GENEL ÇİZGİLERİYLE TARİHİ MADDECİLİK KURAMI:

Tarihî maddeciliği marksizmin, felsefi maddecilik, diyalektik ve bizzat tarihî maddecilik hakkındaki temel görüş­lerinin ışığında diğer bir deyişle tarihî maddeciliğin bilgi yorum metodunun ışığında ele alıp incelendikten sonra ar­tık sıra^ tarihi maddeciliğin ikinci aşamadaki incelemesine gelmektedir. Bu aşamada tarihî maddeciliği, in,-an yaşamı­nın yorumunu ve insanın sosyal tarihini kapsayan genel bir kuram olarak da ele alacağız. Detaylarına inmeksizin ge­çirmiş olduğu aşamaların özelliklerini ayrı ayrı ele almaksı­zın genel olarak tarihî maddeciliği inceleyeceğiz.

Tarihî maddeciliği bu niteliğiyle ele aldığımızda konu arasında, cevap beklemekte olan bazı sorularla karşılaşacağız. Bu soruları şöylece sıralayabiliriz:

1  — Tarihî maddeciliğin, «üretim güçlerinin pozitif gerçeği tarihin temel gücü. ve insan hayatının en başta gelen faktö­rüdür.» Şeklindeki ifade   edilebilecek olan temel düşüncesi­nin doğruluğunu ispatlamak için ileri sürülecek olan delil
hangi türden olacaktır?

2  —İlmi kuramların ölçülmesi için üstün bir ölçü aleti var mıdır? Varsa eğer, bu ölçü aletinin marksist tarih karşısında­ ki tutumu ne olacaktır?

3  —Tarihî maddecilik kuramı, varsayımlara dayanan yo­rumlarıyla, insanlık tarihindeki boşlukları hakkıyla doldurabilmiş midir? Veyahut ta tarihî maddecilik yorumlarının dışında insanlık hayatının bazı genel yönleri kalabil­miş midir?

Artık bundan sonra konuyu, yukarıda sıralamış olduğu­muz şu üç sorunun cevaplanması etrafında döndüreceğiz. Bu işi 'bitirdikten sonra da, tarihi maddeciliği incelemenin üçüncü aşamasına geçeceğiz. Bu aşamada ise tarihî madde­ciliğin detaylarını ve bu kuramın bundan sonra kaydedeceği aşamaları inceleyeceğiz.


 

 

1-TARİHİ MADDECİLİĞİN DAYANMAKTA OLDUĞU DELİLİN TÜRÜ:

Marksizmin, tarihî maddecilik kuramını ispatlamak maçıyla kullanmış olduğu yöntemleri öğrenebilmek için, tarihî maddecilikle ilgili fikir ve kitapların birçoğundan ha­berdar olmamız gerekmektedir. Çünkü bu yöntemler, bölük pörçük, dağınık bir şekilde marksizmle ilgili eserlerde ele alınmıştır.

Tarihî maddeciliğin dayanmakta olduğu delillerin tü­rünü üç maddede özetleyebiliriz:

a — Felsefî delil,

b — Psikolojik delil,

c — İlmi delil.

 

a— Felsefî delil: Tarihî maddeciliğin probleme eğilir­ken dayandığı felsefî analiz delili - Tarihi maddecilik çeşitli yüzyıllardan elde edilen deney ve düşünceler deliline dayan­maz.- şöylece ifade edebilir: Genel bir biçimde maddeye hükmeden illiyet kanununa tarihî olayların boyun eğmesi, bizi tarihî tekâmüle ilişkin bir soruşturmaya itmektedir. Bu tarihî tekâmül ki; ileriki zamanlarda meydana gelecek olan tarihî olgular, sosyal, siyasal ve fikrî hareketlerin bir ifadesidir. Kolayca aklımıza gelen bir husus da şudur ki; Sözgeli­mi çağımız Avrupa toplumu, sosyal muhteva ve çeşitli dış görüntüleri bakımından bundan bin yıl önceki Avrupa toplumuna, ters düşmektedir. Şu halde bu kapsamlı sosyal ters düşmenin bir sebebi olsa gerek. Ayrıca sosyal yapıda meyda­na gelen değişiklikleri de bir yoruma tabi tutmamız gerek. Ama bu yorumu, değişikliğe sebep olan asit sebeplerin ışı­ğında yapmamız zorunludur.

Tıpkı fizik bilgininin fizikî alandaki tabiî olguları kendi asıl sebeplerinin ışığında yorumladığı gibi... Çünkü kâi­nattaki tüm olgular -tabiî olsun beşerî olsun- hepsi sebeplilik ilkesine boyun eğmektedirler. Şu halde tarih sahnesinde görülen sosyal değişikliklerin sebebi nedir?

Bu soru şöyle cevaplanabilir: Bu değişikliklerin sebebi; fikîr veya toplumda revaçta bulunan hâkim görüşlerdir. Sözgelimi çağdaş Avrupa toplumu, yüzyıllar önceki Avrupa toplumundan, aradaki düşünce ve görüşlerin çeşitliliğine bağlı olarak tamamen ayrılmaktadır.

Fakat toplum ve tarih hakkındaki bu yorumlama nok­tasında durma imkânsız mıdır?

Tarih analizimiz de ileriye doğru bir adım daha atarak öne geçtiğimizde kendimizi şöyle bir soruşturma yapmak zorunluluğuyla karşı karşıya bulacağız: İnsanların düşünce­leri sırf bir rastlantıya neden boyun eğiyorlar? Sebeplilik prensibinin ışığında bu soruya verilecek olan cevabın olum­suz olması doğaldır, insanların düşünce ve görüşleri, insan­larla beraber doğup ölen fıtrî düşünce ve görüşler olmadık­ları gibi sırf bir rastlantıya boyun eğen düşünce ve görüşler de değildirler. Bu düşünce ve görüşler müktesep olup, doğuş ve gelişmelerinde bazı özel sebeplere boyun eğerler. Şu halde söz konusu düşünce ve görüşler bizzat kendileri sonradan meydana gelme olup belirli kanun ve sebeplere boyun eğdik­lerine göre sosyal ve tarihî olgular için nihaî sebepler olarak kabul edilemezler. Tersine, düşünce ve görüşlerin doğup ge­lişmelerinde etkin olan faktörleri araştırmamız gerekmektedir. Sözgelimi siyasal özgürlüğe ilişkin sözler neden mo­dern çağda söyleniyor da Orta çağ Avrupa’sında söylenmiyor­du? özel mülkiyete çatan düşünceler neden geçmiş tarihî dönemlerde değil de şu anda içinde bulunduğumuz tarih dö­neminde yaygın hale geldi?

Şimdi de genel olarak sosyal kondisyonlardan veya özel olarak ekonomik kondisyonlardan doğup gelişen düşüncele­rin ne şekilde meydana geldiklerini açıklayacağız. Hatta açıklamamız da zorunludur. Fakat bu, bizim felsefî sorunu çözümleme yolunda az da olsa ileriye doğru mesafe kat et­tiğimizi ifade etmez. Çünkü biz, sosyal kondisyonların oluşum ve gelişimlerine bağlı olarak, düşüncelerin oluşum ve gelişmelerini açıklığa kavuşturmaktan başka bir şey yapma­dık. Bu suretle de başlangıç noktasında son bulmuş olduk. Sosyal kondisyonlarda son bulmuş olduk. Ki daha bunları başlangıçta açıklığa kavuşturmak ve bunların meydana ge­liş sebeplerini keşfetmek istemiştik. Düşünce ve görüşler, sosyal kondisyonların ürünü olduklarına göre, sosyal kondisyonların doğup, asıllarına bağlı olarak gelişmelerini sağ­layan sebepler nelerdir? Diğer bir deyişle, toplum ve tarihin aslî sebebi nedir ?

Sosyal kondisyonların doğuş sebepleri ve bu sebeple­rin açıklığa kavuşturulması için önümüzde sadece iki yol vardır :

BİRİNCİ YOL: Geriye doğru bir adım atıp, siyasal, ekonomik ve diğer çeşitli türleriyle sosyal kondisyonu düşünce ve gö­rüşlerle yorumlayan görüşü tekrarlamalıyız. Böylece de boş bir çember içinde dönüp dolaşmış oluruz. Çünkü daha önce biz düşünce ve görüşlerin, sosyal kondisyonların ürünü ol­duklarını söylemiştik. Şayet tekrar; sosyal kondisyonlar, düşünce ve görüşlerin ,bir ürür »i, bir sonucudur diyecek olur­sak o zaman, daire gibi bir çizgi çizmiş olur ve ilerlemek is­tediğimiz yerde gerilemiş oluruz.

Tüm idealist tarih yorumcuları hep bu yoldan git­mişlerdir. Bu konuda Plekhanof şöyle der:

«Hegel bizzat kendini boş bir halka içinde bulmuştur. Ki birçok Fransız sosyolog ve tarihçileri de aynı halkaya düş­müşlerdir. Bu bilginler, sosyal kondisyonları düşüncelerin durumuyla, düşüncelerin durumunu da sosyal kondisyonlarla yorumlamışlardır Bu mesele çözüm bulmadığı sürece 'bilim; (B) yi (A) nın sebebi, (A) yi da (B) nin sebebi olarak ilân etmekle boş bir halka içinde dönmeye devam edecektir.» [6]

İKİNCİ YOL: Ki bu yol marksizmin yoludur. Sebeplilik pren­sibine uygun bir şekilde yorumlama ve sebeplendirme yolundaki ilerlememize devam edelim, insanın düşünceleri, gö­rüşleri ve çeşitli şekilleriyle sosyal ilişkileri üzerine eğilerek-bütün bunların doğup gelişen sosyal olguları olup yorumlan­dırılıp sebeplendirilmeleri gerektiğini ortaya koyalım. Bu durumda konuyu ancak, tarihin sözünü ettiğimiz olgular çemberinin dışındaki sırrını araştırarak devam ettirebiliriz Bu olgular çemberinin dışında da sadece üretim araçlar, vardır. Diğer bir deyişle en eski çağlardan beri insanın tabi­atı şu yönde gelişmiştir. Ele aldığımız soruyu cevaplayacak olan yegane faktör, üretim güçleridir. Sorumuz da şuydu: Tarihî olgular neden ötürü meydana gelmişlerdir.. Ve bu olgular; «olaylar rastlantı eseri olamazlar. Her olayın ken­dine özgü bir sebebi vardır.» diyen felsefî zorunluluğa uygun bir şekilde niçin gelişip tekâmül etmektedirler?

İşte böylece tarihi yorumun, araştırma alanında kısır kalan daire içindeki hareketten kurtulması imkânsız hale gelmiştir. Ancak tarihî yorum, üretim araçlarını, toplum ve tarih için en büyük sebep olarak kabul ederse daire içindeki hareketten kurtulma ihtimali söz konusu edilebilir.

İşte felsefî delil budur. Bu delili mümkün olan en güzel sekliyle sunmaya çalıştık; Bu konuda birçok incelemeleri içe­ren ve bu tür istidlal esasına dayalı olan en Önemli kitap «Ta­rih Felsefesi.)dir. Bu eseri büyük Rus yazarı Plekhanof ha­zırlamıştır. Bu konuda yukarıda sunmuş olduğumuz bilgileri, onun adı geçen eserinden özetledik.

Tarihî maddecilik kuramının dayanmakta olduğu felse­fi delili yeni bir şekilde anladıktan sonra şimdi de sıra bu istidalin; «olaylar rastlantı eseri meydâna gelmezler» diyen felsefi-zorunluluğun (sebeplilik ilkesinin) sınırlan içinde analize edilip incelenmesine geldi.

Bu felsefi istidlal doğru mudur? Tarihin felsefi sorununun çözümlenmesi için bu istidlalin dayanmakta olduğu, üretim araçları vasıtasıyla yapılan yorumun yegane geçer­li bir yorum olduğu doğru mudur?

Bu soruyu cevaplayabilmek için önce üretim araçlarıy­la ilgili olarak analiz yoluyla bir tek noktaya değineceğiz. i marksizm bu noktayı, tarih için asli bir sebep olarak ka­bul etmektedir. Şöyle ki: Üretim araçları donuk ve statik değildirler. Tersine bu. araçlar, insan düşüncesi ve insanın sosyal kondisyonunun değiştiği gibi zaman boyunca değişip tekâmül ederler. Üretim aracı ölür. Bir diğer araç doğar. Şu halde üretici güçleri geliştiren, bu güçlerin uzun tarihlerinin gerisinde saklanan engin sebeplerin neler olduklarını sorma yetkisine sahip olduğumuz gibi, düşünceleri ve sosyal kondisyonları oluşturan sebeplerin de neler olduğunu sora­biliriz.

Felsefi kanıt sahibi Plekhanof ve benzeri büyük Marxsist yazarlara bu soruyla yaklaştığımızda onların, tarih için üre­tici güçlerin arkasında daha engin sebeplerin varlığını itiraf etmelerini beklemiyoruz. Çünkü böyle bir tutum; «Tarih dünyasında en üstün merci, üretim araçlarıdır.» diyen ta­rihi maddeciliğin temel düşüncesiyle- çelişmektedir. Bu se­beple de marxsist yazarları bizim bu sorumuzu cevaplarken üretici gücün tarih ve tekâmülünü yine bizzat üretici güç­lerle açıklamakta ve şöyle demektedirler: Üretici güçler, biz­zat kendi kendilerini geliştirmektedirler. Onların gelişmele­rine bağlı olarak da tüm toplum gelişmektedir. Ama bu ge­lişim nasıl tamamlanmaktadır? Kendi kendilerini geliştirir­lerken üretici güçlerin uyguladıkları metot nasıl bir metoddur? Marksizmin bu soruyu cevaplayışı da son derece açık­tır. Marksizm, bu konuda şöyle bir yorum yapar: İnsanlar üretim işine girişirken üretici güçler insanın zihninde de­vamlı olarak teemmül![7] düşünce ve bilgileri oluşturup geliştirirler.

Sosyalist toplumun düşünceleri... Bu topluma göre ise 'işçi ve işveren arasında zaten bir ilişki söz konusu değildir. Her neyse şu veya bu toplumun düşünceleri... Her iki taraf da bu düşüncelere uymaya mecbûrdur. Toplumun düşünce­lerine hükümetler de uymak zorunluluğundadırlar.

Teemmüle düşünceler, var olan, gerçekleşen olguların idrâki demektir, timi düşünceler ise, olması ve olmaması gereken şeylerin idrâkidir.

Gerek teemmüle gerekse ilmî düşünceler, hepsi insanla­rın tabiî üretici güçlerle hemhal oldukları esasında tecrübe­lerinin ürünüdürler. İnsanın tabiî üretici güçlerle haşir ne­şir olarak elde ettiği bu düşünce ve bilgiler ona, üretim araç­larını icat etmek, üretici güçleri yenileyip devamlı surette geliştirmek hususunda yardımcı güçler olacaklardır.

Bu şu demektir: Üretici güçlerin gelişim tarihi, ilmî ve teemmüle alandaki gelişmelere uygun bir şekilde tamamlan­mış ve ondan doğmuştur. İlmî' gelişme de kendiliğinden, in­sanın üretici güçlerle haşir naşir olup da tecrübeler elde et­tiği zamanda bu güçlerden doğmuştur. Böylece de marksizm, .üretici güçler için tarihin baş köşesinde yer vermeyi, bu güç­lerin gelişmelerini de üstün bir sebep olarak hiçbir üretim aracına ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden üretim gücünden doğan ve durmadan gelişmekte olan teemmüle ve ilmî düşün­celer metoduyla yorumlayacağını garanti etmiştir.

Engels, bu tür yorumun yani üretici güçler ile teemmüle düşüncelerden her birinin gelişmesini diğerinin gelişmesiyle yorumlamanın mümkün olduğunu söylemiş ve ilân edi­ci mahiyette demiştir ki; Diyalektik, hiçbir zaman sebep müsebbebin iki zıt kutup olup bu kutuplardan her birinin diğeriyle sert biçimde çeliştiklerini kabul etmez. Diyalektiğe uyanların dışındakiler böyle bir hükme sahiptirler. Onlar her zaman sebebin bir yerde, müsebbebin de bir başka yerde oldukları kanısındadırlar. Şu var ki diyalektik, sebebi işin güçlere doğru itilmesi, müsebbebi de bir iş şeklinde te­lakki eder.

Felsefî istidlalin analizi ve eleştirisi için şimdiye kadar söylediklerimiz aslında şu sözü söyleyebilmemiz için bir gi­riş niteliğindeydi. Şöyle ki: Bütün bu söylediklerimiz felsefî yönden mümkün olduğuna ve marksizmin de üretici güçler
ve bu güçlerin gelişimine ilişkin yaptığı yorumda olduğu gi­bi, tarihî yorumun boş bir çember içinde hareket etmesi normal olduğuna göre, sosyal kondisyonu yorumlama ko­nusunda aynı yöntemi uygulamamız felsefî yönden neden mümkün olmasın? Aslında bizim demek istediğimiz şudur ki; sosyal kondusyonlar aslında insanın diğer insanlarla bazı ilişkiler kurmaya giriştiği zamanda elde etmiş olduğu
sosyal tecrübelerden ibarettir. Tıpkı üretim işlemleri esna­sında insanın üretici-güçlerle birlikte giriştiği tabii tecrübe de olduğu gibi.... Nitekim insanın teemmüle düşünceleri de tabii tecrübenin gölgesi altında, gelişip tekâmül eder. Sonra
da bu düşünceler, tabiî tecrübelerin gelişimine ve bu tecrü­belerin elde edilişinde katkısı olan araçların yenilenmesine etkide bulunur. Aynen bunun gibi toplumun ilmî düşünceleri de sosyal tecrübenin gölgesinde gelişip tekâmül eder.
Sonra da sosyal tecrübenin gelişim ve yenilenişine etkide bulunur.

İnsanın kevn hakkındaki ilmi anlayışı, tabiî tecrübele­rin elde edilişi esnasında sürekli olarak gelişir.. Bu anlayı­şın gelişmesi sebebiyle tabiî tecrübeler ve tabiatın üretici güçleri de gelişirler. Aynen bunun gibi insanın sosyal ilişki­ler hakkındaki pratik anlayışı, sosyal tecrübelerin elde edi­lişi esnasında sürekli biçimde gelişir. Bu sebeple bizzat sos­yal tecrübeler ve yürürlükteki sosyal ilişkiler de gelişirler.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki; sosyal kondisyonun pratik düşünceler yoluyla yorumlanması konusunda marksizmi, felsefî yönden engelleyecek hiçbir engel yoktur. Ayrıca bu düşüncelerin değişim ve evrimlerinin, siyasal, ekonomik ve diğer kondisyonlarda temessül eden sosyal tecrü­beler yoluyla yorumlamasında da herhangi bir sakınca söz konusu değildir, olamaz da.. Çünkü bu pratik anlayışla sos­yal kondisyonun birinin diğerininkinin yerine geçebilecek olan yorumu, marksizmdeki ilmi anlayış ile üretici güçlerin tarihinden her birinin diğeriyle yorumlanması stiline tama­men benzemektedir.

Bütün bunlardan sonra geriye kalan bir soru da şu: Üretim araçlarım sosyal ve tarihî yorumun çıkarına dev­reye sokmamız neden gerekmektedir? Pratik düşünceler ile sosyal kondisyonun birinin diğeriyle yorumlanışı stiliyle yetinmemiz nede imkânsızlaşmaktadır?

Felsefî zorunluluk ve Engels'in kesinleştirdiği sebep müsebbep anlayışı, böyle bir yorum şeklini benimsememize müsaade etmektedir. Eğer böyle bir yorum şeklini benimse­diklerini engelleyecek bazı sebepler ortaya çıkarsa da kuşkusuz ki bunlar, bazı tarihî tecrübe ve düşünceler olacaktır.

B — PSİKOLOJİK DELİL:

Bu delille ilgili açıklamaya su noktadan başlayabiliriz: Bu delilin ileri sürülmesi, insan yaşamındaki düşünce­lerin doğuşunun belirli bir sosyal kondisyonların ve olgu­ların ürünü olduklarını ispatlama çabasından ileri gelmek­tedir. Bundan su sonucu elde edebiliriz : Sosyal yapı, tarih itibariyle fikri yapıdan öncedir. Şu halde ilk oluşum ve geli­şimi yönünden sosyal olguları idealizmin -insan düşüncesi gibi- bir faktörüyle yorumlamamız imkânsız hale gelmekte­dir. Çünkü düzünce, inşan hayatındaki belirli sosyal olgula­rın doğuşundan sonra tarih sahnesinde görülebilmiştir. Bu durumda toplumu yorumlamak, toplumun doğuşunu sebep­lendirmek için maddeci yönelimden başka ilmî bir yönelim ortada mevcut değildir. Maddeci yönelim, fikrî etkenleri bir tarafa itmekte ve toplumu maddi etkenlerle, üretim araçla­rıyla yorumlamaktadır.

İnsanlık dünyasındaki düşüncelerin sadece geçmişteki sosyal olguların birer ürünü olduklarını ispatlamak, söz konusu psikolojik istidlalin temel unsuru olacaktır. Ki bundan da toplumun, tarih itibariyle düşünceden önce geldiği, gö­rüş ve düşüncelerden değil de maddi etkenlerden doğmuş olduğu sonucuna varalım.

Fakat marksizm bu temel unsuru nasıl oluşturmuş ve bu unsur için nasıl bir delil ileri sürmüştür? Bu hususta marksizmin, «düşünceler dilin ürünüdürler. Dil de sosyal id­rakten başka bir şey değildir, «şeklindeki kesin kararında açıklığa kavuşmaktadır. Bu hususta Stalin şöyle der:

«Deniliyor ki düşünceler insan diliyle ifade edilmeden ön­ce insanın ruhunda doğar, meydana gelirler. Bu düşünceler dil aracına ihtiyaç duymaksızın yani, dilin çerçevesine gir­meksizin çıplak ve bağımsız olarak doğarlar. Fakat bu kadar da ileri gitmek de doğrusu tamamıyla hatadır. Evet her ne ka­dar düşünceler, insanın ruhunda doğuyorlarsa da bu düşünce­lerin ancak dil araçları esasına yani kelime ve cümleler esasına dayalı olarak ortaya çıkmaları mümkün olabilmektedir. Şu halde dil araçlarına yahutta tabiî bir madde olan dile karşı bağımsız-, çıplak düşüncelerin vârlığına imkân yoktur. Dil dediğimiz şey de bizzat direkt olarak düşünceye bağlı bir gerçektir. Dil olmaksızın bir düşünceyi ifade etmek imkân­sızdır. Ancak idealistleri bunun dışında tutmak gerek. (I) [8]

İşte bu suretle Stalin, dil ile düşünce arasında bir bağ­lantı kurmuş oldu. Dili düşüncenin yar olması için bir temel olarak kabul etti. Dil aracı olmaksızın çıplak düşüncelerden söz etmek hiç de doğru değildir, dedi.

Stalin'den sonra ünlü Marxist yazar George Politzer ge­liyor. Gerçek olduğu savunulan bu iddiayı, bazı psikolojik buluşların veya diğer bir anlatımla psikoloji biliminin fizyo­lojik esaslarının ışığında ispatlamaya çalışıyor. Psikoloji bi­liminin fizyolojik, esaslarını ünlü bilgin Pavlof, kendi edin­diği birçok tecrübelerden özetleyerek ortaya koymuştur.

Biraz önce anmış olduğumuz Stalin'in sözleriyle ilgili olarak G. Politzer şöyle bir yorumda bulunmaktadır.

«Diyalektik meteryalizmin bu prensipleri, büyük bilgin Pavlof'un yapmış olduğu fizyolojik alandaki araştırmalar sayesinde tabiî ilimlerden büyük destek görmüştür. Pavlofun buluşlarından biri de şu: Zihnî gelişmelerin esas işi şart­lı, münakis fiillerdir, ki bu fiiller sınırlı ortamlar içinde olu­şurlar.. Bu fiilleri iç ve dış duygular ortaya koyarlar. Ayrıca Pavlof bu duyguların her canlı varlığa yöneltilen işaretlerin görevlerini de yerine getirmekte olduklarını ispatlamıştır. Diğer taraftan Pavlof, anlam ve muhtevalarıyla birlikte ke­limelerin, eşya tarafından ortaya koyulan duyguların -ki ke­limeler bu duygulan ifade eden araçlardırlar- yerine geçebi­leceklerini de keşfetmiştir. Böylece de kelimeler, işaretlerin işaretleri olmakta yani, işârî işlemlerde ikinci bir sistem ye­rine geçmektedirler. Bu sistem, insana özgü bir sistem olup, ikinci sistem esasına dayalı olarak meydana gelmektedir. Böylece de dil, insandaki üstün gelişmelerin, sosyal gelişme­lerin, ilk şartı ve mücerret düşüncelerin temeli durumuna gelmektedir. Mücerret düşünceler, zamanla ilgili duygulan­dırmaları harekete geçirirler. Ayrıca dil, aklî düşüncelerin de temel dayanağıdır. Aklî düşünceler insana, son derece ince bir şekilde realiteye ters düşebilme fırsatını da tanımak­tadırlar. Bu yoldan giderek Pavlof; insanın şuurunu -esas bakımdan- sınırlandıran unsurun,' insanın bedenî organla­rı ve biyolojik-çevresinin olmadığını tersine, insanın içinde yaşamakta olduğu toplum olduğunu ortaya çıkarmıştır.» [9]

Politzer'in, Pavlof'un incelemeleri ışığında Marksizmin görüşüne dayanarak ortaya attığı bu önerilerini biraz açıklamaya çalışalım;

Folitzer, Pavlof’un; zihnî gelişmeler işlemi, belirli işaret uyaranlara verilen bir cevaplamadır.   Şeklindeki görüşüne katılıyor. Bu işaret ve uyarıcılar, ilk planda duygulardır. Açıkça bilinen bir husustur ki, uyarıcılara karşı ce­vaplama biçiminde meydana gelen düşünceler. Eşyadan mücerret olan bağımsız aklî düşünceler olamazlar. Çünkü sö­zünü ettiğimiz cevaplama da ancak belirli bir şeyden duy­gulanma ve etkilenme halinde meydana gelebilir.. Şu halde insanın, kendisine görünmemiş olan bir şey hakkında dü­şünce sahibi olması imkânsızdır.

 

İkinci planda dil ve lafız araçlarının görevleri söz konu­su olmaktadır. Bu araçlar sayesinde ikinci işaret ve uyarı­cılar görevlerini yerine getirebilmektedirler. Buna göre her kelime, sözünü ettiğimiz uyarıcılardan gelen belirli bir uyar­ma ile meydana gelebilmekte ve böylece de kelime uyarıcı­ya oranla ikinci bir şart durumuna düşmektedir. Dile ait uyarıcılar tarafından insanın zihnine gönderilen uyarmala­ra insanın cevap vermesi yoluyla bir düşünce sahi­bi olmak mümkündür. Şu halde dil, düşüncenin temeli haline gelmektedir. Çünkü dil sosyal bir olgudur.

Bu sebeple de düşünce sosyal hayatın ikinci plândaki bir olgusu haline gelmektedir. Politzer'in ortaya attığı dü­şünceler, işte bunlar...

Şimdi de kendi kendimize soralım: Stalin'in ifadesi sı­nırlan içinde dil gerçekten düşüncenin temeli midir, değil midir? (Burada sözünü ettiğimiz düşünceler tabii ki dil araç­larından bağımsız, çıplak düşünceler değildirler.) Bu soruyu biraz daha açıklığa kavuşturalım: Poitzer'a ifade ettiği gi­bi belirli bir sosyal olgu olması sıfatıyla dil, insanın düşünücü bir organı olarak yaratılmış mıdır? Ve yahutta düşünen insanın hayatında, insanın ifade etmek ve başkalarına ak­tarmak için vasıta aradığı düşüncelerin bir sonucu olarak nü meydana gelmiştir? Politzer'in üzerinde durduğu birinci şıkkı, Pavlof'un deneylerinin tabiî ve şartlı uyarıcılara ilişkin ortaya koymuş olduğu kuralını incelediğimiz zaman bile kabullenemeyiz.

***

Konuyu daha da fazla açıklığa kavuşturabilmek için Pavlof'un görüşleri ve onun düşünceyi fizyolojik prestpektiften yorumlayış metodu hakkında kısa bir bilgi vermek gerekmektedir. Bu ünlü bilgin deneyler yaparak, bir canlının tabiî bir uyarıcı ile bağlantı kurması halinde o canlının faaliyete geçeceğini. Dolayısıyla da tabir uyarıcı tarafından kendisine yöneltilen uyarıya karşılık vereceğini ispatlamış­tır. Meselâ, köpeğin önüne yiyecek sürülmesi, tabiî bir uyarmadır. Bu uyarmaya cevap olarak köpek tarafından be­lirli bir karşılık verilir, yemek kabını görür görmez köpeğin salyası akar.

