İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

Demişlerdir ki: Ğunm, aslında ganimet elde etmek anlamındaydı; daha sonra düşmanla savaşta ve diğer yerlerde elde edilen her şeye dendi.

Bizce, "ğunm" sözcüğünün bu anlamda, yani ister savaşta olsun ve ister olması elde edilen her şey anlamında kullanılışı İslam'ın zuhurundan sonraki döneme tesadüf eder ve daha önce bu anlamda kullanılmıyordu. Bunun neden ise şudur: Müslümanlar, ilk defa Resulullah (s.a.a)'in bayrağı altında Bedir savaşına katılarak zafer elde edince, düşmandan elde ettikleri mallar konusunda ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah Teala, düşmandan aldıkları şeylerin malikiyetini onlardan alarak kendisi ve Resulullah (s.a.a)'in malikiyetine geçireip ona "Enfal" adını verdi. Enfal süresinden bu hüküm inince İslam savaşçıları savaşlarda elde ettikleri her şeyi kendi görüşüne göre kullanması için komutanlarına veriyorlardı. Böylece hiçbir İslam askerinin bir şeyi açıkça yağmalamaya veya gizlice ihanet etmeye hakkı yoktu; çünkü İbn-i Mace ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri rivayet gereğince Resulullah (s.a.a) yağmalamayı haram kılmıştı. İbn-i Mâce Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten şöyle rivayet ediyor: "Yağmalanan mal helal değildir." Ve yine buyurmuştur ki: "Yağma yapan kimse bizden değildir."[321]

Sahih-i Buharî ve Müsned-i Ahmed'de İbade'den, "Biz hiçbir malı yağmalamayacağımıza dair Peygamber (s.a.a)'e söz verdik" dediği rivayet edilmiştir.[322]

Sahih-i Buharî'de Resulullah (s.a.a)'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Şerefli hiçbir mümin bir şeyi yağmalamaz."[323]

Sünen-i Ebu Davud'da "en-nehy-u ani'n-nuhbe" bölümünde ensardan olan bir kişiden şöyle rivayet edilmiştir. Biz bir yolculukta Resulullah (s.a.a)'in yanındaydık. Azığımız bitince beraberimizdekilere açlık musallat olunca araştırıp bir koyun yağmaladılar. Yemek kazanlarımız kaynıyordu; Resul-i Ekrem (s.a.a) yayına yaslandığı halde gelerek elindeki yayla yemek kazanlarımızı devirip etlerimizi yere döktü ve peşinden, "Yağma malı, meyteden daha helal değildir" buyurdu.[324]

Allah ve Resulü hıyaneti haram kılmıştır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Kim emanete hıyanet eder, aşırırsa kıyamet günü aşırdığını boynuna yüklenip getirilir." (Âl-i İmrân, 161)

Resulullah (s.a.a) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ne yağmalama, ne hıyanet, ne aşırmak, ne de hırsızlık helaldir. Kim hıyanet eder de gizlice bir şey çalarsa, kıyamet günü -mahşere- onunla gelir."[325]

Bu hadiste, yağmalama, aşırma ve gizlice hırsızlık yapmak, bunların tümü hırsızlıkla aynı ölçüdedir. Yağmalama, gizlice hırsızlık ve aşırmak da hırsızlıktır.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten diğer bir hadiste ise şöyle geçer: İğne ve ipliği; bundan fazlasını veya daha azını bile iade edin. Çünkü gizlice hırsızlık, kıyamet günü onu yapanın rezil, rüsva ve başı aşağı olmasına neden olur."[326]

İbn-i Esir, Nihayetu'l-Lügat adlı kitabında şöyle yazmaktadır: "Ğulul" ganimette ihanet etmek ve bölüştürülmeden önce onda hırsızlık yapmak, "şenar" ise ar ve rezilliktir.

Abdullah b. Amr b. As'tan şöyle rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.a), bir ganimet elde edildiğinde, humusunu alıp geri kalanını halk arasında bölüştürmek için Bilal'a, bağırarak herkesin topladıkları ganimetleri kendi huzuruna getirmelerini emrederdi. Bir savaşta ganimetler bölüştürüldükten sonra bir kişi elinde bir at yuları olduğu halde Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek, "Ya Resulullah (s.a.a)! Biz ganimet olarak bunu aldık!" dedi. Resul-i Ekrem (s.a.a), "Bilal'in üç defa bağırdığını duydun mu?" buyurdu. Adam, "Evet" dedi. Hazret, "O halde neden hemen getirmedin?" diye sordu. Adam özür dileyince Resulullah (s.a.a) ona, "Hiçbir zaman onu kabul etmem; onu kıyamet günü getirirsin" buyurdu.[327]

Sünen-i Ebu Davud, "cihad" kitabının "el-Ğulul" bölümünde şöyle geçmektedir: Hayber'de Eş'ce' kabilesinden bir kişi öldü. Resulullah (s.a.a), "Arkadaşınıza kendiniz namaz kılın" buyurdu. Halk Resulullah (s.a.a)'in bu sözüne üzülüp yüzlerinin rengi değişti. Hazret onların bu durumunu görünce, "Sizin bu arkadaşınız gizli bir hırsızlık yapmıştır" buyurdu.[328]

Seyr-i Sünen-i Daremî, kitabının "Müsned-i Ahmed, cae fi'l ğulul-i min şidde" bölümünde, Ömer b. Hattab'tan şöyle rivayet edilmiştir: Hayber savaşında İslam savaşçılarından birkaçı öldürüldü. Askerler kendi aralarında birbirlerine, falanca ve filanca şehittir dediler. Nihayet birinin de adını getirerek, o da şehit oldu! dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), "Hayır öyle değil; ben onu gizlice aşırdığı ateşten bir cüppe veya örtünün içinde görüyorum" buyurdu.[329]

Sünen-i İbn-i Mâce'de, "cihad" kitabının "el-ğulul" bölümünde şöyle geçer:

Resulullah (s.a.a)'in ordusu arasında "Kerkere" denilen bir kişi vardı. Bu adam ölünce Resulullah (s.a.a), "O, ateştedir!" buyurdu. Halk araştırınca onun üzerinde diğerlerinden gizlice aldığı cüppe olduğunu gördüler.[330]

Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim ve Sünen-i Ebu Davud'da bu hadis diğer sözcüklerle geçmiştir ve sonunda ise şöyle kaydedilmiştir: O topluluktan bir kişi bunu görünce bir veya iki ayakkabı bağını Resulullah (s.a.a)'in huzuruna getirdi. Hazret -onu görünce- "Ateşli bağ veya bağlar" dedi.[331]

* * *

Evet, İslam dini, askerlerini, savaş ve zorbalıkla elde ettikleri malları açıkça yağmalamaktan engellemiştir. Resulullah (s.a.a), yağmaladıkları koyunları pişiren açların kazanlarını devirerek etleri yere dökmüştür. İster açıkta olsun, ister gizlice diğerlerinin malını kullanmayı yasaklayarak onu hıyanet ve açık bir hırsızlık diye adlandırmış, iğneyi, ipliği ve hatta ondan az bile olsa sahibine geri verin, buyurmuş, hıyanet ve gizli hırsızlık yapan kimsenin cenazesine namaz kılmamış ve bir cüppe yağmalayan ihanetkâr kişinin ölüsünü şehit saymamıştır. Allah Teala, savaş kanalıyla elde edilen malların mülkiyetini, ister açık olsun, ister gizli ne olursa olsun, hatta bir ayakkabı bağı olsa bile İslam askerlerinden alarak Kur'an-ı Kerim ona "enfal" ismini vermiş, Resulullah (s.a.a) uygun gördüğü şekilde kullansın diye Allah ve Resulü'nün emrine bırakmıştır.

Şimdi, Resulullah (s.a.a)'in düşmanla savaşarak elde edilen malları ne yaptığına bakalım:

Resulullah (s.a.a) savaşlardaki ganimetlerden, ister ganimetlerin toplanmasına doğrudan katılsın ve ister katılmasın, uygun gördüğü miktarını piyade askerlere, uygun gördüğü kadarını süvarilere ve bir miktarını da kadınlara veriyordu.[332]

Dahası; bazen Resul-i Ekrem (s.a.a) hiçbir şekilde savaşa katılmayanlara ganimetten bir pay veriyordu; nitekim Bedir savaşında Osman'a ve Hayber savaşında da Cafer b. Ebutalib'in arkadaşlarına bu şekilde vermiştir. Bu konu Sahih-i Buharî, Müsned-i Tayalesî, Müsned-i Ahmed ve Tabakat-ı İbn-i Sa'd'da şu şekilde geçer:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Osman'ı Bedir savaşına katmayıp hasta olan eşi, peygamberin kızı Rukiyye'ye bakmak için Medine'de bırakmıştı. Savaştan sonra, Resulullah (s.a.a) ona, savaş meydanındaki bir askerin aldığı kadar bir pay verdi.[333]

Ve yine Sahih-i Buharî'nin aynı sayfasında Ebu Musa Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir:

Yemen'deyken Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hayber'e doğru hareket ettiğini öğrenince o hazrete katılmak için kabilemizden elli küsur kişiyle birlikte Yemen'den hareket edip gemiyle Habeş'e ve oradan Cafer b. Ebutalib ve arkadaşlarıyla birlikte Medine'ye gittik. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna vardığımızda Hazret Hayber'i fethetmişti. Sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) bizimle gemideki arkadaşlarımıza ve yine Cafer'le arkadaşlarına Hayber ganimetlerinden bir pay verdi.[334]

Daha önce de dediğimiz gibi, Resul-i Ekrem (s.a.a) Huneyn savaşında gönüllerini almak, sevgi ve muhabbetlerini kazanmak ve İslam'a yönelmelerini sağlamak amacıyla Kureyş'in ileri gelenlerine, o savaşa katılan İslam savaşçılarının payından kaç kat fazlasını verdi.

Böylece İslam dini savaş yoluyla elde edilen malların mülkiyetini onu ele geçiren kişilerden alarak Allah ve Resulü'nün yetkisine bırakmış, Resul-i Ekrem (s.a.a) de onu ele geçirerek uygun gördüğü şekilde harcamıştır. O halde, buna göre, savaş ganimetlerinden bir pay alan kimse, ister savaşa katılsın, ister katılmasın, bu ganimeti hiçbir zahmet çekmeden ve meşakkat görmeden ele geçirmiştir, söyleyebiliriz. Çünkü o ganimeti düşmanla savaşarak değil, Peygamber'den almıştır.

Ve yine Arapların ganimet ve muğnimi, düşmanla savaşarak değil, hiçbir zahmet ve zorluk görmeden elde edilen mal bildiklerini göz önünde bulundurarak bu malları ganimet ve muğnim de sayabiliriz; çünkü savaş yoluyla elde edilen şeyin, daha önce de değindiğimiz gibi başka bir ismi vardır.

Ve yine, "Bilin ki kazandığınız şeylerden..." ayeti, bu savaşta veya Uhud savaşında, Enfal Suresinin inişinden sonra, bu Surenin başında nazil olmuş ve bu ayet nazil olduktan sonra "ganimet" sözcüğü iki ayrı anlam kazanmıştır:

1- Lügat anlamı: Hiçbir zahmete maruz kalmadan bir şeye ulaşmak. Bu anlam savaş ganimetlerini kapsamaz. Çünkü bu şekildeki kazancın "selb, nuhb ve harb" gibi özel isimleri vardır.

2- Şerî anlamı: Ragıb'ın dediği gibi, savaş yoluyla veya savaş olmaksızın düşmandan elde edilen şeyler.

Ve işte bu nedenle İslam dini, düşmanla savaştan elde edilen her şeyi ganimet saymıştır; oysa geçmişte bu kelimenin böyle bir manası yoktu.

Ve yine gördük ki, bazen "ganimet ve muğnim" hadis ve sirette, gerçek anlamında kullanılıyormuş gibi hiçbir karineye gerek kalmadan lügat anlamında kullanılmıştır. Ve bazen de bu sözcükler şerî anlamlarında kullanılmış, sözdeki veya konuşmada geçen bir karine nedeniyle onun şerî anlamı anlaşılmıştır.

Böylece bu sözcükler, Ömer b. Hattab'ın hilafeti döneminde futuhat alanı genişleyinceye kadar bu iki anlama geliyorlardı. O zamandan itibaren çok kullanım nedeniyle "ğunm" sözcüğünün türevleri, özellikle durum ve sözdeki karineler olunca düşmanla savaştan elde edilen şeyler anlamını veriyordu. Ve lügatçılar iş başına geçip "ğunm" sözcüğü ve onun kendi zamanı ve daha önceki zamanlarda Araplar arasında kullanıldığı yerler incelendikten sonra, bu sözcüğün şu yerlerde kullanıldığını gördüler:

a- Cahiliye döneminde ve sadr-ı İslam'da tüm Arapların yanında, bir şeyi zahmetsiz elde etmek anlamında.

b- Humus ayeti nazil olduktan sonra, Müslümanların yanında, özellikle Resulullah (s.a.a)'in zamanından sahabenin dönemine kadar, düşmanla savaşta ve diğer durumlarda bir şey elde etmek anlamında.

c- Fütuhat döneminde, daha sonra dikkate alınmayan karinelerle düşmandan savaş ganimetleri almak anlamında kullanılmış, tedricen lügatçıların dönemine kadar karine olmaksızın İslamî toplumlarda bu anlamda kullanılmıştır.

