Kur'an'ı Anlama Metodu

 

Reveşe Berdaşt ez-Kur'an

 

DR.MUHAMMED HUSEYN BEHEŞTİ

 

 

 

 

TEŞEKKÜR

Bu kitabı tarayıp, tashih edip kütüphanemize kazandıran Muhammed ÇİÇEK kardeşimizden Allah ve Masumlar (as) razı olsun. Lütfen dualarınızda bizleri unutmayın. Bu kitabı kardeşimizin biricik kızı "Masume'ye" ithaf ediyoruz. :)

islamkutuphanesi.com

Ailesi

 

 

 

 

 

 

 

 

Dr. MUHAMMED HUSEYN BEHEŞTİ; 1928 yılında İsfehan'da doğdu. İlk ve orta öğreni­mini İsfehan'da ve Kurn kentindeki Feyziye Dini İlimler Merkezi'nde tamamladı. Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yüksek öğ­renim gören Dr. Beheşti, 1950'lerde İran petrol endüstrisinin millileştirilmesi mücadelesine katıldı. Şahlık rejimine ve emperyalist1ere kar­şı ömür boyu süren mücadelesini şehadet ödü­lüyle noktaladı.

İran İslam Devrimi 'nin gerçekleşme sürecinde yürütme görevini yerine getiren İslam Devrim Konseyi'nin kurucuları arasında yer aldı ve Konsey'de üyelik yaptı. Bu görevinin. yanısıra, anayasanın hazırlanmasıyla görevlendirilen Uzmanlar Meclisi'nde de çalıştı. Da­ha sonra Yüksek Adalet Kurulu başkanlığına getirilen Dr. Beheşti, arkadaşlarıyla birlikte kurduğu İslam Cumhuriyeti Partisi'nin baş­kanlığına seçildi ve 28 Haziran 1981 tarihinde düzenlenen parti toplantısında bir bombanın patlaması neticesinde birçok arkadaşıyla bir­likte şehit düştü. (Çeviren)

 

 

  

 

 

 

 

Bismihi Teala

 

ÖNSÖZ

 

Elinizdeki metin, 1977 yılının Mart ayında Isfehan 'da "Reveşe Berdaşt ez Qur'an" [Kur'­an'ı Anlama Metodu](1) adı altında yapılan bir sohbet toplantısında sorulan sorulara Ayetul­lah Dr. Beheşti'nin verdiği cevaplardan oluş­maktadır.

Başlangıçta kaset olarak halkın istifadesine sunulan ve Devrim'den sonra "Cumhuriye Is­lami" gazetesinde yayınlanan bu sohbet, ya­zarın yaptığı yeni düzeltmelerle ilgililerin isti­fadesine yeniden sunulmaktadır.

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

SORU:

 

Son yirmi yılda Kuran 'ı anlamaya çalışma eğilimi büyük bir yaygınlık kazanmış ve Kur'an 'a duyulan ilgi artmıştır. Özellikle de genç nesil, "Kur'an 'a yaklaşmayın; onu an­layamaz, idrak edemezsiniz." iddiasına sırt çevirmiş, mümkün olabildiği kadar Kur'an'dan bizzat hüküm çıkarmaya, on­dan yararlanmaya yönelmiş ve çok güzel ya­rarlanma ve hüküm çıkarma örnekleri de ortaya konmuştur. Ama bu güzel çabaların yanısıra şurdan burdan birçok el Kur’an'a uzanarak, onu yorumlama ve açıklama adı altında tahrifata girişmiş; buna karşılık, Kur'an anlama çabalarını engelleme girişimlerinde de artış olmuştur.

 

 

Gençlerin, bütün bu kısıtlı imkânlara rağ­men, Kuran'dan en güzel tarzda yararlana­bilmeleri için ne yapmaları gerekir? Bu ko­nuda siz nasıl bir metot önerirsiniz?

 

 

CEVAP:

 

 

        Birkaç sene önce Mektebi Qur'an'ın tefsir toplantılarından birinde, Huve'llezi enzele aleyke'l-kitabe minhu dyatun muhkematun hunne ummu 'I-kitabi ve uheru muteşabi­hatun... [Kitabı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de birbirine benzeşendir..." (Al-i İm­ran, 7)] ayetinin tefsiri münasebetiyle, sözünü ettiğiniz konu hakkında geniş bir açıklamada bulunmuştum. Bu açıklamam banda kaydedilmişti. O bandı dinlemenizi ve uygun bulursanız ilk elde onu bu yolda çaba harcayanların ve Kur'an'ı, anlamaya çalışanların istifadesine sunmanızı tavsiye ederim. Bunu yapamaz­sanız, o zaman bu sohbetimizde sorunuza ver­diğim acele [hazırlıksız] cevabı onların istifadesine sunabilirsiniz. Her ne kadar bir ön hazırlığa sahip değilsem ve iş biraz aceleye gel­mişse de, konunun daha iyi anlaşılması için sorunuza bölümler halinde cevap vermeye çalışacağım:

 

 

 

I.

 

Kur'an-ı Kerim'i az veya çok anlamanın belirli bir grubun tekelinde olmadığı husus reddedilmez bir gerçektir. Hiç kuşku yok ki Kur'an herkesin istifadesi için nazil olmuştur. Zaten bizzat Kur’an da bunu birçok ayetinde açıkça belirtmektedir.

 

Kur'an-ı Kerim kendisinin muttakilerin hidayet rehberi olduğunu ısrarla belirtmektedir. O nurlu bir kitaptır; aydınlatıcıdır. Mübeyyin bir kitaptır; hakikatleri gösterir ve görevleri belirtir, açığa vurur. Ayrıca gayet açıktır ki Kur’anın doğrudan doğruya Peygamber(s)'in kendilerine ayetleri okuduğu kişilerin istifadesine sunulmuştu. Müslüman olmayanların ve İslam’a muhalefet edenlerin Kur'an'ın birkaç ayetine kulak verince bu ayetlerden anladıkları mananın kendilerinde meydana getirdiği heye­can sayesinde İslam’a derin bir sevgi beslemeye başladıklarına ilişkin birçok tarihsel delil mev­cuttur.

 

Bir hüküm nazil olduğunda; mesela cihada ilişkin bir emir geldiğinde, Peygamber'e ayet olarak nazil oluyor, Peygamber de onu halka okuyor ve halk o ayetten kendilerine ne buyrulduğunu anlıyordu.

 

Kur’anın küçük bir bölümünün değil, hemen bütün bölümlerinin herkesin anlayabileceği tarzda olduğu hususunda en ufak bir tereddüt yoktur. Hem Kur'an ayetleri bunu gayet açık bir şekilde belirtmektedir ve hem de tarihe ve Peygamber'in siretine biraz olsun aşina olanlar bunun tarihin ve siretin apaçık gerçeklerinden olduğunu bilmektedirler.

 

O halde, Kur'an'ın büyük bölümü halk genelinin anlaması için nazil olmuş bulunmaktadır; özel bir kesimin anlaması için değil.

 

***

 

II.

 

Fakat Kur'an'ın halk genelinin anlayabileceği tarzdaki bu bölümleri her şeyden önce Arapça'dır. İkinci olarak da Peygamber Asrı'nın Arapça'sıyladır. Üçüncüsü, yazılı olarak nazil olmamış; konuyu karşıdakine şifahi olarak bil­dirme tarzında nazil olmuştur. Şu andaki soh­betimize benzer tarzda. Değişik vesilelerle ted­ricen halka yapılan hitaplardan oluşmaktadır; yani bir yazarın baştan sona tanzim edip yaz­dığı bir kitap gibi değildir. Peygamber'e herhan­gi bir konuda vahiy geliyor ve o da bu vahyi halka tebliğ ediyordu. Derken, Peygamber'in halka şifahi olarak tebliğ ettiği bu vahiy ezber­leniyor veya değişik araçlara yazılıyordu.

 

     O halde, bu üç hususun her zaman gözö­nünde bulundurulması gerekmektedir:

 

     1) Kur'an Arapça'dır.

2) Peygamber Asrı'nın Arapça'sıyladır.

3) Şifahi olarak peyderpey nazil olmuş ve hem ezberlenmiş, hem de yazılmıştır.

 

     Bu üç husus gözönünde bulundurulduğunda Kur'an'ı anlamaya çalışacak kişilerin kimi özelliklere sahip olması gerektiği ortaya çıkar:

    

     Her şeyden önce, Arapça bilinmesi.

    

     Kur'an Arapça'dır, dedik. O halde bir Arapça metni inceleyecek kişinin Arap dilini iyi bil­mesi gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'e doğru­dan başvurmanın ilk şartı Arapça'yı iyi bilmek­tir.

 

Benim şahit olduğum kadarıyla bazı çok sa­mimi arkadaşlar tam bir iyi niyet içinde, Arapça gramerine çok az vakıf oldukları halde Arapça sözlüklere başvurarak maalesef Kur'­an-ı Kerim'i açıklamaya çalışmakta ve oldukça gülünç yanlışlıklar yapmaktadırlar. Fakat bu kişiler çok iyi dostlar olduklarından ve iyi ni­yete sahip bulunduklarından bize başvurmakta ve yanlışlarını kendilerine söyleyince derhal hatalarından vazgeçmektedirler.

Bu yüzden, Arapça gramerine iyi vakıf ol­mak ve Arapça sözlüklerden istifade edebilecek durumda bulunmak gerekmektedir. Çünkü ki­mi zaman bir kelime birçok anlama gelebilmekte ve o kelimenin hangi anlamda kullanıl­dığını anlamak güç olmaktadır.

İkincisi; Peygamber Asrı'nda Hicaz, Necid, Yemen ve sair yerlerde konuşulan Arapça'nın bilinmesi ve buraların kültürüne aşina olunması gerekir. Çünkü dediğim gibi Kur'an, Pey­gamber Asrı'nın Arapça'sıyladır.

Dillerle ilgilenenler bütün dillerin kendi içlerinde değişikliğe uğradıklarını bilirler. 1300 yıl önce şu anlamda kullanılan bir kelime bugün başka bir anlamda kullanılabilmektedir. Bu yüzden, Kur'an ayetlerinde geçen kelimele­rin Peygamber Asrı'nda hangi anlamlara sahip olduklarını bilmek gerekmektedir.

Eğer Kur'an'ın kelimelerinden biri bugün başka bir anlamda kullanılıyorsa ve Peygamber Asrı'nda bu anlamda kullanılmıyor bile olsa hoşumuza gittiği için o kelimeyi bugünkü anlamıyla kullanmak istersek yanlış bir iş yapmış oluruz.

 

***

 

Kur'an-ı Kerim'in tabiat bilimiyle ilgili yö­nü üzerinde duran bir dost, Kur'an'ın konuyla ilgili ayetlerini bir araya toplamıştı. Bu ayetleri tefsir edip açıkladığı kitabına bir göz attığımda, Peygamber Asrı'nda sahip olmadıkları anlam­lar yüklenmiş kimi kelimeleri iddialarına da­yanak olarak gösterdiğini gördüm. Mesela, Mürselat Suresi'nin 25'inci [ve 26'ncı] ayet[ler]i olan Elem nec'ali'l-arza kifaten ehyden ve em­vaten ["Biz yeryüzünü dirilerin ve ölülerin, toplandığı bir yer yapmadık mı?"] ayetini almış ve bu ayetten Kur'an'ın dünyayı "hızlı uçan bir kuş" olarak tanımladığını ve bunun "dün­yanın hızlı dönüşünü açıkladığını'" çıkarsa­mıştı [istinbat etmişti].

Bu dost, sözlüğe başvurmuş ve sözlüğün kifat kelimesini "hızlı uçan kuş" olarak açık­ladığını görünce de, "Kur'an dünyanın uçtu­ğunu belirtiyor." diye istidlalde bulunmuştu. Bu kişinin Arapça sözlüğe baktığına ve kifat kelimesinin "hızlı uçan kuş" anlamına gel­diğini görmüş olduğuna dikkat ediniz.

Kendisine dedim ki, öncelikle kifat kelime­sinin Kur'an [Peygamber] Asrı'nda ve Kur'­an'ın nazil olduğu bölgede de "hızlı uçan kuş" anlamında mı kullanıldığına; yoksa bu ke­limenin "hızlı uçan kuş" anlamını daha sonra­ki devirlerde mi kazandığına bakmak gerekir. İkincisi, bu ayetin bir sonraki ayete bağlı oldu­ğuna da dikkat etmeniz gerekmektedir:

     Elem nec'ali'l-arza kifaten ehyaen ve emvaten.