Bunun üzerinde düşünen Pavlof, yemeği köpeğin önü­ne her sürdüğünde bir zil çalmış. Bu zil çalma işini birkaç kere tekrarlamış, sonra da öne yemek sürmeksizin zil çal­mış ve köpeğin yine salya akıttığını görmüş... Bu deneyden şu sonucu çıkarmış: Zilin çalınması yiyeceğin öne sürülmesiyle meydana gelen refleksin aynısını vermektedir. Zilin defalarca yiyeceğin öne sürülmesiyle birlikte çalınması dolayısıyla zil, bizzat yiyeceğin görevini yerine getirmiş bulunuyor. Bu nedenle de Pavlof, zilin çalınması işlemine şartlı uyarıcı adını vermiş. Zilin çalınması dolayısıyla da salya­nın akışına şartlı refleks adım vermiştir.

Bu noktadan hareketle birçok kimseler insanın bütün düşüncelerini tamamen köpeğin salyasının akışı şeklinde yorumlamaya çalışmışlardır. Bunlara göre insanın düşünce­leri çeşitli uyarıcılara verilen karşılıklardan ibarettir. Nasıl ki yiyeceğin köpeğin önüne sürülmesi tabiî bir uyarıcı ise ve bu uyarıcı da, köpeğin salya akıtması gibi tabiî bir cevap­lamayı sonuç olarak veriyorsa, aynen öyle de insan için bazı tabiî uyarıcılar vardır ki bu uyarıcılar dolayısıyla bazı tabiî cevaplamalar meydana gelmektedir. Bu cevaplamayı da idrâkin türleri olarak kabul ediyoruz. Cevaplamayı mey­dana getiren uyarmalar ise, iç ve dış duygulardır. Yine bu­nun gibi zilin çalınması, yiyeceğin öne sürülmesiyle elde edi­len cevaplamanın tıpkısını meydana getirmektedir. Bu da zilin çalınması yiyeceğin öne sürülmesiyle birlikte ve şart­lı olması ile mümkün olmaktadır, îşte bunun gibi insan için tabiî uyarıcılarla birleşik hale gelmiş olan birçok şeyler var­dır ki bunlara şartlı uyarıcılar adını vermekteyiz. Örneğin tüm dil ararları bu şartlı uyarıcılardan sayılmaktadır. Söz­gelimi su Kaimesi su ile meydana gelen duygulanmanın aynısını meydana getirmektedir. Çünkü bu kelime, şartlı olup, su ile bitişiktir. Su ile duygulandırma tabiî bîr uyarı­cıdır. Bu her İM uyarıcı da insan zihninde özel bir cevapla­ma meydana getirirler.

Bu nedenle Pavlof iki işârî sistem ortaya koymuştur:

a — Kelime ve kalıplarının müdahalesi olmayan tabiî  ve şartlı uyarıcılardan oluşan işârî sistem,

b — İkinci   derecede   uyarıcılar   olmaları niteliğiyle   kelime kalıpları ve dil araçlarını kapsayan işârî sistem: ikin­ci derecedeki bu uyarıcılar, birinci- sistemin işârî uyancılarıyla şartlanmış bu sebeple de, belirli şartlı refleksleri hare­kete geçirme gücünü elde etmişlerdir.

Pavlof un görüşlerinden elde edilen sonuç şudur: Uya­rıcı olmaksızın insanın düşünme mekanizmasının hareketi­ne imkân yoktur. Çünkü düşünce insanın uyarıcıya karşı göstermiş olduğu özel türden bir tepkidir. Nitekim aklî mü­cerret düşünceler de şartlı uyarıcılar olmaksızın meydana gelmezler. Bu uyarıcılar duygularla birleşmiş olup, uyarılan tarafından verilen cevapların tıpkısını vermektedirler. Ama insan, kendi duygularına bağlı olarak kaldığında mücerret bir imkânı elde edemez, insanın düşünen bir varlık olabil­mesi için, duyguların gerisinde ve tabiî uyarıcılar çerçeve­sinde bazı uyarıcılarla bağlantı kurması gerekmektedir.

***

Bütün bu anlatılanların doğru olduklarını sayalım. Bu; demek midir ki dil insanın hayatındaki düşüncelerin varlı­ğının temelidir? Asla... Çünkü belirli bir şeyin tabiî bir uya­rıcıyla şartlandırılarak şartlı bir uyancı haline gelmesi tabiî el arak bazen mümkün olmaktadır. Çoğu zaman rastlanmış­tır ki; suyun görüntüsü belirli bir ses veya belirli bir ruhî durumla -defalarca tekrar yoluyla- birleştirilmiş, bir şart­landırma meydana getirmiş, bunun sonucunda da şartlı bir uyarıcı elde etmiştir. Bu uyarıcıya verilen cevap, su ile elde edilen cevabın tıpkısı olmuştur. Bu tip bir şartlandırma, ta­biî şartlandırmadır. Böyle bir şartlandırma bazen belirli bir amacın sonucunda da elde edilebilir. Sözgelimi bir çocukla ilişki kuralım. Bu çocuğa süt verelim. Bu süt kelimesini, kendisine sütü verdiğimizde defalarca tekrarlayalım. Böy­lece süt kelimesiyle süt arasında bir bağlantı kurmuş olur, çocuk. Bu süt kelimesi çocuk için uyguladığımız metodun sonucunda şartlı bir uyarıcı haline gelecektir.

İnsan hayatı boyunca çeşitli ses ve olayların bazı tabiî uyarıcılarla birleşerek tabiî bir şartlanma meydana getir­dikleri kuşkusuz bir gerçektir. Böylece de insan zihninde bazı belirli refleksler meydana gelmektedir. Genel olarak dil araçları ve kelime kalıpları -ki bunların şartlanmaları da sosyal işlemlerle tamamlanmaktadır.-, İnsanın kendi düşün­celerini dile getirip başkalarına aktarması için duymuş ol­duğu ihtiyaç sonucunda şartlanmışlardır. Yani bu 'şartlanış, insan hayatında meydana gelmiştir. Çünkü insan, düşünen bir varlık olup kendi düşüncelerini dile getirmek-ister. Şu da var k. insan, kendi hayatı içinde dilin bulunması sebebiy­le düşünen bir varlık haline gelmemiştir. Fakat neden ötürü dil, sadece insanda var oluyor da diğer canlılarda yok... Şu halde diyebiliriz ki dil, düşüncenin esası değildir. Sadece, insanın kendi düşüncesini ifade etmesi için özel bir tarzdır. Ki insan, kendisi gibi diğer insanlarla birlikte hayat kavga­sına giriştiğinde yani bundan yüzyıllar öncesi kendisinin, düşüncelerini ifade etmek ihtiyacında olduğunu hissetmiş­tir. Bu ihtiyacı hissedişinin bir başka sebebi kendi girişmiş oldukları işleri kolaylaştırmak, tabiat ve saldırıcı düşman güçler karşısındaki ortak tutumlarını belirtmek amacıyla sa­hip olduğu düşünceleri başkalarına aktarmak ve onlara an­latabilmektir.

İnsan tabiat ve rastlantının ışığında düşüncelerini ifa­de etmek için dil usulünü kullanmasını bilmektedir. Tabiat ve rastlantı işlemi de, bazı seslerin tabiî bazı uyarıcılarla, defalarca şartlandırılması yoluyla tamamlanmaktadır. İh­san, bu usulden fazlasıyla yararlanabilmiş ve kendi hayatı içinde dili bulmuştur.

Böylece de öğrenmiş oluyoruz ki; sosyal bir olgu olması niteliğiyle dil, insanın ortak sosyal işlemleri esnasında duy­muş olduğu duygulardan doğmuştur. Çünkü insan, kendi düşüncelerini başkalarına anlatma ve ilân etme ihtiyacını her zaman duymaktadır. Yoksa dil, sadece insanın düşünen bir varlık olmasından ötürü meydana gelmemiştir.

Bu noktadan hareketle, dilin niçin sadece insan haya­tında ortaya çıktığını öğrenebiliriz: Nitekim daha önce de buna işarette bulunmuştuk. Ve düşünceyi sağlayacak şekilde Niçin sadece insan cemiyetleri vardır. Diğer canlıların bu cemiyetlere benzer cemiyetleri niçin yok?

Düşünme gücüne sahip olarak sadece insana; duyduğu realiteyi değiştirme, duyulan gerçeğin değişimine bağlı ola­rak da bizzat kendi duygularını değiştirme yeteneği veril­miştir. Bu yetenek düşünme gücünden yoksun olan başka canlılara verilmemiştir. Çünkü insandan başka canlılar, duydukları realitenin dışında başka hiçbir şeyi algılayamaz o şey hakkında düşünce yürütmezler. Böylece de realiteyi, başka bir şekle dönüştüremezler.

İşte böylece düşünce, duyulan realiteyi kesin bir şekil­de değiştirebilme hususundaki yeteneklilik bakımından insa­nı özelleştiren bir etken haline gelmektedir. Realitenin de­ğiştirilmesi işlemi çoğu zaman çeşitli birçok çabaların harcanmasını gerektirmektedir. Bu sebeple de sosyal bir karak­ter gerekmektedir. Bu işlemin çeşitliliğine bağlı olarak, ay­rıca harcanması gereken çabanın orantısına uygun bir şe­kilde birçok insanlar bu sosyal karakteri taşımaktadırlar. Böylece de bu insanlar arasında bir takım sosyal ilişkiler ku­rulmaktadır. Ki bu türden bir sosyal, ilişkinin hayvanlar arasında kurulmasına imkân yoktur. Çünkü insan dışında­ki canlılar, düşünen varlıklar olmadıklarına göre, duyulan realiteyi değiştirme işlemine girişmekten de acizdirler. Dola­yısıyla insanlar arasındakine benzer sosyal ilişkilerin, hay­vanlar arasında kurulabilmesi de söv konusu edilemez.

İnsanlar ortaklaşa biçimde, duyulan realiteyi değiştirme çabasına giriştiklerinden itibaren dile karşı bir ihtiyaç duymuşlardır. Çünkü hissî işaretler sadece duyulan realiteyi dile getirebilirler. Yoksa bu realitenin değiştirilmesi düşün­cesini, duyulan şeyler arasındaki değiştirilmesi istenen özel bağlar hakkındaki düşünceleri dile getirmezler Dil insan ha­yatında bu ihtiyacı gidermek için bulunmuştur. Ama sadece insan hayatında: Çünkü hayvanlar, duyulan realitenin de­ğiştirilmesi ve bu realite üzerinde bazı kesin tadilatlar ya­pılması düşüncesine dayalı sosyal ilişkilerin ürünü olan, in­sana özgü bu tür bir ihtiyacı asla duymazlar.

C — İLMİ İSTİDLAL:

Kâinatın çeşitli olgularına ilişkin ilmî yorum, basamak­lı bir çizgi üzerinde ilerlemektedir. Bu yorum, işe önce var­sayımla başlamaktadır. Yani kâinat realitesini varsayımlar esasına dayalı bir yorum stiliyle yorumlamaktadır. Böylece de olgular sır ve sebeplerini açığa çıkarmaya çalışmaktadır. Ne varki varsayımlara dayalı olan bu yorum, ilmî dereceye ulaşmamaktadır. Ancak ilmî istidlal, bu tip bir yorumun ge­çerli olacağını ispatlar pozitif yöntemlere dayanarak kevnî olgular için bu tip yorumdan başka her türlü yorumun geçer­sizliğini ortaya koyacak olursa o zaman bir diyeceğimiz yok... Aksi takdirde bu yorum stili; ilmilik derecesine yükselmez,. Diğer yorum stillerine oranla daha geçerli olduğunu ispat­layacak bir delil de bulunamaz. Meselâ belirli bir adamı ele alalım. Bu adamın, belirli bir saatte belirli bir caddeden geç­meyi alışkanlık haline getirmiş olduğunu farz edelim.

Şimdi bu olgu hakkında varsayımlara dayalı olarak şöy­le bir yorum getirebiliriz: Bu adamın, caddenin sonunda bu­lunan bir fabrikada her gün buradan geçmesini zorunlu kı­lan bir işi var... Bundan ötürü her gün bu caddeden geçiyor... Söyle bir varsayım her ne kadar realiteye uygun düşmüyor­sa da, bu adamın bu caddeden her gün aynı saatte geçme­sini başka etmenlerle de yorumlayabiliriz. Bu adara, bu cad­dede oturmakta olan bir dostunu ziyarete geliyor.. Veya bu semtte ikamet etmekte olan bir doktor, var. Bu adam bir hastalık konusunda doktorla görüşmek için bu caddeden geçiyor... Veyahut ta seri halinde konferanslar vermekte ol­duğu bu bölgedeki bir okula gidiyor..:

Marksizmin tarih hakkındaki yorumuna göre durum bundan ibaret. Bu yorumun -tarih realitesini yorumlama konusunda yeterliliğini farz etsek bile varsayımlar çemberinden olmadığı sürece- ilmilîk derecesine yükselmesine ve ilmî güvenirliğe sahip olmasına imkân yoktur. Ancak bu yorum, kendisinden başka tarih yorumuyla ilgili varsayıml­arı ilmî delillerle diskalifiye edecek olursa, o zaman ilmilîk derecesine yükselebilir.

Sözgelimi tarihî maddeciliğin devlete ilişkin yorumunu ele alalım: Tarihî maddecilik, devletin insan hayatında doğu­şunu ekonomik faktörler ve sınıflar arası çelişkiler esasına da­yalı olarak yorumlamaktadır. Sınıflar arası çelişkinin bulun­duğu bir toplumda, üretim araçlarının sahibi olan güçlü sınıf ile, hiçbir mülkiyeti olmayan zayıf sınıf arasında çatışmalar olur, savaş ateşleri alevlenir. Savası kazanan sınıf; kendi eko­nomik çıkarlarını korumak ve iktidardaki yerini elden çıkarmamak amacıyla politik bir araç bir mekanizma kurmaya yönelir. Kurar. Bu politik araç ise; çeşitli tarih devirlerin-deki şekilleriyle hükümetlerdir.

Marksizmin devlet ve hükümet hakkındaki bu yorumu, hiçbir zaman ilmîlik derecesine yükselemez. Meğerki devlet ve hükümetin sınıflar arası sömürü çıkarına kurulmuş olan sosyal bir araç olmadığına ilişkin diğer yorumlar iflas etsin... Bu sosyal olguyu bir başka prestpektiften yorumla­dığımızda ve bu yorumumuzu da ilmî bir delil çürütmediğin­de işte o zaman marksizmin yorumu, bu konuda yapılmış olan varsayımlara dayalı yorumlardan biri haline gelecektir.

Devletin doğusunu, sosyal hayatın güçlendirilmesi esa­sına dayalı olarak yorumlayabildiğimiz ve devletin birçok toplumlarda kuruluşunu bu temele dayandırdığımızda marksizmin bu konudaki yorumu ilmilikten daha da uzaklaşacak­tır. Meselâ Eski Mısırda sosyal hayât büyük nehirlerin akı­sını ve dolayısıyla da sulama islerini düzenlemek için kap­samlı bir çalışma yapılmaksızın, zorlu bir caba harcamaksızın kurulamıyordu. Bu sebeple de sosyal hayatın kuruluşunu kolaylaştırmak, genel yaşayışın teme' dayanağı olan zor­lu çalışmaları kontrole etmek amacıyla devlet kuruldu.

Bu sebepten ötürü Mısırdaki iklirus fırkasının, eski Mı­sırdaki devlet mekanizmasında büyük bir mevki işgal ettiklerini görüyoruz. Bu fırkanın büyük mevkilere gelişlerini, Mısır torun düzenine ilişkin bilgi sahibi olmalarına bağlı­yoruz.. Sınıf esasına değil... Yine bunun gibi Bizans devlet mekanizmasında kilise adamlarının, Germenlerin peş peşe gelen guruplar halinde ve de barbarca yöntemler uygulaya­rak Bizans gelişleri anında büyük bir ehemmiyet arz ettiklerini görmekteyiz. Cermen savaşının izinde Bizans’ta eğitim ve kültür alanında bir çökme baş gösterdi. Bunu önleme ça­basına girişen kilise, Bizans’ta adeta kültür ve eğitim bakan­lığı görevini üzerine almış gibi çalışmalara başladı.

Öyleki kilise adamı, Latince okuyup yazabilen tek kişi haline geldi. Halktan hiç kimse bilmezken sadece kilise ada­mı, ayların hesaplamasını, düzenli işlere girişilmesini, hükü­met ve diğer resmî dairelerin işlemlerini yürütebilecek yegâ­ne bir insan haline geldi. Buna karşılık Cermen asker ve ko­mutanları; çapulculuk, tahrip saldırılarına girişmekten, do­muz, karaca ve geyik avlamaktan başka bîr iş yapmıyorlar­dı. Bunun tabiî bir sonucu olarak ta kilise adamları memle­ketin birçok yerlerinde kamu kuruluşlarım ele geçirdiler, hükümet mekanizmasına büyük çapta etkide bulundular.

Ganimet ve diğer kazançlardan âyrılan payların kendi­leri için toplanmış olması bu kilise adamlarını Marksizm na­zarında belirli bir ekonomik sınıf haline getirmiştir. Ekono­mik nüfuz veya ekonomik çıkarlar ancak siyasal varlık ara­cıyla elde edebilir. Kilise adamlarının hükümet mekanizma­sındaki siyasal varlıkları sözünü ettiğimiz ekonomik nüfuz yoluyla elde edilmemiştir. Çünkü bu nüfuzu, hükümet mekanizmasında siyasal varlık kazandıktan sonra elde etmiş­lerdir. Siyasal varlıklarını, fikrî ve idarî yönden sahip oldukları ayrıcalıklar sayesinde elde etmişlerdir.

Şöyle bir varsayım ortaya attığımızda Marksizmin dev­let hakkındaki yorumu, hiç mi hiç ilmilik derecesine yükselemeyecektir. Şöyle ki: Birçok devlet ve siyasal egemenlik­lerin oluşumunda dini inancın etkisi çok olmuştur. Bu dev­let ve siyasal egemenlikler dinî esaslara dayalı olup, sınıflar arası çıkarlar etrafında toplanan toplumlarda değil de dinî bir- karakter etrafında birleşen toplumlarda müşahhaslaşmıştır. İkinci bir varsayım daha: insan topluluklarında dev­letin meydana gelişi, insanın- gönlünde yatan, başkalarına üstün gelme onlara egemen olma, onlara hükmetme şeklinde ifade edebileceğimiz aslî bir isteğin karşılanmasını temin etme sonucunda olmuştur. Hükümetlerin kurulmaması da bu isteğin, bu eğilimin bir ilhamı ve pratikteki ifadesi ol­muştur.

Devletin yorumlanması konusunda kendilerine dayanı­lan tüm varsayımları ele alma niyetinde değilim. Aslında benim maksadım; bütün bunların gerisinde şunu demektir: Markizmin devlete ilişkin yorumu, sözünü ettiğimiz varsa­yımları çürütmedikçe ve bu varsayımların çürük oldukları­nı kesin delillerle ispatlamadıkça ilmilik derecesine yükselemez.

Marksizmin insan cemiyetlerini yorumlayan tarihî var­sayımları ve diğer konular hakkındaki anlayışlarına örnek olarak önce devlet hakkındaki yorumlarını size aktarmıştık. Kabule şayan ilmî kuramlar olabilmeleri için Marksizmin di­ğer bütün varsayımların -Marxist olmayan varsayımların-asılsız olduklarını ispatlaması istenmektedir. Yoksa bu varsayımların, realiteye uygun gelme ihtimallerine dayana­rak kabul edilmeleri hiç de doğru olmaz.

Şimdi de marksizmin bu varsayımların geçerliliklerini ispatlamak için ileri süreceği delilleri görelim Bu alanda marksizmin yoluna çıkan en büyük engel, tarihî araştırma­ların özelliğidir. Şundan ki; tarihî alandaki (yani toplumun doğuşu, gelişmesi ve bu doğuşla gelişmeye etkide bulunan temel faktörlere ilişkin) araştırmalar, tabiat ilimleri alanın­da yapılan araştırmalardan tamamıyla ayrıdır. Tabiat ilimle­ri alanındaki araştırmaları fizik bilginleri, kendi pratik deney­lerinden esinlenerek yaparlar.

Tarih alanında araştırma yapan bilginle tabiat ilimleri alanında araştırma yapan bilgin bir tek noktada birleşirler. Şöyle ki: Bu bilginlerden biri; devlet, düşünce, mülkiyet gibi toplumun bünyesinde meydana gelen olguları ele alır. Diğeri ise; ısı, ses, ışık gibi tabiî olguları ele alır. Bilginlerin her ikisi de bu olguları, araştırmalarının maddesi olması sı­fatıyla düzenlemeye, bu olguların meydana geliş sebeplerini ve meydana gelmelerine sebep olan temel faktörleri ortaya çıkarmaya çalışırlar. Bir noktada birleştiklerini söylediği­miz bu bilginler, söz konusu olgular karşısında ilmî mevkile­ri bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Evet. Her ikisi de konuyu inceliyor, ve olguların meydana gelişlerini iki sebebe bağlıyorlar:

Toplumu, toplumun doğuşunu, gelişimini, gelişim aşa­malarını sosyal ve tarihî olguların ışığında yorumlamak is­teyen tarih araştırıcısı bilgin, tabiî 'olguların bütün nitelik­lerini kendi özel laboratuarında ortaya çıkarım fizik bilgini gibi söz konusu olguların niteliklerini direkt olarak ortaya çıkarıp açıklayamaz. Nakil ve rivayetlere kısır bir ispatlama yeteneğine sahip olan bayındır eserler v.s. kalıntılarına daya­narak bu olgular hakkındaki bir fikir oluşturmak zorunlulu­ğundadır. Şu halde tabiat ilimlerinde ilmî araştırmalara daya­nak olan tabiî olgularla, tarihî alandaki araştırmalara ham maddelik görevini yapan sosyal olgular arasındaki ayrılık gerçekten büyüktür, diyebiliriz. Tabiat ilimleri araştırmasındaki; maddeler. Tabiat bilgininin zamanında meydana gelen olgularıdırlar. Bu olgular, bilgin kişinin laboratuarında mevcut oldukları için bilgin bunları gözlemleyebilir, ilimin ışığın­da ele alabilir, en sonunda da bu konuda tam bir yorum yapa­bilir. Tarih bilgininin, tarihî araştırmalar, için elinde bulu­nan maddelerin durumu ise bunun tam tersinedir; Bu bilgin, toplumdaki temel faktörleri, toplumun doğuş ve gelişiminin keyfiyetini açıklığa çıkarmaya çalıştığı zaman, araştırmanın maddelerini oluşturmak; araştırmayı sonuçlandırıp gerekli yorumu yapmak için de toplumun tarihî olgularına dayan­mak zorunluluğundadır. Araştırıcı, bu olayları ancak nakil ve rivayetler ve bir de bazı tarihî yapıtlarda gözlemleyebilme olanağını elde edebilir.

Örnek olarak bir tarih araştırıcısı olması sıfatıyla Engels'i ele alalım. Engels, «Ailenin kökeni» adlı eserinde sosyal olguları ilmi yöntemlerle yorumlamaya çalışmış, sonuç­lara giderken de belirli bir tarihçi veya gezgincinin (Morgan gibi) rivayet ve iddialarına dayanmak zorunluluğunda kal­mıştır.

Görüldüğü gibi araştırıcının sonuç elde ederken ve yo­rum yaparken dayandığı araştırma maddeleri (olgular) bakımından, tarihî .araştırmalarla Tabiat alanındaki araştır­malar birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu ayrılık, bu nokta­da da kalmıyor. Bu iki araştırma, madde (olgu) bakımından birbirlerinden ayrıldıkları gibi, şu veya bu ilmî yorumu güç­lendirmek iğin araştırıcıların ileri sürdükleri delil bakımın­dan da birbirlerinden ayrılmaktadır.

Tarih araştırıcısı bilgin, araştırma maddesi olarak bir takım tarihî olgular toplar, bir araya getirir. Bir nevi olgular yığını meydana getirir. Fakat buna karşılık fizik bilgini­nin; atomdan, atomun meydana getirdiği olaylardan, ato­mun çekirdeğinden, elektriğinden, ışığından elde ettiği im­kânlar kadar tarihî olgulardan imkân elde edemez. Çünkü tarih araştırıcısı toplamış olduğu bu tarihi olguları olduğu gibi ele almak zorunluluğundadır. Bu olguları deney yoluyla değiştirmek veya geliştirmek imkânına asla sahip değildir. Ama fizik bilgini, elinde bulunan maddeler (tabii olgular) üzerinde deney yapabilir, bunlardan istediğini çıkarıp atabi­lir, ayrıca istediği başka maddeleri de bunlara ekleyebilir. Astronomi biliminde, maddenin değiştirilmesine imkân bu­lunmayan alanlarda bile bir astronomi bilgini, teleskop aracı­lığıyla ve ayrıca kendi inisiyatifiyle, madde ile olan ilişkile­rini değiştirebilmektedir.

Ama tarih araştırıcısı, sosyal ve tarihî olgular üzerinde deney yapma imkânı bulamamaktadır. Yani, tarihi yorum­layan ve tarihin sırlarını ortaya çıkaran teorilerini deney yo­luyla güçlendirme olanağını bulamamaktadır.

Tarih araştırıcısı meselâ, belirli bir tarihî olgunun te­mel faktörünü ortaya çıkarmak için deney mantığının orta­ya koyduğu ilmî yöntemleri kullanma imkânını bulama­maktadır. Tabiat bilginleri bu yöntemi, tecrübî istidlal işin­de «ittifak» ve «ihtilaf» yolu olarak iki esas yol seklinde kul­lanmaktadırlar. Çünkü bu iki yol, bir etkenin kendi köküne eklenmesi veya bu etkenin kendi kökü içinde gizlenmesi hususunda adeta ittifak etmişlerdir. Ki bu etkenlerin, diğer et­kenlerle olan bağlantı oranım öğrenebilirim. (B) nin, (A) nın sebebi olduğunun ilmî yönden ispatlanabilmesi için ayrı ortamlarda yan yana getirilmektedir. (B) ile (A) . Bu yönte­me ittifak yolu denmektedir. Daha sonra (B) yi ortadan kal­dırıyoruz.. (A) nın da buna bağlı olarak kalkıp kalkmadığını öğrenebilmek için. Bu yönteme de ihtilâf yolu denmektedir. Açıkça bilinen bir husustur ki tarih araştırıcısı olan bilgin, insanlık tarihinin realitesini değiştirme imkânını bulama­makta ve buna hiç mi hiç güç yetirememektedir.

Bu hususta örnek verebilmek için, sosyal bir olgu olması dolayısıyla devleti, tabiî bir olgu olması dolayısıyla, da ısıyı ele alalım. Tabiat bilgini ısıyı ilmî olarak yorumlamaya ve ısının temel sebebini ortaya çıkarmaya çalıştığında şöyle bir varsayım ortaya atabilir: «Hareket, ısının meydana gelişi nedenidir.» Hareketle ısının birlikte oluşu defalarca yapılan deneyler sonucu öğrenilmiştir. Bilgin, bu varsayımın doğrulu­ğunu kesinleştirmek için ittifak yolunu (yöntemini) uygu­lar. Çeşitli deneyler yapar.. Bu deneylerin her birinde, ısı ve hareketten her biriyle bitişik olan şeylerin bir kısmını dev­reden çıkarır. Ki bu şeylerin, söz konusu ısı ve hareketin mey­dâna geliş sebebi olmadığı bu şeyler olmaksızın da hareket ve ismin var olabileceği hususu kesinleşsin.

Fizik bilgini aynı zamanda ihtilâf yolunu (yöntemini) de uygulayabilir. Bu uygulamada da ısı ile hareketi birbirinden ayırmaya çalışır. Ki ısının, hareket olmaksızın da var olabi­leceği hususu kesinleşsin. Eğer deney sonucunda hangi ortam­da bulunulursa bulunulsun, diğer olgular da devreye sokulsa bile, hareketin bulunduğu zaman ve yerde ısının da bulu­nacağı, hareketin bulunmadığı zaman ve yerde ise ısının da bulunmayacağı hususu kesinleşirse o zaman hareketin, ısı­nın varlığı için bir sebep olduğu ilmî olarak ispatlanmış, olur.

