İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

Amr b. Şuayb, babası kanalıyla dedesinden şöyle rivayet edilmiştir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'e, "Ya Resulullah! Senden duyduğum her şeyi yazayım mı?" diye sorunca, "Evet" buyurdu. "Öfkeli ve sevinçliyken söylediklerinizi de mi?" diye sorduğumda da, "Evet" buyurdu; "Çünkü ben hiçbir durumda haktan başka bir şey söylemem."

Başak bir rivayette bu konu şöyle geçmiştir: Ben, "Sizden duyduğum şeyleri yazmama müsaade ediyor musunuz?" diye sordum. Hazret, "Evet" buyurdu. [148]

Abdullah b. Amr-ı As'tan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Resulullah (s.a.a)'ten duyduğum her şeyi yanımda bulundurmak için yazıyordum; nihayet Kureyş muahcirleri beni bu işten sakındırarak, "Sen Resulullah (s.a.a)'dan duyduğun her şeyi yazıyorsun; oysa Peygamber de bir beşerdir; öfke veya sevinç üzerine bir şey söyleyebilir!" dediler. Bu nedenle Resulullah (s.a.a)'in hadislerini yazmaktan sakınarak olayı Hazrete aktardım. Hazret ağzına işaret ederek bana, "Canım elinde olan Allah'a andolsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz" buyurdu. [149] Başka bir rivayette bundan sonra şöyle geçer:

Abdullah, Resulullah (s.a.a)'ın huzuruna gelerek, "Ya Resulullah! Hadislerinizi diğerlerine anlatmak için onları yazıp aklıma yerleştirmek istiyorum. Buna izin veriyor musunuz?" diye sordu. Hazret, "Eğer benim hadisimse yazarak aklına yerleştir" buyurdu.[150]

Amr b. Şuayb, babası kanalıyla dedesinden şöyle rivayet eder: Ben Resulullah (s.a.a)'e, "Ya Resulullah! Sizden duyduğumuz hadisler aklımızda kalmıyor; onları yazalım mı?" diye sorunca, "Yazın" buyurdu.[151]

Şimdi şöyle bir soruyla karşılaşmaktayız: Sahih hadislerde geçtiği gibi Resulullah (s.a.a) halkı hadislerini yazıp yaymaya teşvik ve emretmişse, daha önce değindiğimiz sözde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hadisleri yazmayı yasakladığını bildiren rivayetler o hazretten nasıl rivayet edilmişlerdir?

Bu sorunun cevabı şudur: Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin yazılmasını engelleyen Kureyş, yani muhacirlerin, o hazretin vefatından önce de vasiyetinin yazılmasını engellediklerini görmekteyiz; Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra da ikinci halife var gücüyle hazretin hadislerinin yazılmasını engelledi; yazılan hadisleri de bir araya toplayarak yaktı. Böylece Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin yayılmasını engelledi ve Medine'de buna karşı çıkan sahabeleri tutukladı!

Ondan sonra, Kureyiş'in üçüncü halifesi Osman b. Affan da onun bu metodunu sürdürdü. İşte bu yüzden bir grup sahabenin hakim gücü takip etmesi tamamen doğal bir şeydir.

Ve yine sahabeden Ebuzer-i Gaffarî gibi bir grubunun bu harekete karşı çıkarak Resulullah (s.a.a)'in hadislerini yaydıklarını ve bundan dolayı ıstırap ve şiddete maruz kaldıklarını görmekteyiz. Bu kitabımızın ilerideki konularında Emirulmüminin Ali (a.s)'ın Ebuzer'i bu tutuma teşvik ettiğine değineceğiz. Doğal olarak Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.a) hadislerinin yazılmasına kendi hilafeti döneminde teşvik etmiştir; Hz. Ali (a.s), ibadet mihrabında şehadet şerbetini içtikten sonra Muaviye hilafete geçince yayılmasını istemediği Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin yazılmasını engellemesi çok zordu. Dolayısıyla, emellerine ulaşmak için bazı kişilerin düşüncelerinden yardım almak zorundaydı. İşte bu nedenle kendi taraftarlarından yardım aldı; onlar da onun hükümeti döneminde, peygamberin, hadislerinin yazılmasını engellediği doğrultusundaki -uydurma- rivayetleri yaydılar ki bu da Resulullah (s.a.a)'in hadislerinde çelişki görünmesine neden oldu. Tıpkı Resulullah (s.a.a)'in, "Benim hadislerimi yazın" rivayeti karşısında nakledilen, "Benim hadislerimi yazmayın" hadisi gibi. Evet, Resulullah (s.a.a)'ten böyle çelişkili rivayetler nakledilmiştir.

Dolayısıyla, birbiriyle çelişkili hadislerle karşılaştığımızda, zamanın hakim gücünün siyasetleriyle bağdaşan hadisleri kabul etmememiz yeterlidir.

Şunu da söyleyelim ki, hadis rivayet ve naklinin yasaklanmasının yegane sebebi Müslümanlar arasında Emirulmüminin Ali (a.s)'ın faziletlerinin yayılmasını engellemekti. Özellikle halkı Cuma hutbelerinde Müslümanların minberlerinde Hz. Ali (a.s)'a lanet etmeye zorlayan Muaviye'nin hilafeti döneminde! Nitekim kitabımızın birinci cildinde, Hz. Ali (a.s)'ın faziletlerinin gizlenmesi ve o hazrete lanet etmenin yaygınlaşması bölümünde buna değindik.

* * *

Daha önce, Muaviye açısından hükümet ve yönetim siyaseti, halkın dikkatini Ehlibeyt (a.s) Mektebinden Hulefa Mektebine çevirmeyi gerektiriyordu. Nitekim onun, Müslümanların imam ve rehberleri hakkındaki görüşlerini değiştirmeye çok ihtiyacı vardı. Çünkü Müslümanlar, önderlik için Resulullah (s.a.a)'in en mükemmel örnek biliyorlardı ve o hazretin varlığı onlar için insanın varabileceği kemalin timsaliydi; o günah işlemez ve heveslerinin isteği doğrultusunda hareket etmezdi.

Bu sebepler sapık kişiler dışında Müslümanları Muaviye'yi izlemekten ve onu imam ve önder olarak ve daha kötüsü, sürekli sarhoş olup gününü Allah'a karşı günah işlemekle geçiren Yezid gibi bir kişinin veliahtlığını kabul etmekten alıkoyuyordu.

İşte bu nedenle Muaviye, Müslümanları görüşünü Resulullah (s.a.a) gibi apaçık bir örnekten saptırmak zorundaydı. Dolayısıyla onun emriyle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bazı eşleri ve bazı sahabenin dilinden o hazreti Yezid ve Muaviye gibi nefsanî heveslerini izleyen bir kişi olarak tanıtan hadisler uydurdular![152]

Bunun yanı sıra, ehl-i kitap ulemasının yalan yere geçmiş peygamberlerden naklederek Müslümanlar arasında yaydıkları israiliyat, kendi payınca Muaviye'nin hedeflerini teyit eden apaçık delillerdi. Ayrıca, Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin yazılmasının engellenişi ve onların ravilerinin hafızalarında bulundurduklarına güven, suyu daha bir bulandırıp şartları daha da zorlaştır, israiliyat ve uydurma rivayetleri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gerçek rivayetleriyle iyice karıştırdı!

Böylece Muaviye'nin hükümeti döneminde onun isteğiyle Hulefa Mektebinde  İslamî düşünce özel bir görünüm kazandı ve o zamandan itibaren bu düşünce tarzı Hulefa Mektebinde resmî İslam sayıldı! Böyle bir İslam'a karşı gelenler ise tardedilip uzaklaştırıldılar. Muaviye'nin planladığı bu resmî İslam veya İslamî düşünce günümüze kadar hayatını sürdürdü. Muaviye'den sonra, Resulullah (s.a.a)'in ciğer paresi İmam Hüseyin (a.s) ve ehlibeytinin şehadeti bu sapmanın sınırını belirlemiş, Yezid ve girişimlerinin gerçeğini ortaya çıkarmış, gerçek çehrelerini arkasında gizledikleri hilafet makamını kutsallıktan çıkarmıştır. Ondan sonra da hükümetle saltanat bir tarafta, dinle diyanet de diğer tarafta yer almıştır.

* * *

Buraya kadar, Hulefa Mektebi'nin Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hadisleri karşısında tutumunu inceledik. Resulullah (s.a.a)'in hadisleri konusunda Ehlibeyt (a.s) Mektebinin tutumunu incelemeden önce, fıkıh ve içtihat konusunda iki mektebin tutumunu incelemek istiyoruz.

Geçmişe dönelim:

Hulefa Mektebinde, hicretin ikinci asrının başlarına kadar Resulullah (s.a.a)'in sünnetinin yazılma ve yayılmasını engellenişi, ahkam ve müçtehitlerin görüşlerine uygun davranma konusunda ve bazı durumlarda Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gerçek sünneti karşısında içtihat kapısının açılışının en önemli sebeplerindendi. İlerideki konumuza bu konuyu inceleyeceğiz inşallah.

 

3. Bölüm

İki Mektebin Fıkıh ve İçtihat Konusunda Tutumu

1- Hulefa Mektebinde İçtihat Kavramının Değişime Uğraması

2- İçtihadın Adlandırılışı

3- Hicretin Birinci Asrında Hulefa Mektebinin Müçtehitleri ve Onların İçtihatları -Halifeler, Sahabe ve Tabiinden Olan Müçtehitler-

4- Bu Müçtehitlerin İçtihat Konuları:

a- Resulullah (s.a.a)'in İçtihat Konuları

b- Ebubekir ve Ömer'in İçtihat Konuları

5- Humus Konusunda Ebubekir ve Ömer'in İçtihadı

6- İki Mut'a Konusunda Ömer'in İçtihadı

7- Hicretin İkinci Yılından Sonra İçtihat

İçtihadın Gerçeği, Değişime Uğraması ve İçtihada Uygun Davranmanın Delilleri

 



 

 

 

 

 

 

 

İslam toplumunda içtihat ve fıkıh kavramları birbirine karışmış, ayrılması mümkün olmayan bir hale gelmiştir. Önce Hulefa Mektebinde içtihad kavramını ele alacak; sonra da Ehlibeyt Mektebinin bu konudaki tutumu değerlendireceğiz -İnşaallah-.

-1-

İçtihad Kavramının Hulefa Mektebinde Değişime Uğraması

İçtihat ve müçtehit kavramları sahabe ve tabiin döneminden uzun bir süre sonra kullanılmaya başladı. Çünkü sahabe ve tabiin, daha önce kendi yanından hükümlerin değiştirilmesini "tevil" diye adlandırıyorlardı. Halid b. Velid'in, Resulullah (s.a.a)'in temsilcisi Malik b. Nuveyra'yı öldürmesi olayında olduğu gibi... Halid bu davranışından dolayı halife Ebubekir'e: "Ey Resulullah (s.a.a)'in halifesi! Ben tevil ettim; ama isabet etmeyip yanıldım" diye mazeret getirmiştir.

Ömer'in Halid için; "O zina etti, onu recmet", demesi üzerine Ebubekir, "Onu recmedemem. O tevil etti ve yanıldı" şeklinde cevap vermiştir.[153]

Zührî'nin Urve kanalıyla Aişe'den rivayet ettiği şu rivayette de böyledir:

"Namaz ilk farz olduğunda iki rekatti; bu namaz seferî namazı oldu; sefer dışında kılınan namaz ise tamamlandı (dört rekata oldu)."

Zührî der ki: Urve'ye; "O halde neden Aişe seferde namazı tam kılıyordu?" diye sordum. Urve, "O, Osman gibi tevil ediyordu" cevabını verdi.[154]

İbn-i Hazm 'el-Fasl' adlı kitabında şöyle diyor: "Ebu'l-Gadiye, Ammar (r.a)'i öldürdü. O, Rıdvan Biati'ne katılmış, Allah'ın, temizliğine şahitlikte bulunduğu; kalbinde olanları bildiği, kendisine sükunet indirdiği ve ondan razı olduğu kişidir. Ebu'l-Gadiye tevilde yanılarak Ammar'a haksızlıkta bulunmuş içtihadında hatalı bir müçtehittir. Ona Allah katında ancak bir sevap vardır. Osman'ın (r.a) katilleri ise böyle değildir. Çünkü onu öldürmeleri için içtihat yapmaya hakları yoktu.[155]

İbn-i Hacer, Ebu'l-Gadiye'nin biyografisinde şöyle diyor: Bütün o savaşlarda sahabelerle ilgili güçlü ihtimal şudur: Onların hepsi tevilde bulunmuşlardır. Yanılan müçtehide ise Allah katında bir sevap vardır. Tevil ve içtihat hakkına tüm insanlar sahipse, sahabenin buna sahip olması daha önceliklidir.[156]

İbn-i Hazm, 'Muhalla' adlı kitabında, İbn-i Türkmenî de 'Cevheri'n-Nakî'de şöyle demişlerdir: İslam ümmetinden hiç kimse, Abdurrahman b. Mulcem'in Ali'yi öldürürken hak yolda olduğunu sanan, tevilde bulunan bir müçtehit olduğunda konusunda ihtilafa düşmemiştir. İşte bu yüzden İmran b. Hattan onun hakkında şöyle demiştir:

 

Bu, takvalı birinden öyle bir vuruştur ki,

Bununla ancak Arş'ın sahibinin rızasını istedi.

