Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

Bakara Sûresi / 158 ................................................. 583

 

158- Safâ ve Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim Evi hacceder

ya da umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah

yoktur. Kim kendi isteği ile bir hayır işlerse, Allah hiç şüphesiz

karşılık verendir, bilendir.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Safâ ile Merve Mekke'de bulunan iki yer adıdır. Hacılar bu iki

yer arasında sa'y dediğimiz hac mevsimine özgü ibadeti yerine getirirler.

Bunlar iki tepedir. Aralarındaki uzaklık, denildiğine göre

yediyüz altmış buçuk (760,5) zira'dır. "Safâ" sözlükte, düz ve sert

taş anlamına gelir. "Merve" ise, sert taş, demektir. İfadenin orijinalinde

geçen ve (nişanlar diye meallendirilen) "şeâir" kelimesi, "şaire"

nin çoğuludur ve işaret anlamına gelir. "Meş'ar" da bu kökten

türemiştir. "Eş'are'l-hedye" (yani, kurbanlığı işaretledi) sözü de buradan

gelir. Hac ise, niyet üstüne niyet, yani niyeti tekrarlamak

demektir.

 

Şer'î literatürde ise, Müslümanlarca bilinen bir ibadeti ifade

eder. İfadenin orijinal metninde geçen "i'temere" fiilinin mastarı

olan "i'ti-mâr" ziyaret demektir ve bunun aslı "imaret"tir. Çünkü

memleketler, yurtlar ziyaretle imar olurlar. Şer'î literatürde, bilinen

yöntemlerle Kâbe'yi ziyaret etme anlamında kullanılır. "Cünah" ise,

haktan ve adaletten sapma, demektir. Bununla "günah" kastedilmiştir.

Dolayısıyla gü-nahın olumsuzluk anlamında kullanılması

caizlik anlamını ifade eder.

 

"Tatavvuf" kelimesi, "tavaf"tan türemiştir ve bir şeyin etrafında

dönmek anlamına gelir. Kişinin yürüyüşe başladığı noktaya geri

dönmesi şeklinde gerçekleşir. Bundan dolayı bu hareketin illa

da bir şeyin etrafında gerçekleşmesi zorunlu değildir. Bir şeyin et-

 

584 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

rafında olması, sadece onun zahirî bir alametidir. Tatavvuf kelimesinin

ayet-i kerimede herhangi bir sınırlandırma, kayıtlama getirilmeden

kullanılmış olması da bu yüzdendir. Çünkü bundan

maksat saiydir, yani Safâ ile Merve arasındaki mesafeyi yedi kez

üst üste ara vermeden yürümektir.

 

Yine ifadenin orijinalinde geçen "tatavvu'" kelimesi, "tav'" kökünden

gelir ve itaat anlamında kullanılır. Bazılarına göre tatavvu'

itaatten farklıdır ve özellikle müstehap durumlar için kullanılır. İtaatte

ise böyle bir şey söz konusu değildir. Büyük bir ihtimalle -

eğer bu yaklaşım doğruysa- bu ayrımın nedeni farz nitelikli amellerin

zorunlu olarak yapılması söz konusu olduğu için sanki gönüllü

olarak yapılmıyormuş olmasıdır. Fakat müstehap durumlarda

ise, fiil gönüllü olarak yerine getirilir. Yani bir zorlama söz konusu

değildir.

 

Ancak bu, zevkî anlayışa dayalı bir inceliktir. Yoksa "tav'" yani

"gönüllülük" deyiminin karşıtı "kerh" yani "zorlama"dır ve bu uyulması

zorunlu olan durumlar açısından bir olumsuzluk ifade

etmez. Nitekim bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ona ve yeryüzüne, 'İsteyerek veya istemeyerek (tav'an ev kerhen)

gelin.' dedi." (Fussilet, 11)

 

İfadenin kalıbı "tefe'ul" babıdır ve kendiliğinden başlamak

anlamını ifade eder. Örneğin, "temeyyeze" kelimesi "ayrılmaya, temayüz

etmeye başladı." demektir. "Tealleme" kelimesi "öğrenmeye

başladı.", "tetavvaa" kelimesi "kendi isteği ile bir hayır işledi."

demektir. Dolayısıyla dilbilgisi açısından "tatavvu'" fiilinin

müstehap durumlar için kullanıldığına ilişkin bir kanıt yoktur. Ancak,

değindiğimiz gibi geleneksel bir eğilim, böyle bir hususu gerekli

kılıyor.

 

"Safâ ile Merve Allah'ın nişanlarındandır... tavaf etmesinde..." Bu

ifade, iki mekânın yüce Allah'ın belirlediği alametlerle bilindiklerine

işaret ediyor. Bu iki mekânı Allah'ın belirlediği işaretlerle

tanımlıyor. Bu iki mekânın Allah'ı hatırlatması ve yüce Allah'ın bütün

diğer olguları bir yana bırakıp alâmet olarak sadece bunlara

işaret etmesi gösteriyor ki, maksat, tekvinî (varoluşsal) nişanlar

değildir. Tersine bunların nişan ve işaret oluşları, yüce Allah'ın on-

 

Bakara Sûresi / 158 .............................................................. 585

 

ları içinde ibadet edilen birer mabet kılmasından ileri geliyor. Bu

iki nişan insanlara Allah'ı hatırlatıyorlar.

Ayrıca söz konusu iki tepenin nişan olarak tanımlanması gösteriyor

ki, yüce Allah sırf bu mekânlarda yerine getirilebilen bazı

ibadetler belirlemiştir.

 

"Kim Evi hacceder ya da umre yaparsa onları tavaf etmesinde

kendisine bir günah yoktur." ifadesindeki ayrıntı niteliğindeki

açıklama, Safâ ile Merve tepeleri arasındaki sa'yin bir ibadet olarak

yasanmasını açıklamaya dönüktür. Amaç bu ibadetin

müstehaplığını ifade etmek değildir. Eğer amaç söz konusu ibadetin

müstehaplığını vurgulamak olsaydı, bunun için en uygun olanı,

tavafın övülmesiydi, tavafın zemmedilmesine ilişkin ihtimali bertaraf

etmek değil. Buna göre, ifadenin anlamı şöyledir: "Safâ ile

Merve, içinde Allah'a kulluk sunulan iki mabet, iki ibadet yeri oldukları

için, oralarda Allah'a kulluk sunmanız size bir zarar

vermez." Bu tarz bir ifade, yasamayı bildirir.

 

Şayet amaç, oralarda kulluk sunmanın müstehaplığını vurgulamak

olsaydı, şöyle bir ifadenin kullanılmış olması daha uygun

olurdu: "Safâ ile Merve Allah'ın nişanlarından oldukları için Allah

ikisinin arasında sa'y yapılmasını sever." Dolayısıyla ne demek istendiği

gayet açıktır.

 

Kur'ân-ı Kerim'de yalnız başlarına zorunluluk ifade etmeyen,

yasamaya yönelik buna benzer birçok ayet vardır. Söz gelimi cihat

ile ilgili olarak şöyle buyuruluyor: "Sizin için en iyisi budur." (Saff,

11) Oruçla ilgili olarak da şöyle buyuruluyor: "Oruç tutmanız sizin

için daha hayırlıdır." (Bakara, 84) Namazların kısaltılmasına ilişkin

ifade ise şöyledir: "Namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur..."

(Nisâ, 101)

 

"Kim kendi isteği ile bir hayır işlerse, Allah hiç şüphesiz karşılık verendir, bilendir." Eğer bu ifade, "Kim Ev'i hacceder ya da umre yaparsa..." cümlesine atfedilmişse, bu durumda "tatavvuf"un

(sa'yin) yasalaştırılmasına ilişkin bir illet anlamını ifade eder ve

"Safâ ve Merve..." diye başlayan özel illetten daha genel nitelikli

olur. O zaman "tatavvu'"dan maksat mutlak anlamda itaattir. İsteğe

bağlı müstehap nitelikli itaat değildir. Şayet, ayetin başlangıcına

yönelik bir ikinci atıf durumu söz konusu ise, bu durumda, i-

 

586 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

fade ta-tavvufu sevdirme amacına yönelik olur. Gönüllü iyilikten

maksat da "tatavvuf" olur. Ya da eğer, gönüllü iyilikten maksat

hac ve umre ziyaretleri ise, bu durumda ifadenin amacı bu ibadetleri

sevdirme olur.

 

İfadenin orijinalinde geçen "şakir" ve "âlim", yüce Allah'ın güzel

isimleri arasında yer alırlar. Şükür, kendisine iyilik yapılan kişinin,

iyilik yapana diliyle ya da davranışıyla karşılık vermesidir. Bir

adamın kendisine mal bağışlayan birine güzel övgüyle karşılık

vermesi gibi. Ya da nimetine yönelik bir işaret olarak malı asıl sahibinin

hoşlandığı alanlarda kullanması gibi. Böylece onun nimetini

açığa vurmuş olur. Yüce Allah ezelden beri kullarına karşı lütufkârdır.

Her iyilik O'ndan gelir. Hiç kimse O'nun karşılık vermesini

gerektirecek bir iyilik yapamaz. Ancak yüce Allah, gerçekte

kendisinin kullarına bahşettiği salih amelleri, kullarından kendisine

yönelik iyilik ve ihsan olarak nitelendirmiştir ve bunları şükür

ile ve karşı iyilikle ödüllendirmiştir. Buna iyilik üstüne iyilik denir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İyiliğin karşılığı yalnız iyilik

değil midir?" (Rahmân, 60) "Bu, sizin mükâfatınızdır. Çalışmanıza

karşılık verilmiştir." (İnsân, 22) Dolayısıyla "şakir" ifadesinin yüce

Allah için kullanılışı hakikî anlamı iledir. Yani mecazî bir kullanım

söz konusu değildir.

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, mezhebimize mensup bilginlerden birinin

İmam Sadık'a (a.s) dayandırarak şöyle dediği rivayet edilir: İmam-

'a, "Safâ ile Merve tepeleri arasındaki sa'y, farz mıdır yoksa sünnet

midir?" diye sordum. Dedi ki: "Farzdır." Dedim ki, "Yüce Allah,

'Onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.' buyurmuyor

mu?" Dedi ki: "Bu ifade kazaya kalmış umre ziyareti ile ilgilidir.

Şöyle ki, Resu-lullah efendimiz müşriklerin putlarını kaldırmalarını

şart koştu. Resu-lullah'ın ashabından biri sa'y yapmada gecikti.

Müşrikler putlarını tekrar getirip yerleştirmişlerdi. Bunun üzerine

yüce Allah, 'Safâ ile Mer-ve Allah'ın nişanlarındandır. Kim Evi

hacceder ya da umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine

bir günah yoktur.' ayetini indirdi. Yani üzerlerinde müşriklerin putları

bulunsa bile." [c.1, s.70, h: 133]

 

Bakara Sûresi / 158 ........................................................ 587

 

el-Kâfi adlı eserde de buna yakın anlamlar içeren bir hadis rivayet

edilir. [c.4, s.435, h: 8]

 

Aynı şekilde el-Kâfi'de, İmam Sadık'ın (a.s) Resulullah efendimizin

(s.a.a) haccı ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:

"Resulullah Kâbe'yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra,

'Safâ ile Merve yüce Allah'ın belirlediği ibadet amaçlı nişanlardır.

Ben de Allah'ın başladığı yerden başlıyorum.' dedi. O güne kadar

Müslümanlar Safâ ile Merve tepeleri arasındaki sa'yin müşriklerin

bir uydurması olduğunu sanıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah,

'Safâ ve Merve Allah'ın nişanlarındandır. Kim Evi hacceder ya da

umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.'

ayetini indirdi." [c.4, s.245, h: 4]

 

Ben derim ki: Ayetin iniş sebebi ile ilgili bu iki rivayet arasında

bir çelişki olmadığı açıktır. Rivayetlerin birinde Resulullah efendimizin

(s.a.a) "Allah'ın başladığı yerden başlıyorum" şeklindeki sözü,

adı geçen ibadetin özünü ifade etmektedir. Daha önce, Hz.

Hacer'in kıssasını anlatırken Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi

kez üst üste koştuğunu ve söz konusu geleneğin o günden itibaren

devam edip geldiğini vurgulamıştık.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Amir eş-Şa'bî'nin şöyle dediği belirtilir:

"Safâ tepesinde İsaf adı verilen bir put vardı. Merve tepesinde

de Naile adı verilen bir put bulunuyordu. Cahiliye döneminde

müşrikler Kâbe'yi tavaf ettikleri zaman bu iki tepe arasında sa'y

ediyor ve orada bulunan putlara el sürüyorlardı. Resulullah efendimiz

(s.a.a) hac ibadetini yerine getirmekte olduğu sırada, Müslümanlar,

'Ya Resulullah, müşrikler Safâ ile Merve tepelerini, bu

iki puttan dolayı tavaf ediyorlardı. Bunları tavaf etmek Allah'ın öngördüğü

bir ibadet şekli değildir.' dediler. Bunun üzerine yüce Allah

adı geçen ayeti indirdi. Bu ayette, üzerindeki puttan dolayı tepenin

birinden 'Safâ', diğerinden de 'Merve' diye söz etti."

Ben derim ki: Gerek Ehlisünnet ve gerekse Şia mezhebine

mensup bilginler yukarıda sunduğumuz açıklamalar içeren pek

çok hadis rivayet etmişlerdir.

 

Bu rivayetlerden çıkan sonuç şudur: Bu ayet-i kerime

Müslümanların hac ibadetlerini yerine getirdikleri yılda Safâ ile

Merve tepeleri arasındaki sâ'y ibadetini yasalaştırmak için

inmiştir. Bakara Suresi de Medine döneminde inen ilk suredir.

 

588 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kara Suresi de Medine döneminde inen ilk suredir. Bundan da anlaşılıyor

ki, bu ayet ile öncesinde yer alan ve kıble değişikliğini konu

alan ayetler arasında bir akış birliği yoktur. Çünkü kıble değişikliğini

konu alan ayetler hicretin ikinci yılında inmişlerdir. Aynı

şekilde surenin başındaki ayetlerle de akış birlikteliği söz konusu

değildir. Çünkü bunlar da hicretin ilk yılında inmişlerdir. Şu hâlde,

ayetler farklı akış yönlerine sahiptirler, tek bir konuya yönelik değildirler.

 

Bakara Sûresi / 159-162 .................................................. 589

 

159- İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti, biz kitapta insanlara

açıkça belirttikten sonra gizleyenler; işte onlara hem Allah lânet

eder ve hem de lânet edenler lânet ederler.

 

160- Ancak tövbe edip, hâllerini düzeltenler ve açıklayanlar

başka. İşte onları bağışlarım ve ben tövbeyi çok kabul edenim, rahimim.

 

161- Kâfir olup küfürlerinde ısrar ederek ölenler; işte Allah'ın,

meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir.

 

162- Ebedî olarak lânette kalırlar. Ne kendilerine azap hafifletilir,

ne de onlara bakılır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti... gizleyenler." -Doğrusunu Allah

herkesten daha iyi bilir- ama ifadeden anladığımız kadarıyla,

ifadenin orijinalinde geçen "huda" deyiminden maksat, ilâhî dinin

içerdiği ve izleyicisini mutluluğa ulaştıran öğretiler ve hükümler;

açık deliller anlamında kullandığımız "beyyinat" deyiminden maksat

da, hidayetin bir diğer ifadesi olan hakka tanıklık eden belgeler

ve kanıtlar niteliğinde olan ayetler ve delillerdir.

 

590 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Buna göre yüce Allah'ın kelâmında geçen "beyyinat" kelimesi,

vahiy kanalıyla indirilen ayetlerin bir niteliğidir. Dolayısıyla, bir şeyi

gizleme anlamında kullanılan "yektumûne" fiili, ayetin aslını gizlemekten,

insanlara göstermemekten ya da ayetin ifade ettiği

gerçeği değişik yorumlamaktan ya da yanlış yönlendirme ile gerçeğin

fark edilmesini önlemekten daha geniş kapsamlıdır. Nitekim

Yahudiler, kitaplarında yer alan Peygamberimizin (s.a.a) gelişini

müjdeleyen ifadeleri gizlediler. Şöyle ki, insanların bilmedikleri

gerçekleri gün yüzüne çıkarmıyor, bildikleri bazı gerçekleri ise,

yanlış yorumlayarak doğru biçimde algılanmasını engelliyorlardı.

 

"Biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra." Bundan anlaşılıyor

ki, söz konusu gizleme, adı geçen gerçekler sırf kendilerine

değil, tüm insanlara açıklandıktan sonra meydana gelmiştir. Çünkü

bir gerçeği teker teker tüm insanlara açıklamak değil vahiy olayında,

nor-mal doğal sisteminde bile üstesinden gelinebilecek

bir durum değildir. Bu kural, her türlü genel duyuru ve her türlü

mutlak açıklama için geçerlidir. Bir mesaj bazı insanlara aracısız,

bazılarına da bunların aracılığı ile ulaştırılır. Orada bulunanlar bulunmayanlara, bilenler bilmeyenlere anlatır. Neticede âlim de tıpkı

dil ve konuşma gibi duyuru araçlarından biridir.

Böylece bir haber, mecliste bulunan insanlarla ilmiyle ilgili Allah

ile kendi arasında bağlı kalması gereken ahit ve misakı bulanan

bir âlim kişiye bildirilince, bu haber tüm insanlara açıklanmış

demektir. Dolayısıyla âlimin bu bilgisini gizlemesi, insanlara açıklandıktan

sonra bilgiyi onlardan gizlemesi anlamına gelir. İşte yüce

Allah'ın insanlar arasında din hususunda çeşitli görüş ayrılıklarının

baş göstermesinin, insanların sapık ve doğru yol diye ikiye

ayrılmalarının tek nedeni olarak vurguladığı gerekçe budur. Yoksa,

Allah'ın dini, insanın öz yaratılışı, fıtratı ile uyum içindedir. Fıtrat,

bu din ile iletişim kurar kurmaz onu kabul eder; kendisine ayrıntılı

biçimde açıklandıktan sonra insanın öz yaratılışında belirleyici

bir unsur olarak yer alan ayırt edici güç beklemeksizin ona boyun

eğer.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sen hanif (mutedil) olarak

yüzünü doğruca dine çevir; Allah'ın yaratmada esas aldığı fıtrata

ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması

 

Bakara Sûresi / 159-162 .................................................. 591

 

değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."

(Rûm, 30)

 

Demek ki din, fıtrat ile örtüşüyor ve bu yaratılışın bir yasasıdır.

Din gereği gibi açıklığa kavuşturulunca fıtrat, hiçbir zaman dini

reddetmez. Bu açıklığa kavuşma, ya peygamberlerde olduğu gibi

halis kalp ya da sözlü duyuru aracılığı ile gerçekleşir. İkinci hususun

birinci husustan kaynaklanması da bir zorunluluktur. Bunu anlamış

olmalısın.

 

Bu yüzden ayet-i kerimede, dinin yaratılış yasası uyarınca fıtratla

örtüşmesi olayı ile, dini bilmeme durumu aynı kategoride

değerlendirilmiştir. Ulu Allah ayetin evvelinde "...Allah'ın yaratmada

esas aldığı fıtrata ki, insanları ona göre yaratmıştır..." ve sonunda,

"Fakat insanların çoğu bilmezler." buyuruyor.

Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "...anlaşmazlığa düştükleri

şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere o peygamberlerle

beraber hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık

ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgın ve kıskançlıkları

yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden

başkası değildir..." (Ba-kara, 213) Bu ayet-i kerimeye göre, kitabın

içerdiği hak nitelikli mesaj hakkındaki görüş ayrılıkları, kitabı

açıklayıp uygulama misyonunu üstlenen bilginlerin kıskançlıklarından,

çekememezliklerinden kaynaklanıyor.

 

Şu hâlde, din alanındaki görüş ayrılıklarının ve doğru yoldan

sapmanın sebebi, bilginlerin kıskançlıkları, gerçeği saklamaları,

yanlış yorumlamaları, bilgileri tahrif etmeleri ve böylece zulmetmiş

olmalarıdır. Nitekim yüce Allah onların bu konumlarını kıyamet

gününe ilişkin bir sahnede zulüm olarak nitelendirmiştir:

"...Ve aralarında seslenen biri, 'Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine

olsun!' diye seslendi. Onlar ki Allah'ın yolundan men edip, onu

eğriltmek isterler..." (A'râf, 44-45) Bu anlamı içeren pek çok ayet

vardır.