Fakat tarih araştırmacısı devleti, insan hayatının tari­hindeki sosyal bir olgu olarak ele alındığında devleti, top­lumdaki belirli bir sınıfın çıkarlarının bir sonucu olarak yo­rumlar ve bu yolda ortaya bazı varsayımlar atar. Ama bu konuda ortaya atılmış olan diğer varsayımları çürütme gücünü kendinde bulamaz. Sözgelimi; devletin, insanın gönlün­de yatan belirli bir siyasal isteğin veya sosyal hayatı, güç­lendirme arzusunun bir sonucu olmadığını ispatlayamaz. Tarih araştırıcısının en fazla yapabileceği şey; devletin be­lirli ekonomik çıkarlara uygun olarak doğusuyla birlesen, bir arada bulunan bir kaç tarihî durumun üzerine ayrı ayrı parmaklarını basacak.. Ekonomik çıkarlarla devletin bir arada bulunduğuna ilişkin bir kaç tane örnek toplayacaktır. (Bu yönteme, tecrübi (veya ilmî) mantıkta basit sayma yöntemi adı verilmektedir.)

Açıkça bilinen bir husustur ki bu basit sayma yöntemi; sınıflar arası ekonomik çıkarların, devletin doğuşu için yegâne sebep olduğunu ilmen ispatlamaz, çünkü devletin oluşumun­da diğer bazı faktörlerin de özel etkileri olabilir. Bu sebeple de tarih araştırıcısı, -fizik bilgininin kendi deneylerinin yar­dımıyla tabu olguları değiştirebildiği gibi- tarihî gerçeği de­ğiştirme gücünü kendinde bulamaz. Dolayısıyla da toplum realitesindeki diğer bazı olguları, tarihî olgulardan uzaklaş­tıramaz. Ki bu uzaklaştırma sonucunda, toplumdaki diğer olguların tarihî olgulardan kopması sebebiyle -sosyal bir ol­gu olarak- devletin ortadan kalkıp kalkmayacağı hususu ke­sin olarak anlaşılsın.

Özet olarak diyecek olursak tarihî araştırmalar, prensip olarak tabiat ilimleri alanında yapılan araştırmalardan ay­rılmaktadır. Bu araştırmalar, kendilerine dayanılarak sonuca varılan maddeler (olgular) bakımından birbirlerinden ayrıl­maktadırlar, ilk plânda. İkinci plânda ise elde edilen sonucu destekleyen deliller bakımından birbirlerinden ayrılmakta­dırlar.

Tarihî araştırmalar alanında ise, tecrübî delilleri uzak­laştıracak olursak o zaman tarih yorumcularının elinde sa­dece düzenli düşünce yöntemi kalmaktadır. Bu yöntem, mümkün olan en fazla miktarda tarihi olguları kapsamına almaya çalışmaktadır. Tarih araştırıcısı da bu olguları olduk­ları gibi ele alır... Basit sayma yönteminin ışığında bu olgu­ları yorumlamaya ve bu olgular hakkında kendi genel kav­ramlarını ortaya koymaya çalışır.

Bu noktadan hareket ettiğimizde marksizmin, tarih hak­kında kendi özel kavramlarını ortaya koyarken, düzenli dü­şünmeden başka bir ilmî dayanağa sahip olmadığını öğreni­yoruz. Ama gel gör ki marksizm düzenli düşünmeyi, tarihî
yorumu istidlal hususunda kendi görüş açısından yeterli bul­
maktadır. Bu da yetmiyormuş gibi tarihin dar çemberi içine kıstırılmış olan düşünme yönteminin, tüm tarihî kanunların keşfedilmesi hususunda yeterli bir araç olduğunu ve bu
yöntemle elde edilen sonucun kesin bilgi ifade ettiğini iddia etmektedir.               

Bu konuda Engels şöyle der :

«Tarihin hareket ettirici sebepleri üzerinde araştırma yapmak, tarihin geçmişteki aşamalarını ilgilendiriyorsa he­men hemen imkânsızdır. Çünkü bu aşamaların ilişkileri tökezlemekte, bu aşamaların meydana gelişlerine etkide bulu­nan işin tekrarıyla birlikte bu ilişkiler daha da gizlenmekte­dirler. Ama çağımız, bilmecenin çözüm olanağım verecek ka­dar bu ilişkileri yaygın hale getirmiştir. Ağır sanayinin güç­lenmesinden bu yana İngiltere’de artık herkes anlamıştır ki; siyasal mücadelelerin tümü, iki sınıf m (arazi aristokratlarıyla burjuvaların) iktidar hırslarından ileri gelmekte ve bu eksenin etrafında dönmektedir.» [10]

— Bu demektir ki Avrupa’nın veya sadece îngilterenin yaşantısından belirli bir dönemdeki sosyal kondisyon üze­rinde düşünmek, ünlü marksist düşünür Engels'e göre, ekono­mik etken ve sınıflar arası çatışmanın insanlık tarihinin te­mel faktörü olduğu hususunda kesin bilgiye ulaşmak için yeterlidir. Oysaki tarihin diğer aşamaları bunu açığa çı­karmazlar. Bunun üzerine bir nevi sis perdesi çekilmiştir! Nitekim bizzat Engels de bunu kabullenmektedir. XVIII. ve­ya XIX. yüzyıl tarihinden sadece bir tek sahne, binlerce sene­lik süre zarfında tarihi hareket ettiren etkenin ekonomik etken olduğu hususunda bir marksisti ikna edebiliyor. Mant­istin ikna oluşu, şundan ileri geliyor: Tarih boyunca İngilterenin sadece tarih dönemindeki sahnede marksist (Engels), tarihi hareket ettiren gücün ekonomik etken olduğunu gö­rüyor. Ve bunu böylece kabul ediyor. Belirli bir etkenin geçi­ci bir süre zarfında belirli bir toplumda hüküm sürmesi, o etkenin tarihin her döneminde o toplumda ve diğer bütün toplumlarda hükmünü sürdüreceği anlamına gelmez. Çün­kü o etkenin belirli bir zaman için toplumda hüküm sürme­sinin bazı özel sebepleri vardır. Tarih hakkında nihai bir hü­küm verilmeden önce, üzerinde ekonomik etkenin hüküm sürdüğü toplum, diğer toplumlarla bir karşılaştırmaya tabi tutulmalıdır. Ki bu hüküm sürüşün özel ortam ve sebepleri açığa çıksın.

Bu arada Engels'in başka bir münasebetle söylemiş ol­duğunu düşünmemiz gerekmektedir kanısındayım. Bu ko­nuşmasında Engels, diyalektiğin toplumdan başka kevn ve hayatla ilgili alanlarda uyguladığından ötürü düştüğü hata için bir nevi özür dilemektedir. Şöyle ki :

«Bu hususta herhangi bir açıklama gerekli değildir. Çün­kü ben, fen ve Tabiat ilimlerinin konularını acele özet olarak ortaya serdim. Tarihî olgulara sonuç bakımından etkide bu­lunan diyalektizmîn hareket kanunlarının, aynı şekilde ta­biat ilimleri alanında da, yollarına,' devam etmekte oldukları hususunda genel olarak kuşkum kalmasın diye...» [11]

Engels'in bu sözleriyle geçen sayfadaki sözleri arısında bir karşılaştırma yapacak -olursak, Engels gibi marksist bir düşünürün tarih, kâinat, tüm olgularıyla birlikte hayat ve felsefe hakkındaki genel; düşüncesinin, insan cemiyetlerin­den belirli bir cemiyetin belirli bir tarih döneminde kendi­sine tutmuş olduğu ışıktan meydana gelip türediğini kolayca anlayabiliriz. Bu belirli tarih dönemi devam ettiği sürece toplumun iki sınıfı arasındaki çatışmayı açığa çıkaracaktır. Bu sebeple de tarihin, baştan sona zıtla" arası bir çatışmay­la dolu olması gerekmektedir. Tarihe hükmeden etken, çeliş­ki olduğuna göre o zaman Engelsin; çelişki kanunlarının tabiat yolunda da ayni şekilde seyrine devam ettiğine ve ay­rıca kâinatın serapa derûnî çelişkiler arası çatışma île dop­dolu olduğuna inanması normal karşılanabilir.

2 — ÜSTÜN BİR KRİTERYUM BULUNABİLİR Mİ ?

Marxistlere göre teorilerin sağlıklılığını ölçen en üstün kriter, o kuramın pratikteki uygulamada basarı durumudur. Marxistlerin yanında teorinin pratikten ayrılmasına imkân yoktur. Diyalektikte buna, teori ve pratiğin birliği denmek­tedir. Bu konuda Mao tse Tung şöyle der: Marksizmin bilgi teorisi, pratiği birinci dereceye yükselmektedir. Bu teori, in­sanların bilgi elde edişlerinin her ne şekilde olursa olsun pra­tikten ayrılamayacaklarını emretmekte. Pratiğin önemini inkâr eden veya bilginin pratikten kopmasına göz yuman diğer teorilere karşı şiddetli bir savaş açmaktadır.[12]

Geogre Politzer’in bu konudaki görüşleri ise şöyle ifade edilebilir. «Önemli hususlardan biri de, teori ve pratik birliğinin ne manaya geldiğini anlamamızda. Bu da şu de­mektir: Teoriyi bırakan kişi bir nevi girişim felsefesine takı­lır. Kör yürüyüşü gibi bir yürüyüşe koyulur. Karanlıklarda didinir. Pratiği bırakan kişi ise bir nevi doktrinler statikliğe saplanır» [13]

İşte biz bu noktadan hareket ederek tarihî maddeciliği incelemek istiyoruz. Diğer bir deyişle, marksistlerin daldık­ları devrimci uygulama alanında ne miktarda başarıya ulaşabildiğini öğrenebilmek amacıyla marksizmin tarih hak­kındaki genel teorisini inceleyeceğiz.

Açıkça bilinmektedir ki marksistler belirli bir cüzî oran­da teoriyi pratiğe dökme çabasındadırlar. Bu da kapitalist toplumun sosyalist bir topluma dönüştürülmesi alanında kendini göstermektedir. Fakat insan hayatında meydana gelip kesinleşen, toplumların tarihî kanunlarıyla ilgili teo­rinin diğer yönlerine gelince marksizm, teorinin bu yönleriy­le aynı cağda yaşamamış olduğu gibi, bu yönlerin ortaya çıkışında zerre kadar katkıda bulunmamıştır.

Teorinin (Tarihî maddecilik teorisinin), kapitalist toplumu sosyalist topluma dönüştürmeye ilişkin cuzi yönünü ele alalım. -Marksizm de zaten bu yönü uygulamaya girişmiş­tir.- Ki teori ile pratiğin birliğini, veya çelişkiliğini ortaya koyabilelim. Ve en nihayet, teorinin, pratikte başarıya ulaştı­ğı veya yenilgiye uğradığı oranda tarihî maddecilik hakkın­da kesin hükmümüzü verebilelim. Çünkü Marksizme göre pratik, teorilerin sağlamlığını ölçen yegâne bir esas ve sağlıklı ilmî teorilerin de- ayrılmaz parçası olduğu herkesçe bili­nen bir gerçektir. .

Bu arada cüz'î veya küllî bir şekilde tarihî maddecilik teorisini pratiğe dökmeye çalışan sosyalist ülkeleri iki kışı­ma ayıralım. Bu ülkelerin hepsinde de yapılan uygulamalar; teorinin orijinalitesinden, bilimsel verilerinden, tarihin akışı ve sosyal hareketlere ilişkin kanunlarının özünden tamamen uzâktır.

a — Birinci kısım sosyalist ülkeler: Bu ülkeler sosyaliz­mi kızıl ordunun baskısıyla kabullenmişlerdir. Polonya, Çe­koslovakya, Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkelerini bu kı­sım için örnek ülkeler olarak gösterebiliriz. Bunlar ve ben­zerleri olan ülkelerde toplumun kapitalizmden sosyalizme dönüşümü, tarihî maddecilik teorisinin belirlediği zorunlu­luklar ve toplumun dahilî çelişkilerinin etkisiyle olmamıştır. Bu dönüşüm, dıştaki üstün güçlerin, saldırıları ve silahlı mü­dahaleleri ile meydana gelmiştir. Yoksa tarihin hangi kanu­nu Almanya’yı ikiye ayırıp bir parçasını sosyalist bloke, di­ğerini de kapitalist bloke yerleştirdi? Bu olay; üretici güçle­rin kanunuyla mı yoksa,' eline geçirdiği her yere kendi düze­nini ve ideolojisini benimsemeyi zorunlu kılan emperyalist ordunun baskısıyla mı meydana geldi?!

b— ikinci kısım sosyalist ülkeler: Bu ülkelerdeki sos­yalist rejim, iç devrimlerin etkisiyle kurulmuştur. Neki bu iç devrimlerde marksizmin kanunları mücessem hale gelme­mektedir. Bu devrimler, marksistlerin bütün bilmeceleri çö­zümledikleri teoriye uygun olarak meydana gelmemektedir­ler. Meselâ Rusya'yı ele alalım. Rusya, sosyalist rejimin kurulup egemen hale geldiği ilk ülke olmasına rağmen sânayi yönünden Avrupa ülkelerinin en gerisindeydi.

Rusya’da üretim güçlerinin gelişimi, tarihî maddeciliğin, toplumun kapitalizmden sosyalizme dönüşümü ve sos­yalist devrimin patlaması imkânı için belirttiği dereceye ulaşmış değildir henüz. Üretici güçlerin fazlalaşması, sosya­list rejimin yerleşmesi için esas görevini yerine getirmemiş, Rus toplumum, tarihî maddeciliğin öngördüğü biçimde oluş­turamamıştır. Tersine tam zıt bir rol oynamışta1. Çünkü Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde üretici güçler, korkunç bir şekilde gelişme ârz etmiş, bu ülkeler sanayi ala­nında üst sıralara geçmişlerdir. Bu ülkeler bu alanlarda yük­seldikleri oranda devrimden uzaklaşmışlardır. Tarihî madde­cilik anlayışına göre patlak vermesi kaçınılmaz olan komü­nist ihtilâlden de salimen kurtulmuşlardır.

Rusya’ya gelince bu ülkedeki sanayileşme oranı gerçek­ten çok düşüktü. Rusya’nın sosyal ve politik ortamının gölgesinde yerli sermaye, hızlı sanayileşme problemlerini çöz­mekten aciz kalmıştı.

Burada, çeşitli sosyalist ülkelerdeki sanayi sermayesi ile Batı Avrupa’nın sanayi sermayesinin yoğunluğu ve sa­nayi gücünün fazlalığı arasında bir karşılaştırma yapmak niyetinde değilim. Bununla beraber yine de sosyalist ülke­lerde devrim yönelimleri yoğunluk kazanmış ve en nihayet devrim patlak vermiştir.

Siyasal devrimin bir sonucu olarak sanayi devrimi de infilâk etmiştir. Devletteki devrim organı; ülkeyi sanayileş­tirmek ve ülkenin üretici güçlerini geliştirme, devrim orga­nının meydana getirilmesine sebep olamaz.

Bir taraftan sanayileşme ve üretim güçleri, diğer tarh­tan da devrim arasında bir bağlantı kurmak zorunlu hale gelmiş ise o zaman yapacağımız, en makûl iş; Marksizmin dev­rim ve sanayileşme ile olan varsayımlara dayalı ilişkilerini tersleştirmek olacaktır. Bu durumda sanayi ve liretim sevi­yesinin düşüşünü, Rusya gibi bir ülkede devrim çanlarını çalan faktörlerin en önemlisi olarak kabul etmeliyiz, marksizmin tersine. Çünkü marksizm, sosyalist devrimin tarihî maddeciliğe göre, ancak kapitalist sanayinin gelişip zirveye ulaşmasının bir sonucu olarak patlak verdiği kanısındadır. Örnek olarak Rusya’yı ele alalım. Rusya’daki devrimin patlak vermesine, üretici güçlerin gerileyip çok aşağılara düşmesi kadar, üretici güçlerin gelişmesi etkili olamamıştı! O zamanlar Rüyada üretici güçler o kadar zayıftı ki, sanayi ve üretim alanında dev adımlarla ilerlemekte olan ülkeler konvoyu ile Rusya arasında korkunç bir mesafe vardı. Rusya çok gerilerdeydi. Rusya, devletler ailesindeki gerçek varlığı m koruyabilmek için; sanayileşme problemlerini seri bir şekilde çözümleyecek ve kendisini sanayi ve devletler arası yarışta ileriye götürecek olan sosyal ve siyasal bir organ meydana getirmek zorunluluğundaydı. Kendi problemlerini çö­zümleyecek olan bu organı kurmadığı takdirde Rusya, bir birleriyle yarışmakta olan devletlerin sömürülerine av haline gelecekti, ister istemez. Tarih sahnesinde görülen diğer bağımsız devletler gibi yok olup gidecekti.

İşte böyle Rusya’ya üretici güçler ve sanayi durumu yö­nünden baktığımız zaman görüyoruz ki esas problem; Sana­yileşme problemidir. Sanayinin gelişmesi, toplumun siyasal ve ekonomik kondisyonuyla çelişmez.

Sosyalist rejim iktidara hâkim ulur olmaz, sinişiz, mutlak bir egemenlik esasına dayalı olan siyasal karakteri­nin ve tüm üretim güçlerinin bir tek" merkezden (Devletten) idare edileceği esasına dayalı olan ekonomik karakterinin bir gereği olarak ülkeyi sanayileştirme yolunda sert adım­larla -ilerlemeye başladı. Böylece sosyalist hükümet, kendi varlığına sebep olan faktörleri,-kendi gelişimini sağlayan marksist dayanakları kurmayı, temsilcisi olduğunu iddia et­tiği/halkı oluşturmayı, üretici güçleri de Marxın kendi ilmî sosyalizmi için hazırlamış olduğu aşamaya getirmeyi bizzat üstlenmiş ve üstlenmiş olduğu bu görevi de yerine getirmiş­tir.

Bütün bunlardan sonra şöyle bir soru sorma hakkına sahip olduğumuzu sanıyorum: Eğer Rusya siyasal, endüstriyel ve fikri yönden diğer büyük sanayi ülkelerinden geride kalmamış olsaydı, ekonomik ve siyasal bir karakter taşıyan
Rus devrim hükümeti, sosyalizm için neler yapabilirdi? Sosyalizme ne gibi bir hizmette bulunabilirdi?!

Rusya gibi, sosyalist rejimin devrim yoluyla hâkim olduğu bir diğer ülkede Çin'dir. Çin'de de teori ile pratik ara­sında bir çelişki olduğunu açıkça görmekteyiz. Yeni Çini oluşturmakta ve Çinin siyasal rejimini değiştirmekte sana­yi devrimi büyük rol oynamış değildir. Üretim araçları, ar­tık değer, sermaye ilişkileri gibi tarihî maddecilik kanunla­rının ortaya koymuş olduktan etkenlerin bile Çin'in siyasal mücadelesinde başrolü oynadıklarını hiç kimse iddia ede­mez.

Üzerinde düşünmeye değer bir başka husus da şudur: Marxçı sosyalizmi pratiğe aktarma işine girişen iç devrimler başarıya ulaşma yolunda sınıflar arası çatışma ve ezilen sı­nıf karşısında sömürücü sınıfın çökmesi esasına dayanmamışlardır. Sömürücü sınıf, ezilen sınıf karşısında, araların­da şiddetli sınıf çelişkileri bulunduğundan ötürü çökmekte­dir. Bu çöküş, sömürücü sınıfın dayanmakta olduğu iktidar mekanizmasının savaş zamanlarında askeri yönden çöküşü oranında olmaktadır. Meselâ birinci dünya savaşının ezici ortamında çarlık Rusya’sının iktidar mekanizması dayana­mamış ve çöküp gitmiştir. Başta komünist partisi olmak üze­re çarlığa karşı olan güçlerin devrim ile siyasal yönden gali­biyetlerini temin eden faktör, komünist partisinin iktidara geçmesini de temin etmiştir. Çünkü komünist partisi; dü­zenlilik ve kitleleşme yönünden en parlak bir güç ve kuman­da düşüncesi hususunda en kuvvetli bir birlik olup, çarlığa karşı cephe alanların başında geliyordu.

Çin'deki komünist devrim de tıpkı bu şekilde patlak ver­mişti. Bu devrim ne kadar Japon-saldırısından önce olmuştuysa da, tam bir kompleks döneminde yaygınlaşıp genişle­yerek, savaşın sona ermesiyle de Cinde galibiyete kavuştu. Şimdiye kadar geçen süre zarfında bir tek defa bile pratik, sadece dâhilî çelişkiler yöntemiyle zafer gerçekleştirilmemiş ve yakutta sarsıntı veya çöküntüye yol açan dış savaş ortam­larının mekanizmalarını parçalayamamıştır.

Tarihî maddecilik teorisinin dış görüntüleri ve genel çehresi, hiç bir zaman pratiğe aktarılmamıştır. Pratiğe ak­tarılabilen tek husus, sadece şu olmuştur: îçinde devrimin patlak vermiş olduğu, bu devrim dolayısıyla siyasal rejiminin değişmiş olduğu ve iktidar mekanizmasını alaşağı etmiş olduğu bir toplum, bu iktidar mekanizmasını haricî ve aske­rî ortamlara dayandırmaya hazırlanır. Bu durumdaki in­sanlar yeni bir sosyal ve politik hayata şuurlu bir şekilde ih­tiyaç duyarlar.

Rus devrimini başarıya ulaştıran veya bu devrim için başarı yollarını hazırlayan bu etkenler -tam veya noksan olarak- diğer ülkelerde de mevcutturlar. Bu ülkeler de Rusya’nın tanık olduğu askerî ortamlara tanık oldular. Birinci dünya savaşından sonra benzeri devrimler yaptılar."Bu dev­rimlerin patlak vermesinde; egemen güçlerin askerî ortam­lara dayanması, bu dayanışın yetersiz olduğu hakkında halk arasında kuvvetli bir şuurun doğması, ilerlemekte olan dün­ya devletlerinin konvoyuna katılmak amacıyla hızlı bir iler­lemeye ilişkin duyulan ihtiyacın fazlalığı büyük rol oyna­mıştır. Yalnız şunu da söylemek gerekir ki, sosyalist karaktere, sahip tek devrim, Rus devrimidir. Ayrıca sosyalist ül­kelerde bir dereceye kadar, birbirine benzer olan üretim güçleri arasındaki ayrılığın sebebini Bulma imkânına sahip olmadığımızı da söylemek isterim. Bu ayrılığı söz konusu ül­kelerin fikrî ortamlarında, yer yer siyasal ve devrimci alan­larda görülen çelişik cereyanlarında da müşahede etmek mümkündür.

Marksizmin diyalektik mantığının 'iddiasına göre/ teori ve pratiğin birliği düşüncesi ve teorinin geçerliliğini destek­leyen yegane faktör de pratik olduğu düşüncesi eğer doğru ise o zaman ^tarihî maddeciliğin şimdiye dek bu istidlali ara­makta olduğu da doğrudur.

Çünkü marksizmin gerçekleştirmiş olduğu pratik, teori­nin özelliklerini üzerinde taşımamakta olduğu gibi teorinin belirtileri de bu paritiğin üzerine yansımamaktadır. Öyle ki pratik uğruna mücadeleye giren ve bu mücadeleye katılan­lara kumanda eden ilk Rus devrimcisi Lenin bile, ancak dev­rimin patlak vermesi zamanı kaş ile göz arasındaki mesafe­nin yakınlığı kadar yaklaştıktan sonra devrimi haber ver­mişti. Daha önceleri ne zaman ve ne şekilde patlak verece­ğine ilişkin bir haber vermemiştir. Bunun sebebi şu olsa gerek: Toplumun delil ve olgularıyla teorinin belirlediği delil ve olgular birbirlerinin tıpkısı olamazlar. Teori, toplumun delil ve olgularını esas alarak, sosyalist devrime katılma işi­ni ele alan toplumların özelliklerini belirler. Lenin şubat dev­riminden bir ay, Ekim devriminden de 10 ay önce İsviçreli komünist gençlerle yaptığı bir toplantıda onlara hitaben şöyle demişti :

«Sizleri büyütmekte olan neslin çocukları olan bizler, patlamaya hazır olan sosyalist devrimler için verilecek olan mücadeleleri görecek kadar yaşamayacağız belki. Ama bana öyle görünüyor ki gerek İsviçre'de ve gerekse dünyanın di­ğer ülkelerinde sosyalizm uğruna yapılan iç açıcı çalışma­larda en büyük pay işçi gençlere verilecektir. Bu konuda ümitli olduğumu sizlere açıklamak isterim. Bu işçi gençler patlamaya hazır proletarya devrimi için savaşa katılmakta sadece pay sahibi olmayacaklardır. Bu gençler aynı zamanda muzaffer olarak da bu savaştan çıkmakta pay sahibi olacak­lardır.»

Evet; Lenin bu sözleri söyledikten 10 ay sonra bekle­mekte olduğu sosyalist devrim Rusya’da patlak yerdi. Ken­disi de bu sayede iktidara geçti. Ama İsviçre’de sosyalizm uğ­runa -kendi deyimiyle- parlak hareketlere girişen İsviçreli gençler halâ beklenen en güzel ve en büyük payı alamamış­lardır. Oysaki Lenin bu gençlerin proleter devrim savaşın­da en büyük pay sahibi olacakları gibi savaş sonrası da en büyük ve en güzel paya sahip olacaklarını söylemişti.

3 — MARKSİZM, TARİHİ KAPSAYABİLMİŞ MİDİR?

Önce de söylediğimiz gibi tarihî maddecilik (Marksizm), birçok ilmî varsayımlardan oluşmuştur. Ki bu varsayımla­rın her biri, tarih aşamalarından birine özgüdür. Bu varsa­yımların tümünden, Marksizmin tarih yorumu hakkındaki genel varsayımı oluşur. Bu varsayımı şöylece size aktarabi­liriz: Tarih, üretim güçlerinin belirleyip ortaya koydu­ğu ekonomik kondisyonun ürünüdür.

Gerçek şu ki Marksizmin tarih analiziyle ilgili en parlak gücü, aldatmadır. Bu gücü (!) ile marksizm, tarihi kapsaya­bildiğim iddia etmekte ve bu yolda bir tarih yorumu getir­mektedir. Bu yorum, sosyal ve ekonomik işlemlere ilişkin yapılan diğer yorumlardan ayrılmakta ve temayüz etmekte­dir. İnsan hayatının tüm alanlarında çeşitli işlemler arasın­da sağlam bir bağlantı bulunduğunu ifade etmektedir, bu yorum stili. Marksizm belirli bir teorik düşünce veya sadece sosyo ekonomik bir analiz yöntemi değildir. Aynı zamanda marksizm; tüm sosyo ekonomik ve siyasal işlemleri kapsayan analitik bir ifadedir. Nitekim marksizmin bu özelliği, binlerce yıllık uzun bir tarih süreci içerisinde de kendini göstermiş­tir. Böylece de kesin çizgilerle sınırlandırılmış her biri tarih anında belirli bir durum meydana gelmiş olup bu durum, zaman süresi içerisinde kendisinden sonra peş peşe gelecek olan durumları diyalektik bir yöntemle belirlemiştir. Bu hal, birbirinden ayrı tarihî anlarda, araya başka bir şey girmek­sizin devam etmiştir.

Böyle bir teorinin (Tarihî maddeciliğin) insanların tak­dirinden pay alması ve insanları hayrette bırakması tabii ki diğer teorilere oranla daha fazla olacaktır. Çünkü ileri sü­rülen iddialara göre bu teori, insanlığın tüm sırlarını ve ta­rihin bilmecelerinin cevabını insanlara teslim etmiş, sosyo eko­nomik alanda ortaya atılan tüm ilmî teorilere üstün gelmiştir. Kem de büyük bir sosyal ağırlık noktasında... Şöyle ki: Ta­rihî maddecilik teorisi; insanların emellerini bir analizle birleştirebilmiş, maddî ve mantıkî esaslara dayalı bir şekilde ilericilik arzusunu -Manan yapabildiği kadarıyla- insanlara aşılamıştır. Buna karşılık sosyo ekonomik alandaki diğer il­mî teoriler, tarihî maddeciliğin topladığı kadar takdir topla­yamamışlardır. Sadece birkaç bilgin ve uzmanın lütuf ve inayetlerine mazhar olabilmişlerdir.