 

Ben o günde Allah'ın katında onun,

Terazisinin herkesten ağır olacağını sanıyorum.[157]

 

Şeyh Abdullatif 'Savaik'e yazdığı dipnotta şöyle diyor: Ali dönemindeki bütün sahabeler; ister yanında yer alsın, ister karşısında; isterse savaşan her iki ordudan çekilip gitmiş olsun; hepsi tevil etmişlerdir. Onlar bu hareketlerinden dolayı da adaletten düşmüş olmazlar![158]

İbn-i Kesir, Yezid hakkında şöyle der: Onun yaptığı kötülükleri ve işlediği günahları, "Tevil etti ve yanıldı" diye yorumlamışlar ve hakkında şöyle demişlerdi: "O, bütün bunlarla birlikte azledilmez fasık bir imamdı!... Ona karşı isyan etmek de caiz değildir. Onun, Hirre günü Medine ehlinin başına gelen habere pek çok sevinmesinin sebebi de, kendisini imam görmesi, Medine halkının ise kendisine karşı isyan edip başlarına başka bir emir getirmesidir. Dolayısıyla, onun kendisine itaat etmeleri ve cemaatin yoluna dönmeleri için onlarla savaşmaya hakkı vardı.[159]

Yukarıda zikrettiğimiz birinci rivayette de sahabe Halid b. Velid ve halife Ebubekir, Malik b. Nuveyre'yi öldürmeyi ve onun eşiyle bulunmayı 'tevil' diye adlandırmışlardır.

İkinci rivayette de, tabiinden olan Urve b. Zübeyr, Aişe'nin seferî namazı kendisinin rivayet ettiğinin aksine tam olarak kılmasını Osman'ın tevili gibi bir tevil diye adlandırmaktadır.

Ondan yıllar sonra h. 456'da ölen İbn-i Hazm'ın, Ammar b. Yasir'i öldüren Ebu-l Gadiye'yi, tevil ederek hataya düşen ve bir sevap alan müçtehid olarak tanımlamaktadır.

Yine görüyoruz ki, o ve h. 750'de yaşayan İbn-i Türkmenî-i Hanefî de onunla aynı görüşe sahip olup İbn-i Mulcem'i, İmam Ali (a.s)'ı öldürmek hususunda (tevil eden) bir müçtehit saymaktadırlar.

Yine görüyoruz ki, İbn-i Hacer (ö. h. 852) Hz. Ali (a.s)'a karşı yapılan savaşlara katılan bütün sahabelerin tevil ettiklerini söylemekte ve tevilinde hataya düşen müçtehidin ise bir sevap kazanacağını vurgulamaktadır!...

* * *

Böylelikle kendi reyine göre amel etmeye önce tevil, sonra da içtihat adı verilmiştir. Sonra Hulefa Mektebi uleması sahabe ve halifeleri bu konuda örnek alarak, kendi reyleriyle amel için içtihat kapısını açtılar. Ancak onlar buna ilaveten kendi reyine göre amel etmek için buna bir takım ilkeler ve kurallar koydular; bir takım isimler takarak usul ilminde buna geniş şekilde yer verdiler. Bu koydukları ilkelere başvurarak, bu şekilde hükümleri çıkarmayı 'içtihat' ve bunu yapanları da 'müçtehit' diye adlandırdılar. Oysa şer'î ıstılahta din ilimlerine 'fıkıh', din alimine de 'fakih' denmektedir. Onun için burada şu üç konu üzerinde durmamız icap edecektir:

1- Adlandırma (tanımlama).

2- Birinci asırda müçtehitler ve içtihatları.

3- İkinci asır ve sonrasında içtihat ve sahabenin amellerinden hükümlerin istinbatı (çıkarılması).

-2-

İÇTİHADIN ADLANDIRILMASI

 

Lügatte ve Şeriatta Tevil

Sa'leb olarak bilinen Ebu Abbas Ahmed b. Yahya (ö. 291 hk.) şöyle der: "Tevil, mana ve tefsir aynı anlama gelirler."[160]

Cevherî (ö. 396 hk. ) şöyle der: "Tevil, mananın kendisine döndüğü şeyin tefsiri ve açıklanmasıdır."[161]

Ragıp (ö. 502 hk. ) der ki: "Tevil 'evl' kökünden olup bir şeyin asla dönüşüdür. 'Mev'il' ise kendisine dönülen yere denmektedir. Lügatte te'vilin anlamı; bir şeyi, o şeyden kasdedilen asıl amacına döndürmektir. Kur'an-ı Kerim'de de bu anlamda geçer:

1- "Onun tevilini (maksadını), ancak Allah bilir; ilimde derinleşenler de..."[162]

2- "Onlar tevilinden başka bir şey mi bekliyorlar? Onun tevili geldiği gün..."[163] Ve yine, acaba onun "tevilinden", yani maksadını açıklamasından başka bir şey mi bekliyorlar?[164]

Kur'an ve sünnette te'vil, rüyanın tabiri için de kullanılmıştır. Nitekim Hz. Yusuf'un kıssasında, "Bize onun tevilinin haberini ver!.." (Yusuf, 36) şeklinde geçmiştir. Hayber savaşına Resulullah (s.a.a) de rüyasının tabirinde şöyle buyurmuştur: "Rüyamda gördüğüm zırhı, Medine şehri olarak tevil ettim."[165]

Lügatte tevilin manası budur; bu örnekler de kullanılış şeklini göstermektedir. Sahabe ve tabiin tevil ifadesini istiare etmiş ve hükümlerin değiştirilmesine tevil adını vermişlerdir. Böylece Hulefa Mektebinde 'te'vil' yeni bir anlam kazandı.

İbn-i Esir şöyle der: Tevil; bir şeyin bir şeyden intikal ederek ona rücu edilmesi ve ona gidilmesidir. Tevilden maksat; sözcüğün zahirinin vaz olan asıl manasından delile ihtiyaç duyulan bir manaya aktarılmasıdır; şöyle ki, eğer o delil olmazsa, sözcüğün zahiri manası terk edilmez.[166]

Sözcüğün anlam ve delaletini böylelikle değiştirdiler; bu değişiklik de hadis kitaplarında yayıldı. Öyle ki Buharî kendi Sahih'inde, 'Edep' kitabında, "bab-u men ekfere ehahu min gayr-i tevilin fe huve kema kale" ve "bab-u men lem yere ikfare men kale zalike müteevilen ve cahilen" başlığında bir bölüm açmıştır.[167]

İbn-i Hacer, Buharî'nin, Fethu'l-Barî şerhinde, "mâ câe muteevvilin" bölümünde şöyle demektedir: Velhasıl; Müslüman'ı tekfir eden, tevilde de bulunmuyorsa, yerilmeyi hakketmiştir. Belki de kafir kendisidir. Eğer bunu tevil ederek yapıyorsa, tekfir etmesi de doğru olmaz; tekfir eden kişi küfre ulaşmaz; ancak zemmedilir, uyarılır, hatası gösterilir, gerekirse cezalandırılır. Ama fakihlerin çoğunluğunun görüşüne göre birinci şıka ilhak edilmez. Eğer tekfiri câiz olan bir teville olursa, o zaman zemmedilmez, bilakis doğruya gelinceye kadar ona delil getirilir.

Alimler demişlerdir ki: Her tevil eden, teviliyle mazurdur. Eğer tevili Arap dilinde câizse, o zaman suçlu değildir. Onun (bu şekilde tevil ve tevilin) ilimde yeri vardır.[168]

İşte tevil kavramını bu şekilde değiştirdiler ve son zamanlarda örflerinde tevillerini 'içtihat' diye adlandırdılar. Şimdi de birinci yüzyıldaki müçtehitler ve onların içtihatlarını inceleyeceğiz.

-3-

BİRİNCİ ASIRDA HULEFA MEKTEBİ MÜÇTEHİTLERİ VE ONLARIN İÇTİHATLARI

 

A- Elçilerin Efendisi Hatemu'l-Enbiyâ Hz. Resulullah (s.a.a)

İbn-i Ebu'l-Hadid-i Mu'tezilî, Ebubekir ve Ömer'in, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in emrine itaatsizlik ederek Usame'nin ordusuyla gitmeyişleri konusunda mazeret getirerek, "Resulullah (s.a.a)'in orduları dört bir yana, itaatsizlik edilmesi haram olan ilahî vahiy üzere değil, kendi içtihadıyla gönderiyordu!"[169] diyor ve daha sonra bu konuda geniş bir şekilde Resulullah (s.a.a)'in içtihatlarından bahsediyor.

Ömer'in içtihadı konusunda ise, Resulullah (s.a.a)'in hükmünü 'içtihat' diye nitelendirdikleri başka bir yer daha var; biz orada Resulullah (s.a.a)'in içtihadı konusunda onların delilini geniş bir şekilde açıklayıp bu konuda kendi görüşümüzü açıklayacağız inşallah.

İşte bu nedenle, içtihadı tamamen Resulullah (s.a.a)'ten nefyeden İmamiye Mektebi inancının tam aksine, Resulullah (s.a.a)'in ismini, Hulefa Mektebinde birinci asrın müçtehitlerinin başında getirdik.

B- Birinci Halife Ebubekir

Kuşçî, Hace Nasruddin Tusî'nin "Tecrid" adlı kitabına yazmış olduğu şerhinde, Ebubekir'in Fucaet-i Selemî'yi diri diri yakışını, üvey kardeş ve büyükannenin mirastan ne kadar aldığı konusunu bilmeyişini eleştiren Şeyh Tusî'ye cevaben şöyle diyor:

Ebubekir, Fucaet-i Selemî'yi yakmak konusunda içtihat etmiş ve içtihadında yanılmıştır; onun gibi müçtehitlerin sayısı oldukça fazladır. Üvey kardeş ve büyükannenin mirastan aldığı pay konusunda ihtilaf ise müçtehitler arasında vuku bulan yeni bir şey değildir; çünkü müçtehitler şerî hükmü ahkam kaynaklarından çıkarırı ve o konuda daha bilgili olan kimseden sorarlar...[170]

Yine Ebubekir'in neden Halid b. Velid'e hadd uygulamadığı ve ona kısas yapmadığı konusunda şöyle diyor: Halid b. Velid savaş meydanında Malik'in karısını nikahlamıştı ve bu da müçtehitlerin içtihat konularındadır!

Yine diyor ki: Ömer'in Ebubekir'e öfkelenmesi, onun Ebubekir'in imametini eleştirmesi anlamına gelmez; onun böyle bir niyeti yoktu; Ömer'in itirazı, bazı müçtehitlerin birbirlerini eleştirmeleri türündendir![171]

C- Müçtehid Sahabe Halid b. Velid

İbn-i Kesir şöyle yazıyor: Halid b. Velid, Malik b. Nuveyre'yi öldürme konusunda içtihat etmiş ve içtihadında yanılmıştır; buna rağmen Ebubekir, Halid'i ordusunun komutanı yapmıştır.[172]

D- İkinci Halife Ömer b. Hattab

İbn-i Ebi'l-Hadid, Ömer'e yöneltilen, "O, beytülmaldan yersiz bağışlarda bulunuyor, Ehlibeyt'e humus verilmesini önlediği halde Aişe ve Hafsa'ya her yıl on bin dirhem veriyordu!..." şeklindeki beşinci eleştirinin cevabında şöyle diyor: Beytulmal, toplanan malları yerinde harcanması içindir; onun için zamanın önderi onu az veya çok ödenmesinde içtihat edebilir. Humus konusu ise içtihadî bir mevzudur...!

Yine diyor ki: Ömer, hüküm verdiği hiçbir konuda içtihat dairesinin dışına çıkmamıştır. Eğer birileri bu gibi konularda onu eleştirip kınayacak olursa gerçekte sahabenin gidişatı olan içtihadı eleştirmiş olur.[173]

İbh-i Ebi'l-Hadid, İbn-i Cevzî'nin "Humus içtihat konularındandır" dediğini naklediyor.[174]

Verdiği hüküm ve emirlerde çelişkiye düşen, öyle ki, büyükbabanın mirasta aldığı pay konusunda yetmiş ve bir rivayete göre de yüz çeşit hüküm veren(!) veya Allah Teala bütün insanlar arasında eşit davranılmasını emrettiği halde bazılarını diğerlerine tercih eden, hükümlerde kendi tahmin ve sanısına ve kişisel görüşüne göre konuşan Ömer'e yöneltilen yedinci eleştirinin cevabında, "İçtihadî konularda deliller ve zannın galip gelmesi nedeniyle görüş farklılığı ve görüş değiştirmek câizdir" söyleyenlerin sözünü getirmiş ve sonra da şöyle demiştir:

"Asıl problem bu konuda yapılan kıyas ve içtihattır; eğer bu ikisi kabul edilecek olursa artık böyle bir eleştiri anlamsız olur."[175]

Kuşçî de Hace Nasiruddin Tusî'nin, "O, Resulullah (s.a.a)'in eşlerine bağışta bulunup onlara maaş bağlandığı halde Fatıma ve Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyt'ini humuslarını almaktan mahrum etmişti; büyükbabanın mirasta payına düşen şey konusunda yüz farklı hüküm vermiş, beytülmalden alınan hak ve bağış konusunda bazı kişileri diğerlerine tercih etmişti; oysa Resulullah (s.a.a)'in döneminde böyle bir şey yoktu" şeklinde Ömer'i eleştirilerine karşı şöyle diyor: Bu dört eleştirinin cevabı şudur: Bunlarda hiçbir türlü eleştiriye yer yoktur; çünkü bunlar bir müçtehidin diğer bir müçtehitle ihtilaf ettiği içtihadî konulardandır![176]

Gerçekte Kuşçi şöyle diyor: Halife Ömer'in bu gibi şeylerde Resulullah (s.a.a)'e muhalefeti, Ömer gibi bir müçtehidin Resul-i Ekrem (s.a.a)' gibi başka bir müçtehitle muhalefeti türündendir ve bu açıdan hiçbir şekilde Ömer'i eleştirmek doğru değildir!!![177]

E- Üçüncü Halife Osman

Kuşçî, "Osman, cinayet işleyen Ubeydullah b. Ömer'i serbest bıraktı" eleştirisine karşı şöyle diyor: "Osman, bu cinayet, kendisinin hilafete ulaşmasından önce gerçekleştiği için  içtihat ederek bu konuda hüküm vermenin kendi üzerine düşmediğini gördü."[178]

İbn-i Teymiye de bu alanda, "Bu mevzu içtihadî bir konudur" diyor.[179]

İbn-i Ebi'l-Hadid, "Osman Resulullah (s.a.a)'in emriyle Medine'den çıkarılan Mervan b. Hekem'i geri getirdi" eleştirisine verdikleri cevabı şöyle kaydetmiştir: Hatta Resulullah (s.a.a) Mervan b. Hekem'in Medine'ye döndürülmesini emretmemiş olsa ve Osman kendi içtihadıyla bu sonuca varsa bile, yine de onu geri döndürme hakkına sahipti; çünkü zamanın şartları sürekli değişir![180]

İbn-i Teymiye ise, "Bu içtihadî bir konudur!" diyor.