 

Bununla anlaşılıyor ki, ayetlerden biri bir diğer ayete

dayanmaktadır: Yani demek istiyorum ki: "İndirdiğimiz açık

delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra

gizleyenler..." ayet-i kerimesi, "İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah

peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa

düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin

 

592 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle

beraber hak içerikli kitabı indirdi. Oysa kendilerine

kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra,

sırf aralarındaki kıskançlıktan dolayı onda anlaşmazlığa düştüler..."

(Bakara, 213) ayet-i kerimesine dayalı olarak bir anlam kazanıyor.

Devamında ise, bilginler arasındaki bu kıskançlığın cezası

şu ifadelerle dile getiriliyor: "İşte onlara hem Allah lânet eder,

hem bütün lânet edenler lânet eder."

 

"İşte onlara hem Allah lânet eder, hem bütün lânet edenler lânet

ederler." Bu ifade, Allah'ın indirdiği ayetleri ve doğru yol kılavuzunu

gizleyenlerin uğrayacakları azabı, çarptırılacakları cezayı açıklıyor.

Bu ceza, hem Allah'ın lânetine, hem de lânet eden herkesin lânetine

uğramadır. Bu ayette, lânet kavramı iki kere tekrarlanmıştır.

Çünkü lânet, kaynaklandığı kimse açısından farklı anlamlar ifade

eder. Yüce Allah açısından lânet; rahmet ve mutluluktan uzaklaştırmayı

ifade eder. Diğer lânet eden kimseler açısından ise, bu akıbete

uğramalarını Allah'tan dilemektir.

 

Hem yüce Allah ve hem de lânet eden diğer kimseler ile ilgili

olarak lânet deyimi genel tutulmuştur. Lânet edenler nitelemesi

de öyle. Bu da, lânet edenlerin her türlü lânetlerinin onlara yönelik

olduğunu ifade eder. İfadeye ilişkin değerlendirmeden de bu anlam

çıkıyor. Çünkü lânet edenin lânet etmesi sırasında kastettiği,

mutluluktan uzak olmadır. Gerçekte ise, dinî mutluluktan başka

mutluluk düşünülemez. Bu mutluluk da Allah tarafından açıklandığı

ve fıtrat tarafından da tereddütsüz kabul edildiği için, bir insan

ancak reddetmek ve inkâr etmekten dolayı bu mutluluktan

yoksun olabilir. Bu yoksunluk da bilgisiz ve aydınlatılmayan kimseler

için değil de, bilerek inkâr edip karşı çıkanlar için geçerlidir.

Bilginlerden bildiklerini yaymaları ve öğrendikleri ayet ve doğru

yol kılavuzuna ilişkin prensipleri yaygınlaştırmak üzere söz alınmıştır.

Bunu gizledikleri zaman, ilâhî mesajı yayma misyonunu

yerine getirmedikleri zaman, inkâr etmiş, karşı çıkmış sayılırlar.

İşte böylelerine hem Allah, hem de lânet edenler lânet eder.

Bir sonraki ayet-i kerime, bu söylediklerimizi destekler niteliktedir:

"Kâfir olup küfürlerinde ısrar ederek ölenler, Allah'ın meleklerin

ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir." Buradan

 

Bakara Sûresi / 159-162 .............................................. 593

 

anlaşıldığı kadarıyla "inne" edatı, bu ayetin içerdiği anlamın sebebini

açıklamaya ya da anlamını pekiştirmeye dönüktür. Çünkü şu

ifadede içerik ve anlam tekrarlanıyor. "kâfir olup küfürlerinde ısrar

ederek ölenler."

 

"Ancak tövbe edip hâllerini düzeltenler ve açıklayanlar başka..." Bu

ayet, bir önceki ayetten istisna konumundadır. Onların tövbelerinin

"açıklama" fiili ile sınırlandırılmasından (yani "tövbe edenler"

denildikten sonra "açıklayanlar" denilmesinden) amaç, durumlarının

açığa çıkması ve tövbe etmiş olduklarını göstermeleridir.

Bunun gereği de, gizlediklerini insanlara açıklamaları ve bundan

önce gerçeği gizleyenler olduklarını itiraf etmeleridir. Aksi taktirde

tövbe etmiş sayılmazlar. Çünkü daha önce gerçeği gizlediklerini itiraf

etmemeleri hâlâ gerçeği gizledikleri anlamına gelir.

 

"Kâfir olup küfürlerinde ısrar ederek ölenler..." Bu ifade, küfürde

ayak diretmelerini, inatçılıklarını ve gerçeği kabule yanaşmamalarını

kinaye yoluyla anlatmaktadır. Çünkü inatçılıktan ve büyüklük

kompleksinden dolayı değil de sırf kendilerine açıklanmadığı için

hak dini benimsemeyip ona uymayanlar, gerçek anlamda kâfir

değildirler. Onlar müstazaftırlar ve durumları Allah'a kalmıştır.

Bunun şahidi de ayetlerin büyük çoğunluğunda kâfirlerin küfrünün,

yalanlama ile kayıtlandırılmasıdır. Özellikle, insan türüne

yönelik ilk yasamayı içeren, Hz. Âdem'in cennetten indirilişini konu

alan ayetlerde bu husus son derece belirgindir. Ulu Allah şöyle

buyuruyor: "Hepiniz oradan inin" dedik. Yalnız size benden bir hidayet

geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara

bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip ayetlerimizi

yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır."

(Bakara, 38-39)

 

Öyleyse bu ayette geçen "kâfirler"den maksat, Allah'ın ayetlerini

yalanlayan, gerçeği kabul etmeye yanaşmayan inatçılardır -

Allah'ın in-dirdiklerini gizleyenler de bunlardır-. Böylelerinin cezasını

yüce Allah şu şekilde belirlemiştir: "İşte Allah'ın, meleklerin

ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir." Bu, meleklerin ve

istisnasız tüm insanların dile getirdikleri her türlü lânetin bunlara

yönelik olmasına dair yüce Allah tarafından bırakılan bir hükümdür.

 

594 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu cezayı hakkeden insanların yolu, şeytanın yoludur. Çünkü

yüce Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Ve gerçekten de

tâ ceza gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır." (Hicr, 35) Bu

ayetin ifadesine göre, her türlü lânet şeytana yönelik kılınmıştır.

Dolayısıyla bildiklerini gizleyen bilginler de, genel lânetin muhatabı

olma bakımından şeytana ortaktırlar, onunla aynı konumdadırlar.

Ayet-i kerimenin ne kadar şiddetli bir ifade tarzına sahip olduğunu

ve olayı ne kadar önemseyerek vurguladığını görüyor musunuz?

İnşaallah, şu surede yer alan "Ki, Allah, murdarı temizden

ayıklasın ve bütün murdarları birbiri üzerine koyup yığsın da hepsini

cehenneme atsın..." (Enfâl, 37) ayet-i kerimeyi ele alırken konuya

ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

 

"Ebedi olarak onda kalırlar." Yâni lânet içinde kalırlar. "Ne kendilerine

azap hafifletilir, ne de onlara bakılır." ayetin akışının azabın

lânet yerine konulmasıyla farklılık kazanması, onları kapsamına

alan lânetin azap şekline dönüşeceğini ifade ediyor.

Biliniz ki, bu ayetlerde zaman zaman iltifat sanatına başvurulmuş-

tur. Birinci ayette, "tekellüm mea'l-gayr" (başkası ile konuşma)

sıygasından (indirdiğimiz... biz kitapta... belirttikten...)

gayıp sıygasına geçiş yapılıyor: "İşte böylelerine Allah lânet eder..."

Çünkü konu, öfkenin şiddetini vurgulama ile ilgilidir. Lânetin

şiddeti ise, ancak nispet edildiği ismin ya da sıfatın azameti

oranında belirginleşir. Allah'tan daha büyük hiç kimse yoktur. Lânetin

şiddeti en son noktasına kadar belirginleşsin diye O'nun yüce

adına izafe edilmiştir.

 

İkinci ayette ise, gayıp sıygasından birinci tekil şahıs (mütekellim

vahde) sıygasına geçiş yapılmıştır: "İşte onları bağışlarım ve

ben tövbeyi çok kabul edenim, Rahimim." Bu ifade tarzının seçilmesindeki

amaç, her türlü niteliği ve sıfatı bırakıp konuyu bütünüyle

vasıtasız yüce Allah'a bağlamak suretiyle, eksiksiz bir rahmetin

ve şefkatin söz konusu olduğunu vurgulamaktır. Çünkü yukarıdaki

ifadeden algılanan rahmet ve şefkat, "Allah onların tövbelerini

kabul eder" ya da, "Rableri onların tövbelerini kabul eder"

ifadelerinden algılanmaz. Üçüncü ayette ise, birinci tekil şahıs sıygasından

gayıp sıygasına geçiş yapılıyor: "İşte Allah'ın... lâneti onla-

 

Bakara Sûresi / 159-162 .................................................. 595

 

rın üzerinedir." Birinci ayetteki ifade tarzı değişikliği ile güdülen

amaç, bu ayetteki değişiklik için de geçerlidir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî, bizim mezhebimize mensup ashabın vasıtasıyla

İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam Sadık'a (a.s) dedim

ki: "Yüce Allah'ın 'İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti...

gizleyenler' sözü hakkında ne buyurursunuz? Dedi ki: Bununla biz

kastediliyoruz -Ancak Allah'tan yardım dilenir-. Bizden biri, İmamet

makamına ulaşınca kendisinden sonraki imamı insanlara

kesinlikle açıklamalıdır. Bu konuda özgür ve yetkili değildir." [c.1,

s.71, h: 139]

 

Bu ayetle ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet

edilmiştir. "Bu ifadeyle biz kastediliyoruz. Ancak Allah'tan

yardım dilenir." [c.1, s.71, h: 137]

Muhammed b. Müslim'in İmamın (a.s) "Burada kastedilenler

Ehli-kitaptır." dediğini rivayet etmiştir. [c.1, s.71, h: 140]

 

Ben derim ki: Bu rivayetlerin tümü uyarlama niteliğindedirler.

Yoksa ayet-i kerimenin ifadesi geneldir.

Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, Hz. Ali (a.s) bu ifadeyi bozulan

âlimler şeklinde yorumlamıştır. [el-Burhan, c.1, s.171, h: 6]

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde yer alan bir rivayete göre

Resulullah efendimiz (s.a.a) bu ayetle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Kendisine bildiği bir şey sorulup da onu gizleyen kimsenin

ağzına kıyamet günü ateşten bir gem geçirilir. 'İşte onlara hem Allah

lânet eder, hem bütün lânet edenler lânet ederler.' ifadesinin

anlamı budur."

 

Ben derim ki: Bu iki rivayet, yukarıda sunduğumuz açıklamayı

pekiştirir niteliktedirler.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) "bütün lânet edenler

lânet ederler." ifadesi ile ilgili olarak "Bazıları burada kastedilenler

canlı hayvanlardır." demişlerdir; ama kastedilenler bizleriz."

dediği rivayet edilir. [c.1, s.72, h: 141]

 

Ben derim ki: Bu ifade, "Şahitler, 'İşte Rablerine karşı yalan

söyleyenler bunlardır!' diyecekler. İyi bilin ki, Allah'ın lâneti za-

 

596 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

limlerin üzerinedir." (Hûd, 18) ayetinin verdiği mesaja yönelik bir

işaret konumundadır. Şu hâlde, burada sözü edilenler, kıyamet

günü konuşmalarına izin verilen ve sadece doğruyu söyleyen şahitlerdir.

İmam'ın, "Bazıları, burada kastedilen canlı yaratıklardır

sözüne gelince; bu söz, Mücahid ve İkrime gibi tefsir bilginlerinden

rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerde, Resulullah efendimize (s.a.a)

dayandırıldığı da görülür.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s): "İndirdiğimiz açık delilleri

ve hidayeti... gizleyenler." ayeti, Hz. Ali'ye ilişkin bilgiler hakkında

inmiştir." dediği rivayet edilir. [c.1, s.71, h: 136]

 

Ben derim ki: İmamın bu yorumu da bir tür uyarlamadır.

 

 

Bakara Sûresi / 163-167 .................................................. 597

 

163- İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O

Rahmandır, Rahimdir.

 

164- Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün

değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp

giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü

ölümünden sonra dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında,

rüzgarları evirip çevirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş

(emre hazır bekleyen) bulutlarda, elbette düşünen bir topluluk için

deliller vardır.

 

165- İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah'ı sever

gibi onları severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri

 

598 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

daha güçlüdür. Zulmedenler, azabı görecekleri (ve o zaman) "muhakkak bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten

şiddetli azap edici olduğunu" anlayacakları günü keşke bir görselerdi.

166- Öyle ki (o gün) uyulanlar uyanlardan uzaklaşmışlardır.

Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar kesilmiştir.

 

167- Uyanlar derler ki: Keşke bize bir daha dünyaya dönüş fırsatı

verilseydi de onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan

uzak dursaydık. Böylece Allah onlara amellerini hasret kaynağı

olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ayetlerin akışı uyumlu ve sürükleyici bir ifade tarzına sahiptir.

Önce, Allah'ın tekliği ve ortaksızlığı gündeme getiriliyor; buna ilişkin

evrensel kanıtlar sunuluyor. Ardından şirkten söz açılıyor ve Allah'a

ortak koşanların çarptırılacakları korkunç azaba değiniliyor.

 

"İlâhınız bir tek ilâhtır." Fatiha suresini tefsir ederken, Besmele

ile ilgili açıklamalarımız arasında "ilâh" kavramının ifade ettiği

anlama değinmiştik. "Birlik" kavramının ifade ettiği anlam ise,

gayet açıktır. Bunun için yol gösterecek bir tanımlayıcıya ihtiyaç

duymayız. Bir şey, genellikle niteliklerinden birine dayalı olarak

"bir" diye nitelendirilir. "Bir adam, bir âlim, bir şair gibi." Bununla,

söz konusu kişinin sahip bulunduğu niteliğin ortak kabul etmediği

ve çoğalma durumu ile karşı karşıya olmadığı vurgulanıyor. Söz

gelimi "Bir adam olan Zeyd'in adamlığı, onunla başkaları arasında

bölünme kabul etmez. İki adam olan Zeyd ve Amr açısından ise,

durum değişiyor.

 

Çünkü bu adamlık, ikisinin arasında paylaşılmış durumdadır.

Dolayısıyla Zeyd, bu nitelik -yani adamlık niteliği- açısından birdir

ve çoğalma kabul etmez. Gerçi bu nitelik, ilim, güç, hayat ve benzeri

nitelikleri açısından bir değildir ve gerçekte birçokluk konumundadır.

Yüce Allah birdir. Çünkü, O'na ait olan sıfatta başkasının ortaklığı

söz konusu değildir. İlâhlık sıfatı gibi. Dolayısıyla Allah ilâhlık

sıfatı bakımından birdir. Bu sıfatında başkasının ortaklığı söz

 

Bakara Sûresi / 163-167 ..................................................... 599

 

konusu olamaz. Aynı şey, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları için de

geçerlidir. Yüce Allah bilme, kudret ve hayat sıfatlarına sahiptir;

ama bunlar, ondan başkasının sahip bulunduğu bu tür sıfatlara

benzemezler. Kendisine ait sıfatların çoğalmaması ve artmaması

açısından da birdir. Böyle bir çoğalma ve artış, ancak anlamsal açıdan

söz konusudur.

 

Dolayısıyla O'nun bilgisi, kudreti ve hayatı aynı şeydir, O'nun

tek ve ortaksız zatıdır. O'na ait bir sıfat, yine O'na ait başka bir sıfattan

ayrı değildir. O, kudretiyle bilir, hayatı ile güç yetirir ve bilgisiyle

hayat sahibidir. Yani başka varlıklar gibi sıfatları zat ve kavram

olarak başkalık kabul etmez.

 

Bir "şey" kimi zaman zatı itibariyle "bir" olarak nitelendirilir.

Bu, zatın bizzat çoğalma ve bölünme kabul etmemesidir. Yani

böyle bir zat parçalara ayrılmaz, isim ve zat, zat ve sıfat olarak

bölünmez. Bu tür bir "birlik", "zatın tekliği" (ahadiyet) olarak isimlendirilir.

Bu anlamı ifade için de Arapça'da "ahad" yani (tek) kelimesi

kullanılır. Ki bu kelime izafet terkibi ile kayıtlandırılmadığı

sürece kullanılmaz. Fakat, olumsuzluk, nehiy ve bunlara benzer

durumlar karşısında kelime yalın olarak kullanılabilir. Söz gelimi,

"Mâ câenî ahadun=bana hiç kimse gelmedi." dediğimizde, burada

bir olsun, çok olsun zat, temelden yok sayılıyor. Çünkü ifademizdeki

"birlik" zatın özüne aittir, herhangi bir sıfatından değil. ""Mâ

câenî vahidun=bana bir kişi gelmedi." cümlesinde ise durum farklıdır.

Bu söz, iki veya daha çok kimsenin gelmesi ile yalanlanmaz.

Çünkü, ifadedeki "birlik", gelen kimsenin niteliği ile ilgilidir. Kastettiğimiz,

bir adamdaki "adamlık" sıfatıdır. Şimdilik bu genel değerlendirme

ile yetinin. İnşaallah "De ki: O, Allah, bir (tek)dir"

(İhlâs, 1) ayetini incelerken daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız:

Kısaca toparlayacak olursak: "İlahınız bir tek ilâhtır" sözü bütünü

bakımından, öncelikle ilâhlık sıfatının Allah'a özgü olduğunu,

O'nun birliğini ifade ediyor. Bu, O'nun yüce şanına yaraşır bir birliktir.

Şöyle ki, "vahid=bir" kelimesi, bu ayete muhatap olanların anlaması

açısından "vahdet=birlik" ifadesinden fazla bir şey ifade

etmezdi. Ki bu kavram geneldir ve çeşitli türlere uyarlanabilir. Bununsa

ancak belli bir kısmı yüce Allah için kullanıldığında doğru

 

600 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kabul edilebilir. Şu hâlde bir yerde sayısal birlik, bir yerde türsel

birlik, bir yerde de cinsiyet birliği söz konusudur. Her bir muhatap

bunlar karşısında, inandığı ve görüşüne uygun anlamı zihninde

canlandırır. Eğer: "Allah bir ilâhtır" denilseydi, bu cümle "tevhit"i

ifade etmeyecekti. Çünkü müşrikler yüce Allah'ı bir ilâh olarak göreceklerdi, diğer ilâhlarının her birini "bir ilâh" olarak gördükleri

gibi.

 

Eğer "Sizin ilâhınız birdir" denilseydi, bu cümle de apaçık bir

şekilde tevhidi ifade etmeyecekti. Çünkü böyle bir cümle karşısında,

zihinde bu ilâhın, tür içinde yer alan bir ilâh olduğu düşüncesi

uyanabilirdi. Sözünü ettiğimiz tür ilâhlık makamıdır. Tıpkı hayvan

türleri için, "bir at, bir katır" denilmesi gibi. Oysa bunların her birisi

için türleri açısından sayısal çokluk söz konusudur. Ancak "Sizin

ilâhınız bir tek ilâhtır." denildiğinde, ilâhlığın tekliği anlamı vurgulanmış

olur. Çünkü "iki ilâh ve çok ilâh" anlamlarının karşıtı olan

"bir ilâh" anlamı "ilahınız" sözünün yanında yer alınca ilâhlık makamını

inanılan ilâhlar içerisinde teke indirgeyerek apaçık bir şekilde

tevhidi ispat ve ifade eder.

 

"O'ndan başka ilâh yoktur." Bu cümleye, ilk cümlenin tevhide ilişkin

içeriğini pekiştirme ve bu hususla ilgili olarak zihinlerde uyanabilecek

her türlü olumsuz yorum ve kuruntuyu dışlama amacıyla

yer verilmiştir. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, türe ilişkin

bir olumsuzluktur. İlâhtan maksat, gerçekten varolan ve ona ilâh

denilebilen ilâhtır. Bu durumda cümle içinde "var" ya da "olan"

şeklinde bir haberin mahzuf olarak değerlendirilmesi doğru olur.

