0-02   2-45   45-85    85-105    105-145
    Yazdır
 

Takdim

Bismillahirrahmanirrahim 

İnsan, yaptıklarının bilincinde olmazsa elbette çabaları ne kendisine ve ne de diğer insanlara bir yarar sağlamaz; hatta onu, hak ve hakikatten daha fazla uzaklaştırır. Aynen gideceği maksadın hangi istikamette olduğunu bilmediği için ters istikamette yürüyen bir insan gibi; böyle bir kimsenin hızla yürümesi ona bir şey kazandırmayacağı gibi, hatta onu hedeften daha da uzaklaştırır.

Bu yüzden, insanın ilk önce, kendi varlık bilincine kavuşması kendini tanıması, bu alemdeki hayatının hedefini öğrenmesi ve bu yolda çaba göstermesi gerekir.

Elinizdeki bu eserin konusu Ehl-i Beyt Mektebine göre nefis terbiyesidir; bu eserin yukarıda işaret olunan bilinci kazanmak hususunda siz kardeşlere çok yardımcı olabileceği kanaatındayız. Hacmi küçük, ama muhteva yönünden önemli olan bu eserin okunması, bu mektebin büyük ahlak bilginleri tarafından da tavsiye edilmiştir.

Ehl-i Beyt Mesajı Dergisinde makaleler şeklinde önceden yayınlamış bulunan bu eseri, kitap olarak da yayınlamaya muvaffak olduğumuz için Allah’a şükür ediyor ve mü’min kardeşlerimize yararlı olmasını Hak Teala’dan diliyoruz.                                          

                                           Al-i Taha


Yazarın Önsözü 

Bismillahirrahmanirrahim 

Nefsinin esiri, günahkâr ve fani olan ben Hüseyin b. Ali b. Sâdık El-Behrani, Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) nasihatlerinden bazılarını seçip toplayarak mü'minlere sunmada; yüce Rabbimden yardım diliyor, O'na tevekkül ediyor ve en sevgili kulları aracılığıyla O'na yöneliyorum.

Bu çalışmamın hava, heves ve günah düşüncesi sonucu karanlıklaşan, akılların nurlanması ve ölmüş kalplerin yeniden hayata kavuşması için, ilahi bir vesile olan Ehl-i Beyt'i insanlara tanıtmaya yardımcı olmasını umarım. Hak Teâla'dan yardım ve saadet isteyip, bunu kıyamet günü için bir azık kılmasını dilerim. Gerçekten de kerem ve ihsan sahibi, güvenilir ve sığınılır olan sadece O'dur. O, bana yeter ve O, ne hayırlı sahiptir.

İlk önce maksadımızı açıklığa kavuşturacak nitelikte olan kısa bir önbilgi takdim ediyoruz:

Uzun süreden beridir Allah Teala'dan yüz çevirdiği için ölmüş olan nefisleri diriltip gaflete dalmış olan kalpleri uyandırmak hususunda, Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen hadislerden elde ettiğim nükteleri toplayarak bir risale halinde sunmayı arzuluyordum. Fakat, her defasında çalışmak için yeterli neşe ve özlemin olmayışı ve tembellik buna engel oluyordu. Bu ise benim için bir günah ve vebal unsuru oluşturuyordu... Zira amel olmadığı takdirde ilim, sahibini, Hak Teâla'dan uzaklaşmaktan başka bir işe yaramaz; kalpleri etkilemesi de beklenilmez. Zira Ehl-i Beyt'ten nakledilen hadislerde, şu nokta açıkça beyan edilmiştir ki eğer; alim kendi ilmi ile amel etmezse, onun nasihatleri kalplere yerleşmez. Fakat ömrün git gide sona erip ecelin yaklaştığını, öte yandan bazı dostların da bu konuda teşviklerini görünce, Allah Teala'nın yardımıyla işe koyulup Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen hadislerdeki nükteleri bir araya getirmeye başladım. Bu yüzden konuyla ilgili hadislerin muhtevasını, (senedlerini ve lafızlarını aynen zikretmeksizin) birkaç bölümde toplamaya başladım. Çünkü bu hadislerin muhtevası, selim akılların tasdik ve doğru fıtratların şahadet ettiği bir konudur. Maksadımız da zaten sadece bir işarette bulunmaktır. Hak Teâla'dan bunu nefsimin gafletten uyanması için hayırlı ve bereketli bir vesile kılmasını diliyorum. Tevfik ve yardım Allah'tandır ve sığınılacak olan da O'dur.

BİRİNCİ BÖLÜM

AHLAKA OLAN İHTİYAÇ VE ONUN ÖNEMİ

 

Resulullah (Allah'ın rahmeti ona ve onun Ehl-i Beyt'ine olsun) şöyle buyurmuştur: "Ben yüce ahlakı tamamlamak üzere gönderildim."

Güzel ahlak olmaksızın kıyamet ve dünya işlerinden hiç biri bir düzene giremez ve hayatta bir huzur sağlanamaz. O halde; ahlakını düzeltip güzel temeller üzerine oturtmadan, fazla amelin bir yarar sağlayabileceğini sanmak hatadır. Aksine kötü huy, hayır ameli, aynen sirkenin balı bozduğu gibi, bozup yok eder. Sonu fesat olan bir şeyin ne gibi bir yararı olabilir ki? Ahlakı ıslah etmeksizin, fazla ilim sahibi olmanın bir yarar sağlayacağını da sanmayınız. Kesinlikle böyle olmaz. Ehl-i Beyt İmamları (Allah'ın rahmeti ve selamı onlara olsun) şöyle buyurmuşlardır:

"Böbürlenen, kibirli alimlerden olmayınız. Zira batıl olan tarafınız, hak olan tarafınızı da yok edip götürür."