Genel bir teori olması niteliğiyle tarihî maddecilik, -ön­ce de andığımız gibi- şöyle bir hüküm vermiştir: Tüm sos­yal kondisyonlar ve olgular, ekonomik kondisyonlardan doğmaktadırlar. Tabiî olarak ekonomik kondisyonlar da üretim güçlerinin kondisyonundan doğmaktadırlar. Bu du­rumda ekonomik kondisyonlar; temel üretim güçleriyle tüm sosyal olgu ve kondisyonlar arasında bir nevi bağlantı edatları görevini yapmaktadırlar. Bu konuda Plekhanov şöyle der:

«Bir milletin ekonomik kondisyonu, o milletin sosyal kondisyonunu belirler. Sosyal kondisyonu ise o milletin di­nî ve politik kondisyonunu belirler. Bu böyle devam edip gider... Ekonomik kondisyonun da bir meydana geliş sebebi­nin bulunup bulunmadığını haklı olarak soracaksınız. Kuşku­suz bu kondisyonun da kendine özgü bir meydana geliş sebe­bi vardır. Dünyadaki tüm diğer şeylerde olduğu gibi Bu se­bep, tabiata karşı vermekte olduğu mücadeleden ibaret­tir.»[14]

«İnsanların sosyal hayatlarında kurulan tüm ilişkileri, üretim ilişkileri düzenlemektedir. Üretim ilişkilerini ise üre­tici güçler kondisyonu belirlemektedir.»[15]

Şu halde diyebiliriz ki ekonomik kondisyonu doğuran ve kondisyonu kendi gelişimine bağlı bir şekilde geliştiren yegâne faktör, üretici güçlerdir. Bünyesinde barındırdığı olgu ve kondisyonlarla birlikte sosyal yapının temeli, eko­nomik kondisyondur.

İşte bu anlattıklarımız, tarihî maddecilik teorisinin ge­nel görüntüsünü yansıtıyordu.

Marksizme karşı yazarlar arasında, tarih hakkında ge­nel bir teori olması niteliğiyle tarihî maddecilik hakkında yapılmakta olan iki münakaşa halâ devam etmektedir. Şöy­le ki:

l — Toplumun önce feodalizmden kapitalizme, sonra da, sosyalizme doğru yol almasına sebep olan tabii kanun­lar uyarınca tarih, ekonomi etkenine; ve üretici güçlere bo­yan eğmektedir(!). Eğer ileri sürülen bu iddia doğru ise marksistler neden ötürü, anti kapitalist bir devrimi başlat­mak için mümkün olan en yüksek oranda bir halk kitlesini meydana getirebilmek için zorlu çabalar harcıyorlar? Tarih kendi hallerinde çalışmasına ve bu zorlu işleri bitirmelerine niçin müsaade etmiyorlar da kendileri paçala­rını sıvayarak işe girişiyorlar? !

2 — Her insan zorunlu olarak ekonomi etkeninden ayrı bazı güçlerin kendisini etkilediklerini hisseder. Hatta bazı zamanlar bu güçlerin etkisine kapılarak kendi hayatini ve ekonomik çıkarlarını feda etmekten, de çekinmez. Şu halde marksistler nasıl oluyor da ekonomi etkenini, tarih için mu­harrik bir faktör olarak kabul ediyorlar?!

Pozitif ilmî araştırma uyarınca bu iki münakaşaya iliş­kin görüşmemizi açıklamamız gerekmektedir. Bu her iki mü­nakaşa da; marksizmin tarih anlayışının yanlışlığını ifade etmekten çok marksizmin bu anlayışının tarihi kapsayamamış olduğunu ifade etmektedirler.

Birinci münakaşayı ele alalım: Her şeyden önce marksizmin devrim hakkındaki tutumunun ne olduğunu öğrenme­liyiz. Marksizm, devrimi ve devrim uğruna yapılan ön çalış­maları tarihî kanunlardan ayrı olarak değil de tarihî ka­nunların bir parçası olarak kabul etmektedir. Ki bu kanun­ların varlığı, tarihin bir aşamadan diğer bir aşamaya geç­mesi için ilmî açıdan zorunludur. Devrimciler, devrim yo­lunda bir araya gelip toplandıklarında, bu tarihî zorunlu­luğu ifade etmeden edemezler.

Bizler bu prensibi kabullendiğimizde biliyoruz ki marksizmin kendisi bile bazen kendi ilmî tarih anlayışının gerek­lerinin neler olduğunu açık seçik bir şekilde anlayamamak­tadır. Bu konuda Stalin şöyle der:

«Toplum, kanunlar önünde aciz değildir. Toplum, eko­nomik kanunları ve bu kanunlara dayanmayı öğrenerek bu kanunların işlerlik alanını sınırlandırıp kanunları kendine itaat ettirecek hale getirebilir. Tıpkı tabiat güçleriyle, ka­nunları karşısında olduğu gibi...»[16]

Buna karşılık George Politzer şöyle der:      

«Diyalektik meteryalizm, sosyal kanunların pozitif özel­liklerini teyid ederken aynı zamanda düşüncelerin de oy­namakta oldukları pozitif rolü teyid eder. Yani şuurlu ilmî gelişmeleri teyid eder, destekler. Bu gelişmeler insanlara; sosyal kanunların etkilerini ilerletme veya geriletme, fazlalaştırma veya engelleme imkânını verirler.» [17]

Açıkça bilinmektedir ki marksizm, insanın düşünce ve şuur yönünden gelişerek sosyal kanunlara egemen olabilece­ğini kabullenmektedir, insanın bu kanunların etkisini artı­rıp eksiltebileceğim de kabullenmektedir, marksizm. Ne ki bu marksizmin tarih hakkındaki ilmî düşüncesiyle uyuşmamak­tadır. Çünkü (Marksizme göre) tarih, tabiatın genel kanun­larına uygun bir şekilde yoluna devam etmektedir. İhsanın tarihî kanunlar hakkındaki bilgi ve düşüncesi, söz konusu kanunların hükmetmekte oldukları alanların bir kısmını an­cak ifade edebilmektedir. İnsanın tüm şuur ve faaliyet­lerinin oynamakta olduğu roller, bu kanunların ve bu ka­nunların etkisinin kaçınılmaz bir ifadesidir. Yoksa bu ka­nunların etkilerinin ileri veya geri itilmesi demek değil­dir, örneğin marksistler çelişkileri derinleştirmek amacıyla huzursuzluk ve bozgunculuk doğurmak istediklerinde bu ka­nunları yürürlüğe koyarlar. Çünkü onlardaki şuur gelişme­si tarihî bütünün bir parçasıdır. Yoksa marksistlerin, bu ka­nunları acil bir şekilde yürürlüğe soktukları gibi bir mana anlaşılmasın. Siyasal şuurlaşma işleriyle uğraşan birçok kimselerin tarihî kanunlar karşındaki yerleri, bir tabiat bil­gininin tabiat kanunları karşısındaki yeriyle aynı değildir ve olamaz da... Çünkü tabiat bilgini bu kanunları kendi labo­ratuarında incelemekte olduğu doğanın şeklinde bir değişik­lik yaparak da bu kanunların etkilerini daha çabuk icra edebilir. Çünkü incelemesinin konusu olan tabiat kanunla­rı, kendisinin işlemine etkide bulunamaz. Tam tersine, bu kanunların etkilerine karşı -deney için hazırlamış olduğu şartlar sayesinde- egemen olabilir. Buna karşın siyasal alan­da iş yapanlar tarihî kanunlara karşı bağımsız olamamak­ta ve bu kanunlara egemen olamamaktadırlar. Çünkü her zaman bunlar, söz konusu kanunların egemen olduğu tarihî işlemlerin sadece bir kısmını ifade etmektedirler.

Şu halde marksizmin, sosyal kanunlara egemen olmaktan söz etmesi hiç de doğru değildir. Ayrıca geçen sayfada­ki, pratik alanda görülen gelişmelerin hiçbir desteğe dayalı olmayan anlamsız şeylerden olduğuna ilişkin münakaşala­rın marksizme yöneltilmesi de doğru değildir, Çünkü bizler, devrim de dahil olmak üzere pratik alandaki gelişmelerin, tarihî kanunların bir parçası olduğunu biliyoruz.

Şimdi de ikinci münakaşayı ele alalım. Bu münakaşa adet olarak, ekonomi ile ilişkisi olmayan bir kısım etkenle­rin listesini ortaya sürmektedir. Ki; «Ekonomi etkeni en başta gelen bir etkendir.» Şeklindeki sözün geçerliliğini is­patlasın. Bu münakaşa, birinci münakaşaya oranla başarı­ya daha yakın değildir. Çünkü marksizm; ekonomik etkenin tarih boyunca insanın tüm faaliyetleri için şuura ait bir iti­ci etken olduğunu iddia etmemektedir.

Aslında marksizmin bütün demek istediği şu : Ekonomi; insan şuuru içerisinde bizzat kendi kendini çeşitli ifadeler­le ifadelendiren bir güçtür, insanın şuurlu bir gidiş tarzı, çeşitli ideolojik amaç ve güdülerden meydana gelir. Ki bu amaç ve güdülerin ekonomiyle hiç bir ilişkisi yoktur. An­cak bunlar, aşkın bir gücün sathî ifadeleridirler, aslında.. Bunlar sadece araçtırlar. Ki ekonomi etkeni bu araçları kul­lanmakta ve zorunlu tarih yönelimi içinde insanları bu araç­ların yardımıyla hareket ettirmektedir.

Bu arada marksizmin bazı metinlerine göz yummamız gerekmektedir. Bu metinler, sadece yukarıda geçen sözler­le yetinmemişler, aynı zamanda ekonominin, arkadan iten muharrik bir güç olarak değil de genel bir sosyal gelişmeyi amaç edinen bir faktör olduğunu kabul eden görüşü des­teklemeye yönelmişlerdir. Bu meyanda Engels de şöyle der:

«Güç, araçtan başka bir şey değildir. Amaç ise ekono­mik çıkardır, özlük bakımından amaç, -kendisinin garan­tisi için kullanılan- araçtan daha fazla değere sahip ise o uman egemenlik ve itaate ilişkin sorunların ekonomik ya­nı özlük bakımından siyasal yanından daha fazla değere sahip atar. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Günümüzde de daram aynıdır. İtaat etmesi istenen kimsenin önce karnı doyurulur. Karnı doyan insan, kendisini doyurana boyun eğer, minnettar olur.» [18]

Kuşkusuz ki Engels, bu sözleri acele olarak ve üzerinde çok az düşünerek yazmıştır, öyle ki ekonomik etkenine olan bağlılığının aşırılığı yönünden Marksizmle yansır hale gel­miş ve her zaman dokunup el değdirebileceğimiz realite ile çelişir olmuştur. Çoğu zaman mideler kelimenin tam anla­mıyla dolduğu halde bu tokluk; insanı, bir örnek meydana getirecek ve gönlündeki arzularla istekleri doyuracak şekil­de sosyal alanda önemli faaliyetler yapmaktan alıkoyamamaktadır.

Bütün bu anlatılanlardan sonra, tarihî maddeciliğin or­taya atıp yolunu gösterdiği gerçek problemlerin araştırma­sına geçelim. Marksizmin bu problemleri çözümleme işinde başarıya ulaşmasına imkân yoktur. Yine Marksizmin tarihi maddecilik kuramının ışığında tarihteki bazı temel noktala­rı açığa çıkarmasına da imkân yoktur. Bu noktaların detay­larıyla birlikte ele alınmaları gerekmektedir:

l — MARAİZM VE ÜRETİCİ GÜÇLERİN GELİŞİMİ:

Bu başlık altında ilk olarak üretici güçleri -ki tarih de bu güçlerin gelişimine bağlı olarak gelişmektedir ele ala­lım:

Bu güçler nasıl gelişirler? Bu güçlerin gelişimlerine et­kide bulunan faktörler nelerdirler? Bu gelişime etkide bulu­nan faktörler neden tarihe hükmeden üstün kuvvetler de­ğildirler de, bu üstün kuvvete boyun eğmekte olan üretici güçlerdirler?..

Marxistler bu soruyu şöyle cevaplamayı gelenek haline getirmişlerdir: insanın tabiat güçleriyle ilişki kurması anın­da ekle edip yararlandığı düşünceler Üretim güçlerini geliş­tirmektedirler. Üretim güçlerini geliştiren sebepler de bu düşünceden doğmaktadırlar, Yoksa üretim güçleri bu düşüncelerden, bağımsız bir şekilde daha üstün olarak iş gör­memektedirler, göremezler de... Marxistler; üretim güçle­riyle bu düşüncelerin birbirleriyle olan bu karşılıklı ilişkile­rinden, üretim güçlerinin gelişimi için diyalektik bir şeklin doğduğu inancındadırlar. Yine marksistlere göre bu diyalek­tik şekli; devamlı surette yeni düşünceler doğuran bir üret­ken olması niteliğiyle diyalektik, bir gelişme hareketini ifade etmektedir. Bu diyalektik aynı zamanda kendi kendini de geliştirmektedir.

Üretim güçlerinin gelişiminin bu diyalektik şekli, özel deney anlayışı esasına dayanma' tadır. Böylece de düşünce aracılığıyla insan için yegâne bir temel geçindirici etkeni bulunmuş olmaktadır. İnsanın denemekte olduğu üretici güç­ler, insanın kâinat ve kevnî realiteler hakkındaki düşünceleri arasındaki ilişkiler bir nevi sebep müsebbep ilişkisidir. Müsebbep, sebepten doğmakta, sonra da sebeple birleşmekte zenginlik (fazlalık) bakımından ondan daha da ilerilere git­mektedir. Ama bu arada (Felsefemiz) adlı kitabımızda bilgi kuramı üzerinde yaptığımız incelemelerden elde ettiğimiz sonuçları da unutmamamız gerekmektedir. Bu sonuçlar, ta­biata ilişkin deneylerin insana sadece ham maddeler verdi­ğini, deney hakkında da hissi bazı düşünceler verdiğini is­patlamıştı. Bu ham madde ve hissi düşünceler, insan zih­ninde tabiî ve psikolojik özel şartlarla karşılaşmadıkça hiç­bir mana ifade etmezler. İnsan zihni, -duygu ve düşünceler hususunda insanla ortak yanı bulunan hayvanların zihnin­den ayrı olarak- analiz ve sonuca varma konusunda aklî bir güce sahiptir. Ayrıca insan zihni, deneye gelmeyen bazı za­rurî bilgilere de sahiptir. Bu bilgileri insan, deney yoluyla elde ettiği ham maddelere uygular, böylece de yeni sonuç­lara ulaşır. Sonuç elde etme işlemleri tekrarlandıkça ve bu sonuçlar için gerekli ön bilgiler olgunlaştırıldıkça, elde edi­len sonuçlar daha kaliteli ve daha doyurucu olur. Üretici ta­biî güçler, tek başlarına gelişim ve tekâmül yolunda ilerle­yemezler. Veya kendilerini geliştirecek olan etkenleri de do­ğurmazlar. Sadece duygu ve düşünceler üretilebilirler. Şu halde b^ güçlerin gelişimi bir oto diyalektik değildir. Bu güçleri geliştirecek olan olumlu güç de bizzat bu güçlerden üremiş değildir. Görüldüğü gibi tarih zinciri içinde üretici güçler, kendilerinden daha üstün olan bir faktörün esiridir­ler.

Şimdiye kadar, zaman süreci içinde üretimi ve üretim güçlerini geliştiren faktörün ne olduğunu soruşturuyorduk. Sonuç olarak elde ettiğimiz şey, marksizmi memnun etme­mektedir. Ayrıca bu soruyu daha fazla derinleştirmemiz ve tarihî maddeciliği daha da sıkıştıracak kadar ileriye götür­memiz de mümkün hatta zorunludur bile. Bu sebeple de so­ruyu şöyle bir kalıba sokmaya çalıştık: insanoğlu, üretime nasıl başladı? İnsan hayatında üretimin doğuşu nasıl oldu? Neden başka canlıların hayatında doğmadı?

Marksizmin doktrininden öğreniyoruz ki marksizm; üre­timin, toplumun dayanmakta olduğu en başta gelen bir da­yanağı olduğuna inanmaktadır. Bu dayanağın üzerinde ekonomik yapının kurulduğuna, ekonomik yapının üzerine ise tüm diğer toplum yapılarının kurulduğuna da inanmak­tadır. Fakat marksizm; bizzat üretimin üzerinde durarak, üretimin toplum hayatında nasıl meydana geldiğini açıkla­mak için kendini zahmete katlandırmamıştır. Toplumun doğuşunu, sosyal ilişkiler ve sosyal olguları yorumlayan şey üretim olduğuna göre; üretimin de varlığını ve doğuşunu yorumlayacak olan bir şeyin var olması gerekmez mi ?

Üretimin ne olduğunu öğrendikten sonra bu soruyu ce­vaplama imkânını bulacağız: Üretim; -marksizmin bize öğ­rettiği- tabiata karşı verilen bir mücadeledir. Bu mücadele için birçok insan bir araya gelerek, maddî ihtiyaçlarını gi­derecek olan ürünleri-üretirler. Tüm sosyal ilişkiler, üretim esasına dayandırılır. Şu halde üretim; bir kısım insanın, ta­biatı değiştirecek kendi ihtiyaçlarını gidermeye ve istekle­rini doyurmaya uygun bir şekle sokabilmek için yapmakta oldukları bir faaliyettir. Bir kısım insanın girişmekte oldu­ğu böyle bir değiştirme faaliyetinin tarih açısından varlığı imkânsızdır. Meğer ki bu faaliyetten önce belirli bâzı şartlara uyulmuş olsun. Ki bu şartları da iki maddede özetlemek mümkündür:

a — Düşünce: Canlı bir yaratık, kendi ihtiyaçlarını giderecek şekilde tabiatı değiştiremez. Buğdayı un, unu da ekmek haline getiremez... Meğerki tabiata vereceği yeni şe­kil hakkında bir düşünceye sahip olsun. Değiştirme isinden sonra meydana gelecek olan şekil, ise başlamazdan önce görünürde yoktur. Şu halde değiştirme işinin düşünceden ayrılmasına imkân yoktur. Bu sebeple de hayvanların, tabi­atı üretim işlemiyle değiştirmesi imkânsızdır.

b—Dil: Düşünceyi dışa aktaran maddi bir araç ol­ması niteliğiyle, üreticilerin tabiatı değiştirme işlemi esna­sında birbirleriyle anlaşmalarını sağlamaktadır. Üreticiler, kendi düşüncelerini dışa aktarma aracına sahip olmadıkça ve tabiatı değiştirme işinde kendi arkadaşlarının düşüncele­rini anlamadıkça üretim yapamazlar.

Böylece görmüş oluyoruz ki hangi derecede olursa olsun düşüncenin, üretim işleminden önce var olması gerekmekte­dir.

Marksizmin iddiasına göre tüm sosyal olgu ve ilişkiler, üretim işleminden doğmaktadır. Fakat bizim kanımıza gö­re dil, üretim işleminden doğmamaktadır! Dil düşünceyi dışa aktaran maddi bir araç olması niteliğiyle düşüncelerin kar­şılıklı olarak alınıp verilmesi ihtiyacından doğmaktadır. Önemli bir sosyal olgu olmasına rağmen dil, en başta geldi­ği sanılan temel bir unsur olan üretim işleminden doğmak­tadır. Tam tersine dil, en başta geldiği sanılan bu temel un­surun (üretim işleminin) doğuşu için zorunlu bir tarihî şarttır.

Bu hususta ileri süreceğimiz en büyük delil; gelişim sü­reci içerisindeki dilin üretimden ve üretim gücünden bağım­sız oluşudur. Eğer dil en başta geldiği sanılan temel bir un­sur niteliğindeki üretim güçlerine bağlı olsaydı, o zaman tüm diğer sosyal olgu ve ilişkilerin bu unsura bağlı olarak geliştikleri gibi dil de üretim ilişkilerine bağlı olarak bir gelişim arz edecekti. Stalin de dahil olmak üzere hiçbir marksist, sosyalist devriminden sonra Rus dilinin değişip yepyeni bir dil haline geldiğini veya toplumun temelini değiştiren üretim yöntemlerinde büyük bir devrim yapan buhar aletlerinin bulunuşundan sonra, İngilizlerin eskiden konuş­makta oldukları dili bir tarafa atıp yepyeni bir dille konuş­tuklarını iddia edemez. Böyle bir sözü söylemeye cesaret ede­mez. Böylece Tarih, sürekliliği ve evrimliliği hususunda di­lin üretimden bağımsız olduğunu kanıtlamaktadır. Dilin bağımsızlığı da; üretim biçimlerinden şu veya bu biçimde bağlı olmaması ve sadece düşünce ile düşüncenin dışa aktarıl­ması gereksinimden doğmasından ileri gelmektedir. Ki bu düşünce ve düşüncenin dışa aktarılması gereksinimi, her ne şekilde olursa olsun her türlü sosyal üretim girişimlerinden daha engin ve daha etkin iki sebeptirler.

— MARKSİZM VE DÜŞÜNCE:

Marksizmin tarihî maddecilik anlayışının-en önemli ve sübjektif noktalarından bir olarak da; insanın çeşitli tür ve yönleriyle fikrî hayatıyla ekonomik kondisyon ve üretici güçler kondisyonu arasındaki ilişkiyi kabul etmeliyiz. Üre­tici güçler kondisyonu, insan kimliğinin tarihî ifadesini be­lirlemektedir. Düşünce her ne kadar üstün şekillerden alın­mış olursa olsun, sosyal alandaki temel güçten her ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, her ne kadar tarihî kompleks döne­meçler içinde yoluna devam ederse etsin yine de bir ana­lize tabi tutulduğu zaman -ne şekilde olursa olsun- ekono­mik faktörden doğmuş olduğu açığa çıkacaktır. Marksizm de düşünce tarihim, düşünce tarihinin maddî ortamlar yoluy­la kendi bünyesinde saklamış olduğu devrim ve evrimleri, toplumu ve üretici güçlerin oluşumunu yorumlarken bu esa­sa dayanmaktadır.

Marksizmin, tüm insan düşüncesini kapsamına soktu­ğu bu ekonomik çerçeve, marksizmin tarihî yapısının diğer taraflarından ziyad; ilmî ve felsefî açıdan araştırılıp incele­meye değer bir konudur. Çünkü bu çerçeve marxiznin bilgi kuramına ilişkin önemli sonuçlara varmayı, bu kuramın de­ğer ve mantıkî ölçülerini belirleyebilmeyi garantilemekte­dir. Bu sebeple de, bilgi kuramı üzerinde yapacağımız felse­fî incelemelerin ışığında ekonomik çerçeveyi ele alıp incele­memiz adeta zorunlu hale gelmektedir. Felsefetûna adlı kitabımızda da bu hususta ilginç görüşler sunmuştuk. Adı ge­çen kitabımızın ikinci baskısında bu konu üzerindeki çalış­malarımızı detaylara indirerek görüşlerimizi tekâmül ettire­ceğiz. Bundan dolayı konunun marksizmin bilgi kuramına ilişkin görüşlerini kapsayan önemli kısmını burada ele alma­yacağız. Fakat bu kitabın sınırlarının elverdiği kadarıyla bu konuyu inceleyip eleştirmemizi engelleyen bir husus da yok­tur, kanaatimce.

Marksizmin bu konudaki görüşlerini açık bir şekilde ge­nişletebilmek amacıyla sözü, aklî hayatın temel olguları olan dinî, felsefî, ilmî ve sosyal düşüncelere ayıracağız sa­dece.

Detaylara inmeden önce Engels'in, marksizmin görüşle­rini sunuş meydanında Franz Mahring'e yazmış olduğu mek­tubun bir pasajını ele alalım:

İdeolocya dediğimiz şey, düşünürün kendi şuuru doğ­rultusunda yapmış olduğu bir işlemden ibarettir. Fakat as­lına bakarsan şuuru yanlışlıklarla doludur. Düşünürü bu iş­lemi yapmaya iten etkenler düşünürün kendisi tarafından da bilinmemektedir. Aksi takdirde ideolocyayı meydana getirme işlemi bağsız olmayacaktı. Sorunu bu noktadan ele alınca sen de göreceksin ki düşünür, tarihî veya asılsız et­kenler üzerinde düşler kurmaktadır. Düş kurarken de dü­şünceden bağımsız olan diğer işlemleri araştırıp incelememektedir.» [19]

Bu sözleriyle Engels, tüm düşüncelerini meydana geti­ren gerçek sebeplerden habersiz olduklarını ispatlamaya ça­lışmaktadır. Ayrıca Engels'in iddiasına göre bu gerçek se­bepler ancak tarihî maddeciliğin sayesinde ışığa çıkabilecek­lerdir.

Ama aslına bakarsanız insan düşüncelerinin akışı için tarihî maddeciliğin belirlemiş olduğu sebeplerden düşünür­lerin habersiz oluşları onların cahillikleri anlamına gelme­mektedir. Çünkü Engels'in sözünü ettiği sebepler gerçek sebepler değildirler. Tarihi maddecilik de bu konuda yanılgı­ya düşmüştür. Aslında zorunlu olan; bu sebeplerin orijinalitelerinin açığa çıkmamasıdır. Gözler önüne serilmemesidir. Aksi takdirde yapılan işlem, ideoloji işlemi olmaktan çıkar.

Haklı olarak Engels'e şöyle bir soru yöneltebiliriz: Dü­şünceleri meydana getiren itici etkenlerin düşünce sahiple­rince bilinmez oluşları zorunlu olduğuna göre -aksi takdirde bu işlem, ideolojik işlem olma niteliğini yitirecektir.- nasıl oluyor da Engels bu zorunluluğu ortadan kaldırıp harika bir iş yapabiliyor? Ve insanlığa bir ideoloji (!) sunabiliyor? Oysaki kendisinin ideolojiyi diye nitelendirmiş olduğu bu dü­şüncelerin meydana gelişlerine etkide bulunan sebepleri gö­rebilmekte, bu sebeplerden haberdar olmakta ve bu sebeple­rin iç yüzlerine vakıf olmaktadır. Ve yine de yaptığı bu işle­me ideoloji adını vermektedir! Şimdi de detaylara geçelim!

A — DİN: Din, düşünce alanında herkesçe fark edilebilecek kadar büyük bir yer işgal etmektedir. Bu sebeple de insanın aklî oluşumunda etkin roller oynamıştır. Zaman süreci içerisinde din çeşitli şekillere bürünmüştür. Vahiy, nübüvvet ve Allah dinî pozitif gerçekleri kendi doktrinler ya­pısından uzaklaştıran marksizmin, din ve dini gelişimlere ilişkin maddeci bir yorum stili getirmesi zorunludur. Mad­deciliğe uymayan görüşe göre din; ilkel insanın tabiat ve tabiatın korkunç güçleri karşısında acze kapılıp zaaf duygusunun tutsağı haline gelmesi ve tabiatın kanunlarıyla sırlarından habersiz oluşundan ötürü doğmuştur. Ama marksizm bu tip bir yorumu benimsememektedir. Yorum, marksizmin temel yapısıyla uyuşmamaktadır. Çünkü bu doktrin; yorum ve izaha muhtaç olan tüm hususların yo­rumlayıcısı ve yegâne doğuş sebebi olması gereken üretim esasına dayalı olan ekonomik kondisyonla dini birbirine bağlamamak ve ekonomik kondisyonun, dini doğurduğunu kabul etmemeği hatalı saymaktadır. Bu meyanda Konstantinov şöyle der:

«Ne ki Leninci marksizm, tarihî maddeciliğin bu tür şe­kil değiştirmelerine her zaman karşı çıkmıştır. Sosyal, hukukî, siyasî ve dinî düşüncelerin kaynağının her şeyden ön­ce ekonomide aranması gerektiğini ispatlamıştır.» [20]

İşte bunun içindir ki marksizm, dinin doğuş sebebini top­lumun ekonomik kondisyonunda aramış, en sonunda sınıf­lı toplum bileşiğinde bulmuştur, güya. Sınıflı toplumda ezi­len sınıf perişan ve acınacak bir realiteyi yaşamaktadır. Te­selliye kavuşup avunabilmek için, ezilen sınıfın zihninde di­nî düşünceler -tabir caizse- adeta yanardağ gibi patlamak­tadır.