Bunu esas alarak cümleyi şöylece anlamlandırabiliriz: Hak ve gerçek

ilâh dışında ilâh mevcut değildir." Cümle içinde geçen "Allah"

a yönelik zamirin lafzı merfu (huve) olduğu ve mansub

(iyyahu) olmadığı için "illa" edatı, istisna edatı olarak

değerlendirilemez. Aksine bu edat "başka" anlamda bir vasıf konumundadır.

Buna göre cümlenin anlamı da şöyle olur: Allah'tan

başka ilâh yoktur.

 

Bununla da anlaşılıyor ki: "O'ndan başka ilâh yoktur." cümlesi,

Allah'ın dışında ilâhlık niteliğine sahip oldukları, asılsız bir kuruntuya,

bir hayale dayalı olarak iddia edilen düzmece ilâhların bu

niteliğe sahip olmadıklarını vurgulama amacına dönüktür. Yani

 

Bakara Sûresi / 163-167 ..................................... 601

 

birçoğunun sandığı gibi bu cümle ile güdülen amaç, Allah'tan

başka ilâhların varlıklarını reddedip, O'nun varlığını ispat etmek

değildir. Bunun kanıtı da, ortamın sadece ilâhlık niteliğini reddetmeye

uygun oluşudur. Ki, yüce Allah'ın ilâhlık niteliği açısından

tekliği vurgulansın. Yani hem ret ve hem de ispat birlikte söz konusu

değildirler. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim yüce Allah'ın varlığını tartışma

götürmez, apaçık bir gerçek olarak değerlendirir. Bu yüzden

bu konu üzerinde savunma ve ispat amacı ile durmaz. Kur'ân'ın

ana hedefi O'nun sıfatlarını kanıtlamaktır: Birlik, yoktan var edicilik,

ilim ve kudret gibi.

 

Cümle içinde "mevcud" ya da bu anlama gelebilecek bir

kelimenin haber olarak takdir edilmesi, "Allah'tan başka ilâhların

varlığı nefy ediliyor, olabilirlikleri değil" kuşkusuna yol açabilir. Bu

kuşkuyu şu cevapla giderebiliriz: Kendisi açısından varoluş ve

yokoluşun aynı derecede mümkün olduğu bir varlığı, fiilen tüm

varlıkların ve onlara ilişkin tüm olguların kaynağı olarak öngörmenin

bir anlamı yoktur. Ayrıca "hak" kelimesinin mahzuf haber

olduğunu esas alarak cümleyi değerlendirmek suretiyle de cevap

verilebilir. Yani "Ondan başka gerçek mabut yoktur."

"O Rahmandır, Rahimdir." Fatiha suresini tefsir ederken, "Besmele"

yi açıkladığımızda, bu iki sıfatı da açıklamış ve Rablık

anlamının ancak bu iki sıfatla tamamlanabildiğini vurgulamıştık.

Çünkü "Rahman"lığın bir gereği olarak her türlü bağışın mercii

yüce Allah'tır. Hidayet ve ahiret mutluluğuna ilişkin özel bağışlar

da "Rahim"liğin bir gereğidir.

 

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında... deliller vardır." İfadenin

akışı ile oluşan atmosfer gösteriyor ki, bu ayet-i kerime, bir önceki

ayetin, yani "İlahınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O

Rahmandır, Rahimdir." ayetinin içerdiği gerçeğe ilişkin bir kanıt,

bir somut delil niteliğindedir. Çünkü ayet-i kerime anlam itibariyle,

işaret edilen her şeyin bir ilâhının olduğunu ve tümünün ilâhının

aynı zat olduğunu ve bu bir ve ortaksız ilâhın aynı zamanda sizin

de ilâhınız olduğunu ifade ediyor.

 

O, Rahmandır, genel olarak herkesi ve her şeyi rahmetinin

kapsamına alır. O, rahimdir, insanları son mutluluğuna (yani

ahiret mutluluğuna) yöneltir. Bunlar, tartışma götürmez kesin ger-

 

602 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

çeklerdir. Buna göre, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün

dönüşümlü olarak yer değiştirmelerinde ve ayet-i kerimenin

sonuna kadar sözü edilen diğer evrensel fenomenlerde, aklını kullanıp

düşünebilen topluluklar açısından ilâhın birliğine, tek ve ortaksız

oluşuna, Rahman ve Rahim olduğuna ilişkin somut kanıtlar

vardır.

 

Şayet ayet-i kerime ile güdülen amaç, insanın bir ilâhının olduğunu

ya da insanın ilâhının bir olduğunu kanıtlamak olsaydı, bu

hususların tümü aralarındaki tasarım ve plânlama birliği dolayısıyla

tek bir kanıt niteliğinde olacaktı. Bu yüzden önceki ayet-i kerimede

şöyle bir ifadenin kullanılmış olması gerekecektir: "İlâhınız

birdir, O'ndan başka ilâh yoktur..." (Böyle bir ifade kullanılmadığına

göre) ayet-i kerime ilâhın varlığını ve O'nun birliğini kanıtlamaya

dönüktür. Yani: İnsanın dışındaki büyük evrensel düzenin ilâhı

birdir ve bu ilâh aynı zamanda insanın da ilâhıdır.

 

Ayetin bu anlamıyla kanıtsallığını toparlayacak olursak: Olağanüstü

yaratılış düzeniyle ve göz kamaştırıcı fenomenleriyle birlikte

yükselip üzerimize gölgelik gibi gerilen gökler; insanları üzerinde

taşıyan, gece ve gündüzün dönüşümlü olarak yer değiştirmeleri,

gemilerin denizler üzerinde akıp gitmeleri, yağmurların yağışı,

rüzgarların esişi, bulutların hizmete sunuluşu gibi akıllara durgunluk

veren fonksiyonlara sahip yeryüzü, bizzat bunların her biri bir

yaratıcının varlığını kaçınılmaz kılan olgulardır. Bunların her birinin

bir ilâhı vardır. (Ayetin ifade ettiği ilk kanıt budur.) Öte yandan, gök

cisimleri büyüklük, küçüklük, uzaklık ve yakınlık açısından birbirlerinden

oldukça farklı konumlardadırlar. Bilimsel araştırmalar sonucu,

bir gök cisminin küçüklüğü 0,0000000000000000000000033

cm3 olarak hesaplanmıştır. Bir gök cisminin büyüklüğü ise, dünyanın

milyonlarca katı olarak belirlenmiştir. Ki, çapı yaklaşık olarak

9000 mildir. İki gök cisminin arasındaki uzaklık, yaklaşık olarak

üç milyon ışık yılı olarak tespit edilmiştir. Bir ışık yılının miktarı

ise, 300000X60X60X24X365 km.dir.

 

İnsanı dehşetler içinde bırakan, zihnini altüst eden şu rakamlara

bak ve o zaman evrensel yasalar sisteminin işleyişindeki olağanüstülüğü

istediğin gibi değerlendir. Bir kısım olgular diğer bir

kısmında tesir bırakıyor; bir kısmı, diğer bir kısmından etkileniyor.

 

Bakara Sûresi / 163-167 ................................................. 603

 

Nerede ve ne şekilde olursa olsun genel çekim yasası ile, ışık ve

ısı yansıması ile bazı fenomenler meydana geliyor. Bu işleyişin

sonucu genel hareketlilik kuralı ve genel zaman kavramı oluşuyor.

Değişmez bir kanuna dayalı genel ve süresiz bir düzendir bu. O

kadar ki, maddî âlemdeki hareket yasalarında değişikliğe yol açan

nispî genellik yasası dahi, genel değişkenliğin de, değişim ve

dönüşüme ilişkin değişmez bir yasaya tâbi olduğunu itiraf etmekten

kaçınamaz.

 

Öte yandan işaret ettiğimiz genel hareketlilik ve değişim yasası,

evrenin her parçasında kendine has bir biçimde tasavvur edilebilir.

Bizim galaksimizi aydınlatan güneş ile güneş sistemi arasındaki

iletişimde gözlemlendiği gibi. Sonra bu çerçeve gittikçe

daralır; üzerinde yaşadığımız dünya ve onun uydusu olan gök cisimleri

ve yeryüzünde yaşanan olaylar gibi. Ay, gece, gündüz, rüzgarlar,

bulutlar ve yağmur-lar işaret ettiğimiz genel hareketlilik ve

değişkenlik yasasının dünya gezegenine yansıyan yönünü oluştururlar.

Bu çerçeve biraz daha daralır: Madenler, bitkiler, hayvanlar

ve öteki bileşiklerden oluşan yeryüzü menşeli olgularda olduğu gibi.

Aynı yasa bunların bütün türleri için de geçerlidir. Çerçeve gittikçe

daralır ve işin ucu, elementlere, atomlara, sonra atomun içindeki

çekirdeklere ve çağdaş bilimin tespit ettiği en küçük

maddî birimin yapısına kadar uzanır. Şu anda bilimin tespit ettiği

en küçük maddî birimler, elektron ve protondur. Bunlarda da tıpkı

güneş sistemine benzer bir oluşum vardır. Tıpkı güneş etrafında

dönen ve yörüngelerinde yüzen gezegenler gibi, ortada bir cisim

vardır ve öteki cisimler onun etrafında dönmektedirler.

 

Bu fenomenlerden hangisinin karşısında durursa dursun,

insanoğlu, sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlinde bulunan, akıllara

durgunluk veren bir düzenle karşı karşıya kalır. Ki âlemi koruyan

ve ilâhî sünnetin ihyasına sebep olan, bu değişim ve dönüşümdür.

Bu, olağanüstülükleri saymakla bitmeyen, dehşet verici

yönleri keşfetmekle son bulmayan bir düzendir. Hep aynı ve bir

çizgide kalmakla birlikte, düzenin akışında bir istisnailik söz konusu

değildir; eşi görülmemiş ve benzersiz bir sistem olmakla birlikte,

katmanları arasında tesadüfî bir gelişme, bir rast gelelik asla

yoktur.

 

604 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu sistemin sahiline varılamaz, aşamaları yürümekle kat

edilemez. Bu evrenin en ince ayrıntısından başlayıp, en ulu, en

görkemli fenomenine kadar, yani basitten komplikeye doğru bir

sıralama izleyerek incelediğin zaman hep aynı sisteme bağlı, kesintisiz,

aralıksız plânlama ile karşılaşacaksın. Günümüzün modern

biliminin icat ettiği tüm cihazları kullanıp derine, daha derine

insen bile, aynı değişmez yasayı, aynı düzeni, aynı alanı, aynı tasarımı

bulacaksın karşında. Bütünden parçaya doğru bir analize tâbi

tutup moleküle kadar insen dahi, bu sistemin özelliklerinden hiçbir

şey kaybetmediğini göreceksin. Şu kadarı var ki, örnek verdiğimiz

bu cisimlerin her biri değişik yapılara, hüküm ve öz olarak

farklı niteliklere sahiptir.

 

Evren bir bütündür, aynı tasarımın ürünüdür. Sayısal çokluğa

ve değerlendirme farklılığına rağmen evrenin her parçası aynı yasalar

sisteminin egemenliği altındadır. Yani bütün yüzler her zaman

diri ve evrenin tek egemeni yüce Allah'a boyun eğmektedir.

Şu hâlde evreni var eden ve evreni egemen düzeniyle yöneten, ilâh

bir tek ilâhtır. (Ayet-i kerimenin ifade ettiği ikinci kanıt da budur.)

Şu insan yeryüzü menşeli bir varlıktır. Yeryüzünde hayata başlar,

orada yaşar, orada ölür ve sonra toprağa döner. Bu hâliyle insan

var-oluşu ve varlığını sürdürme açısından, tüm varlıkları etkinliği

altına alan ve tasarımında en ufak bir sapma söz konusu olmayan

ve düzeni hep aynı özelliğini koruyan evrensel yasalar sisteminin

dışında herhangi bir şeye ihtiyaç duymaz. Gök kubbemizde

yer alan cisimlerin saçtıkları aydınlık ve ısı, şu yeryüzü ve onun

hareketlerine bağlı olarak gelişen gece-gündüz fenomenleri, rüzgarlar,

bulutlar, yağmurlar ve bir kıtasından diğer bir kıtasına taşınan

rızk ve metâ insanın maddî varlığını sürdürme ve ihtiyaçlarını

giderme bakımından bağlı olduğu şeylerdir. -Evet, bunların tümünün

gerisindeki etkin güç ulu Allah'tır.- Dolayısıyla bu olguları var

edip varlıklarını düzenleyen zat aynı zamanda insanların da ilâhıdır;

onları var edip varoluşlarını evrensel bir düzene bağlamıştır.

(Ayetin ifade ettiği üçüncü kanıt da budur.)

 

Öte yandan gerek varoluşsal mutlulukları ve gerekse nihâi,

yani ahiret mutlulukları (eğer yaratığın ahiret mutluluğu söz konu-

 

Bakara Sûresi / 163-167 ...................................................... 605

 

su ise -çünkü ahiret dünyanın sonucudur-) açısından varlıkların ihtiyaç

duydukları her şeyi bahşeden bu ilâhtır. Bir işin akıbetini, o

işin kendisini düzenleyenden başkasının düzenlemesi mümkün

müdür? (Ayetin Rahman ve Rahim isimlerine yönelik kanıtsallığı

da bu şekilde ifade edilebilir).

 

Birinci ayetin ikinci ayet ile illetlendirilmiş olması bu ifadeyle

doğru olur. Ayetin başında illeti ifade eden "inne" edatının yer almış

olması da bu illetlendirmeye ilişkin bir işaret niteliğindedir.

Yine de en doğrusunu Allah bilir.

 

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında" ifadesi, gökcisimlerine,

yeryüzüne, bunların yapılarındaki yaratılış olağanüstülüğüne,

sanatsal göz kamaştırıcılığa, isimlerine dayanak oluşturan tablolara,

özlerinin temelini oluşturan maddelere, kendi aralarındaki

dönüşüme, periyodik artış ve azalışa, bileşim ve çözülmeye yönelik

bir işarettir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Görmediler mi

gerçekten biz, arza gelip, onu çevresinden eksiltiyoruz." (Ra'd, 41)

"Kâfirler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık

ve her canlı şeyi sudan yarattık?" (Enbiyâ, 30)

 

"Gece ve gündüzün değişmesinde" Burada iki doğal fenomenin

yaşadığı azalış ve artışa, uzayış ve kısalışa işaret ediliyor, ki doğal

etkenlerden ikisinin bir araya gelmesiyle bunlar meydana gelir. Bu

iki etkenden biri, dünyanın günlük hareketidir. Bu hareketinde

dünya kendi ekseni etrafında dönerek gece ve gündüzün meydana

gelmesine yol açar. Bu sırada yerküresinin yandan az bir fazlası

güneşe yönelir ve belli bir süre içinde güneşin ışığından yararlanarak

ısınır ve aydınlanır. Bu olaya gündüz adı verilir. Dünyanın

tam yarıdan biraz eksik olan diğer yarısı ise, bu esnada güneş ışınlarından

yararlanmaz, öbür yarısı ters orantılı olarak karanlığa

gömülür. Buna da gece adı verilir. Bu iki fenomen sürekli dünyanın

etrafında dönerler.

 

Bir diğer etken de, ekvator ya da denge çizgisinin kuzey ve

güney yönlerine doğru gerçekleşen yöneliş hareketi sırasında küresel

dönüşün yüzeyinde meydana gelen eğilimidir. Bu da güneşin

denge çizgisinden kuzeye ya da güneye doğru eğilim göstermesine

yol açar ki, bununla da mevsimler meydana gelir. Ayrıca bu gelişme

gece ve gündüzün ekvator çizgisinde ve kutuplarda eşit ol-

 

606 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

masının nedenidir. Dünyanın iki kutbunda bir güneş yılı süresince

sadece bir gündüz ve bir gece yaşanır. Bunların her biri bir yılın yarısına

eşittir. Yani kuzey kutbunda gece ise, güney kutbunda da

gündüzdür ya da bunun tersi geçerlidir.

 

Ekvator çizgisinde, bir güneş yılı boyunca yaklaşık olarak üç

yüz altmış beş gün meydana gelir. Burada gece ve gündüzün süreleri

eşittir. Dünyanın geri kalan bölgelerinde ise, ekvator çizgisine

ve kutuplara olan yakınlık oranında gece ve gündüz sayı ve süre

açısından farklılık gösterir. Bu hususlar konuyla ilgili bilimlerin verilerini

içeren eserlerde detaylı biçimde ortaya konmuştur.

Bu değişim, ışık ve ısının yansımasında birtakım değişikliklere

yol açar. Buna bağlı olarak, yeryüzünde bileşimler ve dönüşümleri

meydana getiren faktörlerde değişiklik yaşanır. Bu değişiklikler

insanoğluna yararlar sağlar.

 

"İnsanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde"

Ayetin orijinalinde geçen "fulk" kelimesi, gemi demektir. Bu kelime

hem tekil, hem de çoğul olarak kullanılır. Tıpkı "temr=hur-ma"

ve "temret=bir hurma" dendiği gibi "fulk=gemi" ve "fulket=bir gemi"

de denir. İnsanların faydasına olan şeylerden maksat, gemiler

aracılığı ile bir sahilden karşı sahile, kıtadan kıtaya taşınan mal ve

eşyadır.

 

Geminin de tıpkı gök, yer ve gece ile gündüzün dönüşümlü

değişimi gibi, insan iradesinin müdahalesinin söz konusu olmadığı

doğal olgular ve fenomenler kategorisine sokulması, onun da tıpkı

diğer olgular gibi sonuçta Allah'ın tabiattaki meydana getirme fiiline

dayandığını göstermektedir. Çünkü insana izafe edilen bir fiil

üzerinde dikkatle düşünülünce, bunun herhangi bir fiili doğal sebeplere

izafe etmekten farksız olduğu görülür. İnsanın övünüp

durduğu iradesi, onu Allah'ın iradesine ihtiyaç duymayan bağımsız

ve tam bir sebep konumuna getirmediği gibi ona Allah'a muhtaç

olma açısından öteki doğal sebeplerle farklı bir konum

kazandırmaz.

 

Şu hâlde, Allah'ın iradesine muhtaç olma bakımından, doğal

bir gücün herhangi bir maddeye etki etmesi sonuçta etki, tepki,

hareket ettirme, bileşik meydana getirme ya da bir tür analize tâbi

tutmak suretiyle söz konusu maddede biçimsel bir değişikliğe

 

Bakara Sûresi / 163-167 .................................................. 607

 

yol açması (taşların aldığı biçimler gibi) ile bir insanın herhangi bir

madde ile ilgili olarak meydana getirdiği hareket, yaklaştırma, uzaklaştırma

gibi yöntemlerle biçimsel bir değişikliğe yol açması

(gemi yapması gibi) arasında niteliksel bir fark yoktur. Her iki olay

da sonuçta Allah'ın yaratmasına ve meydana getirmesine bağlıdır.

Hiçbir şey ne fiili, ne de kendisi açısından yüce Allah'tan bağımsız

ve müstağni değildir.

 

Şu hâlde, gemi de tıpkı diğer doğal olgular gibi, gerek varoluşu

ve gerekse varlığını yönlendirmesi noktasında bir ilâha muhtaçtır.

Ulu Allah bu gerçeğe şu şekilde işaret ediyor: "Sizi de, yaptığınız

şeyleri de Allah yaratmıştır." (Saffât, 96) Yüce Allah bu sözleri Hz.

İbrahim'in lisanıyla aktarıyor. Hz. İbrahim bunu söylerken kavminin

ilâh edindikleri putların özellikleri hakkında onlarla tartışıyordu.

Bilindiği gibi put da tıpkı denizde yüzen gemi gibi bir el yapmasıdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Denizde koca dağlar gibi akıp

giden yüksek gemiler de O'nundur." (Rahman, 24) Burada yüce Allah

gemileri kendine özgü bir mülkiyet olarak nitelendirmiştir. Bir

ayette de şöyle buyuruyor: "...Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için

gemileri emrinize verdi..." (İbrâhîm, 32) Gemilere ilişkin düzenlemeleri

de bu ayet-i kerimede kendi iradesine bağlı olarak ortaya

koymuştur.