Kötü ahlak sahibinin baba ve annesiyle, çocuklarıyla, eşiyle, dostlarıyla, komşusuyla, hocası ve öğrencileriyle olan ilişkilerinden mutluluk duyup, huzura kavuşacağını da sanmayınız. İnsanların tümü, elinden eziyet çekip ondan nefret edeceklerdir. Böyle bir kimse, halk arasında dağılmış olan yüce kemâlleri nasıl kazanabilir? Oysa kemal ehli olan kimseler, ondan nefret edip kaçarlar.

Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) gidişatına dikkat edip onlardan nakledilen davranış ve sözleri inceleyen bir kimse, onların, güzel ve yüce ahlaklarıyla halkı hidayet edip dine doğru çektiklerini görür. Şiilerine de bunu emretmiş ve buyurmuşlardır ki: "Halkı dilinizle değil, amellerinizle (hakka) davet ediniz." Yani; yüce ahlakınız ve güzel amellerinizle, diğerlerine örnek olunuz. Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, dünya ve Ahiret işlerinin güzel ahlak olmaksızın bir düzene giremeyeceğine ve bütün varlık alemini ilgilendiren bi'setin faydası da yüce ahlakı tamamlamak olduğuna göre, ahlakını güzelleştirmek, bütün farzlardan önde gelir. Bunun yanı sıra her hayrın anahtarı, her güzelliğin kaynağı, her yararın nedeni ve her amelin başlangıcı da güzel ahlaktır. Kafirlerin bile iyi ahlak sebebiyle hayrı elde ettiklerini bildiren hadislere dikkat ediniz! Resulullah'ın (s.a.a) elinde esir olan cömert bir müşrik hakkında, Cebrail nazil oluyor ve Allah'ın, onun öldürülmemesini emrettiğini bildiriyor. Bu ise onu dünyada ölümden kurtardığı gibi, Ahirette de (iman ettiğinde) cennete nail olmasına yol açıyor.

Güzel ahlak sahibi herkesin tasdik ettiği bu önbilgileri kavradıktan sonra bilmeliyiz ki, (Allah bizi muvaffak kılıp hidayet etsin) ahlak alimlerinin de ifade ettikleri gibi, ahlak hususunda Ehl-i Beyt İmamlarının (Allah'ın selamı onlara olsun) bazı ilke ve kanunları vardır. Onları bilmek, iyi ahlak edinmeyi kolaylaştırıp, bir zorluk olmaksızın ona erişmeyi sağlar. "Hak Teâla'nın bize zorluk değil, kolaylık istediğini ve dinde bize bir zorluk çıkarmadığını" bildiren ayetlerden de anlaşıldığı gibi; Resulullah (s.a.a) şeriat ilminde kolay olan şeriatı getirdiği gibi, tarikat ilminde de bize kolaylık kapılarını açıp, zorluk kapılarını kapatmıştır. O halde "Bu iş zordur, nefisle cihad edip ağır riyazetlere katlanmak gerekir; siz böyle zorluklara katlanabilir misiniz?" gibi bahanelerle Şeytan, bizi ahlak ilminden nasibimizi almaktan alıkoymamalıdır. Oysa ki, birçok zor riyazet sahibi ve nefsiyle cihad ehli olanlar vardır ki, Ehl-i Beyt'in ahlaki yönteminden haberdar olmadıkları ve sırf zahirlerini onlara benzetmeğe çalıştıkları için, dünyevi hedefler ve düşük makamlardan gayri bir şeye ulaşamıyorlar...

Hakikat şudur ki, Allah Teâla yüce hikmeti ve güzel yaratışı gereği, kullarını imtihana tabi tutmuş, onlardan büyük şeyler istemiş, bunların anahtarını ise küçük amellerde gizlemiştir. Bu ulaştırıcı şeyleri küçük sayıp da, gevşeklik gösteren kimseler, kendilerinden istenilen amaca ulaşmaktan geri kalırlar. Bu ise, onlar için en büyük acılardan biri olur. Fakat bu küçük vasıtalara sarılan kimseler, o büyük ve sevilen, genel amaca da ulaşırlar.  Bu ise, onlar için büyük bir saadet vesilesi olur.

Bu açık hikmetleri, biraz tefekkür edip de düşündüğümüz zaman! Hak Teâla'nın yaratıklarına nasıl da açık bir delil ikram ettiğini ve onlara sayısız nimetleri indirdiğini görürüz. Nasıl da bu küçük şeylerle onları, o yüce makamlara ulaştırmıştır! Buna rağmen; halkın kendilerini nasıl da ebedi helaka ve acı azaba attıklarına bak. Oysa, bazı küçük şeyleri yapmak onları kurtarabilirdi. Bu hikmeti, Ehl-i Beyt'ten nakledilen "Rızkın azını azımsayan, çoğundan da mahrum kalır." hadisinden anlıyoruz. Bütün belalar ve musibetlerin başlangıcı, küçüğü küçümsemek ve azı azımsamaktır. Buna karşılık hadisten de anlaşıldığı gibi, rızkın azını azımsamayan çoğundan da mahrum olmaz. Sonra, eğer bu manayı iyice düşünecek olursak, konuyu açığa kavuşturan diğer misalleri de bulabiliriz. Şüphesiz; sayısız Ehl-i Beyt hadisleri de buna şahittir. Örneğin: "Günahların küçüğünden korkunuz." Hakeza "Hiçbir itaati küçümsemeyin, belki Allah'ın rızası onda olur; ve hiçbir günahı küçümsemeyin, belki Allah'ın gazabı onda olur." Bu vb. birçok hadisler hidayet talibi olanlara, şeriat-ı Muhammedi'nin, Allah Teâla'nın izniyle en yüce ve sevilen amaçlara ulaştıran küçük ve kolay hükümler üzerine kurulmuş olduğunu açıklamakta yeterlidir sanıyoruz. Hak Teâla bir hadis-i kutside: "Bana bir karış yaklaşana, ben bir adım yaklaşırım." diye buyurması da konuyu daha bir açıklığa kavuşturmaktadır. Hak Teâla, kendisine yaklaşana, yaklaştığına ve sırt çevirene çağrıda bulunduğuna göre; O'na yönelip kapısını çalana nasıl davranır. Bu konuda Hz. İmam Zeynu’l-Abidin'in (a.s) Seher duasındaki:

"Sana kavuşmak için hareket eden şahsın yolu kısa mesafelidir. İnsanların dünyevi arzuları (ya da "Kötü amelleri") engel olmazsa, sen onlara gizli kalmazsın."

Kısacası, insanlardan istenilen, yüce ilahi ahlaklarla süslenmektir. Bu ahlaklar, taşıdıkları değer sebebiyle Allah'a isnat edilerek ilahi ahlak diye anılmaktadır. Ehl-i Beyt'ten gelen hadislerde de şöyle buyrulmuştur:

"Allah'ın ahlakıyla ahlaklanın."

Bu ahlak; Hz. Muhammedin, onun pâk Ehl-i Beyt'inin (Allah'ın salat ve selamı onlara olsun) ve onlara uyanların ahlakıdır.

Ey Allah'a yönelmek isteyen ve böyle bir yüce makama ulaşmayı arzulayan kardeş, Ehl-i Beyt'ten ulaşan nurlu gerçekleri sana sunmak isteyen ve senin hayrını dileyen birisi olarak benim şu sözümü dinle:

Bu yüce ahlakı edinmenin yolu, sürekli bir istikamet göstermek, ifrat ve tefritten kaçınmaktır. O halde; elinden geldiği kadarıyla itaat etmek ve Allah'ın sevmediği kötü amellerden kaçınmakla, Allah Teâla'ya yakın olmaya çalış! Küçük veya büyük hiçbir şeyde müsamaha etmeyip, işini ciddiyet temeli üzerine kur. Her ne kadar senin nazarında küçük bile olsa, hayır bildiğin, hayır olduğu malum olan her işi yapmayı kendine amaç edin! Bunun aksine her ne kadar senin nazarında küçük bile olsa, kötü bildiğin her şeyi de terk edip, ondan kaçınmayı kendine bir vazife bil. Küçük olsun, büyük olsun, işlerinde asla gevşeklik ve müsamahaya yer verme! Aksine her zaman işini itina ve dikkat temeli üzerine kur. Asla çok amel yaparak işlerindeki ciddiyet ve sağlamlığı kenara atma! İstenildiği şekilde yapılan bir hayır amel, binlerce hayır amelin sonucunu verir; dikkatsizlikle yapılan binlerce hayır amel, gerektiği şekilde dikkatle yapılan tek bir amelin bile sonucunu veremez. Hatta; hikmet ve marifet sahiplerinin yanında bunlar, asla birbiriyle mukayese edilemez.

Maksadım, sizde en küçük hata bile vuku bulmasın, demek değildir ki, bu işin zorluğunu düşünerek kendi kendine: "Ben bu halimle böyle ağır bir şeye nasıl katlanırım?" diyesiniz. Maksadım odur ki, işinizi gevşeklik ve müsamahaya terketmeyin, müsamaha ve gevşeklik yüzünden en küçük bir hatanın bile sizden görülmesine müsaade etmeyin. Ama eğer; hava ve hevesin galebesi veya şeytanın ve nefsin aldatması sonucu sizden bir hata görülürse, bu ayrı bir şeydir. Mâsum olmayan insanlarda bu olabilir.

Başka bir tabirle maksadımız, şeriatın cüz'i sayılan işle-rinde bile önem verip, nefsinizi müsamaha göstermemeye alıştırmanızdır. Bu ise yüce makamlara ulaşmaya yol açar. Allah Teâla kendi izniyle bunu, o yüce makamlara ait hazinelerin anahtarı kılmıştır. Allah'ın hazinelerinin anahtarını alan ise, gani olup büyük saadete ulaşır.

Eğer sözün uzamasından korkmasaydım, bu konuda daha fazla açıklamada bulunup birçok örnekler zikrederdim. Gerçi uzasa da değeri vardır. Çünkü bu, binlerce ilahi hikmet kapısının açıldığı en ince ve en sağlam kapıdır. Belki de gelecekteki bölümlerde de bu konu hakkında yine bazı açıklamalarda bulunuruz, inşaallah.

 İKİNCİ BÖLÜM:

ahlak İlmİnİn, eğİtİmİnİn önemİ ve yararlarI

Nefsine karşı savaşan ve kalplerini kötülüklerden arındırmaya çalışan bazı salih ve takvalı kardeşler, ahlak ilmini öğrenmeye çalışmanın gerekliliği hakkında yanılgıya düşmüşlerdir. Hz. Muhammed’in (s.a.a), en faziletli cihad olarak nitelediği nefse karşı cihad etmeye koyulduklarını görünce Şeytan, büyük bir şüpheyi onların kalbine sokarak onları aldatmak istemiştir. Şöyle ki:  «Biz nefsimize karşı çıkıp onu yenemiyorsak ve bildiklerimizle amel etmeyerek yanlış hareketlere başvuruyorsak, o halde ahlak ilminin temel unsuru olan nasihatleri dinlemenin, bu gibi şeylerden haberdar olmanın ve bu konularda gerçeği aramamızın ne gereği vardır? Çünkü, bunun halimize bir faydası olmadığı gibi zararı da vardır. Bu konuda her ne kadar bilgimiz fazla olursa, günahımız ve suçumuz da bir o kadar artar; ilimden sonra gaflet göstermemiz suçumuzu daha da ağırlaştırır. Çünkü; alimin günahı, cahilin günahıyla eşit değildir. O halde insanın bilgisi ne kadar az olursa, o kadar az sorguya çekilir ve de mazeretli  görülür!!»