Bu konuda Marx söyle der:

«Dinî ihtiyaç, hayat realitesindeki ihtiyaçlılık ve düş­künlüğün ifadesidir. Dine sarılma ihtiyacı, aynı zamanda hayat realitesindeki sefaleti yenmek isteğinden ileri gel­mektedir. Din, omuzu elem yüküyle ağırlaşan kimselerin dostudur. Din, içinde ruh kalmamış olan bir dünyanın ru­hudur. Dîn, düşünce yönünden iflas etmiş bir dünyanın dü­şüncesidir. Din, milletleri uyutan bir afyondur! Şu. halde, göz yaşlarıyla dolup taşan bu (yoksullar) vadisini eleştire­bilmek için ilk etapta dini bir eleştiriye tabi tutmalıyız.» [21]

Marksizmin bu alandaki çabaları bir tek noktada toplan­maktadır. Şöyle ki: Din, toplumdaki sınıflar arası çelişkinin bir ürünüdür. Ne var ki marksizmin, dinin çelişkiden doğu­şunun ne şekilde olduğu hususundaki düşünceleri birbirini tutmamaktadır. Marksizm bazen şöyle bir düşünce beyanında bulunur: Din; ezilmekte olan sınıfın, kendi istek ve arzula­rını, siyasal fonksiyonlarını unutup sefil, perişan realiteleri­ne teslim olup boyun eğmeleri için, ezici sömürgen sınıf tara­fından ezilen mahkûm sınıfa içirilen bir afyondur. Bu şekliy­le de din; emekçilerle yoksulları aldatıp avlamak için örmüş olduğu bir tuzaktan başka bir şev değildir!

Marksizm bu sözleri söylerken tarihî bir realiteye karşı ga­fil davranmaktadır. Bu tarihî realite açıkça ispatlanmak­tadır ki; din, her zaman yoksullarla düşkünlerin, kucağında doğmuş, tüm toplumu nuruyla aydınlatmadan önce yok­sullarla düşkünlerin gönlünü nurlandırmıştır.

İşte size İsevîlik : Bu dinin bayrağını, ruhî bir aşk ate­şinden başka -ki bu aşk ateşi onların gönüllerini yakmak­taydı- hiç bir şeye sahip olmayan yoksul davetçiler, dünya­nın dört bir yanında özellikle Roma İmparatorluğunda dalgalandırmışlardı.

Yine bunun gibi İslâm davetine ilk kucak açan grup da -ki bu grup İslâm Ümmetinin çekirdeği idi- çoğunlukla Mek­ke toplumunun yoksul ve yoksulluk derecesine yakın insan­larından oluşmuştu. Şu halde dini; ezilenlerin sırtına bin­mek ve kendi çıkarlarım korumak amacıyla ezici sömürgen sınıfın bir esiri olarak yorumlamak nasıl mümkün oluyor!

Marksizm mülk sahibi ezici sınıfın kendi çıkarlarını koru­ması için dini meydana getirdiğine inanıyorsa biz de marksizme şöyle bir soru yöneltebiliriz: İslâmlığın kesin olarak yasaklanmasından önce Mekke’de yüksek oranda faiz alınıp veriliyordu. Faize dayalı bir sermayeyi ortadan kaldırmak için İslâm dininin faal, etkin bir araç (Haramlık) ortaya koymuş olması, ezici sınıfın çıkarlarına maddi yönden ters düşmüyor muydu? Ezici sınıfın kendi aristokratik zihni­yetlerinden vazgeçmeleri, çıkarlarına ters düşmüyor muy­du? İslâm dini; insanlar arasında eşitliğin hâkim kılınma­sına, insana değer verilmesine, zenginlerin, hoş karşılanma­masına, zenginlerin haksız yere gururlanmalarına karşılık yerilmesine çağrıda bulunuyordu. Bu meyanda Hz. İsa'nın bir sözünü de nakletmekte fayda mülahaza ediyorum: İçi­nizde ulu olmak, yücelmek isteyen bir kimse varsa size hiz­metçilik yapsın. Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, kibirli zenginin ilâhî, melekût (manâ) alemine yükselmesinden çok daha kolaydır.

Bazen marksizmin, dînin sınıfsal yorumunu başka bir yoldan yaptığını da görüyoruz. Marksizm, dinin, ezilen ve sö­mürülen sınıfın gönlünü dolduran ümitsizlik ve sefaletten kaynaklandığını iddia etmektedir. Buna göre ezilenler, dini bizzat kendileri için icat etmektedirler. Dinde teselli bul­makta, dinin gölgesinde emel ve ümit beslemektedirler. Din: yoksulların, ezilenlerin ideolojisidir.. Ezici sınıfların eseri de­ğildir...

Şanslılık eseri olarak ilkel toplumların tarihlerinden öğreniyoruz ki din; sadece sınıflı toplumların fikri olgula­rından biri değildir. Tersine marksizmin, sınıfsız bir komünist rejiminde yaşadıklarını sanmış olduğu ilkel toplumlar bile bu tür düşüncelere girişmişler ve dinî inanç bu toplumlar­da çeşitli şekillerde dışa yansımıştır. Dünyanın ezilen ve sö­mürülen insanların gözyaşlarıyla dolup taşmasından, sınıfsal bileşimin meydana gelişinden önce din, insanın, ha­yatında var olduğuna göre o zaman dini sınıfsal bir yorum stiliyle yorumlamak veya dini, ezilen sınıfı kuşatan sömürü ortamlarının aklî bir yansıması olarak kabul etmek imkân­sız olur. Bütün bunlardan sonra marksizm, ekonomik kondisyonu, dinin yorumlanmasında esas olarak kabul ediyor!

Burada ele alınması gereken bir başka şey daha var: Marksizmin ikinci yorum şeklinde iddia ettiğine göre din, ezilenlerin ideolojisidir. Bu ideoloji ezilenlerin sefalet realitesi ve ekonomik çevresinden doğmaktadır. Buna göre dinî inancın varlığını, ezilenlerin sefalet realitesi ve ekonomik çevresinden ayrı olarak nasıl açıklayabiliriz? Ezilenlerin dı­şındaki kimselerin, ezilenlerin ekonomik realitesinden do­ğan ve ezilenlerce müjdelenen bu yoksullar ideolojisini ka­bullenmeleri nasıl mümkün olmaktadır?

Ezilenlerle kendi arasında hiçbir ilişki bulunmayan ba­zı kimselerin dinî inanca sahip olduklarını, bu kirdelerden bazısının gönlündeki inanç katiliğinin kendilerini inançları uğrunda fedaya sürükleyecek kadar ileri derecelerde oldu­ğunu marksizm hiç bir zaman inkâr edemez. Bu da açıkça ispatlamakta ki düşünür olan bir kimse, kendi ideolojisinin düşüncelerini her zaman kendi ekonomik realitesinden esin­lenerek elde etmez. Çünkü ezilmekte olan bu insanların dinî düşünceleri, bunların sefalet içerisinde oluşlarının -ki böyle bir şey de zaten yoktur.- Bir ifadesi ve çekmekte oldukları zorluklara karşı bir soluklanma ve en nihayet bunların eko­nomik ortamlarının bir yansıması değildir. Bu kişilerin ru­hî ve aklî şartlarıyla uyuşan bir inançtan başka bir şey değildir. Bu kişiler, fikrî temellere dayanarak bu inanca bağ­lanmış, iman etmişlerdir.

Marksizm, dini sınıfsal ekonomik bir yorum stiliyle yo­rumlamakla yetinmemektedir. Daha da ilerilere giderek, dinin gelişimini de ekonomik temellere dayalı olarak yorumlama­ya çalışmaktadır. Bütün milletler, ekonomik ortamları ge­lişip de bağımsız bir millî toplum kurma olanağım elde edin­ce, kulluk etmekte oldukları tanrılar da millileşirler. Tan­rıların egemenlikleri de milli sınırları aşamazlar. Bu millet­ler, bir dünya imparatorluğu olan Roma imparatorluğuna katılırca milliyetleri birbirine karıştı. Bir dünya imparator­luğu kurulunca, tüm dünyaya egemen olacak olan bir dine de ihtiyaç duyuldu. Bu din, 250. kuruluş yılında Roma dev­letinin resmi dini haline gelen Hıristiyanlık dini idi. -Bun­dan sonra Hıristiyanlık, feodal ortamlara göre şekil aldı. Katoliklik şekliyle Hıristiyanlık, gelişme süreci içinde bulunan burjuvazi güçlerle çatışmaya başlayınca, dinî bir reform ve­ya Protestanlık doğmuş oldu. [22]

Bu konuda şöyle bir düşünceye sahibim: Eğer Hıristiyanlık veya Protestanlık, marksizmin ima etmiş olduğu ob­jektif maddî ihtiyaçların bir ifadesi olmuş olsaydı tabii ola­rak Hıristiyanların dünyanın kumanda zincirini elinde bu­lunduran Roma imparatorluğunun kalbinde doğup gelişme­si gerekirdi. Ayrıca dini alandaki, reform hareketlerinin bir­çok Avrupa toplumlarında başlaması ve burjuvazi alanın­da daha da gelişip tekâmül etmesi gerekirdi. Oysaki tarihî gerçek, bunun tam tersi bir istikamettedir.

Hıristiyanlık, siyasal yığılım noktalarında meydana gel­memiştir. Dünya devletini kuran Romalıların arasında da doğmuş değildir. Romalılar Hıristiyanlığı geliştirmişlerdir. Hıristiyanlık bütün bunlardan uzakta Romanın doğudaki sömürgelerinden birinde doğmuştur. Ezilen bir Yahudi halkı arasında gelişmiştir. İmparatorluğun M.Ö. 6. yüzyıldan be­ri sömürmekte olduğu bu ezilen Yahudi halkı milli bir ba­ğımsızlık kurmaktan başka bir şeyi hayal etmiyordu.

Üzerinde hayal kurduğu tek şey; kendisini bu emperyalistlere bağlayan bağlan koparıp parçalamaktı. Bu halk altı asırlık süre zarfında birçok kereler baş kaldırmış, yüz binlerce kurban vermişti. Bu halkın maddî, ekonomik ve siyasal ortamı, sadece Roma imparatorluğunun ihtiyaçlarını kar­şılayan, o zamanın dünya çapındaki tek dini olan Hıristiyanlıktan doğmuş olabilir mîydi?

Avrupa’da fikrî bağımsızlığın önderliğini yapanlar tara­fından başlatılan dinî reform hareketini de burjuvalar baş­latmış değildirler. Burjuvaların reformculuktan bazı ka­zançlar sağladıklarını kabul ediyoruz. Fakat bu ayrı bir hu­sustur. Şu da bir gerçek ki; belirli bir ideoloji niteliğine sahip olması bakımından reform hareketi, sırf burjuva ekono­misinin gelişmesinden doğmuştur. Aksi takdirde reform ha­reketinin diğer Avrupa ülkelerine nispetle öncelikle İngiltere’de doğması gerekirdi. İngiliz burjuvazisi, diğer Avrupa ülkelerindeki burjuvaziden çok daha güçlüydü, o zamanlar. 1215 yılından itibaren İngiltere’de patlak veren devrimler, sıçramalar sayesinde İngilterenin sosyal ve ekonomik yön­den gelişmiş olması onu, diğer Avrupa ülkelerinin ulaşamayacağı bir düzeye yükseltmişti. Bütün bunlara rağmen Luther İngiltere’de ortaya çıkıp da burjuvazinin muhafazakâr­lığından yana olmamıştır. Tersine, İngiltere’den uzakta ortaya çıkmış, propaganda ve faaliyetlerini Almanya’da başlat­mıştır. Fransa da bu hareket, inatçı bir Protestan olan bu reformculuğun ikinci adamı olan Kalven tarafından başla­tılmıştır. Kalven zamanında Fransa’da Katoliklerle Protes­tanlar arasında kanlı boğuşmalar ve çatışmalar olmuştur. Alman Komutanı William Urang da güçlü ordusu ile bu ye­ni hareketi destekliyor ve savunuyordu.

Evet bütün bunlardan sonra Protestanlık, İngiltere’de resmi bir mezhep haline geldi. Fakat sunuda söylemek ge­rekir ki reformculuk, burjuva simimin muhafazakâr tutu­munun bir ürünü değildir. Tersine, feodalizmle yönetilen yerlerde yaşamakta olan halkın şuurlanışının bir ürünüdür.

Marksizmin dinlerin tarihî gelişimine ilişkin düşüncesi­ni alıp da bir diğer cihanşümul din olan Islama uygulamaya çalıştığımızda, marksist düşünce ile realite arasındaki çeliş­kiyi muhakkak ki göreceğiz. Avrupa bir dünya devleti olduğuna göre bütün dünyayı kapsayacak olan bir dine muh­taçtır. Arap yarımadasında ise tüm dünyaya hükmedecek olan bir din değil, sadece Arapları kapsamına alacak milli bir din de yoktu.

Araplar sadece çeşitli yörelere dağılan birbirinden kopuk topluluklardan ibarettirler. Her kabilenin tapmakta olduğu bir ilah vardı. Bu kabileler, taştan yapmış oldukları bu tanrı­lar karşısında boyun eğer, kulluk eder, itaat ederlerdi. Bir­birinden kopuk topluluklardan oluşan bu yarımadanın kal­binden cihanşümul bir dinin doğması için maddi ve siyasi ortam elverişli miydi? Bu yarımadanın birbirinden kopuk kabilelerinin bir araya gelip nasıl tek bir soy tek bir ırk ve -tek bir millet meydana getirdikleri hala anlaşılmış değildir. Üstelik bu kabilelerin; cihanşümul bir din olan islâmda so­mutlaşan en yüksek kaliteden bir birliği nasıl meydana ge­tirdiklerini anlayabilecek ve bu bilmecenin sırrım çözebi­lecek tek bir kişi yoktur. Maddi ihtiyaçlar ve siyasal kondisyonlarla bağlı olarak dinî tanrıların, milli tanrılıktan ci­hanşümul tanrılığa doğru yücelerek evrimleştikleri iddia edilmektedir. Peki buna göre Araplar, nasıl olmuş da kendi elleriyle yapmış oldukları kabile tanrılarına tapmaktan vaz geçip, kendisine mücerredin en yüksek derecesiyle yaklaş­mış oldukları cihanşümul bir mabud olan Allaha tapmaya başlamışlardır?

B — FELSEFE: Marksizme göre felsefe de; toplumun için­de yaşamakta olduğu maddi hayatın ve ekonomik şartların bir diğer olgusu ve zorunlu bir sonucudur. Bu konuda Konstantinov şöyle der:

«Tüm sosyal topluluklarda özellikle sosyalist toplumlarda­ki ortak kanunlardan biri de şudur: Sosyal varlık, sosyal id­râki belirler. Sosyal, siyasal, hukukî teknik ve felsefî tüm düşünceler, sosyal hayatın maddi şartlarının bir yansımasından ibarettir.»  [23]

Bu durum karşısındaki tutumumuzu birkaç kelimeyle ifade edebiliriz: Bir defa biz düşünce ile, düşünürün içinde yaşamakta olduğu maddi ve ekonomik şartlar arasındaki bağlantının varlığını inkâr etmiyoruz. Yine bunun gibi biz, düşüncenin bağlı olduğu kanun ve nizamların varlığını da inkâr etmiyoruz. Çünkü düşünce kâinatta meydana gelen olgulardan biri olma niteliğine sahiptir. Diğer olguların ba­zı kanunlara uydukları gibi düşünce de bazı kanunlara ria­yet eder. Sebeplilik ilkesine bağlı olarak seyrine devam eder. Her Metodolojik işlemin bağlı olduğu bir takım sebep ve şartlar vardır. Tüm diğer olguların bazı sebep ve şartlara bağlı oluş­ları gibi... Marksizmle anlaşamadığımız husus; bu sebep ve şartların belirlenmesi hususudur. Marksizm bütün ideolojik işlemlerin gerçek sebeplerinin maddi ve ekonomik şartlarda gizlendiği görüşündedir. Düşünceyi, diğer düşüncelerle olan ilişkilerinin ışığında aklî ve psikolojik esaslara dayalı ola­rak yorumlamamız, marksizme göre imkânsızdır. Marxist açıdan düşünceyi ancak ekonomik faktörlerle yorumlayabi­liriz. Marksizme göre düşüncenin bağımsız bir tarihi veya kendine özgü bir evrimi yoktur. Düşünce; toplumun ekono­mik ve maddi ortamın insan aklında harekete geçirdiği zo­runlu yansımaların bir tarihidir. Yansımadaki bu zorunlu­luğu denemek için şöyle bir ilmî yöntem uygulamamız gerek­mektedir: Bu zorunluluğun deneyini yapabilmek için in­sanın sosyal ve aklî yaşantısındaki olayların akışı ile tarihî maddecilik teorisi arasında bir, karşılaştırma yapmalıyız.

Bu teoriyi açıklamak için marksizmin felsefi alanda bir­çok metinleri mevcuttur. Marksizm felsefeyi bazen üretim güçlerinin kondisyonuyla yorumlar. Bazen tabiat ilimleri dü­zeyinde bir bilimmiş gibi yorumlar. Nitekim ileride de göre­ceğimiz gibi felsefeyi; toplumun sınıfsal bileşim ortamları­nın belirlediği sınıfsal bir olgu olarak da kabul eder.

İngiliz asıllı komünist Filozof Morris Konfors bu konu­da şöyle der:

«Üzerinde düşünmeye değer bir başka şey de; ilmî ke­şiflerin ve teknik bulguların, felsefî düşüncelerin doğuşuna sebep olmalarıdır.»[24] Bu sözüyle Morris, felsefi düşünce ile üretim araçlarının evrimi arasında bir bağlantı kurmak istiyor. Ayrıca başka bir alanda da, üretim güçlerindeki ev­rimin patlama derecesinde hızlanması sebebiyle felsefî akliliğe hâkim olan evrim anlayışına ilişkin örnekler sunarak bu bağlantıya açıklık kazandırmaya çalışmakta ve şöyle de­mektedir:

«İlimde evrimleşme anlayışına yönelik ilerleme -ki bu ilerleme aynı zaman da toplumda ve tabiattaki evrimi de or­taya koymaktadır. XVIII. yüzyıl sonlarında meydana gelen sanayi kapitalizminin evrimine de uygun gelmektedir.

Ayrıca bu uygunluk, salt bir uygunluktan ibaret olmayıp ayraca bir takım illî ilişkilerin varlığını da ifade et­mektedir. Üretim araçlarında patlama derecesinde hızlı bir sürekli değişiklikler olmayınca burjuvazi yaşayamaz. Tabi­at ve toplumda genel bir evrim anlayışının doğuşuna yol açan şartlar işte bunlardır. Bu sebeple de felsefenin, deği­şim ve evrim alanındaki görevi, sadece ilmî gelişmelerde değil aynı zamanda çağdaş toplumun hareketlerinin tümün­de doğmaktadır.» [25]

İşte bu yolla üretim araçları gelişip yenilenmekte ve felsefecilerin aklında gelişim ve evrim anlayışını oluşturmak­tadır. Bu anlayış; felsefenin kâinat hakkındaki statik teo­risine üstün gelmekte ve bu teoriyi üretim araçlarının sürekli evrimine uygun gelecek bir devrim teorisi şekline çevirmektedir.

Burada şu sözü söylemekle yetineceğim: Üretim araç­larının hızlı gelişimi Konfors'un da dediği gibi XVIII. yüz­yılın sonlarında yani, buharlı aletlerin icat edildiği 1764 yı­lından sonra başlamıştır. Buharlı aletlerin icadı, üretim araçlarının gelişiminde ilk gerçek bir devrimsel gelişme ol­muştur. Maddi temellere dayalı evrim anlayışı bu tarihten önce materyalist felsefenin öncülerinden Didero tarafından başlatılmıştır.[26] Marksizm, materyalist felsefenin öncülerini takdirle anmakta, onların görüşlerini benimsemekte­dir. Didero, XVIII. yüzyılın ilk yarısında felsefe dünyasına girmiştir. Maddenin kendi kendine gelişip evrimleşmekte olduğunu ileri süren Didero, şöyle demiştir: Madde, bizzat kendi kendini geliştirip tekâmül ettirir. Didero, hayatı da evrim esasına bağlı kalarak yorumlamıştır. Dideroya göre canlılar, canlı bir madde tarafından ortaya konduktan sonra bir hücreden başlayarak gelişip olgunlaşırlar organlar, ihti­yaçları; ihtiyaçlar da organları yaratırlar.

Acaba Didero, bu felsefî evrim anlayışını üretim araç­larında görülen patlama derecesindeki hızlı gelişmelerden mi -ki bu hızda bir gelişme daha sonraları üretim alanında görülmemiştir.- esinlenerek ortaya koyup kuramlaştırmıştır?

Doğrusu şu ki üretim alanında meydana gelen köklü değişiklikler, bir dereceye kadar zihinleri; felsefi evrim dü­şüncesini kabullenmeye hazırlamakta ve bu düşünceyi kâ­inatın çeşitli alanlarında uygulamaya yöneltmektedir. Ama bu, zorunlu bir illîlik anlamına gelmediği gibi; felsefi alan­daki evrimle üretim alanındaki evrim arasında ne ileri ne de geri gitmesine imkân bulunmayan zorunlu bir bağ kur­ma anlamına da gelmez. Aksi takdirde Didero'nun ortaya koyduğu iddia edilen bu zorunluluğun üretim alanındaki evrimi aşıp gerilerde bırakması nasıl mümkün olabilir? Didero'dan 2000 yıl önce yaşamış olan filozofların, üretim alanındaki evrimden yararlanarak felsefi kuramlar ortaya koy­maları mümkün olabilir miydi?...

İşte size Yunan filozofu Anaximendros.[27] Milattan önce VI. yüzyılda yaşamış olan bu filozof, temelde kapita­list üretim çağındaki evrim anlayışına ters düşmeyen felse­fi bir evrim anlayışı getirmiş olup şöyle bir görüş beyanında bulunmuştur, ilk doğuşları anında canlılar, çok düşük bir seviyedeydiler. Sonraları derece derece gelişim merdivenin de yükselirler. Çünkü canlıların yaratılışlarında bulunan bir güdü, onları kendileri ile çevreleri arasında bir uyum sağla­maya iter. Örneğin insan suda yaşamakta olan bir hayvan­dı.(!) Zamanla yeryüzünden sular çekilince sert kara par­çası üzerinde hareket etmesini sağlayacak olan organlar ka­zandı ve böylece de gördüğümüz şekliyle bir insan haline geldi.

Bir diğer filozof daha... Bu filozofun felsefi evrim anla­yışına büyük katkısı olmuştur. Öyle ki Marksizm onun; di­yalektiğin mükemmel bir şerhçisi olduğunu ve onun evrime dair görüşlerinin ise diyalektiği tam olarak açıkladığını id­dia etmektedir. Bu filozof; milattan önce V. yüzyılda yaşa­mış olan Heraklites'tir. [28] Heraklites, felsefe dünyasına çelişki ve diyalektik esasına dayalı ,bir evrim anlayışı getir­miştir. Kâinatın her zaman aynı şekilde kalmadığı, tersine devamlı bir surette şekil değiştirmekte olduğunu ve bu şekil değiştirişin, halden hale geçişin ise kâinatın orijinalitesi ol­duğunu, bu sebeple de bütün varlıkların sonsuz dek bir de­ğişim süreci içinde şekil değiştirmekte olduklarının kendi asıl görüşü olduğunu ileri sürüyordu, Heraklites.

Heraklites, kâinattaki bu hareketi çelişkiyle yorumla­maktadır. Çünkü hareket den bir varlık, aynı zaman içinde var olup değişir. Yani bir an içinde hem var hem de yok olur. İşte bu bir an içinde varlıkla yokluğun birleşmesi, hareketi ifade eder. Ki hareket kâinatın özü ve gereceğidir.

Herakiltes'in bu felsefesi bir şey üzerine delil getirdiğin­de o şeyin tarihî varlığına dayanarak delil getirmektedir. Marksizmin, felsefeye ilişkin yorumunda ve felsefi evrimin, üretim araçları ve teknik alandaki gelişmeler paralelinde zo­runlu. Olarak meydana geldiğine ilişkin iddiasında hataya düştüğü gibi, Heraklites'de bu felsefesinde hataya düşmüş­tür, özellikle Heraklites'in ilimden son derece uzak, astrono­mi ve tabiat ilimleri alanında kendi çağında kaydedilen ge­lişmelerden habersiz olduğunu öğrendikten sonra onun bu felsefi alandaki hatasını daha açık bir şekilde müşahede edebiliriz. Onun bu habersizliği o kadar aşırı idi ki, güneşin çapının bir ayak olduğunu (yani gözümüzle görebildiğimiz ölçüde olduğunu,) bile söyleyebiliyor ve güneşin batışını ise; güneşin suya batarak sönmesi şeklinde yorumlayabiliyordu. Fazla uzaklara gitmeye gerek yok. İşte, karşımızda bü­yük islâm mütefekkiri Sadruddin Şirazi... XVII. yüzyılın başlarında islâm felsefesinde zorlu adımlar atmış, büyük aşamalar kaydetmiştir, diyebiliriz. İslâm felsefesi; düşünce tarihinin tanık olduğu en derin bir sistemdir. Sadruddin Şi­razi felsefesinde, mücerret temellere dayanarak tabiatta bir hareket cevherinin ve kâinatın özünde ise sürekli bir gelişi­min varlığını ispatlamıştır. Oysa ki onun zamanında üre­tim araçları, gelenekleşmiş sabit şeklini korumakta ve ha­yattaki tüm sosyal şeyler durgun bir halde idi. Bütün bun­lara rağmen felsefi delil; onu tabiatta bir evrim kanununun egemen olduğunu söylemeye zorlamaktaydı.

Şu halde üretici güçlerin ekonomik kondisyonuyla felsefî anlayışlar arasında zorunlu ilişkiler yoktur, diyebiliriz.

Bu arada kendine özgü orijinal bir anlam taşıyan başka bir husus daha var.  Eğer üretim güçleri ve ilişkilerinin eko­nomik kondisyonu, bünyesindeki felsefi fikirlerle birlikte toplumdaki akli hayatın yorumlanmasına yegâne bir daya­nak noktası olmuş olsaydı. O zaman bunun tabii bir sonucu olarak felsefi gelişmeler, ileriye doğru mesafe kat etme hu­susunda ekonomik kondisyonların gelişmelerine paralel ola­caklardı.

Bundan başka üretim ilişkileri ve üretim güçlerindeki tekamüle hareketlere uygun bir gelişim arz edeceklerdir. Bu­nun kaçınılmaz bir gereği olarak da ekonomik alanda zirve­ye ulaşmış toplumlarda; felsefede ilericilik yönelimleri baş gösterecek ve felsefi alanda büyük devrimler patlak verecek­ti. Buna göre ilericilik düşünceleriyle devrimci felsefeden her toplum, ancak kendi ekonomik alandaki üstünlüğü ve üre­tim ortamlarıyla üretim ilişkileri alanındaki ileriliği oranın­da pay sahibi olabilecektir.. Bu sonuç, felsefenin tarihî realitesiyle uyuşmakta mıdır, değil midir? İşte burada ası! öğ­renmek istediğimiz budur.

Düşünce alanındaki yeni devrimci müjdelerin Avrupa ufkunda parlamaya başladığı zamandaki Avrupa’nın duru­munu ele alalım. O zamanlar İngiltere, ekonomik alandaki nisbî gelişmelerden en yüksek oranda yararlanıyordu. Ne Fransa ve ne de Almanya, İngiltere'nin elde ettiği kazanca ulaşamıyordu. İngilizler, ne Fransız ve ne de Almanların el­de edemedikleri Önemli siyasal kazançlar sağladılar. İngilte­renin teknik alandaki ekonomik gücü (burjuvazi güçler), başka ülkelerde görülmeyecek kadar gelişip tekâmül etmiş­ti. Kısacası İngilterenin, siyasal ve ekonomik şartlarıyla bir­likte ekonomik kondisyonu, -Marksizmin inanmakta olduğu tarihî evrim' merdiveninin en üst basamağındaydı. Fransa ve Almanya’dan çok daha ilerideydi. Bunu şu şekilde ispatla­yabiliriz:-İngiltere’deki özgürlük devrimi 1215 yılında başla­mıştır. İngilizler, Kromvel'in komutasında XVII. yüzyılın ortalarında (1648) büyük devrim harekâtına girişmişlerdi. Buna karşılık Fransa’da kesin şekilde devrim ortamı ancak 1789 yılında, Almanya’da ise 1848 yılında hazır hale getiri­lebilmiştir. Bu devrimler, burjuva devrimi olma niteliğine sahibe olduklarına göre Marksizm nazarında ekonomik geliş­melerin ileri aşamalarında oluşundan ötürü doğmuşlardır. Devrim hareketlerinin zaman bakımından önce İngiltere’de başlamış olması, İngilterenin ekonomik alanda ileri olusu­nu ispatlamaktadır.