Osman'ın, İbn-i Mes'ud'a karşı eleştirilen davranışı hakkında ise şöyle diyor: Eğer onların her biri söz ve davranışlarında içtihat etmiş iseler, Allah onların iyi işlerini mükafatlandıracak, kötü ve çirkinişlerini ise affedecektir.

Daha sonra diyor ki: İmam içtihat yoluyla bir cezalandırma yapacak olursa Allah katında ecir ve mükafatı vardır. Onlar da yaptıkları işlerde müçtehitlerdi; bir günah işlemiş değillerdir. Aksine, içtihatları nedeniyle sevap da almışlardır; aynen Ebubikre'nin Muğire aleyhine tanıklığı gibi. Ebubikre seçkin Müslümanlardan, iyi ve temiz bir kişi olup tanıklığında bilinçli biriydi; o tanıklığının ecir ve mükafatı olduğuna inanıyordu.[181] Osman'ın İbn-i Mes'ud ve Ammar'ı cezalandırması konusunda davranışı da bu doğrultudadır. Birbirlerini öldüren o kişiler müçtehit olup günahları bağışlanacaksa,[182] birbirleriyle savaşanlar bu bağışlanmaya daha layıktırlar.[183]

Osman'ın Cuma gününde üçüncü ezanı eklemesi eleştirisine, "Bu da içtihat konularındandır" cevabını veriyor.[184]

İbn-i Hacer-i Heytemî "Sevaik" adlı kitabında şöyle yazıyor: İbn-i Mes'ud, Osman hakkında oldukça fazla kötü konuşuyor, onu eleştiriyordu; azledilmesi onun çıkarınaydı.[185] Her ne kadar içtihat yaptığı konularda eleştirilmezse de; ancak bu melun eleştiricilerin akıl ve idrakleri yoktur.[186]

İbn-i Mes'ud'un hakkının engellenmesi konusunda da şöyle diyor: İbn-i Mesud'un haklarının engellenmesi ve onun devlet erkanından uzaklaştırılmasına hakkında tembih edilmesini gerektiren raporlarını aldığı zaman emretti. Ayrıca bunların her biri müçtehit oldukları için birinin diğerine karşı davranışı eleştirilmez.[187]

"Osman halkla birlikte hac yapınca neden Mina'da namazını tam kıldı" eleştirisine de şöyle cevap veriyor: Bu içtihadî bir konu olduğundan bunu eleştirmek cahilliktir, çirkin ve açık bir aptallıktır. Çünkü ulemanın çoğu yolculukta namazı seferî kılmak farz değil, câiz bir ameldir" diyor.[188]

F- Müçtehide Ümmü'l-Müminin Aişe

İbn-i Teymiyye, Alleme'nin[189] Aişe'ye itirazını şöyle cevaplandırıyor: Alleme'in, "Aişe Allah Teala'nın "Uslu uslu evlerinizde oturun; cahiliye dönemindeki gibi (toplumda) kendinizi göstermeyin" ayetine karşı çıkmıştır, sözüne gelince; şunu demek gerekir ki Aişe cahiliye dönemindeki gibi dışarı çıkmamıştır; evde uslu uslu oturmak, bir maslahat için evden çıkmakla çelişmez..."

Daha sonra şöyle diyor: "Eğer onların (Peygamber'in eşlerinin) seferî bir maslahat içindiyse; bu durumda Aişe'nin bu sefere çıkması câizdi. Çünkü Aişe seferinin Müslümanların maslahatına olduğuna inanıyordu; nitekim o böyle tevil etmişti...!"

Yine, "İçtihadında hata yapan müçtehidin, hatası bağışlanır" diyor.

Sonra da, "Aişe evinde oturmadığı için bağışlanır; çünkü o müçtehit ve tevil eden bir kadındı" diyor ve peşinden şöyle ekliyor:

"Aişe -r.a- evinden çıkmıştır" eleştirisine şu şekilde cevap verilir: Eğer müçtehit hataya düşerse, Kitap ve sünnet gereğince hatası bağışlanır."[190]

Kurtubî de Aişe'nin bu davranışına şu mazereti getiriyor: Aişe müçtehit ve içtihadına isabetli olan bir kadındı; yaptığı tevilde mükafatı ve içtihadında ecri olan bir kadındı; çünkü her müçtehid verdiği hükümde isabetlidir.[191]

G- Müçtehit Muaviye b. Ebusüfyan

İbn-i Hacer-i Heytemî, Tathiru'l-Lisan adlı kitabında Muaviye'yi şöyle tanıtıyor: "Eşsiz fakih ve müçtehit, emsalsiz alim Muaviye b. Ebusüfyan!"[192]

H- Muaviye'nin Veziri Amr b. As

İbn-i Hamz'ın "el-Fasl" adlı kitabında bu konudaki sözü özetle şöyledir: "Muaviye ve onunla birlikte olanlar içtihatlarında hata eden ve bu yüzden sadece bir mükafatı hakkeden müçtehitlerdir."[193]

Yine diyor ki: "Muaviye -Allah ona rahmet etsin- hataya düşmüş ve müçtehit olması hasebiyle bir mükafatı hakketmiştir."[194]

Muaviye ve Amr b. As'tan bahsettiği başka bir yerde ise şöyle diyor: "Bu ikisi, kan dökme meselesinde içtihat etmişlerdir. Nitekim müftüler de içtihat eder ve bazen bir müftü sihirbazın öldürülmesini gerekli görürken diğer biri buna karşı çıkar. O halde cehalet, bilinçsizlik ve konu karıştırılması olmazsa böyle içtihatlarla Muaviye ve Amr-ı As ve diğerlerinin içtihadı arasında ne fark olabilir ki?!"[195]

İbn-i Teymiyye de Muaviye'nin işlerini, "O, müçtehitti" diyerek mazur görmüş ve "O, bu konuda Ali b. Ebutalib gibidir" demiştir.[196]

İbn-i Kesir ise, Muaviye müçtehitti ve ecri vardır inşallah" demiştir.[197]

Amr-ı As'la Ebu Musa arasında gerçekleşen hakemiyet olayını anlattıktan sonra şöyle diyor: "Amr-ı As maslahat gördüğü için Muaviye'yi hilafete atadı; bazen müçtehit içtihadında hataya düşebileceği gibi bazen de isabetli olabilir..."[198]

İbn-i hacer-i Heytemî, Savaik adlı kitabında şöyle diyor: "Ehl-i Sünnet ve cemaat mektebinin inançlarından biri de şudur: Muaviye Ali'nin döneminde halife değildi; aksine padişah sayılıyordu; onun içtihadına bir ecir vardır; Ali'nin ise biri içtihadı ve diğer ise içtihadında isabetli olması nedeniyle iki ecri vardır..."[199]

İbn-i Hacer, "Tathiru'l-Cenan-i ve'l-Lisan ani'l-Hutur-i ve't-Tefevvuh bi selb-i seyyidina Muaviye b. Ebusüyfan" adlı kitabında şöyle yazıyor:

"Muaviye'nin içtihadı nedeniyle ecri vardır. 'O, müçtehit içtihat eder de içtihadında isabetli olursa iki ecri ve eğer yanılırsa bir ecri vardır" hadisi gereğince içtihat etmiş ve ecir almıştır. Şüphesiz Muaviye müçtehitti ve eğer içtihadında yanılmışsa mükafat alır; onun yaptığı işlerin hiç bir sakıncası da yoktur."[200]

Daha sonra uzun uzadıya Muaviye'nin içtihadını ispatlamaya çalışıyor.[201]

Yine "Savaik" adlı kitabında "baği" sözcüğünün anlamını açıklarken şöyle yazıyor: Son dönemdeki imamlarımızdan birinin kitabı olan "Envar" kitabında şöyle geçmiştir: "Baği" fasık ve kafir anlamında değildir; bağiler, görüş ve davranışlarından hatalı olan kişilerdir. Dolayısıyla, Muaviye'nin kınanması doğru olmaz; çünkü o sahabenin ileri gelenlerindendir![202]

Şeyh Abdulvahhab Abdullatif,[203] İbn-i Hacer'in Tathiru'l - Cinan adlı kitabının haşiyesinde, "Sahabeden bir çoğu Muaviye'nin girişimlerini eleştirmişlerdir" diyen "Derasetu'l - Lebib" kitabının bazı konularını naklettikten sonra şöyle yazıyor: "Bu gibi şeyler, görüş farklılığı veya nasstan haberi olmayışı gibi sebeplerle bütün müçtehitlerin başına gelmiştir. Böyle şeyler ister sahabe olsun, ister olmasın herkesin başına gelmiştir. Bunlar Muaviye'nin müçtehitler katogorisinden çıkmasına neden olmaz!"

I- Ammar Yasir'in Katili Ebu Gadiye

İbn-i Hazm, "el-Fasl" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Ammar (r.a), Ebu Gadiye Yesar b. Seb-i Selemî tarafından öldürüldü. O, Rıdvan biatına katılmış ve Allah Teala'nın, kalbinde geçenleri bildiği için lehine tanıklık yaptığı, kalbine huzur indirdiği ve kendisindne razı olduğu kimselerdendi. Ebu Gadiye, tevil edip içtihadında hataya düşerek Ammar'a zulmeden (onu öldüren) ve bu açıdan bir mükafat alan bir müçtehitti. O, Osman (r.a)'ın katilleri gibi değildi; çünkü Osman'ın katillerinin içtihat yapmaya hakları yoktu..."[204]

İbn-i Hacer de "İsabe" adlı kitabında Ebu Gadiye'nin hayatı bölümünde böyle demiş ve ileride değineceğimiz gibi onu müçtehit sahabelerden saymıştır.

j- Müçtehitler Grubu

İbn-i Teymiyye, Allame'nin "Eleştiriler -sadece bir iki kişi hakkında değil- bir grubu kapsıyordu; Ehl-i Sünnet'in cumhuru da onlara yöneltilen bir çok eleştiriyi nakletmişlerdir; öyle ki Kelbî,[205] bu konuda "Mesalibu's-Sahabe" adını verdiği müstakil bir kitap yazmıştır ki bu kitapta Ehlibeyt'ten bir tek eleştiriyi bile kaydetmemiştir!" sözüne cevaben şöyle demiştir:

"Bunların çoğu, onları günah olmaktan çıkarıp içtihat konularına sokan mazeretlerdir; eğer müçtehit bu içtihatlarda isabetli olursa iki ecir ve yanılırsa da bir ecir alır; hulefa-i raşidin hakkında nakledilenler de bu türdendir."

Daha sonra Minhacu's-Sünne" kitabının üçüncü cildinde, sayfa 19'dan 30'a kadar bu konuda bahsetmiş ve sonunda Allame'nin Ehl-i Sünnet'in ileri gelenlerine eletştirilerinin bir çoğunu "içtihat" diye nitelendirmiştir.[206]

İbn-i Hacer, isabe adlı kitabında İbn-i Gadiye'nin hayatı bölümünde şöyle yazıyor: "O, savaşlarda sahabe hakkındaki büyük ihtimal şudur: Onlar tevil etmişlerdir; yanılan müçtehit ise bir ecir alır. Eğer halkın genelinin içtihat hakkı varsa, sahabenin buna daha fazla hakkı vardır."[207]

Şeyh Abdulvahhab Abdullatif, "İsabe" kitabının haşiyesinde şöyle diyor: "Ali'nin döneminde ister onun safında ve ister ona karşı savaşanlar ve ister tarafsız davranıp her iki ordudan uzak duranlar, örneğin Saad b. Ebi Vakkas ve İbn-i Mes'ud'un ashabı veya tarafsız davrananlardan Huzeyfe, İbn-i Müslime, Ebuzer, İmran b. Hasin ve Ebu Musa Eş'arî gibi sahabelerin tümü işlerini tevil eden müçtehitlerdi; yaptıkları işler onları adaletten düşürmez."[208]

Yine Hulefa Mektebi izleyicileri, hicretin ikinci asrından bu güne -on beşinci asrın başlarına" kadar sahabelerin tümünün müçtehit olduğuna ve Allah Teala'nın onların tüm işlerine, yaptıkları düşmanlıklara ve döktükleri kanlara karşılık günah yazmayacağı gibi bu günahlarına karşılık onları mükafatlandıracağı konusunda icma etmişlerdir!