Bu sözleri ben onlardan duyduğumda bunun, lanetli Şeytan’ın bir hilesi olduğunun farkına varıp, onlara Şeyh Hürr’ün, el-Cevahir-üs Seniyye adlı kitabında rivayet ettiği şu hadis-i kudsiyi hatırlattım: 

"Öğrenip de sonra amel etmemekten korkuyo-ruz, demeyiniz; öğreniyoruz sonra da amel etmek ümidimiz vardır,deyiniz. Ben size her ne verdimse, amacım, onlarla size rahmet etmektir."

Bu ilahi hitap, bahsi geçen şüpheyi kökünden kesip atmak için yeterlidir. Gerçi Şeytan’ın hilesi olmasaydı herhangi bir yanılgı söz konusu olmazdı. Neticede bu açıklamaya da gerek kalmazdı. Konunun daha bir açıklığa kavuşması, ahlak ilminin ilim ve amelde ne kadar gerekli ve yararlı olduğunun bilinmesi için konuyla ilgili şu açıklamaya da dikkat edelim.

Şurası açıktır ki, amelsiz ilmin bir faydası olmadığı gibi, ilimsiz amelin de bir faydası yoktur. Bizler, bunların her ikisini de kazanmakla görevliyiz. Bunların her biri sahibini takviye edip, güçlendirir.

Öyleyse kim; halka karşı böbürlenmek ve ilmin güzellikleri ve halk arasındaki yüce değeriyle kendi çirkin ahlak ve amellerini örtmek için ilim öğrenirse, şüphe yok ki, böyle bir adam Şeytan’ın arkadaşı olur ve ilmi de onun için bir vebal olur. Hatta cehennem ehli bu gibi alimlerin azabından eziyet çekerler.

«Şüphesiz onlar kendi yükleriyle birlikte diğerleri-nin de yüklerini (günahlarını) yüklenen kimselerdendir.»[1]

Gerçekte onlar insan suretinde olan birer şeytandırlar. Böyle olmaktan Allah’a sığınırız.

Yine kim ilmi, bir âdet olarak alır, riya ve gösteriş için öğrenirse, bu da önceki gruba dahil olup, yükü kitap olan bir merkepten farkı olmaz. Gerçi bunun kullara olan zararı öncekine oranla daha azdır.

Akıllı ve bilinçli olup, ilimden kendi salahını ve her iki dünyanın saadetini isteyen kimse ise Allah’a yönelip, O’nun katında olan şeylere rağbet eder.

Ahlak ilmindeki hitaplar da böyle bir kimseye yönelik olup, istenilen doğrultuda onu terbiye eder ve ilerlemesini sağlar. Böyle bir kimse bilmelidir ki, ona ilimden bir kapı açıldığında amel etmesi kolaylaşacak, neşe ve rağbetini de çoğaltacaktır. Öğrendiği ilimle amel ettiğinde de bu, ona bilmediği yeni bilgilerin verilmesine sebep olacaktır. Nitekim Ehl-i Beyt İmamları da (Allah’ın selamı onlara olsun) bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuşlardır:

«Kim bildiği ilimle amel ederse, bilmediği şeyin ilmi de ona verilir.»

Yani insanın ameli gerçekte, onun için bir nevi talim olur. Zira amel, ilmin çoğalmasına sebep olmakta ve ilim doğurmaktadır. Böylece ilmin fazileti ve methi için gelen sağlam hadisler, ilim öğrenmeyi de içine alır. İşte burada, amele sebep olan ilim ve ilimden kaynaklanan amel sebebiyle insan gerçek saadete ulaşır. Çünkü saadet, ilim ve amelin bir arada olmalarının ürünüdür. Ancak, bu ikisinden, Allah katında en faziletli olanı ilimdir. Evliya arasındaki dereceler bununla belirlenir. Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:

«Birazcık marifet (ilim), amelin çoğundan daha hayırlıdır. İlim ile amel, aynen niyetle amele veya ruhla bedene benzer; ki üstünlük niyet ve ruhundur.»

 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:

İNSAN, EBEDİ SAADET İÇİN YARATILMIŞTIR 

İnsan, ebedi ve sonsuz olan ahiret yaşantısı için yaratılmıştır. Allah Teala, dünyayı Ahiret için bir tarla kılmış ve bu dünyada yapılan iyi amellere karşılık olarak, Ahiret mükafatını hazırlamıştır. Kulların bu saadete layık olmaları da, ancak, amelleri vesilesiyle olur. Diğer taraftan insan, bu kısa ömrünün tamamını Allah'a ibadet ve itaatla geçirse bile yine de Ahiretteki ilahi mükafatın karşısında çok eksik kalır ve onunla mukayese edilemez. Bundan dolayı Allah Teala, kendi ilahi merhameti gereği, bağış kapılarını açıp ebedi mükafata ulaşmayı, insanlara aşağıda açıklanacağı üzere mümkün mertebede kolaylaştırmıştır. Gerçekte Allah'ın bütün nimetleri, insanlara bir lütuftur. Örneğin: Allah Teala'nın insanlara olan lütuflarından biri, onların ömür ve yaşantılarının sona ermesiyle amel defterlerinin kapanmamasıdır. Yani insanların ameli, dünyanın ömrüne eşittir; yeryüzünde tek bir amel eden kişi var oldukça, insanın ameli devam edebilir. Zira Allah Teala, halkı hayra ve doğruya götürecek bir sünnet (adet, gelenek, kanun, kuruluş vs.) koyan kimseye o sünneti koymasının sevabının yanı sıra, kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı miktarınca sevap vereceğini vaat etmiştir. Nitekim, halkı yanlış ve sapıklığa götüren bir gidişat koyan kimseye de, bu işinin günahına ilaveten, kıyamete kadar onunla amel edenlerin günahı miktarınca da günah yazılacağını söylemiştir. Aynı şekilde, çocukların var olmasında etkili nedenlerden oldukları için, anne ve babayı çocuklarının yaptıkları hayırlı amellerede ortak etmiştir. Bu da kıyamete kadar devam edecek olan bir zincirdir. Yine amellere karşılık sevap verdiği gibi, bu ameller nedeniyle de bazı melekler yaratır ki, kıyamete kadar Allah'a ibadet ederler ve bunların ibadetlerinin sevabı, o amelin sahibine yazılır. Ayrıca, insanlara olan büyük lütfün nişanesi olarak, bir gecenin ibadetini, bin ayın ibadetine denk saymış ve hatta; ondan daha üstün olduğunu bildirerek buyurmuştur ki: "Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır."

Bir kısım rivayetlerde yer aldığı üzere; bir saat tefekkür etmek, altmış sene ibadet etmekten daha üstün kılınmıştır. Hz. Ali (a.s) da, bir gece uyanık kalmanın sevabını, yedi yüz sene ibadet etmenin sevabına eşit tutmuştur. Böylece, mü'min bir kimsenin ihtiyacını gidermenin karşılığı olarak; gündüzleri oruçla geçirilen bin yılın ve geceleri ibadetle geçirilen dokuz bin yılın sevabı vaat edilmiştir. Ayrıca her aydan üç gün oruç tutmağa karşılık, bütün asırlar boyunca oruç tutmanın sevabı vaat edilmiştir.

Bütün bunlar Allah Teala'nın, mü'min kullarına olan lütuf ve sevgisini gösterir. Onlara, dünyanın sonuna kadar ibadet etme imkanını vermesi, kendi kerem ve bahşişiyle bu değerli makama layık olma şevkini onlarda yaratması içindir. Öte yandan, bütün bunlar Hak Teala'nın, kullarının kulluk ve itaat makamına ehil olmalarını istemesi karşısında yeterli olmadığından dolayı, Allah Teala nimetini tamamlamak amacıyla, amelden daha hayırlı olan niyete göre karşılık verme kapısını da kullarına açmıştır. Allah Teala, mü'minlerin niyetlerine karşılık olarak da, cennette ebedi kalmayı onlara bağışlamıştır. Çünkü mü'minler dünyada ebedi kalacak olsalardı, ebedi olarak Allah'a ibadet ve itaat edeceklerdi. Böylece, kafirlerin niyetlerine karşılık olarak da, onların azapta ebedi kalmalarına karar verdi. Çünkü, kafirler dünyada ebedi kalacak olsalardı, daima Allah'a karşı isyan edeceklerdi.

Öyleyse, ey hidayet isteyen kardeş, şunu bil ki, amellerin sen öldükten sonra da devam edecektir; sen onu zahirde kesilmiş olarak görsen de gerçekte o kesilmemiştir. Bazı hadislerde şöyle buyrulmaktadır:

"Ölümüyle günahları da ölen (kesilen) kimse ne mutludur."

Bunun manası şudur ki ; eğer bir kimsenin herhangi bir yanlış hareketi olur, fakat ölümden sonra ona uyulmaz ve onunla amel edilmezse bu onun saadetindendir. Ama ona uyularak bu yanlış yola devam edilirse, kıyamet gününe kadar, o vesileyle yapılan günahların vebali o şahsa da ulaşacaktır. Bundan Allah'a sığınırım. Meğer ki, Allah Teala o günahı yok edip gidermekle bir lütufta bulunmuş olsun. Öyleyse ciddi bir şekilde titizlikle günahtan kaçının. Çünkü günah, nesilden nesile olumsuz etkilerini bırakır. Allah'a itaat etmeğe yönel. Zira Allah için olan amel, büyüyüp gelişerek insan öldükten sonra da kıyamete kadar nesilden nesile tesir etmektedir. Öyleyse uyan ve basiretli olmaya çalış.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:

ALLAH'A GİDEN BAZI YOLLARIN AÇIKLANMASI

Allah'a giden yollar, mahlukların nefesleri sayısıncadır. Her bir şahıs için, bütün mahlukların  nefesleri sayısı kadar Allah'a giden yol vardır. Günah bataklığına saplanmış insana ise kudretiyle her şeyi kaplayan Allah'ın rahmeti sıkıcı gelir ve bu durum rahmet kapılarının üzerine kapanmasına sebep olur. Allah'ın rahmetine karşı daima ümitli ve iyi niyetli olunması, insanı olgunluk derecesine en kısa yoldan ulaştırır. Allah Teala, mü'min kulunun niyetine göre takdir eder. Niyet hayır olursa, ilahi irade ve takdir hayra vardırır, aksi durumda insanın şerre varması önlenemez.

İnsan, nefsin ve şeytanın ortaklaşa aldatması sonucu, alemlerin Rabb'ine karşı kendisini kötü zanlı olmaya alıştırır. Yaratılış, hikmet ve felsefesi doğrultusunda imtihan gereği küçük bir olay karşısında sıkıntıya düşme korkusuyla ümitsizliğe kapılır, şeytana ve nefsine yenik düşerek suizanna, umutsuzluğa kapılır. Bu suizan ve kötümserlik, kaçmak istedikleri belaya tutulmalarına sebep olur.