Lügatçıların bu sözcüğü kaydettikleri zaman da bu sözcüğün (ğunm) anlamında meydana gelen değişiklere dikkat etmemişler ve sonuçta Ragıb-ı İsfehanî gibi bazıları humsun yasanmasından sonra Medine'de onun anlamını inceleyerek şöyle demişlerdir: Düşmanla savaşta ve diğer yollarla elde edilen her şeye "ğunm" denir.

Fakat İbn-i Menzur ve diğerleri, bazen onun cahiliye dönemindeki kullanımını göz önünde bulundurarak, "ğenume-ş şey", "onu ele geçirdi", "iğtinam" ise, "ganimete ulaşmak" anlamındadır demişlerdir. Ve bazen de fütuhat döneminde onun karinelerle kullanıldığını göremedikleri için ondan sonra da bu sözcüğü karinesiz olarak söz konusu ederek şöyle demişlerdir: Ganimet, savaş meydanında düşmandan alınan mallardır.

Fakat bu arada, Kamusu'l-Lügat kitabının yazarı, bu sözcüğün bir şey elde etmek ve fey anlamında mı,[335] yoksa ganimet "fey" ve "fazlalık" anlamında, onun diğer türevleri ise "bir şey elde etmek" anlamında olduğunda şüphe etmiştir.[336]

Böylece "ğunm" sözcüğünün anlamını karıştırmışlardır; oysa bu konuda doğru olan bizim söylediğimizdir ve bu hususta sözcüğün anlamının kazandığı değişiklikleri de göz önünde bulundurmak gerekir.

Dolayısıyla, "ğunm" sözcüğü şu anlamlardadır:

1- Cahiliye döneminde ve sadr-ı İslam'da: Hakiki anlamı olan, bir şeyi zahmetsiz olarak ele geçirmek.

2- İslam dininde, humus ayetin nazil olduktan sonra hakiki anlamında, düşmanla savaşta elde edilen şey; bunun yanı sıra o dönemde daha unutulmamış olan lügat anlamında kullanılıyordu.

3- Lügat kitapları yazıldığı asırdan sonra bu sözcük hakiki lügat anlamının yanı sıra Müslümanlar yanında düşmandan savaş ganimetleri ele geçirmek anlamında kullanılmaya başlandı.

Dolayısıyla, eğer sadr-ı İslam'a kadar bir yerde bu sözcüğün türevlerinden biriyle karşılaşacak olursak onu lügat anlamı vererek zahmet ve sıkıntı çekmeden bir şey elde etmek şeklinde mana etmemiz uygun olacaktır.

Ve eğer bu sözcüğün humsun yasanmasından sonra Müslümanlar tarafından veya İslami yasamada kullanıldığını görürse, bu durumda, bu iki anlam kullanılan ortak bir sözcük olduğundan onu lügat anlamında algılamakla şerî anlamında (savaş ve diğer yollarla bir şey elde etmek) algılamak arasında ortaktır ve birinin tayini için belirti şarttır.

Ve eğer bu sözcüğün, lügatçiler ve lügat kitaplarının yazıldığı dönemde ve ondan sonraki zamanlarda kullanıldığını görürsek, bu sözcük o dönemde onlar için hangi anlamı taşıyorsa, o anlamda kullanılması, yani sadece düşmandan savaş ganimetleri almak anlamında algılanması daha doğrudur.

Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılan şudur: Eğer Resulullah (s.a.a)'in döneminde humsun yasanmasından sahabenin dönemine kadar hadis ve hadis dışında bu sözcüğün türevlerinden birine rastlarsak bu iki anlamdan birine geldiğini kabullenmek zorundayız: Ya lügat anlamında algılayarak, zahmet ve zorluğa düşmeden bir şeyi elde etmek anlamına geldiğini ya da şerî anlamında algılayarak savaş ganimetleri ve diğer kazançlar elde etmek anlamına geldiğini kabul etmeliyiz. Elbette bu durumda maksadımıza delalet eden bir karine bulmak zorundayız.

Bu sözcüğün o dönemde kullanıldığı yerler hakkında yapmış olduğumuz uzun araştırmalarda onun daha fazla şerî anlamı bildiren söz ve durumdaki karinelerle kullanıldığını gördük. Fakat bunun yanı sıra bir çok yerde bu sözcüğün hiçbir karine ve belirti olmaksızın lügat anlamında kullanıldığını da unutmamak gerek.

7- Humus

Humus, lügatta beşte bir anlamındadır. "Hamestu'l-kavme" yani, o kavmin mallarının humsunu aldım. Fakat bu sözcüğün şerî anlamını öğrenmek için önce cahiliye Arabı döneminin örfüne müracaat ederek bu konuda onların toplumsal sistemlerini öğrenmemiz gerekir. Daha sonra İslam yasamasına dönerek humus meselesi ve onun Müslümanlar arasındaki geçmişini geniş bir şekilde incelememiz icab ediyor. Şimdi bu husustaki konumuz:

A- Cahiliye Döneminde

Cahiliye döneminde, komutanlar ganimetlerin dörtte birini kendilerine alıyor ve "Onların mallarının dörtte birini aldı" ve "Ordudan ganimetlerin dörtte biri alındı" deniliyordu.

Ordu komutanının aldığı bu dörtte bire, "el-merba" söylüyorlardı. Hadiste ise Resulullah (s.a.a)'in Adiy b. Hatem'e, Müslüman olmadan önce, "Sen merba alıyorsun; oysa bu iş senin dininde helal değildir."[337]

Şair bu konuda şöyle diyor:

 

Leke'l merba' minha ve's-safaya

Ve hukmuke ve'n neşitetu ve'l fuzul

 

(Ganimetin dörtte biri senin, safaya da

Neşit de senin, fuzul da.)

 

Bu şiirde "safaya" başta gelen kişinin kendine seçip ayırdığı şeydir. "Neşite" askerler dönüp kabileye gelmeden önce reislerine verilen ganimete denir. Ve nihayet "fuzul" bölüştürülmeyecek kadar az olup ordu komutanına verilen ganimete denir.[338]

Nihayetu'l-Lügat kitabında şöyle geçmektedir: "İnne fulanen kad irtefea emre'l kavm), (yani; falanca onlara komutanlık yapmayı beklemekte.) Veya, "Ve huve ala rubaet-i kavmih" (yani; o, onların efendisidir).

"Humus" sözcüğü hakkında ise Adiy b. Hatem'den[339] şöyle rivayet edilmiştir: "Cahiliye döneminde rub' (dörtte bir), İslam'da ise humus (beşte bir) alıyordum." Adiy'nin maksadı şudur: Ben her iki dönemde de ordu komutanıydım. Cahiliye döneminde ganimetlerin dörtte biri ordu komutanınıydı. İslam zuhur ettikten sonra ise onu beşte bire düşürdü ve harcanması gereken yerleri de belirtti.[340]

B- İslam'ın Zuhurundan Sonra

Buraya kadar söylediklerimiz İslam'ın zuhurundan önce ve cahiliye dönemiyle ilgiliydi. Fakat İslam'ın zuhurundan ve İslam dini tarafından humusun yasanmasından sonra humus farz bir şey haline geldi, Kur'an-ı Kerim ve hadislerde ondan şöyle bahsedilmiştir:

1- Kur'an-ı Kerim Humus:

Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve ayrılma gününde, o iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz şeye inanmışsanız bilin ki kazandığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve yakına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalana aittir. Allah her şeye kadirdir."[341]

Bu ayet, her ne kadar özel bir konuda nazil olmuşsa da genel bir hükmü beyan etmektedir ki o da her türlü kazançtan müstahak olan kişilere humus ödemenin farz oluşudur. Çünkü eğer bu ayet sadece savaş ganimetlerini kapsayacak olsaydı, Allah Teala'nın, "Bilin ki savaşta elde ettiğiniz şeylerden..." şeklinde veya "Dünşandan elde ettiğiniz ganimetler" diye buyurması ve "kazandığınız şeylerin..." şeklinde buyurmaması daha uygundu.

Bu yasamada, İslam dini, cahiliye dönemindeki dörtte bir yerine önderlik hakkını beşte bir olarak tayin ederek miktarı azaltırken diğer taraftan da humus alanların sayılarını çoğaltmıştır. Şöyle ki, onun bir payını Allah'a, bir payını Resulüne ve bir payını da onun yakınına, üç payını da Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarından yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara tayin etmiştir. Ve humusu, savaş ganimetlerine has kılmayıp elde edilen her türlü kazançta farz kılmış, cahiliye dönemindeki "merba" karşısında onu "humus" diye adlandırmıştır.

Ve zekat kavramı, daha önce de dediğimiz gibi Allah Teala'nın mallardaki hakkıyla eşit olduğundan, Kur'an-ı Kerim'de nerede zekat ödemeye teşvik edilmişse, insanın kazandığı her şeyden farz sadaka ve humusu ödemeyi de emretmiş ve Allah Teala, mallardaki hakkını sadaka ve humus ayetlerinde tam olarak açıklamıştır.

Humus hakkında Kur'an-ı Kerim'de bulduklarımız bunlardan ibarettir.

2- Sünnette Humus:

Resulullah (s.a.a) savaş ganimetlerinden ve define, hazine ve maden gibi savaş ganimetleri dışındaki gelirlerden humus ödenmesini emretmiştir. Bu konuyu İbn-i Abbas, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdullah, İbade b. Samit, Enes b. Malik rivayet etmişler ve Ahmet b. Hanbel kendi Müsned'inde, İbn-i Mace kendi Sünen'inde kaydetmişlerdir. Biz burada Ahmet b. Hanbel'in İbn-i Abbas'tan naklettiği rivayeti zikrediyoruz:

"Resulullah (s.a.a), define, hazine ve madenden humus verilmesini emretti."[342]

Sahih-i Müslim, Sahih-i Buharî, Sünen-i İbn-i Mâce, Tirmizî, İbn-i Mace, Muvatta-i Malik ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hayvanın vurduğu yaranın diyeti yoktur; maden de böyledir; rukaza (define ve madende) ise hums vardır."

Fakat Müsned-i Ahmed'de geçen bazı rivayetlerde hadisin baş tarafı şöyledir: "Hayvanın yaralamasının diyeti yoktur..."[343]

Ebu Yusuf,[344] bu hadisi Harrac kitabında genişçe açıklayarak şöyle demiştir: Cahiliye döneminde bir kişi bir kuyuya düşerek ölseydi, gelenekleri gereğince o kuyu onun kan parası sayılırdı. Eğer bir hayvan onun öldürseydi o hayvanı ve eğer ölmesine bir maden neden olsaydı kan pahası olarak o madeni alırlardı. Dolayısıyla, bir kişi Resulullah (s.a.a)'e bunun hükmünü sorunca Hazret şöyle buyurdu: "Hayvanın açtığı yaranın diyeti yoktur; maden ve kuyunun da yoktur; rukaza (defineye) ise hums lazım gelir." Daha sonra Hazret'ten, "rukaz"ın ne olduğunu sordular. Hazret, "Allah Teala'nın yaratışın tâ başından beri yerde kıldığı altın ve gümüştür" cevabını verdi.

Müsned-i Ahmed'de Şa'bî[345] kanalıyla Cabir b. Abdullah'ın Resul-i Ekrem (s.a.a)'den şöyle rivayet ettiği nakledilmektedir: "Evcil havan, kuyu ve madenin kan pahası yoktur; fakat defineye humus lazım gelir."[346] Şa'bî, bu hadiste geçen "rukaz"ın define anlamına geldiğini söylemiştir.

Müsned-i Ahmed'de İbade b. Samit'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)'in bıraktığı kurallar şunlardır: İnsanın ölmesine neden olan maden, su kuyusu ve hayvanın diyeti yoktur. Bu hadiste geçen "ucema" dört ayaklı hayvan ve benzerleri, "cubar" ise karşılıksız ve heder olmak anlamındadır. Resul-i Ekrem (s.a.a) define ve maden için humus tayin etmiştir.[347]

Müsned-i Ahmed'de Enes b. Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a)'le birlikte Hayber'e doğru hareket ettik. Yanımızdakilerden biri def-i hacet için bir harabeye gitti ve kendini temizlemek için harabenin duvarından bir parça kesek koparınca oradan altın döküldü. Adam altınları alarak Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna getirip olanları anlattı. Resulullah (s.a.a), onları tartmasını emretti. Adam itaat ederek onları tartınca iki yüz dirhem olduğunu gördü. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a), "Bu definedir ve buna humus lazım gelir."[348]

Yine Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer: Medine'den bir kişi Resulullah (s.a.a)'e bir takım sorular sordu. Bu sorulardan biri şöyleydi: Bir harabeden bir define bulacak olursak vazifemiz nedir? Resulullah (s.a.a), "Ona, define ve madene humus taalluk eder" buyurdu.[349]

Nihayetu'l-Lügat, Lisanu'l-Arab, Nihayetu'l-Ereb, Ikdu'l-Ferid ve Usdu'l-Gabe'de "seyebe" sözcüğünde şöyle geçer, (biz Nihayetu'l-Lügat'tan naklediyoruz):

Resulullah (s.a.a), Vail b. Hacer'e[350] şöyle yazdı: "Suyubda humus vardır." Suyub ise, define anlamındadır. Daha sonra açıklamada bulunarak şöyle yazdı: Suyub, madende bulunup çıkarılan altın ve gümüş damarlarıdır; suyum "seyebe"nin çoğuludur. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in "suyub" sözcüğünü kullanmaktan maksadı, cahiliye döneminde defnedilen mallar veya Allah Teala'nın onu elde eden kişiye lütuf ve bağışı olan madeni kastettiğini bildirmektir.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bu mektubunun tamamı Kalkaşendî'nin Nihayetu'l-İreb kitabında geçmiştir.[351]

Yukarıda Geçen Hadislerin Terimlerinin Açıklaması

Sünen-i Tirmizî kitabında şöyle geçmiştir: Ucema, sahibinden kaçan hayvandır; sahibinden kaçınca bir şeye veya bir kimseye zarar veren bu hayvandan dolayı sahibi zarar ödemez.