Ve eğer onların iddia ettikleri gibi olur da Kahhar ve Hakim Allah bizi günahlarımızdan dolayı cezalandırıp onları mükafatlandıracak olursa; bilmem artık Allah'ın adaleti kalır mı?!!

Onlar, Muaviye'nin dönemine kadar sahabe hakkındaki bu sanılarında görüş birliği içerisindedirler; geçmiş ulemadan bazıları daha ileri giderek içtihat meselesinin Yezid'in zamanına kadar devam ettiğini söylemekteler; nitekim İbn-i Haldun kendi döneminde yaşayanlardan şöyle bahsetmektedir:

Onlardan bazıları Yezid'e itiraz edilmesi gerektiğine ve bazıları ise onunla savaşılması gerektiğine inanmaktaydılar... Öyle ki, "Tüm Müslümanlar böyleydi; onların tümü müçtehitti ve tarafların hiç birisi eleştirilemez; çünkü hepsinin niyeti hayır, hak ve hakikate uymaktı. Allah bizi onları izlemeye muvaffak kılsın" diyorlar.[209]

Gerçekten anlayamıyorum bir türlü, eğer bunlar sadece Resulullah (s.a.a)'le aynı döneminde yaşayıp hazreti görmekle içtihat makamına ulaşmışlarsa o halde neden Osman'ı öldüren ashap onlardan istina edilerek müçtehit sayılmamışlardır?! İbn-i Hazm-ı Ensulusî'nin Ammar'ın katili Ebu Gadiye hakkındaki, "O, Osman (r.a)'in katilleri gibi değildir; çünkü Osman (r.a)'in katillerinin içtihat edece fırsatları yoktu; zira Osman (r.a) ne birini öldürmüş ve ne de biriyle savaş halindeydi, ne birinin sanına kastetmiş, ne birinin kanını dökmüş, ne muhsine zinası işlemiş ve ne de Allah''n dininden çıkmıştı ki onu öldürmek tevil edilebilsin; onun katilleri kasıtlı olarak ve tevil etmeksizin suçsuz kişilerin kanını haksız yere döken azgın bir gruptu. Onların tümü fasık ve melundurlar" şeklindeki sözünü unutmuş değiliz!![210]

İbn-i Hacer-i Heytemî de şöyle diyor: Ulemanın çoğu Osman'ın katillerinin sadece isyancı kişiler olmadıklarını, bununla birlikte zalim, azgın ve kendilerinin değersiz şüpheleriyle uğraşıp duran kişiler olduklarını kabul etmekteler. Onlar hakkı bildikten sonra yine inat ve batıl gidişatlarından vazgeçmediler; bir şüpheyi söz konusu eden herkse müçtehit değildir; çünkü şüphe, içtihat derecesine ulaşamayan kişilere ariz olur.[211]

Yine anlamış değilim; Kufe mescidi mihrabında namaz kılarken İmam Ali (a.s)'a saldıran katili nasıl oluyor da tevilde bulunmuş bir müçtehid olabiliyor?! Bu konuyu aşağıda inceleyeceğiz.

H) Tevilde Bulunmuş Müçtehid: Abdurrahman b. Mulcem

İbn-i Hazm, 'Muhalla'da, İbn-i Türkmenî de 'Cevheru'n - Nakiy'de -ifade İbn-i Hazm'ındır- şöyle demektedirler:

"Ümmetten hiç kimse Ali'yi öldüren Abdurrahman b. Mulcem'in Ali'yi öldürmesinde tevil edip işinin doğruluğuna inanan bir müçtehid olduğunda ihtilaf etmemiştir. Bu nedenle Safriye şairi İmran b. Hattan onu şöyle tavsif ediyor:

 

Bu, takvalı birinden öyle bir vuruştu ki,

Bununla ancak Allah'ın rızasını istedi.

 

Bir gün anlatarak öveceğim onu her an,

Sayacağım Allah katında, varlıklar içinde terazisi en ağır olan.[212]

 

Abdurrahman b. Mulcem sahabe olmadığı halde nasıl müçtehid olduğunu anlamış değiliz!...

Yine Yezid b. Muaviye'nin de sahabe olmadığı halde nasıl da müçtehid olduğunu anlamış değiliz. Aşağıda buna değineceğiz.

I) Halife İmam: Yezid b. Muaviye

Ebu-l Hayr-i Şafiî, Yezid hakkında: "O müçtehid bir imamdır" der.[213]

İbn-i Kesir Ebu-l Ferec'in[214] Yezid'in lanetlenmesine cevaz vermesini naklettikten sonra şöyle der: "Diğerleri ise bundan men etmişler; Yezid'e lanet etmenin babasının (Muaviye'nin) veya sahabelerden bir başkasının lanetlenmesine[215] vesile olmaması için kitap yazmışlardır." Onlar Yezid'in kötü amelleri ve onun çirkin işlerini tevile mal ederek ve içtihadında yanıldı şeklinde değerlendirmiş ve şöyle demişlerdir: "O bütün bunlarla birlikte Yezid fasık bir imamdı; ulemanın en doğru görüşüne göre de imam, sırf fıskından ötürü azledilemez; hatta fitnelere sebebiyet vereceği, anarşi ve fitne meydana getireceği ve haksız kanların akıtılmasına neden olacağı için ona karşı isyan ve kıyam da edilemez...

Bazılarının; Müslim b. Ukbe'nin[216] Harre'de Medine halkının başına getirdiği belaları Yezid'e haber verdiklerinde pek çok sevindiğini yönündeki sözlerine gelince; Yezid kendisinin imam olduğunu, Medine halkının kendisine isyan ederek başkasını başlarına geçirdiklerini, bundan ötürü kendisine itaat edip cemaate uyuncaya kadar onlarla savaşmaya hakkı olduğunu düşünüyordu."[217]

İbn-i Hacer, Sevaik'te Gazalî ve Mütevelli'den şöyle nakletmektedir: "Yezid'e lanet okumak ve tekfir etmek câiz değildir; çünkü o müminlerdendi biriydi; onun durumu Allah'a kalmıştır, isterse azab eder, isterse affeder."[218]

-4-

BU MÜÇTEHİDLERİN İÇTİHATLARI

 

A- Resulullah (s.a.a):

Resulullah (s.a.a) Hulefa Mektebinde "müçtehit" olarak tanıtılan ilk kişidir. Nitekim daha önce de değindiğimiz gibi, onlar, Usame ordusu hakkında, "Resulullah (s.a.a) şahsî içtihadıyla savaşa gönderiyordu" demişlerdir. Acaba Usame ordusunun kıssası nedir ve ilk iki halife Usame ordusuna katılmaktan neden sakındılar?

İbn-i Sa'd'ın Tabakat'ında, Ensabu'l-Eşraf'ta, Uyunu'l-Eser'de ve diğer kaynaklarda (biz Tabakat'tan rivayet ediyoruz) şöyle geçer:

Hicretin on birinci yılında, Safer ayına dört gün kala, Pazartesi günü Resulullah (s.a.a) genel seferberlik vererek halkın Rumlarla savaşa hazırlanmasını emretti. O günün sabahı, Hazret, Usame'yi çağırtarak ona şöyle buyurdu: Babanın şehadete ulaştığı yere doğru hareket ederek emrin altındaki atlılarla Rumlar'a saldır; ben seni bu ordunun komutanı seçtim..." Çarşamba günü Resulullah (s.a.a)'i şiddetli bir ateş bastı ve baş ağrısına yakalandı. Fakat Perşembe günü mübarek eliyle Usame'nin komutanlık bayrağını bağladı... Usame Resulullah (s.a.a)'ın bağladığı bayrakla hazretin huzurundan çıkarak Medine dışında, "Cerf"[219] denilen bölgede karargahını kurdu. İlk muhacirler ve ensarın başlarından o orduda toplanmayan kimse kalmadı. Ebubekir-i Sıddık, Ömer b. Hattab, Ebu Ubeyde-i Cerrah, Said b. Zeyd ve... de bu cümledendiler.

Bu arada, "bir grup, yeni yetme bir gencin ilk muhacirlere komutanlık yapması doğru mu?!" diye şikayet etmeye başladılar. Bu söz Resulullah (s.a.a)'i çok öfkelendirdi; bunun üzerine başına bir bez bağlayıp omuzlarına da bir cüppe attığı halde dışarı hareket ederek minbere çıkıp şöyle buyurdu:

"Usame'nin komutanlığı hakkından nedir sizden bana ulaştırılanlar?! Sizler daha önce de Usame'nin babasına vermiş olduğum komutanlık emrinden dolayı beni eleştirmiştiniz! Oysa Allah'a andolsun o komutanlığa layıktı. Ondan sona oğlu da komutanlığa layıktır."

Resulullah (s.a.a) minberden inince Usame'yle birlikte hareket eden Müslümanlar huzuruna gelerek Hazret'le vedalaşarak Cerf karargahına döndüler.

Resulullah (s.a.a)'ın hastalığı şiddetlenince sürekli, "Usame ordusunu hareket ettirin" buyuruyordu. Pazar günü Hazret'in hastalığı oldukca şiddetlenmiş ve ağrı tüm vücudunu kapsamıştı. Usame karargahtan dönerek, eğilip baygın olan Resulullah (s.a.a)'ın yüzünü öptü. Hazret (s.a.a) bir şey söylemedi ve Usame karargahına döndü. Pazartesi günü tekrar Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelince Hazretin durumu iyiydi. Usame'ye, "Allah'ın adıyla hareket et" buyurdu. Bunun üzerine Usame vedalaşarak karargahına koştu ve hemen hareket emrini verdi. Fakat ayağını atının eğerine bıraktığı sırada, annesinin elçisi Ümmü Eymen gelerek, Resulullah (s.a.a) ölüm halindedir! dedi. Bu nedenle Usame, Ömer ve Ebu Ubeyde'yle birlikte Hazret'in yanına döndüler ve onu ihtizar halinde buldular. Rabiulevvel ayının on ikisi Pazartesi gününün güneşi tamamen yükseldiği bir sırada Resul-i Ekrem (s.a.a) ahiret yurduna göçtü.[220]

İbn-i Ebi'l-Hadid, Nehcu'l-Belağa şerhinde şöyle yazıyor:

Resulullah (s.a.a) uyanınca, Usame ve ordusunu sordu. Onların hareket etmeye hazırlandıklarını söylediler. Bunun üzerine sürekli, "Usame'nin ordusunu hareket ettirin; Allah, Usame'nin ordusundan ayrılana lanet etsin" söylüyor ve bu sözü defalarca tekrarladı.

Bunu üzerine Usame, komutanlık bayrağı başının üzerinde dalgalandığı ve ashap da önünde hareket ettiği bir halde hareket edip Cirf'de karargah kurdu. Bu görevde, Ebubekir, Ömer, muhacirlerin çoğunluğu ve ensardan Useyd b. Huzeyr, Beşir b.Sa'd ve diğer önde gelenler onunla birlikteydi, o sırada Ümmü Eymen'in elçisi geldi...[221]

Resulullah (s.a.a)'in hayattayken Usame ordusunun savaşa gönderilmesi bu şekilde anlatılmıştır. Urve, bu ordunun Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra başına gelenlerini şöyle anlatıyor:

Biat işini tamamladıktan sonra halk sakinleşince Ebubekir, Usame'ye, Resulullah (s.a.a)'in emrettiği görevine doğru hareket et, dedi.[222]

Böylece Usame emri altındaki orduyla hareket etti ve iki halife Ebubekir ve Ömer hilafet işleriyle meşguliyetleri nedeniyle onunla birlikte gitmekten sakındılar.