İngiltere ekonomik gelişmeler bakımından diğer devlet­lere nispetle çok daha ilerilerde olduğuna göre tabiî olarak-Marksizme göre- felsefi alanda da diğer ülkeleri gerilerde bı­rakacak ve felsefi yöneliminde de o ülkelere göre çok daha ilerilerde olacaktır.

Marksizme göre felsefedeki ilericilik yönelimi, maddeci yönelimin bizzat kendisidir. Maddeci ilericilik yönelimi, ev­rim ve hareket esaslarına bağlı kaldıkça daha etkin olur. Bu arada şöyle bir soru sormamız gerekir: Maddecilik nere­de doğup gelişti.. Belirtileri ilk olarak hangi toplumda göze çarptı ve sonrada bir kasırga gibi etrafa' yayıldı? Bu soruyu cevaplayabilmek için Marksizm epeyce zorluk çekmektedir. Çünkü Marksizmin ekonomik faktöre dayalı felsefi yorum teorisi, bizzat kendisini şu sözü söylemeye zorlamaktadır: İngilterenin ekonomi alanında gelişmiş olması onu, felsefi alanda ilericilik yönelimini veya diğer bir deyişle maddecilik yönelimini başlatmaya mecbur kılıyordu. Bundan dolayı Marx, İngiltere’de Pransis Bacon ve Nominalistler[29] (ismiyyûn) tarafından başlatılmış olduğunu söylemeye çaba­lamaktadır. (Bkz. F. Engels. Tarihin sosyalist açıdan yoru­mu S. 76)

Hepimiz biliyoruz ki Bacon, maddeci bir filozof değildir. Tersine o, idealizmin derinliklerine dalmış biriydi. Yaptığı tek şey; insanları deneye çağırmak olmuştur. Araştırma­larda deneyci metodun gerekliliğini savunmuştur. Gelelim İngiliz Nominalistlerine. Eğer Nominalizm maddeciliğin or­taya çıkışı için hazırlık niteliğindeki bir çeşit düşünceler ise o zaman bu kuramdan önce gelip geçmiş iki Fransız filozo­funu da anmamız gerekecektir. Bu iki filozof, XIV: yüzyı­lın başlarında yaşamış olan Doran de San Borsan ile Piyer Oryol'dur. Nominalizmin (ismiyyenin) maddeci yönelime ortam hazırlamak, amacıyla ileri sürmüş olduğu fikirleri de­rinlemesine incelemek istediğimizde, felsefi alanda Nominalizmden önce Latinci Rüşdçülük akımının başlatılmış ol­duğunu göreceğiz. XIII. yüzyılda Fransa’da doğmuş olan bu akım, Paris ilimler akademisi öğretim üyelerinin çoğunluğu tarafından desteklenmiş, itibar görmüştür. Bunlar aracılı­ğıyla, felsefe dinden koparılıp bağımsız hale getirilmiş, böy­lece de felsefe herkes tarafından kabul edilen dinî delilleri inkâra başlamıştır.

Açıkça bilinen şekliyle maddeci yönelime gelince bu yö­nelim, her ne kadar İngiltere’de Hobbes gibi birkaç sayılı adamın şahsında kendini gösterebilmişse yine de İngiltere’de felsefenin mevkiini elinden alamamış ve direksiyonu idealist felsefenin elinden alıp kendisi kullanamamıştır. Buna kar­şılık Fransa’da felsefe alanında büyük fırtınalar koparmış, Fransa’yı adeta maddeci yönelim deryasına boğmuştur.

Buna karşılık XVIII. yüzyılda Fransız düşüncesi Voltaire, Didero ve benzeri maddecilik öncüsü filozoflara sahipti. Ayrıca İngilterenin de çağdaş felsefe tarihinde idealizmin iki ünlü müjdecisi George Berkeley ve David Home sayesin­de idealizm alanında epey mesafeler kat etmiş olduğunu gör­mekteyiz.

İşte böylece hepimizin gördüğü gibi tarih alanındaki sonuçlar Marxistlerin beklemekte olduklarının tam tersi bir şekilde ortaya çıkmaktadırlar. Çünkü idealizm felsefesi diğer bir deyişle, Marxistler yanında en katı ve en gerici bir felse­fe olan idealizm; ekonomik ve teknik yönden zirveye ulaşmış olana en yüksek bir yapıya sahip olan toplumlarda filizlen­mektedir. Buna karşılık maddeci felsefe, Fransa gibi ekono­mik ve sosyal alanda geri kalmış olan toplumlarda barına­cak ve yerleşecek yer aramaktadır. Maddi şartlar yönünden İngiltere’den kat kat gerilerde olduğu bir dönemde maddeci gelişim ve diyalektik, Almanya’da doğmuştur.

Bütün bunlara rağmen marksizm, felsefi düşünce ve fel­sefi evrime ilişkin ekonomik kondisyon ve ekonomik geliş­melere dayalı yorum stilini onaylamamızı istemektedir.

Marksizm, bu konudaki görüşlerini haklı gerekçelere da­yandırmak için tarih kanunlarının bazı istisnai yönlerini bul­maya çalışmaktadır. Bu kanunların istisnai yönlerini bulmak öte tarafta, kalsın; bu kanunların doğru olduklarına dair bir delil bile yoktur, Marxistlerin yanında. Şuradan buradan mazeretleri arayacağımız yerde, bu kanunların yanlışlıkla­rını ortaya koymak için bazı deliller ararsak daha iyi olur, her halde.

Gördüğümüz gibi sonuç olarak diyebiliriz ki; toplumun felsefi anlayışıyla üretim güçlerinin ekonomik kondisyonları arasında zorunlu bir bağlantı mevcut değildir.

Felsefe ile tabiat ilimleri arasındaki ilişkiye gelirice bu konuyu; felsefi anlayışla ilmî anlayışın çerçevesinde, felsefî düşünce ile ilmî düşüncenin odak noktası niteliğindeki esaslar dahilinde detaylara inmek suretiyle inceleyeceğiz. Ki felse­fe ile doğa bilimleri arasında bulunması mümkün olan bağ­lantının ve karşılıklı etki tepkinin niteliklerini öğrenme im­kânım elde edelim.

Bu konuyu «felsefetûna» adlı kitabımızda ele aldık. Ama yine de felsefenin doğa bilimlerine bağlı olduklarına ilişkin ortaya atılan varsayımlar üzerindeki kuşkumuza kı­saca işaret etmeden geçemeyeceğiz. Çünkü bazen felsefe, kâi­natın yorumlanmasına dair bazı yönelimlere ulaşma işinde ilimi (tabiat ilimlerini gerilerde bırakmaktadır. Felsefeden geri kalan ilim, bu yönelimlere varmak için kendine özgü yön­temleriyle yoluna devam etmektedir. Kâinatın atomlarla yo­rumlanmasına ilişkin en açık örnek, yunanlı filozof Demok­rit'in vermiş olduğu örnektir. Demokrit'in kâinatı atomlarla açıklamasına dayalı olarak tarih boyunca birçok felsefi ekoller kurulmuştur. Hem de ilimin, kâinatı bu şekilde yo­rumlama seviyesine ulaşmasından önce... Kâinatın yorum­lanması, felsefi karakteri üzerinde taşımaya devam etmiş, en sonunda bu yorum stili ilk olarak 1805 yılında Dalton tarafından ilmîlik kılığına büründürülmüştür. Çünkü Dalton, kâinatın atomlarla yorumlanması varsayımını, kimya­daki sabit oranlan yorumlama işinde uygulanmıştır.

***

Bütün bunlardan sonra yapacağımız tek iş, felsefenin sınıfsal karakteri üzerinde bir inceleme yapmak olacaktır. Marksizm, felsefenin kendi sınıfsal çerçevesinden uzaklaştı­rılmasının imkânsız olduğunu kesinlikle söylemektedir. Marksizme göre felsefe; belirli bir sınıfın çıkarlarının en üst aklî seviyedeki sürekli bir ifadesidir. Bu konuda M. Konfors şöyle demektedir.

«Felsefe; sınıfsal bir görüşün geçici değil, sürekli bir ifa­desidir. Her bir felsefe kâinatta yaşamakta olan her hangi bir sınıfın görüşlerinden ibarettir. Felsefe, bir sınıfı, sınıfın mer­kezini, sınıfın tarihî amaçlarını anlama metodudur. Felsefi ekoller; enbiyadaki imtiyazlı sınıfların veya imtiyaz sahibi olmak uğruna çaba harcayan sınıfların görüşlerini ifade ederler.» [30]

Marksizm sadece bu kısa tariflerle yetinmiyor. Daha da ileri giderek idealist felsefenin (idealist felsefeden; kâinat sırf maddeci açıdan yorumlamayı kabul etmeyen bütün felsefeleri kastetmektedir. Marksizm), ezici egemen sınıfın fel­sefesi olduğunu söylemekte ve bunu ispat için bütün ağırlı­ğını ortaya koymaktadır. Marksizmin iddiasına göre sömür­mekte olan azınlıklar, tutucu bir felsefe olduğu için hep idea­list felsefeye sarılmışlardır; tarih boyunca. İdealist felsefe­nin desteğiyle de eski olan her şeyi kendi halinde bırakmaya çalışmaktadırlar.

Maddeciliğe gelince bu felsefi sistem, idealizmin tam tersidir. Çünkü maddecilik her zaman, ezilen sınıfların fel­sefi anlayışını dile getirmekte ve haklı mücadelelerinde de olanlardan yana bir tavır almakta, demokratik yönetime ve halkçı değerlere istinad etmektedir.[31]

İdealizmle maddecilik arasındaki bu iki zıt tutumun, her iki felsefenin bilgi kuramına ilişkin görüşlerinin ayrılı­ğından ileri gelmekte olduğunu Marksizm iddia etmektedir. İşte bu noktada Marksizm, bilgi kuramının kevni alana iliş­kin yanıyla ahlakî alana ilişkin yanını birbirine karıştırmak­ta ve idealistlerin, varlığı mutlak olan gerçekleri kesin ola­rak kabul ettikleri gibi aynı zamanda sosyal kondisyonun da mutlak değerlerine inanmakta olduklarını zannetmekte­dir. İdealizm veya metafizik, sabit ve mutlak bir yüce ger­çeğin (Allah'ın) varlığına inandığı gibi toplumun yüksek ekonomik ve siyasal olgularına ve idare mekanizması olan hükümetin de sabit ve mutlak birer gerçek olduklarına inan­maktadır. Bu olguların değişmesine de imkân yoktur.

Gerçek şu ki, metafiziğin felsefi bilgi kuramına ve varlık anlayışına uygun mutlak gerçeklerin var oluşu; sosyal ve siyasal alanda da bu tür bir kapsamlılık ve mutlaklığın bulunmasını gerektirmez. Metafizik felsefenin öncüsü olan Aristo'nun, siyasal alanda bir çeşit nisbiliğe inanmakta ve bu nedenle de en elverişli hükümet biçiminin, durum ve or­tama uyan bir hükümet biçimi olduğunu iddia etmekte ol­duğunu görüyoruz. Aristo'nun metafiziksel alanda mutlak gerçeklerin varlığına inanmış olması onu, sosyal alanda nisbî elverişliliğe ilişkin sözler söylemekten alıkoymamıştır.

Bu hususu derinlemesine bir şekilde «felsefetûna» adlı kitabımızda inceledik. Yalnız üzerinde durmamız gereken husus şudur: Marksizmin, maddecilik ve idealizmin tarihî sınıfsal yönelimlerine ilişkin ortaya atmış olduğu önerileri tarih doğrulamış mıdır?

Bu hususta tarihten, özellikle maddeciliğin tarihinden iki örnek verebiliriz:

1  — Eski dünyanın en büyük filozofu Heraklites.

2  — Çağdaş felsefede maddeciliğin önde gelenlerinden
biri olarak kabul edilen Hobbes...

Gelelim Heraklites'e: Bu filozof, insanlar arasında-hal­kın ruhundan en fazla uzak olan biridir. Marksizm, maddeci felsefenin özüne bu filozofun kalıbını basmıştır

Heraklites, soylu bir aristokrat ailenin çocuğuydu. Şeh­rin en önde gelen eşrafındandı. Büyük makamlara yükselme yolunda şansı kendisine yaver gitmiş, en sonunda şehrin oto­riter bir başkanı oldu. Her zaman ve her işinde kendi aristok­rat eğilimlerini ortaya koyar, halktan üstün olduğunu söy­ler, halkı küçük düşürürdü. Hattâ bazı zamanlar halkı şu cümlelerle niteleyecek kadar ileri gittiği de olurdu: «Davarlar, otu altına tercih ederler.» «Köpekler, tanıyıp tanıma­dıkları herkese havlarlar!»

Gördüğümüz gibi eski dünyada diyalektik materyalizm sadece bir tek şahısta cisimlendirilmekteydi. Bu şahıs; de­mokrasi ruhu ve halkçı iktidara dayanma eğiliminden baş­ka her şeyle nitelendirebiliyordu. Buna karşılık Grek dün­yasında idealizmin önderi Eflâtun; halkı devrimci düşün­celer etrafında toplanmaya çağırıyordu. Onun görüşleri, mutlak bir komünizm düzeninde ancak somuti aşabilir. Eflâtun, her türüyle özel mülkiyete karşıydı. Marksizme göre bu iki filozoftan hangisi, devrimciliğe ve bağımsızlık de­ğerlerine daha fazla yakındır?

Gelişme döneminde aşın maddeci felsefenin bayrak­tarlığını yapan Hobbes ise bu tutumuyla Dekart'ın metafizikçiliğine karşı cephe almış oluyordu. Bu filozofun malî durumu, Heraklites'inki kadar iyi değildi. İngiltere’de kra­liyet ailesinden bir prensin öğretmeni idi. Bu prens, daha sonra 1660 yılında II. Sari adıyla krallık tahtına oturacaktı. II. Sari ile olan bu ilişkisi sebebiyle Hobbes, İngiliz halkının Kromvel komutasında başlatmış olduğu büyük devrim ha­reketine karşı çıkmıştı. Devrim hareketinin büyüyerek kra­liyet tahtını yerinden oynatması ve bu tahtın yerine Krom­vel başkanlığında bir cumhuriyet rejimini kurması dolayı­sıyla, kraliyet ailesinin güçlü akıl hocası maddeci filozofu­muz, kaçıp Fransa’ya sığınmak zorunda kaldı. Fransa’da kaldığı sürece, mutlak bir kraliyeti fikren desteklemeye devam etti. Burada kendi siyasal felsefesini içeren Levianthe (Ejderha) ... adlı kitabını yazdı. Bu kitabında Hobbes, halk bireylerinin özgürlüklerinin teker teker, ellerinden alınarak, mutlak dikta esasına dayalı bir kraliyetin kurulması gerektiğini ısrarla savunuyordu. Maddeci felsefenin Hobbes ara­cılığıyla böyle bir siyasal yönelimi desteklediği zamanda metafizikçi felsefe, bu yönelimin tam tersi bir tavır takını­yordu. Hobbes'e çağdaş olan bazı kahraman düşünürlerin şahsında temsil edilmekteydi, metafizikçi felsefe. Metafizikçiliğin öncülerinden olarak filozof Spinoza'yı anabiliriz. Spînoza; halkın, iktidarı eleştirme hattâ gerekirse yönetime kar­şı, ayaklanma yetkisine sahip olduğuna inanmış bir filozof­tu.

«Halkın iktidara olan ortaklık oram fazlalaştıkça bir­lik ve beraberlik güçlenir» diyerek de demokrasi düze­ninin savunuculuğunu yapmışta, Spinoza.

Bu iki felsefeden hangisi aristokrasi ve diktadan yana­dır? Aristokrat bir aileden gelme Heraklites felsefesi mi, yok­sa «Devlet» adlı eserin yazarı Eflâtun felsefesi mi? Dikta rejiminden yana olan Hobbes felsefesi mi, yoksa halkın ik­tidardaki hakkını savunan Spinoza felsefesi mi?

Bu arada üzerinde düşünmemiz gereken bir diğer hu­sus da şudur: Marksizme göre felsefî düşünce sınıfsal esas­lara dayalı olduğuna göre bu tür bir düşünce hiçbir zaman particilik zihniyetinden arındırılamaz. Buna göre hiçbir fel­sefe araştırıcısı, insan düşüncesi meselelerini taraf tutmak­tan uzak objektif bir hava içinde ele alma imkânını bula­mayacaktır. Tüm fikri araştırma ve incelemeler katı bir particilik ve taraf tutuculuk rengine boyanmışlardır. Bu sebeple de marksizm kendi felsefesi ve orijinal düşünceleri­nin partizan karakterini açıklamaktan kendisi- ve düşünür­lere göre, araştırmalarda objektif bir havanın hâkim olma­sının imkansızlığını kabullenmekten ve bunu açıkça itiraf etmekten hiç de çekinmemektedir. Ayrıca her zaman, araş­tırmalarda tam bir tarafsızlığın ve objektif bir havanın hâ­kim kılınmasına ilişkin eğilimlerin, burjuvazinin bir efsa­nesinden başka bir şey olmadığını ve dolayısıyla da bu efsa­nenin ortadan silinmesi gerektiğini söylemekte ve bunu de­falarca tekrarlamaktadır. Bu konuda ünlü marksist yazar Tsagin şöyle demektedir:

Burjuvazinin partisizlik, bloksuzluk ve teoride objektif­lik eğilimlerine karşı Lenin, sebat ve ısrarla savaşmıştır. 1890 yılından bu yana Lenin, burjuvazinin objektiflik eğilimine ağır darbeler vurmuştur. Legal Marxçılar bu eğilimi des­teklemişlerdir. Bu Legal Marxçılar ki, teorideki particilik fikrini eleştirmiş ve teorik alanda özgürlük istemişlerdi. Le­nin, revizyonistlere ve legal marxsçılara karşı olduğunu şu cümleleriyle açıklamıştır: Marksizm kuramı, proletaryanın particilik ruhu ilkesini açıkça ve hem de sonuna kadar ilân etmek zorunluluğundadır... Sosyal alandaki şu veya bu ol­guyu tam lâyıkıyla değerlendirebilmek için, söz konusu olan olguya işçi sınıfının çıkarları ve bu sınıfın tarihî evrimi açı­sından bakmalıyız.

Bir proletarya diktatörlüğünün kurulmasının tarihsel zorunluluğunu bilimsel açıdan kanıtlama olanağını işçi sınıfına veren tek etken, particilik ve taraf tutuculuk ruhu­dur.» [32]

Bu meyanda Lenin de şöyle der:

«Maddecilik, particilik ve taraf tutuculuğu zorunlu kıl­maktadır. Çünkü maddecilik, olay lan değerlendirirken biz­leri, belirli bir sosyal sınıfın görüşlerine gereksinmeksizin bir bloke yönelmeye zorlamaktadır...» [33]

Bu noktadan hareket eden Gdanov, batı felsefesi tarihi hakkında Alexandrov'un yazmış olduğu kitaba sert eleştiri­ler yöneltmiştir. Çünkü Alexandrov; kitabında, araştırma yapan herkesi objektif olmaya çağırmıştı. Bu sebeple de Gdanov, yapmış olduğu hararetli eleştirisinde şunları söy­lemişti:

«Bana göre önemli olan şudur ki Alexandrov, çeşitli hat­tâ birbirine çelişik felsefî kuramların kurucularının birbir­lerine karşı tarafsızlık ruhu ve objektiflik havası içinde dav­ranmaları gerektiğini açıklayabilmek için Tsarinovski'nin yazısını delil olarak göstermektedir. Alexandrov; yazısında Tsarinovski'nin, objektiflik ve hoşgörürlüğü öven makale­sinden bir pasajı olduğu gibi yorumlamaksızın aktarmıştır. Bu da açıkça kanıtlıyor ki yazarımız, Tsarinovski'nin özel görüşlerini temsil etmektedir. Durum böyle olunca açıkça görülüyor ki Alexsandrov; leninizmde temel bir ilke olan felsefedeki particilik ye taraf tutuculuk ilkesinin önemini inkâr yoluna girmiştir.» [34]

Sizlere sunmuş olduğumuz bu metinlerin ışığında kendi kendimize soralım.- Marksizm, felsefedeki particilik ve taraf tutuculuk düşüncesine neden bu kadar önem vermektedir? Fikri alanda kişinin, kendi çıkarlarını savunmakta olan sı­nıfın bloğuna geçmesini neden zorunlu kılmaktadır, marksizm?... Eğer bununla marksist felsefecilerin; işçi sınıf mm çı­karlarını, kabul veya reddettikleri düşünceler için bir ölçü aleti olarak kabul etmelerini —her ne kadar kesin delillere dayalı olsa da işçi sınıfının çıkarlarıyla çelişen hiçbir düşün­ceyi kabul etmemelerini— amaçlıyorsa bu şu mânaya gelir: Marksizm, bizzat kendi sözlerine olan güvenimizi sarsmakta Ve onun ortaya atıp savunduğu görüş ve düşüncelere olan inancımız üzerinde bizi kuşkulandırmaktadır.

Böylece de marx'ın uğruna mücadele verdiği ve çağdaş düşünüşün mucizeleri niteliğinde bazı şeyleri ileri sürerken yanılgıya düşmüş olduğunu bilmesi lâzımdır.

Eğer marksizm particilik ruhundan; her ferdin bir sını­fa bağlı .olup bu sınıfın çıkarlarım savunuşunu, farkında olmaksızın dahi bu sınıfın görüş ve kavram gibi çıkarları doğrultusunda bir gidiş tarzına koyulusunu, araştırma ve incelemeleri esnasında objektif olmaya çalışsa bile yine de sınıfsallıktan arınmasının imkânsız oluşunu kastediyorsa bu tutumu, marksizmi; her zaman şiddetle karşı çıkmış olduğu «Zatî nisbet» anlayışına doğru sürükleyecektir.

Umarım ki okuyucu, «Felsefetûna» adlı kitabımızın bil­gi kuramı bölümünde ortaya atmış olduğumuz görüşlerden biri olan «zatî nisbet»i hatırlayabilecektir. Bu görüşe göre gerçek, pozitif realiteye ve objektiflik düşüncesine hiçbir za­man uymamaktadır. Gerçek, kişinin ruhî ve organik bileşi­minde mevcut olan özel şartlar düşüncesine uymaktadır. Şu halde diyebiliriz ki her kişiye göre gerçek; o kişinin özel bile­şimiyle uyuşan şeydir. Gerçek, dış realiteyle uyuşmaz. Bun­dan ötürü gerçek, zatî görelik niteliğini taşımaktadır. Ya­ni gerçek her şahsa göre değişir. Bir kişiye göre gerçek olan şey, bir başka kişiye göre gerçek olmayabilir.

Bu sübjektif nisbîlik görüşüne marksizm, şiddetle sal­dırmakta ve gerçeğin objektif realite, düşüncesine uygun ol­duğunu ifade etmektedir. Şunu da söylemek gerekir ki ob­jektif realite sürekli bir evrimleşme içindedir. Bu realiteyi yansıtan gerçek de evrimleşme süreci içinde olduğuna göre bu gerçek de nisbî (göreli) dir. Ne ki burada görülen nisbî­lik, objektif olup objektif değişim realitesine tâbidir. Bu ger­çek, sübjektif olmadığı gibi düşünen insanın ruhi ve orga­nik bileşimine de bağlanmamaktadır.

Marksizmin bilgi kuramı hakkında söyledikleri işte hep bunlardan ibaret.

Ama marksizm, düşünce alanında sınıfçılık ve parti­cilik ruhunu desteklemesi, araştırma ve incelemelerde araş­tırıcının kendi sınıfının çıkarlarından uzaklaşmasının im­kânsız olduğunu iddia etmesi dolayısıyla yemden sübjektif nisbîlik eğilimine kaymaktadır. Çünkü böyle bir yol izlene­cek olursa, gerçek; düşünürün ve araştırmacının kendi sını­fının çıkarlarıyla uzlaşmış olacaktır. Zira her düşünür, an­cak kendi sınıfsal çıkarları çerçevesinde realiteyi kavrayabilir. Bundan ötesine de gücü yetmez zaten. Oluşum ve toplum anlayışını bize açıklarken marksizmin; düşünürün gü­cünün, realiteyi tahayyül yeteneğinde olduğunu ispatlama­sı imkânsızdır. Ancak yapacağı tek şey, şunu söylemek ola­caktır: işçi sınıfının çıkarlarıyla uyuşan şey; realiteye ters düşer. Tüm düşünce ekollerinin yanında gerçeklik ölçüsü şudur: Sınıfın koruyup savunmakta olduğu çıkarlarla uyu­şan her şey gerçektir. Böylece de gerçek, göreli olmakta ve düşünürden düşünüre göre değişmektedir. Ama bireylerin ruhî ve organik bileşimlerine göre değil... Tersine, bireyle­rin bağlı bulundukları sınıfsal bileşime ve sınıfsal çıkarlara göre... Şu halde gerçek, sınıfsal ve görelidir. Sınıflara ve sı­nıfların çıkarlarına göre değişir! Gerçek, objektif görelilik niteliğine sahip değildir. Şu halde gerçeğin, objektif bir rea­liteyi içerdiğim söylemek veya bir realiteyi gerçeğin bünye­sinde belirlemek mümkün değildir. Çünkü marksizm devamlı surette, —Türü ne olursa olsun— düşüncenin sınıfsal çı­karlar sınırını aşmasına izin vermemektedir. Ayrıca sınıf­sal çıkarlar da sürekli olarak bazı, düşünceleri —bu düşün­celerin doğruluk ve yanlışlıklarını hesaba katmıyoruz— et­rafa yaymaktadır. Bunun sonucu olarak da felsefî gerçek­lere ilişkin sürekli ve mutlak bir şüphe ortaya çıkmaktadır.

C — İlim:

Bazı sebeplerden ötürü ilmî düşünceler üzerinde fazla durmak istemiyorum. Dursak da şayet, marksizmin gerek felsefe gerekse insan varlığını ilgilendiren tüm alanlarda tekrarlanmakta olduğu teraneleri duymuş olacağız. Marxa göre tabiat ilimleri, maddi ihtiyaçlara uygun olarak gelişip ilerlemektedirler, Maddî ihtiyaçlardan da ekonomik kondisyon doğmakta ve ekonomik ortamların gelişip tekâmül etmelerine bağlı bir şekilde peyder pey gelişmektedir. Eko­nomik ortamlar, üretim güçleri ve üretim yöntemlerinin ta­rihî bir ürünü olduğuna göre marksizmin, ilmî hayatı üre­time dayalı bir şekilde yorumlaması acayip karşılanmamalı-dır. Nitekim marksizm, tarihî hareketin ve tarihin çok yanlı işlemlerinin analizini yaparken de üretimi esas almaktadır.

Tarihin her aşaması, kendi bünyesinde bulunan üre­tim yöntemlerine uygun bir ekonomik karaktere sahip olur. Kendi ekonomik realitesinin ve bu realiteden doğan maddî ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı oranda ilmî gelişmelere kat­kıda bulunur. Sözgelimi XVII. yüzyılın sonlarında ilimin, buharın muharrik gücünü keşfetmesi, ekonomik ortamların ve sermayeyi üretimin, bizzat dayalı bulunduğu aletleri, makineleri hareket ettirebilmek için büyük bir güce ihtiyaç duyuşunun bir eseri olmuştu. İlim tarihinin dolu olduğu di­ğer gelişim, keşif ve bulgular da hep bu şekilde meydana gelmiştir.

İlimlerin üretim güçlerinin teknik ve ekonomik kondisyonlarına bağlı oluşlarını açıklama sadedinde Roger Garaudy şöyle der: Üretici güçlerin ulaşmış oldukları teknik seviye, ilmi çeşitli meselelerle karşılaştırmakta ve bilimin bu meseleleri ele alıp gerekli çözümü getirmesini zorunlu kılmaktadır. Bu seviye, üretim güçlerinin evriminden ve teknik kondisyonundan doğmuş olan meselelere bağlı bir şekilde daha da yükselmektedir. Garaudy, bu esasa dayana­rak; bir tek bulgunun aynı zamanda birkaç bilgin tarafın­dan ortaya konuluşunun nasıl mümkün olduğunu açıkla­maktadır, örneğin; ısı ile iş arasında bir dengenin bulun­duğunu üç bilgin aynı zamanda ortaya (koymuştur. Bu bil­ginler; Fransalı Karino, İngiltereli Gol ve Almanyalı Mayer idi. Nasıl ki üretim güçleri evrimleşerek ilmi, çözümlenme­si zorunlu olan meselelerle karşı karşıya bırakıyorsa aynen öyle de Garaudy, bir başka yönden ilimlerin üretim güçle­rinin kondisyonuna bağlı olduklarını dile getirmekte ve bu bağlılığı şöylece açıklamaktadır. Üretim güçlerinin ev­rimleşmesinin bilime, araştırmalarda kullanılacak olan bazı malzemeler hazırlamakta ve ayrıca deney ile kontrol için bu­lunması zorunlu olan malzemelerin tümünü ilime emanet olarak vermektedir.[35] Bundan sonra da marksizmin ilimi yorumlaması karşısındaki düşüncelerimizi özetleyeceğiz:

A — Modern çağı bir tarafta tutacak olursak görece­ğiz ki daha önceki çağlarda yaşamış olan toplumlar, üretim araçları ve üretim yöntemleri açısından birbirlerine çok ya­kındırlar. Eski toplumlar arasında bu hususta esaslı bir ayrılık yoktu. Eski toplumların birçoğunda üretimin başta gelen iki önemli türü, basit tarım ve el sanatlarından ibaretti.