 

İNSANIN YAPTIKLARINI ALLAH'A DAYANDIRMAK ÜZERİNE

 

İnsan yapımı eşyaları, insan tarafından yapılmış ve yaratılmış

olarak nitelendirenler, bunların âlemlerin Rabbi ile olan bağlantılarını

büsbütün koparanlar ve bunu yaparken de söz konusu eylemin

sadece insan iradesi ve seçme yeteneği tarafından yaratıldığını

delil olarak gösterenler ne gâfil insanlardırlar!

 

Bunların bir kısmı -bunlar yaratıcının varlığını inkâr eden materyalistlerdir-

şöyle bir iddiayı ileri sürmektedirler: Onlara göre dindarların yaratıcının varlığını kabul etmelerinin nedeni; onların doğada bazı gelişmeleri, dolayısıyla eşya ve olaylara ilişkin genel sebep-sonuç yasası gereği, bunların birer illetlerinin bulunması gerektiğine hükmetmeleridir. Bu sebebi de kesin olarak bilmedikleri için, doğaötesi bir sebebin varlığına inanma gereğini duymuşlar-

 

608 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dır. Bu sebep de yüce Allah'tır. Şu hâlde, bir yaratıcının varlığına ilişkin

görüş bir varsayımdır. İlk insanlar sebepleri bilinmeyen doğal

gelişmeleri; örneğin atmosferde meydana gelen bazı gelişmeler

ve yeryüzünde sebebi bilinmeyen birçok olaylar ve yine bugün

bile gerçek nedeni, modern bilim tarafından tespit edilemeyen

ruhsal özellikler ve olaylar karşısında böyle bir varsayıma gerek

duymuşlardı.

 

Bu görüşün mensupları iddialarını şu şekilde sürdürüyorlar:

Çağdaş bilim maddî olayların, gelişmelerin sebeplerini belirlemek

suretiyle, söz konusu varsayımın temel dayanaklarından birini

yıkmıştır. Bu dayanak, maddî gelişmelerin madde ötesi sebebe ihtiyaç

duymasıdır. İkinci dayanak ise, psikolojik gelişmelerin, bunun

ötesindeki soyut sebebe varıncaya dek uzayan sebeplerine ihtiyaç

duymasıdır. Şu kadarı var ki, çağdaş bilimin mekanik kimya

alanında kaydettiği gelişmeler, bu hususta "kısa bir süre sonra insanoğlu

ruhun sebeplerini belirleyecek ve canlı hücreyi yaratma

başarısını gösterecektir. Herhangi bir ruhsal varlığı ya da herhangi

bir ruhsal özelliği meydana getirebilecektir." müjdesini veriyor. Bu

gerçekleşince de adı geçen varsayım yıkılacak ve insanoğlu doğada

dilediği canlı türünü yaratacaktır, tıpkı bugün dilediği biçimdeki

nesneleri meydana getirdiği gibi. Oysa bugüne kadar insanoğlu

yaratılışı, bu tür doğaötesi bir mevhum illete dayandırmak durumundaydı.

Onun bu tutumunun nedeni söz konusu gelişmelerin illetini

bilmemesiydi. Allah'ı inkâr edenlerin delilleri bunlardır.

Şu miskinler şayet biraz olsun gâflet ve gurur sarhoşluğundan

uyanacak olurlarsa, göreceklerdir ki, evrenin bir ilâhının olduğuna

inanan dindarlar, -tarih başlangıcını tespit edemez ama- ilk andan

itibaren, bunu maddî sebebi bilinen ve bilinmeyen her türlü gelişmenin

ve olgunun madde ötesi illeti olarak değerlendirmişlerdir.

Yani bunlar açısından her gelişme madde ötesi bir illete muhtaçtır,

böylece bunların ispat ettikleriyle onların inkâra kalkıştıkları

farklı şeylerdir.

 

Tanrının varlığına inananlar -bilimsel araştırmalar ve tarih, insanlık

hayatında bu akımın ne zaman başladığını tespit edememiştir-

tüm evrenin bir ya da birden fazla ilâhının olduğuna inanırlar.

(Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim, tarihsel olarak tevhidin çok-

 

Bakara Sûresi / 163-167 .......................................... 609

 

tanrıcılıktan daha öncelikli olduğunu ortaya koyar. Sanskritçeyi ilk

defa çözen Alman Oryantalisti Dr. Maks Müller de bu yönde bir görüş

belirtmiştir.) Bunlar ve hatta ilk insan dahi, bazı maddî olayların,

gelişmelerin doğal sebeplerini görebiliyorlardı. Şu hâlde, onların

genel nedensellik yasasına dayanarak tüm evrenin bir yaratıcısının

olduğuna inanmaları, sırf sebebini bilemedikleri olayların gelişimi

ile ilgili olarak manen rahata kavuşma isteğine,

dayanmıyordu. Ki böyle bir şey evrendeki sebebi bilinmeyen olayları

bir ilâha dayandırmak, bilinenleri de söz konusu ilâhtan soyutlamak

gibi bir sonuç doğuracaktır.

 

Oysa onların tanrıya inanmaları, bu evrenin bir dizi sebepler

sonucu yaratıldığını ve evrenin düzenindeki birliğin onun sebepler

ötesi bir sebebe dayandığını gösterdiğini düşünmeleridir. Evrendeki

tüm olgular arasındaki etkileşimlerin buna bağlı olarak geliştiğini

bilmeleridir. Sonuçta bu tür doğaötesi sebebin varlığına inanmak,

evrene egemen olan genel nedensellik yasasının geçersizliği

anlamına gelmez. Aynı şekilde maddî olguları, maddî sebepler

bağlamında değerlendirmek de, maddî nedenler zincirinin

ötesindeki yüce sebepten soyutlamayı gerektirmez. Madde ötesi

illetin varlığı, illetler zincirinin işlevsizliği demek değildir. Bu, madde

ötesi illetin maddî illetleri de her yönüyle kuşattığı anlamına

gelir.

 

Bu inkârcıların içine düştükleri en ilginç çelişkilerden biri şudur:

Bunlar olaylarla -(bu arada insanın fiilleriyle) ilgili olarak mutlak

bir zorlamaya inanmaktadırlar. Buna göre hiçbir fiil ve olay

yoktur ki, onların sandıkları illetlerin zorunlu malulü olmasın. Bununla

beraber bu düşüncede olanlar diyorlar ki: Bir insan şayet bir

başka insanı yaratacak olursa, evren için bir illet varsayılsa bile,

bu, sonuçta evren illetine bağlı olmayacaktır.

 

Bizim sunduğumuz bu düşünce son derece lâtif ve özenli anlatımıyla,

her ne kadar basit ve genel anlayışın bunu kavramaya gücü

yetmese bile, bu düşünce icmâlî olarak onların zihinlerinde

mevcuttu ki, tüm evrenin illet ve malûller de içlerinde olmakla birlikte

bir yaratıcısının olduğuna inanıyorlardı. Bu birincisi.

Ayrıca evrenin bir yaratıcısının olduğuna inanan filozoflar, nedenselliğin

evrenselliğini kanıtladıktan sonra, buna ilişkin aklî ka-

 

610 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

nıtlar sunmuşlardır. Buna dayalı olarak varlığı mümkün olan illetlerin

varlığının zorunlu olan bir illete dayanması gerektiğini söylemişlerdir.

Felsefenin ilk kez ortaya çıkışından günümüze kadar

geçen binlerce yıldır bu tutumlarını sürdüregelmişlerdir. Ve mümkün

nitelikli maddî illetleri bilinen malûlleri, zorunlu nitelikli illete

dayandırmakta en ufak bir tereddüt geçirmemişlerdir. Şu hâlde

onların herhangi bir gelişmeyi, varlığı zorunlu olan illete bağlamaları,

doğal illeti bilmemelerinden kaynaklanmıyor. Yani Materyalistlerin

sandıkları gibi, sadece illeti bilinmeyen olguları, varlığı zorunlu

illete dayandırmaları söz konusu değildir. Bu da ikincisi.

Kaldı ki, ilâhın birliğini öngören Kur'ân-ı Kerim, bunun yanı sıra,

evrendeki olgular arasında genel nedensellik yasasının egemen

olduğunu da vurgulamaktadır. Her olayın kendine özgü bir illete

bağlı olduğunu kabul eder; bu hususta sağduyunun vardığı

sonuçları onaylar.

 

Kur'ân-ı Kerim doğal fiilleri, kaynaklandıkları yere ve doğal faillerine

dayandırır; burada nakletme gereğini duymadığımız birçok

ayette İhtiyarî fiilleri insana izafe eder. Sonra bütün bunları istisnasız

yüce Allah'a dayandırır: "Allah her şeyin yaratıcısıdır."

(Zümer, 62) "İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin yaratıcısıdır. O'ndan

başka ilâh yoktur." (Mü'min, 62) "İyi bilin ki yaratma ve emir

O'nundur." (A'râf, 54) "Göklerde ve yerde bulunanlar, hep O'nundur."

(Tâhâ, 6) Buna göre "şey" adını almaya hak kazanan her şey,

yüce Allah tarafından yaratılmıştır. O'nun yüce şanına yaraşır şekilde

O'na mensuptur her şey.

 

Bazı ayetlerde de her iki gerçek birlikte dile getirilmiştir. Bir fiil

hem yüce Allah'a ve hem de failine izafe edilerek bir ayette gündeme

getirilmiştir: "Sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır."

(Saffât, 96) Burada insanların amelleri önce onlara izafe edilmiş,

ardından hem kendi yaratılışları, hem de amelleri Allah'a izafe edilmiştir.

Bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Attığın

zaman sen atmadın, fakat Allah attı..." (Enfâl, 17) Bu ayet önce

atma fiilini Resulullah'a izafe ediyor, sonra bunu nefyederek adı

geçen fiili yüce Allah'a izafe ediyor. Bu konuyu ifade eden birçok

ayet vardır.

 

Bakara Sûresi / 163-167 ............................................. 611

 

Bu iki gerçeği birlikte ifade eden genel nitelikli başka ayetler

de vardır: "Her şeyi yaratmış ve belli bir ölçüye göre düzenlemiştir."

(Furkan, 2) "Hiç şüphesiz biz her şeyi bir kadere göre yarattık...

Küçük-büyük hepsi satır satır yazılmıştır." (Kamer, 49-53) "Allah her

şey için bir ölçü, bir kader koymuştur." (Talâk, 3) "Hiçbir şey yoktur

ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen

bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21) Şu hâlde, bir şeyin takdir edilmesi,

o şeyin maddî illetlerle, zaman ve mekân koşullarıyla sınırlandırılması

demektir.

 

Kısacası, Kur'ân-ı Kerim'de tek ve ortaksız ilâhın varlığı, evrensel

olgular arasındaki nedensellik ilkesi esasına dayalı olarak

gündeme getirildiği, daha sonra her şeyin, yüce yaratıcıya, yoktan

var eden ilâha dayandırıldığı hiçbir kuşkuya yer vermeyen konulardandır.

Yoksa, adı geçen gruba mensup sapıkların iddia ettikleri

gibi bir kısım olaylar yüce Allah'a, maddî sebepleri bilinenler de

bu sebeplere bağlanmıyor. Bu da üçüncüsü.

 

Kuşkusuz sözünü ettiğimiz bu düşünceyi benimseyenlerin böyle

bir tutum izlemelerinde, ortaçağlarda kilisenin yaydığı ve başka

dinlerin güçsüz ve bilgisiz kelâm âlimlerinin güvendiği, bu ve benzeri

konularda yazılan ilmî seviyesi düşük felsefeyle ilgili kitapların

büyük etkisi olmuştur. Bu kitaplarda eşya ve olaylara ilişkin yorumlar

çeşitli hurafelerden oluşuyordu. Bu hususta ileri sürülen

kanıtlar boş ve saçmaydı, bakış açıları doğruluktan tamamen uzaktı.

Bunlar, doğruluğuna inandıkları (ve akıllarının icmâli olarak

doğruluğuna hükmettikleri) davalarını ispat etmeye ve ayrıntılı bir

şekilde anlatmaya çalışırken, güçlü düşünceden yoksun olmalarından

dolayı doğru yolun dışında bir tutum izleyip görüşlerini genelleştirmiş

ve ellerindeki kanıtı geniş tut- muşlardır. Buna bağlı

olarak illeti bilinmeyen tüm olguları vasıtasız olarak yüce Allah'a

dayandırdılar. İhtiyarî fiillerin zorunlu bir illeti gerektirdiğine ilişkin

görüşü reddettiler.

 

Ayrıca insanın ihtiyarî bir fiil ortaya koyarken bir ilâha ihtiyacının

olduğunu da kabul etmediler. Bu tür fiiller de insanın bütünüyle

bağımsız hareket ettiğini ileri sürdüler. "Onunla sadece

fasıkları saptırır." (Bakara, 26) ayetini incelerken bu eğilime ilişkin

 

612 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

açıklamalarda bulunmuştuk. Burada da söz konusu görüş hakkında

bazı açıklamalarda bulunacağız.

 

Bunlardan bazıları -bunlar Müslüman hadis ve kelâm bilginlerinden

zâhir ehli olan ve bazıları da Müslüman olmayan gruplardır-

insan tarafından sergilenen İhtiyarî fiilleri rubûbiyet makamına

yakışır bir şekilde yüce Allah'a dayandırmaya bir türlü anlam

veremiyorlar. Bu yüzden insan yapısı olan şeyleri Allah'a izafe etmeye

karşı çıkıyorlar. Özellikle, içki, kumar ve eğlence gereçleri

gibi sadece masiyet amacıyla hazırlanan insan yapılarını Allah'a

dayandırmama hususunda son derece katı tutumludurlar. "İçki,

kumar, putlar (veya dikili taşlar) ve (hayvan etini bölüşmekte yararlanılan)

şans okları ancak şeytan işi pisliklerdir. Öyleyse bunlardan

kaçının." (Mâide, 90) ayetini ileri sürerek, "Bilindiği gibi yüce

Allah'ın şeytan işi pislik olarak nitelendirdiği bir şeyi Allah'a izafe

etmek caiz değildir." diyorlar.

 

Daha önceki açıklamalarımızda bu kuruntunun hem akıl ve

hem de nakil yoluyla yanlışlığını ortaya koymuştuk. Çünkü İhtiyarî

fiiller, yüce Allah'ın Rablığına yakışır bir şekilde O'na izafe edildikleri

gibi, bunların sonuçları yani insanın organik ihtiyaçlarını gidermek

amacı ile ortaya koyduğu ürünler için de aynı şey geçerlidir.

Ayrıca, yukarıdaki ayet-i kerimede işaret edilen dikili taşlardan

maksat, kulluk sunmak amacı ile dikilen putlardır ki, yüce Allah

bir ayet-i kerimede bunların kendisi tarafından yaratıldığını belirtmiştir:

"Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratmıştır." Bununla anlaşılıyor

ki, bu olguda mensubiyet farklılığı söz konusudur. Bunların

bir kısmı yüce Allah'a izafe edilir; varlıklarının öz maddesi söz

gelimi. Ama, bunlara taalluk eden günah niteliği bu hususun dışındadır.

Çünkü put, gerçekte kendisine özel bir biçim verilen taştan

ya da herhangi bir madenden başka bir şey değildir. Dolayısıyla

onu, her şeyin var edicisine izafe etmemek için hiçbir neden

yoktur. Ama, onun, Allah'ın dışında kulluk sunulan bir put olmasını

Allah'a izafe etmemek gerekir. Bunu insan ya da şeytanın ameli

olarak tanımlamak lazımdır. Bunun dışındaki olgular için de, Allah'a

ya da ondan başkasına izafe edilmeleri bakımından aynı hüküm

geçerlidir.

 

Bakara Sûresi / 163-167 ........................................ 613

 

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan çıkan sonuçlara göre,

insan yapısı olgular da tıpkı doğal olgular gibi yaratılışın kapsamına

girer. Evet, bir şeyin yaratılışa izafe edilmesi, onun varlıktan

nasibinin ölçüsüne bağlıdır. Bunu iyice düşünün.

 

* * *

 

"Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında." Gökten inen su, gerçekte

yeryüzündeki deniz ve diğer su kaynaklarının taşıdıkları değişik

unsurlardan ibarettir. Bu elementler sıcağın etkisiyle göğe doğru

yükselen yoğunlaşmış bir buhara dönüşürler. Atmosferdeki soğuk

hava tabakasına ulaşınca yağmura dönüşür ya da bir kez daha

soğuyarak kar veya dolu şeklini alır. Bu hâliyle bir ağırlık kazandığı

için de yeryüzüne yağar. Toprak gökten inen bu suyu emer, canlanır

veya kendi bünyesinde depolayarak, bir süre sonra kaynak

şeklinde dışarıya akıtır ki, her canlı türünün hayatı ona bağlıdır.

Dolayısıyla gökten inen su da bir varoluş hadisesidir ve son

derece sağlam bir yasaya göre gelişmektedir. Bu yasada en ufak

bir sapmaya, en ufak bir çelişkiye ve küçücük bir istisnaya

rastlanmaz. Bitkilerin yeşermesi ve her türden hayvanın hayata

adım atması bu yasaya bağlıdır.

 

Bu olay, onu enine ve boyuna kuşatan birtakım evrensel olaylarla

sınırlandığı için, hepsi birlikte bir bütünü oluşturur ve onu

meydana getiren bir varlık, ortaya çıkaran bir illetten müstağni olamaz,

bu açıdan söz konusu olay, tek bir ilâhın varlığına kanıt oluşturur.

Öte yandan, insanın varoluşu da, meydana gelme ve hayatını

sürdürme bakımından bu yasaya dayandığı için, yasanın koyucusu

olan ilâhın aynı zamanda insanın da ilâhı olduğu gerçeği

ortaya çıkar.

 

"Rüzgarları evirip çevirmesinde." Yüce Allah, değişik doğal etkenler

aracılığı ile, rüzgar dediğimiz hava akımını bir bu yana, bir o

yana yöneltir. Bu etkenlerin başında şu olay gelir: Havaya yansıyan

güneş ışınları havanın ısı oranının değişmesine yol açar. Bu,

havada bir tür genleşmeye ve hafifliğe neden olur. Çünkü sıcaklık

hafifliğe ve genleşmeye neden olan etkenlerdendir. Dolayısıyla

havayı etkisi altına alan sıcaklık, kendisinden daha yukarı ya da

kendisiyle aynı düzeydeki bir soğuk ve ağır hava akımına

 

614 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

katlanamaz. Bu soğuk hava sıcak havaya doğru bir basınç uygular.

Şiddetli basınca maruz kalan hava akımı aksi istikamete doğru

bir akıma dönüşür. İşte bu akıma rüzgar diyoruz. Bunun sağladığı

yararların başında, bitkiler arasında bir tür aşılama olayını

gerçekleştirmesi, sis katmanlarını ve yükselen pis kokuları dağıtması,

yağmur yüklü bulutları sürüklemesi gibi doğal faaliyetler gelir.

Dolayısıyla rüzgar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar açısından hayati

bir öneme sahiptir.

 

Rüzgar, varoluşuyla bir ilâha tanıklık eder; diğer varlıklarla bütünleşmesi,

uyum içinde hareket etmesiyle de, daha önce işaret

ettiğimiz gibi şu evrenin ilâhının tek olduğunu gösterir. Ayrıca insanın

varoluşu ve varlığını sürdürmesi açısından önemli rol oynayan

etkenlerden biri olmasıyla da insanın ve diğer varlıkların ilâhının

bir olduğunu ortaya koyar.

 

"Gökle yer arasında boyun eğdirilmiş (emre hazır bekleyen) bulutlarda" Bulut, yoğunlaşmış buhardır ki yağmur ondan meydana gelir.

Yerden ayrılmadığı sürece sis diye anılır. Ama yerden ayrılıp

göğe doğru yükselince bulut adını alır. Ayetin orijinalinde geçen

"musahhar" kelimesinin mastarı olan "teshir" bir şeyi zorla ve alçaltarak

işinde kullanmak demektir. Bulut da, hareketi ve yağmur

yağdırması bakımından rüzgar ve soğuk hava tarafından zorlanmaktadır

ki, bunlar Allah tarafından ona musallat edilmişlerdir.

Bulutun Allah'ın tek ve ortaksız olduğuna ilişkin bir kanıt oluşu

hakkında söylenecek söz, onunla birlikte dile getirilen diğer ayetlerle

ilgili olarak söylenecek sözün benzeri olacaktır kuşkusuz.