Halife Ömer, sürekli Usame'ye, Resulullah vefat edince sen benim emirimdin, diyordu. Hatta hilafete geçince, her zaman Usame'yi görünce emir diye ona selam edip, Allah'ın selamı senin üzerine olsun, ey emir! diyordu. Usame ise, Allah rahmet etsin sana ey müminlerin emiri! Sen bana hala böyle mi hitap ediyorsun?! diyor, Ömer ise, evet, hayatta olduğum sürece seni emir diye çağıracağım; Resulullah vefat edince sen benim emirimdin, karşılığını veriyordu![223]

Evet, ilk iki halife Ebubekir ve Ömer'i Usame'nin ordusuna katılmamaları nedeniyle eleştirmişler. Hulefa Mektebi ulemasının onları mazur göstermek için verdikleri ve daha önce de değindiğimiz cevaplardan biri şöyleydi: Resulullah (s.a.a) savaş emirlerini kendi içtihadıyla veriyordu.[224] Dolayısıyla, müçtehid olan sahabeler kendi içtihatlarıyla Resulullah (s.a.a)'in savaş konusundaki emirlerine karşı gelebilirler![225]

B- Ebubekrin İçtihatları

Ebubekr'in içtihatlarından biri, Fucaet-i Selemi'yi yakmasıdır. Taberî ve İbn-i Esir olayı şöyle anlatmaktadırlar:

Beni Selim kabilesinden Fucae, Buceyr b. Eyas b. Abdullah b. Abdulyalil b. Umeyre b. Hifaf[226] isminde bir kişi Ebubekr'in yanına gelerek ona, "Ben Müslümanım ve kafir olan mürtetlerle savaşmak istiyorum; fakat ne atım var ve ne de silahım. Beni at ve silahla donatın" dedi. Ebubekir de onun isteğini yerine getirdi. Fakat o karif ve mürtetlerle savaşmak yerine yol kesmeye, Müslüman ve mürtetlerin canına kıymaya, mallarını yağmalamaya başladı. Karşısında direnenleri ise öldürüyordu. Bu işte, Beni Şerid kabilesinden Nucbe b. Ebi'l-Meysa isminde bir kişi de ona yardım ediyordu. Bu haber Ebubekir'e ulaşınca Tureyfe b. Hacir'e[227] şöyle yazdı:

"Allah düşmanı Fucae, yanıma gelerek Müslüman olduğunu söyledi ve benden, İslam'dan çıkalnarla savaşmak için kendisini donatmamı istedi. Ben de ona at ve silah verdim; fakat o Allah düşmanının Müslüman ve kafirlerinin yolunu keserek mallarını yağmaladığına ve karşısında direnen herkesi öldürdüğüne dair kesin haber ulaştı! Şimdi sen emrin altındaki Müslümanlarla saldırarak onu öldür veya yakalayarak bana gönder."

Tureyfe, Fucae'nin üzerine yürüdü. Fucae'ye ulaşınca birbirlerine ok attılar; bu arada Necbe b. Ebu'l-Meysa aldığı ok yarasıyla öldü. Fucae, Müslümanların kendisini öldürmeye veya yakalamaya kararlı olduklarını görünce Tureyfe'ye, "Senin bana karşı hiçbir üstünlüğün yoktur; seni Ebubekir görevlendirdiyse beni de o görevlendirdi!" dedi. Tureyfe, "Eğer doğru söylüyorsan silahını bırak da birlikte Ebubekre gidelim" dedi.

Böylece Fucae, Tureyfe'yle birlikte Ebubekr'e gittiler. Ebubekir onu görünce Tureyfe'ye, "Onu Baki'ye götür, orada yak!" dedi. Tureyfe de Ebubekr'in emrine itaat ederek Fucae'yi Baki'de ateşe atarak yaktı.

Taberî diğer bir rivayette şöyle yazmaktadır: Tureyfe, Medine musellasında çok miktarda odun toplayarak yaktı. Sonra Fucae'yi iple sararak ateşe atıp yaktı!

Fakat İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor: Tureyfe, Fucae'nin ellerini arkadan bağladı. Sonra onu iple sararak ateşe atıp yaktı.[228]

Ebubekir, daha sonra Fucae hakkında verdiği emre çok pişman oldu ve ölüm yatağında şöyle diyordu: Ben üç şey yaptım ki keşke onları hiç yapmasaydım: Keşke Fatıma'nın kapısını savaş için benim yüzüme kapanmış olsaydı bile hiç açmasaydım. Keşke Fucae'yi ateşte yakmayıp normal bir şekilde idam etmelerini veya zindana atmalarını emretseydim. Keşke Beni Saide Sakife'sinde hilafet işini o iki kişiden (Ömer veya Ebu Ubeyde) birine bıraksaydım.[229]

Bu konuda Ebubekr'i, Fucae gibi bir fasık hükmü Kur'an-ı Kerim'de geçmiştir diye eleştirmişlerdir. Maide, 33'te buyuruyor ki: "Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, (ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayklarının çarpaz kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri rezilciliktir. Ahirette ise onlara büyük azab vardır."

Resulullah (s.a.a)'den de suçluların yakılmasını nehyeden rivayetler nakledilmiştir; bu cümleden Buharî kendi Sahih'inde ve Ahmet b. Hanbel Müsned'inde Resul-i Ekrem (s.a.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir:[230] "Ateşin Rabbi olan Allah'tan başka hiç kimsenin birini ateşle cezalandırmaya hakkı yoktur." Ve: "Allah'tan başka hiç kimse ateşle cezalandıramaz." Ve: "Ateşin Rabbinden başka hiç kimse ateşle cezalandıramaz."

Ve yine Hazretin, "Dini değiştireni öldürün" buyurduğu rivayet etilmiştir.[231]

Ve yine, "Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir, diye şehadet getiren bir Müslümanın kanı şu üç şey dışında helal değildir: Muhsine zinası; cezası, taşlanmaktır. Allah ve Resulü'yle savaşan kimse; cezası, öldürülmek veya asılmak veya şartları göz önünde bulundurularak sürgün edilmektir. Birini öldüren kimse; cezası idam edilmektir."[232]

Fakat buna rağmen, Hulefa Mektebi uleması, Ebubekr'in bu olayda apaçık naslara aykırı hareketini şöyle savunmuşlardır: Fucae-i Selemî'yi ateşte yakmak, Ebubekr'in içtihatta yapmış olduğu bir hatadır; içtihatlarında yanılan onun gibi müçtehitlerin sayısı çoktur!

Halife Ebubekr'in içtihatlarından bir de, kelale (varis olacak babası veya çocuğu olmayan kişi ve onun mirasçıları) hakkında verdiği fetvadır.[233]

Kur'an-ı Kerim'in Nisa Suresinin 12. ayetinde kelale hakkında şöyle geçer: "Eğer miras bırakan erkek veya kadının evladı ve ana babası olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bunlardan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar."[234]

176. ayette ise şöyle geçer: "Senden fetva istiyorlar. De ki: Allah size ana-babasız ve çocuksuz kişinin mirası hakkında hükmünü şöyle açıklıyor: Ölen kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o (kız karedeşi)nindir. Fakat kendisi, (ölen) kızkardeşinin çocuğu yoksa, onun mirasını (tamamen) alır. Eğer (ölenin) iki kızkardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Ve eğer (varisler) erkek kadın birçok kardeş olursa, erkeğe, iki kadının payı kadar (pay) verilir. Şaşırırsınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah, herşeyi bilendir."[235]

Ebubekir'e kelalenin hükmü sorulunca şöyle cevap verdi: "Ben kendi görüşümü söylüyorum. Doğru çıkarsa Allah'tan ve yanlış çıkacak olsa da benden ve şeytandandır; Allah ve Resulü bundan beridirler. Bence kelale insanın çocuğu ve babasının dışındadır."

Hilafete Ömer geçince, "Ben Ebubekr'in söylediği sözü reddetmeye utanıyorum!" dedi.[236] Bir defasında da, "Kelale çocuğu olmayan kimsedir" demiştir.[237]

Ebubekr'in diğer bir içtihadı da büyük annenin mirastan aldığı payı konusundadır. Ebubekr'in bu içtihadı, İmam Malik'in Muvatta 'sında, Sünen-i Daremî, Sünen-i Ebu Davud ve Sünen-i İbn-i Mâce'de kaydedilmiştir. (Biz Malik'in sözünü naklediyoruz) Diyor ki:

Bir büyükanne Ebubekr-i Sıddık'ın yanına giderek kendisinin mirastan alacağı pay miktarını sordu. Ebubekir, "Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'de senin için bir pay belirtilmemiştir. Resulullah'ın sünnetinde de senin hakkında bir şey olduğunu bilmiyorum. Şimdi sen git de ben bunu halktan bir sorayım" dedi ve daha sorna konuyu halka açtı. Bunun üzerine Muğayre, "Bir büyükanne Resulullah'ın huzuruna geldi de hazret onun için altıda bir verdi" dedi. Ebubekir, "Buna bir şahidin var mı?" diye sorunca Muhammed b. Muslime-i Ensari ayağa kalkarak Muğayre gibi tanıklık yaptı. Böylece Ebubekir de büyükanne için bu miktarı belirtti..."[238]

İstiyab, Usdu'l-Gabe, İsabe ve özetle Malik'in Muvatta'sında Sehl b. Abdurrahman'ın biyografisinde şöyle geçmektedir: İki büyük anne (anne anne ve baba anne) mirastan paylarına düşeni almak için Ebubekr'e müracaat ettiler. Ebubekir mirası anne anneye verdi; fakat baba anneye bir şey vermedi.. Abdurrahman b. Sehl, Ebubekr'e, "Ey Resulullah'ın halifesi, sen mirası öyle birine verdin ki, ölecek olursa miras bırakan ondan miras almaz" dedi. Ebubekir bunu duyunca miras olan altıda biri o iki kişi arasında bölüştürdü.[239]

Ebubekr'in içtihatlarından biri de, Malik b. Nuveyre'nin Halid b. Velid tarafından öldürülmesi ve aynı akşam Halid'in Malik'in eşiyle zina etmesidir! Olay özetle şöyledir: Ebu Hanzala diye bilinen Malik b. Nuveyre-i Temimî-i Yerbuî cahiliye döneminde bu kabilenin ileri gelenlerinden sayılmaktaydı.

Malik Müslüman olunca Resulullah (s.a.a) onu kabilesinden zekatları toplaması için görevlendirdi. Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra Malik toplamış olduğu zekatları saklayıp sahiplerine geri vererek şöyle dedi:

 

Dedim ki: Alın mallarınızı korkmadan

Yarın olacaklardan bir endişe duymadan

Eğer bu din için bir korkutucu çıkarsa

Deriz: Din, Muhammed'in dinidir.[240]

 

Taberî, Abdurrahman b. Ebubekir'den şöyle rivayet etmektedir: Halid b. Velid, Bitah'ta[241] inince Zirar b. Evzer'i,[242] aralarında Ebu Kutade'nin[243] de bulunduğu ordusundan birkaç kişiyel birlikte bir göreve gönderdi. Onlar da geceleyin Malik'in ordusuna baskın yaptılar. Ebu Kutade daha sonraları şöyle diyordu:

Beraberimizdekiler, Malik'in kabilesini araya alıp tüm yolları onlara kapayınca Malik'le beraberindekiler kendilerini korumak için silahlandılar. "Biz Müslümanız" dedik. Onlar da, "Biz de Müslümanız" dediler. "Öyleyse neden silahlandınız?" dedik. Onlar, "Ya siz neden silahlanmışsınız?" dediler. Biz, "Eğer gerçekten Müslüman iseniz silahlarınızı bırakın" dedik. Onlar bu önerimizi kabul ederek silahlarını bırakıp namaza durdular. Biz de namaza durduk.[244]

İbn-i Ebi'l-Hadid Nehcu'l-Belaga Şerhi'nde şöyle yazmaktadır: Malik'le beraberindekiler silahlarını bırakır bırakmaz, Zirar'la beraberindekiler onlara saldırarak hepsini bağlayıp Halid'in yanına götürdüler.

İsabe'de ise şöyle geçmektedir: Halid b. Velid'in gözü Malik'in güzel karısını takıldı; Malik bunu farkedince eşine dönerek, "Beni ölüme verdin!" dedi. Yani Halid senin için beni öldürecektir.[245]

Tarih-i Yakubî'de ise şöyle geçer: Halid'in gözü Malik'in eşine takılınca, ona hayran kaldı; sonra Malik'e dönerek, "Vallahi artık evine dönmeyeceksin; seni öldüreceğim!" dedi.[246]

Kenzu'l-Ummal'da şöyle kaydedilmiştir: Halid b. Velid, Malid b. Nuveyre'nin söylediği ve kendisine ulaştırılan bir sözle mürted olduğunu iddia ediyordu. Malik, bu iddayı reddederek, "Ben Müslüman'ım ve İslam'ın hiçbir kuralını değiştirmiş değilim" dedi. Ebu Kutade ve Abdullah b. Ömer de onun leyihe tanıklık yaparak sözlerini onalyadılar; fakat Halid kabul etmeyerek Malik'i getirtip Zirar'a boynunu vurmasını emretti. Daha sonra Halid aynı gece Malik'in eşini (Ümm-ü Temim) ele geçirdi ve onunla ilişkide bulundu![247]

Vefayatu'l-A'yan, Fevatu'l-Vefayat, Tarih-u Ebu'l-Fida ve İbn-i Şuhne'de ise şöyle geçmektedir (biz Vefayatu'l-A'yan'dan naklediyoruz): Olaya tanık  olan Abdullah b. Ömer ve Ebu Kutade-i Ensarî, Halid b. Velid'le Malik b. Nuveyre hakkında konuşup onu medhettiler. Fakat Halid onların sözünden hoşlanmadı. Bunun üzerine Malik şöyle dedi: "Sen bizi hakkımızda kendisi bir karara varması için Ebubekr'e gönder. Sen suçları bizden çok daha büyük olan kişileri Ebubekr'e göndermişsin!" Fakat Halid, "Senin boynunu vurmazsam Allah canımı alsın" şeklinde karşılık verdi ve sonra boynunu vurması için onu Zirar'a teslim etti. Bunu üzerine Malik güzel eşine dönerek ona işaret edip Halid'e, "Bu kadın mı beni ölüme verdi?" dedi. Halid, "Hayır; seni mürtet olduğun için Allah öldürüyor" dedi. Malik, "Ben Müslümanım!" dedi. Fakat Halid sabırsızca Zirar'a, "Boynunu vur!" diye bağırınca Zirar'ın kılıcı Malik'in itiraz sesini kesiverdi. Halid daha sonra Malik'in uzun saçlı başını,[248] kazan için destek yapmalarını emretti! Ve aynı akşam Malik'in dul karısı Umm-u Temim'le ilişkide bulundu![249] Ebu Zuheyr-i Sa'dî bu konuda şu beytleri okumuştur:

 

At koşturan şu süvarilere söyle ki

Malik'ten sonra karanlık gecemiz son bulmayacak

Halid, Malik'in karısına gönül kaptırmıştı eskiden beri

O kadın için acımadan öldürmüştü Malik'i

Böylece Halid şehvet ateşini söndürdü de

Nefsinin yularını elinde bulunduramadı

Halid, Malik'in karısını ele geçirerek sabahlarken

Malik o kadın için kanlar içinde toprağa yığılmıştı.[250]

 

Sonra Minhal akrabalarından biriyle Malik b. Nuveyre'nin cenazesinin yanından geçerken dağarcığından bir gömlek çıkarıp Malik'in bedenini onunla kefenleyip defnetti.[251]

Yakubî kendi Tarih'inde şöyle yazmaktadır: Ebu Kutade Ebubekr'e giderek olayı raporlayıp Müslüman olan Malik'i hiçbir suçu yokken öldürdüğü için bir daha Halid'in sancağı altında savaşa gitmeyeceğine dair yemin etti.