Allah'a karşı kötü zanlı olmaktan, yine O'nun rahmetine sığınırız.

Allah Tebarek ve Teala, affetmediği takdirde insanın bu suizannı ve kötümserliği, Rabb'inin karşısında gereği gibi muamele görmesine sebep olur.

Resul-i Ekrem (s.a.a), olayları hayra yorar, kötü yorumlardan hoşlanmazdı.

Resul-i Ekrem (s.a.a), Ravzat-ül Kafi'de yeralan bir hadiste şöyle buyurur:

"Bir şeyi uğursuz sanmak, insanın nazarına, görüşüne bağlıdır. Eğer hafif görürse hafif olur, ağır görürse ağır olur. Hiçbir şey görmezse, hiçbir şey olmaz."

O halde Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uymaya çalışan bir mü'min, nefsini Rabb'ine karşı hüsn-ü zanlı olmaya alıştırmalı ve Allah-u Teala'dan az bir amel karşılığı, fazlasını beklemelidir. Zira Hak Teala hakkında her ne kadar hayır çeşitlerinden zan edip beklese de Allah'ın lütfü, keremi onun üstündedir; insanın zannının sonu vardır. Ama O'nun kereminin sonu yoktur. Hak Teala ihsanının, hüsn-ü zannın karşılığı olduğunu haber  vermiştir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Sana hüsn-ü zanlı olanın zannını doğrula."

 O halde, -evliyanın diliyle açıklamak gerekirse- Hak Teala'nın kullarına karşı hüküm ve takdiri, hüsn-ü zan besleyenlerin zanlarını doğrulayıp gerçekleştirmek olarak tarif edilebilir. Bu durumda Hak Teala'nın kendisi buna daha evladır. Hatta insan, hadisleri incelediğinde Hak Teala, bir şahsın herhangi bir şeye hüsn-ü zannı olduğunda onu doğrulayıp, işi; onun güzel zannı doğrultusunda takdir buyurur, bu da Allah'a olan hüsn-ü zannından başka bir şey değildir. Bütün hayırların Allah'tan olduğunu bilip, hüsn-ü niyetle hareket edersek, bu güzel zanlarımızın, Allah Teala'dan doğrulanmış olarak bizlere iade edildiğini görürüz.

Sahih olan hadislerde duyurulduğuna göre eğer; birisinin bir taşa bile hayır zannı olursa, Allah-u Teala o taşta hayır yaratır. Ravi, İmam'dan, "Taştan da mı?" diye sorunca İmam, "Hacer-ül Esved'i görmüyor musunuz?" diye cevap verdi. Bu hadisten de Hak Teala-'nın, mü'minlerin birbirleri hakkında olan iyi niyetlerini doğrulayıp gerçekleştirdiğini anlıyoruz.

Allah Teala'nın mü'minlerin, ölen birisi hakkında ondan hayırdan başka bir şey bilmediklerine dair verdikleri şehadetlerini doğrulaması, hüsn-ü zannın önemini ortaya koyar. Hüsn-ü zannın, gereğinden başka bir şey söylememenin, insan için ne denli etkili olduğuna güzel bir örnektir bu. Hak Teala bu şahadeti geçerli kılar. Hadise göre, hakkında hüsn-ü zan olan ölü konusunda önemli bir engel olmadığı takdirde Allah Teala, hüsn-ü zannın gereğini, hem hüsn-ü zan sahibi ve hem de hakkında hüsnü zanda bulunulan şahıs hakkında gerçekleştirir. Ama  hakkında hüsn-ü zan olan şahısta bir engel söz konusu olursa, onu yalnızca hüsn-ü zan sahibi hakkında gerçekleştirir. Aynı şekilde eğer birisi, diğer birisine, onu hayır ehlinden zannettiği için saygı gösterirse, Allah Teala'nın, gerçekte ikram edilen şahsın cehennem ehli olduğunu bilmesine rağmen, hüsn-ü zanda bulunan şahsı, cennete götüreceği  hadislerde geçmektedir.

Kısacası, mü'min kardeşi hakkında ona emredilen hüsn-ü zan vazifesini yerine getirirse bunun sevabı hem mü'min kardeşine, hem de hüsn-ü zanda bulunana yetişir. Allah Teala'nın rahmetiyle, onun zannı doğrulanır, zannı gereğince iş yürür, ya da zannı yalnızca kendisi hakkında gerçekleşir. Zannedilen hakkında gerçekleşmemesi ise, zannedene bir zarar getirmez.

Mü'minlere karşı hüsn-ü zan taşımak büyük bir rahmet kapısıdır. Belki de cemaat namazının büyük sevabı olduğuna dair hadisler bu yüzdendir. Zira mü'minler cemaat imamına olan hüsn-ü zanları gereğince onun namazının kabul olduğunu zanneder ve onu kendileriyle Allah Teala arasında vasıta  kabul ederler. Allah Teala da, bu hüsn-ü zan sebebiyle hepsinin namazını kabul eder. Bu gibi örnekler çoktur. Bereket vesilesi sayarak mü'minin artığından içmek de bu yüzdendir. Zemzem suyundan alınan fayda da ondan umulana göredir. Büyüklerden birçoğu dünyevi veya uhrevi maksatlar için Zemzem suyundan içerek muratlarına erişmişlerdir.

