliller kulaklarına gelmiş olsa bile, mazur sayıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Böylece helâk olan bile bile helâk olsun. Hayatta kalan da bile bile hayatta kalsın." (Enfâl, 42) "Yalnız ve çaresiz kalan, hiçbir çıkar bulamayan, ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. Böylelerini Allah'ın affetmesi umulur. Hiç şüphesiz Allah affedici ve mağfiret edecidir." (Nisâ, 98-99) Ayetin mutlaklığına ve "çaresiz kalan, hiçbir çıkar yol bulamayan" ifadesinin konumuna dikkat et. Bu yaklaşım, kendini düşünmeye yetkili, incelemeye ve irdelemeye yetenekli gören her düşünen kimseye, din bilgileri ile ilgili konularda düşünme, onları anlamakta derinleşme ve haklarında görüş sahibi olma konusunda tam bir özgürlük tanımaktadır. Üstelik Kur'an ayetleri düşünmeye, kafayı çalıştırmaya, hatırlatmaya ve öğüt almaya yönelik teşviklerle, özendirmelerle doludur.

Zihinsel ve dış kaynaklı faktörlerin tasavvur, tasdik, sonuca varma ve hüküm verme bakımından kavrama yetenekleri üzerinde etkili olduk-ları bilinen bir gerçektir. Daha önce belirtildiği gibi, bu da İslâm toplumunun dayanağını oluşturan esaslara ulaşmada farklılıklara yol açar.

Yalnız psikolojinin, ahlâk biliminin ve sosyolojinin verilerine göre, iki insan arasındaki anlayış ve kavrayış farkı şu faktörlerden birine dayanır:

a) Ya kişi nefsanî ahlâk ve erdemli ve düşük melekelerden oluşan iç nitelikler bakımından farklıdır. Bu durum, zihni etkileyen farklı yetenekler açısından insanla ilgili bilgiler ve marifetler konusunda büyük etkiye sahiptir. İnsaflı insanın idraki ile zihninde oluşturduğu hüküm, inatçı ve katı bir insanın idraki ve hükmü gibi değildir. Ilımlı ve bilgi karşısında ağır başlı bir insanın sonuca varması, aceleci, bağnaz, havalı, her kafadan çıkan sese kanan fevri ve nereye varmak istediğini, ne elde etmek istediğini bilmeyen kaypak bir insanın sonuca varması gibi olmaz.

Dinî terbiye bu farklılığı gidermeye yeterlidir. Çünkü bu terbiye dinin temellerini oluşturan bilgilerle ve kültürle uyumlu olacak şekilde ve bu temel bilgilerle bağdaşacak ahlâkî erdemleri meydana getirecek nitelikte ortaya konmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dediler ki, ey kavmimiz! Biz Musa'dan sonra onun elindekini doğrulayıcı olarak inen, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik." (Ahkaf, 30) "Allah, rızası peşinde koşanları bu kitap sayesinde selâmet yollarına iletir. Onları, kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir." (Mâide, 16) "Uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle bize ulaştıracak yollara iletiriz. Allah iyi işler yapanlar ile beraberdir." (Ankebut, 69) Bu ayetlerin yukarda söylediklerimize tatbik ettiği açıktır.

b) İnsanlar arasındaki anlayış farkları, farklı davranışlardan da kaynaklanabilir. Çünkü günahlar, çeşitli insanî hevesler ve bu kategoriye giren çeşitli kışkırtılmalar ve vesveseler insana, özellikle de sıradan saf insana bozuk düşünceler telkin eder, onun zihnini şüphe sızmalarına ve batıl görüşlerin istilâsına hazır hâle getirir. O zaman anlayışlar farklılaşır ve hakka uymaktan sapar.

İslâm bunun için de yeterli çare getirdi: Bir defa topluma sürekli olarak dine çağrı yapmayı emretti. İkinci önlem olarak bütün toplumu iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla yükümlü tuttu. Üçüncü tedbir olarak da zihinlerinde hastalık ve şüphe olanlardan uzak durmayı emretti. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun." (Âl-i İmrân, 104) İyiliğe çağırmak, telkin ve hatırlatma yolu ile doğru inancı pekiştirir, onun kalplere yerleşmesini sağlar.