     "Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için kifat yapmadık mı?"

Peki ama "hızlı uçan kuş" ile diriler ve ölüler arasında nasıl bir ilgi bulunabilir? Bu ifade ["hızlı uçan kuş" ifadesi] ayette belli bir anlam ifade ediyor mu acaba?

Ayrıntılı sözlüklere başvurulduğunda görü­lecektir ki kifat kelimesi, "başka şeyleri kapsa­yan/ içinde bulunduran zemin" anlamındadır. Dolayısıyla da sözü geçen iki ayetin anlamı şudur:

 

"Biz yeryüzünü dirilerin ve ölülerin toplandığı bir yer yapmadık mı?" [Murselat Suresi 25-26]

Yer altında yuva yapan canlılar vardır; me­sela tavşanlar... Ölen canlıların leşleri de genel­likle toprağa gömülmektedir veya sel vb. et­kenlerle gelen toz/ toprak/ çamur gibi artıklar leşlerin üstünü kaplamakta ve bu leşlerden bir kısmı fosilleşmektedir.

O halde, kifat kelimesine "hızlı uçan kuş" anlamını yükleyerek Kur'an-ı Kerim'in dünyanın döndüğünü belirttiğini alelacele id­dia etmek doğru bir iş değildir ve bu tür davranışlardan uzak durmak lazımdır. Kifat kelimesinin Peygamber(s) Asrı'nda da bu anlamda       mı kullanıldığı, yoksa bu anlamın kifat kelimesine sonradan mı eklendiğinin bilinmesi gerekmektedir. Özellikle de bulduğumuz yeni anlam eski lügat kitaplarında yoksa bilmemiz gerekir ki bu anlam Peygamber(s) Asrı'nda da mevcut değildir; kelime sonradan bu anlamı kazanmıştır.

Bu husus, ikinci maddenin ikinci hususu­dur. Yani, kelimelere Peygamber(s) Asrı'nda yüklenen anlamı yükleme hususu.

 

***

 

Herhangi bir zamanda söylenen ya da yazılan bir şey, söylenip yazıldığı çevrenin 'şartlarını ve o zamanın toplumsal durumunu gözönünde bulundurmamazlık edemez; çünkü o atmosfer içinde söylenmekte, o atmosfer içinde yazılmaktadır. Toplumsal durum ve çevre, söz söyleyen veya yazı yazan kişinin meramını anlatmasına yardımcı olur.

 

 Sahne Uhud Savaşı sahnesidir. Savaşanlara hitap eden ayetler nazil olmaktadır. Savaşçı­lar savaş sahnesindedirler. Olup bitenin far­kındadırlar. Her şeyi gözleriyle görmekteler ve zihinleri olayın etkisi altındadır. Bu yüzden, herhangi bir ayet nazil olduğu zaman Allah-u Teâlâ’nın o ayette neyi kastettiğini derhal anla­maktadırlar. Peki, ama ben şu anda o savaş sah­nesinde olmadığıma göre eğer o ayetten aynı manayı anlamak istersem acaba ne yapmam gerekir?

Öncelikle, tarihe ilişkin incelemelerimle, kendimi o sahneye dâhil etmem lazım. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin en doğru anlaşılması, ayetlerin nazil olduğu sahnelerde mevcut olmakla mümkündür. Bu mevcut oluş Peygamber Asrı insanları için mümkün olmuştur. Peki, o asırda yaşadığı halde o sahne­lerde mevcut olmayan, başka sahnelerde hayat süren insanlar ile daha sonraki asırlarda dünyaya gelenlerin böyle bir mevcut oluşu sağlamak için hangi vesileden yararlanması gere­kir?

 

Tabii ki tarihi inceleme vesilesinden...

 

 Kur'an'ın birçok ayetinin sahih bir şekilde anlaşılabilmesinin yollarından biri, tarihi tahkik, tarihi inceleme ve ayetlerin nazil olduğu şartlara tarih aracılığıyla uzanmaktadır. Eski incelemeciler bu sahada "esbabe'n-nüzul" [nüzü1 sebepleri] adı altında birçok kitaplar telif etmişlerdir. Bunların en meşhurları; müfessirlerin kendilerinden çokça yararlandıkları iki eserdir. Birincisi Vahidi'nin (2) Esbabe'n-Nüzul’ü, ikincisi de Suyuti' nin (3) Esbabe'n ­Nüzul’ü... Fakat bu sahada daha birçok kitap da mevcuttur. Bunların yanında, İslam tarihinin Kur'an-ı Kerim'in nüzülüne ilişkin bölümünü de çok iyi bilmek gerekmektedir.

 

III.

 

Dediğimiz gibi, Kur'an herhangi bir yazarın yazdığı bir kitap gibi değil, yirmi üç yıllık süre zarfında değişik münasebetlerle inen ayetler ve sureler şeklindedir ve bir kitap halinde bir araya getirilirken, ayet ve sürelerinin tertibinde bir tarihi sıralamaya uyulmamış; ayet ve sureleri­nin tertibi, Peygamber'e nazil oldukları sıra gözönünde bulundurularak yapılmamıştır.

Kur'an'ın nüzulüne dair yaptığımız uzun araştırmalar sonucunda, kimi surelerin sonun­da yer alan birkaç ayetlik bölümlerin önceki a­yetlerden uzun müddet önce nazil olduğu ne­ticesine ulaştık. Bu yüzden, eğer bir ayetin ken­disinden önceki veya sonraki ayetle bir ilgisi­nin olmadığı görülürse veya pek az bir ilgisi olduğu görülürse tereddüde düşülmemesi ve bu ayetlerle olan ilgisini daha çok artırmak için yeni manalar peşine düşülmemesi gerekmek­tedir.

 

* * *

 

ıv.

 

Bir ayetin başındaki ifadenin bir önceki ayetin fiili veya tamamlayıcı sıfatı olduğu, yani bir önceki ayeti tamamladığı hususu Kur'an-ı Ke­rim'in birçok ayetinde mevcuttur. Başka bir ifa­deyle, uzun bir cümlenin iki parçası iki ayet olarak yer almaktadır. Bu durumun benzerlerini seylabi şiirlerde geniş bir şekilde bulabiliriz. Bu şiirlerde her mısranın sonu, bir cümlenin sonu değildir; sonraki mısra bir öncekini ta­mamlamaktadır.

Bu hususa dikkat etmemek de Kur'an'ın yanlış anlaşılmasına neden olabilir. Ehyaen ve emvaten [Murselat Suresi, 26] ayeti bunun bir örneğidir. Elem nec'ali'l-arza kifaten; ehyaen ve emvaten. [Murselat Suresi, 25-26] Buradaki ehyaen ve emvaten ifadesinin bir cümle olmadığı gayet açıktır. Hatta bağımlı bir cümlecik bile değildir. Birbirine atfedilmiş iki kelimeden ibarettir sadece ve bir önceki ayetin devamı du­rumundadır. Bu irtibata dikkat edildiği zaman da kifat kelimesinin bir sonraki ayete uygun düşecek bir anlamla anlamlandırılması zorun­luluğu ortaya çıkacaktır.

Eğer kifat kelimesine "hızlı uçan kuş" an­lamını verirsek, o zaman onu, bir dilbilgisi ku­ralı olarak, "isim" yapmış oluruz ki, böyle olunca da isim halindeki bu kelime ile ehyaen ve emvaten ayeti arasında bir ilgi kurmamız mümkün olmayacaktır. Yani dilbilgisi kural­larına ters düşen bir durum ortaya çıkacaktır. Fakat eğer kifat kelimesini "başka şeyleri kapsayan, içinde bulunduran" şeklinde anlarsak,  o zaman ehyaen ve emvaten ayetini dilbilgisi açısından ona bağlamak mümkün olacak ve son ayet ilk ayete sıfat olma görevini üstlene­cektir.

 

Aynı şekilde, eğer kifat kelimesi Kur'an Asrı'nda "hızlı uçan kuş" şeklinde kullanılıyor bile olsa, iki ayet arasında olması gereken ilgiyi gözönünde bulundurarak kifat kelimesini "baş­ka şeyleri kapsayan, içinde bulunduran" şeklin­de anlamamız gerekecektir; "hızlı uçan kuş" şeklinde değil.

 

* * *

 

V.

 

Kur'an'ın meselelere açıklık getiren ayetleri­nin tümü konu konu inmemiştir. Herhangi bir konuyla ilgili olarak birkaç ayet nazil olmuş, derken birkaç sene sonra karşılaşılan yeni bir durumla birlikte yeni ayetler nazil olmuş ve daha önceki ayetleri tamamlamışlardır. Her konuşmacı veya yazar da bunu yapar.

Eğer İslam'ın herhangi bir konu hakkındaki görüşünü bilmek istersek, Kur’an'ın konuyla ilgili bütün ayetlerini bir araya getirip onları nüzul sıralarını gözönünde bulundurarak ta­rihi tertibe uygun bir şekilde düzenlememiz gerekmektedir ki, İslam'ın o konuya ilişkin nihai görüşünü öğrenebilelim. El-Qur’anu yüfessiru ba’zuhu ba’zen; "Kur'an'ın bir bölümü diğer bölümünü tefsir eder, "açıklar." denmesinin sebebi de budur.

 

* * *

 

VI.

 

Kur'an belirli tarihi şartlarda nazil olmuş ve o şartlardaki sorunlara cevap vermiş bir ke­lamdır. Fakat bu kelamı nazil olduğu yer ve za­mana hasretmek mümkün değildir. Çünkü o, evrensel ve ölümsüz sıfatlarına da sahiptir. Yani ayetlerin anlamının başka zaman ve mekânlara da teşrnil edilmesi gerekmektedir. Hem evrensel hükümlere sahip oluş ve hem de her ayetin nazil olduğu zaman ve mekâna sımsıkı bağlı olması Kur'an'ın özelliklerinden biridir ve bunu bizzat Kur'an belirtmektedir.

 

Peygamber'i, "âlemler için uyarıcı" (neziren lil-alemin) ve "bütün insanlara" (kaffeten lin­nas) gönderilmiş olarak tanıtan ve hüküm­lerinin her yere hakim olmasını isteyen Kur'an'ın belirli bir zaman ve mekana hasre­dilmesi mümkün değildir. Tersine, bu husus onun evrenselliğine ve zamanlarüstü oluşuna delalet etmektedir.

 

Kur'an'ın her zaman ve mekâna hitap etme özelliği onun daha derin ve daha dikkatli bir şekilde incelenmesini gerektirir. Herkesin bu işi yapamayacağını düşünmemizin sebebi de budur. Hatta Peygamber'in zamanında bile herkes Arapça konuştuğu halde Kur'an'ın bu evrensel ve zamanlarüstü kapsamlılığını kolayca kavrayamamaktaydı. Çünkü ihtisas gerektiren bir iştir bu.

 

* * *

 

Kur'an insanı, insanın ruhsal yapısını, düşüncelerini ve yaşayış biçimini gözönünde bulunduran bir kitaptır. İnsanların farklı yapıya sahip olmaları; ruhsal, zihinsel durum ve yaşayış biçimi bakımından birbirinden farklı ol­maları yüzünden Kur'an'ın insanlar üzerindeki etkisi de farklı farklıdır. Bu duru­mu birçok kez müşahede etmişizdir. Mesela bir ayeti bir kişiye okuduğumuzda onun bu ayet karşısında heyecanlanıp coştuğunu görmüş; aynı ayeti başka birine okuduğumuzda ise aye­tin o kişi üzerinde "aynı etkiyi bırakmadığını birçok kez görmüşüzdür. Bir ayet hakkında değişik kişilerin yorumları birbirinden farklı olmaktadır.  Kimileyin genç birinin, arayış içinde olması ve işe arzuyla sarılması netice­sinde bir ayetten çok güzel ve ilginç sonuçlar çıkardığı görülebilmekte; buna karşılık işin uz­manı olan birinin, o türden bir araştırıcı ruh ve arzuya sahip olmadığı için böyle bir sonuca ulaşamadığı; o ayeti sözü geçen genç gibi kap­samlı bir şekilde anlayamadığı görülebil­mektedir.  Kur'an ve sair metinler incelenir­ken, bu hususun da gözönünde bulundurul­ması gerekmektedir.       