Taberi de Abdurrahman b. Ebubekir'den naklen şöyle yazmaktadır: Malik'in Müslüman olduğuna tanıklık edenlerden biri de artık hiçbir savaşta Halid'in yanında yer almamaya yemin eden Ebu Kutade'ydi!

Yakubî de yazıyor ki: Ömer b. Hattab, Ebubekir'e, "Ey Resulullah (s.a.a)'in halifesi! Halid Müslüman bir kişiyi öldürerek aynı gece karısıyla ilişkide bulundu" dedi. Bunun üzerine Ebubekir, Halid'i çağırttı. Halid Ebubekir'in yanına gelince yapmış olduğu işe, "Ey Resulullah'ın halifesi! Ben tevil (içtihad) ettim;[252] niyetim hayırdı; fakat yanıldım" şeklinde mazeret getirdi.

Vefayatu'l-A'yan, Tarih-i Ebu'l-Fida, Kenzu'l-Ummal ve diğer kitaplarda şöyle geçer: Halid b. Velid'in Malik b. Nuveyre ve eşine yaptıklarını Ebubekir ve Ömer'e haber verdiklerinde, Ömer, Ebubekir'e, "Halid zina etmiştir; onu taşla" dedi. Fakat Ebubekir, "Ben onu taşlayamam; o, içtihat etmiş, ama içtihadında yanılmıştır!" karşılığını verdi. Ömer, "O halde onu ordunun komutanlığından al" dedi. Ama bu defa da Ebubekir, "Ben Allah'ın çekilen kılıcını kınına sokmam" dedi![253]

Taberî, Abdurrahman b. Ebubekir'den şöyle nakletmektedir:

Malik'le beraberindekilerinin ölüm haberi Ömer'e ulaşınca Ebubekir'le konuştu ve bu konuşmasında ona, "Bu Allah düşmanı haksız yere Müslüman bir kişiye saldırarak onu öldürmüş ve karısına tacavüz etmiştir" dedi!

Sonunda Ebubekir, Halid'in çağrılmasını emretti. Halid Medine'ye gelerek halifenin huzuruna çıktı. Halid, üzerine demir pası konan bir cüppe giymiş, sarıkları arasına İslam mücahitleri gibi birkaç ok geçirdiği bir emame bırakmıştı. Ömer'in gözü Halid'e takılınca yerinden fırlayarak onun emamesindeki okları çıkarıp öfkeyle dizlerinde kırarak, "Riyakâr adam!" dedi, "Bir Müslümanı haksız yere öldürerek karısına tecavüz mü ediyorsun? Vallahi bu suçundan dolayı seni taşlayarak öldüreceğim."

Halid, Ömer'in bu beklenmedik hareketi karşısında hiçbir tepki göstermedi. Çünkü Ebubekir'in Ömer'le aynı görüşte olduğuna ve onu sözlerini onaylayacağına emindi. Fakat Ebubekir'in yanına gidip olayı ona anlatarak yapmış olduğu işten dolayı özür dileyince Ebubekir'de mazeretini kabul ederek bu savaştaki hatasını bağışladı.

Ravi diyor ki: Halid, Ebubekir'in gönlünü aldıktan sonra onun yanından ayrılınca hala mescidde oturmuş olan Ömer'e bağırarak, "Gel bakayım ey Ümm-ü Şemle'nin oğlu! Ne diyorsun sen?" dedi.

Ebubekir'in Halid'i bağışladığını anlayan Ömer bir şey söylemeden direkt kendi evine gitti. Vefayatu'l-A'yan ve Tarih-i Yakubî'de şöyle geçmektedir:

Malik b. Nuveyre'nin kardeşi şair Ebu Nehşel Mutemmim b. Nuveyre kardeşinin mateminde bir çok yürek yakıcı şiirler okumuştur. Bir gün Medine'de Ebubekir'in yanına giderek sabah namazını onun arkasında kıldı. Halife namazını bitirince Mutemmim ayağa kalkarak Ebubekir'in yanında durdu; sonra yayına yaslanarak şu beyitleri okudur:

 

Rüzgar evlerin arkasında ağıt yakınca

Ey Evzer'in oğlu! İyiler iyisi bir kişiyi kana boyadın

Sen (Ebubekir) Allah'ın adıyla onu çağırıp sığınak verdin; sözleştin; sonra da ona ihanet edip hile yaptın

Oysa o seni çağıracak olsaydı ihanet etmezdi asla.

 

Ebubekir, "Allah'a yemin ederim ben onu çağırmadım, sığınak vermedim ve ona hile de yapmadım" dedi.

Evet, Malik b. Nuveyre böyle öldürüldü ve Halid'in onun öldürüldüğü gece eşiyle böyle zina yaptı.

Halid b. Velid, namaz kılan bir Müslüman'a karşı içtihad ederek onu esir alıp bağlıyor. Sonra da içtihad ederek öldürüyor! Ve peşinden de Malik'in öldürüldüğü gece onun eşiyle evleniyor!!!

İçtihat sırası Ebubekir'e gelince, o da bu olayda içtihat ederek Halid'i bu çirkin amelinden dolayı tutuklamıyor ve daha sonra yine tevil ve içtihat ederek ona şerî haddi uygulamayı uygun görmüyor!!

Nihayet bu iki müçtehit sahabe içtihat ettiler de içtihatlarında yanıldılar ve içtihatlarındaki bu yanılmadan dolayı amel defterlerine bir ecir ve sevap yazılıyor!!

Fakat sahabe Ömer'in, içtihat ederek Halid'in taşlanmasını istediği ve bu tevil ve içtihadının da isabetli olduğu için iki ecri vardır!

Ancak bu arada zavallı sahabe ve Resulullah (s.a.a)'in memuru Malik b. Nuveyre'nin ordunun baş kumandanı Halid b. Velid'in emriyle esir ve idam edildiği için ne esir edilmesinin bir ecri var ve ne de öldürülmesinin!

C- Halife Ömer'in İçtihatları

Taberî, kendi Tarih'inde, "hicretin yirmi üçüncü yılı olayları" bölümünde Ömer'in siretiyle ilgili şöyle yazmaktadır: Ömer, İslam dininde, beytulmaldan maaş alanları kabilelerine göre sınıflandırıp bu esas üzerine onlara maaş bağlayan ilk kişidir.

Taberî daha sonra şöyle yazıyor: Ömer b. Hattab gelir ve giderlerin, verilen maşların muhasebesi konusunda diğer Müslümanlarla istişare etti. Ali b. Ebutalib (a.s), "Her yıl yanında biriken tüm malları hiçbir şey bırakmadan halk arasında bölüştür" buyurdu.

Osman, "Halkı refaha çıkaracak çok miktarda mal biriktiğini görüyorum. Bundan kimlerin yararlanıp, kimlerin mahrum olduğu incelenip kaydedilmezse bu konunun genellik kazanıp diğerlerinin haklarının zayi olmasından endişeleniyorum" dedi.

Velid b. Hişam b. Muğire ise şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Şam'a gittiğimde Şam padişahlarının isim defteri tuttuklarını, savaş için de hazırda bir ordu tuttuklarını gördüm. Sen de öyle yap; mali defterler tut ve savaş için her zaman hazırda bir ordu bulundur.

Ömer, Velid'in sözünü kabul ederek Kureyş'in meşhur soy bilimcilerinden sayılan Akil b. Ebutalib, Muhrime b. Nevfel ve Cubeyr b. Mut'im'i çağırtarak halkı makam ve mevkilerine göre sınıflandırmalarını istedi...[254]

İbn-i Cevzî de Ömer'in rivayet ve siretinde, onun beytülmal ödemelerinde koyduğu kuralları genişçe kaleme alarak haklarda bazılarını diğerlerinden üstün tuttuğuna yer verip şöyle diyor:

O, Abbas b. Abdulmuttalib'e on iki bin dirhem, Resulullah (s.a.a)'in eşlerinden her birine on bin dirhem tayin etmiş, fakat Aişe'yi onlardan öne geçirerek ona iki bin dirhem fazla maaş bağlamıştı! Bedir savaşına katılan muhacirlerin her birine beş bin, ensara dört bin dirhem tayin etmişti. Ve yine Bedir savaşına katılanların her birine, hangi kabileden olursa olsun beş bin dirhem bağladığı söylenmiştir. Uhud ve Hudeybiyye'ye kadar ondan sonraki savaşlara katılanlara dört bin dirhem tayin etmişti. Yine Resulullah (s.a.a)'ten sonraki savaşlara katılanlara iki bin, bin beş yüz ve bin dirhemden iki yüz dirheme kadar maaş bağlanmasını emretmişti.

Ravi diyor ki, Ömer hayatta olduğu müddetçe maaşlar bu şekilde ödeniyordu. Ve yine diyor ki: Ömer, Bedir savaşına katılan erkeklerin eşlerine beş yüz, Bedir savaşından Hudeybiyye'ye kadar diğer savaşlara katılan savaşçıların eşlerine dört yüz, Hudeybiyye'den sonraki savaşlara katılan kişilerin eşlerine üç yüz, Kadisiye savaşı erlerinin eşlerine iki yüz dirhem ve diğer İslam askerlerinin eşlerine ise eşit olarak maaş bağlamıştı.[255]

Fakat Tarih-i Yakubî'deki rivayetle, bu rivayetin arasındaki fark şudur:

Ömer Mekke'nin Ebusüfyan b. Harb ve Muaviye b. Ebusüfyan gibi Kureyş'ten olan ileri gelenlerine beş bin tayin etmişti.[256]

Halife Ömer, bağış ve beytulmaldan verdiği maaşta bu şekilde bazılarını diğerlerinden öne geçiriyordu; öyle ki hatta bazıları diğerlerinden altmış kat fazla maaş alıyorlardı; diğer Müslüman kadınların aldığı iki yüz dirhem karşısında Aişe'nin aldığı on iki bin dirhem bunun apaçık bir örneğidir.

Halife Ömer, Resulullah (s.a.a)'in sünnetine aykırı hareket ederek İslam toplumunda tabaka düzeni oluşturdu ve sonuçta bir taraftan havadan gelen servet oluşurken, diğer taraftan da fakirlik ve yoksulluk baş gösterdi ve İslam toplumunda çalışıp zahmete katlanmaktan kaçan tembel ve refah talep tabaka oluştu.

Sanki Ömer hayatının son günlerinde bu açıdan İslam toplumunu tehdit eden tehlikeyi fark etmiş olacak ki, Taberî'nin rivayetine göre şöyle demiştir:

"İşimin sonucunu daha önce bilecek olsaydım, servette eşitliği sağlar, zenginlerin fazla servetlerini fakir ve zavallı muhacirler arasında bölüştürürdüm![257]

Elbette, Ömer'in fakir muhacirleri yoksul ensardan öne geçiren bu arzusunda da ayrımcılık olduğunu gözden ırak tutmamak gerekir![258]

Yine, beytulmalın yıllık bağışlar şeklinde bölüştürülmesinin zararlarından biri de Müslümanların o tarihten itibaren valilerin direkt baskısına maruz olmalarıdır. Çünkü, istedikleri kişilere bağışta bulunan, muhaliflerine ise bağışı kesen valilerdi. Osman'ın hilafeti döneminde vuku bulan olaylar veya Ziyad b. Ebih'in[259] ya da oğlu Ubeydullah b. Ziyad'ın[260] Kufe'de yaptıkları bunun açık bir örneğidir.[261]

-5-

Humus Konusunda Ebubekir ve Ömer'in İçtihadı

Daha önce de dediğimiz gibi, Ebubekir ve Ömer'in içtihatlarından biri de Ehlibeyt (a.s)'ı humuslarını almalarıdır; özellikle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma-i Zehra'nın hakkını engellemeleridir. Biz onların bu konuda nasıl içtihat ettiklerini anlamak için aşağıdaki konuları incelemek zorundayız.

İlk iki halifenin genel olarak humus konusunda ve özellikle Resulullah (s.a.a)'in kızının hakkıyla ilgili içtihatlarını kolay bir şekilde inceleyebilmek için önce zekat, sadaka, fey, safiy, enfal, ganimet ve humus terimlerinin lügat ve şeriattaki anlamlarını inceleyecek, daha sonra humus konusu ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde kızı Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a)'nın hakkını ele alacağız.