Madenden dolayı da diye ödenmez. Yani bir kişi bir madeni kazar da diğer bir kişi ona düşerse, maden sahibi bundan dolayı zarar ödemez. Birinin yoldan geçenler için kazdığı su kuyusuna da biri düşerse, sahibinin üzerine bir şey gelmez.

Fakat rukazda humus vardır. Rukaz ise cahiliye döneminin definelerini ele geçirmektir. O halde, eğer bir kişi böyle bir define bulursa onun humsunu şerî hakime verdikten sonra geri kalanı onun kendisinin olur.[352]

İbn-i Esir'in Nihayetu'l - Lügat kitabında "irem" sözcüğünde şöyle geçer: "Aram", "a'lam" anlamında olup yolu göstermek için çöllerde üst-üste bırakılan taşlara denir. Onun tekili, "ineb" vezninde, "irem"dir. Cahiliye dönemi insanları yolda, beraberlerinde götüremeyecekleri bir şey bulsalardı, dönüşte rahatça bulup götürmek için üzerine nişane olsun diye bir taş bırakırlardı.

Lisanu'l - Arab ve diğer lügat kitaplarında şöyle geçmiştir:

Bir şeyi toprağa sakladıkları zaman "Rekezehu, yerkezuhu" denir. "Rukaz" yer veya madenden çıkarılan altın veya gümüş parçaları olup tekili "rukze"dir.

Nihayetu'l - Lügat kitabında ise şöyle geçer: "Rukaz"ın çoğulu olan "Rukze, yere gömülen doğal mücevherlere denir.

Yukarıdaki Rivayetlerin Özeti

Yukarıda geçen rivayetlerden özetle şunlar anlaşılmaktadır: Resulullah (s.a.a), ister hazine olsun, ister maden yerden çıkarılan her türlü altın ve gümüşe humus verilmesini emretti. Bunların hiç birinin, ileri sürülenin tam aksine savaş ganimetleriyle hiçbir ilgisi olmayıp onlardan sayılmamaktadır. Dolayısıyla, humsun savaş ganimetlerinde olduğunu söylemek tamamen yersiz bir söz olur. Humus ayetindeki "ğanimtum" sözcüğünden maksat da budur. Ve yukarıdaki delilleri ve geçen rivayetlerin de teyit ettiğini göz önünde bulundurarak İslam'ın yasamasında "ğanimtum" sözcüğü, insanın hem savaşta ve hem savaş dışında elde ettiği kazancı kapsamaktadır.

O halde, buraya kadar söylediklerimizden, İslam dininde humusun savaş ganimetlerine has olmadığı anlaşılmaktadır. Hulefa mektebi ulemasından Kadı Ebu Yusuf da el-Harac[353] adlı kitabında bu rivayetlerden bu sonuca varmıştır. Kadı Ebu Yusuf, savaş ganimetleri dışında diğer şeylerde humusun farz olduğu hükmünü istinbat ederek diyor ki:

Çıkarılan her türlü madene ister az olsun, ister çok humus taalluk eder. Hatta eğer insan madenden iki yüz dirhem ağırlığından az gümüş veya yirmi dirhem ağırlığından az altın çıkarırsa onun humsunu vermesi gerekir. Ve bunun zekatla hiçbir ilgisi yoktur.[354] Aksine, bu ganimetlerle ilgilidir. Toprağa ise bir şey taalluk etmez; humus sadece halis altın, gümüş, demir, bakır ve kurşuna taalluk eder. Onları çıkarmak için yapılan masraflara ise humus yoktur. Eğer yapılan masraflar çıkarılan şeylerin değerinde olursa yine onlara humus lazım gelmez; yapılan masraflar ister az olsun, ister çok, çıkarılan şeylerin değerinden düşüldükten sonra humus lazım gelir. Metaller dışında yakut, firuze, sürme, civa, kükürt, kızıl toprak gibi taş türlerinden elde edilen her şeye humus lazım gelmez;[355] çünkü onlar toprak ve çamur cinsindendir.

Daha sonra diyor ki: O halde, eğer bir kişi (maden türlerinden) bir miktar altın veya gümüş veya demir veya kurşun ya da bakır çıkarırsa, çok fazla borçlu olursa bile onların humsu üzerinden düşmez. Eğer bir asker savaş meydanında düşmandan savaş ganimeti alırsa, ister borçlu olsun ister olmasın onun humusun vermesi gerektiğini görmüyor musun?!

Daha sonra şöyle yazıyor: Rukaza gelince; rukaz, Allah Teala'nı yaratılışın başından yerin derinliklerinde yarattığı humusu farz olan altın ve gümüştür. O halde eğer biri, başkasına ait olmayan bir yerde altın veya gümüş hazine veya tesadüfen elbise bulursa onun beşte birini humus olarak vermeli, beşte dördü ise bulan kişinin olur. Çünkü o da humsu verilmesi gereken ve geri kalanı kişinin kendisine ait olan ganimet gibidir.

Sona şöyle devam ediyor: Eğer Müslümanlarla savaş halinde olan bir kafir Müslüman topraklarında bir hazine bulursa, İslam hükümetinin güvencesine girmiş olursa, onun tümünü ondan alır ve ona bir şey vermezler. Fakat eğer o kişi kafir-i zımmî olursa, Müslümanlardan aldıkları gibi ondan da onun humsunu alır, dörtte birini ona verirler. Anlaşmalı köle de (sahibiyle serbestlik sözleşmesi yapan köle) Müslüman topraklarında bir hazine bulursa, humsu alındıktan sonra geri kalanı ona verilir...

Ebu Yusuf, "denizden çıkarılan şeyler" bölümünde Harun Reşid'e hitaben şöyle yazıyor: Müminlerin emirinin sorduğu denizden çıkarılan şeylere gelince; bilinmesi gerekir ki, denizden çıkarılan ziynet eşyaları ve ambere humus lazım gelir.[356]

* * *

Buraya kadar, Resulullah (s.a.a)'in, savaş ganimetleri dışındaki şeylerin humsunun verilmesini emrettiğini apaçık ortaya koyan rivayetleri ve bu rivayetlerden anlaşılanları inceledik. Şimdi ise Resul-i Ekrem (s.a.a)'in humus verilmesine dair emrini içeren rivayetleri inceleyelim:

Resulullah (s.a.a)'in Mektup ve Sözleşmelerinde Humus

A- Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Sünen-i Nesaî ve Müsned-i Ahmed'de şöyle geçer (biz Buharî'den naklediyoruz): Abdulkays kabilesinin[357] temsilcileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'e, "Muzar müşrikleri bizimle sizlin aranızda engel oluşturdular ve biz haram aylar dışına size ulaşamıyoruz. Bize, yerine getirdiğimizde cenneti kazanmamıza neden olacak ve kabilemizin diğer insanlarını davet edeceğimiz kolay emirler ver" dediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara şöyle buyurdu:

"Size dört şeyi yapmayı emrediyor ve dört şeyi yapmaktan sakındırıyorum. Size Allah'a iman etmenizi emrediyorum. Allah'a iman etmenin ne olduğunu biliyor musunuz hiç? Allah'a iman etmek şunlardan ibarettir: O'nun birliğine tanıklık etmek, namaz kılmak, zekat vermek, kazançlarınızdan humsu ödemek ve..."[358]

Resulullah (s.a.a), Abdulkays kabilesinin temsilcilerine, kazançlarından humus ödemelerini emredince, müşriklerin korkusundan haram aylar dışında kabilelerinin sınırından dışarı çıkamayan onlardan düşmandan aldıkları savaş ganimetlerinin humusunu ödemelerini istemiyor! Aksine o hazretin "ganimet"ten, bu sözcüğün Arapça'daki, zahmet ve sıkıntı çekmeden bir kazanç sağlamak olan hakiki anlamını kastetmiştir. Veya başka bir tabirle, onlar kâr ve kazançlarının humusunu vermekle görevlendiler ya da en azından Resulullah (s.a.a)'in maksadı bu sözcüğün, "savaş ve savaş dışı gelirler"den ibaret olan şer'î hakikatidir.

Bu konu, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Arap kabilelerinin temsilcilerine yazmış olduğu sözleşmelerde, elçileri ve onlara tayin ettiği valiler vasıtasıyla gönderdiği mektuplarda apaçık bellidir.

Belazurî, Futuhu'l-Buldan adlı eserinde şöyle yazmaktadır: Yemen halkı, Resulullah (s.a.a)'in zuhur ettiğini ve şanının yüceliğini duyunca, onlardan Hazret'in huzuruna temsilciler geldiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onlara bir mektup yazarak Müslüman oldukları ana kadar sahip oldukları mallar, arazi ve defineleri onlara bıraktı. Onlar da itaat ederek Müslüman oldular. Sonra Hazret (s.a.a), İslam dininin kanun ve kurallarını ve kendi sünnetlerini öğretmeleri, sadakalarını almaları, Yaduhilik, Hıristiyanlık ve Mecisiliklerinde kalanlardan ise cizye almaları için onlara kendi vali ve elçilerini gönderdi.

Belazurî, İbn-i Hişam, Taberî ve İbn-i Kesir bunların peşinden şöyle eklemişlerdir (biz Belazurî'den naklediyoruz): Resul-i Ekrem (s.a.a) Amr b. Hizam'ı[359] Yemen'e gönderdiği zaman onun için şöyle bir şey yazdı:

"Bismillahirrahmanirrahim. Bu Allah ve Resulünün sözüdür: "Ey iman edenler! Ahitlerinize vefa edin."[360]

b- "Bu Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'in Amr b. Hizam'ı Yemen'e gönderdiği zaman ona tavsiyeleridir. Ona bütün işlerinde Allah'ı göz önünde bulundurup takvalı olmasını, kazançlardan Allah'ın humsunu almasını ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakaları teslim almasını emrediyor. Şöyle ki, su verilmeyip kökleri yerin rutubetinden veya yağmur suyundan su alan tarlaların mahsullerinden onda bir, büyük su kırbası ve kovalardan sulanan tarlaların mahsullerinden ise onda birin yarısı (yirmide bir) zekat almasını bildiriyor."[361]

c- Resulullah (s.a.a)'in Kazae kabilesinden Sa'd b. Huzeym'e ve Cizam'a yazdığı bir mektupta sadaka vermenin farz olduğu yerleri onlara bildirmiş, sakada ve humuslarını Ubey ve Anbese ismindeki iki elçisi veya onların memurları vasıtasıyla kendisine göndermelerini istemiştir.[362]

Resul-i Ekrem (s.a.a), Sa'd ve Cizam kabilelerinden sadaka ve humuslarını kendi elçilerine veya onların memurlarına vermelerini isteyince, onlardan savaş ganimetlerinin humsunu değil, kazançlarının humsunu ve mallarına farz olan sadakaları göndermelerini kastetmiştir.

d- Resul-i Ekrem (s.a.a), Malik b. Ahmer-i[363] Cizamî'ye ve onun izleyicisi olan diğerlerine yazdığı amannamede, namaz kılmalarını, diğer Müslümanları izlemelerini, müşriklerden sakınmalarını, kazançlarının humsunu, zarara uğrayanlarının payını, falan ve filan payı vermelerini emretmiştir.[364]

e- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Fucey[365] ve izleyicilerine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur: "Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'den Fucey ve izleyicilerine. Eğer Müslüman olup namaz kılar, mallarının zekatını öder, Allah ve Resulü'ne itaat eder, kazançlarından Allah'ın humsunu verir, Peygamber ve yardımcılarına yardım eder, Müslüman olduklarını izhar eder de müşriklerden ilişkilerini keserlerse Allah ve Muhammed'in amanında olurlar."[366]

f- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Umman ordu komutanlarına yazdığı mektupta şöyle geçer:

"Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a)'den Behreyn'de yaşayan Umman padişahları ordu komutanları olan Allah kullarına. Eğer iman edip namaz kılacak, zekat verecek, Allah ve Resulü'ne iman edecek, Peygamberin hakkını verecek ve Müslümanlar gibi ibadet edecek olurlarsa Allah'ın amanında olup, Allah ve Resulü'ne ait olan ateşkede malları dışında sahip oldukları şeylerden yararlanacak ve onlar kendilerine bırakılacaktır.  Hurmada onda bir tahıllarda onda birin yarısı (yirmide bir) zekat farzdır. Müslüman onlara yardımcı olmaları ve kılavuzluk etmeleri düşer. Sahip oldukları değirmenler, istedikleri şeyleri öğütmeleri için onların kendilerinindir."[367]