Biliniz ki: Gece ve gündüzün dönüşümlü olarak yer değiştirmesi,

gökten inen su, bir o yana bir bu yana yöneltilen rüzgarlar,

emre amade kılınmış bulutlar, evrensel düzenin özünü ve temel

dayanağını oluşturan evrensel gelişmelerin, bitkisel ve hayvansal

organizmalardan oluşan yer menşeli olguların bağlı olduğu birer

olgulardır. Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz bu ayet-i kerime, bir

bakıma şu ayet-i kerimenin ayrıntılı bir açıklaması niteliğindedir:

"...Onda bereketler yarattı ve arayıp soranlar için eşit olmak üzere

oradaki rızkları tam dört günde takdir etti." (Fussilet, 10)

 

"Elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır." "Akıl" kelimesi

"akale/ya'kilu" fiilinin mastarıdır ve bir şeyi kavramak, eksiksiz

 

Bakara Sûresi / 163-167 ................................................. 615

 

anlamak demektir. Akıl ismi de buradan gelir. Çünkü insan bunun

aracılığı ile yapıcı ve yıkıcıyı, hak ve batılı, doğru ve yalanı birbirinden

ayırır. Bu, algılayıcı insanın nefsi ve özgüdür. Yani belleme ve

görme yeteneği gibi nefsin ayrıntı niteliğindeki bir yeteneği değildir.

 

"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar." İfadenin orijinalinde

geçen "endad" kelimesi "en-nidd" kelimesinin çoğuludur ve

"en-nidd" anlam ve kalıp olarak "el-misl" gibidir. Burada dikkat edilecek

olursa, "Allah'a eşler tutar" denilmemiştir. Nitekim bazı

ayetlerde böyle bir ifade kullanılmıştır: "Öyleyse Allah'a eşler

koşmayın." (Bakara, 22) "Allah'a eşler koştular." (İbrâhîm, 30) Çünkü

bu ayetteki atmosfer, daha önce de değindiğimiz gibi, tüm ilâhlığı

Allah'a özgü kılmaya ilişkindir. Çünkü bundan önce, "İlâhınız bir

tek ilâhtır. O'n-dan başka ilâh yoktur." buyurulmuştur. Allah'a birtakım

eşler koşan bir kimse, ilâhlığın tekliği ilkesini çiğnemiş demektir.

İlâh olmadığını bile bile, sırf kendi heva ve hevesine uyarak

birini Allah'a eş koşmuştur ve bunu yaparken de aklını ve onun

yargısını küçümsemiştir. Bu yüzden yüce Allah, ifade içinde,

bu tür bir tavır sergileyen kişiyi belirsiz kılarak önemsizliğini ve

basitliğini vurgulamıştır. "İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler

tutar."

 

"Allah'ı sever gibi onları severler. İnananların ise, Allah'a olan sevgileri

daha güçlüdür." "Yuhibbûnehum=onları severler" şeklinde bir ifadenin

kullanılmış olması gösteriyor ki, ayetin başında geçen

"endad" (=eşler) deyiminden maksat, sadece putlar değildir. Aksine,

bu ifade, Allah'ı bir yana bırakarak rabb konumuna getirilen

melekleri ve kimi insanları da kapsar. Hatta, bu deyim, Allah'ın izin

vermediği konularda kendisine itaat edilen herkesi kapsamına

alır. Nitekim bir sonraki ayet-i kerime bunu ortaya koymaktadır:

"O gün uyulanlar uyanlardan uzaklaşmışlardır." Bir ayet-i kerimede

de şöyle buyuruluyor: "Birimiz, diğerini Allah'tan başka rab edinmesin."

(Âl-i İmrân, 64) Bir diğer ayetin ifadesi de şöyledir: "Hahamlarını

ve Rahiplerini Allah'tan ayrı Rabler edindiler." (Tevbe,

31)

 

Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, sevginin gerçek anlamda

yüce Allah'a yöneltilebileceğini ifade ediyor. Bazıları buna karşı çıkarak

şöyle demişlerdir: Şehevi bir vasıf olan sevgi cisimlerle ve

 

616 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

cismanî şeylerle ilgilidir. Bu yüzden gerçek anlamı ile yüce Allah'la

ilgili olamaz. Dolayısıyla Allah'a izafe edilen "sevgi" mecaz anlamda

kullanılmış ve ondan maksat, itaattir. Yani Allah'ın emrine uyup,

yasakladıklarından kaçınmaktır. Nitekim yüce Allah bir ayet-i

kerimede şöyle buyuruyor: "De ki: Eğer siz Allah' ı seviyorsanız

bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 31)

Ama ayet-i kerime onların aleyhine tanıklık etmektedir: "Allah'a

olan sevgileri daha güçlüdür." ifadesi gösteriyor ki, Allah'a

yönelik sevgi artabilir. Bu ise, Allah'a eşler koşanlara oranla müminlerin

içinde daha yoğun olarak bulunan bir duygudur. Eğer

sevgiden maksat itaat olsaydı, o zaman (müşrikler de Allah'a itaat

ederler ama) "inananlar Allah'a daha fazla itaat ederler" şeklinde

bir anlam ortaya çıkacaktı ki, burada tafdil sıygası anlamsız olacaktı.

Çünkü müminlerin dışındaki kimselerin itaati, Allah'a yönelik

itaat olarak değerlendirilemez. Şu hâlde bu ayet-i kerimede

sevginin gerçek manası kastedilmiştir.

 

Bunun bir kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "De ki: babalarınız

oğullarınız.... size Allah'tan, Resulünden... daha sevimli ise..."

(Tevbe, 24) Bu ayet açıkça gösteriyor ki, Allah'a yönelik sevgi ile;

Peygambere yönelik sevgi ile babalara, oğullara, mallara, yönelik

sevgi aynıdır. Bunu "size... daha sevimli ise" sözünden anlıyoruz.

Tafdil sıygası üstün olan ile üstün olunanın, aralarında fazlalık ve

noksanlık durumu söz konusu olsa da, anlamın özünde ortaklıklarını

öngörür.

 

Daha sonra ayet-i kerime eşler edinenleri, "Allah'ı sever gibi

onları severler." sözüyle kınıyor, müminleri ise "Allah'a olan sevgileri

daha güçlüdür." diye övüyor. İki grubun bu açıdan karşılaştırılmış

olması gösteriyor ki, birinci grubun kınanmış olmasının sebebi,

ilâhî sevgiyi yüce Allah ile eşler olarak edindikleri düzmece

ilâhlar arasında bölüştürmüş olmalarıdır. Gerçi, bu ifadeyi okuyan

kişinin aklına ilk etapta "şayet sevgide en büyük payı Allah'a verselerdi,

böyle bir kınamaya maruz kalmayacaklardı" şeklinde bir

düşünce gelebilir. Ancak devamında gelen ifadeler bu ihtimali ortadan

kaldırıyor: "Muhakkak bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu

bilselerdi."; "Uyulanlar uyanlardan uzaklaşmışlardır. Onlar azabı

 

Bakara Sûresi / 163-167 ................................................ 617

 

görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar kesilmiştir."; "Böylece

Allah onlara amellerini hasret kaynağı olarak gösterecektir."

Bu ifadeler açıkça ortaya koyuyorlar ki, Allah'a eşler koşanlara

yönelik kınama bizzat sevgi dolayısıyla değildir. Tersine, sevginin

gereği olan "uyma" dolayısıyladır. Çünkü putperestler, Allah'ın dışında

rab bildikleri kimselere, onların güçlü olduklarına inandıkları

için itaat ediyorlardı. Böylece bir güce dayanarak, istedikleri bir

şeyi elde etmeyi ya da istemedikleri bir şeyi kendilerinden uzaklaştırmayı

amaçlıyorlardı. Bu sapık anlayışlarından dolayı gerçeğe

itaat etmeyi büsbütün ya da bazı konularda terk ediyorlardı. Hâlbuki

bazı meselelerde Allah'a itaat edip de diğer bazı meselelerde

O'na itaat etmeyen kişi, itaat etmiş sayılmaz. Böylece az önce

dikkat çektiğimiz ilk etapta akla gelen sakıncalı söz kendiliğinden

ortadan kalkmış olur.

 

Bundan dolayı, sözünü ettiğimiz sevgide Allah'a yönelik kısım,

genelin içinde bir pay şeklinde olmamalıdır. Çünkü bu, şirk demektir.

Bu sevginin artması, sadece Allah'ın emrine itaat etmeyi

gerektirir. Müminlerin "Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür." şeklinde

övülmeleri de bu yüzdendir.

 

Ayet-i kerimede gündeme getirilen övgü ve yergi, sevginin sonucu

ile yani "uyma" ile ilgili oldukları için, Allah'a itaat etmeye

davet eden ve bundan başka herhangi bir amaç taşımayan birini,

Allah'ın emir ve yasaklarına uymanın gereği olarak sevmek, yukarıda

değindiğimiz genel hükmün kapsamına girmez ve kuşkusuz

böyle bir tavır yergiyi gerektirmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız... size Allah'tan, Resulünden...

daha sevimli ise." (Tevbe, 24)

 

Yüce Allah kendi zatına yönelik bir sevgiden söz ettiği gibi,

Peygamberine yönelik bir sevgiden de söz ediyor. Çünkü Peygamberi

(s.a.a) sevmek, Allah'ı sevmek demektir. Bu sevginin sonucu

olan "uyma" Peygambere yönelik olunca, Allah'a yönelikmiş gibi

bir anlam kazanır. Çünkü bizzat yüce Allah insanları Peygamberine

uymaya, itaat etmeye çağırıyor: "Biz her peygamberi, Allah'ın

izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik..." (Nisâ, 64) "De ki:

Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." (Âl-i

İmrân, 31) Kendisine uyulduğu zaman insanı Allah'a yönelten her-

 

618 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kes için aynı durum söz konusudur. Bilgisiyle insanlara doğru yolu

gösteren bilgin, işaretiyle gerçeğe ulaşılan ayet, okunmasıyla insanı

Allah'a yaklaştıran Kur'ân gibi. Çünkü bunların tümü Allah'a

yönelik sevgiyle sevilirler, bunlara uymak insanı Allah'a yaklaştıran

bir itaat konumundadır.

 

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki: "Sahip olduğu bir güçten dolayı

Allah'tan başka bir şeyi, bir kimseyi seven, dolayısıyla itaat

eden ve bunu bir ihtiyacını gidermede aracı olarak kullanan veya

Allah'ın emretmediği bir hususta bir başkasına uyan kimse, Allah'ı

bir yana bırakarak birtakım düzmece ilâhlar edinmiş demektir.

Yüce Allah, ileride onların amellerini birer hasret ve üzüntü kaynağı

olarak kendilerine gösterecektir.

 

Yine bununla anlaşılıyor ki; müminler sadece Allah'ı seven,

gücü sadece Allah katında arayan ve Allah'ın emir ve yasaklarının

dışında başka bir otoriteye uymayan kimselerdir. İşte dini Allah'a

özgü kılanlar bunlardır.

 

Yine bu açıklamalardan anlaşılıyor ki; sevgisi Allah'ı sevmek,

itaati Allah'a itaat etmek demek olanları; Hz. Peygamber, O'nun

Ehlibeyti, Allah'ın dinini bilen âlimler, Allah'ın kitabı, Peygamberin

sünneti ve bir şekilde Allah'ı hatırlatan her şeyi sevmek Allah'a

ihlâs sayılır ve ayet-i kerimede yerilmiş bulunan şirkin kapsamına

girmez. Bu konumda olanlara sevmek ve itaat etmek suretiyle

yaklaşmak, Allah'a yakınlaşmak demektir. Örfte büyüklere gösterilen

her çeşit saygıyı bunlara göstermek, Allah'a yönelik takva

sayılır.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ın şiarlarına

saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır." (Hacc, 32)

İfadede geçen "şiar" yol gösteren işaret demektir. Bunu Safâ ve

Merve gibi yerlerle sınırlandırmak doğru olmaz. Dolayısıyla Allah'ı

hatırlatan, Allah'ın şiarı, ayeti ve alâmeti konumunda olan herkese

ve her şeye yönelik saygı, yüce Allah'a yönelik takvanın bir gereğidir.

Takvayı emreden tüm ayetler bu hususu kapsar.

 

Aklı başında olan biri bilir ki; sözünü ettiğimiz şiar ve ayetlere,

Allah'a karşı bir tür bağımsızlık tanımak, bunların kendi başlarına

gerek kendilerine ve gerekse başkalarına bir yarar ya da zarar dokundurabildiklerine; öldürme, hayat verme ya da diriltme gücüne

 

Bakara Sûresi / 163-167 ............................................... 619

 

sahip olduklarına inanmak, onları Allah'ın şiarları konumundan

çıkarıp ulu-hiyet makamına oturtmak demektir ki, bu da Allah'a

ortak koşmaktır. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız.

 

"Zulmedenler, azabı görecekleri (ve o zaman) "muhakkak bütün

kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten şiddetli azap edici

olduğunu" anlayacakları günü keşke bir görselerdi." İfadeden anlaşıldığı

kadarıyla ayetin orijinalinde geçen "iz" edatı "yerâ" fiilinin mefulüdür.

"Muhakkak bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu" diye

başlayan ifade de "azab"ın açıklaması niteliğindedir. İfadenin başındaki

"lev" edatı ise "temenni" içindir.

 

Buna göre, ayetin anlamı şöyle olur: Keşke dünya hayatında,

müşahede edecekleri azap gününü bir görselerdi ve bütün gücün

Allah'ın tekelinde olduğunu bizzat gözlemleselerdi. Ve böylece, bu

hususta düzmece ilâhlara bir pay tanımakla ne büyük hata işlediklerini,

bu hatanın akıbeti olan azabın ne kadar şiddetli olduğunu

ve yaptıkları hatanın cezasını tadacaklarını bilselerdi.

Şu hâlde, bundan sonraki ayet-i kerimenin de açıkça ortaya

koyduğu gibi, tefsirini sunduğumuz bu ayetteki "azap"tan maksat,

onların, kendilerinde birtakım güçler olduğunu sanarak, Allah'ı bir

yana bırakarak birtakım düzmece ilâhlar edinmenin bir yanılgı olduğunu

görmeleri ve bu hatanın akıbetini gözleriyle görmeleridir.

Bu ayet-i izleyen iki ayet-i kerime bu anlamı pekiştirmektedir:

"Öyle ki (o gün) uyulanlar uyanlardan uzaklaşmışlardır -uyanlar

uyulanlardan bekledikleri yardımı görememişler-, azabı görmüşlerdir,

aralarındaki bütün bağlar kesilmiştir. -Allah'ın dışındaki

tüm güçler etkisiz hâle gelmiştir- Uyanlar derler ki 'Keşke bir daha

dönüş mümkün olsaydı' -bu, dünyaya dönüş temennisidir- 'Onlardan

uzak dursaydık' -yani dünyada uyulan düzmece ilâhlardan-

bizden uzak durdukları gibi -yani ahirette.- Böylece Allah onlara -

yani düzmece ilâhlar edinmek suretiyle zalim olanlara- amellerini

-dünyada Allah'ı bir yana bırakıp düzmece ilâhları sevip, onlara

uymalarını- hasret kay-nağı olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten

çıkacak değildirler."

 

"Onlar ateşten çıkacak değildirler." Bu ifade, ahiretteki azabın

kesintiye uğrayacağına inananlara karşı bir kanıt niteliğindedir.

 

620 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Hisal, et-Tevhid ve el-Meanî adlı eserlerde1 yer alan bir

rivayete göre, Şüreyh b. Hani diyor ki: "Cemel savaşının olduğu

gün bir bedevi kalkıp Hz. Ali'ye (a.s) şöyle dedi: 'Ey Emir'ül-

Müminin, Allah'ın bir olduğunu mu, diyorsun?' Orada bulunan halk

adamın üzerine yürüyüp: 'Ey bedevi, Emir'ül-Müminin'in kalbinin

ıztıraplı olduğunu gör-müyor musun?' dediler. Bunun üzerine Hz.

Ali, 'Bırakın onu, çünkü onun istediğini biz de aynen halktan

(düşman ordusundan) istiyoruz.' dedi ve şöyle devam etti: Ey

bedevi, 'Allah birdir' sözünün dört kısmı vardır. Bunun iki kısmını

yüce Allah için düşünmek caiz değildir. Ama öteki iki kısmını

O'nun hakkında düşünmek doğru bir tutum olur.

"O'nun hakkında düşünülmesi caiz olmayan iki kısmı; (birincisi)

birinin sayısal olarak onun sayılar içinde bir olduğunu, söylemesidir.

Böyle düşünmek caiz değildir. Çünkü ikincisi bulunmayan

bir, sayıların kapsamına girmez. 'Allah üçün üçüncüsüdür.' diyenin

kâfir olduğunu görmüyor musun? (İkincisi de) birinin kalkıp, bir tür

içindeki biri kastederek 'O insanlar içinde bir tanedir.' demesi de

caiz değildir. Çünkü burada benzetme söz konusudur; bizim

Rabbimiz ise, bu tür bir yakıştırmadan münezzehtir. O'nun hakkında

düşünülmesi caiz olan diğer iki kısma gelince: Birinin, 'O,

birdir ve varlıklar içinde hiçbir şey O'nun gibi değildir.' demesidir.

Hiç kuşkusuz bizim Rabbimiz böyledir. Aynı şekilde, bir insanın "O

tektir" demesi ve şu manayı kastetmesi caizdir. O'nun varlığı

bölünmez, ne aklen ne de vehim açısından. İşte bizim Rabbimiz

böyledir."

 

Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) yüce Allah hakkında düşünülmesini

caiz gördüğü iki kısım, "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır" ayetine ilişkin

açıklamalarımızla uyuşmaktadır.

 

Hz. Ali (a.s), İmam Rıza (a.s) ve öteki Ehlibeyt İmamlarından

aktarılan hutbelerde şöyle ifadelere rastlanıyor: "O, birdir; ama

bu, sayısal bir birlik değildir."2 Yani O'nun zatı sayısallıktan uzak

sırf bir zattır. İmam Zeynelabidin'in (a.s) Sahife-i Kâmile kitabın-

------

1- [el-Hisal, c.1, s.3, h: 1; et-Tevhid, s.83, h: 3; el-Meanî, s.5, h:2]

2- [Nehc'ül-Belâğa, hutbe: 185]

 

Bakara Sûresi / 163-167 .................................................... 621

 

dan şöyle buyurduğu geçer: "Sayısal birlik sana özgüdür."1 Bu ifade

mülkiyete göre yorumlanır. Yani, sen sayısal birliğe sahipsin;

sayısal birlikle nitelenme kastedilmemiştir. Çünkü hem akıl ve

hem de nakil, yüce Allah'ın varlığının zat ve hakikat olarak ikincisi

ve tekrarı bulunmayan bir sırflık olduğuna tanıklık ederler.

 

el-Kâfi, el-İhtisas ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de2 belirtildiğine göre İmam

Bâkır (a.s) "İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar"

ayeti ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Allah'a andolsun ki, ey Cabir,

onlar, zalim önderler ve taraftarlarıdır." Ayyâşî'nin naklettiği rivayette

ise, ifade şöyledir: "Allah'a andolsun ki, ey Cabir, zulüm önderleri

ve onların taraftarlarıdır."

 

Ben derim ki: Bu ifade ile ne kastedildiği, daha önceki açıklama-

larımızda açıklığa kavuşmuştur. "Zulüm önderleri" ifadesi

ise, ayet-i kerimede geçen "zulmedenler görselerdi" ifadesine yönelik

bir işarettir. Burada Allah'ı bir yana bırakıp düzmece ilâhlar

edinenler zalimler olarak nitelendirilmiştir. Onların uydukları kimseler

de "Zalimlerin önderleri" ya da "zulüm önderleri"dir.