1- Zekat

A- Zekat, lügatte olgunlaşmak, temizlik, bereket ve övgü anlamına gelmiştir.[262] "Zeka'z-zer'" yani, mahsül olgunlaştı; yetişti.[263] Allah Teala şöyle buyuruyor: "...Hangi yiyecek daha temizse... (Kehf, 19)

İmam Muhammed Bâkır (a.s), "Yerin temizlenmesi kurumasıyla olur" buyurmuştur.[264] Veya Emirulmüminin Ali (a.s), "İlim diğerlerine öğretmekle artar" buyurmuştur.[265] Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kendilerini övenler..."[266]

B- Zekat şeriatte, kişinin kendi malındaki Allah Teala'nın hakkını müstahakka vermesine denir; bu işe bu ismin verilmesinin nedeni ise, bu amelle kişinin malına bereket gelmesi, kendini yetiştirmesi, hayır ve bereketler veya bunların tümü umulduğu içindir. Çünkü bunların tümü, yani dünya ve ahiret hayırları zekatta vardır ve "zekka", yani malının zekatını verdi.[267]

Lügatçilerin, "zekat"ın anlamında kaydettikleri özet olarak bundan ibarettir.[268]

2- Sadaka

Ragıb-ı İsfahanî kendi Müfredat'ında şöyle yazıyor:

İnsanın, Allah rızası için kendi malından ayırarak verdiği şeye sadaka denir. Bu aynen zekat gibidir; fakat sadaka, insanın kendi isteğiyle yaptığı müstehap bir ameldir; oysa zekat verilmesi farz bir ameldir.[269]

Tabersî, Mecmau'l-Beyan adlı tefsirinde şöyle yazıyor: Zekatla sadakanın arasındaki fark şudur: Zekat farz bir ameldir; fakat sadaka farz olabileceği gibi bağış şeklinde de olabilir.[270]

Gördüğünüz gibi zekat farz bir anlam içerip Allah Teala'nın insanın malındaki hakkı göz önünde bulundurulurken sadakada Allah rızası için ve kurbet kastıyla yapılan mal bağışı dikkate alınmıştır ve bunda bağışta bulunanın lütuf ve merhamet duygusu göze çarpmaktadır; Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s)'ın kardeşlerinin şöyle dediği geçer: "Bize merhamet ederek bağışta bulun."[271]

Zekatta, farz olma veya Allah Teala'nın maldaki hakkı göz önünde bulundurulmasından bu sözcüğün, her türlü farz sadaka, humus ve Allah Teala'nın insanın mallarında farz kıldığı her şeyi kapsadığı anlaşılmaktadır. Bunun en açık delili, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Humeyr padişahlarına yazdığı mektubundaki şu buyruğudur:

"...Ganimetler, Allah'ın humsu, peygamberin ve onun kendine has kıldığı payından ibaret olan elde ettiklerinizin zekatını ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakayı ödediğiniz."[272]

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bu buyruğunda geçen "min = den" edatı zekatın şu kısımlarını beyan etmektedir:

1- Allah'ın humsundan elde ettikleriniz.

2- Peygamber (s.a.a) ve onun kendine has kıldığı kimsenin payı.

3- Allah Teala'nın müminlere farz kıldığı her türlü sadaka veya farz sadakalar.

Resulullah (s.a.a) böyle bir farz sadakayı zekat kısımlarından kılmış ve Allah Teala açıkça sadakanın sekiz yerde harcanmasını vurgulamıştır:

"Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde (toplamaya) çalışan memurlara, kalpleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, zarar görmüşlere, Allah yoluna ve yolda kalmış olana mahsustur. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[273]

Zekat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde tek başına geçmemiş, yirmi beş ayette namazla birlikte gelmiştir.[274] Ve Allah Teala'nın buyruğunda ve Resulullah (s.a.a)'in sözünde nerede "zekat" sözcüğü "namaz"la birlikte geçmişse genel olarak Allah Teala'nın maldaki hakkı göz önünde bulundurulmuştur. Farz sadaka olan nisap haddine varmış altın ve gümüş, hayvanlar ve ürünler ve yine humus denilen insanın kazançtan elde ettiği Allah'ın hakkı veya Allah Teala'nın bunların dışındaki hakkı bu cümledendir.

Bu sözcük Allah Teala ve Resulü (s.a.a)'in sözünde "humus" sözcüğüyle birlikte geçtiğinde, maksat sadece farz sadakalardır. Koyunun veya altınla gümüşün zekatı gibi zekat kısımlarının biriyle geçtiğinde de, yine maksat onların farz sadakalarıdır.

Hadislerde, sadakayı toplama memuruna "muzakkî" değil, "musaddik"[275] denilmektedir. Sadaka verenlere de "muzekkî" veya "mutezekkî" değil, "mutesaddik"[276] denilmektedir.

Haşimoğullarına haram olan, sadakadır; zekat değil.[277] Müslim, bu konuyu kavrayamamış olacak ki kendi Sahih'inde "Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt'ine zekatın haram oluşu..." diye bir bölüm açmıştır![278] Oysa kendisi, kitabının sekizinci bölümünde onlara zekatın değil, açıkça sadakanın haram olduğunu bildiren bir takım hadisler rivayet etmiştir.

Dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim'de, "Namazı kılın ve zekatı verin"[279] şeklinde geçen ayetler birincisi, günlük namazlar ve ayat namazı gibi diğer namazları kılmaya emretmekte, ikincisi, ister farz sadakalarda olsun, ister humus ve benzerlerinde, mallardaki Allah Teala'nın hakkını ödemeyi buyurmaktadır.

Ve yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten nakledilen, "Malının zekatını ödersen üzerinde olan sorumluluğu yerine getirmiş olursun."[280] sözünden de maksat ise şudur: Allah Teala'nın senin mallarında olan tüm haklarını ödersen, borcunu ödemiş ve vazifesini yerine getirmiş olursun. Resulullah (s.a.a)'ten nakledilen, "Kim bir malı kullanırsa üzerinden bir yıl geçinceye kadar onun zekatı yoktur"[281] hadisinden de maksat budur. Yani Allah Teala'nın onda hakkı yoktur. Ehlibeyt İmamları (a.s)'dan rivayet edilen hadislerde ise şöyle geçer: "Mallardaki hak zekattır."[282]

Bu konunun halka gizli kalmasının nedeni, halifeler Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra humus mevzusunu ortadan kaldırdıkları için, amelde de zekatın sadakadan başka bir örneği kalmamış olması olabilir. Ve böylece tedricen humus konusu unutulmuş; öyle ki, son zamanlarda "zekat" sözcüğünden sadaka anlamından başka bir şey anlaşılmamıştır.

3- Fey

Fey, lügatte dönüş anlamına gelir. Güneşin başın üstünden batıya doğru kaymasından sonraki gölge dönüşüne "fey" denir. Şeriatte ise, Lisanu'l-Arab'da geçtiğine göre, savaşmadan kafirlerden alınan mallara denir. Ve yine Allah Teala'nın dindarlara bağışladığı muhaliflerinin mallarına da "fey" denmektedir. Savaşmada elde edilen mallar, ister vatanlarından çıkarak Müslümanlara verdikleri mallar olsun, ister canlarını korumak için cizye olarak ödedikleri mallar olsun, tümü "fey" kapsamına girer.[283]

Allah Teala Haşr Suresinde şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, Elçisine, (ona) akraba olanlara, yetimlere, yoksullara (yolda kalan) yolcuya aittir."[284]

Bu ayet-i şerife ve Haşr süresinin tamamı Beni Nezir hakkında nazil olmuştur. Benî Nezir Yahudileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'le anlaşmalarını bozup hileyle, evin damından, ashabından on kişiyle birlikte duvara yaslanarak oturmuş müzakere etmekte olan Hazret'in üzerine taş yuvarlayarak onu öldürmek isteyince vahiy gelerek onların hilesini ifşa etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) acele bir işi varmış gibi oradan ayrılarak direkt Medine'ye döndü. Dönüşü gecikince, ashap Hazret'in dönüşünden ümit keserek kalkıp Medine'de Resulullah (s.a.a)'e ulaştılar. Daha sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) birini Yahudilere göndererek onlara yapmaya yeltendikleri hileyi haber verdi ve hepsinin Medine'den çıkıp gitmelerini emretti.

Fakat Benî Nezir kabul etmeyerek kapıyı üzerlerine kapatarak kalelerinde kaldılar. İslam ordusu on beş gün boyunca onları kuşattı; nihayet sonunda Hazret'in emrine uymak zorunda kaldılar ve yanlarına silah almaksızın bir deve yükü eşyalarını ve yaşam gereçlerini alıp gitmelerine izin verildi.

Böylece Benî Nezir kabilesi altı yüz deve yüküyle kaleden çıkıp Hayber ve diğer yerlere göçtüler ve Allah Teala onların geri bıraktıkları tüm silah, tarla ve hurmalıkları Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kıldı. Bunun üzerine Ömer Hazret'e dönerek, "Bu ganimetlerin humusunu alarak geri kalanını Müslümanlar arasında bölüştürmeyecek misin?" dedi. Resulullah (s.a.a), "Allah Teala'nın bana has kıldığı ve diğer Müslümanları mahrum ettiği şeyi "Allah'ın elçisine verdiği şey" gereğince bölüştürmeyeceğim" buyurdu.

Vakidî ve diğerleri şöyle yazmaktalar:

Resulullah (s.a.a), Benî Nezir'den ele geçirdiği kendine has olan malları ailesine infak ediyor ve ondan istediği kişiye bağışlıyor, istemediğine de bir şey vermiyordu. Benî Nezir'in mallarının idaresini kendisinin azad ettiği kölesi olan Ebu Rafi'e[285] bıraktı.[286]

4- Safi

Çoğulu "safaya" olan "safi", cahiliye döneminde, ordu komutanının, düşmandan ele geçirilen mallardan, ordu arasında bölüştürülmeden önce kendisine aldığı mallara denirdi. Fakat İslam'ın zunurundan sonra, humustan Peygamber'in payına düşen dışında, diğer Müslümanlara ait olmayıp Hazret'in şahsına has olan menkul ve gayri menkul arazi, ev ve diğer eşyalara denir.[287]

Ebu Davud, kendi Sünen'inde[288] Ömer b. Hattab'tan şöyle nakletmektedir:

a- Resulullah (s.a.a)'ın üç safisi vardı: Beni Nezir, Hayber ve Fedek...

b- Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: Allah Teala, Resulullah (s.a.a)'e, hiç kimseye vermediği bir özellik vermiş ve buyurmuştur ki: "Allah'ın onlardan Elçisine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine salar (onlara üstün gelir). Allah her şeye kadirdir.[289] Benî Nezir'in mallarını Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kılan da Allah Teala'ydı.

c- Başka bir rivayette, yukarıdaki ayetten sonra şöyle geçmektedir: Bunlar, yani Fedek'in Arap kasabaları, falan ve filan yerler Resulullah (s.a.a)'a has yerlerdendir.

Ebu Davud, Zuhrî'den şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.a) diğer kasabaları kuşattığı halde kendisine sulh önerisinde Fedek halkıyla anlaşarak şöyle buyurdu: Allah Teala'nın, "Allah'ın onlardan Elçisine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz..." buyruğu gereğince ve Müslümanlar onu ele geçirmek için at koşturmayıp deve sürmedikleri, savaşılıp ve kan dökülmeden tasarruf edildiği için Fedek Resulullah (s.a.a)'a has yerlerden sayıldı. Nitekim savaşmadan ve sulh ederek ele geçirilen Benî Nezir malları da Hazret'e has şeylerden sayılmıştı.

Yukarıda söylediklerimizden anlaşılıyor ki, İbn-i Esir gibi bir araştırmacının, Nihayetu'l-Lügat adlı eserinde, "safa" sözcüğünde yanılarak şöyle yazıyor:

"Safa", ordu komutanının elde edilen ganimet bölüştürülmeden önce ondan kendine aldığı şeydir ve buna "safiyye" denmektedir; onun çoğulu "safaya"dır. Bunun en açık örneği Aişe'nin sözüdür. Aişe diyor ki, Safiyye (r.a) Resulullah (s.a.a)'a has olan şeylerdendi; yani Hayber ganimetlerinden sayılan Hay kızı Safiyye'yi Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisi için seçmiştir, ona has olmuştur. "Safiy ve safaya" rivyetlerde çok geçmiştir.

Ve yine diyor ki: Rivayette şöyle geçiyor: "Ali ile Abbas Allah Teala'nın Benî Nezir mallarından Peygamber'e has kıldığı safiler hakkında tartışarak Ömer'in yanına gittiler." İbn-i Esir burada bu sözcüğün anlamını inceleyerek, "savafi" sahipleri başka bir yere göçen veya mirasçı bırakmadan ölen emlak ve yerlere denir; bunun tekili ise "safiyye"dir.

Ezherî ise şöyle diyor: "Savafî" ordu komutanının kendi yakınlarına has kıldığı mallara denir.

Ezherî ve İbn-i Esir'den sonra gelen lügatçılar bu konuları onlardan alarak lügat kitaplarında kaydetmişlerdir; örneğin İbn-i Menzur'un, Lisanu'l-Arab kitabının "safa" maddesinde.

Bu lügatçıların sözleri özet olarak şöyledir:

Çoğulu "safaya" olan "Safi", ordu komutanının savaş ganimetlerinden kendisine aldığı gayr-i menkul mallara denir. Çoğulu "savafi" olan, ordu komutanının kendine has kıldığı arazi ve mallara denir.