İyiliği emredip kötülükten sakındırmak da hak inançların kalplere yerleşmesine engel olan şeylerin ortaya çıkmasını önler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğünde, (bu adamlar) başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana bunu unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimlerle birlikte oturma. Günahlardan sakınanlara onların hesabından hiçbir sorumluluk yoktur. Fakat belki korunurlar diye bir hatırlatmadır. Dinlerini alay-eğlence konusu yapan ve dünya hayatına adanan kimseleri bırak da Kur'an aracılığı ile şunu hatırlat ki, eğri davranışlarının, günahlarının esiri olan kimse Allah dışında ne bir yardım edici ve ne bir aracı bulabilir." (En'âm, 68-70)

Görülüyor ki yüce Allah, ilâhî bilgiler konusunda işaret yolu ile veya denilenin bir gereği olarak şüphe uyandırıcı, karşı çıkıcı veya alaycı konuşmalara dalanların sohbetlerine katılmayı yasaklıyor. Yüce Allah bu tür konuşmaların sebebinin, temel bilgileri konusunda ciddiyetten yoksun olmak; temel bilgilerini oyun, eğlence ve alay konusu yapmaktan kaçınmayan bir sorumsuzluğa esir olmak olduğunu hatırlatıyor. Yine hatırlatıyor ki, bu tutumun kaynağı dünya hayatına kapılmaktır ve bu hastalığın ilâcı sağlıklı eğitim ve yüce Allah'ın konumunu hatırlatmaktır.

c) İnsanlar arasındaki anlayış farklılığı, dış faktörlerden de kaynaklanabilir. Oturulan yerin uzaklığı, dinî bilgilerin insana ulaşamaması veya az ya da tahrife uğramış olarak ulaşması. Yahut bu farklılık insanın dinî bilgileri doğru biçimde kavramasına engel olacak anlayış yetersizliğinden kaynaklanabilir. Mizaç özelliğinden ileri gelen kafasızlık ve aptallık gibi.

Bunun tedavisi, tebliği yaygınlaştırmak ve çağrıda, eğitimde yumuşak bir tavır takınmaktır. Bu iki tedbir, İslâm'ın tebliğ metodunun özelliklerindendir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar insanları basiretle Allah'a çağırırız." (Yûsuf, 108) Bilinen bir gerçektir ki, tebliği basiretle yapan kimse, onun kalpleri ne oranda etkileyeceğini, dinleyenlerin ve telkine hedef olanların değişik olması ile hangi değişik etkileme biçimlerinin ortaya çıkacağını bilir. Bu yüzden basiretli tebliğ görevlisi herkese ancak zihni kapasitesinin kaldıracağı kadar tebliğ yapar.

Hem Sünnî hem de Şiî kanallardan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Biz peygamberler topluluğu, insanlarla akıllarına göre konuşuruz." Yüce Allah da şöyle buyuruyor: "Her kabileden bir grup dini iyice öğrenmeleri ve kavimlerine döndükleri zaman korkup sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez miydi?" (Tevbe, 122)

İşte bunlar, inançlarda anlayış farklılığının meydana gelmesini önleyecek veya meydana gelmiş olan böyle bir farklılığı giderecek tedbirlerdir.

İslâm, toplumu kargaşaya ve çözülmeye götürecek ayrılığın sızmalarından korumak için bunların ötesinde bir toplumsal prensip öneriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilin ki, doğru olan benim yolum budur; ona uyun. Değişik yollara kapılmayın; onlar sizi parça parça edip Allah yolundan ayırırlar. Ola ki, kötülüklerden sakınırsınız diye Allah size bunları tavsiye etti." (En'âm, 153) Ayette anlatılan şudur: Müslümanların hep birlikte doğru yola uymaları ve diğer yollara sapmaktan kaçınmaları, onları ayrılıklara düşmekten koruyan, birlik ve bütünlüklerini kaybetmemelerini sağlayan bir tedbirdir.

Bir başka ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın..." (Âl-i İmrân, 102-103) Daha önce belirtildiği gibi, "Allah'ın ipi"nden maksat, ya İslâm dininin bilgilerinin gerçeklerini açıklayan Kur'an veya bundan az önceki ayetten anlaşılacağı üzere Kur'an ve Peygamberimizdir. Bir önceki ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler. Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O-'nun Peygamberi aranızdayken nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdoğru yola iletilmiştir." (Âl-i İmrân, 100)

Bu ayetler şunları gösteriyor: Müslümanların din bilgileri etrafında birleşmeleri, fikrî dayanışma oluşturmaları, öğretmek ve öğrenmekte yardımlaşmaları, her düşünce ve içlerine düşen her şüphe olayında kendilerine okunan ayetlere sığınmaları, ayrılığın kökünü kazımak için bu ayetler üzerinde derinliğine düşünmeleri gerekir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı, içinde birbirini tutmaz çok şey bulurlardı." (Nisâ, 82) "Biz bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onların anlamlarını sadece bilgili kimseler kavrayabilir." (Ankebut, 43) "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun." (Nahl, 43) Bu ayetlerde Kur'an'ı derinliğine incelemenin ya da böyle bir incelemeyi yapanlara başvurmanın görüş ayrılıklarını ortadan kaldıracağı ifade ediliyor.