Bu mektupta Resulullah (s.a.a)'in "peygamberin hakkı"ndan maksadı humus veya humus ve o hazretin kendine has olan şeydir. Daha önce safiy ve peygamberin şahsına has olan mal hakkında bahsetmiştik.

g- Ve yine mektuptaki, "Allah'ın payı ve Resulün payı"ndan maksat, Hads ve Lehm bölgesinden Müslüman olan kişiler için humustur. Resulullah (s.a.a) bu mektupta şöyle buyurmaktadır:

"...Namazı kılacak, mallarının zekatını verecek, Allah ve Resulü'nün payını verecek ve müşriklerden sakınacak olurlarsa Allah ve Muhammed'in güvencesinde olacaklardır. Kim dininden yüz çevirirse Allah ve Resulü'nün koruma ve güvencesi de onun üzerinden kalkar."[368]

h- Resulullah (s.a.a)'in Cünade-i Ezdî, onun akrabaları ve izleyicilerine yazmış olduğu şu mektupta da aynı konu işlenmektedir:

"Namaz kılıp mallarının zekatını verecek olur, Allah ve Resulü'ne itaat edip kazançlarının humusunu ve peygamberin payını verecek olur da müşriklerden uzak dururlarsa Allah'ın ve Allah kulu Muhammed'in güvencesinde olurlar."[369]

ı- Resulullah (s.a.a), Tay kabilesinden Beni Muaviye b. Cerul'a[370] yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur: "Onlardan Müslüman olan namaz kılan, zekat veren, Allah ve Resulü'ne itaat eden, kazançlarından Allah'ın humsu ve peygamberin payını veren, müşriklerden uzak duran ve Müslüman olduğunu açığa vuran, itaat ettiği sürece Allah ve peygamberinin güveninde olur."[371]

Yine Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Benî Cuveyn-i Taî'ye yazmış olduğu bir mektup daha var; bu mektup da kullanılan sözcüklerdeki bazı cüzî farklılıklara rağmen yukarıdaki mektupla aynı olabilir.[372]

j- Resulullah (s.a.a), Cuheyne b. Zeyd'e[373] yazmış olduğu mektubunda şöyle buyurmaktadır: "Geniş yer ve çölleri, nehir yatakları ve otlaklar, humus karşılığında bitkilerinden yararlanmanız ve sularından içmeniz için size aittir.

Tia ve Sarime bir arada olurlarsa, iki koyun ve eğer aralarına mesafe düşerse her birine bir koyun zekat verin. Mesir halkına ise sadaka yoktur..."[374]

İbn-i Esir, Nihayetu'l-Lügat adlı eserinde şöyle yazmaktadır: Tia, zekatın farz olduğu en az miktardır. Sarime ise koyun ve deve sürüsüdür. Bu hadiste geçen "Sarime"den maksat, yüz yirmi bir baş koyundan iki yüz baş koyuna kadar olan miktardır ve bir arada olduklarında iki koyun ve birbirlerinden ayrı iki kişiye ait olduklarında ise her biri bir koyun zekat vermelidir. Mesir halkı ise, tarla süren öküzleri bulunan kişilerdir; ona zekat farz değildir.

k- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bazı mektuplarında Peygamber'in payı zikredildikten sonra Hazrete has olan "safi" de zikredilmiştir. Örneğin Resulullah (s.a.a)'in Humeyr padişahlarına yazdığı mektupta şöyle geçer:

"Ama sonra; Rabb'iniz sizi özel hidayetine yöneltti; Allah ve Peygamber'ine itaat edin, namaz kılın, zekatı verin, kazançlarınızdan Allah'ın humsunu ödeyin, Resulullah (s.a.a)'in payını ve onun kendisine has kılınanı verin ve Allah'ın müminlere farz kıldığı sadakayı ödeyin..."[375]

l- Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Benî Sa'lebe b. Amir'e yazmış olduğu mektupta şöyle geçmektedir: "Onlardan kim İslam getirir, namaz kılar, zekatı öder, kazançlarının humsunu, peygamberin payını ve onun kendisine has kılınanı verirse Allah'ın güvencesine girmiş olur."[376]

m- Benî Zuheyr-i Akliin'e[377] yazmış olduğu mektupta ise şöyle buyurmaktadır: "... Eğer Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.a)'in onun peygamberi olduğuna tanıklık eder, namaz kılar, zekatı verir, kazandıklarınızdan humus, peygamberin payı ve onun safisini verirseniz Allah ve Resulü'nün güvencesinde olursunuz."[378]

n- Cuheyne kabilesinin bazı ileri gelenlerine yazdığı mektup ise şöyledir: "Onlardan kim Müslüman olur, namaz kılar, zekat verir, Allah ve Resulü'ne itaat eder, kazançlarından humus, peygamberin payı ve onun safisini verirlerse..."[379]

Bu mektuplarda geçen çoğulu "safaya" olan "safi" (halis mal), daha önce de dediğimiz gibi, Resulullah (s.a.a)'in humus dışında kendine has olan mal ve mülküne denir.

Ayrıca; "humus" sözcüğü, Resul-i Ekrem (s.a.a)'e nispet verilen bunların dışındaki iki mektupta da geçmiş; fakat onlar bizim açımızdan güvenilir değillerdir. Çünkü onlardan birinde Bulharis[380] kabilesinden Abduyağus ismi geçmektedir. Oysa "Yağus" bir put adıdır ve Resulullah (s.a.a)'in putun kuluna mektup yazmış olması imkansızdır. Çünkü Hazret (s.a.a), Abduluzza, Abdulhacer,[381] Abdulamr-i Asem gibi isimleri Abdurrahman veya Abdullah isimlerine çeviriyordu.[382] Bu mektuplardan diğer ise Resulullah (s.a.a)'in Neşhel b. Malik-i Vailî'ye[383] yazmış ve ona "bismike Allahumme" (senin adınla Allah'ım!" diye başlamıştır; oysa Resulullah (s.a.a)'in mektupları "bismillahirrahmanirrahim" diye başlamaktaydı.

* * *

Yukarıda geçen mektup ve sözleşmelerde, Resul-i Ekrem (s.a.a), Sa'd-ı Huzeym'e sadaka, zekat ve humuslarını kendisinin iki elçisine veya onların gönderdiği kimselere vermelerini emretmiştir: katıldıkları savaş ganimetlerinin humsunu vermelerini istemeyip mallarına lazım gelen humus ve sadakaları talep etmiştir. Aynı şekilde Cuheyne'ye yazdığı mektupta yerin otlak ve sularından yararlanma karşısında humus ve zekatlarını vermelerini istemiştir. Bunda da humus ödemeleri için onların savaşa katılıp savaş ganimetleri elde etmeleri şart koşulmamış, aksine humus ve sadaka ödemek için yer gelirlerinden yararlanmak şart koşulmuş, onlara kazandıkları şeylerde İslam'ın hükmünü öğretmiştir.

Yine Abdulkays'ın temsilcilerine kazançlarından nasıl humus ödeyeceklerini öğrettiği zaman, onları yerine getirecek olurlarsa cennete gideceklerini buyurdu ve müşriklerin korkusundan haram aylar dışında kabilelerinden dışarı çıkamayan onlardan, müşriklerle savaşıp zafere ulaşarak onlardan elde ettikleri savaş ganimetlerini ödemelerini istememiş, sadece onlardan kazançlarının karının humsunu vermelerini istemiştir.

Ve yine valisi Amr b. Hazm'a verdiği emirde Yemen kabilelerinin sadaka ve humuslarını almasını istemiş, fakat bu kabilelerin katıldıkları savaşlardaki ganimetlerin humsunu alıp kendisine göndermesini istememiştir.

Veya bu kabilelere humuslarını ödemeleri için şahsen yazmış olduğu mektuplar veya kabilelerin humuslarını almaları için Amr b. Hazm dışında diğer memurlarına yazdığı mektupları da aynı doğrultudadır.

Bütün bu mektup ve emirnamelerde humsun, sadaka konumundadır; her ikisi de Allah Teala'nın koyduğu kurallar gereğince insanların mallarındaki Allah'ın hakkıdır.

Bu mektuplarda geçen "humus" sözcüğünün savaş ganimetlerinin humsu olmadığını vurgulayan ve açığa çıkaran konu, İslam dinindeki savaş hükmünün cahiliye dönemi ve ondan önceki zamanların kurallarından farklı oluşudur; o dönemlerde herkes veya her grup kendi kabilesi veya antlaşma içerisinde oldukları kişiler dışındakilere saldırarak onların mal varlıklarını istediği şekilde yağmalama hakkını kendine veriyor ve herkes, kabile reisine has olan dörtte biri dışında yağmalayıp elde ettiği her şeyi kendine alıyordu. Fakat İslam dininde böyle değildir; dolayısıyla, Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan dörtte bir yerine beşte bir olan savaş ganimetlerinin humsunu isteyemez; hatta hiçbir Müslüman veya Müslüman bir grup kendi yanından Müslüman olmayan kişilere karşı savaş ilan edip canı istediği gibi onların mallarını yağmalayamaz. Çünkü:

Birincisi; böyle bir hakka sadece şerî hakim sahiptir; o da İslam kanun ve kurallarına uygun olarak; bu durumda tüm Müslümanlar onun emrine itaat etmek zorundadır.

İkincisi; fetih ve zaferden sonra savaş ganimetlerinin tümünde sadece İslam ordusu komutanı veya onun temsilcisi tasarruf hakkına sahiptir. Dolayısıyla, savaşçılar düşmana galip geldikten sonra ele geçirdikleri şeyleri komutanlarına veya onun temsilcilerine vermelidirler; aksi durumda aldıkları şey gizlice yapılan hırsızlık ve diğerlerinin gözünden ırak aşırmak sayılır ve onun ar, mahcubiyet ve vebali kıyamet gününde yakasına yapışıp cehenneme götürür.

Humsu aldıktan sonra atlı ve piyade askerlerin payını tayin eden, biraz da kadınlara ayıran, bazen savaşta olmayanlara da alınan ganimetlerden pay veren ve savaşan müminlerin payından kat kat fazlasını muallefetil kulub (Müslüman olmayanların gönlünü kazanmak) için harcama yetkisi olan İslam'ın hakimidir.

Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde savaş ilan etmek ve savaş ganimetlerinin humsunu almak Hazret'in kendi vazifelerinden ise, Hazret'in arka arkaya yazdığı mektup ve sözleşmelerde humus, muhatapların mallarındaki farz sadaka menzilesinde değildiyse ve savaş ganimetleriyle bir ilgisi de yoktuysa, o halde bu mektup ve sözleşmelerde halktan humus istemenin ve bunu vurgulamanın anlamı ne olabilirdi ki?!

Dolayısıyla, bu mektup ve sözleşmelerdeki "ganaim" ve muğnim" sözcüklerinden lügat anlamı olan, "zahmet ve sıkıntı görmeden bir şeyi elde etmek" anlamında veya "savaş yoluyla ve diğer yollarla elde edilen şey" anlamındaki şerî anlamında olduğunu söylemek zorundayız.

Burada, konumuzun başında "ganimet" sözcüğünün açıklamasıyla ilgili söylediklerimizi ekleyerek "ganimet" sözcüğünün sözlükler yazıldıktan sonra İslam toplumunda savaş ganimetlerinde kullanılan bir hakikat olarak kabul edildiğini ve İslam'dan önce bu anlamda kullanılmadığını ve yine Resulullah (s.a.a)'in hadislerinde geçen bir şeyi, o hazretten yaklaşık iki asır sonra halk arasında yaygın olan başka bir şeye yüklemenin doğru olmadığını söylemek gerek.

Bu mektup ve sözleşmelerde "Allah'ın payı", "Resulullah (s.a.a)'in payı" veya "Peygamberin hakkı" veya "peygamberin payı" şeklinde geçen şeylerin tefsiri, "Bilin ki kazandığınız şeylerin humsu Allah'ın ve Resul'ündür..." ayetinde ve bu ayetin açıklayıcısı olan Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde geçmektedir. Humus ayeti ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetinde, "muğnim" sözcüğündeki Allah ve Peygamberin payının ve yine onların hak ve hisselerinin humus olduğu bildirmişlerdir.

Buraya kadar söylediklerimizden, savaş ganimetleri ve onun dışındaki şeylerin humsunu Resul-i Ekrem (s.a.a)'in şahsen kendisinin aldığı ve Müslüman olanlardan sadaka ve zekat lazım gelen yerler dışında kazançlarının humusunu vermelerini istediği anlaşılmaktadır. Şimdi ise humsun harcanması gereken yerleri inceleyelim.

 

Kur'an-ı Kerim ve Sünnette Humsun Yeri

Kur'an-ı Kerim'de

Kur'an-ı Kerim'de humus ayeti humsun Allah, Resulü, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışların olduğunu vurgulamaktadır.

Şimdi ayette geçen "zu'l-kurba" (yakınlar)ın ve ondan sonra zikredilenlerin kimler olduğunu inceleyelim.