Ben şahsen herkesin ayetler hakkındaki görüşlerini yazmasından yanayım. Bu beni çok sevindirir. Fakat bir şartla. Dobra dobra, "Ben bu ayetten şunu anlıyorum." demeleri ve fakat "Bu ayet kesinlikle benim anladığım şekildedir." dememeleri şartıyla.

Niçin?

 

Çünkü eğer biri çıkıp da "Bu ayet kesinlikle benim anladığım şekildedir." derse, ruhsal yapısı kendisinden daha zengin ve daha diri bir düşünce örgüsüne sahip olanların önüne bir engel olarak dikilmiş olacaktır ki buna hiç kimsenin hakkı yoktur.

 

Bu benim özellikle dikkat ettiğim hususlar­dan biridir. Verdiğim tefsir derslerinde her­hangi bir ayet hakkında yeni bir yorumda bu­lunduğum zaman o yorumumu Farsça meale bile karıştırmamaya gayret eder, "Bu ayetin meali şu; benim bu ayetle ilgili yorumum şudur." derim. Size de ayetlerin mealini ve­rirken meale kendi yorumunuzu karıştırma­manızı tavsiye ederim. Çünkü sizin yorumu­nuzdan daha mükemmel bir yorumda bulu­nulması da mümkündür. Kendi yorumunuza değer verdiğiniz gibi, başkalarının yorumuna da değer vermelisiniz. Bunu canlı ve güzel yo­rumlar için söylüyorum. Canlı ve güzel yorum­lar derece derecedir. Her canlı ve güzel yorum­dan daha canlısı ve güzeli olabilir.

 

* * *

 

VIII.

 

Kimileyin bu türden yorumların bazısında da acayip saptırmalara rastladığımız olmaktadır. Bu acayip saptırmalara bir örnek vereyim. Bu örnek, dini eğitim görmüş ve satıh(4) aşama­sını bitirdikten sonra kendi şehrine giderek orada satıh'ı okutan bir öğrenciyle ilgilidir.

Bu şahıs, tefsirvari bir kitap yazmış ve görüşümü almak amacıyla bana getirmişti. Ki­tabını bastırmak istiyordu. Bana, "Kitabı bastırdıktan sonra kimi yanlarının tartışmalara yol açması mümkündür. Üzerinde tartışma çıkabilecek konuların bana daha önceden bildi­rilmesi ve bu konuları şimdiden düzeltmem daha iyi olacak." demişti.   .

Getirdiği çalışma, 300 sayfa kadardı ve Fatiha Süresi ile Bakara Suresi'nin bir kısmının tefsi­riydi. Bu çalışmanın on iki sayfasını okudum ve bu on iki sayfa için yedi sayfalık tenkit yaz­mak zorunda kaldım. Bunun üzerine yazara, "İnsaf edin! Bir eleştirmenden 300 sayfalık bir çalışma için 500 veya 250 sayfalık tenkit yaz­ması istenemez. Bu yedi sayfa bir örnektir. Artık gerisini siz bilirsiniz." diye yazdım. Ardından daha sonraki sayfalara baktım ve şöyle bir şeyle karşılaştım:

Yazar, eqimu 's-salat ["namaz kılın"] ayetine ulaşınca bu ayetin meali olarak şu ifadeye yer

vermekteydi:

 

"İnkılâp ateşini devam ettirin."

 

Diyordu ki: "Salât, yani "inkılâp ateşi". Çün­kü Kur'an şöyle buyurmaktadır: lnne's-salate tenha ani'l-fahşai ve'l-münker. [Ankebut Suresi, 45] Yani salât, hayâsızlıktan, fenalıktan ve zulümden vazgeçirir."

 

Ve ekliyordu:

                                                                                    

"Dünyada yüz milyonlarca Müslüman var. Bunların en azından 300 milyonu düzenli bir şekilde namaz kılmaktadır.  Fakat acaba bun­ların kıldığı namaz kendilerini fenalık ve hayâsızlıktan alıkoymakta mıdır? Bilindiği gibi hayır! Bunların arasında namaz var, cami var ama azgınlık, fenalık ve hayâsızlık da var. O halde bu gördüğümüz namaz, fenalık ve hayâsızlıktan alıkoymamaktadır. Oysa Kur'an gayet açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır:

 

lnne's-salate tenha ani'l-fahşai ve'l-mun­ker. ["Muhakkak ki salât, kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebut Suresi, 45)]

 

"Eğer salât 'ın anlamı "namaz" olsa, Kur'­an 'ın bu ayeti, yerinde bir ayet olmamış olur; Kur'an yanlış bir iddiada bulunmuş olur. İşte, Kur'an'ı yanlış olma vasfından uzak tutmak için, salât 'ın başka anlamda olduğunu söy­lememiz icap eder. Şimdiye kadar salât yanlış olarak "namaz" şeklinde anlaşılmaktaydı. Oysa salât 'ın başka bir anlamı vardır, o da "ateş"tir; "inkılâp ateşi". O halde eqimu 's-salât diyen bütün ayetlerin meali, "İnkılâp ateşini devam ettirin." şeklindedir. Böyle olunca iqame keli­mesinin anlamı daha iyi anlaşılmakta ve ne diye sallu ["kılın"] değil de, eqimu's-salât de­nildiği açıklık kazanmaktadır. Çünkü sallu kavramı eqimu' s-salât kavramından başka bir şeydir.

 

Eqimu 's-salât, yani "İnkılâp ateşini devam ettir!" Yuqimune' s-salât da "inkılâp ateşini de­vam ettirenlere işaret etmektedir.' Onlar, "inkılâp ateşinin kendilerini fenalık, hayâsızlık ve azgınlıktan alıkoyduğu gerçek mü’min­lerdir ve Kur'an'ın bu ayeti, öbür ifadenin ter­sine, netice vermeyen bir şey değildir."

Böylece bu önemli keşif [!] sayesinde bindörtyüz yıllık zaman zarfında, Allah'ın Resu­lü'nden tutun da günümüze kadar gelmiş geçmiş bütün Müslümanların salât 'ı ve iqa­me-i salât 'ı yanlış anladıkları ortaya çıkmış ol­maktadır. Yani, şu her namazdan önce oku­duğumuz qad qameti's-salât sözünün anlamı şudur:

"İnkılap ateşi başladı" (?!)

* * *

 

İşte sırf kendi görüşüne dayanarak Kur’an’ı tefsir etmek buna derler! Bu öyle bir şeydir ki, her insaflı kişi, ("Her Müslüman kişi" demi­yorum. "Her Allah’a ve Kur'an'a inanan kişi" de demiyorum. "Her insaflı kişi" diyorum.) Müslüman olmayan ve hatta Kur’an'ın bir va­hiy kitabı olduğuna inanmayan biri bile gelip de bu metnin başına neler getirildiğini görse, "Beyim, el çekin bu işten! Kendi kendinize oturmuş, Kur'an için kendi isteğinize uygun anlamlar icat etmektesiniz!" diyecektir.

Bu beye derim ki:

 


Evet, beyim; Kur’an inkılâp kitabıdır; İslam inkılâp kaynağıdır ve Kur’an'ın inkılabi ayetleri pek çoktur. Peki ama Kur’an'ın inkılabi a­yetlerine kıran mı girdi ki, İslam'ın inkılabi çehresini göstermek için eqimu' s-salat sözüne bu şekilde meal verelim?!

Beyim! Buyurduğunuz gibi, namaz kılan 300 milyon kişi var ve bunların kıldığı namaz onları fesat ve münkerden uzaklaştırmıyor; çünkü namazları namaz değil namazın sure­tidir de ondan! Kur'an diyor ki, "Namaz; fesat ve münkerden alıkor." Bugün mevcut olan namaz ise namazın suretidir; namazın anlamsız veya pek az anlamı olan sureti… Namaz zikir'dir, Allah'ı anmadır. Evet insan her gün beş kez gerçek anlamda namaz kılarsa ve her kıldığı namaz gönlünün derinliklerinde Allah'ın zikrini dirilterek ona Allah’ı hatırlatırsa; Allah'ı dosdoğru tanırsa Allah’la Olan ilgisi sahih bir ilgi düzeyinde olursa, bu namaz hiç kuşku yok ki kendisini fesat ve münker den alıkoyacaktır. Gerçek namaz; fesat, münker ve azgınlıktan alıkor; ama bu bile yüzde yüz değildir. Sanki inkılâp ateşi; fesat, münker ve azgınlığın önünü yüzde yüz alabilmiş midir? Dünyanın neresinde fesat, münker ve azgın­lığın önünü yüzde yüz alabilmiş bir inkılabi ülke mevcuttur?! İşte, gerçek namaz da fesatı münker ve azgınlığın önünü alan etkenlerden sadece bir tanesidir.

Namazı ikame etme 'nin anlamı ise gayet açıktır.

 


Biz Farsça'da Merasime çeşn berpa şod. ["Bayram merasimi ayaklandı; yani teşkil edildi."] Merasime neyayeş berpa şod. ["Dua merasi­mi ayaklandı; yani düzenlendi, kalktı, baş­ladı”.] deriz. Bir deyimdir bu. İngilizce'de de na­maz kılmak yerine to say prayer (dua söylemek) denir. Bu bir deyimdir ve bu deyim her dilde farklı şekilde dile getirilmektedir. Önemli bir şey değildir yani.

Siz eğer tutup da Farsça'da Aya nemazetanra goftiyd? ["Namazınızı söylediniz mi?"] derse­niz, gülünç duruma düşersiniz. Aya nemazetanra hondiyd? ["Namazınızı okudu­nuz mu?"] demeniz gerekmektedir. Arapça'da da eğer Hel qara'te's-sala? ["Namazı okudun mu?"] diyecek, olursak, gülünç bir şey olur. Hel salleyt? ["Salatladın mı?" veya "Namaz ettin, kıldın mı?"] dememiz lazım. Bu durum bir kavramın muhtelif dillerde farklı şekillerde ifade edilmesinden ileri gelmektedir.(5)

Buna ilaveten kıyam, namazın vaciplerin­den biridir ve rüküdan önce kıyam etmek na­mazın bir esasıdır. Bu nedenle de, kıyamın ve ayakta durmanın temel vaciplerinden biri olduğu bir ibadette berpa darid ["ikame edin", "eda edin"] ve nemaz bepa şod ["namaz' ikame edildi", "namaza ikamet edildi"] ifadelerinin oldukça yerinde ve doğru ifadeler sayılması ge­rekmektedir ve sırf bu nedenle namazı ateş ve ateşi de inkılâp ateşi olarak tanımlamanın hiçbir anlamı yoktur.

 


İşte Kur'an-ı Kerim ayetleriyle ilgili bu tür bir yaklaşım, bu ilahi kitabın asaletini yitirme­sine yol açacak, sırf kendi görüşüne dayanarak tefsir yapmaktır [kendi reyiyle Kur'an'ı tefsir etmektir.] Acaba imanlı aziz gençlerimiz Kur'an ayetleriyle Kur'ani ifadelerin birer hamur yumağı haline getirilerek her isteyenin istediği şekli verebilmesine yol açılmasını; Kur'an'ın bize bir düşünsel çerçeve çizmek, be­lirgin düşünsel boyutlar kazandırmak ve belirli bir dünya görüşü ve ideoloji sunmak yerine herkesin istediği anlamı yükleyebileceği bir hal almasını normal karşılayabilirler mi?

 

* * *

 

Kimi zaman da Kur'an'ın şifresel ve sembolik bir dile sahip olduğu söylenmektedir. Bu cümleyle neyin kastedildiğinin bilinmesi gerekir.

 

Eğer biri çıkıp ta, "Kur'an'ın dili tıpkı bir çözüm anahtarı bulunan ve eline geçenin bu anahtar sayesinde çözdüğü siyasi ve a askeri şifrelerin dili gibidir." derse, biz bunu kabul edemeyiz ve siz de kabul etmezsiniz. Kur’an şifre kitabı değildir. Apaydın ve aydınlatıcı kavramlarıyla apaçık bir kitaptır. Temel ve asıl kısmı herkesin anlayabileceği türden kesin hükümler ifade eden muhkem ayetlerden oluşmaktadır.

 

Evet, Kur’an’ın müteşabih diye isimlendiri­len bir bölüm ayetleri aşağı yukarı şifre şeklindedir; ama ayetlerin küçük bir bölümü böyledir, Kur'an'ın hepsi veya büyük bölümü değil.