Bilmem nasıl oluyor bu iş; oysa Ömer'in, Fedek, Hayber ve diğer Arap kasabalarını Resulullah (s.a.a)'in kendisine has olan "safaya"sı olarak tanıttığını gördük?!

Ve görüyoruz ki Ebu Davud[290] (ö: 275 hicri) kendi Sünen'inde "Resulullah (s.a.a)'in safileri" diye bir bölüm açmış ve orada Ömer ve diğerlerinin değindikleri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kasabalarından bahsetmiştir.

Ve yine görüyoruz ki, bu taksim, hicretin 370. yılında veya Ebu Davud'dan yaklaşık bir asır sonra ölen Ezherî'den[291] kaynaklanmıştır. Şayet o da bu algılamayı kendi zamanının örfünden ve özellikle uzun yıllar boyunca ellerinde esir olup sözlerinden yararlandığı Kıramite'den almış olabilir.

Kısacası; tekili "safi" olan "safaya", Ebu Davud'un dönemine kadar Resulullah (s.a.a)'a has olan eşya, mülk ve her türlü mal varlığına deniyordu.

5- Enfal

Enfal, "nefel"in çoğulu olup lügatta bağış anlamındadır. "Nefl" ise fazlalık ve farz olan miktarın fazlası demektir.

İslam dininde "enfal" sözcüğü ilk olarak Enfal Suresinde, şu şekilde geçmiştir: "Sana enfalden (savaş ganimetleri) sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inanan insanlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Elçisine itaat edin!"[292]

Bu surenin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar, hicretin ikinci yılında büyük önderleri Hz. Muhammed (s.a.a)'in bayrağı altında Bedir savaşına katıldılar ve bu savaşta Kureyş'lere karşı büyük galibiyetlerinden sonra düşmanla savaştan elde ettikleri ganimet hakkında birkaç gruba ayrılarak ihtialfa düştüler. Bunun üzerine hakemlik yapması için Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gidince Enfal Suresi'nin ilk ayetleri nazil oldu: "Sana enfalden (savaş ganimetleri) sorarlar..."

Sire-i İbn-i Hişam, Tarih-i Taberî, Sünen-i Ebu Davud'da[293] ve diğer kaynaklarda şöyle geçmiştir (biz İbn-i Hişam'dan naklediyoruz):

Resulullah (s.a.a), ordusuna elde ettikleri ganimetleri bir araya toplamalarını emretti. Ordu itaat etti; fakat onların kime verilmesi gerektiği konusunda ihtilafa düştüler.

Onları toplayanlar, "Ganimetler bizimdir!" diyorlardı. Savaş meydanında düşmanla karşılaşıp savaşanlar, "Biz olmasaydık siz bu ganimetleri toplayamazdınız. Onlarla savaşıp kendimizle uğraştıran bizdik. Onun için sizinle uğraşmaya fırsat bulamadılar. O halde bu ganimetler bize aittir!" diyorlardı. Fakat düşmanın Resulullah (s.a.a)'e yaklaşmasından endişelenerek Hazret'i korumaya alanlar da, "Sizler bu ganimetleri almaya bizden daha layık değilsiniz; çünkü biz Allah'ın karşımızda alçalttığı düşmanla savaşabilir ve onların sahipsiz kalan mallarını rahat bir şekilde ele geçirebilirdik. Fakat düşmanın Resul-i Ekrem (s.a.a)'e saldırmasından endişelenerek bu işi yapmayıp Hazret'in korumaya aldık; o halde sizler bu ganimetleri ele geçirmek için bizden üstün bir yanınız yoktur" diyorlardı.

İbade b. Samit[294] şöyle rivayet etmiştir:

Enfal Suresi, biz Bedir savaşçıları hakkında nazil olmuştur. Biz bu savaşın ganimetleri konusunda şiddetli bir ihtilafa düşüp çirkin davranışlar sergileyince Allah Teala onları bizden alıp Resulullah (s.a.a)'e verdi. Sonunda Hazret onları eşit olarak aramızda bölüştürdü.

Ebu Useyd-i Saidî'den[295] şöyle rivayet edilmiştir: Ben Bedir savaşında, kendisine "sınır bekçisi" söylenilen Beni Aiz-i Mahzumî'nin[296] kılıcını ganimet aldım. Fakat Resulullah (s.a.a), herkesin aldığı ganimeti vermesini emredince, bende ileri çıkarak o kılıcı ganimetler arasına bıraktım.

İbn-i Hişam daha sonra şöyle devam ediyor:

Resulullah (s.a.a) Bedir savaşının müşrik esirleriyle birlikte Medine'ye döndü. Sefra boğazından[297] geçince, bir tepeye inerek orada, müşriklerle savaşta Allah Teala'nın Müslümanlara verdiği ganimetleri Müslümanlar arasında eşit olarak bölüştürdü.[298]

Buraya kadar söylenenlerden, Allah Teala'nın bu ayette "enfal" sözcüğünü kullanırken onun lügat anlamı olan bağış anlamını kastettiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki: Savaşta düşmandan elde ettiğiniz malları cahiliye örf ve kuralları (garet etme veya yağmalama) gereğince sahiplenemezsiniz; bunların tümü Allah'ın bağışları olup Allah ve Resulü'nündür ve onları kendi görüşüne göre kullanması için Resulullah (s.a.a)'e vermeniz gerekir.

Ayrıca buradan, Ehlibeyt (a.s) hadislerinde "enfal" sözcüğünün nerede kullanıldığını da anlıyoruz: "Enfal, savaş meydanında, savaşıp kan dökmeden elde edilen şeyler ve sahipleri savaşmadan terkettikleri yerler, baskı uygulamadan elde edilen padişahların emlak ve arazileri ve yine kamışlıklar, meşelikler, çöller, bayındırlaşmayan ölü yerler vb.leridir."[299] Çünkü bunların tümü Allah Teala'nın Peygamber'e ve o hazretten sonra da ondan sonraki imamlara bağışlarıdır. Böyle bir kullanımla, İslam dininde ve Ehlibeyt İmamları (a.s)'a göre enfal, tırnak içinde açıkladığımız şeye denmektedir.

6- Ganimet ve Meğnem

Ganimet ve meğnemin anlamı, cahiliye döneminden sonra iki defa değişikliğe uğradı: Biri İslam yasamasında ve diğeri ise Müslümanlar tarafından. Öyle ki bu iki sözcük Müslümanlar açısından yağma ve savaşla aynı anlama geldi. Örneğin dili Arapça olan bir kişi, "selebehu selben" dediğinde, savaştığı kişiyi soyarak onun elbise, silah, binek ve beraberine olan her şeyi aldığını kastetmektedir. Bunun çoğulu da "eslab"dır. "Harebehu harben" dediğinde ise, sahip olduğu her şeyi aldığı ve ona bir şey bırakmadığı kastetmektedir. Horibe'r-rical-u maleh" dendiğinde ise, sahip olduğu her şeyin yağmalandığı anlamına gelir. Fakat "nehebehu" bir mal birinden zorla alındığı zaman kullanılır.

Yukarıda geçen sözcükler lügat kitaplarında[300] bu şekilde açıklanmış, hadis ve siretlerde de bu anlamda kullanılmış ve sahabe tarafından da aşağıdaki şekilde kullanılmıştır:

A- Hadiste

Hadiste, "Öldürülenin beraberindeki mallarını selbetmek onu öldürene düşer."[301]

Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisinden Medine'de şarkı söylemek için izin isteyen bir şarkıcıya, "Medine gençlerine tüm mal varlığını yağmalamaların için izin veriyorum" buyurdu.[302]

B- Sirette

Resulullah (s.a.a), Huneyn savaşında Ebusüfyan b. Harb,[303] Safvan b. Ümeyye,[304] Uyeyne b. Hisn,[305] Akra b. Habis'e[306] yüz deve ve Abbas b. Mirdas'a[307] daha az verince Abbas itirazını şu beyitlerle dile getirdi:

 

E tecelu nehbî ve nehbe'l Ubeyd

Beyne Uyeynet-i ve'lakra'

 

Yani;

Ganimetten benimle Ubiyd'in payını

Uyeyne ve Ekra'dan az mı yapıyorsun?!

 

Yine Kureyş Bedir savaşında diyordu ki: "Uhrucu ila hirabikum", yani düşmanın mal varlığını ele geçirmek için ileri![308]

Veya Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ve in kaadu kaedu mevturine mehrubin." Yani, "Eğer oturacak olursanız varınızı yoğunuzu kaybedersiniz."[309]

Veya Ömer'in şu sözü gibi: İyyakum ve'd-deyn. Fe inne evvelihi hemmun ve ahirihi harbun" Yani, "Borç almaktan sakının; çünkü onun başı üzücü ve sonu ise zavallılıktır."[310]

Ve sahabe dönemi tarihinde ise şöyle geçmiştir: Muaviye, Şam sınırları dışındaki Müslüman bölgelere saldırmak için görevlendirdiği Süfyan b. Avf-i Ğamidî'ye[311] şöyle tavsiyede bulundu: "Seninle aynı görüşte olmadığını gördüğün herkesi öldür, yolun üzerindeki şehirlerin sakinlerinin tüm mallarını yağmala (ve ihribi'l-emval); çünkü mallarını yağmalamak onları öldürmek gibi yürek yakıcıdır."[312]

Burada Muaviye'nin maksadı, onların mal varlıklarını ellerinden almaktır.

Ve bir hadiste de şöyle geçmiştir: Resulullah (s.a.a)'in ashabı birkaç koyun yağmalayarak kesip pişirdiler. Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara, "Yağmalanmış malı yemek haramdır; o halde kazanları devirin ve bu eti yemeyin" buyurdu.[313]

Kabil savaşında ise, İslam ordusu gördükleri birkaç koyunu yağmaladılar. Abdurrahman[314] münadinin şöyle bağırmasını emretti: Ben Resulullah (s.a.a)'ten, "Kim bir malı yağmalarsa bizden değildir" buyurduğunu duydum. Koyunları geri verin. Onlar da kabul ederek koyunları geri verince Abdurrahman koyunları onlar arasında eşit bir şekilde bölüştürdü.[315]

"Selb, nehb ve harb"ın anlamı budur. "Ganimet ve muğnim"e gelince, Ragıb ve Ezherî "ğunm" sözcüğüyle ilgili şöyle yazmaktadırlar:

"Ğunm" elde edilen şeye denilmekteydi; daha sonra düşman ve diğerlerinden elde edilen her şey için kullanıldı. Kur'an-ı Kerim'de şöyle geçer: "Bilin ki elde ettiğiniz (ğanimtum) şeylerin..." veya "Elde ettiğiniz (ğanimtum) helal ve temiz şeylerden yiyin." "Muğnim", elde edilen şeylere (kâr, yarar) denir; onun çoğulu ise "meğanim"dir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah katında çok yararlar, ganimetler (meğanim) vardır."[316]

İbn-i Menzur'un Lisanu'l-Arab'ında, Ezherî'nin Tehzibu'l-Lügat'ında, İbn-i Kesir'in Nihayetu'l-Lügat'ında ve Mu'cemu'l-Elfazi'l-Kur'an'da "Ğunm"un bir fayda ve ganimet elde etmek olduğu geçer. Daha sonra düşman ve diğerlerinden elde edilen her şeye "ğunm" denmiştir.

Ve yine "ğunm", zahmetsiz elde edilen bir şeye denmektedir.

Yine İbn-i Esir'in Nihayetu'l-Lügat'ında, "İpotek bırakılan mal, ipotek bırakan kimsenindir, kârı da onundur zararı da" hadisinin açıklamasını yaparken, hadiste geçen "ğunmuhu"nun onun fazlalık, kâr ve fiyat artışı anlamında olduğu vurgulanmıştır.

Sihah-i Cevherî'de ise "muğnim" ve "ganimet"in bir anlamda olduğu geçer.[317]

Bu sözcük hadiste elde edilen kar anlamında geçmiştir. Sünen-i İbn-i Mâce'nin "mâ yukalu inde ihraci'z-zekat" bölümünde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in şöyle dua ettiği geçer: "Allahumme'c-elha muğnimen ve la tec'elha muğrimen", yani; "Allah'ım! Onu yarar sebebi kıl, zarar nedeni değil."[318]

Müsned-i Ahmed'de Resulullah (s.a.a)'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Ğanimetu mecalisi'z-zikr-i, el-cenne", yani; "Zikir meclisleirnin yararı cennettir."[319]

Mübarek Ramazan ayının tavsifinde ise, "Huve ğunmun lil mu'min", yani; "O, mümin için bir yarardır."[320]

Kur'an-ı Kerim'de ise şöyle geçmektedir: "Allah'ın yanında çok ganimetler var." (Nisâ, 94)

Buraya Kadar Geçenlerin Özeti

Araplar cahiliye döneminde ve İslam dininin zuhurundan sonra "selb" sözcüğünü, galip olan kişi mağlup düşen rakibinin elbise, savaş araçları, bineği gibi her şeyini aldığı zaman kullanıyorlardı. "Harb" sözcüğünü ise onun varı-yoku her şeyini sahiplendiği zaman kullanıyorlardı. "Nuheybe" ve "Nuhbi" de o dönemde onlar için günümüzde "ganimet" ve muğnim" sözcüklerinin ifade ettiği anlamı ifade ediyordu.

 

Back Index Next