1- Zu'l-kurba (Yakınlar)

Bir sözde geçen "zu'l-kurbâ", "kurbâ" ve "ûlî kurbâ" sözcükleri de baba ve anne gibidir; bir sözde nerede "ebeveyn" sözcüğü geçerse, ister apaçık bir şekilde, ister zamirle ve ister kinaye ve imayla olsun maksat, kişinin kendisinden önce gelen baba ve annesidir.

Aynı şekilde açık örneği, "Akraba (ûlî kurbâ) bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek, ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir"[384] ayetinde geçen "kurbâ", "uluhu" ve "zu hu" sözcükleri de aynı şekildedir. Bu ayette geçen "uli kurbâ"dan maksat, açıkça "uli kurbâ"dan önce geçen Resulullah (s.a.a) ve müminlerdir.

Bunun zamirle geçen örneği ise, "Söylediğiniz zaman akrabanız (zâ kurbâ) da olsa adaleti gözetin"[385] ayetinde geçmektedir. Bu ayette geçen "za kurbâ"dan maksat "kultum" ve i'dilu" sözcüklerinin zamirlerinin merciidir.

Takdirde olan örneği ise, "Akrabalar (za'l kurbâ) da (miras) taksim(in)de hazır bulunursa..."[386] Burada "za'l kurbâ"dan maksat, ölen kişinin bir önceki ayette işaret edilen akrabalarıdır. Kur'an-ı Kerim'de "kurbâ" ve "ûlî'l kurbâ" sözcükleri geçen diğer yerlerde böyledir.

Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'in iki yerinde "valideyn" ve "zi'l-kurbâ" kelimelerini bir arada zikretmiştir. Biri, "Ana babaya, akrabaya iyilik edin."[387] ve diğeri, "Ana babaya, akrabaya iyilik edin."[388] Birinci ayette, apaçık ve daha önce geçen İsrailoğullarının babalarıyla anneleri ve akrabaları dikkate alınmıştır; ikinci ayette ise, ayetin baş tarafında geçen bu ümmetin müminleri olan "ve'budu" ve "lâ tuşrikû" sözcüklerindeki zamirin merci olan müminler ve onun yakınları kastedilmiştir.

Dolayısıyla, Allah Teala humus ayetinde: "Bilin ki kazandığınız şeylerin humsu Allah, Resulü ve yakınlar içindir..." buyurunca, ister istemez "za'l-kurbâ"dan maksat, Resulullah (s.a.a)'in yakınlarıdır; bu ayette o hazretin ismi onlardan önce geçmiştir. Yani Resulullah (s.a.a)'in ismiyle onların arasına mesafe düşmemiştir. Eğer böyle değilse, o halde Allah Teala bu ayette kimin "yakınlar"ından bahsetmektedir?

"Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, Elçiye ve yakınlara... aittir"[389] ayetindeki "zu'l-kurbâ"dan maksat da açıkça ondan önce zikredilen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarıdır.

Ve yine, "De ki: Ben ona karşılık sizden yakınlara sevgiden başka bir ücret istemiyorum" ayetindeki akrabalardan maksat da, "istemiyorum" (la es'elukum) fiilindeki failin, yani peygamberin akrabalarıdır ve "kurbâ" o hazrete mensuptur. Şimdi humus ayetindeki diğer kelimeleri inceleyelim:

2- Yetim: Yetim, buluğ çağına ermeden önce babasını kaybeden çocuğa denir.

3- Miskin: Hacetini giderecek şeye muhtaç olana miskin denir.

4- İbn-i Sebil: İbn-i sebil, maddi bakımdan yolculuğunu sürdürmeye gücü olmayan yolda kalmış yolcuya denir.[390]

Humus ayetinin akışı, yetim, miskin ve yolda kalmıştan maksadın, bu kişilerin Resulullah (s.a.a)'in akrabaları olduğunu göstermektedir. Humus ayetindeki bu sözcükler, daha önce açıkladığımız "zi'l-kurbâ" sözcüğü makamındadırlar.

Diğer taraftan, Allah Teala, "Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere,... yolda kalmışlara" (Tevbe, 60) ayetinde sadakaların harcanacağı yerleri belirtmiş, onun bir payını Haşimoğullarından olmayan miskinlere ve yolda kalmışlara has kılmıştır. Fakat Haşimoğullarına sadakayı haram kılmış ve onun yerine onlar için humustan bir pay ayırmıştır.

Müslümanların Açısından ve Sünnette Humusun Yeri

Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatında humusu altı kısma ayırıyordu. Onun iki payı Allah ve Resulünün, bir payı yakınlarındı.[391]

Ebu Aliye-i Riyahî'den[392] şöyle rivayet edilmektedir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir ganimet getirecek olsalardı, Hazret onu beş kısma ayırırdı. Dört payını İslam askerlerine verir, beşte birini de kendisine alırdı ve o miktardan Allah'ın hakkı olarak bir avuç alıp Ka'be'ye ayırır, geri kalanını beş kısma ayırırdı: Bir payı peygambere, bir payını yakınlarına, bir payını yetimlere, bir payını miskinlere ve son payını da yolda kalmışlara ayırırdı. Ka'be'ye has kıldığı hisse ise Allah'ın payıydı.[393]

Bu iki hadis açıkça humsun altı kısma ayrıldığını bildirmektedir ve bu da humus ayetiyle uyum içerisindedir. Ebu'l-Aliye'nin rivayetinde geçen Resul-i Ekrem (s.a.a)'in bir payı Ka'be'ye ayırdığı konusuna gelince, bu iş sadece bir defa yapılmış olabilir. Bu konuda doğru olanı, Ata b. Ebi Ribah'ın[394] şu rivayetinde görmekteyiz: Allah'ın humsuyla Resulü'nün humsu birdi ve Resulullah (s.a.a) ondan istediği kadarını alıyor veya bağışlıyor ya da affediyordu. Ona karşı istediği gibi muamele yapıyordu.[395]

İbn-i Cerih[396] de şöyle demiştir: ...Onun dört payı savaşa katılanların ve geri kalan beşte biri ise Allah ve Resulü'nündü; Resul-i Ekrem (s.a.a) ondan istediği kadarını alıyor veya bağışlıyor ya da affediyordu ve onu istediği gibi kullanıyordu.[397]

Bu iki rivayette anlaşılan, Allah'ın payıyla Resulü'nün payının bir oluşudur. Bu ise humusu altı kısma ayıran humus ayetine ters düşmektedir. Ancak Allah'ın payıyla Resulullah (s.a.a)'in hissesinin bir oluşundan, iki hissenin bir pay sayılması değil, her ikisinin de bir ölçüde olduğu kastedilirse sorun çıkmaz.

Ve yine bu, Katade'nin[398] şu rivayetiyle de bağdaşmıyor: Resul-i Ekrem (s.a.a) bir ganimet ele geçirince, onu beşe bölüyordu. Beşte biri Allah ve Resulü'nün, geri kalanını da Müslümanların arasında bölüştürüyordu. Allah ve Resulü adına aldığı beşte biri ise, Resulullah (s.a.a) ve Hazretin yakınları, yetimleri, miskinleri ve yolda kalmışlarına veriliyordu. Ve bu beşte bir beşe bölüyordu ve onun beşte biri Allah ve Resulü'nündü.[399]

İbn-i Abbası'ın Tarih-i Taberî'de geçen rivayetinden, iki payın bir paya dönüştürülüşünün Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra yapıldığı anlaşılmaktadır. İbn-i Abbas şöyle demiştir:

Allah'ın payıyla Resulü'nün payını birleştirdiler ve yakınlara da bir pay ayırdılar ve her iki payı at ve savaş araçları temin etmek için harcadılar.[400]

Taberî, Mücahid'den şöyle rivayet etmiştir: Resul-i Ekrem (s.a.a)'in soyuna sadaka haram olduğu için onlar için humsun beşte biri tayin edilmişti.[401] Ve yine demiştir ki: Allah Teala, Haşimoğulları arasında fakir ve yoksul kişiler olacağını bildiğinden sadaka yerine onlara humus tayin etti.[402]

Ve yine şöyle demiştir: Onlar, kendilerine sadaka haram olan Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yakınlarıdırlar.[403]

İmam Seccad (a.s) ise Şam halkından bir kişiye şöyle buyurmuştur: "Acaba Enfal suresinde "Kazandığınız şeylerden Elçiye ve yakınlarına ... humus verin" şeklinde geçtiğini okumuş değil misin?" Adam, "Okudum; onlar sizler misiniz?" diyince. Hazret, "Evet" buyurdu.[404]

Buraya kadar geçenler humus ayetinde ve diğer yerlerde geçen "zu'l-kurba" (yakınlar) kelimesinin tefsiriydi. Şimdi yetimlerle miskinlerin kimler olduğunu inceleyelim. Nişaburî, bu ayetin tefsirinde şöyle yazmaktadır:

Ali b. Hüseyin (a.s)'dan, ayette geçen, "yetimler ve miskinler"in kimler olduğunu sorduklarında Hazret'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Yetimler ve miskinlerden maksat, bizlerin yetimleri ve miskinleridir."[405]

Taberî, Minhal b. Amr'dan[406] şöyle nakletmiştir: Abdullah b. Muhammed b. Ali[407] ve Ali b. Hüseyin'den[408] humsu sorduğumda onlar, "Humus bize aittir" dediler. Ali b. Hüseyin (a.s)'a, Allah Teala, ayetin sonunda, "yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarındır, buyuruyor" dedim. Hazret, "Bizim yetimlerimizle miskinlerimizdir" buyurdu.[409]

Buraya kadar humus hakkında kaydettiklerimiz, tümünü Hulefa Mektebi'nin hadis, siret ve tefsir kitaplarından naklettik. Şimdi Ehlibeyt Mektebi açısından humus ve onun harcanması gereken yerleri inceleyelim.

Ehlibeyt (a.s) Mektebinde Humsun Yeri

Ehlibeyt İmaları (a.s)'dan gelip humsu altı kısma bölen rivayetler mütevatirdirler. Şöyle ki, onun bir payı Allah'ın, bir payı Resulü'nün, bir hissesi Resulullah (s.a.a)'in döneminde Ehlibeyt (a.s)'a has olan, o hazretten sonra da onlara verilen ve daha sonra diğer Ehlibeyt İmamları (a.s)'a ait olan peygamberin yakınlarınındı. Bu üç Allah, Resulü ve yakınlarının payı, onların makamına aitti ve Allah'ın payı da Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ulaşıyor, Hazret onu dilediği gibi harcıyordu.

Allah ve Resulü'ne ait olan pay, Resulullah (s.a.a)'ten sonra onun halifesi olan imama ulaşır ki bu hesaba göre humsun yarısı zamanın imamı Hz. Mehdi (a.s)'a aittir; iki pay miras olarak ve bir pay da yakınların payı hasebiyle Allah Teala tarafından o hazrete has kılınmıştır. Ve bu üç pay imamet karşılığında o hazrete ulaşmıştır; diğer üç pay ise Resul-i Ekrem (s.a.a)'in soyundan gelen Haşimoğulalrının yetimleri, miskinleri ve yolda kalmışlarınındır. Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de onlardan şöyle bahsetmiştir: "Yakın akrabalarını korkut." Bu yakınlar, Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyt (a.s)'i dışında, Ebutalip oğullarının erkek ve kadınlarıdır. Bu üç grubun humus alma ölçüsü ise iki şeydir:

1- Resulullah (s.a.a)'in yakınları ve akrabalarından olmak.

2- Geçimlerini sağlamak için humus almak zoruna kalmak. Fakat ilk üç pay böyle değildir; onlar humustan bu hakkı sahip oldukları makam için amlaktalar.

Humsun yarısı Haşimoğullarından olan bu üç grup arasında, şanlarına göre yıllık masraflarına yetecek şekilde bölüştürülmelidir. Geri kalanı ise şerî hakimindir. Eğer bu paylar onların yıllık geçimlerine yetmezse, fazlası şeri hakime ulaştığı gibi bu durumda da şerî hakim, kendi malından onların yıllık masrafına yetecek kadar vermelidir.

Bu üç grubun baba tarafından Abdulmuttalib'e nispet verilmesi humus almasının şartlarındandır. Çünkü eğer sadece anne tarafından nispetleri olsa humustan onlara bir şey verilmez ve sadaka alma hakkına sahip olurlar. Çünkü Allah Teala, "Onları babalarıyla çağırın" buyuruyor.

İmam Cafer-i Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Humusta, Abdulmuttalib oğulları Haşimoğullarıyla ortaktırlar."

Diğer bir hadiste ise, "Hakka uyulacak olursa Abdulmuttalib ve Haşimoğullarından hiç biri sadaka almaya ihtiyaç duymaz. Çünkü Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de onlara yetecek kadar hisse tayin etmiştir" buyurmuş ve daha sonra şöyle devam etmiştir: "Bir şey bulamayan kimseye leş helaldir. Sadaka da Haşimoğulları ve Abdulmuttaliboğullarına ancak kendilerine leş helal olan kimselerin seviyesinde olduklarında helal olur!"