Yine Kur'an-ı Kerim, dinin yükünü taşıyan Peygamberimize başvurmanın Müslümanlar arasındaki düşünce ayrılıklarını ortadan kaldırdığını ve onlara uymaları gerekli olan hakkı açıkladığını vurguluyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana da zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın tâ ki, düşünüp öğüt alsınlar." (Nahl, 44)

Şu ayet de buna yakın anlamdadır: "Oysa eğer o haberi Peygambere ve kendilerinden emir sahiplerine (ululemre) götürselerdi, aralarından işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 83) "Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resul'e götürün. Bu, (sizin için) daha hayırlı ve yorum bakımından daha güzeldir." (Nisâ, 59) İşte İslâm'da toplumsal düşüncenin biçimi böyledir.

Bundan anlaşılıyor ki bu din, kendine özgü ilâhî bilgilerini koruma esasına dayandığı gibi, insanlara eksiksiz bir düşünce özgürlüğü de sağlıyor. Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Müslümanların dinlerinin gerçekleri üzerinde hep birlikte ve birbirleri ile bağlantılı olarak düşünmeleri, dinlerinin bilgileri üzerinde düşünce ve içtihat biçiminde zihnî emek vermeleri gerekir. Eğer bu gerçeklerin ve bilgilerin herhangi biri hakkında şüpheye düşerlerse veya bu bilgilere ve gerçeklere zıt bir görüşe varırlarsa, bunda bir sakınca yoktur. Yalnız söz konusu şüphenin veya zıt görüş sahibinin görüşünü, toplumsal bir düşünüşle Kur'an'a arz ederek irdelenmesini sağlaması gerekir. Eğer bu irdeleme problemini çözemiyorsa, onu Peygambere veya onun yerini tutanlara arz eder. Böylece şüphesi aydınlanır ve görüşü asılsızsa bu asılsızlığın farkına varır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve akıl sahipleri onlardır." (Zümer, 18)

Açıkladığımız bu inanç ve düşünce özgürlüğü, az önce sözünü ettiğimiz kişisel görüşü belirtilen mercilere sunmadan ortaya atmak ve halk arasında yaymak demek değildir. Böyle yapmak, sağlam olan toplumun temelini sarsacak ihtilâflara yol açar.

Bu yol, toplumun kendine özgü hayatını (orijinal kimliğini) korumak suretiyle düşünce düzeyini geliştirmesinin önündeki kapıları açacak düzenlemelerin mümkün olan en güzel yoludur. İnançların vicdanlara dayatılması, kalplere mühür vurulması, zorla ve baskı ile insandaki düşünme yeteneğinin öldürülmesi ve bunun için kamçı ya da kılıç kullanılması ya da kâfir ilân etme, sürgün etme, toplumdan dışlama ve hiç kimse ile görüştürmeme yoluna başvurulması, Hak Tealâ-'nın ve hak dinin buna razı olması ya da bu yöntemi destekleyen tedbirleri meşru görmesi düşünülmez. Bu yöntem bir Hıristiyanlık ayıbıdır. Kilise tarihi bu türden sabıkalarla ve baskılarla doludur. -Özellikle milâdî on beşinci ile on altıncı yüzyıllar arasında bu türden uygulamaları çok yoğundur.- Kilisenin bu tür zulümleri, zorbaların ve tağut-ların zulümlerinden bile daha çirkin ve daha beterdir.

Fakat biz Müslümanlar, maalesef, bu nimeti ve bu nimetin kazançları olacak olan topluma yaygın düşünce ile inanç özgürlüğünü kaybettik. Tıpkı Allah'a karşı görevlerimizi yapmamanın sonucu olarak yüce Allah'ın bağışladığı diğer birçok nimetten kendimizi yoksun edişimiz gibi. (Çünkü yüce Allah tutumunu bozmayan hiçbir toplumun sahip olduğu nimeti elinden almaz.) Bu nankörlüğün sonucu olarak toplumumuzda Hıristiyan kilisesinin tutumu egemen oldu. Bunu da kalplerin ayrılması, parçalanma görüntüleri ve mezhep bölünmeleri izledi. Allah bizi affetsin. Bizi rızasını kazandıracak davranışları yapmaya muvaffak etsin ve doğru yoluna iletsin.

      15- Hak Dinin Dünyaya Egemenliği ve Sonucun Takvaya Ait Oluşu

İnsan türü, kendisine armağan edilen fıtrî yapısı sebebi ile gerçek mutluluğu ister. Bu da ancak toplumsal hayat bazında nefsine dünyevî ve uhrevî hayattan pay sağlayarak organik ve ruhî hayatının tahtına oturmasıyla gerçekleşir. Daha önce belirtildiği üzere bu, İslâm'ın ve tevhit dininin ta kendisidir.