Marksizm geleneğinde bu; eski toplumların hepsinin ay­nı temellere dayalı oldukları anlamına gelmektedir. Buna karşılık eski toplumların ilmi seviyeleri birbirlerinden çok ayrı derecelerde idi. Eğer üretim araç ve yöntemleri her top­lumun ilmî içerliğini belirleyen, kendi tarihî-derecesine gö­re ilmî hareketi hızlandıran temel etkenler olarak kabul ediliyorlarsa o zaman eski toplumlar arasındaki bu ilmî seviye ayrıklığını yorumlamak imkânsız hale gelecektir. Tarihi oluşturan temel güçler bütün eski toplumlarda hep aynı ise o zaman ilmin bir toplumda gelişip diğer toplumda gerileyişini hangi aklî nedenlere bağlayabiliriz?

Dayanmakta oldukları esasın aynı olmasına rağmen Or­taçağ Avrupa toplumuyla; Endülüs, Irak ve Mısırdaki is­lâm toplumu arasında hangi sebepten ötürü bir ayrılık mey­dana gelmişti? Neden Batı Avrupa’da ilmî bir gelişme müj­desi parlamamıştı da sadece islâm toplumunda, hem de çe­şitli alanlarda ve de en yüksek seviyede ilmî gelişme hareket­leri başlamıştı? Bu gelişme o kadar ileriydi ki, haçlı savaş­ları sırasında Avrupalılar, Müslümanların ilim ve medeni­yetteki üstünlüklerini gördüklerinde hayretten dona kalmışlardı...

Niçin sadece Çin tek başına matbaayı icat etti de, diğer toplumlar ancak Çin'in aracılığıyla matbaayı elde edebildiler? Müslümanlar matbaayı milâdın VIII. yüzyılında Çinli­lerden almışlar, Avrupalılar da XIII. yüzyılda Müslümanlardan almışlardı. Eski Çin'in dayanmakta olduğu ekono­mik temel, öz bakımdan diğer toplumların dayanmakta ol­dukları temelden ayrı mıydı?

B — Her ne kadar çoğu zaman ilmî çalışmalar, ibdaı (icat) gerektiren sosyal maddi ihtiyaçları dile getiriyorlarsa da bu ihtiyacın; tarih ilmi ve bu ilmin gelişimini yorum­layacak olan biricik esas olarak kabul edilmesi imkânsızdır. Bir çok ihtiyaçlar vardır ki; binlerce yıllık süre içinde soyut olarak tek başına insanın maddi hayatında ilimden pay ko­parmayı becerememişlerdir. Ancak zamanı gelince ilim, ken­diliğinden bu ihtiyacı giderecek seviyeye ulaşmıştır. Bu hu­susta ilmî bir icat örnek olarak göstereceğiz. Bu örnek siz­lere belki önemsiz gibi görünecektir. Fakat aslında bu bu­luş zamanında yepyeni bir ilmî gelişmeyi ifade etmişti: Dür­bünün icat edilişini size •örnek olarak vereceğiz.

İnsanın dürbüne olan ihtiyacı çok eskilere, ta'a insanın doğuş zamanına kadar dayanmaktadır. Fakat bu maddi ih­tiyaç, zamanını dolduruyordu. XIII. yüzyılın başlangıcına kadar XIII. yüzyılda Avrupalılar Müslümanlardan, ışığın yansıması ve kırılmasına ilişkin bilgileri aldılar. Ve sonunda Avrupalı bilginler, Müslümanlardan almış oldukları bu bil­gilerin ışığında dürbün yapmayı başardılar. Şimdi diyebilir-miyiz ki bu ilmî icat, toplumun maddi ve ekonomik realite­sinden doğan ihtiyaçların bir sonucu olarak doğmuştur? Yi­ne diyebilir miyiz ki bu icat, gelişim ve evrimleşme sürecinde belirli bir aşamaya gelmiş olan fikri faktörlerin bir sonu­cu olarak doğmuştur?

Ekonomik ortamlardan doğan ihtiyaçların, ilmi ve il­mî icatları keşfetmesi mümkün olsa şayet; XIII. yüzyılda Avrupalıların yön saptamak için mıknatıs gücünü keşfetme­lerini anlama olanağını nasıl elde edebiliriz. XIII. yüzyılda mıknatıs gücünün bulunması, denizlerde gemilere yol göster­mek amacıyla mıknatıslı iğnelerin kullanıldığı bir döneme rastlar. Daha önceki zamanlarda deniz yollan, ticaret için en başta gelen yollar olmaları nedeniyle büyük önem taşımaktaydılar. Bütün bunlara rağmen eski dönemlerde gemi­lerin yönünü belirlemek amacıyla mıknatıs gücünü bulma imkânı elde edilmemişti. O zamanın insanlarının ekonomik realitelerinden doğan ihtiyaçları da bu gücün bulunması hususunda kendilerine yardımcı olmamıştı. Buna rağmen bazı tarihî rivayetler, Çin'in, mıknatıs gücünü yaklaşık ola­rak M.Ö. VII. yüzyılda keşfettiğini ortaya koymaktadırlar.

Yeni atılımlar için gerekli fikri şartların tamamlanması halinde ilmin, bir takım sosyal ihtiyaçlar ortaya koyarak ileri aşamalara geçme imkânı vardır. Marksizme göre buha­rın muharrik gücü; Kapitalist toplumun ihtiyaçlarından bi­ridir. Fakat buna rağmen ilim, bu gücü miladın III. yüzyılın­da yani, sanayi kapitalizminin belirtilerinin tarih sahnesin­de görünüşünden 10 asır önce bulup ortaya koymuştur. Eski toplumların bu buhar gücünden yararlanmamış oldukları bir gerçektir. Fakat biz, toplumun ilimlerden yararlanıp yarar­lanmamasından söz etmiyoruz. Konumuz; ilmî hareketlerin bizzat kendisidir. Burada biz; kendiliğinden yenilenen sosyal ihtiyaçlarından ve kendine özgü bir tarihi ile, psikolojik şartlan bulunan orijinal hareketlerden söz ediyoruz. Ve bu konular üzerinde bir inceleme yapıyoruz.

C — Marksizm, üretim araçları ve bu araçların teknik kondisyonlarının öne sürmüş olduğu problemler karşısında ilimin çemberini daraltmaya çabaladığında teorik olan ta­biat ilimleriyle, pratik olan diğer sanatları birbirine karış­tırmaktadır. Pratik sanatlar; deney ve alışkanlık mahsûlü olup bu mahsulü babadan oğul’a kalıtım yoluyla işçiler elde etmişlerdir. Pratik sanatlar her zaman üretim güçleri­nin çıkarına uygun bir şekil alır.. Bu güçlerin ortaya koyup da cevap beklediği veya üstesinden gelmek istediği mesele­lere bağlı olarak gelişip evrimleşirler.

Tecrübî -teorik ilimlere, gelince bu ilimler, söz konusu meselelere uymamaktadırlar. Tersine teorik ilmî gelişme­lerle pratik sanat alanındaki gelişmeler, büyük bir zaman süresi içinde yani XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar ge­çen süre içinde birbirinden ayrı iki çizgi üzerinde ilerlemiş­lerdir. XVI. yüzyılda ilmin doğuşundan sonra pratik sanatların üzerinden iki asır geçiyor. Bu süre zarfında pratik sa­natlar, ilimden yararlanma imkânını bulamamışlardır. Bu durum 1870 yılında elektrik sanayinin başlamasına kadar devam etmiştir.

Bu arada XVIII. yüzyılın sonlarına kadar insanların, kimya alanında ilmî devrimlere rağbet göstermediklerini ve bu devrimleri kabullenmediklerini öğrenmemizde yarar var­dır, kanısındayım, Bu süre zarfında pratik sanatlar, demir ve çelik sanayi alanında güzel icraatlar yapmışlardır. Bu işleri yapan sanatçılar dadana önceleri, sert ve yumuşak cinsleriyle birlikte demir ve çelik arasında kimyevî ayrılıkların bulunduğunu bilmiyorlardı. Bu ayrılık, demir ile çelikteki karbon oranının değişikliğinden ileri gelmektedir.

İlmî düşünce çizgisiyle pratik sanatlardaki sırf deneyler çizgisi arasında uzun bir zaman boyunca süren bu ayrı­lık; ilmin fikrî bir tarihinin varlığını ortaya koymakta ve bu tarihin, yenilenen üretimin ihtiyaçlarının bir sonucu ol­madığı gibi üretimin teknik isteklerine verilen bir cevap da olmadığını ispatlamaktadır.

Roger Garaudy geçen sayfalarda şöyle bir düşünce be­yanında bulunmuştu: Bir tek ilmî icat, aynı anda birkaç bilgin tarafından ortaya konulabilirmiş... Bu, ilmî icatların her zaman üretim araçlarının teknik ortamlarının birer ürü­nü olduklarını ispatlamaz.

Tıpkı marksizmin, bu olgudan şöyle bir sonuca varmayı dilediği gibi. Marksizme göre maddi ve ekonomik ortamlar, üretim güçlerinin bilginlere yeni meseleler çıkarmalarına ve bilginleri bu sorunları çözümlemek için düşünmeye yö­neltmesine müsaade ettikleri zaman bilginler. Kısa bir süre içinde, kendilerinden istenen keşifleri (veya çözüm yolları­nı) ortaya koyabilirler Çünkü kendilerini düşünmeye iten güç, üretimin evrimi esnasında meselelerin kendilerine yönel­tildiği zamanda ortaya çıkmıştır.

Fakat bu olgu için mümkün olan yegâne yorum stili bu değildir. Tersine söz konusu olgunun, bu bilginlerin genel bi­lim seviyeleri, psikolojik ve fikrî şartlarla tecrübeleri bakımından birbirlerine olan benzerlikleri yoluyla da yorumlan­ması mümkündür.

İncelemekte olduğumuz bu olgunun üretim ve üretim evrimlerinin sorunlarından uzak, teorik ve ilmî bir alanda var olması, bu tür bir yorumun imkânını ispat etmektedir. Meselâ üç ekonomi bilgini aynı zamanda, değer yorumlamasındaki sınırlılık kuramını ortaya koymuşlardır. Bu bilgin­ler sınırlılık kuramım şu tarihlerde ortaya koymuştular: İngi­liz Gifon (1871). İsviçreli Wallrass (1874). Almanyalı Kari Mancher (1871). Açıkça görülüyor ki sınırlılık kuramı; in­san topluluğunun yaşamında, eskilere dayalı olan ekonomik bir olgunun (Bu olgu, değişiklilik değeridir.) Belirli bir teo­rik yorumundan başka bir şey değildir. Şu halde diyebiliriz ki; sınırlılık kuramının ilmî içeriğiyle üretim biçimleri veya tabiî üretici güçlerin evrimi arasında hiçbir ilişki yoktur. Ayrıca sözünü ettiğimiz bu yorum stili, sağlıklı oluşunun kanıtını bu üretici güçlerin evriminden de almamıştır.

Üç ekonomi bilgininin yaklaşık olarak aynı anda, değe­rin açıklanmasına ilişkin belirli bir görüşü ortaya atmaları­na dayalı bu yorum stili; adlan geçen bilginlerin, analitik güçleri ve fikrî şartları bakımından birbirlerine yakın olma­larından başka bir şey ifade etmez.

D — Tabiat ilimlerinin üretici güçlerin evrimine olan bağlılıklarını ele alalım: Bu güçler, bir kaynak niteliğinde olup araştırmalar için zorunlu olarak gerekli olan malzeme­leri ilme sunmakla da ilmin koruyuculuğunu yapmakta­dırlar. Tabiat ilimleriyle üretici güçler arasındaki ilişki, ters çevrilmiş bir ilişkidir. Şu sebeple ki; tabiat ilimleri her ne kadar deney, gözetleme, yayın ve kayıt için elde etmiş olduğu araçlara bağlı ve uygun bir şekilde gelişip tekâmül etmekte ise de bu araçlar bizzat, ilmin ürünleridirler.

Bu malzemeleri bilginlere bizzat ilimin kendisi vermiş­tir ki, bu sayede bilginler daha fazla teoriler ortaya atma, bilinmeyen sırları açığa çıkarma imkânını. bulmuş olsun­lar. (XVIII.) yüzyılda mikroskobun bulunması üretim araç­larında bir devrim sayılır. Mikroskop insanın asla haberdar olmadığı bilinmez bir dünyanın üzerindeki perdeleri kaldır­mış ve her şeyi açığa çıkarmıştır. Peki mikroskop nedir ? Mikroskop; ilimin yani ışık kanunlarının ve ışığın mercekle­re yansıması keyfiyetinin keşfedilişinin bir ürünüdür, bir sonucudur.

Bu arada ilimin sadece söz konusu aletlerde ve malzeme­lerde temsil edilmediğini de öğrenmek zorunluluğundayız. Birçok gerçek vardır ki bu gerçekleri ortaya çıkaran keşif aletleri açıkta görülmemiştir. Bu aletlerin örtülü, oluşları, gerçeğin ortaya çıkarılıp ilmî kalıplara dökülmesine elvere­cek kadar ilmî düşünce alanında bir gelişme ve olgunlaşma­nın başlamasına kadar devam etmiştir. Buna bir örnek ola­rak hava basıncı olayını anlatalım: Hava basıncı düşün­cesi XVII. yüzyılda ilim alanında büyük bir aşama olmuş­tur. İlimin bu büyük aşamayı nasıl kaydettiğini biliyor mu­sunuz? İlim bu aşamayı, önce Toriçelli'nirt zihnine hava ba­sıncı düşüncesini sokmakla kaydetmiştir. Su püskürtme ale­tinin suyu ancak 34 ayak kadar yükseltebildiğim gören Toricelli bu konu üzerinde düşünmüştü epeyce zaman. Toriçelli'den önce binlerce kişi bu konu üzerinde düşünmüşlerdi. Özel­likle Toriçelli'den önce yaşamış olan Galile de bu konu üze­rinde düşünmüştü. Fakat Toriçelli'nin büyüklüğü onun ha­va basıncını açıklayarak ilim dünyasında büyük bir deney kazandırmış olmasıdır. Ki bunu asırlardan beri hepimiz bil­mekteyiz. Toriçelli bu deneyinin sonucu olarak şunları söy­lemişti: Püskürtme aletinin suyu yükseltebileceği yüksek­lik, 34 ayağı geçemez. Bu da hava basıncının ölçüsünü gös­terir. Hava basıncı 34 ayak uzunluğundaki bir su direğini ayakta tutabildiğine göre bu su direğini ayakta tutmakta olan 34 ayaktan kısa bir cıva direğinin bulunması gerekli­dir. Çünkü cıva, sudan daha ağırdır. Toriçelli bu sonucun doğruluğun ispatlamak için, hava basıncının varlığım il­men ispatlamıştır. Bu ispat esasına dayalı olarak da ilmî birçok keşif ve icatlar ortaya konmuştur.

Tarihî bir olgu olması niteliğiyle bu ilmî icat üzerinde durarak şöyle bir soru sorma hakkına sahip olduğumuzu sanırım: Bu ilmî buluş, niçin XVII. yüzyılın belirli bir döneminde ortaya çıktı da daha önceki zamanlarda gerçekleş­tirilemedi?

Çeşitli ihtiyaçlarını gidermek amacıyla, daha önceki de­virlerde basınç gücünden yararlanmaya ihtiyacı yok muy­du? Toriçelli'nin kendisinden esinlenerek basınç teorisini ortaya koymuş olduğu, su fıskiyelerinin kullanışlarının baş­langıcından itibaren yüzyıllar boyu süren zaman zarfında bu olgunun varlığı insanlar tarafından biliniyordu. Kendi teo­risinin doğruluğunu ilmi yönden ispatlamak için Toriçelli’nin yapmış olduğu deney bu olguyu görüp de bir yorum getirmeye çaba sarf etmeyenler için de yapılması gayet kolay bir deneydi. Öyle değil mi?

Düşüncelerin bir araya gelip birbirlerini etkilemelerine ve kendi özel fikri -psikolojik şartlarca uygun bir şekilde ilmi hareketlerin orijinalitesine ve evrimleşmesine inanma­dığımızı kabul edelim. Bu durumda Toriçelli'nin ilmi bulu­şu hatta genel olarak tüm ilimler, tam yorumlarını ne üre­tici güçlerde ve ne de ekonomik kondisyonlarda bulamayacaklardır.

Burada biz sosyal düşüncelerden ve bu düşüncelerin eko­nomi etkeni ile olan ilişkilerinden söz etmeyeceğiz. Çünkü bu konu, kitabımızın ileriki -bölümlerinde etraflıca ele alı­nacaktır.

3 — MARKSİST SINIFÇILIK:

Marksizmin temel noktalarından biri de marksizmin; sosyo-ekonomik incelemelere ilişkin genel yöntemine ve sos­yal kavramlara ekonomik açıdan bakmasına bağlı olarak sınıfçılık hakkında oluşturmuş olduğu özel anlayışıdır. Mara­lım birer sosyal olgu olmaları niteliğiyle sınıfların; toplum­da revaçta bulunan kazanç, kâr, ücret ve gelir sağlama yol­ları gibi ekonomik değerlerin sosyal karakterdeki bir ifade­sinden başka bir şey olmadıklarını söylemektedir. Bu tezini kesinleştirmek için de, toplumda bir sınıfın doğuşu veya sı­nıfsal bileşimin meydana gelişi için Real esasın ekonomik et­ken olduğunu söylemektedir. Çünkü insanların, üretim araçlarına sahip olanlarla üretim araçlarına sahip olmayanlar şeklinde kısımlara ayrılmış olmaları; toplumda çeşitli şekil­leriyle sınıfların varlığı için yegâne tarihî bir sebeptir. Top­lumdaki sınıfların çeşitli oluşu, ezici sınıfın ezilen sınıfa uy­gulamış olduğu (Kölelik, ücretle çalıştırma gibi) çeşitli sö­mürü yöntemlerinde ileri gelmektedir…

Gerçek şu ki marksizm, sınıfa; üretim araçlarına sahip olmak veya olmamakta somutlaşan bir ekonomik kavram verdiğine göre o zaman tabiî olarak marksizm'in toplumda, ekonomik temellere dayalı sınıfsal bir sentezin var olduğu­na da inanması gerekir. Kaldı kî marksizmin kendisi de sınıfsal bileşimi, kendi sınıf anlayışının içinde telakki etmektedir.

Umarım ki bu nokta, marksizmin analitik noktalan ara­sında en açık bir örnek yerine geçebilecektir. Çünkü marksizm, bu nokta üzerinde titizlikle durmuş ve sosyal kavram­ları ekonomik açıdan yorumlayıp özel ekonomik değerlerle doyurma işinde bu noktadan hareket etmiştir.

Kaldı ki teorik yönden analizdeki bu açıklık ve seçiklilik, marksizmi tarihin Real mantığından uzaklaştırmıştır. Bu da yetmiyormuş gibi, marksist bilginlerin zihinlerinde görülen şekliyle değil de realite de görülen şekliyle eşyanın tabia­tından da uzaklaştırmıştır. Çünkü marksist analiz; ekonomik kondisyonun (yani üretim araçlarına sahip olmakla olma­manın), sınıfsal bileşim için reel bir tarihî esas olmasını zo­runlu kılmaktadır. Bu zorunluluk; toplumun ezici sınıf -çünkü bu sınıf üretim araçlarına sahiptir.- ve ezilen sınıf -çünkü bu sınıf üretim araçlarına sahip değildir.- Şeklinde İki kısma ayrılmasına yol açmaktadır. Oysaki tarihî realite ve olaylar mantığı bunun tersini ispatlamaktadır, çoğu za­man. Tarihî realite ile olaylar mantığı, sınıfların kondisyonlarının, bu sınıfları birbirlerinden ayıran ekonomik kondisyonların doğuşuna sebep olduklarını açıkça ispatlamakta­dırlar. Bir sınıfın ekonomik kondisyonu, o sınıfın sınıfsal yapısına uygun bir şekilde belirlenir. Sınıfsal yapı, ekonomik kondisyonun bir sonucu ve ürünü değildir.

Marksizm, sınıfsal bileşimin ekonomik temele dayalı ol­duğunu söylerken mantıkî olarak bunun sonunun neye varacağını idrâk edememiştir. İş alanındaki gelişmelerin, sos­yal bir makam kazanmak ve toplumda yüksek düzeyde bir sınıfı oluşturmak -için esas faktör olduğu zannına kapılmış­tır. Yüksek düzeyde ezici bir sınıfın toplum içerisinde sınıf­sal yapısının oluşturulması -mülkiyetin (ekonomik kondisyonun) ürünü ise yüksek düzeyde ezici bir sınıfın meydana getirebilmesi için mülkiyetin icat edilmesi gerekmektedir. Mülkiyetin elde edilişi ise, ancak iş alanındaki gelişmeler yoluyla mümkün olmaktadır. Realiteden uzak oluşu sebebiy­le marksist analizi mayalandıran bu sonuç anormal karşıla­nabilir. .

Aksi takdirde iş alanındaki gelişmeler, toplumda ezici bir sınıfın oluşturulması için yegâne ulaşım yolu olamaz ve olmayacaktır, da. Mantık açısından marksizmin analizine da­yalı olan bu sonuç eğer tarihî ortama uygulanabiliyorsa şunu diyeyim ki, bu sonuç sadece kendisini oluşturup evrimleştiren kapitalist toplum ortamına uygulanabilir. Bu du­rumda her hangi bir kimse diyebilir ki, kapitalist sınıf ken­di sınıfsal yapısını mülkiyete dayalı olarak kurmuştur. Ka­pitalistler bu mülkiyeti, iş alanında görülen sürekli ve dü­zenli gelişmeler sayesinde elde etmişlerdir. Diğer tarihî or­tamlara gelince bu ortamlar da sınıfların oluşturulması işin­de, iş alanındaki gelişmeler esas olacak kadar rol oynama­mışlardır. Her çağda ezici ve egemen sınıfların kuruluşu içinde başta gelen önemli desteklerden biri olmamıştır. Ter­sine mülkiyet durumu çoğu kez; sınıfsal kondisyonun esası olarak değil de sadece bir sıfatı olarak görünmüştür.

Aksi takdirde Roma toplumunda soylular sınıfıyla, iş adamlarının da dahil olduğu diğer tüm sınıfların arasına konulmuş olan ayırıcı sınırlan nasıl yorumlayabiliriz? iş adamları servet bakımından soylulara yakındılar. Ellerinde bulundurdukları mülkler, soylularınkinden az değildi. Bu­na rağmen sosyal mevki siyasal otorite bakımından iki sınıf arasında büyük fark vardı. Bu imtiyazlarıyla soylular, diğer sınıflardan ve iş adamlarından ayrılıyorlardı.

İş alanındaki gelişmeleri, ezici sınıfların oluşumunun esası olarak kabul edecek olursak o zaman eski Japon toplumunda büyük etkinliğe sahip olan Samurayi sınıfının var­lığını nasıl ve ne şekilde yorumlayabiliriz? Sosyal mevki ba­kımından feodal beylerden sonra gelen bu sınıf, kılıç kullan­mak ve süvarilik yöntemlerine vakıf olmak gibi tecrübeleri­ne dayanarak kendi sınıfsal yapılarım oluşturmuşlardır. Samurayilerin sınıfsal yapıları, mülkiyet ve ekonomi değer­lerine dayalı değildir.

İş alanındaki gelişmeleri ezici ve egemen sınıfların olu­şumunun esası olarak kabul ettiğimiz takdirde bundan iki bin yıl önce hindlilerle savaşıp onları yenilgiye uğratan Ariler tarafından, hind toplumunda kurulan sınıf sistemini na­sıl yorumlayabiliriz? Ariler, önceleri "bu sınıflamayı renk ve kan faktörlerini göz önünde bulundurarak yapmışlardı, za­manla hindistanda sınıfsal yapı gelişti. Böylece de filozof ve savaşçı sınıf ikiye ayrıldı:

1— Ksatriyalar: Bunlar askerlik alanında mahir olup
iyi savaşan kimselerdi.

2— Brahmanlar: Bunlar da din adamlarıydılar.

Bunların dışındaki diğer sınıflar da; üretim araçlarına sahip olan tüccar ve sanatkârlar dahil olmak üzere hepsi Ksatriya ve Brahmanların emri altındaydılar.

Dinine bağlı milli kabileler, sosyal mevki bakımından sn aşağı derecede idiler. Bu kabileler, bir, kenara itilmiş an­lamına gelen Çudarlar sınıfını teşkil ediyorlardı. Yüzyıllar boyu hindistanda sosyal görevini yapmakta olan; askerî, di­nî ve ırkî esaslara dayalı bu kast sistemine mülkiyetin etkisi olmamıştır. Tüccar ve sanatkârların üretim araçlarına ma­lik oluşları, üst sınıflara geçebilmelerine, siyasal ve dinî oto­rite bakımından bu sınıflara rakip olabilmelerine hiç de yar­dımcı olmamıştır.

Eğer iş alanlıdaki gelişmelerin ezici sınıfların oluşumu­na etkide bulunduğunu kabul edecek olursak o zaman, Cer­men istilasının bir sonucu olarak Avrupa’da görülen feodalist sınıf sisteminin kuruluşunu nasıl yorumlayabiliriz? Bu sınıf-sisteminin kuruluşunu ancak siyasi ve askeri açıdan yorumlayabiliriz. Hepimiz biliyoruz ki -Bizzat Engels de bu­nu kabulleniyor- feodal sınıfı oluşturan bu istilacı Cermen kumandanlarının sosyal mevkileri, derebeylikten elde etmiş oldukları mülklerinin bir ürünü değildir. Tersine bu kuman­danların derebeylikten elde etmiş oldukları mülkiyet; kendi sosyal mevkilerinin, askeri ve siyasal alandaki özel imtiyaz­larının sayesinde meydana gelmiştir. Çünkü bunlar; ülkeler fetheden gaziler (!) idiler. Geniş arazileri istila ettiler. Ken­di aralarında paylaştılar. Böylece mülkiyet; müessir bir fak­tör olarak değil de sadece bir eser olarak ortaya çıkmış oldu.

Gördüğümüz gibi marksizmin dışındaki diğer doktrinle­rin; eski toplumlardaki sınıfsal bileşimler üzerinde yapmış oldukları birçok analizlerde, marksizmin varmış olduğu so­nuçlardan apayrı sonuçlara varmaktadırlar.

Bu arada marksizm, ekonomi faktörüyle diğer çeşitli sos­yal faktörler arasındaki karşılıklı ilişkilerin varlığını söyle­miş olmakla kendi sınıf anlayışını savunmaya çalışmakta­dır. Ekonomi faktörünün etkilenip kendisine bağlı olarak şekil almış olduğu sosyal olguya aynı zamanda ekonomi faktörü de etkide bulunmakta ve bu sosyal olgunun oluşumu­na katkıda bulunmaktadır.

Şunu da söylemek gerekir ki marksizmin bu çabası tek ba­şına tarihî maddeciliğin kökünü kazımaya ve marksizm dün­yasındaki ilmî onurunu yok etmeye yetecektir. Çünkü bu du­rumda tarihî maddecilik, tarihi yorumlarken tarihe ilişkin diğer yorum stillerinden ayrılmamakta sadece ekonomi fak­törünün önemini ifade etmekte bunun yanında, tarihi oluş­turan diğer temel faktörlerin varlığını da kabullenmektedir.

Marksizm, sınıf analizini yaparken sadece sınıfın dayan­makla olduğu ekonomik kondisyonu esas olarak kabul etti­ğine göre, tam bir hataya düşmektedir.