Bu üç gruptan her birinin humus olarak alıp sahiplendiği her şey, vefatından sonra kişinin diğer mirasları gibi onun mirasçılarına intikal eder. Humus ayetine göre değil, miras ölçülerine göre Peygamber (s.a.a) ve önceki imamın kendisine ait olan üç paydan aldığı şeyler de böyledir; onların vefatından sonra mirasçılarına geçer.[410]

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Döneminde Humsun Harcandığı Yerleri Belirten Tek Rivayet

Sünen-i Ebu Davud, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Tarih-i Taberî, Sünen-i Nesaî ve Sahih-i Buharî'de (Biz Sünen-i Ebu Davud'dan naklediyoruz), "harac" kitabında, "mevaziu kısmi'l-humus ve sehm-i zi'l-kurba" bölümünde Cubeyr b. Mut'im'den şöyle geçer:

Resulullah (s.a.a) Hayber savaşında zi'l-kurba (yakınlar)ın payını Haşimoğulları ve Abdulmuttaliboğulları arasında bölüştürdü; Benî Nevfel ve Benî Abduşşems'e bir şey vermedi. Ben, Osman b. Affan'la birlikte Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna giderek şöyle dedik:

Ya Resulullah (s.a.a)! Biz Haşimoğullarının fazilet ve üstünlüğünü ve Allah Teala'nın onlar arasında sana verdiği makam ve mevkii inkâr etmiyoruz; fakat neden kardeşlerimiz Abdulmuttaliboğulları'na -bu ganimetten- bir pay verdiğin halde bize bir şey vermedin? Oysa sana karşı onlarla biz aynı yakınlıktayız?

Resul-i Ekrem (s.a.a), "Benle Abdulmuttalip arasında ayrılık yoktur" buyurdu. Nesaî'nin rivayetine göre ise, "Abdulmuttalimoğulları, ister cahiliye döneminde ve ister İslam'ın zuhurundan sonra benden ayrı değillerdi" buyurdu ve iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek "bizimle onlar biriz" dedi.[411]

Müsned-i Ahmed'deki başka bir rivayete göre de bu olay Huneyn savaşında gerçekleşmiştir.[412]

Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesaî ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de geçen üçüncü rivayette ise o savaşın adı belirtilmemiştir.[413]

Osman ve Cubeyr'in Resul-i Ekrem (s.a.a)'e böyle bir soruyu sormalarının ve o hazretin yukarıdaki şekilde onlara verdiği cevabın nedeni ise şudur: Abdulmenaf'ın Haşim (Amr), Muttalib, Abduşşems ve Nevfel adında dört oğlu vardı.[414] Bu arada, Haşimoğullarıyla Abdulmuttaliboğulları Resulullah (s.a.a)'e yardım etmek görüşünde birleşirken Kureyş onlarla savaşıp onlara karşı sözleşmeler yaptılar; onlarla ilişkilerini kesip her türlü muameleyi yasakladılar. Onlar da Ebutalib deresinde toplanıp Resulullah (s.a.a)'e karşı Kureyş'le birleşen Abduşşems ve Nevfeloğullarının tam aksine ilişkinin kesildiği zor yılları orada geçirdiler.

İbn-i Ebi'l-Hadid bu konuda şöyle yazıyor: Nevfeloğullarının İslam'ı kabullenmede gecikmesine neden olan şey, Abduşşemsoğullarına İslam'ı kabullenmenin ağır gelişiydi. Sonuçta onlardan hiç kimse Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yanında yer alıp o hazretin fetihle sonuçlanan hiçbir savaşına katılmadılar!

Bunun tam aksine; Muttaliboğullarının, Haşimoğullarına karşı duydukları şiddetli ilgi, İslam'ı kabul etmelerinde neden oldu. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliği onlara apaçık belliydi ve onun hak üzere olduğunda en küçük bir şüphe bile etmiyorlardı. Çünkü bu tanımaya ancak haset ve kin engel olabilirdi ve böyle bir hastalığı olmayan kimse de İslam dinini kabul etme konusunda hiç bir engelle karşılaşmaz.

Muttaliboğullarından, Ubeyde, Tufeyl, Hasin, Musattah b. İbad b. Muttalib gibi Haris b. Muttalib'in tüm oğulları[415] Bedir savaşına katıldılar.

Kureyş, Resul-i Ekrem (s.a.a)'e karşı birleştiği zaman Ebutalib, Mutim b. Adiy b. Nevfel'e şöyle dedi:

 

Allah bizden yana Abduşşemse ve Nevfel'e

Kötülere verilen acil bir ceza versin.[416]

 

Yukarıdaki rivayetin ravisi Cubeyr b. Mut'im diyor ki: Resulullah (s.a.a), "zi'l-kurba"nın payını Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları arasından bölüştürmüştür.

Bizce, ravi Cubeyr'in tanık olduğu şey, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onlara humustan paylarına düşeni verip, Ümeyyeoğulları ve Nevfeloğullarına vermeyişidir.

Fakat Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onlara hangi paydan verdiği, ravinin kendi teşhisidir; Resulullah (s.a.a)'in buyruğu değil.

Öyle sanılıyor ki Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan bazılarına bir miktar Allah ve Resulü'nün payından vermiştir; çünkü daha önce de dediğimiz gibi, Resulullah (s.a.a) onu istediği gibi harcıyordu ve bazılarına ise miskinlerin ve yoksuların payından veriyordu. Çünkü, yukarıda genişçe bahsettiğimiz gibi, Resulullah (s.a.a)'in soyundan olan fakir ve miskinlere sadaka haramdır.

Resulullah (s.a.a) ve Yakınlarına Sadakanın Haram Oluşu

Resul-i Ekrem (s.a.a) ve yakınlarına sadakanın haram olduğuna dair çok sayıda hadis vardır. Bunlardan birini Müslim kendi Sahih'inde şöyle naklediyor:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'e yemek getirdiklerinde, Hazret önce onu getiren kişiden yemeği soruyordu. Eğer hediye olduğunu söyleselerdi ondan yer, fakat sadaka olduğu söylenseydi ona elini sürmezdi.[417]

Buharî ve Müslim kendi Sahih'lerinde, Ebu Davud ve Daremî ise kendi Sünen'lerinde şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.a) yola bir hurma düştüğünü görünce, "Sadaka olmasaydı onu yerdim" buyurdu. Hasan b. Ali, sadaka olan bir hurma tanesini alarak ağzına bıraktı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) ona, "Kıh, kıh; onu ağzından çıkar; Bizim sadaka yemediğimizi bilmiyor musun?" ve başka bir rivayete göre de, "Sadaka bize haramdır" buyurdu.[418]

Resul-i Ekrem (s.a.a), Haşimoğullarından birini, sadakadan yararlanmasın diye sadaka toplamak için görevlendirmekten sakınıyordu.

Müslim, Ahmed b. Hanbel, Edu Davud, Nesaî, Tirmizî, Ebu Ubeyde ve diğerleri bu konuda şöyle bir rivayet nakletmekteler (biz Sahih-i Müslim'den naklediyoruz):

Rabia b. Haris[419] b. Abdulmuttalib ve Abbas b. Abdulmuttalib kendi aralarında konuşarak bir yolunu bulup Abdulmuttalim b. Rabia[420] ve Fazl b. Abbas'ı[421], kendilerini sadakaları toplamak üzere görevlendirmesini istemeleri ve sadakaları toplayarak teslim edip bu yolla bir maaş almaları için Resul-i Ekrem (s.a.a)'a göndermeye karar verdiler.

Ravi diyor ki: Onlar bu mevzuu konuşurken o sırada Ali b. Ebutalib gelerek yanlarında durdu. Rabia ve Abbas da aralarında geçen konuşmayı ve aldıkları kararı Ali'ye açtılar. Ali b. Ebutalib onlara, "Bu işi yapmayın; vallahi Resulullah (s.a.a) kabul etmeyecektir" dediyse de Rabia onu kendisinden uzaklaştırarak, "Vallahi bizi kıskandığın ve çekemediğin için böyle söylüyorsun.  Sen peygamberin damadı olmakla şereflenirken biz seni kıskanmayalım mı!" dedi. Ali, "O zaman onları gönderin" dedi. Onlar gittiler. Ali ise oracıkta uzandı.

Başka bir rivayette ise şöyle geçer: Ali, cüppesini yere sererek onun üzerine uzanıp, "Ben zeki Ebu'l-Hasan'ım. Andolsun oğullarınız gönderdiğiniz görevden eli boş dönünceye kadar buradan ayrılmayacağım" dedi.

Abdulmuttalib b. Rabia diyor ki: Resul-i Ekrem (s.a.a) öğle namazını bitirince biz Hazretten önce gidip odasının kapısında bekledik. Nihayet Hazret gelerek kulaklarımızdan tutup, "İçinizden geçenleri söyleyin" buyurdu. Sona içeri girince biz de girdik.

O gün Resul-i Ekrem (s.a.a), Cahş kızı Zeyneb'in yanındaydı. Biz, gözümüzü birbirimizin ağzına dikmiş her birimiz diğerinin konuşmaya başlamasını bekliyorduk. Nihayet birimiz dedik ki, ya Resulullah (s.a.a)! Sen insanların en cömerdi ve insanlara karşı en merhametli olanısın. Biz evlilik çağına vardık. Bizi sadaka memuru yapman, diğerleri gibi bizi de topladığımız sadakaları sana getirerek bu yolla bir maaş almak için huzuruna geldik.

Resul-i Ekrem (s.a.a) uzun bir zaman sessiz durdu; nihayet isteğimizi tekrarlamak isteyince perde arkasından Zeyneb bir şey söylememizi işaret etti. Sonunda Resulullah (s.a.a) bize şöyle buyurdu:

Muhammedoğullarına sadaka helal değildir. Çünkü o, insanların kir ve artığıdır" buyurdu ve daha sonra, "Söyleyin Muhammiyye[422] ve Nevfel b. Haris[423] b. Abdulmuttalib gelsinler, dedi. O dönemde Muhammiye Humus işlerine bakıyordu.

Bu iki kişi Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gidince Hazret, Muhammiyye'ye dönerek, Fazl b. Abbas'a işaret edip, "Kızını bu gençle evlendir" buyurdu. Sonra Nevfel b. Haris'e dönerek, Abdulmuttalib b. Rabi'e işaret ederek, "Kızını bu gençle evlendir" buyurdu. Daha sonra Muhammiyye'ye hitaben, "Humustan bunlara filan miktarda ver" buyurdu.[424]

Böylece, Resul-i Ekrem (s.a.a) Haşimoğullarından hiç birini sadakaları toplamak için görevlendirmemiştir. İşte buradan, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, Ali (a.s)'ın Yemen sadakalarını toplamakla görevlendirdiğini sanan kimsenin ne kadar yanıldığı anlaşılmaktadır. Olayın gerçeği İbn-i Kayyım-ı Cevzî'nin[425] "Zadu'l - Mead"[426] adlı eserinde (o hazretin komutanları bölümünde) şöyle kaydetmiştir: Resulullah (s.a.a) Yemen kadılığı ve humusları toplama görevini Ali b. Ebutalib'e verdi.

İbn-i Kayyım bu konudan önce "faslu fi kutubihi ve rusulihi ile'l mluk" başlığı altında şöyle yazıyor:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Tebuk savaşından dönüşte veya hicretin onuncu yılının Rabiulevvel ayında Ebu Musa Eş'arî ve Meaz b. Cebel'i İslam dinini tebliğ etmeleri için Yemen'e gönderdi. Bunun üzerine Yemen halkı savaş ve kan dökülmeden büyük bir şevkle kendi irade ve istekleriyle Müslüman oldular. Daha sonra oraya Ali b. Ebutalib'i gönderdi. Ali b. Ebutalib Yemen'deki görevini yerine getirdikten sonra veda haccında Mekke'de Resulullah (s.a.a)'e ulaştı.[427]

Şayet bazılarının böyle bir sanıya kapılışları, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra ve halifelerin humusun farz oluşunu kaldırışlarından sonradır (ileride buna değineceğiz inşallah). Çünkü, bu durumda sadaka dışında Müslümanlardan alınması farz olan bir şey kalmamıştı! İşte bu nedenle bazı bilginler, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde de durumun kendi dönemlerindeki gibi olduğunu sanmış ve böylece, "Resulullah (s.a.a) Ali (a.s)'ı da sadakaları toplamak için görevlendirmiştir" deme hatasına düşmüşler ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in, değil amcası oğlu, damadı, tertemiz soyunun babası Ali b. Ebutalib'i, hatta kendisinin azat ettiği kölesini bile sadaka toplama memurlarıyla yardımlaşmasını engellediğine dikkat etmemişlerdir.

Ebu Dabud, Nesaî ve Tirmizî kendi Sünen'inde şöyle kaydetmişlerdir:

Resul-i Ekrem (s.a.a), Benî Mahzum kabilesinden Erkam b. Ebi Erkam[428] adında bir kişiyi sadakaları toplamakla görevlendirdi. Erkam, Ebu Rafi'e -Resulullah (s.a.a)'in azat ettiği kölesi-, "Bu görevde bana yardımcı ol ki sen de bir ücret alasın" dedi. Fakat Ebu Rafi, "Hayır;" dedi, "Bu iş için Resulullah (s.a.a)'e gidip ondan izin almam gerekir." Böylere Resulullah (s.a.a)'e gidip olayı Hazret'e anlattı. Resul-i Ekrem (s.a.a) ise, "Her kavmin azat ettiği kişi o kavimden sayılır; sadaka ise bize haramdır" buyurdu.

Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebu Rafi'in sadaka görevlilerinin maaşından almaması için sadaka toplama görevlisiyle yardımlaşmasını böyle engelledi. Çünkü o, Hazret'in azat ettiği kölesiydi. Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten sonra Ehlibeyt İmamları (a.s) da bunu sürdürdüler; kendileri sadaka almadıkları gibi Haşimoğullarını da sadaka almaktan sakındırdılar.

Deaimu'l - İslam kitabında şöyle geçer: İmam Cafer Sadık (a.s)'a, "Size humus verilmeyen bu dönemde sadaka helal midir?" diye sorulduklarında, "Hayır vallahi;" buyurdu, "Zalimler vasıtasıyla hakkımızın gasp edilmesi nedeniyle Allah'ın bize haram kıldığı şey helal olmaz ve onların, Allah Teala'nın bize has kıldığı şeyi engellemeleri Allah'ın haram ettiği şeyi helal olmasına neden olmaz."[429]

Yine Hisal kitabında İmam Sadık (a.s) kanalıyla babası İmam Muhammed Bâkır (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "İki durum dışında sadaka Haşimoğullarına haramdır: Biri çok susayıp içmek için su bulamayınca ve diğeri ise onların birbirlerine sadakası."[430]

Buradan, Ehlibeyt İmamları (a.s)'ın kendi dönemlerindeki vali ve yöneticiler tarafından beytülmalden aldıkları şeyleri, diğerlerinin sandıkları gibi farz sadaka olarak değil, fey, enfal, zimmi kafirlerin ödemesi gereken cizye ve futuhatlardaki ganimetlerin humsu gibi kendilerinin gasbetilen hakları olarak kabul ettikleri anlaşılmaktadır.

Akarsular ve içme suları ise, aynen yol üzerinde yapılan evler, dinlenme yerleri ve mescitler gibi daha fazla asıl sahiplerinin bütün Müslümanların yararlanmaları için vakfetmiş oldukları vakıflardandı; her ne kadar sahipleri kurbet kastı ve Allah rızası için masraflarını vermeyi üstlenmiş oldukları için onlara "sadaka" dense bile, bunlar, -Haşimoğullarından olmayıp fakir de olmayan kişilerce- yararlanılması caiz olmayan söz konusu sadakalarla farklı olup bahis konumuz kişilere verilen sadaka türünden değildirler.

* * *

Buraya kadar, İslam aştırma kaynaklarında humus hakkında bulduklarımızı getirip Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde humustan pay alanları belirttik ve Haşimoğullarına, onların kölelerine sadakanın haram olduğunu, onları Hazret'in döneminde ve ondan sonra sadaka kabul etmekten sakındıklarını açıkladık. Fakat halifelerin humus konusundaki tutumlarını, onların bu konudaki içtihatlarını, özellikle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ciğer paresi olan kızı Fatıma (s.a)'nın hakkına karşı davranışlarını anlayabilmek için Resulullah (s.a.a)'tan kalan mal, mülk ve Hazret'e has kılınan şeyleri ve daha sonra halifeler tarafından onların başına neler geldiğini ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kızı Fatıma (s.a)'nın babasının mirası ve humus konusundaki onlardan şikayetinin nereye vardığını incelememiz gerekecek.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Mirası ve Fatıma (s.a)'nın Şikayeti

Kadı Maverdî (ö: 450 hk.) ve Kadı Ebu Ya'la, (ö: 458 hk.) şöyle diyorlar:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in iki hakkından biri olarak aldığı sadakalardan biri fey ve ganimetlerden humsu olarak hakkı ve diğeri ise Allah Teala'nın, Müslümanların ele geçirmek için at koşturmayıp savaşmadan peygamberine has kıldığı fey ve bağışın beşte dördündeki hakkıdır...

Daha sonra şöyle devam ediyor: Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sadakaları sekiz şeyi kapsıyordu:

1- Birinci sadaka, Yahudi Muhayrik'in vasiyetiyle Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mülkiyetine geçen yedi arazi ve bostandır.

2- İkinci sadaka, Benî Nezir'in Medine'de sahip oldukları arazilerdir.

3- Üçüncü, dördüncü ve beşinci sadaka, üç Hayber kalesidir.

4- Altıncı sadaka, Fedek'in yarısıdır.

5- Yedinci sadaka, Vadi'l - Kura arazisinin üçte birdir.

6- Sekizinci sadaka, Medine'deki Mehzur ismindeki bir pazardır.[431]

Kadı İyaz (ö: 544 hicri kameri)[432] bu sadakaların şu üç hak kanalıyla Resulullah (s.a.a)'e ulaştığını söylemiştir:

Biri, hediye kanalıyla Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ulaşan sadakalardır; örneğin Yahudi Muhayrik'in Uhud savaşında Müslüman olunca vasiyet ettiği Benî Nezir'deki yedi bostan bunlardan biridir. Diğer biri ise, ensarın o hazrete bağışladığı, su ulaşmayan arazilerdir; bunların tümü Resul-i Ekrem (s.a.a)'in malı sayılıyordu.

İkincisi, Resulullah (s.a.a)'ın hakkı olan fey ve Allah Teala'nın Benî Nezir'in kendisine bağışladığı arazilerdir; Benî Nezir bu arazilerden göçünce, Müslüman onları ele geçirmek için at koşturup savaşmadıkları için Resulullah (s.a.a)'e kaldı. Benî Nezir'in, silah ve savaş araç ve gereçleri dışında bir deve yükü miktarınca götürüp geriye bıraktıkları malları ise Resulullah (s.a.a) tarafından Müslümanlar arasında bölüştürdü. Fakat onların arazileri, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gelirlerini Müslümanlara harcadığı kendisine has olan şeylerden sayılıyordu. Yine Hayber arazilerinin yarısı da aynı durumdaydı. Hayber'in fethinden sonra, Hayber halkı arazilerinin yarısını Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bırakarak Hazretle sulh yaptılar; bu araziler de Peygambere has olan şeylerdendir. Ve yine bölgede oturan Yahudilerle yapılan anlaşma üzerine Hazretin sahip olduğu Vadi'u - Kura arazisinin üçte biri de böyledir. Ve yine sulh ve barış yoluyla ele geçirilip Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has şeylerden sayılan Hayber'in "Tiyh" ve "Selalim" adlarındaki iki kalesi de böyledir.

Üçüncüsü; Resulullah (s.a.a)'in payına düşen Hayber humsu ve savaş ve zor uygulanarak elde edilen mallar; bunların tümü Resulullah (s.a.a)'in özel mallarındandır ve Hazretten başka hiç kimsenin onda bir hakkı yoktu.[433]

Bu üç kadının sözleri burada son buluyor. Şimdi onların bu konudaki sözlerinin açıklamasını inceleyelim:

a- Sözlerinde geçen, "Resulullah (s.a.a)'in sadakaları" tabiri, muhaddisler, tarihçiler, fakihler, lügatçılar gibi Hulefa Mektebi ulemasının Resul-i Ekrem (s.a.a)'den geriye kalan mal ve mülkler hakkında kullanmaktadırlar. Onların bu konuda dayandıkları şey, ravisi sadece Ebubekir olan bir rivayettir. Rivayette şöyle geçer: Resulullah'ın, "Bizim geriye bıraktıklarımız sadakadır" buyurduğunu duydum.

b- Bahsettikleri Resulullah (s.a.a)'in mallarına gelince; bu malların her birinin kaynağı ve açıklaması şöyledir:

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Emlakı ve Bu Emlaklın Kaynağı

1- Muhayrik'in Vasiyeti

Muhayrik, Benî Kaynka'nın en zengin kişisi ve Tevrat hakkında bilgisi olan Yahudi bir alimdi.[434] Resulullah (s.a.a) Medine'ye hicret edip ilk kez Kuba mescidine gidince Hazret'in huzuruna çıkarak Müslüman oldu.[435]

Muhayrik Uhud savaşında kendi kavmine hitaben şöyle dedi: "Ey Yahudiler! Vallahi sizler Muhammed'in peygamber olduğunu ve ona yardım etmenin üzerinize farz olduğunu çok iyi biliyorsunuz. O halde hareket edin. Fakat onlar, "Bugün Cumartesidir!" dediler. Mahayrik, "Başka bir Cumartesi gelmeyecektir" dedi ve savaş araçlarını alarak Resulullah (s.a.a)'e ulaşıp şehid oldu. Resul-i Ekrem (s.a.a) onun hakkında, "Muhayrik Yahudilerin en iyisiydi" buyurmuştur.

Muhayrik savaşa gidince, "Öldürülürsem sahip olduğum her şey Muhammed (s.a.a)'indir" diye vasiyet etti.[436]

Mihayrik'in malları yedi bostan ve E'vaf, Safiye, Dellal, Meyseb, Burka, Husna ve Resulullah (s.a.a)'in cariyesi Mariye'nin[437] oturduğu Meşrebe-i Ümm-ü İbrahim isimlerindeki tarlalardı.

Bu yerler hakkında Vefau'l - Vefa, Mâverdî ve Ebu Ya'lâ'nın Ahkami's - Sultaniyye'si ve İktifâ kitaplarına genişçe bilgi verilmiştir.[438]

Semhudî, Vakidî'den şöyle rivayet etmektedir: Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin yedinci yılında E'vaf, Burka, Meyseb, Dellal, Husna ve Meşrebe-i Ümm-ü İbrahim isimlerindeki altı bostanı vakfetmiştir.[439]

2- Ensarın Resul-i Ekrem (s.a.a)'e Bağışladığı Araziler

İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.a) Medine'ye gelince, ensar su ulaşmayan tüm arazileri istediği gibi yararlanması için o hazrete verdi."[440]

3- Benî Nezir'in Arazileri

Yahudiler Medine'ye girince, Benî Nezir, Bethan-ı Aliye ve Benî Kureyze ise Mehzum noktasında indiler. Bu iki nokta taşsız ve çukur ovaydı; bu arazilerin tatlı bir suyu vardı.[441] Allah Teala bu arazileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bağışladığı zaman Ömer Hazret'in yanına gelerek, "Onun humsunu kendinize alıp geri kalanını Müslümanlar arasında bölüştürmeyecek misiniz?" dedi. Resulullah (s.a.a), "Allah Teala'nın "Allah'ın Peygamber'e bağışladığı şey..." ayeti gereğince bana has kıldığı bir şey Müslümanlar arasında bölüştürmeyeceğim" buyurdu.[442]

Tarih,[443] hadis[444] ve tefsir[445] yazarları, Benî Nezir[446] arazilerinin Resul-i Ekrem (s.a.a)'e has kılınan yerlerden olduğunda ve Hazret'in mülk sahiplerinin kendi mülklerinde yaptıkları tasarruf gibi onda tasarruf ettiğinde, onların mahsullerinden kendi Ehlibeyt'ine verdiğinde, bazı kişiler için onlardan aylık bağladığında, onlardan istediği kişiye, istediği kadar verdiğinde ittifak etmişlerdir.

Resul-i Ekrem (s.a.a) o arazilerin bir bölümünü hicretin dördüncü yılında Ebubekir, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ducane, Semak b. Hurşe-i Saidi ve diğerlerine bağışladı.[447]

4- Hayber Arazileri

Hayber, Medine'nin sekiz menzillik (yaklaşık 90 km.) uzaklığında, Şam yolu üzerinde yer almıştır. "Hayber Vilayeti"[448] denen bu bölgede yüksek surları, çok miktarda tarla ve hurmalıkları olan sekiz kale vardı.[449] Yahudi azgınları orasını sığınak edinip Arap kabileleriyle yardımlaşma sözleşmesi yapmışlardı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Hudeybiyye'den döndükten sonra, hicretin yedinci yılının Safer ayında veya o yılın Rabiulevvel ayının birinci günü bir orduyla Hayber üzerine yürüdü[450] ve Cabir b. Abdullah dışında Hudeybiyye'ye katılmayanların hiç birine Hayber savaşına katılmasına müsaade etmedi.[451] Çünkü onlar Hudeyniyye'de Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yanında yer almaktan sakınmış ve yaygara çıkararak Müslümanları korkutmuşlardı.[452]

Resul-i Ekrem (s.a.a), Yahudileri bir ayı boyu Hayber'deki kalelerinde kuşatmış ve her gün kaleden çıkan on binlerce Yahudi'yle savaşıyordu;[453] nihayet bazı Yahudi kalelerini zorla ve diğer bazılarını da sulh ve barışla ele geçirdi.[454]

Resul-i Ekrem (s.a.a) savaşarak ele geçirdiği savaş ganimetlerinin humsunu alıp geri kalan beşte dördünü Hudeybiyye ve Hayber savaşına katılan Müslümanlar arasında bölüştürdü.[455] Fakat toprağı işleyecek elamanları olmadığı için o arazilerde çiftçilik yapıp mahsullerinin yarısını kendisine vermeleri şartıyla Yahudilere bıraktı.[456]

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hayber'i 36 hisseye bölüp her hisseyi de 100 hisseye ayırdığı, on sekiz bölümünü kendisine ve on sekiz bölümünü de aralarında bölüştürmeleri için diğer Müslümanlara verdiği ve Resulullah (s.a.a) payının onlardan birinin payı kadar olduğu söyleniyor.[457]

Ve yine denilmiştir ki, Müslümanların hissesi olan iki payı Hudeybiyye'ye katılanlarla Cafer b. Ebutalib'le birlikte Habeşe'den dönenler arasında bölüştürdü.[458]

Yine onun humus payının "el-Ketibe", Müslümanlara ulaşan ise, "Şekka, Nutah, Selalim ve Vetih" olduğu, Resulullah (s.a.a)'in onları mahsulünün yarısı karşısında Yahudilere bıraktığı söylenmektedir.