 

    Ama eğer bu söz, "Kur'an herkesin anlayabileceği bir dizi anlam ihtiva eder, fakat bunlara ilaveten daha yüce anlamlar ifade eden işaretlere de sahiptir ve fikri bakımdan daha ileri olanlar bu işaretleri daha iyi idrak edebilirler. Fakat bu işaretler Kur'an'ın herkesin okuyup anladığı manasına ters düşemezler. Bunlar olsa olsa herkesin anladığı mananın bir aşama daha üstündedirler." Anlamında      söylenirse durum farklılaşır.

 

Kur'an'ın sembolikliği bu anlamda olursa       kabul edilebilir mi?

 

Evet, kabul edilebilir.

 

***

 

IX.

 

Kur’an'ı herkesin anladığından daha iyi bir şekilde anlamak ihtisas gerektirir; hatta Kur'­an'ın kimi yerlerini daha iyi anlamak için vahiy kaynağından istifade etmek de gerekmektedir.

 

Kur’an'ı anlamanın aşamalarından biri, se­lam olsun onlara, Peygamber ve İmamlara mahsustur ve onlardan gelen rivayetler dışında bir yolla Kur'an’ı ne şekilde anladıklarını bilmek de mümkün değildir. Elbetteki bu husus Kur'an'ın sembolik ve şifresel yönleriyle yada kelime ve kavramlardan çıkarılabilecek daha yüce anlamlarıyla ilgili bulunmaktadır.

Kur'an'ın öyle yerleri vardır ki onların ne şekilde anladığını bilmeden o tür yerleri bütünüyle açıklamak mümkün değildir. Bu tür hususlarda yalnızca Peygamber-i Ekrem (s) ve İmamlar (a.s) kelimeler arasındaki ilgiyi yaka­layıp ayetleri güzel bir şekilde açıklayabilirler. Çünkü Peygamber, tıpkı vahyin yöneldiği kaynak olduğu gibi bu tür istisnai açıklamaların kaynağı da olabilir. Rivayetlerde geçen, tefsirin Peygamber ve Ehlibeyt'e (selam olsun onlara) mahsus olduğu ifadesinden kasıt, tefsirin bu derecesiyle ilgilidir. Yani bu ifade, kelimeler ve kelimeler arasındaki ilgi incelendiği halde ye­terli bir mana elde edilemediği durumlar için geçerlidir. Sembolik anlamların diğer türü ise anlamın kelimelerden rahatlıkla elde edilemediği ve bu yüzden çoğunluğun kolayca kavrayamadığı a­yetlerde göze çarpmaktadır. Fakat bir kişi çıkıp da "Ben bu ayetten şunu anlıyorum." dediği za­man; çoğunluk, bu anlamla ayetin kelimeleri arasında kolayca ilgi kurabilmekte ve çıkarılan yeni anlamın doğruluğunu onaylayabilmekte­dirler. Bu da bir tefsir türüdür. Ama bu tefsir şekli Peygamber ve İmamlar'a mahsus tefsir­den farklıdır. Bu tür tefsir hususunda çok dikkatli davranmamız, heva ve hevesimizin etki­si altına girmememiz gerekir. Çünkü. eğer heva ve hevesimize uyup herhangi bir ayeti tefsir edecek olursak, bu demektir ki o ayetin öyle anlaşılmasını canımız istediği için böyle bir tef­sir yapıyoruzdur. Bu durumda, bizi onaylaya­cak birilerinin peşinde koşar ve böyle birini bu­lur bulmaz söylediğini kabul ederiz. Eğer öyle yapılacak olursa bir çeşit sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an'ı tefsir etme durumu ortaya çıkar ki bu, kınanmış, kötülenmiş, reddedilmiştir. Peygamber'den ve İmamlardan bize ulaşan rivayetlerden bu duruma şiddetli bir şekilde karşı çıktıkları anlaşılmaktadır.

 

     Sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an'ı tef sir etmeyle ilgili olarak salât hususunda daha önce bir örnek vermiştim. Kur'an inceleyicisi Beyin aklı, Kur'an'ın inkılabi bir kitap olduğuna ilişkin delilleri Kuran’dan tesbit et­meye takılıp kaldığından, ayetlere öyle anlam­lar yüklemekteydi ki tarafsız kişilerin o ayetleri o şekilde anlamaları hiç bir şekilde mümkün değildir.

 

Ayetlerin başka zaman ve mekânlara uygu­lanmasıyla ilgili olarak üzerinde durulması ge­reken bir diğer nokta vardır ki o da şudur:

 

Bu uygulama biçimini idrak etmek, ilmi ih­tisasın yanında başka bir özellik te gerektirmektedir.  Bu özellik, imamet'tir. Yani belirli bir mekanda ve belirli şartlar içinde emredilen bir hükmün başka mekan ve şartlara ak­tarılması işi her alim ve incelemecinin anlaya­mayacağı incelikte bir iştir. İmam anlar onu rehber anlar. Çünkü rehber, bu adap ve erkanı idrak ettiği için rehberdir.

 


Bu yüzden, ayetlerin değişik mekan ve şartlara aktarılması işi bu çerçevede ve imametin kontrolü altında gerçekleşir. Eğer bu ima­met, masum imamet(6) düzeyindeyse, "Bu du­rum İmam-ı Masum'a has bir iştir." deriz. Ama eğer bu iş masum olmayan imameti kap­sayan Nisbi İmamet'in(7) kontrolünde gerçek­leşirse, o zaman "Bu durum Nisbi İmam'ın işidir." deriz. Fakat imamet düzeyinde bulun­mayan bir alim velev allame bile olsa, ayetlerin değişik mekan ve şartlara aktarılması işini tam anlamıyla ifa edemez.

 

***

 

X.

 

Kur'an'da müteşabih [benzeşen] ayetler mevcuttur. Kimi kelimeler vardır ki, anlam­ları bütünüyle açık değildir. Kur'an surelerinin başlarında yer alan: "Elif Lam Mim", "Ya Sin", "Elif Lam Ra" ve benzerleri, bu tür kelimeler­, dendir.(8)

         Bunlara ilaveten, Kur'an'da kimi kelimeler ve cümleler de vardır ki, anlamları pek belir­gin değildir ve bir oranda şifresel bir mahiyet arz etmektedirler.

 

Bu türden kelime ve cümlelerin peşine düşüp onlardan yeni anlamlar çıkarmaya çalışarak haklarında canının istediğini söyleyip durmakta doğru olmayan bir şeydir, Çünkü bu tavır, Kur'an'a onunla hiçbir ilgisi olmayan şeylerin ilave edilmesi gibi olumsuz bir sonuç doğurabilecektir.

 

Eğer biri çıkıp da sözlerinin sembolik ve şifresel mahiyette olduğunu söylerse nasıl tem­kinli davranacaksak, içinde bu tür şifresel bölümlerin bulunduğunu açık bir şekilde söyleyen Kur'an hususunda da öyle davran­malı ve işi bu tür şifresel ifadelerin anahtarını ellerinde bulunduranlara tevdi etmeliyiz. Oysa bu konularda söz söyleyenler çok olmuş ve her biri; "Kaf Ha Ya Ayn Sad", "Ha Mim", "Ha Mim Ayn Sin Kaf" ve benzerleri hakkında değişik şeyler söylmişlerdir.

­

Biri, "Kaf Ha Ya Ayn Sad" ifadesinin Ebced Hesabı'yla Mehdi'nin ortaya çıkış tarihi olduğunu iddia ederken, bir başkası başka şeyler iddia etmiştir.

 

Bu tür işler tahrifattan başka bir şey değildir ve bunlardan kesinlikle uzak durmak gerek­mektedir. Kur'an'ın kendisi, Al-i İmran Sure­si'nde, bu ayetlerin anlamını sadece Allah'ın, Allah'ın kendilerine bilgi verdiği kişilerin, yani Peygamber'in ve İmam’ın bildiğini belirtmektedir. (9) Bu yüzden de müteşabih olan ve birkaç anlama gelebilen ayetler hususunda oldukça dikkatli davranmamız gerekmektedir.

 

* * *

 

Benim şu ana kadar karşılaştığım kadarıyla, Kur'an-ı Kerim'de iki tür müteşabih mevcut­tur:

 


1) Tam müteşabih: "Elif Lam Mim" ve benzerleri gibi.

     2) Nisbi müteşabih: Yani, bir noktaya kadar anlamı açık olan, bir noktaya kadar anlaşılabi­len ama o noktadan daha fazlasını öğrenmek istediğinde insanı durdurup daha fazla ilerlemesine izin vermeyen ifadeler.

­

     İnsanın, daha fazlasını öğrenmek isteyip de bunu bir türlü elde edemediği, anlamları hususunda daha ilerilere gidemediği ifadeler husu­sunda tevilden kaçınmak ve dikkatli olmak gerekmektedir.

 

Bu yüzden, tam müteşabih ve nisbi müte­şabih hususunda tevilden nisbeten kaçınmak gerek-mektedir.

 

Nerede müteşabihlik söz konusu ise, yani ifadelerden anlam çıkarma hususunda insan nerede bir güçlükle karşılaşırsa ve bir anlam yüklediğinizde o anlamı kabul ettiği gibi, başka bir anlama da gelebilen bir ifadeyle karşı karşıya kalınırsa, böyle bir durumda Kur'an'daki bu türden ifadelere olmadık anlamlar yüklemek­ten kaçınmalı, ifadelere kendilerinden anlaşıla­mayacak anlamlar yüklememeli ve açık anlamlarıyla yetinilmelidir.

 

        Bir ifadenin ilk bakışta tek anlamda, belirli bir anlamda anlaşılması mümkündür; işte bu noktadan sonra ifade biraz daha kurcalandığında iki anlamda veya ikiden çok anlamda olduğu görülüyorsa, bu durumda nisbi müteşabih bir ifadeyle karşı karşıyayız demek­tir.

 

İlk planda tek anlamda ve muhkem bir yapıya sahip olan ve bundan daha fazlası anlaşılmaya çalışıldığında çok anlamlılaşan müteşabihe nisbi müteşabih diyoruz.

 

Her halükarda, iki veya ikiden çok anlama alınabilecek olan ifadelere dayanmaktan cidden sakınmak gerekmektedir. Bu tavsiye, Kur'an-ı Kerim'in de ısrarla üzerinde durduğu bir tavsiyedir. Çünkü bu türden iki veya daha çok anlama gelebilecek ifadelere sarılmak, fitne ve ihtilafın dışında bir şeyi netice vermez. Bu yüzden de Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

Fe' emme 'l-lezine fi qulubihim zeyğun fe'yettebi 'une ma teşabehe minhu 'btiğae’l- fitneti ve'btiğae te 'vilihi.

"Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun ben­zeşen (müteşabih) ayetlerinin ardına düşerler." [Al-i İmran Suresi, 7]

Yani, bu ayetleri anladıklarını iddia ederek, onları canları nasıl istiyorsa öyle yorumlamak isterler. Oysa Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti şöyle devam etmektedir.

Ve' ma ya'lemu te'vilehu illallah.

"Oysa onun te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez." [AI- İmran Suresi, 7]

Sonucu Allah 'tan başkası bilmez: Allah ve Allah 'tan bilgi alanlar; yani Peygamber ve pak İmamlar... Çünkü bunlar [Peygamber ve İmamlar] onların sonucunu Allah'tan alabil­mekte ve bu yüzden onları yorumlayabilmek­tedirler..

Ancak, bizler Ahberiler gibi değiliz ki, Kur'an'ın her ayetinin anlaşılmasının sadece peygamber'e ve İmam’lara mahsus olduğunu ve herhangi bir ayeti anlamak için o ayetle ilgili bir rivayete mutlaka dayanma gereğini söyleyelim! Biz diyoruz ki Kur'an'ın mübeyyin ve muhkem olan bir kısım ayetlerini bütün halk anlayabilir; ama Arapça’yı yani Kur'an Asrı'nın Arapça'sını bilmeleri şartıyla... Ve ayetlerin nuzulü zamanındaki şartlara, aşina olmaları şartıyla... O şartla ki, anlaşılan anlamdan daha ilerisine uzanıp zorlama an­lamların peşine düşmesinler. Ve yok eğer daha ilerisine uzanmak istiyorlarsa, sözünü ettiğim hususlara uymaları şartıyla.

 

***

 

XI.