 

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) "Böylece Allah onlara amellerini

hasret kaynağı olarak gösterecektir." ayeti ile ilgili olarak şöyle

dediği belirtilir: "Bu, bir adamdır ki, cimrilikten dolayı malını Allah

yolunda harcamaksızın biriktirir; sonra ölür ve o malı ya Allah yolunda

ya da günah yolunda harcayacak birine bırakır. Eğer söz konusu

kişi bu malı Allah'a itaat yolunda kullanırsa, asıl sahibi, malını

başkasının mizanında görür ve bu, onun için bir üzüntü kaynağı

olur. -Çünkü mal kendisinindi- Eğer malı bıraktığı kişi, onu günah

yolunda kullanırsa, bu sefer günahkâr birini kendi malı ile

desteklemiş olur." [c.4, s.42, h: 2]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir rivayeti, Ayyâşî, Şeyh

Saduk, Şeyh Müfid ve Tabersî İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (üzerlerine

selâm olsun) nakletmişlerdir.3 Bu anlam Allah'ı bir yana

bırakıp birtakım düzmece ilâhlar edinme ile ilgili sunulan geniş

-------

1- [Sahife-i Seccadiyye, dua: 28]

2- [el-Kâfi, c.1, s.374, h: 11; el-İhtisas, s.334; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.72, h: 42]

3- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.72, h: 144; el-Fakih, c.2, h: 1713; Mecma'ul-Beyan, c.1, s.251]

 

622 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kapsamlı tefsire bir işarettir. Önceden de belirttiğimiz gibi ayetin

ifade ettiği anlam geniş boyutludur.

 

SEVGİYLE İLGİLİ FELSEFÎ BİR İNCELEME

 

İnsan olarak kullandığımız soyut kavramlardan biri de sevgi

kavramıdır. Yemek sevgisi, kadın sevgisi, mal sevgisi, makam

sevgisi ve ilim sevgisi gibi çeşitli olgularla bağlantılı olarak kullanırız

bu kavramı. Bu beş olgunun, içimizde yer ettiğinden en ufak bir

kuşku duymayız. Bu olgularla ilgili olarak "sevgi" kavramını hep

aynı anlamda kullanmamızda da hiç şüphe etmeyiz. Hiç kuşkusuz,

burada lafzî ortaklık değil de, bir anlamsal ortaklık söz konusudur.

Ayrıca bu kavramın mısdakları arasında farklılığın söz konusu

olduğu da kuşkusuzdur. Acaba bu farklılık türsel midir, yoksa

başka bir durum mu söz konusudur?

 

Yemek sevgisi üzerinde düşündüğümüz zaman örneğin meyveleri

ele aldığımızda, bunların beslenme gücü ile bağlantılı olmalarından

dolayı sevildiklerini görürüz. Eğer bu gücün etkinliği olmasaydı

ve eğer insanın bu güç aracılığı ile bedensel yetersizliğini

tamamlaması söz konusu olmasaydı, bunlar sevilmezlerdi ve sevgi

olayı gerçekleşmezdi. Dolayısıyla gerçek anlamda sevgi, beslenme

duygusu ile bu duygunun pratize edilişi ve eylem sırasında

duyulan lezzet arasında söz konusudur. Lezzet derken, bununla

tat alma lezzetini kastetmiyoruz. Çünkü bu duygu, beslenme gücüne

ve duygusuna hizmet eden bir duygudur, onun kendisi değildir.

O, beslenme duygusunun faaliyeti anında duyumsadığı özel bir

hoşnutluktur.

 

Aynı şekilde kadın sevgisini de deneysel bir gözleme tâbi tuttuğumuzda,

onlara yönelik sevginin gerçekte birleşme ile ilintili

olduğunu görürüz. Kadınların kendilerine yönelikliği ise, ikinci derecede

bir durumdur. Cinsel birleşme, canlılara yerleştirilen bir

duygunun sonucudur. Tıpkı beslenmenin canlılardaki bir duygunun

sonucu olması gibi.

 

Buradan da anlaşılıyor ki, bu iki sevgi aynı kaynağa dönüktürler.

O kaynak da iki güç ve iki gücün faaliyetleri yani fiilî tekâmülleri

arasındaki varoluşsal ilintidir.

 

Bakara Sûresi / 163-167 ...................................... 623

 

Bu durumda sevgi kavramının bu iki olguyla kurulan özel bir

bağlantıdan ibaret olması ve bu ikisinin dışında herhangi bir hususla

ilintili olmaması muhtemeldir. Fakat sonuçlar üzerinde gerçekleştirilen

deneyler bu yaklaşımı reddetmektedir. Çünkü sevgi

adını verdiğimiz bu ilginin sahibinin üzerinde de etkili olması söz

konusudur. Bu da gücün onu yitirdiğinde hareketi ve fiile yönelik

ilgisi, bulunduğunda ise terk etmeğe yönelik ilgisidir. Bu iki özelliği

ya da bu tek özelliği, sahip olduğumuz tüm duyularda ve bunlardan

kaynaklanan eylemlerde bulabiliriz. Çünkü görme, işitme, algılama

ve düşünme gibi açık ve gizli duyularımızın tümü -gerek

etkin ve gerekse edilgen durumda olsun- bu niteliktedirler. Tümü

de fiilini sever ve ona ilgi duyar. Bunun nedeni, duyuların sergilediği

fiillerin onların bütünleyicileri olmasıdır. Bu fiiller aracılığı ile

eksikliklerini ve doğal ihtiyaçlarını giderirler. Bununla, mala, makama

ve ilme yönelik sevgi de anlam kazanıyor. İnsanoğlu mal,

makam ve ilimle bir bakıma kendini tamamlıyor.

 

Buna göre, sevgi, insan ile tekâmülü arasında yer alan özel bir

ilgi ve belirli bir duygusal çekim gücüdür. Eserler ve özellikler üzerinde

yapılan incelemeler bu duygunun insan türünün dışındaki

canlılarda da bulunduğunu ortaya koymuştur. Yine açık biçimde

ortaya konmuştur ki, bunun nedeni sevenin sevdiği fiil ve sonuca

etki etmesi ya da ondan etkilenmesidir. İkinci derecede de etki

etme ya da etkilenmesi ile ilgili her türlü sonuçla bağlantılı olmasıdır.

Nitekim yemek ve meyve örneğinde bu husus üzerinde durmuştuk.

Eğer bilinçle birlikte bir tekâmül de söz konusuysa, bu

durumda hayvanların dışındaki canlılar da benzeri bir konumdadırlar.

(Bitkilerin güneşin ışığına olan sevgileri gibi)

 

Başka bir açıdan konuya yaklaşacak olursak; sevgi, seven ile

sevilen arasında yer alan varoluşsal bir ilgidir. Dolayısıyla ikisi arasında

bir bağ işlevini görür. Dolayısıyla sevgi, fiili ile ilintili bulunan

malûlün illeti bilinçli bir varlık ise, illeti devamlı kendisinde bulunan

bir sevgi ortaya çıkar. Elbette kendisinin de özde bağımsız bir

kişiliğe sahip olması gerekir.

 

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızın sonuçlarını şöylece

sıralayabiliriz:

 

624 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

1) Sevgi, bütünleyen illet ya da bunun benzeri bir olgu ile bütünlenen

malûl ya da bunun benzeri bir olgu arasında bulunan varoluşsal

bir ilinti ve özel bir çekimdir. Fiillerimizi sevmemiz de bu

yüzdendir. Çünkü onlarla bütünleniyoruz. Yediğimiz besinler, birleştiğimiz

eşler, elimizde bulundurup evirip-çevirdiğimiz mallar,

yararlandığımız makamlar, bize herhangi bir şey bahşeden iyiliksever,

bizi eğiten öğretmen, bize yol gösteren kılavuz, bize yardım

eden yardımsever, bizden bir şeyler öğrenen öğrenci, bize hizmet

eden hizmetçi, bize uyan, itaat eden herhangi bir kimse ve bunun

gibi fiillerimizle ilgisi bulunan şeyleri seviyoruz. Sıraladığımız bu

sevgi kısımlarının bazısı doğaldır, bazısı düşünseldir (hayalîdir) ve

bazısı aklîdir.

 

2) Sevginin mertebeleri vardır. Zayıf ve güçlü olması mümkündür.

Çünkü sevgi, varoluşsal bir bağdır -varoluş da mertebelerinde,

müşekkik yani zayıf ve güçlülüğü kabul eden bir gerçektir.-

Bilindiği gibi, tam bir illet ile malûlü arasındaki varoluşsal ilgi, eksik

illetlerle malulleri arasındaki ilgi gibi değildir. Ve sevgiyi doğuran

tekâmül olgusu, zorunlu ya da zorunluluk olmamak; beslenme

gibi maddî olmak ya da ilim gibi madde ötesi olmak üzere çeşitli

kısımları barındırır özünde. Böylece sevginin maddî olgulara yönelik

olduğunu söyleyenlerin iddialarının yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.

O kadar ki, bazıları: Bunun aslı yemek sevgisi, diğer sevgiler

buna tâbidir demişlerdir. Bazıları ise; bu hususta aslolan cinsel birleşme

sevgisidir. Bunun dışında kalanlar ona dönüktür, demişlerdir.

 

3) Yüce Allah, nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, sevgiye

lâyıktır. Çünkü zat olarak sonsuz kemale sahiptir. Onun dışında

varsayılan tüm kemaller sınırlıdırlar. Sonlu ise, varoluşsal olarak

sonsuz ile ilgilidir. İşte bu, ortadan kaldırılması mümkün olmayan

zati sevgidir. Yüce Allah bizim yaratıcımızdır, sayı ve süre olarak

sonsuz olan nimetler bahşeder bize. Bize bir nimet veren herkesi

sevdiğimiz gibi O'nu da severiz.

 

4) Sevgi varoluşsal bir bağdır -varoluşsal bağlar ise, konum olarak

varlığın dışında değildirler.- Buna göre, her varlık zatını sever.

Daha önce de değindiğimiz gibi, kişi sevdiğine taalluk eden

şeyi de sever: Yani varlığının sonuçlarını da sever. Buna göre, yüce

 

Bakara Sûresi / 163-167 ................................................. 625

 

Allah zatını sevdiği için yarattıklarını da sever. Nimetlerini kabul

ettikleri, yol göstericiliğini onayladıkları için yarattıklarını sever.

 

5) Sevgi konusunda bilinç ve bilginin zorunluluğu, sevgiye konu

olan şeyle bağlantılıdır. Çünkü sevginin gerçeği demek olan varoluşsal

bağlantı; haddi zatında bilinç ve bilgiye dayalı bir şey değildir.

Buna göre hissetme duygusundan yoksun doğal güç ve ilkelerin,

etkilerine ve fiillerine yönelik sevgileri söz konusu olabilir.

 

6) Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Sevgi, varlıklar âlemini

kapsayan bir gerçektir.

 

AZABIN SÜREKLİLİĞİ VE GEÇİCİLİĞİ HAKKINDA BİR FELSEFÎ

İNCELEME

 

Azabın kesintiye uğraması ve sonsuz azap meselesi, araştırmacıların,

hem aklî açıdan, hem de kitap ve sünnetin zahirlerinin

ifadesi açısından, üzerinde farklı görüşler ileri sürdükleri bir meseledir.

Konuyla ilgili olarak şunu demek mümkündür: Konunun "Kitap

ve sünnetin ifadelerinden anlaşılan nedir?" yönüne gelince,

Kur'ân, azabın sonsuzluğunu dile getirir. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Onlar, ateşten çıkacak değildirler." Ehlibeyt İmamları kanalıyla

bize ulaşan sünnet de, bu hususu çeşitli şekillerde ifade eder ve

istifaze haddine yetişmiştir. Ehlibeyt İmamlarının dışındaki kimi

kanallardan gelen rivayetlerde azabın bir noktada son bulacağı,

sonsuz azabın söz konusu olmadığı ifade edilir. Bu tür rivayetler,

açıkça Kur'ân'a ters düştükleri için kabul edilemezler.

Meselenin aklî açıdan ele alınmasına gelince, "Öyle bir günden

korkun ki, o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey

ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini incelerken demiştik ki: Şeriatın

ahiret ile ilgili olarak ortaya koyduğu hususları aklî ve küllî öncüllerden

yararlanarak kanıtlamak bizim gücümüzü aşar. Çünkü akıl

cüz'î olguları kapsayamaz. Bu hususta takınılacak en sağlıklı tutum,

doğru sözlü Peygamberin vahiy kanalıyla sunduğu hususları

doğrulamaktır. Çünkü bunların doğruluğuna kesin kanıt vardır.

İyi veya kötü ahlâk, üstün meleke veya iğrenç melekelere sahip

olması veya ondan soyutlanması; ya da iyi, güzel veya çirkin

durumlara bürünmesi açısından insanın nefsine arız olan aklî ni-

 

626 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

met ve azap ise; bildiğin gibi bu durumlar ve huylar, nefse sahip

oldukları çirkin ya da güzel şekilleriyle zahir olurlar. Dolayısıyla

eğer nefsin özü bahtiyar ise, bunların güzel olanıyla nimetlenir.

Öte yandan bunların çirkin sûretli olanından da azap çeker, özü

bahtiyar ya da bedbaht olsa da.

 

Bu niteliklerden herhangi biri kökleşmemişse ve nefis ile uyuşacak

bir konuma gelmemişse, bir süre sonra ortadan kalkacaktır.

Çünkü zorlama, sürekli ve çok fazla süreli olamaz. Burada sözünü

ettiğimiz, özünde iyi olan, ama kötü ve aşağılık niteliklere

bürünme durumunda kalan bahtiyar nefistir. Bu nefsin söz konusu

kötülüklerden arınması mümkündür. Tıpkı suç işleyen mümin nefis

gibi. Bunlar son derece belirgin gerçeklerdir.

 

Fakat insanın içine yer eden kötü huylar, gitgide bir sûret ya

da sûrete benzer yeni bir nitelik hâlini alırlarsa, kişiye karakteristik

bir özellik kazandırır: Cimri insan gibi. Çünkü cimrilik onun insanlığının

görünümü hâlini almıştır. Tıpkı, idrak etmenin onu diğer

hayvanlardan ayıran karakteristik bir özellik olması gibi. Şu hâlde

cimri insan da, insanlık kavramı içinde yer alan yeni bir tür insandır.

Bilindiği gibi insan türü, nefsi soyut ve varlığı süreklidir. Bir zorlama

sonucu insan tarafından sergilenen her tutum köklü değildir.

Bundan dolayı azap görür, işlediği suçun sorumluluğunu taşır.

Ama onun türünden zorlamasız olarak meydana gelen tavırlar ise,

her ne kadar Allah'ın izni sonucu bu tür tarafından sergileniyorsa

da, zorlama sonucu meydana gelen tavırların aksine, sürekli ve

kalıcıdırlar.

 

Karakterinden dolayı bir şekilde azap içinde olan bir insana,

sürekli kabus gören ve melankolik bir insanı örnek verebiliriz. Hiç

kuşkusuz onun tahayyül gücü sürekli korkunç ve çirkin görünümler

yaratır ki bununla azap çeker. Ama onun meydana getiricisi

hiçbir zorlayıcının zorlaması söz konusu olmaksızın bizzat o insanın

kendisidir. Şayet karakteri bu hastalığa elverişli olmasaydı,

böyle bir şeyi meydana getirmeyecekti elbette. Kişi, hastalığın

kaynağı olması bakımından bir acı duymuyorsa da, azap görüyordur.

Çünkü azap; henüz yaşanmadığı zaman insanın kaçındığı ve

duçar olduğu zaman da kurtulmak istediği şeydir.

 

Bakara Sûresi / 163-167 ............................................... 627

 

Bu tanım iğrenç durumlara ve bedbaht insanın ahiret yurdunda

karşılaştığı nahoş görünümlere tıpatıp uyar. Buna göre, karakteristik

özelliği bedbahtlık olan sapkın insanın maruz kaldığı azap

kesintiye uğramaz.

 

Bu hususta yanlışlığı ve tutarsızlığı apaçık görülen birtakım

kuşkular ortaya atılmıştır: Söz gelimi diyorlar ki: Yüce Allah engin

rahmet sahibidir ve rahmeti sonsuzdur. Hiçbir varlığın tahammül

edemeyeceği sonsuz azaba doğru giden birini yaratması O'nun

rahmetine sığar mı?

 

Yine diyorlar ki: Azap insanın tabiatı ile uyuşmadığı zaman yani,

zorlama şeklinde belirdiği zaman azap niteliğini kazanır. Sürekli

bir zorlama düşünülemeyeceğine göre, sürekli bir azap nasıl

doğru kabul edilebilir?

 

Yine deniliyor ki: Kulun işlediği her günah kesinlikle sonludur,

şu hâlde nasıl oluyor da sonsuz azapla cezalandırılıyor?

Bir kısmı da diyor ki: Günahkârların tavırları aslında evrensel

sistem içinde mutluluk ehlinin yapmış oldukları hizmetten az değildir.

Eğer bedbahtlar olmasa, mutlu insanlar için mutluluk gerçekleşmeyecektir.

Şu hâlde onların sonsuz azaba mahkum edilmelerinin

gerekçesi nedir?

 

Bazıları da şöyle bir iddiayla ortaya çıkıyorlar: Allah'ın emir ve

yasaklarına uymaktan geri kalanı cezalandırmak bir intikam belirtisidir.

İntikam ise, zalim günahkârın, güçlü intikam alıcıda meydana

getirdiği eksikliğin giderilmesi içindir. Böyle bir şeyi yüce Allah

için düşünmek doğru değildir. Çünkü O, mutlak anlamda müstağnidir.

Bir şeye ihtiyaç duymaz. Şu hâlde O'nun kullarını cezalandırması,

özellikle sonsuz azaba çarptırması mümkün müdür?

Bunlar sonsuz azaba ve azabın kesintiye uğramaması olgusuna

karşı olanların ortaya attıkları görüş ve itirazlardır. Azabın sonsuzluğuna

ilişkin olarak sunduğumuz açıklamaları kavradığın zaman

bu iddiaların temelden yanlış olduğunu görürsün. Çünkü sonsuz

azap bedbaht insandan ayrılmayan şakavet biçiminin bir sonucu

ve özelliğidir. Öyle ki bu insanın zatı bu özellik doğrultusunda

tasavvur edilir. Ancak bu da karşı konulmaz bir kabiliyetin, onun

zatında meydana gelmesine bağlıdır. O zaman söz konusu kişinin

zatında, baş gösteren durumlar aracılığı ile bir karakteristik oluşur

 

628 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ki, bu da sonuçta onun ihtiyarına dayanır. Tam bir kapasitenin oluşup

pekişmesidir ki, tüm olaylarda kapasiteye uygun bir biçimin

oluşmasına yol açar.

 

Nasıl ki, insanlık biçiminin, bir unsura varit olmasından sonra

insanlık biçiminin var olması nedeniyle insana özgü fiillerin gerçekleşmesini sağlayan illeti sormak normal sayılmıyorsa, aynı şekilde

insandan ayrılmayan bedbahtlığın da kaçınılmaz kıldığı sonuçları

da sorgulamak anlamsızdır. Bu kaçınılmaz sonuçlardan biri

de, isteme dayalı olarak ortaya çıkan bedbahtlık biçiminin gerçekleşmesi

ile birlikte vazgeçilmez niteliğini kazanan sonsuz azaptır.

Çünkü sonsuz azap, karakteristik özellik mahiyetini kazanan

bedbahtlığın bir sonucu ve gereğidir. Şu hâlde yukarıdaki soruların

tümü de yanlıştır. Söz konusu soruları toplu olarak, kısaca

bu şekilde cevaplandırmak mümkündür.

 

Ayrıntılı cevaba gelince; birinci soruyu şöylece cevaplandırırız:

Yüce Allah'ın rahmeti, acıma hissi, duygusallık ve iç etkilenme anlamını

ifade etmez. Çünkü bu duygular maddîliği gerektirir -

Kuşkusuz yüce Allah bu yakıştırmalardan münezzehtir.- Aksine

rahmetin anlamı, karşı tarafta oluşan tam kapasiteye, kabiliyete

uygun bağış ve lütuftur. Çünkü tam kapasiteyle hazırlanmış, kendini

donatmış kişi, hazırlandığı şeyi sever, onu ister, kabiliyet diliyle

onu talep eder. Dolayısıyla istediği, talep ettiği şey kendisine

bahşedilir. Rahmet iki kısma ayrılır:

 

a) Genel rahmet: Evrensel varoluş çizgisinde, kendisi için hazırlık

yapılan ve özlemle beklenen şeyin bahşedilmesi demektir.