Bazı dualarda istenmesi gereken  en iyi rızık, kesin iman ve Allah'a hüsn-ü zan olarak belirlenmiştir. Hatta bazı hadisler konunun önemini vurgulamak için, Allah Teala'nın, yersiz hüsn-ü zan iddiasını bile doğruladığını haber veriyor. İmam Sadık'tan (a.s) ulaşan bir hadiste şöyle buyuruluyor:

"Kıyamet günü, bir kulun cehenneme götürülmesi emredildiğinde o dönüp geri bakar. Allah Teala, "Kulumu geri çevirin" der. Geri getirilince Allah Teala ona, "Neden dönüp geri baktın" diye buyurur. O şöyle der: "Rabb'im, sana olan zannım bu değildi." O zaman Allah Teala, "Zannın ne idi?" diye sorar. O ise, "Rabb'im, sana olan zannım, beni affedip kendi rahmetinle bana cennette yer vermendi." der. O zaman Allah Teala şöyle buyurur: "Ey meleklerim, kendi izzetime, büyüklüğüme ve yüceliğime ant olsun ki, bu kulum bir saat bile bana hüsn-ü zanda bulunmamıştır. Eğer, bir saat bile bana hüsn-ü zanda bulunsaydı, onu ateşle korkutmazdım. Fakat yine onun bu yalanını doğrulayıp onu cennete götürün."

İşte bu ve benzeri ilahi Mükafat ve rahmetleri açıklayan diğer hadislere dikkat ettiğimizde, kalbimizdeki ilahi mükafatlara olan arzuların da Allah'a olan hüsn-ü zandan sayılması yönü güçleniyor. Çünkü bu arzular eğer; gerçek hüsn-ü zan olmasa da en azından buna aday olan niyetlerdir. Allah Teala kendi keremiyle bunları da gerçek hüsn-ü zanlar gibi doğrulayıp gerçekleştirir. Allah Teala'nın her iki dünyada da hükmü birdir. "Rahman (Allah)'ın yaratışında bir farklılık göremezsin."

Fakat hüsn-ü zan taşımak, hüsn-ü zannı bahane ederek işi bırakıp rahata dalmak anlamında değildir. Aksine, bu şeytanın hilelerinden birisidir. Allah Teala, Muhammed (s.a.a) ve pâk Ehl-i Beyt'i hürmetine bizi ve bütün mü'minleri şeytanın şerrinden korusun. Tam aksine hüsn-ü zan, Allah katında olana bütün bir vücutla yönelip, O'nun bah-şişlerine daha bir rağbetle bağlanmayı gerektirir. Zira, ilahi mükafatlarla tanışıp ondan yararlananlar, buna daha istekli olur, buna ulaşma yönünde zorlukların kolaylaştığını görürler. Ne istediğini ve istediğinin değerini bilen birisi için karşılığında verdiği şey az gelir.

Hz. İmam Rıza'dan (a.s) gelen bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah Teala, Hz. Davud'a (a.s) şöyle vahyetti: "Kulum bir hayır iş yaparsa onu cennete götürürüm." Hz. Davud (a.s): "O hayır nedir ya Rabbi?" diye sordu. Allah Teala şöyle buyurdu: "Bir mü'min kulumun üzüntüsünü, bir hurmanın yarısıyla bile olsa gidermektir." O zaman Hz. Davud (a.s): "Allahım, seni tanıyan kimse asla senden ümidini kesmez." dedi."

Öyleyse yer ile gök arası büyüklüğünde, hiçbir aklın düşünemediği hiçbir gözün görmediği, gerçek saadet yurdu olan cenneti, yarım hurma karşılığında lütfeden Allah'a, cahillerden başka kim sırt çevirir?!

Böyle kerem sahibi  birisiyle muamele yapmayı kim terk eder?! Terk ederse ne elde eder? yerini neyle doldurabilir?! O halde bir an için olsun Allah'a yönelmekte gaflet eden kimse, yerini hiçbir şeyin dolduramayacağı büyük bir şey kaybetmiş ve büyük bir zarara uğramıştır!

Heyhat heyhat! bununla karşılığı olmayan bir fırsatı el-den kaçırmış ve hiç bir şeyin telafi edemeyeceği bir zarara düşmüştür. İşte bunun için ve Allah Teala'nın kullarına olan büyük merhametinden dolayıdır ki, mukaddes İslam şeriatında; müminlerin bütün hareket ve duruşlarına büyük sevaplar vaadi verilmiştir. Hatta Hz. İmam Zeynül Abidin, (a.s) Şialarına şu duayı okumalarını öğretmiştir: "Ey Allah'ım, kalplerimizin bütün fısıltılarını, organlarımızın bütün hareketlerini ve dillerimizin bütün konuştuklarını, senin mükafatını kazanan şeylerden kıl." Diğer bir duada da şu tabirin yer aldığını görüyoruz: "Ey Allah'ım, senin zikrinden gayrı bir lezzetten, sana istiğfar ederim." Allah Teala'nın, mümin kullarından isteği, ondan muamele etmekten gaflet ederek, telafisi olmayan bir zarara düşmemeleridir. Bunun için ona giden yolları, mahlukatın nefesleri sayısınca karar kılmıştır. öyle ki, "Her kim, su içtiğinde Hz. İmam Hüseyin'in, (a.s) susuz şehid edildiğini, anıp o hazreti şehid edenlere lanet ederse, Allah Teala, ona yüz bin hayır yazıp, yüz bin günahı ondan giderir; onu yüz bin derece yüceltir. Yüz bin köleyi azad etmiş gibi sevap kazanır ve kıyamet günü onu korkusuz olarak meb'us kılar.