 

Kimileri de vardır ki, herhangi bir rivayeti bir Kur'an tefsirinde görür görmez derhal o rivayetin Peygamber veya İmam tarafından söylendiğine, onların sözü olduğuna inanmak­tadırlar. Peki ama beyim, herhangi bir kitapta Peygamber’e veya İmam'a ait olduğu iddia edi­len her rivayetin gerçekten de Peygamber'e veya İmam'a ait olduğunu kim demiş bakalım?! Evet, o rivayeti gerçekten ayeti açıklamak maksadıyla Peygamber veya İmam buyurmuşsa eğer, başımızın, gözümüzün üstünde yeri var o rivayetin. Ama elbette ki gerçekten Peygamber'in veya İmam'ın sözü olduğu ispatlandıktan sonra.

 

Eğer Kur’an'ı açıklayıcı mahiyetteki rivayet­lerin Peygamber'e veya İmam'a ait olduğu kesin ise ve Onlardan geldiğinde şüphe yoksa o zaman bu rivayetlerin Kur'an'ın anlaşılma­sında oldukça belirleyici bir rol oynayacakları gayet açık bir husustur. Ama acaba Kur’an'ı tefsir edici mahiyetteki bu rivayetlerin kaçta kaçının gerçekten Peygamber'e ve İmamlara ait olduğunu ispat1ayabi1iriz?          

 

Hiç kuşku yokki tefsir kitaplarında geçen rivayet1erin büyük, bir kısmı senet bakımından şüphelidir. Yok, eğer senet bakımından şüpheli değilse, haber-i vahid’tir yani tek kişi tarafından rivayet edilmiştir. Ve bu yüzden de kesin birer delil olamazlar bu rivayetler

Bu nedenle, Kur'an'ı yorumlayıcı mahiyetteki rivayetler karşısında nasıl bir tutum takınmamız gerektiği bellidir:

Bütün büyük İslam âlimleri bu konuda nasıl bir tutum takınmışlarsa bizim de aynı tutumu takınmamız gerekir.

Takındığımız tutum şudur:

 

Eğer bir rivayet senet ve delil bakımından kesin ise, o rivayet Kur’an’ı takip eden bir kesinliğe sahiptir; Kur'an'ın hemen ardından gelir; Kur'an'la müradiftir. Yani kitap ve sünnet gibidir; kitap ve itret (10) gibidir.            '

Ama bir rivayetin senedi şüpheli veya zanni olursa; yani kesin olmazsa veya ibarelerinin delili sağlam değilse, o rivayete Kur'an-ı Ke­rim'in anlaşılması hususunda tayin edici bir rol yüklemeye hakkımız yoktur.

Bu sözünü ettiğim tutum, takınılması gereken kesin bir tutumdur. Şahsi bir tutum değildir; inceleyicilerimizin takındığı genel bir tutumdur.

Takınılan tutum şundan ibarettir:

 

Peygamber'e ve İmam'a (selam olsun onla­ra) ait olduğu kesin olan; içindeki, ibarelerin müphem ve karışık olmadığı ve apaçık bir an­lamı olan her rivayet, Kur'an-ı Kerim'in tefsir edilmesinde kesin ve tayin edici bir role sahip­tir. Bu sözü edilen özelliklere sahip olmayan rivayetler ise, hiçbir tayin edici role sahip değillerdir. Tıpkı tarihsel bir rivayet gibidir bunlar; tarihi incelemeler gibidir.

 

Tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin büyük bir bölümü, senet hakkından herhangi bir kesinliğe sahip değildir ve büyük bir bölümünün de anlam bakımından pek bir açıklığa sahip olmadığı kesindir. .

 

Ali ibn İbrahim'in(11) tefsirinde aktarılan ri­vayetler ve İmam Hasan Asgari'ye (12) nisbet edilen tefsirde geçen rivayetler hakkında söyle­necek çok şey vardır. Hatta Kâfi (13) kitabında tefsirle ilgili olarak aktarılan rivayetler husu­sunda da söylenecek çok şey vardır.

­

     Sorarım size: hangi âlim ve fıkıhçı bugün fıkıh hususunda Kaf i'de geçen bütün rivayet­ erle amel edebilir ve hepsini delil olarak kullanabilir?

 

     Merhum Ayetullah Burucerdi (14) verdikle­ri fıkıh derslerinde, Kâfi’de geçen rivayetlerin üzerinde çok, pek çok durur; kimi rivayetleri reddeder ve kimi rivayetleri de bir yana bırakırlardı. Evet, çünkü Kâfi’de birbiriyle çelişen rivayetler mevcuttur ve ister istemez, bu rivayetlerden bir kısmını bir yana bırakmak mecburiyetindeyiz.

 

Fıkhın gerektirdiği bir husustur bu: Karşı karşıya kaldığımız rivayetler hakkında çok titiz davranmalı ve onları ince eleyip sıkı ­dokumalıyız. Sünnete ve itrete duyduğumuz kesin saygının bir gereğidir bu ve onları korumanın yolu da bundan başkası değil.

 

Peygamber'e veya pak İmamlara (selam olsun hepsine) ait olduğu iddia edilen her söze yersiz bir şekilde önem verilmesi ve itibar gösterilmesi, tasvip etmediğimiz bir şeydir. Çünkü bizzat bu sözü edilen hadis kitaplarında da kaydedildiği gibi, Peygamber (s) bu konuda şöyle buyurmuştur.

 

     Kimi yalancılar vardır ki, benden işittiklerini iddia ederek size yalanlar aktar­maktadırlar. Bunların her sözünü hemen ka­bul etmeyin. Benden aktardıklar her sözü Kur'an’la karşılaştırın. Kur'an'a uyun düşen, onunla çelişmeyen her sözümü kabul edebilirsiniz; ama Kur'an'a muhalif olan sözleri kabul etmeyin." .

Uydurmacılık ve yalancılık, her zaman görülmüştür. Düne bugüne ait bir şey değildir bu husus ve ne sadece İslam'da görülmüştür, ne de sadece İslam-dışı görüşlerde... Yalancılık ve uydurmacılık her zaman ve her görüşün başına bela olmuştur. İslam-öncesi devirde mevcuttur; bütün dinlerde mevcuttur; bütün ekollerde ve topluluklarda mevcuttur. Yalancılar ve uydurma haberler icat edenler her yerde varolmuşlardır.

 

Kâfi ve ona benzer kitaplar bizim saygı duyduğumuz kitaplardır. Kâfi, önemli bir kitaptır, fakat tartışılmaz ve eleştirilmez bir yapıya sahip değildir. Yani Kafi, Kur'an'la yanyana konabilecek bir kitap değildir.

 

Merhum Sıketülislam Koleyni (15) bizim görüşümüze göre oldukça değerli bir âlimdir. Ama acaba Kâfi kitabı Kur'an'la yanyana kona­bilecek bir kitap mıdır? Nehcu'l Belağa, (16) bile Kur'an'la yanyana konabilecek bir kitap değildir; Merhum Saduk'un (17) kitapları da Kur'an'la yanyana konabilecek kitaplar değildir. Aslında hiçbir kitap Kur'an'la yan yana konamaz [Kur'an'a denk tutulamaz] Bu kitapların hepsi de sıkı bir şekilde incelenip eleştirilmesi gereken kitaplardır.

 

 

Kur'an-ı Kerim, Rasulullah'a nazil olduğu ve onun tarafından tebliğ edildiği hususunda hiç bir şüphe bulunmadığı için asli kaynaktır, temel kaynaktır. Peygamber'den' veya İmamlardan (selam olsun onlara ) geldiği kesin olan hadisler de Kur'an'la aynı durumda, Kur'an'a eş ve onunla yanyana konabilecek vazıyettedir. Ama kesin olmaları şartıyla; yani Peygamber'den ve İmamlardan geldiklerinde şüphe bulunmaması şartıyla.

Bu yüzden, Kur'an-ı Kerim'i daha iyi anla­yabilmek için hadislerden ve rivayetlerden yararlanma hususu oldukça hassas ve ince bir sanattır; tam bir maharet ve ihtisas gerektiren bir iştir.

Niçin?

 

Çünkü rivayet edilen hadislerin bir kısmı mevzu'dur, yani uydurmadır. Evet, çünkü ha­dislerin bir kısmı, insanı yanlışlığa sürükleyebilen bir itibarsızlık özelliğine sahiptir.

 

* * *

 

İşte sorduğunuz soruya, burada misafir bu­lunduğumdan(18) tanzim edip kaynaklarla destekleme fırsatını bulamadığım cevabım bu kadardır.

Bir kez daha vurguluyorum:

İnsanın o zarif toplumsal, ahlaki, irfani ve manevi durumuna aşina olanlar Kur'an-ı Kerim'le de karşı karşıya kaldıklarında ondan çok canlı ve değerli şeyler çıkarabileceklerdir. Bu durumdaki kişilerin değerini görmezden gelemeyiz; görmezden gelmememiz gerekir. Ama yaptıklarının 'sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an'ı tefsir etme', veya gönüllerinin istediği ve canlarının çektiği her şeyi Kur'an-ı Kerim'e        yükleme çabası olmaması şartıyla...

Ayrıca, Kur'an'ı yorumlayıcı mahiyette kimi ilgi çekici rivayetler de vardır ki, bu rivayetler oldukça yararlıdır. Fakat bu rivayetlere; uyarıcı, hatırlatıcı bir rol yüklememiz; onlara, tayin edici bir rol yüklemememiz şartıyla... Tayin e­dici rolü sadece Peygamber'e ve İmam'a ait olduğu kesin olan rivayetlere verebiliriz ancak. 'Kesin' diyoruz, 'şüpheli' veya 'zanni' değil. Hatta 'haber-i sahih' dediğimiz, kendisine ha­dis ilmi ıstılahında haber-i sahih [doğru haber] adı verilen ve fıkıhta onunla amel ettiğimiz haber bile eğer kesin olmazsa, Kur'an tefsirinde tayin edici bir role sahip olamaz.

 

Haber-i sahih diye, rivayet edicisi Şii ve adil olan habere diyoruz. Ama bu çeşit haber her zaman kesinlik arzetmez; kendisine derhal inanılmasını gerektirmez. Güvenilir ve inanılır bir adam tarafından rivayet edilmiş yakiyn olmayan bir haberdir. Bu tür bir haberin fıkıhta delil olarak kabul edilmesi mümkündür; fakat Kur’an tefsirinde delil olarak kabul edilmez. ­

 

     Tefsirde sadece 'yakin haber'; oda, apaçık ve inanılır bir şekildeyse tayin edici bir rol yüklenebilir. Diğer rivayetler ise sadece uyarıcı ve hatırlatıcı bir role sahiptir. "

 

Bu ölçülere riayet ederek; Allah'tan gelen bir kitap olan, nur olan, hidayet rehberi olan ve apaçık bir kitap olan Kur'an-ı Kerim'e sarılarak dosdoğru yola yönelebilmemizi dilerim.

 

Ya ehle'l-kitabi (...) qad caekum min-Allahi nurun ve kitabun mubinun yehdi bihi'llahu meni't-tebe'a rızvanehu subule's-selam.

 

["Ey kitap ehli! (...) gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi. Onunla Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor..." (Maide Suresi, 15-16)]

 

Hepimizin bu ayetlerde geçen hususlara önem vermesini dilerim! ­

     Allah tarafından aydınlık bir nur, her tarafı ışığa boğan bir çerağ, apaydın ve apaçık bir kitap gelmiş ki, Allah-u Teala, kendi heva ve he­veslerinin peşinde değil, Allah'ın rızası peşin­de koşan insanları bu kitap sayesinde barış ve esenlik yollarına, emniyet içinde yaşama, emin olma ve saadete erişme yollarına hidayet et­mektedir.

 

Hepimizin Kur'an-ı Kerim'den bu ayetlerin istediği tarzda istifade edebilmesini dilerim!