 

b) Özel rahmet: Tevhide ve Allah'a yakınlık mutluluğuna giden

hidayet yolunda kendisi için hazırlık yapılan ve özlemle beklenen

şeyin bahşedilmesidir.

 

Kalıcı ve sürekli bedbahtlık biçiminin verilmesi -ki, buna büyük

bir çabayla hazırlanan insanın sürekli azaba uğratılmasını gerektirir-

genel rahmet olgusuna ters düşmez, aksine, bu durum onun

bir gereğidir. Özel rahmete gelince, onun yolunun dışında olan birinin

bu kapsama girmesi anlamsızdır. Dolayısıyla: "Sürekli azap,

rahmetle çelişir" diyen kişi, bu sözüyle, genel rahmeti kastediyorsa,

durum böyle değildir. Çünkü sürekli azap, genel rahmetin bir

 

Bakara Sûresi / 163-167.................................................... 629

 

gereğidir. Eğer, bununla özel rahmeti kastediyorsa, bu yaklaşımı

da doğru olmaz. Çünkü o, özel rahmetin ilgi alanının dışındadır.

Kaldı ki, bu kuşku eğer yerinde kabul edilirse, o zaman bunu,

kesintiye uğrayan azaba ve hatta dünyevi azaplara da uyarlamak

gerekecektir. Bu husus son derece belirgindir.

 

İkinci soruya ilişkin cevabımız da şöyledir: Azabın insanın mizacıyla

uyuşmamasının ifade ettiği anlam, somut biçimde ortaya

konulmalıdır. Çünkü kimi zaman bu olgu, konum ile sonucun

örtüşmezliği-ni ifade eder. Bununla kastettiğimiz bir zorlayıcının

zorlaması ile sergilenen fiildir. Bunun karşılığı da, bir musibetle

karşı karşıya kalan mizacın ortaya koyduğu uygun sonuçtur. Bu

sonuç bir süre sonra kişide derinlik kazanır ve gitgide kişinin mahiyeti

görünüm hâlini alır ve konu onu talep etmeye koyulur. Ama

o kişi buna rağmen söz konusu niteliği sevmeyebilir de. Melankolik

insan örneğinde olduğu gibi.

 

Dolayısıyla bu tür sonuçlar, kişinin sapkın ve bedbaht doğasından

kaynaklanmaları bakımından uygundurlar. Çünkü tabiattan

kaynaklanan fiiller onunla uyum içerisinde olur. Uygun bir karakterden

kaynaklanan tavırlar, aynı zamanda azap mahiyetinde

de olabilirler. Çünkü azabın tanımı bunlarla uyum arzeder. Bir şey

tat ve vicdan açısından hoşlanılmamasıyla birlikte, çıkış noktası

açısından hoşlanılabilir.

 

Üçüncü soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Azap, gerçek

mahiyeti itibariyle, hoşnut olmayan bir sonucun kalıcı ve gerçek

bir konu üzerinde yer almasıdır. Bununla (konuyla) bedbahtlık biçimi

mahiyeti kastediyoruz. Dolayısıyla bu sonuç, zemin hazırlayıcı

illetlerin gerçekleşmesinden sonra oluşan mahiyetin malulü konumundadır.

Zemin hazırlayıcı illetler, Allah'a karşı yapılan sınırlı

itaatsizliklerdir. Yani sonsuz azap, zemin hazırlayan sınırlı illetlerin

malûlü değildir ki, sonlu bir etki olarak sonsuz bir sonuca yol açsın

ki böyle bir şey imkânsızdır: Bunun örneği, zemin hazırlayan, yaklaştırıcı,

belirli ve sayılı illetler, maddenin insan biçimini almasını

gerektirmişlerdir. Bunun sonucunda madde, söz konusu biçimin

malûlü olan insana özgü oluşumlara yol açan bir insana dönüşmüştür.

 

630 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Dolayısıyla şöyle bir görüş ileri sürmek yersizdir: Ölümden sonra

insandan sadır olan sürekli ve kalıcı sonuçlar, maddenin kesintiye

uğraması ile beliren belirli etmenlerin ürünü konumundadırlar.

Şu hâlde, sonlu bazı etmenlerin sözünü ettiğimiz sonuçlarını

ortaya çıkmalarında ve bunların sürekli insanla birlikte olmalarında

etkin rol oynamaları mümkün müdür? Böyle bir söz denilemez.

Çünkü farzımıza göre etkileyici illet olan insan mahiyeti, sürekli o

maddeyle birliktedir. Nasıl ki, bu soru anlamsızdır, ötekisi de öylece

bir anlam ifade etmez.

 

Dördüncü soruya vereceğimiz cevap şudur: Hizmet ve kulluk

da tıpkı rahmet gibi iki kısma ayrılır:

a) Genel kulluk: Varoluşsal olarak varlığın kaynağına boyun eğmek ve ondan etkilenmek, demektir bu.

b) Özel kulluk: Bununla da, hidayet yolunda tevhit ilkesine

boyun eğmeyi, bağlanmayı kastediyoruz. Bu iki kısımdan

her birinin uygun bir karşılığı, kaçınılmaz bir sonucu vardır. Bunlara

da uygun düşen bir rahmetle karşılık verilir. Evrensel sistem içinde

genel kulluğun karşılığı genel rahmettir. Sürekli nimet de,

sürekli azap da genel rahmetin belirtileridir. Özel kulluğun karşılığı

ise, özel rahmettir. Bu da nimet ve cennettir. Bu husus, son derece

belirgindir. Kaldı ki, eğer bu kuşku yerinde bir tavır olarak değerlendirilecek olursa, bu durum ahiret yurdundaki süreli azap ve

hatta dünyadaki azap için de geçerli olacaktır.

 

Beşinci sorunun cevabı: Bildiğin gibi, sürekli azap, insanın içindeki

bedbahtlık mahiyete dayanır. Ama yüce Allah'a dayanıyor

olması tüm varlıklar için, "O, yüce Allah'a dayanır" dediğimiz anlamdadır.

Yoksa intikam alma ve kin ateşini dindirme gibi bir

duygu yüce Allah açısından muhaldir, O'nun hakkında böyle bir

şey düşünülemez. Kuşkusuz, sapıklığın ve kötü tavrın cezası olarak

intikam ifadesi yüce Allah için kullanılabilir. Burada efendinin

kulluk tavırlarının dışına çıkan, boyun eğme konumundan sıyrılıp

başkaldırı ve karşı çıkış pozisyonuna geçen kölesini cezalandırması

söz konusudur. Ama bu durum elbette ki bu anlamıyla azabın

bir intikam olarak öngörülmesini gerektirmez. Kaldı ki, eğer

bu kuşku yerinde bir tavır olarak değerlendirilecek olursa, ahiret

yurdundaki geçici ve sınırlı azap ve hatta dünyadaki azap için de

söz konusu olacaktır.

 

Bakara Sûresi / 163-167 ............................................. 631

 

GEÇEN BÖLÜMÜ TAMAMLAYICI BİR İNCELEME

 

Biliniz ki, yukarıda sözünü ettiğimiz kuşkuların reddine ilişkin

kanıtları sunma yöntemine hem Kur'ân-ı Kerim'de ve hem de

sünnette başvurulmuştur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kim çarçabuk olanı (geçici dünyayı) isterse, orada, istediğimiz

kimseye hemen çabucak dilediğimiz kadar veririz; ama sonra

ona cehennemi yurt yaparız. Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya

girer. Kim de ahireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa,

öylelerinin çalışmaları şükre şayandır (karşılığı verilir).

Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin vergisinden arttırarak -

veririz- Rabbinin ihsanı kimseden men edilmiş değildir." (İsrâ, 18-

20)

Gördüğün gibi bu ayetler, azabı da, ödülü de bağış ve rahmet

olarak nitelendiriyor. Bunların her birinin gerçekleşmesini kulun

iradesine ve çalışmasına bağlıyor. Nitekim biz de, yukarıda sözü

edilen kuşkuları giderip meselenin özünü ortaya koymak isterken

aynı yönteme başvurduk. Konuya ilişkin pek çok ayet vardır. Bunlar

hakkında yeri geldikçe açıklamalarda bulunacağız inşaallah.

 

 

632 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 168-171 .........................................................

 

168- Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden

yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık

bir düşmandır.

 

169- O size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayâsızlığı ve Allah hakkında

bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

 

170- Ne zaman onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denilirse,

"Hayır, biz atalarımızı, üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler.

Peki ama, ataları hiçbir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan

kimseler olsalar da mı?

 

171- İnkâr edenleri (çağıranı)n örneği, tıpkı bağırıp çağırmadan

başka bir şey işitmeyene haykıran kimsenin örneği gibidir.

(Kâfirler) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdirmezler.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin...

bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Helâl, işlenmesi yasak

demek olan haramın karşıtıdır. Aynı kökten olmalarına rağmen

"el-hill" kelimesi, "hurmet" yani haramlığın; "hill" kelimesi, "harem"

yani Mekke ve etrafından belirli bir sınır; "el-hall" kelimesi,

"akd"in yani düğümün karşıtı olarak kullanılır. Bu kavram bunların

 

Bakara Sûresi / 168-171 ..................................................... 633

 

tümünde bir şeyin fiil ve eserinde serbestliğini ifade eder. Temiz,

(et-tayyib) deyimi ise, pis (el-habis)in karşıtıdır. İnsanın nefsine veya

herhangi bir tabiata uygun düşen şey anlamındadır. Tayyib söz,

kulağa hoş gelen, dinlenebilen söze tayyib koku, koklama organının

hoşuna gidene, tayyib mekân ise içine yerleşen kişiye uygun

gelen bir mekâna denir.

 

İfadenin orijinalinde geçen "hutuvat" kelimesi, "hutva"nın çoğuludur

ve yürümekte olan bir kimsenin iki ayağının arasındaki

mesafe demektir. Bazıları bu ifadeyi "hatavat" şeklinde okumuşlardır.

Bu ise, "hatva"nın çoğuludur ve "bir defa" demektir. Şeytanın

adımları, onun amacına uygun düşen tavırlardır -şirke düşürüp

saptırmak gibi-. Tıpkı yürüyen kişinin adımlarının amacı ve hedefi

ile yakından ilgili olmaları gibi. Şu hâlde bununla şirke düşmeye

ve Allah'tan uzaklaşmaya yol açan davranışlar kastedilmektedir.

Emir, emreden kişinin dilediğini yapsın diye iradesini emredilen

kişiye yöneltmesi demektir. Şeytanın emretmesi ise, insan tarafından

yapılmasını istediği şeyi vesvese yoluyla ona telkin etmesi,

kalbine fısıldaması ve gözünde alımlı, çekici kılmasıdır. "es-Sû"

kelimesi kötü-lük, insanın tiksindiği ve toplumsal çerçevede çirkin

gördüğü şey demektir. Bu kötülük haddini aşıp kontrolden çıkınca

"fahşa" yani hayâsızlık, aşırılık niteliğini alır. Zinanın "fahşa" olarak

nitelendirilmesi bu yüzdendir. Fahşâ kelimesi, "serrâ ve

"zarrâ" kelimeleri gibi mastardır.

 

Burada yüce Allah hitabı tüm insanlara yöneltmiştir. Çünkü

dinletilen ve şu anda kendilerine açıklanan hüküm tümünü birden

ilgilendirmektedir. Müşrikler; Allah'a iftira ederek bazı şeyleri

kendilerine haram etmişlerdi. Rivayetlerde belirtildiğine göre

Sakif, Huzaa, Amir b. Sa'saaoğulları ve Müdlicoğulları kimi ekinleri

ve bahîra (kulağı parçalanmış dişi deve), sâibe (adakta bulunulan

dişi deve) ve vasîle (özel bir koyun) adını verdikleri kimi hayvanları

kendilerine haram kılmışlardı. Bu, uygulamanın Araplar arasındaki

şekliydi. Onların dışındaki uluslarda da benzeri uygulamalara

rastlanıyordu. Müminlere gelince; belki de Müslüman olduktan

sonra, hâlâ aralarında birtakım hurafelere dayalı uygulamalar

vardı. Geleneksel olarak kuşaktan kuşağa geçen ulusal ahlâk ve

davranış kuralları, toplumsal yasalar ve neshedilmiş sünnetler gi-

 

634 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bi. Ki bunlar, aşamalı olmayan etmenler aracılığı ile yürürlükten

kaldırılmışlardır. Dinler ve kanunlar gibi.

 

Kuşkusuz dinsel ya da dünyevi yeni bir yol, bir ulusun hayatına

girmeye başlayınca öncelikle eski yolun temel ilkelerine ve toplumsal

dayanaklarına yönelir ve onları yok eder. Eğer din ve kanun

hayatını sürdürüyor ve gücünü koruyorsa -kuşkusuz bu, güzel eğitim

ve halkın kabulü yöntemiyle gerçekleşir- ayrıntı ve uzantı niteliğindeki

kural ve yasaları da yok etmiş olur. Aksi takdirde eski

sistemin kalıntıları yeni sisteme karışacak ve ikisi arasında bir

sentez oluşacaktır. Tıpkı bitkisel bir terkip gibi. Ama bu bileşim onu

da bunu da temsil etmeyecektir.

 

Yüce Allah, bu ayet-i kerimede, insanlara yeryüzündeki şeylerden

yemelerini emrediyor. Yemek fiili, çiğneyerek yutmayı ifade

eder. Çoğu zaman mallar üzerindeki tasarruf serbestliğinden kinaye

olarak kullanılır. Çünkü insan davranışlarının temeli ve hayatının

dayanağı yemektir. Nitekim bir ayet-i kerimede yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Karşılıklı rızayla yapılan ticaret müstesna, aranızda

mallarınızı batıl ile yemeyin." (Nisâ, 29) Ayetin ifadesi mutlak

olduğu için, onu bu geniş anlamı esas alarak yorumlamakta hiçbir

engel yoktur. Bu durumda tefsirini sunduğumuz ayet-i kerimenin

anlamını şöyle belirlemek gerekir: "Yeryüzündeki ilâhî nimetlerden

yiyin, onlar üzerinde tasarrufta bulunun ve yararların. Yeryüzü

yüce Allah'ın izniyle ve mu-sahhar kılmasıyla doğası gereği bunları

sizin için hazırlamıştır. Helâl ve temiz olarak yiyin onları. Yani onları

yemenize ya da onlar üzerinde tasarrufta bulunmanıza engel

olacak, sizin tabiatınızdan ve yeryüzünün doğasından başka bir

unsur yoktur. Söz gelimi yemeyi kabul etmeyen bir mizaç ya da

yapısı gereği yenmeyen ve yahut mizacın reddetmediği ve doğanızın

da nefret etmediği hâlde uygun olmayan yollardan ve anormal

yöntemlerle elde edildiği için dinin gereği olarak insanın ondan

tiksindiği ve nefret ettiği şeyler gibi.

 

"Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin." Bu ayet,

hiçbir kayıt ve şart getirmeksizin genel bir mubahlık ifade eder.

Ne var ki: "Şeytanın adımlarını izlemeyin." ifadesi, helâl ve temiz

şeyleri yeme ile ilgili bazı hususların şeytanın adımlarını izleme

olarak nitelendirildiğini gösteriyor. Bu durum, şeytana uyup bazı

 

Bakara Sûresi / 168-171 .................................................. 635

 

şeyleri yemekten kaçınmak ya da şeytana uyup bazı şeyleri yemek

şeklinde gerçekleşir. Ardından, şeytana uyulan durumlara ilişkin

bir genel bir nitelendirmeye yer veriliyor: Bunların kötülük,

fahşa (çirkinlik, hayâsızlık) ve "Allah hakkında bilmediğiniz" şeyleri

söylemek oldukları belirtiliyor.

 

Bir şeyi yemekten kaçınmanın ancak yüce Allah'ın izniyle caiz

olabileceği gibi, bir şeyi yemek de ancak yüce Allah'ın izniyle caiz

olabilir. Şu hâlde, yeryüzündeki helâl ve temiz şeylerden yemek,

ancak yüce Allah'ın izin vermesi ve yasalaştırması -yüce Allah bunu

da şu anda tefsirini sunduğumuz bu ayet-i kerimede ve diğer

bazı ayetlerde belirtmiştir- ve onu yemekten sakındırmaması ile

geçerlilik kazanır. "Allah size ölüyü, kanı... haram kılmıştır." ayetini

incelerken bu hususu daha ayrıntılı biçimde ele alacağız.

Bu durumda -doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir- ayetin

anlamı bizim şu sözümüze yönelik niteliktedir, diyebiliriz: "Yüce Allah'ın

yeryüzünde sizin için yarattığı nimetlerinden yiyin. Yüce Allah

bunları sizin için helâl ve temiz kılmıştır. Kaçınarak ve sakınarak

bunların bir kısmını yememezlik etmeyin. Bu durumda bir kötülük,

iğrençlik ve bir bilgiye yani ilâhî şeriata dayanmaksızın bir

yasa koymuş olursunuz. Oysa bu tür bir yasa koymak sizin yetkinizde

değildir. Bu, şeytanın adımlarına uymak demektir."

 

Ayet-i kerimeden çıkan sonuçları şu şekilde sıralayabiliriz:

 

a) Delil ile kapsam dışı bırakılan hususların dışında kalan her

şeyde genel bir helâllik söz konusudur. Çünkü yüce Allah izin verdiği

hususlarla ilgili yasaklar getirme yetkisine sahiptir.

 

b) İlmî bir delil olmaksızın yüce Allah'ın helâl kıldığı bir şeyden

sakınmak, insanın yetkisinde olmayan ve haram olan bir tür yasa

koyuculuktur.

 

c) Şeytanın adımlarını izlemekten maksat, Allah'ın izin vermediği

bir biçimle ve hususla Allah'a kulluk sunmaktır. Çünkü yüce

Allah yürümeyi yasaklamıyor. O'nun yasakladığı, insanın adımlarını

şeytanın adımlarının yerine koyacak şekilde yürümesidir. Böyle

bir durumda insanın yürüyüşü ile şeytanın yürüyüşü uyuşmuş olur

ve insan şeytanın adımlarını izleme durumuna düşer. Bundan dolayı

biliyoruz ki illetlendirmenin genelliği, yani "O daima size...

emreder" ifadesi, bir bilgiye dayanmaksızın bir fiili işlemekten ka-

 

636 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

çınmayı yasakladığı gibi, bir bilgiye dayanmaksızın bir fiili işlemeyi

yasaklıyorsa da hitapla ilgili olarak bu husus kastedilmemiştir.

Çünkü bu husus şeytana uymak sayılsa da, onun adımlarını izlemek

olarak değerlendirilemez.

 

"O size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayâsızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Kötülük ve çirkinlik, eylemlerle ilgili niteliklerdir. Bunun karşıtı da sözdür. Dolayısıyla şunu

anlıyoruz ki: Şeytanın emrettiği hususlar kötülük ve çirkinlik niteliğine

sahip fiillerle herhangi bir bilgiye dayanmayan sözleri söylemekle

sınırlıdır.

 

"Onlara ne zaman, 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilse, 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız.' derler." Ayetin orijinalinde geçen "elfâ" kelimesinin mastarı olan "ilfâ" bulmak demektir.

Yani atalarımızı üzerinde bulduğumuz. Bu ayet, önceki ayet-i kerimede

yer alan "şeytanın adımları" ifadesine ilişkin olarak sunduğumuz

açıklamaları pekiştirir niteliktedir.

 

"Peki ama, ataları hiçbir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan

kimseler olsalar da mı?" Bu ifade, onların az önceki sözlerine cevap

niteliğindedir ve onların bu gerekçelerinin herhangi bir bilgiye ve

açıklayıcı kanıta dayanmayan kuru bir söz olduğunu açıklıyor. Böyle

bir yaklaşım içinde olmak sağduyu ile çelişir. Çünkü, "Hayır, biz

atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." şeklindeki sözleri

mutlaktır. Yani demek istiyorlar ki: Hangi durumda ve hangi konumda

olurlarsa olsunlar, biz her hâlükârda onlara uyarız. Hiçbir

şey bilmiyor olsalar da, doğru yolda olmasalar da, biz onların yaptıklarını

hak kabul ederiz." Bu, bilgiye dayanmayan, bilinçli olarak

söylenmeyen bir sözdür. Bu söz insanı akıllı bir insanın aklı başındayken

diyemeyeceği sözleri sarf etme durumuna düşürür. Eğer

onlar atalarını, bildikleri ve doğru yolu buldukları hususlarda izleselerdi,

onların bildiklerini ve doğru yolu bulduklarını da bilselerdi,

bilmeden doğru yolu bulmuş gibi bir duruma da düşmemiş olacaklardı.