İnsanlığın amacı doğrultusundaki ilerlemesi ve kemalinin doruğuna yükselmesi sürecinde görülen sapmalara gelince, bunlar fıtratın hükmünün geçersiz oluşundan değil, uygulamadaki hatalardan kaynaklanmıştır. Yaratılışın güttüğü gaye ise, er veya geç kesinlikle gerçekleşecektir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed, Allah'ı bir bilici olarak yüzünü doğruca dine çevir, Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki, O insanları ona göre yarattı. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmez (Allah demek istiyor ki, gerçi çoğu insanların fıtratları bu gerçeği özet hâlinde biliyor, ama insanlar onu ayrıntılı ve net olarak bilmiyorlar)... Böyle yaparlar ki, kendilerine verdiğimiz nimete nankörlük etsinler. Haydi biraz maddî yarar sağlayıp eğlenin bakalım. Yakında sonunuzun ne olduğunu öğreneceksiniz... İnsanların elleri ile işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah belki dönerler diye onlara yaptıklarının bir bölümünün cezasını tattırıyor." (Rum, 30-41)

Bir başka ayetlerde de şöyle buyuruyor: "Allah öyle bir topluluk ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar. Allah yolunda cihad ederler. Hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler." (Mâide, 54) "Andolsun biz zikirden (Tevrat'tan) sonra Zebur'da da 'yeryüzüne mutlaka salih kullarım vâris olacaktır' diye yazdık." (Enbiyâ, 105) "Sonuç, takvanındır." (Tâhâ, 132)

Gerek bunlar gerekse benzeri anlama gelen ayetler, bize İslâm'ın tam bir üstünlük kuracağını ve dünyaya tümü ile egemen olacağını haber veriyor.

Şöyle diyenlerin sözlerine kulak asma: Efendim İslâm tarihte belirli bir üstünlük kurdu. Onun günleri tarih zincirinin bir halkası idi. Tarihin sonraki halkaları üzerinde belirli oranda etkili oldu. Şimdiki uygarlık farkında olarak veya olmayarak ona dayandı. Fakat bir daha tam bir üstünlük kurması, yani bütün maddeleri, şekilleri ve amaçları ile bir din hükümeti oluşturması, insan tabiatının kabul edemeyeceği ve asla kabul etmeyeceği bir ihtimaldir. Bu nitelikte bir tecrübesi hiç olmamıştır ki, dış dünyada meydana geleceğine ve insan türü üzerinde tam bir hâkimiyet kuracağına güvenilsin.

Onlar öyle diyor; ama sen biliyorsun ki, bizim üzerinde konuştuğumuz anlamı ile İslâm, insan türünün gayesi ve kemal noktasıdır. İnsan farkına olarak ya da olmayarak içgüdüsü ile o gayeye yönelmiştir. Birçok varlık türlerinden elde edilen kesin tecrübeler, onların varoluşları ile uyumlu gayelere yönelmiş olduklarını, kendilerini bu gayelere yaratılış düzeninin sevk ettiğini kanıtlıyorlar. İnsan bu yaratıklar bütününden ayrı ve kopuk değildir.

Üstelik, günümüz dünyasının insan toplumlarında geçerli olan hiçbir sistem, hiçbir yol, meydana çıkışında, varlığını sürdürmesinde ve egemenliğinde kesin bir geçmiş tecrübeye dayanmamıştır. İşte Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın ve Hz. İsa'nın şeriatları. Bunlar zamanlarında ortaya çıkmış ve insanlar arasında geçerli olmuşlardır. Brahma'nın, Buda'nın, Mani'nin ve diğer önderlerin getirdikleri sistemler de öyledir.

Demokrasi, Komünizm ve başkaları gibi maddî uygarlık sistemleri de böyledir. Bunların hepsi hiçbir geçmiş tecrübeye dayanmaksızın çeşitli insan toplumlarına çeşitli uygulama biçimleri ile geçerli ve egemen olmuşlardır.

Yalnız sosyal sistemlerin ortaya çıkabilmeleri ve toplumda kökleşebilmeleri için, amaçlarına ulaşma yolunda yorgunluğa ve bıkkınlığa yenik düşmeyecek düzeyde güçlü taraftarlar, kesin kararlar ve yüce gayretler gereklidir. Zamanın insan iradesini frenleyebileceğini, gayretlerin boşa gideceğini sakın sanma. Bu bakımdan Rahmanî gayeler ve idealler ile şeytanî olanlar arasında fark yoktur.

----------------------------
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)