Oradan elde edilen mahsul Ömer'in hilafetine kadar Müslümanlar arasında bölüştürülüyordu; fakat Ömer ekilen tarlaları her birinin hissesine göre onlar arasında bölüştürdü.[459]

Sire-i İbn-i Hişam, İktifâ ve diğer kaynaklarda şöyle geçmiştir (biz İbn-i Hişam'dan naklediyoruz):

Ketibe, Allah'ın humsu, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hissesi, zevi'l-kurba ve miskinlerin payı, Resulullah (s.a.a)'in eşlerinin masrafları ve sulh için Resul-i Ekrem (s.a.a)'le Fedek ahalisi arasında vasıta olanların hissesidir.[460]

Futuhu'l - Buldan'da da şöyle geçer: Resulullah (s.a.a)'in eşlerinin de onda hisseleri vardı; Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur ki:  (s.a.a) buyurmuştur ki: "Sizden isteyeniniz onun meyvesinden ve isteyeniniz de ziraatından alsın; hatta isterse onu miras bıraksın."[461]

Meğazi-i Vakidî'de, iki ketibe payına bu ismin nasıl verildiği de genişçe açıklanmıştır.[462]

Vefau'l - Vefâ'da ise şöyle geçer: Vetih ve Selalim halkı Resul-i Ekrem (s.a.a)'le sulh yapınca bu ikisi Hazrete has yerlerden oldu ve Ketibe Hazretin humsunun bir parçası sayıldı. Ketibe, Vetih ve Selalim tarafında yer aldığı için onlarla bir sayılıp Resulullah (s.a.a)'in geriye bıraktığı sadakalarından sayıldı![463]  Bunun nedeni ise Hayber kalelerinin bir kısmının savaşla ve bir kısmının ise sulh ve barışla fethedilmesidir.

Bu konuda nakledilen çeşitli rivayetleri bu şekilde toplayabiliriz.[464]

Kadı Maverdî ve Ebu Ya'la demişlerdir ki; "Resulullah (s.a.a) Hayber'in sekiz kalesinden üç tanesini mülk edinmiş, bunlar; Ketibe, Vetih ve Selalim kaleleridir.

Ketibe'yi humus ganimetinden almış, Vetih ve Selalim'i ise savaşmadan ele geçirildiği için Allah Teala "fey" olarak Resulullah (s.a.a)'e vermiştir. Böylece bu üç kale Resulullah (s.a.a)'e has fey ve humus olmuştur. [465]

Müellif der ki: Onların sözünü teyit eden bir nokta da şudur: Onlar demişlerdir ki, Resulullah (s.a.a) Hayber'de 18 hisse almıştır. Bu ise Hayber'e katılan diğer savaşçıların hisselerinin toplamına eşittir. Bu ise Allah Teala'nın, Hayber'in bir bölümünü, fethi için at koşturulup savaşılmadan Resul-i Ekrem (s.a.a)'e vermiş olmasını gerektiriyor. Böylece bu da Resulullah (s.a.a)'in savaşarak ele geçirdiği humus hissesine eklenerek Resul-i Ekrem (s.a.a)'in toplam hissesi diğer Müslümanların hissesinin toplamıyla eşit duruma getirmiştir.

5- Fedek

Yakut Hamevî şöyle yayıyor: Fedek, kaynak suyu ve çok sayıda hurmalıkları olan Hicaz'da, Medine'ye iki veya üç günlük yol uzaklığındaki bir köydür.[466]

Resul-i Ekrem (s.a.a) Hayber'de veya Hayber'e doğru hareket ederken Fedek'e bir elçi göndererek halkı İslam dinini kabul etmeye davet etti; fakat onlar bu öneriyi kabul etmediler.[467]

Fakat Resulullah (s.a.a) Hayber'i fethettikten sonra Allah Teala onların cesaret ve yiğitliği alarak içlerine korku düşürdü. Bunun üzerine birini Resul-i Ekrem (s.a.a)'e göndererek Fedek'in yarısı karşısında barış önerisinde bulundular; Resulullah (s.a.a) de onların bu önerisini kabul etti.[468]

Ebu Ubeyde'nin "Emval" adlı eserinde şöyle geçer: Fedek ahalisinin Resul-i Ekrem (s.a.a)'e bir elçi gönderip kendi özgürlükleri, arazi ve hurmalıkların yarısının karşısında arazi ve hurmalıklarının yarısını Hazrete vererek sulh ettiler.[469]

Futuhu'l - Buldan'da ise şöyle kaydedilmiştir: Müslümanlar fedek'i fethetmek için at koşturup savaşmadıkları için Fedek'in yarısı Resulullah (s.a.a)'e has yerlerdendi. İşte bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) orandan elde edilen mahsulleri kendisi harcıyordu.[470]

Haskanî'nin Şevahidu't - Tenzil'inde, Zehebî'nin Mizanu'l - İ'tidal'inde, Heysemî'nin Mecmau'z - Zevaid'inde, Siyutî'nin Durru'l - Mensur'unda ve Muntehab-u Kenzi'l - Ummal'de Ebu Said-i Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir (Biz Haskanî'den naklediyoruz): "Yakınlara haklarını ver" ayeti nazil olunca Resul-i Ekrem (s.a.a) kızı Faıtma (s.a)'yı çağırtarak Fedek'i ona bağışladı.[471]

Rum Suresinin 36. ayetinin tefsirinde de İbn-i Abbas'tan böyle nakledilmiştir.[472]

6- Vadi'l - Kurâ

Vadi'l - Kurâ, Medine ve Şam arasında yer alan Timâ ve Hayber arasında geniş bir çöldü. Timâ,[473] Şam yakınlarında bir köydü. Ona "Vadi'l - Kurâ" denilmesinin sebebi, bu vadinin başından sonuna kadar çok sayıda köyün yan yana yer alması ve Şam hacılarının yolu üzerinde  Yahudilerin yaşadığı çok sayıda kasabanın bulunmasıdır.[474]

Vadi'l - Kurâ'nın Fethi[475]

Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin yedinci yılının Cemadiulahir ayında Hayber'den dönüşte Vadi'l - Kurâ bölgesine girip bölge halkını İslam'a davet etti. Fakat onlar kabul etmeyip Hazret'le savaşa girdiler. Sonunda Resulullah (s.a.a) savaşarak orayı fethetti ve Müslümanlar onlardan çok miktarda ganimet aldılar. Resul-i Ekrem (s.a.a) de onların humsunu alıp arazi ve hurmalıklarını Hayber ahalisiyle yapmış olduğu anlaşma üzerine oradaki Yahudilere bıraktı. Onun humsu da Hazret'in kendisine ayrıldı. Bir ok mesafesi kadarını da Hamza b. Nu'man-i Uzrî'ye bağışladı.[476]

İşte bu nedenledir ki Kadı Mâverdî ve Kadı Ebu Ye'lâ, "Vadi'l - Kurâ'nın yarısı Resulullah (s.a.a)'indi" demişlerdir. Çünkü onun üçte biri Benî Uzre'nin, üçte ikisi Yahudilerin'di ve Resul-i Ekrem (s.a.a) onun yarısı karşısında Yahudilerle sulh etti ve böylece onun tamamı üç kısma ayrıldı ve bir bölümü Resulullah (s.a.a)'e ait oldu...[477]

7- Mehzur

Kadı Mâverdî ve Kadı Ebu Ye'la diyorlar ki, Resul-i Ekrem (s.a.a)'a ait olan sekizinci sadaka Medine pazarında "Mehzur" denen yerdi. Osman, kendi hilafeti döneminde orayı Mervan'a vermesi sonucu halkın itirazıyla karşılaştı.[478]

Yazar der ki: Mehzur, Benî Kureyze Yaduhileri'nin yaşadığı yüksek bölgedeki geniş bir yerdir; orası, Medine genişledikten sonra pazar haline gelmiş olabilir.

Ayrıca, Resul-i Ekrem (s.a.a), annesi Amene bint-i Veheb'den kendisinin içinde dünyaya geldiği Şib-i Benî Ali'de yer alan Mekke'deki evini miras almıştır.

Yine eşi Huveylid kızı Ümmü'l Müminin Hatice'den Attaran çarşısının arkasında, Safa'yla Merve arasında yer alan evini miras almış; Resulullah (s.a.a) Medine'ye hicret ettikten sonra Akil b. Ebutalib orayı satmıştır. Resul-i Ekrem (s.a.a) Veda Haccında Mekke'ye gelince kendisine, "Hangi evinize ineceksiniz?" diye sorduklarında, "Akil bana bir ev bıraktı mı ki?" buyurdu.[479]

Hişam-i Kelbî, Avanet b. Hekem'den şöyle nakleder: Ebubekir-i Sıdık, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in özel eşyalarını, bineğini ve ayakkabısını Ali'ye (r.a) vererek, "Bunların dışındakiler sadakadır" dedi![480]

* * *

Bunlar Resul-i Ekrem (s.a.a)'in humus, hibe, ilahî bağış yoluyla edindiği -menkul ve gayrî menkul- mal ve mülkleri bildiren rivayetlerdir. Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatında onların bir kısmını bazı ashabına, bir kısmını yakınlarına bağışlamış ve bir kısmını da kendi mülkiyetinde tutmuştu.

Şimdi Resulullah (s.a.a)'in mirasıyla ilgili rivayetleri inceleyelim.

Resulullah (s.a.a)'in Mirası ve Hz. Fatıma (s.a)'nın Şikayeti

Sahabeden olan halife Ebubekir ve Ömer, bir defa Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendisinden geriye bırakmış olduğu tüm mal ve mülküne el koydular ve kendi hayatında kızı Fatıma-ı Zehra (s.a)'ya vermiş olduğu Fedek dışında diğer Müslümanlara bağışladığı şeylere dokunmadılar!

Ebubekir ve Ömer, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mal ve mülkünden ibaret olan mirasını bir defada ele geçirince Hazretin mirası konusunda Hz. Fatıma-ı Zehra (s.a) ile bu iki halife arasında ihtilaf çıktı. Aşağıdaki rivayetler bu konuyu açıklamaktadırlar.

1- Ömer'in Rivayeti

Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.a) vefat edince Ebubekir'le birlikte Ali'ye giderek ona, "Resulullah (s.a.a)'in mirası konusunda ne yapmayı düşünüyorsun?" dedik.

Ali, "Resulullah (s.a.a) mirası konusunda bizim herkesten daha fazla hakkımız var" dedi.

Ben, "Hayber'le ilgili olanlar konusunda da mı?" dedim.

Ali, "Evet; Hayberle ilgili olanlar konusunda da" dedi.

Ben, "Fedek konusunda da mı?" dedim.

Ali, "Fedek konusunda da" dedi.

Ben, "Şunu bil ki vallahi eğer kılıçla boynumuzu da vursan böyle bir şey olmayacaktır!" dedim.[481]

2- Ümmü'l - Müminin Aişe'nin Rivayeti

Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed, Sünen-i Ebu Davud, Nesaî, Tabakat-i İbn-i Sa'd'da (biz Buharî'den naklediyoruz) Ümmü'l - Müminin Aişe'den şöyle rivayet edilmektedir: Fatıma, birini Ebubekir'e göndererek ondan Allah Teala'nın Resulullah (s.a.a)'e bağışladığı şeyden mirasını ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Medine ve Fedek sadakalarını[482] ve Hayber humusundan geri kalanları[483] istedi.

Fakat Ebubekir, "Resulullah (s.a.a), bizim geri bıraktıklarımız miras olarak alınmaz; onlar sadakadırlar. Muhammed'in Ehlibeyt'i bu maldan, yani Allah'ın malından yiyebilirler ve ondan yiyeceklerinden fazla alamazlar buyurmuştur. Vallahi ben Resulullah (s.a.a)'in hayatında elinde bulundurduğu hiçbir şeyi değiştirmeyeceğim ve onlar hakkında Resulullah (s.a.a)'in davrandığı gibi davranacağım" dedi.[484]

Ebubekir bu sözünde Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mirasını "sadaka" diye adlandırmıştır; bunun delili ise sadece kendisinin naklettiği bir rivayettir. O, bu sözünde Resulullah (s.a.a)'in, "Bizim geri bıraktıklarımız sadakadır!" buyurduğunu iddia etmektedir. Ve o zamandan bu güne kadar Resulullah (s.a.a)'in mirassı "sadaka" diye adlandırılmıştır.

Ebubekir'in, "Onlar hakkında Resulullah (s.a.a)'in davrandığı gibi davranacağım" sözünden maksat nedir? Bu da Ümmü'l - Müminin Aişe'nin rivayetinden anlaşılmaktadır.

Aişe'nin rivayetinin baş tarafı da yukarıdaki gibidir. Bu rivayetin diğer bölümünde şöyle geçer: "Bunun üzerine Resulullah (s.a.a)'ın kızı Fatıma öfkelenerek yüzünü Ebubekir'den çevirdi ve ölünceye kadar da ondan uzak durdu. Fatıma, Resulullah (s.a.a)'ten sonra altı ay yaşadı."

 

Back Index Next