Ayrıca sınıfa, sırf bir ekonomik kavram kazandırdığı için de ikinci bir hataya düşmektedir. Sınıf, sosyal bileşimin­de sürekli olarak ekonomik temellere dayalı olmadıkça sınıflılığı; marksizmin de iddia ettiği gibi belirli bir ekonomik de­ğerin sırf bir ifadesi olarak kabul etmemiz doğru olmayacak­tı. Marksizmi bu hususta şaşırtıcı sonuçlara ulaştıran etken, marksizmin; sınıflılığın sebeplerini araştırmasına ve bunu sonuçlandırmasına sebep olan etkene benzemektedir. Sınıfların ekonomik şartlara ve mülkiyet durumuna bağlı bir şe­kilde oluştuklarına marksizmin tam olarak inanmış olduğu­nu gördük. Bu inanışı da marksizmi; iş alanındaki gelişmele­rin, sosyal alanda yükselebilmek için yegâne vasıta olduğu­nu söylemeye zorlamıştı. Eğer marksizme göre sınıfı kavramlaştıracak olursak, başka bir deyişle; sınıfı, kendi işine, çalışmasına dayalı olarak yaşayan toplumlar bir sınıftan ibarettirler.» şeklinde ifade edilebilecek olan sırf ekonomik bir kavramla kavramlaştıracak olursak ve marksizmin de ısrar ettiği gibi bu ekonomik değerler dışında başka bir ih­timali sınıf kavramına sokmayacak olursak o zaman bu, şu anlama gelir: Bu tutumumuzla biz; büyük doktorları, mü­hendisleri ticarî kuruluşların ve büyük şirketlerin müdür­lerini, maden işçileri, tarım işçileri ve zanaatçılarla aynı sınıf­ta değerlendirmiş oluruz. Çünkü her iki taraftan da bu say­mış olduğumuz kimselerin hepsi ücret karşılığında çalış­maktadırlar. Bu arada, üretim araçlarına- sahip olanlarla -bunların araçlarının türü ne olursa olsun- ücretliler -bun­ların ücretleri de ne oranda olursa olsun- arasında ayırıcı bir sınıf çizgisi, bir sınır koymamız gerekmektedir. Sınıflar arasındaki çatışma marksizmin karakterini yansıtmaktadır. Bu çatışmaya karşı sınıfların tarafsız davranmaları mümkün değildir. Bundan da şöyle bir sonuca varıyoruz: Küçük çapta üretim araçlarına sahip olanlar, sınıfsal kavgalarında büyük çapta üretim araçlarına sahip olan sömürücülerin safında yer alacaklardır. Buna karşılık mühendis, mütehassıs dok­tor gibi ücretliler, sömürülmekte olan emekçilerin yanında yer alacaklardır. Böylece de büyük bir ticarî kurulusun mü­dürü, emekçi bir işçiye dönüşmekte ve üretim araçlarına sa­hip olan sömürücülere karşı mücadeleye girişmektedir. Bu da, sosyal gerçekliklerin ekonomik değerler bünyesine gir­melerinden ve gelir dağılımı işinide ekonomik cihazın, sosyal sınıflar için bir esas olarak kabul edilmesinden ileri gelmek­tedir. Marksizmin sınıflılığa ilişkin bu analizi üzerinde yap­mış olduğumuz inceleme sonunda iki önemli sonuca varmış bulunuyoruz.

Birinci sonuç:   Kanun yoluyla özel mülkiyetin or­tadan kaldırılmış olduğu bir toplumda bile sınıfların var olması mümkündür. Çünkü bildiğimiz mülkiyet duru­mu, sınıfsal oluşum için esas faktör değildir. Mülkiyet duru­munun sınıfların varlığı için yegâne sebep olduğunu iddia ederken marksizm, bu sonuçtan fazlasıyla korkmaktadır. Bu iddiasıyla da; özel mülkiyetin ortadan kaldırılmış olduğu sosyalist bir toplumda sınıfların ortadan kaldırılmasının zo­runlu olduğunu ve böyle bir toplumda sınıfların varlığının imkânsız olduğunu ispata çalışmaktadır. Biz her zaman di­yoruz ki kanuni sığasıyla özel mülkiyet; sınıflı bir toplumun meydana gelmesi için yegâne bir faktör değildir. Tabiî ola­rak marksizmin bu konuda ileri sürmüş olduğu delil, geçer­siz olmakta ve sınıflı bir toplumun meydana gelişi ise müm­kün olmaktadır. Sınıflılık, diğer toplumlarda olduğu gibi bizzat sosyalist toplumda da teşekkül edecektir. Allah diler­se bu konuyu, tarihî maddeciliğin aşamalarından biri olan sosyalizmi ele alırken kapsamlı bir şekilde incelemeye çalı­şacağız.

İkinci Sonuç: Toplumdaki çatışmanın -Tabiî bu çatış­manın olduğu yerlerde- toplumun gelir dağıtım sisteminin benimsemiş olduğu ekonomik değerlere ters düşmesi gerek­mez. Ekonomik yönden gelirin muhafaza edilmesi sınıflar arası çatışmayı zorunlu kılmaz. Sınıflar arası çatışma cephe­leri de bu gelirlerle ekonomik değerler esasına göre taksan edilmiş değildirler.

4 — FAKTÖRLER VE MARKSlZM

Marxist doktrinde açıkça görülen eksikliklerden biri de; fizyolojik, psikolojik ve fiziki faktörlerin unutulmuş olması ve bunların tarihteki rollerinin önemsenmemesidir. Oysaki bazı zamanlar bu faktörlerin toplum hayatına ve toplumun genel yapısına büyük etkileri olmaktadır. Bu faktörler; kendi özel organik bileşimine bağlı bir şekilde ferdin pratikteki yöne­limlerini, duygularını ve özel yeteneklerini de belirlemekte­dirler. Bu yönelimler, duygular ve yetenekler, söz konusu fak­törlere uygun olarak bir yerden bir yere değişirler. Tarihin oluşturulmasına katkıda bulunurlar. Toplum hayatında bir­birinden farklı olumlu roller oynarlar.

Hepimiz Napolyon’un kendi essiz cesareti, yürekliliği ve askeri alandaki yetenekleri sayesinde Avrupa hayatında önemli bir tarihî rol oynamış olduğunu biliyoruz.

Hepimiz XV. Lui'nin gevşekliğinin Fransa’yla Nemçe’nin bir arada girişmiş olduğu yedi yıl savaşlarında tarihî etkisi olduğunu biliyoruz. Madam Pompadar gibi bir kadı­nın, kralın iradesini elinden almış olduğunu ve sonunda Fransa’nın yedi yıl savaşlarında Nemçelilerin yanında yer almasına sebep olduğunu ve vahim sonuçlara yol açtığını bilmeyen yok gibidir.

İngiltere kralı Henri'nin hayatındaki özel bir aşk ola­yından ve bu olayın tarihî öneminden haberdar olmayan bir kimse yok gibidir, hemen hemen. Çünkü bu aşk olayı ön­ce kral hanedanının sonra da tüm İngilterenin Katolik mez­hebinden ayrılmasına yol açmıştı.

Eğer Napolyon demir gibi güçlü bir asker olma­saydı, XV. Lui de kendi şansına teslim olup erimekte olan bir insan olmasaydı, kral Henri, Anna Polin'e aşık olmasaydı o zaman tarih, bilfiil bulunduğu şekil ve yöntemle tamamla­nabilecek miydi?

Eğer tabiî şartlar, veba salgınının tüm Roma İmpara­torluğunun etrafına yayılmasına, binlerce insanın bedenini bir lokma gibi yutmasına müsaade etmemiş olsalardı o za­man nasıl bir olay meydana gelebileceğini nasıl bir durum­la karşılaşabileceğini kestiren var mıdır? Veba salgını; Ro­manın çökmesine ve tarihin genel görüntüsünün değişmesine sebep olmuştu.

Büyük İskender in eserleri asırlar ve nesiller boyu varlığı­nı sürdürebilmişlerdir. Bu ünlü kumandan bir savaş için yo­la çıkmıştı. Yolda giderken arkadan biri kılıcını çekiyor. Tam boynuna indireceği sırada arkadan Makedonyalı bir asker yetişiyordu. Suikastçının eline bir kılıç vurarak kesiyor ve Büyük İskender’in hayatı kurtuluyordu. Eğer bu Makedonyalı asker tam zamanında yetişmemiş olsaydı, eski tarihin nasıl bir mecraya gireceğini hiç kimse tahmin edemezdi.

Sertlik, yüreklilik, gevşeklik, aşk ve şefkat gibi unsurların tarihe ve sosyal olgulara etkileri olduğunu kabul edi­yoruz. Peki öyleyse bu durumda söz konusu unsurları, üre­tim güçleri ve ekonomik kondisyon esasına göre yorumla­yabilir miyiz? Ki marksizmin inanmakta olduğu ekonomi faktörüne bir defa daha dönmüş olalım.

Gerçek şu ki, kimse bu! unsurların ekonomi faktörüne ve üretim güçleri esasına dayalı olarak yorumlanmayacağından kuşkulanmamaktadır. Meselâ XV. Lui'nin karakte­rini ekonomik ortamlar ve üretim araçları oluşturmuş değildir. Tam tersine- eğer tabiî ve psikolojik şartlar elvermiş olsaydı-, XIV. Lui veya Napolyon gibi XV. Lui'de sert karak­terli bir kimse olabilirdi. Şunu unutmamak gerekir ki XV.
Lui'nin karakteri: fizyolojik, ruhî ve fizikî özelliklerinden doğmuştur. Ayrıca onun belirgin kişiliği ve özel Varlığı da bu özelliklerinden oluşmuştu.     

Marksizm bu arada hemen şunu söylemektedir: XV. Lui'nin tarihi etkilemesine, kendi gevşekliğini siyasi ve as­keri olaylarda yansıtmasına yol açan etken; »Fransa toplu­munun ekonomik kondisyonunun doğurmuş olduğu sosyal ilişkiler değil midir? Bu sosyal ilişkiler de, Fransa’da baba­dan oğul’a geçen krallık rejimini ortaya koymuştu. XV; Lui'nin oynamış olduğu tarihi rol, aslında üretim güçlerinden ve ekonomik kondisyondan, doğmuş olan krallık rejiminin bir ürünüdür. Bunun tersini düşündüğümüz takdirde XV. Lui'nin kral olmaması halinde tarihi etkileyemeyeceğini ve Fransa’nın da krallık rejimiyle idare edilemeyeceğini söyleye­biliriz. [36]

Bu söyledikleri gerçekten doğrudur. Çünkü XV. Lui eğer kral olmamış olsaydı, tarih açısından başıboş, önemsiz bir varlıktan başka bir şey olmayacaktı.

Fakat diğer taraftan şöyle de diyebiliriz : Eğer XV. Lui; sert bir kişiliğe ve azim gücüne sahip bir kral olmuş olsaydı onun tarihteki rolü gerçekten daha değişik bir rol olacaktı. Dolayısıyla da Fransa’daki siyasi ve askeri olayların görünümü de başka bir şekil olacaktı. Şu halde onun kişiliğindeki sertliği yok eden ve onu azim gücünden yoksun eden faktör nedir? Bu faktör; Fransa’daki krallık rejimi midir? Yoksa onun organik bileşiminin ve özel varlığının oluşumuna kat­kıda bulunan tabiî faktörler midir ?

Başka bir deyişle söyleyelim: Şu üç ihtimalden birinin Fransa için geçerli olmasına imkân vardır:

a — Cumhuriyet rejimine dayalı siyasal bir egemenlik.

b — Gevşek bir kişinin şahsında temsil edilen kraliyet egemenliği.

c — Demir gibi güçlü bir kralın şahsında temsil edilen kraliyet egemenliği.

Bu üç ihtimalin de siyasi ve askeri olayların akışına ve belirli bir dönemde Fransa’nın yapısına özel biçimde etkileri muhakkak ki olmuştur. Bu münasebetle de Marksizmin keş­fetmiş olduğu kanunların özünü açıklamaya çalışacağız. Marksizm bu-kanunlara dayanarak tarihi, ekonomi faktörüyle yorumlamıştır.

Bu kanunlar; bir ülkede Cumhuriyet rejiminin kurul­masına ekonomik kondisyonun müsaade etmeyeceğine, Cum­huriyet rejiminin yerine krallık rejiminin kurulmasını zo­runlu kıldığına işaret etmektedir. Bunun doğru olduğunu farz edelim. Böyle olsa bile yine de bu varsayım, sorunun sa­dece bir tarafını teşkil etmektedir. Çünkü bu durumda biz (a) sıkkındaki ihtimali uzaklaştırmış oluyoruz. Geriye sade­ce (b) ve (c) şıkları kalıyor. Bu durumda Fransa tarihinin bu döneminde gevşek veya güçlü bir kralın varlığını zorunlu kılan ilmî kanunlar mevcut mudur? Sadece fizikî, psikolojik ve fizyolojik alanda bazı ilmî kanun­lar vardır. Ki bu kanunlar, XV. Lui'nin kişilik ve karakteri­ni açıklığa kavuşturmaktadırlar.

İşte böylece bireylerin tarihte rol oynamakta oldukla­rını öğrenmiş oluyoruz. Bireylerin bu rollerini ise; toplumda revaçta bulunan üretici güçler değil de ruhi ve tabiî etken­ler sınırlandırmaktadırlar.

Ünlü Rus yazar Plekhanov'un sandığı gibi bireylerin oynamakta oldukları bu tarihî roller; bireylerin özel yapılarına bağlı, sürekli tarih işleminde ikinci planda gelen roller de­ğildirler. Plekhanov şöyle der:

«Büyük şahsiyetlerin nitelenmiş oldukları ferdî özellik­ler; tarihî olayların özel belirtilerini, rastlantı faktörünü sınırlandırmakta ve bu olayların akışında cüzi bir rol oyna­maktadırlar. Bu olayların akış yönünü sonunda, genellikle nitelenen bazı sebepler belirleyeceklerdir. Bu nedenler; Üre­tim güçlerinin evrimiyle ve bu güçlerin insanlar arasında düzenledikleri ilişkilerle nitelenmektedirler.» [37]

Plekhanov'un bu sözlerini sadece bir tek örnekle yorum­lamak istiyorum: Vereceğimiz bu örneğin ışığında bireyin rolünün, tarihin yönünün kesin olarak değişmesine sebep olduğunu anlama • imkânını bulacağız. Nazi Almanya’sında ki bir atom bilgini, atomun sırrını sadece bir kaç ay önceden keşfetmiş olsaydı o zaman dünya tarihi nasıl bir yönelim alacaktı? Bitlerin bu sırra sahip oluşu, tarihin yönünü de­ğiştirmeye, kapitalist demokrasi ile marxçı sosyalizmi Avrupa’dan tard etmeye yeterli değil miydi ? Şu halde Hitler, bu sırra neden sahip olamamıştı ? Tabiî olarak onun bu sır­ra sahip olmayı Almanya’nın ekonomik kondisyonundan ve üretici güçlerin çeşitliliğinden ileri gelmiyordu. Hitlerin bu sırra sahip olamayışının esas sebebi; ilmî düşüncenin o anda atom sırrını keşfedememiş olmasıydı. O tarihten sade­ce bir kaç ay sonra, fizyolojik ve psikolojik ortamların kat­kısıyla bu sır, keşfedildi.

Eğer Sovyet ilim adamları atomun sırrını keşfedeme­miş olsalardı o zaman neler olurdu? Düşünebiliyor musu­nuz? O zaman kapitalizm, sosyalist hükümetleri yıkmak için atom gücünden yararlanmayacak mıydı? Şu halde sovyet ilim adamlarının bu sini keşfedişlerini -ki bu sayede sosyalizm dünyası yıkılmaktan kurtulmuştur.- Ne ile yorumlayabili­riz? Tabiî olarak, üretim güçlerinin bu sırrı keşfettiklerini söyleyemeyiz. Peki, atom üzerinde denemeler yapan çok sa­yıda atom bilginleri bu sırrı niçin keşfedememişlerdi? Bu demektir ki atom sırrının keşfedilişi, özel olarak organik birleşime ve bu bileşimin zihnî şartlarına bağlıdır. Eğer bu şart­lar bir kaç sovyet bilgininin şahsında hazırlanmamış olsaydı ve bunlar da ilim alanında uzmanlaşmamış olsaydı -ki organik bileşim ve bu bileşimin zihnî şartları da ilim alanın­da uzmanlaşmaya bağlıdır.- O zaman tarihî maddeciliğin tüm kanunlarına rağmen sosyalizm, yerle bir olacak ve bü­yük bir yenilgiye uğrayacaktı.

İnsan hayatının bazı anları; sosyal olguların türünü veya tarihin yönünü saptadığına göre, üretim araçları kanu­numun, tarih için zorunlu bir kanun olduğunu kabul etmek mümkün müdür?                     

5 — ESTETİK ZEVK VE MARKSİZM

İnsanın estetik zevki, sosyal bir olgu olması niteliğiyle tüm toplumlarda vardır; toplumların üretim tarz, ilişki ve araçları yönünden farklılıklarına rağmen. Ki bu da sosyal gerçeklerin bir başka türü olup ileride de göreceğimiz gibi ta­rihî maddeciliği zorlu durumlarla karşı karşıya bırakmak­tadır.    

Estetik zevk üzerinde birkaç yönden söz açacağız. Bir ressam, siyasî bir liderin veya bir savaş alanının çok güzel, parlak, gönül alıcı bir resmini yaptığı zaman ilk olarak res­samdan, bu resmi yaparken izlediği yol ve kullandığı araç­lar hakkında bir soru sorarız. İkinci soru olarak bu yapmış olduğu resmin gerisinde nasıl bir amacı gözlediğini sorarız. Üçüncü soruyu da kendimize yöneltiriz: Bu resmin güzelliği karşısında içimiz duyguyla neden dolup taşmakta ve resmin bu gönül alıcı manzarası karşısında neden zevkleniyoruz?

Marksizm, birinci soruyu şu sözlerle cevaplayabilir: Re­sim yapma işlemi esnasında ressamın izlediği yol; araçların evrim derecesinin ve üretim güçlerinin zorunlu kılmış olduğu yoldur. Resim yapma yolunup belirleyen faktör, tabiî vasıtalardır.

Marksizm, ikinci soruyu ise şu iddiasıyla ancak cevap­landırabilir: Sanat, her zaman egemen sınıfa hizmet için kullanılmıştır. Sanatçıları sanat yapmaya çağıran amaç; egemen sınıfı ve egemen sınıfın çıkarlarını ululamak ve kutsamaktır. Bu sınıf, üretim güçlerinden doğmuş olduklarına göre bu meselenin bir diğer cevabı da üretim araçlarıdır.

Bütün bu soruları cevaplayan marksizm üçüncü soruyu cevaplarken nasıl bir çareye baş vuracaktır? Resmi seyre­derken niçin beğeniyor ve neden ötürü estetik bir zevk duyu­yoruz? İçimizdeki bu zevki meydana getiren faktör, üretim güçleri midir, yoksa sınıfsal çıkarlar mıdır? Bu faktör, vic­danî bir şuur, mudur, yoksa insanın ruhundan fışkıran bir zevk midir? Bu faktör, üretim güçlerinden ve bu güçlerin -sınıfsal ortamından doğmuş değildir.

Tarihi maddecilik kuramı, marksizmi, bu estetik zevki üretim güçleriyle ve sınıfsal çıkarlarla yorumlamaya zorla­maktadır. Çünkü tarihî maddeciliğe göre ekonomi faktörü, tüm sosyal olguları yorumlayan bir faktördür.

Ama yine de tüm çabalarına rağmen bunu becerememektedir. Çünkü ona göre üretici güçler veya sınıfsal çıkarlar estetik zevki yaratmaktadırlar. Bu yaratıcı etkenin ortadan kalkması halinde estetik zevk de yok olup gider. Tüm diğer sosyal olgu ve ilişkilerin gelişip evrimleştikleri gibi üretim araçları da gelişip evrimleşirler. Bu araçların gelişip evrimleşmelerine bağlı olarak estetik zevk de gelişip evrimleşir. Oy­saki parlak eserleriyle birlikte klâsik sanatlar, insan naza­rında bugüne dek zevk ve güzelliğin kaynağı olmakta de­vam etmektedirler. Atom çağında yaşamakta olan insan, bundan binlerce yıl önce yapılmış olan bir sanat eserini sey­rederken gönlü ferahlamakta ve duyduğu lezzetle de âdeta büyülenmektedir. Öyleki sosyalist veya kapitalist insan bi­le, köle toplumun sanatını görüp beğenmektedir. Nitekim eskiden efendiler ve köleler de bu sanatları görüp beğeniyor­lardı. Estetik zevk hangi güçlünün gücü sayesinde tarihî maddeciliğin bağlarından kurtulup özgür olmuş ve insan şuurundaki ebedî yerini almıştır. Bu sorulan cevaplayan asil insan unsuru, bu konuda yegâne yorum stili değil mi­dir?

Burada Marx, insanın klâsik sanatlara karşı olan zevkiyle tarihî maddeciliğin kanunları arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışmakta ve şöyle bir zanna kapılmaktadır: Beşer nev'inin çocukluğunu temsil etmesi sıfatıyla çağdaş in­san, klâsik- sanatın parlaklığı ve güzelliği karşısında lezzet duymaktadır. Her insan, komplekslerden uzak çocukluk hal­lerini başkalarına sunmaktan zevk duyar.[38]

Ne var ki Marx, insanın «çocukluk hallerinden hoşlan­ması konusunda bir izah getirmemektedir. Bu hoşlanma, insanın aslî bir meyli midir? Yoksa ekonomi faktörüne bo­yun eğen ve bu faktöre göre değişen bir olgu mudur?

Sonra çağdaş insan niçin eski Yunan sanatlarının gü­zelliği karşısında büyülenmekte ve muazzam bir zevk duy­maktadır. Bu insan hangi sebepten ötürü; düşünce, gele­nek, ilkel kavramlar gibi eski yunanlıların hayatlarının di­ğer yanlarını aktaran unsurlar karşısında fazla bir zevk duymamaktadır? Oysa ki bu saymış olduğumuz unsurlar da insan nevi'nin çocukluğunu (yâni ilk devrelerini) yansıt­maktadırlar.

K. Marx; Tarihin başlangıcından daha eskilere kadar uzanan ve hâlâ da insana güzellik ve estetik duygusunu aşı­layan katıksız tabiat manzaraları hakkında bize neler söy­leyecektir, acaba? Köle, efendi ve derebeylerinin bu manza­raları seyrederken tatmış oldukları lezzetleri bizler nasıl ta­dabileceğiz, acaba?     

Oysaki bu tabiat manzaraları, Marx'ın destek olarak alıp estetik zevki yorumlamış olduğu insan nev'inin ço­cukluğunu (yani eski dönemlerini) hiç de temsil etmemektedirler.

Biz meselenin, insanın, çocukluk devri resim ve eserleri­ni seyrederken zevk alıp lezzet duyma meselesi olmadığını bilmiyor muyuz? Aslında mesele; kölelik devri insanıyla öz­gürlük devri insanını aynı şuurla şuurlandıran genel nite­likteki asil bir estetik zevk meselesidir.

***

Tarihî maddecilik kavramını genel olarak ele almış ol­duğumuz bu incelememizin bitiminde, tarihî maddeciliğin ikinci sırada gelen kurucusu.  Engelsin, ekonomi faktörünün tarihe olan etkisi hususunda aşırı bir mübalağaya giriştiğin­den ötürü pişmanlık duyduğuna ve arkadaşı. K. Marx'la bir­likte kene tarihî maddecilik anlayışlarında doktrinler bu ruhun dürtüsüyle yanlış bir yola koyulduklarını itiraf ettiklerine ilişkin bir belgeyi zikretmemizin uygun olacağı ka­nısındayım? Bu konuda Engels, 1890 yılında Yusuf Bilov'a yazmış olduğu mektubun bir bölümünde şöyle demektedir:

«Yeni yazarların bütün gayretlerini, hak ettiğinden fazla bir şekilde ekonomiye yöneltmeleri, ben ve Marx'ın kı­nanmasına yol açmaktadır. Biz bu temel ilkeyi herkese ke­sin olarak kabul ettirmek zorunluluğundayız. Ki bu sayede, ekonomi faktörünün önemini inkâr eden düşmanlarımıza karşılık verebileceğiz.

Bu sebeple son derece girift ilişkilerin ihtiva ettiği diğer unsurları yerli yerine oturtabilmek için gerekli zaman, me­kân ve fırsata sahip değiliz.» [39]  

 



[6] Pelekhanov. Tarih Felsefesi. S. 44

 

[7] İnsanın düşünceleri iki kısımdır:

a)    teemmüle düşünceler: Bu düşüncelerden biz; insanın içinde yasamakta olduğu kainat, bu kainatın endi yapısında taşıdığı çeşitli varlıklar, kainatın, yeryüzünün kürevi biçimde oluşu, yabani hayvanların evcilleştirilmesi, ısının harekete ve maddenin enerjiye dönüştürülmesi, her yaratığın bir sebebe bağlı olarak yaratılışı ve buna benzer tabiatın belirti sınırları içine yerleştirilmesine ilişkin düşün­celer, tabiata hükmeden kanunların çeşitliliği gibi tabii kanunlar hakkında sahip olduğu düşünceleri kastediyoruz.

b)    Pratik düşünceler: Bu tür düşünceler insanların hayat düzeniyle ilgili düşünceleri olup, gerek toplum gerekse fert; siyasal, ekonomik ve şahsi konularda bu düşüncelere uymak zorunluluğundadırlar. Sözgelimi kapitalist toplumun düşünceleri... Kapitalist top­lumda işçiyle işveren arasındaki ilişkilerde herkes bu düşüncelere uymayla yükümlüdür.

c)     

[8] George Potttzer, Felsefede idealizm ve Materyalizm. 8. 77

 

[9] Politzer. Af.e. S. 78.

[10] F. Engels, Ludrtg Feverbach. S. 96

 

[11] F. Engels. Anti Dühring. C. II. S. 183

 

[12] Mao Tse Tung. Pratiğe. Dair. S. 4.

 

[13] Politzer. Felsefede idealizm.ve Materyalizm. S1114

[14] Plekhonov. Maddeci Tarih Anlayışı S. 46

 

[15] Plekhonov. A. g. e. S. 48

 

[16] Stalin. Toplumun Gelişmesinde ilerici Fikirlerin Rolü. S. 22

 

[17] G. Politzer. Felsefede îdealizm ve Materyalizm. S. 152

[18] F. Engels: Anti Dühring

 

[19] F. Engels: Tarihin Sosyalist Açıdan Yorumu S. 122.

 

[20] Konstantinov : T. G. İ. F. R S. 4

 

[21] K.Marx: S. 16-17

 

[22] Ludwing Feuerbach. S. 103 - 105

 

[23] Konstantinov:   Toplumun  Gelişmesinde   ilerici  Fikirlerin rolü s 8

[24]M. Konfors: Diyalektik Materyalizm: S. 40

 

[25] Konstantinov'un adı geçen eserinden özet: S.8-9

 

[26] Didero (1713 – 1784) Felsefi anıları 1745 yılında yayınlamıştır. Ömrünü telif ve yayınla geçirmiştir.

[27] Anaximendros (m.ö 611- 547)

[28] Heraklites :   (M.Ö. 535 - 475)

 

[29] Nominalizm (Ismiyye) : Su teori genel kavramların ger­çeklik ifade etmediklerini, tersine bu kavramların sadece birer isimden ibaret olduklarım savunur. Bu teorinin ku­rucusu Papaz Rocollel'nin iddiasına göre genel kavramlar (külliyat), insanların kendi fikri yapılarına uydurmuş ve yakıştırmış oldukları bir takım ses ve isimlerden başka bir-şey olmayıp hiçbir gerçekliği taşımazlar. (Çeviren)

 

[30] M. Konfors : Diyalektik Materyalizm. S. 32

 

[31] Dirasetün Fi'l - içtima . S. 81.

 

[32] Tsagin : Bilim ve Felsefede Particilik Ruhu S. 72 - 78

 

[33] Gdanov : Felsefenin Evrim Tarihine Dair : S. 21

 

[34] Gdanov : A.g.e. 3.18.

 

[35] Tsagin : Bilim ve Felsefede Particilik Ruhu : S. 11 - 13

 

[36] Plehanov : Bireyin Tarihteki Rolü S. 68

[37] Plekhanov :  A. g. e : S. 93

 

[38]K. Marx: S. 243

 

[39] Englls. Tarihin Sosyaist Açıdan Yorumu: S. 116