 

 

 

SORULAR

 

 

SORU:

 

Sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an-ı Ke­rim'i tefsir ve te'vil etmek hususunda gün­demde şöyle bir soru var: Bildiğim kadarıyla, şu anda elimizde eserleri bulunan vefat etmiş müfessirler Kur' an-ı Kerim 'in muh­telif felsefi ve irfani boyutlarını açıklamışlar, ama maalesef, Kur'an-ı Kerim 'in toplumsal yönü üzerinde daha az durmuşlardır. Yani belki de bugün bu konuda meydana gelen ifrat bu durumdan kaynaklanmaktadır. Bu konuda o tefsirlerden yararlanamadıklarını; söz konusu tefsirlerin İslam’ın hakkını tamamıyla veremediklerini ve İslam’ı bütün boyutlarıyla anlatmayı başaramadıklarını; İslam'ın, insanı bütün yönleriyle çepçevre kuşatıp ona evrensel bir yapı kazan­dırdığını ve İslam'ın topyekûn toplumsal kapsamlılığını gösteremediklerini görünce, bu yönde ifrata kaçmış ve bütün meseleleri toplumsal ve inkılabi açıdan yorumlamaya çalışmışlardır belki de.

 


Ben şunu sormak istiyorum:

 

Önce; acaba filozofların Kur'an-ı Kerim'den yaptıkları şu felsefi çıkarımlar veya ariflerin Kur' an-ı Kerim' den yaptıkları irfani çıkarımlar da bir çeşit'sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmeye çalışmak değil midir?

İkincisi; Kur'an-ı Kerim 'in toplumsal prob­lemlere verdiği cevapları irdelemeye ilişkin bu yetersizliği ortadan kaldırmak için neler yapabiliriz?

 

CEVAP:

 

Bu ve benzeri soruların cevabı daha önceki açıklamalarımda belirgin bir şekilde mevcut­tur.

Bir filozof, bir arif veya mutasavvıfın Kur'an-ı Kerim hakkında söyledikleri, daha önce üzerinde durduğum tarzda olmalıdır.

Düşüncede, ahlakta ve amelde kemale ermiş bir filozof veya arifin Kur'an-ı Kerim'in kimi noktalarını böyle bir düzeye ulaşamamış kişilere oranla daha iyi idrak etmiş olması mümkündür. O halde bu türden birinin görüşlerine hemen karşı çıkarak onu alelacele yalanlamayınız ve ona, 'sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmeye çalışan' damgasını vurmayınız.

 

Eğer görüşleri ayetteki ifadelere bağlanabiliyorsa; yani iddia ettiği anlam ve çıkarım, ayetin lafız, kelime ve ibareleriyle irtibatlıysa ve\bu durumu açık bir şekilde görebiliyorsak bunu Kur'an-ı Kerim'le ilgili olarak kabul etmeli; yok eğer aksine bir durum söz konusuysa, asla kabul etmemeliyiz.

 

Eğer böyle bir durum mevcutsa, iddiayı Kur'an-ı Kerim'e mal etmemeye ve bunu Kur'an'a mal etmek yerine, "Kur'an-ı Kerim bu konuda benim şunu şöyle düşünmemi sağladı; ben bu şekilde düşünüyorum." demek, yapılması gerekenin en iyisidir. 

Anlatmak istediğim; bu türden görüşleri bütünüyle kabul etmek de, bütünüyle reddet­mek de yanlıştır.

Şöyle bir tefsir yazmış diye, şöyle büyük bir filozoftur diye veya şöyle seçkin bir ahlaka sahip seçkin bir ariftir diye hiç kimsenin ayetler hakkındaki her sözünü alelace kabul edemeyiz. Bu hususta üzerinde durduğum prensiplere riayet etmek gereklidir. Çünkü ancak bu yolla karşımızdaki kişinin Kur'an-ı Kerim'le ilgili sözlerinin muteberliğini ve uygunluk derecesini tespit etmemiz mümkün olabilecektir.

Eğer bir filozof, arif veya ahlakçı bir şey iddia etmiş olur da bunu Kur'an-ı Kerim'e bağlamaya,  Kur'an-ı Kerim'e mal etmeye çalışırsa ve biz de bu iddianın, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle bir ilgisinin bulunmadığını        ve Kur'an-ı Kerim'le desteklenmesinin mümkün olmadığını görürsek, o kişiyi hemen Kur' an-ı Kerim'i sırf kendi görüşüne dayanarak tefsir etmeye çalışma tehlikesiyle karşı­ karşıya olduğu hususunda uyarmamız gerekir.            

 

Mesela ben, Huda ez Didgahe Qur'an [Kur'an'a Göre Allah] adlı kitapta bu tür bir duruma dikkat çekerek, hem İbni Sina (19), hem Sadrul-Muteellihin (Molla Sadra) (20) ve hem de Hace Nasir'in (21) felsefi ve irfani açıdan kendisinden istifade ettikleri bir ayet hakkında yaptıkları açıklamaları tenkit etmiş hem de konuyuu inceden inceye ele alarak etraflı bir şekilde açıklamış bulunmaktayım.

 

Sözü geçen kişilerin üzerinde durduğu ayetle bu ayet hakkında kendilerinin ve kendilerinden önceki kimi görüş-sahiplerinin ve müfessirlerin yaptığı açıklamalar arasında bir münasebet kurmamız hiçbir şekilde mümkün değildir. Söyledikleri, Kur'an'ın hesabına asla            geçirilemez.

 

***

 

Se'nurihim ayatina fi'l-afaqi ve fi enfusihim hatta yetebeyyene lehum ennehu 'l-haqqu. Eve­lem yekfi bi'rabbike ennehu ala kulli şey'in şehid.

["Biz onlara ufuklarda ve kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın) hak olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet Suresi, 53)]

Sözü geçen görüş-sahipleri bu ayeti o şekilde çevirmişlerdir ki, ayette geçen innehu 'l-haq zamiri Allah'a işaret ediyormuş gibi görünür. Oysa bu zamir, Kur'an-ı Kerim'in ifadesine bakılacak olursa, bizzat Kur'an'a işarettir. Do­layısıyla, merhum Molla Sadra'nın bir sürü sayfa tutan o açıklamalarının ve merhum İbni Sina'nın bu konuda yazdıklarıyla Hace Nasir'in İşarat Şerhi'nde yaptığı yorumların bu a­yetle bir ilgisi bulunmamaktadır.

 

İbni Sina, Hace Nasir ve Molla Sadra'ya duyduğum saygı, onları tenkit etmeme engel olamamıştır. Yaptığım tenkit ise Kur'an'i metotladır; felsefi metotla değil... Felsefede istediğinizi söyleyebilirsiniz; ama sözü geçen bilginlerin yaptığı bu yorumun Kur’an-ı Kerimle bir ilgisi yoktur­

­

* * *

 

Sorunuzdaki ikinci noktaya gelince...

Eskiden felsefe, irfan ve ahlak sahalarında mübalağaya ulaşan bir, derinlik ve kapsamlılığa ulaşılarak Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki prensipleri inceden inceye tetkik edilmiş, bu yüzden de felsefe, irfan ve ahlak alanlarındaki çalışma piyasası oldukça görkemli bir hal almış, buna karşılık Kur'an-ı Kerim'in top­lumsal prensipleri de bu yüzden büyük oranda ihmal edilmiş ve sönük kalmıştır.

Oysa İslam, insanın olgunlaşma okuludur ve insanı hiçbir zaman tek yönlü olarak yetiştirmez. Tersine, insanı çok yönlü yetişti­ren bir okuldur o. İnsanı tek yönlü değil, çok yönlü olarak yetiştirmek ise,_Kur'an-ı Kerim'in toplumsal düsturlarını hiçbir zaman unutmamayı, ihmal etmemeyi ve sürekli olarak incelemeyi gerektirir.

    

     Hem şimdi biz öyle bir asırda yaşıyoruz ki, Kur'an-ı Kerim'in toplumsal meseleler karşısındaki tavrını ve toplumsal sorunlara verdiği cevabı bilmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Geçmişte bu sahada pek bir çaba harcan­madığı için, geçmiş, bu konuda pek bir destek sağlayamamaktadır bize ve bu yüzden de bugün bu sahada büyük bir gayret göstermemiz gerekmektedir.

Daha önce de arzettiğim gibi; insanın bu ko­nuda derin bir bilgiye sahip olabilmesi için, bu konunun esasını oluşturan insanın çok iyi tanınması gerekmektedir.

İnsanın toplumsal dokusunun, bizzat Kur'­an-ı Kerim'in üzerinde durup isimlendirdiği dokunun bilinmesi gerekmektedir ki Kur'an-ı Kerim'in insanı insan eden ve toplumu kuran ayet ve düsturları daha iyi idrak edilebilsin.

 

Bu yüzden, tıpkı felsefe, irfan, ahlak ve seyr­u süluk alanlarında yüce bir düşünce mertebe­sine ulaşmış görüş-sahipleri Kur'an'ı Kerim'in bu konulardaki prensiplerini çok iyi idrak edebildikleri gibi, günümüz Kur'an incelemecileri de Kur'an-ı insanın toplumsal sorunlarına ilişkin düsturlarını çok iyi incelemeli ve idrak edebilmelidirler.

 

Kur'an-ı Kerim'in bu alandaki prensipleri incelenip idrak edilmeli ve bu prensipler gü­nümüzün imkânlarından yararlanılarak başkalarına duyurulmalıdır. Ama hiç kuşku­suz, daha önce belirtilen hususlara dikkat etmek; şahsi görüşleri Kur'an-ı Kerim'in görü­şüymüş gibi göstermemek, bu görüşleri Kur'an-ı Kerim'e yüklememek şartıyla. Kur'an'dan bu konuda yapılabilecek yegâne çıkarımın kendi çıkarımımız olmadığını ve bu konuda başka görüşlerin de olabileceğini belirtmek şartıyla.

 

* * *

 

SORU:

 

Kur'an-ı Kerim 'in tefsir edilmesinde ve ondan yapılan çıkarımlarda kendisinden yararlandığımız "karşılaştırma [kıyas] metodu" ne oranda caizdir? - Mesela sizin, Eksistansializm (22) ile İslam arasındaki münasebeti ele alan bir konuşmanız vardı ki oldukça ilgi çekicidir. Çağımızda yeni bireysel ve toplumsal ekolle­rin birbiri peşi sıra boy gösterdiğini göz önünde bulundurarak, İslam 'ın bu ideolojilerin iddialarına ilişkin görüşlerini gözler önüne sermek bakımından bu ideolojileri Kur'an-ı Kerim' den yaptığımız çıkarımlarla muka­yese etmemiz ne oranda caiz olabilir?

 


CEVAP:

 

Hiç kuşkusuz başka görüş ve akidelerle karşılaşan herhangi bir görüş ve inanca bağlı kişilerin aklına genellikle kimi sorular takılır ve bunlar bu soruların cevabını bağlısı olduk­ları görüş ve inançtan isterler.

Eksistansializm ve sair ekollerin Kur'an-ı Kerim'le ilgisini araştırmak konusunda benim mantıki ve makul kabul ettiğim iş şudur:

Öncelikle, bu ekolleri iyice araştırmalı ve yeteri kadar anlamalıyız. Onları iyice tanıdıktan sonra, söz konusu ekollerin cevap verdiği veya cevap vermek üzere kurcaladığı kimi sorunlarla karşılaşmış olacağız. İşte o zaman da hemen Kur'an-ı Kerim'e başvuracağız ve Kur'an’ın bu sorunlara nasıl bir çözüm önerdiğini bulmaya çalışacağız.

 

Şu da var ki, bunu ararken, Kur'an-ı Kerim'den illa 'da o ekollerin bulduğu çözümlere            uygun çözümler çıkarmaya zorlamamalıyız kendimizi.         

 

Mesela, eğer Eksistansializm'e bağlanarak onun yeni sorunlar karşısında takındığı tavır ve fikirlerini tercih edip benimsedikten sonra­ tutup Kur'an-ı Kerim'e başvurur ve Kur'an da bu fikirleri ve tavır alışı destekler mahiyette hükümler bulmaya gayret ederek Kur'an-ı Ke­rim'in hükümlerini kendi görüşlerimize pa­yandalık edecek duruma indirgersek tavrı­mız korkunç bir hata olacak ve Kur'an-ı Kerim'in anlaşılması hususunda büyük bir tahrifata yol açacaktır.

Takınılacak doğru tavır ise şudur:

Eksistansializm'i veya herhangi bir ekolü incelemeli, ele aldığı sorunları tespit edip bu sorunlara ne tür çözümler önerdiğine bakmalı ve ardından Kur'an-ı Kerim'e başvurarak Kur’an'ın bu sorunlara ne şekilde cevap ver­diği araştırılmalıdır.           