Bununla da anlıyoruz ki, "hiçbir şey düşünmeyen, doğru yolu

bulamayan" ifadesi, durumlarını abartılı olarak vurgulama amacına

yönelik değildir. Atalarının hayatları boyunca mutlaka bir şeyler

bildiklerini göz önünde bulundurarak, onların hiçbir şey bilmedik-

 

Bakara Sûresi / 168-171 .............................................. 637

 

lerini söylemenin olsa olsa bir abartma olabileceğini düşünerek

böyle bir şey söyleyemeyiz.

 

Şöyle ki: İfade, öyle bir faraza değerlendirme ile yola çıktığını

vurgulamaktadır. Ki, hiç kimse, onlara uymanın caiz olabileceğini

söylemesin. Amaç, "biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola

uyarız." şeklindeki genel yargılarının yanlışlığını vurgulamaktır.

Bu, belirgin bir husustur.

 

"İnkâr edenleri (çağıranı)n örneği, tıpkı bağırıp çağırmadan başka

bir şey işitmeyene haykıran kimsenin örneği gibidir." "Mesel" dilden dile

dolaşan atasözü demektir. Ve yine "mesel", vasıf anlamına da

gelir. Şu ayeti kerimede olduğu gibi: "Bak, senin için nasıl vasıflar

getirdiler de böylece saptılar. Artık hiçbir yol bulamazlar. (Furkan,

9)

 

Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerimenin orijinalinde geçen

"yen'iku" fiili, "naik" kelimesindendir ve çobanın sürüsünü engellemek

amacıyla bağırmasına denir. Çoban sürüsünü bir yerden alıkoymak

amacıyla bağırdığı zaman, Araplar "Neaka'r-raî bilganem/

yen'-iku naîken" derler. Ayetin orijinalinde geçen "nidâ"

kelimesi, "nâdâ/ yunâdî/munâdâten" kelimelerinin köküdür ve

dua yani "çağırma"dan daha özel niteliklidir. Çünkü bu ifadenin altında,

"dua"nın aksine, sesi yükseltme ve benzeri bir anlam yatar.

Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama ayetin anlamı

şöyle olsa gerektir: Senin kâfirleri inanmaya çağırman tıpkı, hayvanlara

haykıran birinin durumuna benzer. Bu hayvanlar onun

haykırışından ses ve çağrıdan başka bir şey duymazlar. Sırf bu sesin

çıkardığı yankıdan ürker de yöneldikleri tarafa gitmekten vazgeçerler

ve duyduklarından hiçbir şey düşünüp anlamazlar. Onlar

kendilerine yararlı olan sözleri duymayan sağırlardır, yararlı bir söz

konuşamayan dilsizlerdir, hiçbir şey göremeyen körlerdirler. Onlar

hiçbir şey düşünemezler. Çünkü düşünmeyi sağlayan yollar tıkanmış

durumdadır.

 

Böylece, ifadede kalb sanatının ya da ona yönelik bir ifade sanatının

varolduğu ortaya çıkıyor. Çünkü, bağırıp çağırmadan başka

bir şey işitmeyene haykıran kimsenin örneği, kâfirleri doğru yola

çağıranın örneğidir; hidayete çağırılan kâfirlerin değil.

 

638 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Fakat, bunun bir sonucu ve gereği olarak sunulan üç sıfat, yani

 

"Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." sözü, kâfirlere özgü niteliklerdir;

onları hakka çağıranların nitelikleri değil. Bu, örneğin Allah-

'ın elçisine değil de kâfirlere izafe edilmesini kaçınılmaz kılar.

Bundan dolayı ifadede kalb (değiştirme) sanatı benzeri bir durumun

söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

et-Tehzîb adlı eserde Abdurrahman'ın şöyle dediği rivayet edilir:

İmam Sadık'tan (a.s) oğlunu kurban etmeye ant içen adamın

durumunu sorduğumda buyurdu ki: "Bu şeytanın adımlarından biridir."

[c.8, h: 1063]

 

Mansûr b. Hazim'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: İmam

Sadık (a.s) bana dedi ki: "Târık'ın hikâyesini duymadın mı? Târık

Medine'de bir köle tüccarıydı. Bir gün İmam Bâkır'ın (a.s) yanına

gelerek, 'Ya Ebu Cafer, ben karımı boşamaya, köle azat etmeye ve

adak adamaya yemin ettim.' dedi. Bunun üzerine İmam ona dedi

ki: Ey Târık, senin bu tavrın şeytanın adımlarındandır." [c.8, h: 1058]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Allah'tan başkasının adına yapılan her yemin, şeytanın adımlarındandır."

[c.1, s.74, h: 150]

 

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Bir adam

bir şeyi yapmamaya yemin ettiyse -ve yapmamaya yemin ettiği

şeyi yapmak, yapmamaktan daha iyiyse- onu yapsın ve ayrıca

keffaret vermesi de gerekmez. Çünkü onun bu yemini şeytanın

adımlarından biridir." [c.7, s.443, h: 1]

 

Ben derim ki: Sunduğumuz bu rivayetlerde esas olan, şeytanın

adımlarını izlemek olarak nitelendirilen davranışların kulluk kastı

taşıyan fiiller olmalarıdır. Ama bunlar şer'î bir dayanaktan yoksun

oldukları için kulluk ifadesi olarak değer görmezler. Nitekim önceki

açıklamalarımızda da bu hususa değinmiştik. Boşanma ve

benzeri durumların batıl olmalarının başka nedenleri vardır. O da

inşâ ile çelişen ta'likin olmasıdır [Talak ve benzeri birtakım akitler

şartsız ve kayıtsız ifade edilmeleri gerekir. Akdin şartlı olması onu

geçersiz kılar.]

 

Bakara Sûresi / 168-171....................................................639

 

TAKLİT VE HURAFELERE UYMANIN AHLÂKÎ VE SOSYAL

AÇIDAN İNCELENMESİ

 

İnsanların benimsedikleri görüş ve inançlar, ya pratikle dolaysız

ilintisi söz konusu olmayan teori niteliğindedir. Matematik, doğa

ve doğaötesi konulara ilişkin meseleler gibi. Ya da uygulama

ile vasıtasız ilintisi bulunan pratik niteliğindedir. Yapılması ve yapılmaması

gereken eylemlere ilişkin meseleler gibi. Birinci sınıflandırmaya

giren inanç ve görüşler karşısında takınılacak tavır, açık

belge ve somut veriye dayalı kesin bilgi ve düşünceye uymaktır.

İkinci sınıflandırmaya giren hususlarda ise, izlenecek yol; kendisinde

insanın mutluluğunu barındıran ya da mutluluğu açısından

yarar sağlayan hayra götürene uymak ve insanı bedbahtlığa sürükleyen

ya da mutluluğu açısından zararlı bir rol oynayan tavırlardan

kaçınmaktır. Birinci sınıflandırmadaki hususlardan biri ile

ilgili kesin bir bilgiye sahip olmadan hak olduğuna inanmak ve yine

ikinci sınıflandırmaya giren hususlardan biri ile ilgili olarak onun

hayra ya da kötülüğe yönelik olduğunu bilmeksizin hak olduğuna

inanmak, hurafe niteliğinde bir inanç olarak değer görür.

İnsanın görüşleri, varlıkların illetini araştıran fıtratın ve kendisini

gerçek erdeme yönelten karakterin gereklerine dayanır. Bu

yüzden insan, körü körüne kabul edilmiş, cahilane benimsenmiş

hurafelere dayalı düşüncelere boyun eğmez. Ne var ki, hayal gücünün

uyandırdığı nefsanî duygular ve iç duyarlılıklar ki çoğunlukla

-korku ve ümittir- insanı bir şekilde hurafeye inanma durumunda

bırakabilirler. Şöyle ki, hayal insana korku ya da ümit motiflerinin

eşliğinde bir tablo çizer. Bu tabloyu korku ve ümit duygularının

bunu korumasını ve sürekli olarak korku ya da ümit motifleri

ile birlikte hatırlamasını sağlar, korkan ya da ümit bağlayan bu

nefsin söz konusu tabloyu unutmasına izin vermez.

Örneğin bir insan göz gözü görmez bir zifiri karanlıkta tek başına

ıssız bir vadiden geçmek durumunda kaldığı zaman ve eğer

gerçeği hayalden, zârarlı olanı zararsız olandan ayırt edecek aydınlatıcı

bir aygıt da yoksa yanında, bir süre sonra hayalî, gördüğü her

karaltıyı kendisini öldürmek isteyen korkunç bir dev veya ruh gibi

canlandırmaya başlayacaktır. Birtakım inişler ve çıkışlar canlandıracaktır.

Göğe çıkan ve yere inen varlıklar görmeye başlayacaktır.

 

640 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Etrafında gerçekte var olmayan cisimler ve şekiller belirecektir.

Onun bu korkulu hâli devam ettiği sürece hayalî mevhum varlıkları

canlandırma işini sürdürecektir. Hatta gidip bu durumu başkalarına

da anlatacak ve onların zihninde de benzeri bir durumun

meydana gelmesine yol açacaktır. Nitekim bu tür söylentiler halk

arasında son derece yaygındır. Ama bunlar asılsız hurafelerdir ve

bir gerçeğe dayanmazlar.

 

Kimi zaman hayal, bu mevhum varlığın zararını bertaraf etme

amacına yönelik bir savunma içgüdüsü uyandırır. İnsan birtakım

hareketler sergileme gereğini duyar. Başkalarını da bu mevhum

varlıktan korunmak için, söz konusu hareketleri yapmaya teşvik

eder. Böylece asılsız bir kuruntuya dayalı, hurafe nitelikli bir yasa,

bir gelenek doğar.

 

İnsanoğlu eski çağlardan günümüze kadar hurafe nitelikli görüş

ve anlayışların etkisinde kalmıştır. Sanıldığı gibi bu durum sırf

doğulu toplumlara özgü değildir. Batılıların hurafelere daha fazla

inandıklarını söylemesek bile, en azından onlarda da doğulular

kadar hurafe yaygındır.

 

İnsanların seçkinleri -yani bilginler- insanlığın vicdanında kök

salmış bu tür hurafelere dayalı gelenek ve alışkanlıkları yok etmek

için, sürekli ince manevralarla halkı yönlendirmeye çalışıyorlar.

Ki, kamuoyunun dikkatini bu noktaya çeksinler ve bu hususta

uyanık olmalarını sağlasınlar. Artık doktorlar bu hastalıklar için

reçeteler yazmaktan yorgun düşmüşlerdir. Çünkü insanoğlu bir açıdan

teorik görüşleri ve gerçek bilgileri taklit etmekten, onlara

uymaktan kendini alamaz. Bir diğer açıdan da nefsanî eğilim ve

duyarlılıkların etkisinden sıyrılamaz. Kaldı ki, bu tür hastalıklarda,

tedavinin bugüne kadar yararlı olmadığı da görülmüştür.

Bu hususta en fazla dikkati çeken tavır, çağdaş uygarlık mensuplarının

ve pozitif bilim uzmanlarınınkidir. Bunlar çağdaş bilim,

somut verilere ve deneysel yönteme dayanır, diyor ve gerisini reddediyorlar.

Bunun yanı sıra uygarlığın temelde, elverişli her yolu

kullanarak toplumsal tekâmülü sağlama amacına yönelik olduğunu

ileri sürüyorlar ve eğitim sistemini de buna dayandırıyorlar.

Ne var ki -son derece ilginçtir- bu anlayışın kendisi de hurafeye

dayanır. Çünkü doğa bilimleri, doğanın özelliklerini araştırır, onla-

 

Bakara Sûresi / 168-171 .............................................. 641

 

rın konumlarını belirlerler. Diğer bir ifadeyle, bu maddî bilimler,

her zaman maddenin gizli kalmış yönlerini araştırırlar. Madde ötesine

gelince; maddî bilimlerin olumsuz bir görüş belirtmeleri söz

konusu olamaz. Çünkü bir kanıt olmaksızın somut verilere ve deneysel

yönteme uymuyor diye bir şeyi inkâra kalkışmak en büyük

hurafedir.

 

Aynı şekilde medeniyetin temeli de, sözünü ettiğimiz toplumsal

tekâmül hedefidir sözü de hurafedir. Bu tekâmül ve toplumsal

mutluluk, kimi zaman bireyin kişisel mutluluğundan yoksun kalmasını

gerektirebilir. Vatan uğrunda, kanun ve ideal uğrunda ölmek,

kendini feda etmek gibi. Yani toplumun dokunulmazlığına

zarar gelmesin diye ferdin mutluluktan yoksun kalması.

Bir insan ancak tekâmüle dayalı inanç sisteminin bir gereği

olarak bu yoksunluklara katlanabilir. Onun bunları erdem olarak

görmesi de buna bağlıdır. Bunlar -aslında onun için değil,- toplum

için bir tekâmüldür. Gerçekte kendisi için, bir yokluk ve yoksunluktur.

Eğer bunlar tekâmül kabul edilecekse, bu, ancak toplum

için geçerlidir. Hâlbuki, insan toplumu kendisi için ister, kendini

toplum için değil. Bütün bunlardan dolayı toplumlar bireylerini bir

bakıma kandırarak şu düşünceyi empoze ederler: Kişi kendini feda

ederek toplum içinde iyi anılmayı, kalıcı bir isim bırakmayı, her

zaman övgüyle kendisinden söz edilmeyi gerçekleştirir. İşte bu,

sonsuza dek yaşamak demektir. Kuşkusuz bu, bir hurafedir. Gerisinde

bir şeyin olmadığını iddia ettiğimiz bir hayatın tükenişinden

ve yok olup gitmesinden sonra hangi hayat vardır?

 

Bunun bir örneği de şu iddiadır: Toplumsal birliğin korunması

için insan, kanunların acı yönlerine katlanmalı ve canının çektiği

bazı şeylerden yoksun kalmaya katlanmalıdır. Ve geri kalan diğer

şeylerle tekâmülüne kavuşmalıdır. Bu tür telkinlerin etkisinde kalan

kişi, toplumsal tekâmülü kendi tekâmülü gibi algılar. Ama bu

bir hurafedir. Toplumsal tekâmül ile kendi tekâmülü örtüştükleri

sürece böyle bir şey geçerli olabilir. Bunun dışındaki durumlar için

böyle bir şey söylemek mümkün değildir.

 

Bir fert bireysel tekâmülü ya da bir toplum insanlık âlemi

açısından zorla da olsa istediğini elde etme, üstün bir güce sahip

ve dilediğini direnç görmeden benimsetme durumuna gelmişse,

 

642 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

hangi etmen bu ferdi, toplumun tekâmülünün aynı zamanda onun

tekâmülü olduğunu, bunun onun için bir övünç ve güzel isim yapma

fırsatı olduğuna inandırabilir?

 

Nitekim devamlı güçlü ulusların zayıf uluslardan yararlandığını,

onların yaşamlarından çıkar sağladıklarını görüyoruz. Kendi ulusal

çıkarları için ayak basmadıkları yer, ulaşmadıkları hedef

kalmadı. Hiçbir kitle yoktur ki, tutsak edip köle gibi kullanmasınlar.

Acaba bu telkin, yok olma fobisini unutturma amacına yönelik

bir sosyal uyuşturucudan başka bir şey midir?

 

Bu hususta Kur'ân-ı Kerim'in başvurduğu yöntem ise, teoride,

insanlara Allah'ın indirdiği hükümlere uymayı emretme ve hakkında

bilgi sahibi olmadıkları hususlarda hükümler belirlemekten

nehyetme şeklindedir. Pratikte ise, Kur'ân insanı Allah katında olan

nimetleri istemeye yöneltir. Bu sonuç onun kişisel arzusuyla

da uyuşursa, bu onun açısından hem dünya, hem de ahiret mutluluğunu

ifade eder. Yok eğer Allah'ın indirdiği hükümlere uyması,

onun bireysel olarak birtakım şeylerden yoksun olmasına yol açıyorsa,

kuşkusuz Allah katındaki ödül daha büyüktür. Allah katındaki

nimetler daha iyi ve daha kalıcıdır:

 

Her şeyi somut verilere göre değerlendirme düşüncesinde olan

materyalistler diyorlar ki: Dine uymak, bilimin reddettiği bir gelenektir.

Dindarlık insanoğlunun yaşadığı dört dönemden ikincisine

özgü bir hurafedir. (Mitoloji dönemi, din dönemi, felsefe dönemi,

bilim dönemi.) Çağımızda insanlar bilime inanma ve hurafeleri

reddetme dönemini yaşıyorlar.) Bu yaklaşım hiçbir bilimsel dayanağı

bulunmayan bir safsata, asılsız bir hurafedir.

 

Dine uymayı bir gelenek olarak yorumlamak yanlıştır. Çünkü

din, doğruluğu tartışma götürmez vahiy ve peygamberlik misyonu

kanalıyla edinilen dünya ve ahirete ilişkin bilgilerden, toplumsal

yasalardan, ibadet biçimlerinden ve insanlar arası ilişki kurallarından

doğru sözlü peygamberin bildirdiği haberlerden oluşan bir

bütündür. Nitelikleri bundan ibaret olan dine uymak, bilime uymaktır.

Çünkü, bu tür belgeli haberleri doğrulamak bilimin görevidir.

Daha önce: "Musa kavmine, 'Allah size bir inek kesmenizi

emrediyor.' demişti." (Bakara, 67) ayetini incelerken gelenek ve tak-

 

Bakara Sûresi / 168-171 ............................................ 643

 

lit kavramı üzerinde durmuştuk. Daha ayrıntılı bilgi için oraya başvurulabilir.

 

İşin ilginç tarafı da bu görüşü ileri sürenlerin, hayatın temel ilkeleri

ve toplumsal davranış kuralları noktasında yeme, içme, giyinme,

çiftleşme ve barınma gibi konularda körü körüne geleneğe

uymaktan, hiçbir kanıtlayıcı açıklama yapmaksızın heva ve heves

peşine düşmekten başka bir şey yapmayanlar olmalarıdır. Evet,

geleneğe yeni bir isim uydurduklarını biliyoruz. Artık ona kalkınmış

dünyanın benimsediği kural diyorlar. Böylece gelenek ve taklit

ismen değil, ama cismen varlığını sürdürüyor. Lafzı bir kenara atılmış,

ama anlamı genel kabul görmüştür.

 

"Kovanı kovalar arasına bırak" deyimi bilimsel, ilerici ve

uygarlığın ifadesi bir slogan, ama "Hava ve hevese uyma; yoksa

seni saptırır." gerçeği de dinsel bir gelenek ve asılsız bir hurafe

olmuştur.

 

İnsanlık hayatını düşünce plânında dört döneme ayırmalarına

gelince, din ve felsefe tarihi bunu yalanlamaktadır. Bilindiği gibi

Hz. İbrahim'in dininin ortaya çıkışı Hindistan'da, Mısır'da ve

Keldonîlerin ülkesinde felsefenin ortaya çıkıp yaygınlaşmasından

sonraki dönemlere rastlar. Hz. İsa'nın dininin ortaya çıkışı Yunan

felsefesinden sonradır. Yine Hz. Muhammed'in (s.a.a) dininin (yani

İslâm'ın) ortaya çıkışı da Yunan ve İskenderiye felsefesinden sonraya

rastlar. Kısacası felsefenin zirveye ulaşması, dinin zirvesine

ulaşmasından önce gerçekleşmiştir. Daha önceki açıklamalarımızda,

Allah'ın birliği esasına dayalı dinin, çok tanrılı dinlerden, tarihsel

olarak daha öncelikli olduğunu vurgulamıştık.

 

İnsanlık tarihi açısından Kur'ân'ın onayladığı bölünme şudur:

 

a) Tüm ümmetlerin tek bir ümmet oldukları ilkel dönem. b) Duyumculuk

ve maddenin etkinlik kazandığı dönem. "İnsanlar tek

bir ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak

gönderdi." (Bakara, 213) ayetini incelerken, sözünü ettiğimiz bu

tarihsel dönemlerin niteliklerini de etraflıca anlatacağız.

 

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com

http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com