Böyle kerem ve mükafat sahibi sınırsız zenginliğe sahip olan Allah’ın kendisine muhtaç olan kulunun bir nefesini bile zayi etmeye razı olacağını mı sanıyorsun? Asla! O, bu zavallı kulunun tam manasıyla ona yönelmesini istiyor. Zira, O'na yönelmekten başka bir şeref olmadığı gibi, ondan gayri bir hayır kaynağı da yoktur. Kulu O'na yönelince, O da kuluna yönelir. O kuluna yönelince de fazl ve keremince davranıp onu bütün düşünceleriyle, hareketleriyle, duruşlarıyla, uykusu ve ayıklığıyla Rabb'inin rızasını kazanmayı amaçlamaya hidayet eder.

Hz. İmam Muhammed Bâkır'dan, (Allah'ın selamı ona olsun) gelen bir hadis de şöyle buyruluyor: "Allah Teala, Hz. Davud'a vahy ederek: Kavmine bildir, onlardan herhangi birisi, ben emrettiğim takdirde bana itaat ederse; benim de ona itaat ederek, bana itaat etmesinde ona yardımcı olmam bana hak olur. Eğer benden bir şey isterse ona veririm, eğer beni çağırırsa ona icabet ederim. Eğer bana sığınırsa ona sığınak olurum. Eğer benden yardım dilerse ona yardımcı olurum. Ve eğer bana tevekkül ederse onun açık noktalarında ben koruyucu olurum, eğer bütün halk ona bir hile yapmağa koyulsalar bile, ben hepsinin üstesinden gelirim." buyurmuştur.

Yine geniş rahmetinden dolayıdır ki, zavallı kulunu zararlı olanı bırakın, hatta yararsız olan şeylerle meşgul olmaktan şiddetle men etmiştir. El-Cevahir-üs Seniyye kitabında şunlar yer almaktadır: "Ey Adem oğlu, eğer kalbinin kasavetli, cisminin hasta, malının noksan, rızkının yoksun olduğunu görürsen bilmelisin ki, bunlar konuştuğun faydasız sözlerin yüzündendir."

Boş sözlerin böyle bir etkisi olduğuna göre haram sözlerin nasıl bir etkisi olacağı kendiliğinden bellidir. Buna göre boş söz konuşmak sana zehirden daha zararlıdır. Zira zehir senin ancak cismini tahrip edebilir. Oysa boş sözler kalbi katılaştırır, malı azaltır, rızktan mahrum eder, cismi de hasta eder.

Merhamet sahibi yüce Allah ise, kulunun böyle bir büyük bedbahtlığa düşmesine elbette ki razı olmaz. Hatta Allah Teala'nın, kulunu  faydasız sözlerden dolayı hesaba tuttuğu gibi, faydasız bakışlardan dolayı da hesaba çekeceği, bazı hadislerde yer almıştır.

İşte kulunun, bir bakışının da boşa gitmesini istememesinden dolayıdır ki, alimin yüzünü Kabe'ye, Resulullah'ın (s.a.a) neslinden olan seyyitlere ve ibret almak için mahluklara bakmayı ibadet kılmıştır. Hatta, bir saat düşünmeyi altmış sene ibadet etmeye eşit kılmıştır. "Nereye dönseniz orası Allah'ın vechidir." İmam Sadık (a.s), babaları yoluyla Hz. Resulullah'dan (s.a.a) rivayet ediyor ki:

"Allah Teala, Davud peygambere (Allah'ın selamı ona olsun) vahiy ederek şöyle buyurdu: Güneşte oturana güneş dar olmadığı gibi, rahmetime girene de rahmetim dar gelmez. Kötümser düşüncelere kapılmayana bir zarar gelmediği gibi de kötümser olanlarsa fitneden kurtulamazlar."

Görüldüğü üzere bu kutsi ilahi hitap, kurduğumuz bu ilkeye en büyük şahidlerden biridir ki, kötümser olan kimse, Allah Teala'ya olan su-i zannı yüzünden fitneden kurtulmayıp bedbahtlığa düşer. Kötümser olmayan kimseye ise, Allah Tela'ya iyi niyet taşıdığından dolayı kötümser olan şeyler bir zarar vermeyip, Hak Teala'ya olan hüsn-ü zannı hürmetine bela ondan def olur.

Kendisini Ehl-i Beyt'ten gelen hadislere adayarak onlara uyup, Allah'ın rahmetine giren bir kimse içinse, asla darlık söz konusu olamaz. Aksine her kapısından bin kapı açılan kapılar onun yüzüne açılır, sonunda ise ilim ve marifet nuruyla onu kalp ferahlığı makamına ulaştırır. Bu makam ise, Hak Teala'nın, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında övdüğü en faziletli makamdır. Allah Teala, Kur'an'da şöyle buyuruyor: "Senin sadrini (göğsünü) açmadık mı?"

Allah Teala bir kuluna minnet koyup bu makama ulaştırırsa o artık dünya ve Ahiret belalarının ulaşmadığı kimselerden olur ve eğer herhangi bir bela da ona ulaşırsa bu ancak diğerinin ve halkın nazarında beladır; yoksa onun kendi nazarında Allah Teala'nın ona gösterdiği bu belaya sabretme sonucu ulaşacağı Allah'ın rızası ve yüce makamlara nazaran en büyük lezzetlerden ve en afiyetli bahşişlerdendir.

İşte bu yüzden Aşura günü İmam Hüseyin 'in (a.s) bazı ashaplarına, belalar şiddetlendikçe yüzleri daha da açılır ve onları daha çok sevinç alırdı.

Allah Teala size ve bize bu makamları bağışlasın.

Dünyaya düşkün insanlar nerede böyle lezzetlere ulaşabilirler! Allah Teala bize yardımcı ve vekil olmakta yeterlidir.

ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.



[1] - Ankebut/13.