Bu durumda, Kur'an-ı Kerim'in görüşü is­ter Eksistansializm'in görüşüne muvafık ol­sun, ister muhalif; bizim yapacağımız, Kur'an-ı Kerim'in görüşünü öğrenip benimsemektir; daha önceden Kur'an-dışı görüşleri benimseye­rek Kur'an-ı Kerim'i bu görüşlerimizi doğru çıkarmak için incelemek ve bir payanda durumuna indirgemek değil!

 

İslam ile sair ekoller hususunda bu prensibe uymayanlar pek çoktur.­

Kimi kişiler görürüz; bunlar Marksizm üze­rine incelemeler yapmışlardır. Derler ki:

 

"Biz bu ekolün felsefi, iktisadi ve toplumsal esaslara istinad ederek özel mülkiyet 'in insanın insani yapısının alinasyonuna, insanın kendine yabancılaşmasına ve sahip olduğu in­sani yapının yok olmasına sebep olan etkenle­rin en önemlisi olduğunu söylediğini görmekteyiz. Eğer bu kendine yabancılaşma ve alinasyonun ortaya çıkardığı sonuçları yok etmek istiyorsak, önümüzde tek yoldan başkası yoktur:

Hangi türden olursa olsun, özel mülkiyet kapsamına giren bütün mülkiyet biçimleri or­tadan kaldırılmalıdır.

"Aslında özel mülkiyet, bir tür, insanı yüce insanlık seviyesinden aşağılara düşürme sebebi ve gerekseyicisidir.           

"Bu görüş; irfani, ahlaki, toplumsal ve ikti­sadi görüşlerin birbirine karılmasıyla ortaya çıkarılmış ve Marksizm adı altında dünyaya sunulmuş bir görüştür." (23)

Bu görüş Marksizm'in görüşüdür.  Kimileri bu görüşü beğenmekte ve "Evet efendim, Kur'an da özel mülkiyeti yasaklamaktadır.” demek için, bu beğeniyle Kur'an-ı Kerim'e yönelerek onda, benimsedikleri görüşü destekleyici hükümler bulup Kur'an-ı Kerim'i, görüşlerini onaylatacak bir araç, bir payanda haline getirmek istemektedirler.

Bu kişiler; ve'lillahi ma fi's-semavati ve'l-arz ["Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ındır." (Nisa Suresi, 126)] türünden ayetleri göz önünde bulundurup onlara dayanarak; "Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ın mülküdür; o halde başka hiç kimsenin mülkü değildir." demektedirler.

 Bu çıkarım, tahrife yol açan bir yorumlama şeklidir.

                                                                                 

     Kişi özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğine inanır ve bu inancına destek sağlamak maksadıyla Kur'an-ı Kerim'e başvurursa, kendi eliyle tahrifata sebep olur.

 ­

Ama eğer, "Marksizm'in özel mülkiyet karşısındaki tavrı özel mülkiyeti reddetmeye ve bütünüyle ortadan kaldırmaya yöneliktir; ama acaba Kur'an-ı Kerim de özel mülkiyet yasaklıyor mu, yasaklamıyor mu?" der, Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki görüşünü tes­pit etmeye çalışır ve eğer Kur'an-ı Kerim özel mülkiyeti reddediyorsa özel mülkiyeti reddetmeye; Yok eğer kabul ediyorsa, derhal kabul et­meye hazır olursa, işte o zaman bu kişi gerçekten Kur'an'ı Kerim'i anlamaya çalıştığına inanmak mümkün olur.­

Eğer bu anlayışla Kur'an-ı Kerim'e yönelirsek, bunun herhangi bir zararı yoktur. Ama maalesef gördüğümüz gibi, birçok kişi bunun tam tersini yapmakta; yani, benimsedikleri görüşlere destek kazandırmak ve Kur'an-ı Kerim’i bir payanda durumuna dönüştürmek istemektedirler.

Hiç kuşku yok ki, felsefi, irfani, ahlaki toplumsal, iktisadi ve terbiyevi ekollerin tümünü inceleyebilir; bu ekollerin hangi sorunları ele aldıklarını ve bu sorunlar hakkında neler söylediklerini öğrenmeye çalışabiliriz.

 

Doğalolarak, bu incelemeler sayesinde yeni sorunlar ve yeni tavır alışlarla karşılaşmış oluruz. Bu sorunlarla karşılaşınca da, bizim ekolümüzün bunlara ne şekilde cevap verdiğini araştırmamız gayet tabiidir.

 

Bu amaçla Kur'an-ı Kerim'e başvururuz: ama ondan illa da olumlu veya olumsuz bir cevap beklememek ve ona bu amaçla yönelmemek şartıyla... Yani daha önceden benimseyip seçtiğimiz bir görüşü Kur'an-ı Kerim'e zorlama mantığıyla kabul ettirmeye çalışmamak ve Kur'an-ı Kerim'i bir payanda durumuna düşürmek istememek şartıyla.

 

Evet, eğer yukarda sözü geçen tehlikeli an­layıştan uzak kalmaya çalışarak Kur'an-ı Ke­rim'e yaklaşırsak çok iyi olur. Böyle bir yak­laşım neticesinde, eğer filan ekolün filan hususta söylediklerini Kur'an-ı Kerim'in ondört asır önce filan ayetiyle beyan ettiğini tesbit edersek, bu, bizim için başlıbaşına bir se­vinç vesilesi olacaktır.

 

Ama eğer daha önce beğenip seçtiğimiz bir görüşü Kur'an-ı Kerim'e onaylatmak ve Kur'an'ı kendi görüş ve düşüncelerimize payanda durumuna düşürmek istersek, işte o zaman büyük bir tehlikeyle yüzyüze kalacak ve büyük bir ihtimalle bir tahrifata neden olmuş olacağız.

 

* * *

 

SORU:

 

Masum ve masum-olmayan rehber hususunda "Kur'an-ı Kerim 'den çıkarımda bu­lunma hakkına« sahiptir." dediniz. Acaba masum-olmayan rehberlik hususunda durum nasıldır? Bu tür rehberlik ne çeşit rehberliktir?

Farz edelim ki bu rehber bir toplum önderi­dir, topluma liderlik etmede yetkin bir yere sahiptir ve Kur'an-ı Kerim'i de anlamak­tadır. Acaba böyle, bir rehberin Kur'an-ı Ke­rim' den yapacağı her tür çıkarım kabul edilebilir mi? Bu masum-olmayan rehberin rehberlik derecesi hangi düzeydedir? Onu İmam’ın vekili veya bir dini lider olarak ka­bul etmemiz mümkün olabilir mi?

 

CEVAP:

 

Bu sorunun konumuzla direkt bir ilgisi yok­tur. Soru, [Mehdi'nin] huzur ve gayb asırlarında Şia'nın "İslam'da imamet ve reh­berlik" görüşüyle ilgilidir.                           .

Kur'an Ekolü adı altında tefsir sahasında yaptığım açıklamalarda bu konu üzerinde ayrıntılarıyla durmuştum. Şimdi sadece kısa bir açıklama yapmakla yetineceğim:

Her çeşit toplumsal önderlik hususunda herhangi bir kişi kendisinden daha büyük bir rehberin gözetiminde değil de bağımsız ve müstakil bir şekilde rehberlik görevini yü­rütmek isterse, bu kişinin görüş sahibi, müctehid ve adil biri olması ve müctehidlik düzeyinde bulunma, görüş sahibi olma, ideo­log olma ve adalete riayet etmenin yanısıra, işlerin düzenlenip kurala bağlanması hususunda fiilen çaba harcamış bulunması ve bu türden bir çabayı üstlenecek bir yeterliliğe sahip bulunması gerekir.

Bunlar, temel şartlardır ve bu şartlara sahip olanlar Kur'an-ı Kerim'den gerekli çıkarımlarda bulunabilirler. Bu tür kişiler, bu özelliklere sahip olmayanlara oranla Kur'an-ı Kerim'den daha fazla yararlanabilir, onu daha iyice anlayabilir ve daha tutarlı çıkarımlarda bulunabilirler.

Ancak, kendilerinden daha büyük bir rehbe­rin nezareti altında görev ifa etmekte olanların müctehid olması zorunlu değildir. Çünkü böyleleri ihtiyaç duydukları anda bağlı bulun­dukları rehbere başvurarak ondan görüş talep edebilirler.­

 

* * *

 

 

 

SORU:

 

O ki "Kur'an-ı Kerim" ve "cihan"ın ikisi de Allah.'ın yaratığıdır (mahlukudur) bu açıdan Kur'an ve cihan arasında bir benzer­lik söz konusudur.

 

Kişi, cihanın tanınması hususunda ne kadar mesafe kateder ve bilgi edinirse, cehaletinin üstünden o oranda perdeler kalkar ve cihana o oranda aşina olur.

 

Evet, cihana hakim olan genel kanun ve kurallar ölümsüzdür ve edinilen bilgi bu ku­ralları değişikliğe uğratmaz. İnsanın bu bilgi­si ve aşinalığı ne oranda mesafe kateder ve cehaletin üstünden perdeler kalkarsa, cihan o oranda daha iyi tanınmış olur. Yani, dünyanın dayandığı temel yasalarda değil, kişinin bilgisinde değişiklik olur.

 

Kur'an-ı Kerim de bütün asırlar ve nesiller için ölümsüz bir i'caz olduğuna göre, Kur’an-ı Kerim 'in cihana benzetilmesi ve aralarında bir bağ kurulması mümkün müdür?

 

CEVAP:

 

Kuran-ı Kerim'in anlaşılmasının insanın düşünce melekesinin tekamülüyle doğru orantılı olduğuna bizzat Kur'an-ı Kerim'de işaret edildiği hususu herkesçe bilinmektedir.

 

Ama bu, Kur'an-ı Kerim'i tanımanın her hususta tabiatı tanıma gibi olduğu ve onunla birlikte yürüdüğü anlamına gelmez.

 

SORU:

 

Bilindiği gibi, kimi konular vardır ki bunlar hakkında Kur'an-ı Kerim'de herhangi bir hüküm mevcut değildir. Mesela namazların kaç rek'at olacağı hususu; sabah namazının iki, akşam namazının üç rek'at olması mes­elesi ve buna benzer birçok husus gibi kimi İslami hükümler bu türdendir.

Acaba yalnız başına bu durum bile bizim her şeyi mutlaka Kur'an-ı Kerim 'de bulmaya çalışmamamız ve Sünnet'e, Peygamber'in ve İmam 'ın uygulamalarına da müracaat et­memiz gerektiğini göstermiyor mu?

 

CEVAP:

 

Bu sorunuzun da konumuzla direkt bir ilgi­si yoktur; ama günümüzde tartışılan konular­dan biri olduğu için, bu fırsattan yararlanarak sorunuza çok kestirme bir şekilde cevap ver­meye çalışacağım.

 

Aslında bu sorunuzun muhatabı Kitabullah'ı şiar edindiğini belirten ve İslam'ı sadece Kur'an-ı Kerim'den öğrenmeye çalışanlardır.

 

Kuran-ı Kerim'in Sünnet'le olan münase­beti konusunda birkaç hususa dikkat edilmesi gerekmektedir.

 

       Bu hususların birincisi, Kur'an-ı Kerim'in iki kısma ayrıldığıdır:

 

1)    Sünnet olmadan da anlaşılması mümkün olan kısım

2)    Sünnet olmadan anlaşılması mümkün olmayan ve belirgin bir şekilde anlaşılması Sünnet'e bağlı olan kısım. O halde, bu hususun da gösterdiği gibi, İslam'ın anlaşılması Kur'an-ı Kerim'e istinad ettiği kadar Sünnet'e de istinad etmektedir.

İkinci husus ise şudur:

Birçok hükmün tafsilatını Kur'an-ı Ke­rim 'den elde etmemiz mümkün olmamak­tadır. Başka bir ifadeyle; teşri', yani kanun ­koyuculuk ve şeriat ile ilahi maarifin açıklan­ması sadece Kur'an-ı Kerim çerçevesi içerisinde kalmamış, bu çerçevenin dışına taşmıştır.

Burada şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Acaba Peygamber'in aldığı vahiylerin tümü sadece Kur'an-ı Kerim'den mi ibarettir; yoksa Peygamber, Kur'an-ı Kerim'e ilaveten başka vahiyler de almış mıdır?

­

Bu alanda son zamanlarda yaptığımız ince­lemelerde muhtelif Şii ve Sünni kaynaklardan aldığımız notlar ve yaptığımız fişlemeler açıkça göstermektedir ki, Peygamber kesinlikle Kur'­an-ı Kerim'in dışında da vahiyler almıştır.

 

Öyleyse, Peygamber'e vahyedilen her şeyin Kur'an-ı Kerim'de toplanmadığı ortaya çıkmaktadır.

 

Peki, neden?

 

Çünkü Kur'an-ı Kerim'de toplanan vahiy, vahyin sadece mucizevi bir söyleyiş tarzına sa­hip kısmıdır. Yani Kur'an-ı Kerim özel niteliğe sahip bir vahiy çeşididir; ve bu özel nitelik de, onun mucizevi bir üsluba sahip olmasıdır.

Başka çeşit bir vahiy de vardır. Bu vahyin özelliği de mucizevi bir usluba sahi olma­masıdır. Vahiy olmasına vahiydir bu da; ama " Kur'an değildir.

 

Kur'an-ı Kerim: vahiydir; ama her vahiy Kur'an değildir. Peygamber, Kur'an-ı Kerim'in dışında da vahiy almıştır (24); ve bizim, Al­lah 'ın dinini tanıma hususunda her iki tür va­hiyden de yararlanmamız gerekmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

NOTLAR

 

(1)               Kitapta geçen köşeli [  ] parantezlerin tümü çevirene aittir. (Çeviren)

 

(2)               Vahidi: (Ebu'l-Hasen Ali ibn Ahmed) Öümü 1076. Müfessir. Ayrıca edebiyat ve dil bilgini. Doğumu ve ölümü: Nişabur. Eserleri: "Esbabi NuzUle'I-Qur'an", "EI­Veciz fi Tefsiri'l-Qur'ane'l-Aziz", "Şerhi Divani'l-Mutenebbi". (Çeviren)

 

(3)               Suyuti: (Celaleddin, Abdurrahman ibn Ebi Bekr) Ölümü 1505. Birçok ilim dalında b.ilgin. Doğumu ve ölümü: Kahire. Öksüz büyüdü. İlmi araştırmalar yapmak ama­cıyla bütün Arap ve Hint diyarlarını do­laştı. Eserlerini kırk yaşından sonra ka­leme almaya başlayan Suyuti, tefsir, ha­dis, fıkıh ve dil alanlarında beş yüzüaşkın eser yazdı. Bu eserlerden bir kısmı­nın isimleri şöyle: "EI-Durru'l-Mansur fi'l-Tefsiri'l-Me'sur", "El-Mazhar fi Felse­feti'l-Luğe", "Husne'l-Mehazereti ii Ehbar Mısır ve'l-Qahire", "Buğyetu'l-Vu'ah fi Tabaqati'l-Luğeviyyin ve'l-Nihah". (Çe­viren)

 

(4)               Dini eğitim üç aşamada gerçekleştirilir: a Hazırlık, b) Satıh, c) Ek. Uçüncü aşama [yani ek aşaması] doktora ve okul bitirme aşamasıdır. (Yazar)

 

(5)                Tıpkı Türkçe'deki "Namaz kıldın mı?" ifadesinde olduğu gibi.(Çeviren)

 

(6)               Şia mezhebinde 12 imamdan herhangi biri. (Çeviren)

 

(7)               [Nisbi İmam] Masum İmam'ın vekilidir. (Yazar)

 

(8)                Bu değerlendirmenin sonundaki sorular bölümünde bu konu üzerinde daha geniş bir şekilde durulmuştur. (Yazar)

 

(9)         Al-i İmran Suresi'nin Sözügeçen yedinci ayeti şu şekildedir: "Kitabı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (açık anlamlıdır). Bunlar Kitab'ın anasıdır. Diğerleri de birbirine benzeşen (müteşabih) dir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkar­mak, kendilerine göre yorumlamak için onun birbirine benzeşen ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun ne anlama geldiğini Allah 'tan başka kimse bilmez. İlimde derinleşenler, "Ona inandık. Hepsi Rabbimizin katındandır." derler. ) Aklı selim sahiplerinden başkası düsünüp anlamaz” (Al-i İmran Suresi, 7) Görüldüğü gibi ayette yazann sözünü ettiği Peygamber ve İmam isimleri yer almamaktadır. Yazarın yorumu Şii alimlerin yorumudur. (Çeviren)

 

(10)           İtret: "Peygamber(s)'in Ehlibeyt'i, yakın­ları" şeklinde tarif edilmektedir. Şiiler, Sünnilerin "Size bir şey bıraktım; ona sarılırsanız sapmazsınız: Kuran." Veya "Size bir şey bıraktım; ona sarılırsanız sapmazsınız: Kur'an ve Sünnetim." şek­linde rivayet ettikleri hadisi "Size bir şey bıraktım; ona sarılırsanız sapmazsınız: Kur'an ve itretim." şeklinde rivayet etmişler ve hadiste geçen itret ifadesiyle Ehlibeyt'in kastedildiğini savunmuşlar­dır. (Çeviren)

 

(11)           Ali ibn İbrahim: Ali Kumi ismiyle de tanınan Ali ibn İbrahim ibn Haşim. Lakabı, Ebul Hasan. Şeyh Eqdem adıyla meşhurdur. Şii müfessir ve fakih (Ölümü: Hicri 329) Ünlü alim Koleyni'nin ho­casıdır. Eserleri: "Ehbare'l-Qur'an ve Rivayetihi", "Tefsire'l-Qur'an," "Kitabe 'l ­Şerai," "Kitabe'l-Hayz", "EI-Nasih ve'l­  Mensuh" (Çeviren)      

 

(12)           İmam Hasan Asgari: Hasan ibn Ali ibn Muhammed. Lakabı, Asgari. Şiilerin on birinci imamı. (Doğumu: Medine, Hicri 232; ölümü: Samarra, Hicri 260.) (Çevi­ren)

 

(13)           Kafi veya El-Kafi fi İlmi'd-Din Muhammed ibn Ya'kub Koleyni'nin, Şiilerin dört temel kitaplarından biri kabul edilen Arapça eseri. (Çeviren)

 

(14)           Ayetullah Burucerdi: Ayetullah Huseyn Tabatabai Burucerdi. Burucerd şehri Ta­batabailerinden Seyid Ali Tabatabai'nin oğludur. (Doğumu: 1292-ölümü 1380 Hic­ri) ilk eğitimini Burucerd'te tamam­ladıktan sonra İsfehan'a giderek fıkıh ve felsefe öğrendi. Daha sonra Necef'e gidip sekiz yıl öğrencilik etti ve ardından tekrar Burucerd'e dönerek orada ikamet etti. 1945 yılında Tahran'a gidip oradan Meş­hed'e sefer etti. Meşhed'ten döndükten sonra Kum'a yerleşerek Şiilerin taklit mercii oldu. Eserleri: "Resaile Ameliye", "Resalee Muncezat-ı Mariz", ''Ta'liqati ber Esfar", "Tabaqati Ricaı", "Resalehayi der Mentıq" ve "Cezvehayi der Fıqh" (Çevi­ren)

 

(15)            Sıketülislam Koleyni: Muhammed ibn Ya'kub Koleyni Lakabı, Sıketülislam. Meşhur Şii âlim ve fakih. (Ölümü: Hicri 329) Eseri: "El-Kafi fi İlmi'd-Din" (Çevi­ren)

 

(16)           Nehcu'l-Belağe: Emirul-Mü'minin Ali ibn Ebi Talib (a.s)'in hutbe, vaaz 've mektup­larım içeren meşhur kitap. (Çeviren)

 

(17)           Saduk: Ebu Ca'fer Muhammed ibn Ali ibn Huseyn ibn Babaveyh. Lakabı, Saduk. (Ölümü: Hicri 381) Babası Mehter Ebul­Hasan Ali ibn Huseyn Kumi'den ve daha birçok alimden edebiyat ve fıkıh tahsil etti. "Men La Yuhazziruhu'l-Faqih" adlı oldukça itibar edilen ve Şiilerin dört temel kitabından biri olan eserin sahibi. Bir süre Bağdat'ta müderrislik yaptı. Ömrünün sonlarında Rey kentine yerleşti. Ve­zir Rukneddevle ve Sahib ibn İbad kendi­sine çok saygı göstermekteydiler. "Uyu­ne'l-Ahbare'r-Rıza" adlı kitabını Sahib ibn İbad adına yazdı. Diğer eserleri: "İk­male'd-Din", "Emali", "Ma'aniye'l-Ah­bar", "Kitabu't-Tevhid", "Sevabi'l-Amel", "lleli'l-Şerai" ve "Kitabi'l-İ'tiqad" (Çe­viren)

 

(18)           Hatırlatalım ki bu metin, Şehid Beheş­ti 'nin İsfehan'a yaptığı ziyaret sırasında        kendisine sorulan soruya verdiği cevaptır ve konuşma mahiyetindedir. (Çeviren)

 

(19)            lbni Sina: (Ebu Ali) Batıda Avicenne is­miyle meşhurdur. (980-1037) Buhara yakınlarında bir köyde doğdu ve Heme­dan'da öldü. Büyük bir filozof ve tıp bil­ginidir. Aristo felsefesiyle Yeni Platoncu­luğu uzlaştırmaya çalıştı. Basılmış eserle­rinden bazıları şunlardır: "EI-Qanun fi't­Tıb", "El-Şifa", "EI-İşarat ve't-Tenbihat" (Çeviren)

 

(20)           Molla Sadra: (Sadruddin Muhammed Ka­vami-i Şirazi) Lakabı, Sadrul-Muteelli­hin. İranlı büyük düşünür. Hicri 10­11 'inci yüzyılda yaşamıştır. En büyük ese­ri, ansiklopedik boyutlardaki "EI-Hikme­tu '1- Mutealiye fi'l- Esfari'l-Erbaati '1- Akliye" adlı dört ciltlik Arapça kitabıdır. Diğer önemli kitapları: "Eş-Şevahidu'r-Rubo­biyye", "Mefatihu'l-Gayb",. "EI-Mebde'ü ve'l-Me'ad". Bunların hepsi Arapça'dır. Farsça yazdığı tek eseri "Se Asl" kitabıdır. 1640 yılında Basra'da vefat etti. (Çeviren)

 

(21)           Hace Nasir: (Nasiruddin-i Tosi) 1199-1274 yıllan arasında yaşamış, felsefe, kelam, as­tronomi, matematik ve edebiyat alan­larında büyük bir İslam alimi. (Çeviren)

 

(22)           Eksistansializm: (Varoluşçuluk) Bütün varlığı "saçma" bulan ve bu saçmalığın arasında, kendi varlığı da saçma kabul edilen insanın kendini kanıtlama çaba­sını işleyen felsefi akım. (Çeviren)

 

(23)            Bugünkü Sosyalist düzenler özel mül­kiyetin bir kısmını, yani şahsi mülkiyete dayalı üretime kaynaklık eden özel mül­kiyeti yasaklamakta; ancak, eve, ev eşyalarına, özel ulaşım aracı ve benzeri şeylere dayalı özel mülkiyeti kabul etmek­tedirler. Fakat Sosyalizm'in nihai biçi­minde bu kadarlık bir özel mülkiyet bile kabul edilmemektedir. (Yazar)

 

(24)           Bu hususta çok şey söylenebilir; ama biz sadece Prof. Süleyman Ateş'in görüşünü aktarmakla yetineceğiz: "Kelimelerle oy­namanın anlamı yok. Siyak önemli. "O Kendisine  vahyedilen bir vahiydir." ama kimin tarafından? Çok güçlü olan öğret­ti. O güçlü olan bir melek öğretti. Peygamber'in sözlerini melek mi öğretmiş? Hz. Peygamber'in normal konuştu­ğu şeyleri; yiyorum, içiyorum gibi sözleri ona melek mi öğretmiş? Kimse böyle bir

Şey iddia etmedi. (...) Bu siyak'ta kastedi­len vahiy nedir"? Hz. Peygamber'in insan­lara duyurduğu söz nedir? Kendi sözleri mi? yoksa melek tarafından ona öğretilen söz mü? Elbette o melek tarafından öğretilen söz. O halde hevadan konuşmayıp vahiyle konuştuğu şey, melek tarafından ­

kendisine verilendir. Yani kasıt Kur'an'­dır; Hz. Muhammed'in sözleriyle bir ala­kası yoktur. Zaten alimlerin çoğunun görüşleri de budur." (Bkz. Kalem dergisi, sayı: 13-14/ sf. 12/ Ocak-Şubat 1989) (Çevi­ren)