Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

Bakara Sûresi / 26-27.................................................... 159

 

26- Allah herhangi bir örnek vermekten çekinmez, sivrisinek

olsun veya ondan üstün olan. İman edenler onun Rablerinden gelen

bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, "Allah bu örnekle ne

demek istemiştir?" derler. Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine

onunla birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece fasıkları

saptırır.

 

27- Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline

getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın korunmasını emretmiş olduğu

ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar

hüsrana uğrayanlardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Allah herhangi bir örnek vermekten çekinmez, sivrisinek olsun veya..."

Sivrisinek bilinen bir hayvandır ve gözle görülür en küçük

canlı türlerindendir. Bu ve bir sonrası ayet ile Ra'd suresinde yer

alan şu ayetler içerik ve mesaj açısından benzerdirler: "Şimdi

Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi

olur mu? Ancak selim akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar. Onlar ki

Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. Ve onlar

Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler." (Ra'd, 19-

21)

 

160 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Her ne ise; bu ayet gösteriyor ki: Kötü amellerinin sonucunda

insan bir tür sapıklığa ve körlüğe düşürülür ve bu, onun daha önce

yaşadığı sapıklık ve körlükten ayrıdır. Çünkü yüce Allah "Ancak

onunla sadece fasıkları saptırır." buyuruyor. Bu ifadede söz konusu

kişinin saptırılmasının fasıklığından sonra gündeme geldiği

vurgulanıyor, önce değil.

 

Öte yandan hidayet ve sapıklık, yüce Allah tarafından mutlu ve

bedbaht kullarına verilen her türlü onurluluğu ve alçaklığı kapsayan

iki kavramdır. Yüce Allah Kur'ân'da mutlu kullarını güzel bir

hayatta yaşattığını, onları iman ruhuyla desteklediğini, karanlıklardan

aydınlığa çıkarttığını, kendilerine yollarını görmelerini sağlayan

bir nur bahşettiğini, onların dostu, velisi olduğunu, onlar için

bir korku olmadığı gibi üzülmelerinin de söz konusu olmadığını ve

bunların yanı sıra dua ettiklerinde dualarını kabul ettiğini, kendisini

andıklarında kendisinin de onları andığını ve meleklerin sürekli

üzerlerine müjde ve selâm indirdiklerini dile getiriyor.

 

Bedbaht kullarına gelince, onları saptırdığını, aydınlıktan çıkarıp

karanlıklara düşürdüğünü, kalplerini ve kulaklarını mühürlediğini,

gözlerinin önünde bir perde bulunduğunu, onları yüzükoyun süründürdüğünü, boyunlarına çenelerinin altına gelip sıkışan zincirler

taktığını, önlerine bir set, arkalarına da bir set çekerek onları

perdelediğini, bu yüzden göremediklerini, şeytanları onlara arkadaş

yaptığını ve bu şeytanların onları doğru yoldan saptırırken onların

kendilerini doğru yolda sandıklarını, şeytanların onlara amellerini

hoş gösterdiklerini, onların dostları olduklarını, farkında olmadıkları

şekilde yüce Allah'ın yavaş yavaş onları acı akıbete doğru

sürüklediğini, onlara süre tanıdığını, ama tuzağının da çetin olduğunu,

bu tuzakla onları kıskıvrak yakalayacağını, azgınlıkları içinde

bocalasınlar diye onlara mühlet verdiğini belirtiyor.

Buraya kadar verdiğimiz bilgiler, yüce Allah'ın her iki gruba

yönelik tasvirlerinin bir kısmını oluşturur. Görüldüğü kadarıyla, insanoğlu

bu dünyada yaşadığı hayatın ötesinde, mutlu ya da mutsuz

bir başka hayat yaşar. İleride sebeplerin etkinlikleri sona erip

perde kaldırılınca insanoğlu bu hayatını çıplak gözle görür, gerçeği

kavrar. Yine yüce Allah'ın bize verdiği bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla,

insanlar dünya hayatından önce de bir hayat yaşamışlar ve

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 161

 

dünya hayatının ahiret hayatını şekillendirdiği gibi o hayat da dünya

hayatına şekil vermektedir. Diğer bir ifadeyle, insanoğlunun

dünya hayatından önce ve sonra bir hayatı vardır. Üçüncü hayat ikinci

hayatın ve ikinci hayat da birinci hayatın hükmüne tâbidir.

Şu hâlde dünya hayatında insan, iki hayatın ortasında duruyor

demektir. Geçmiş hayat ve gelecek hayat... Kur'ân ayetlerinin ifadeleri

bu sonucu öngörüyor.

 

Ne var ki, tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, geçmiş hayatı

tanımlayan birinci kısım ayetleri, insanların kabiliyetiyle ilgili bir

tür lisan-i hâl şeklinde yorumlamışlar. Gelecekteki hayatı tanımlayan

ikinci kısım ayetleri ise mecaz ve istiare yollu ifadeler olarak

algılamışlardır. Oysa birçok ayetin açık anlamı bu yaklaşımı reddediyor.

Birinci kısımdan maksat, zerr ve misak âlemiyle ilgili ayetlerdir.

İnşaallah yeri gelince, bunlara değineceğiz.

 

İkinci kısım ayetlere gelince; birçok ayette vurgulandığı gibi,

kıyamet günü insanlar işledikleri amellerin aynısı ile karşılık göreceklerdir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bugün özür dilemeyin.

Çünkü siz ancak yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz."

(Tahrîm, 7) "Sonra herkese kazandığı eksiksizce verilecek." (Bakara,

281) "Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 24) "O

zaman meclisini (taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız."

(Alak, 17-18) "O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır;

işlediği her kötülüğü de." (Âl-i İmrân, 30) "Onlar karınlarını ateşten

başka bir şey doldurmuyorlar." (Bakara, 174) "Karınlarına sadece

ateş doldurmaktadırlar." (Nisâ, 10) Bunun gibi daha birçok

ayet vardır.

 

Ömrüme andolsun ki, eğer Allah'ın kitabında "Andolsun, sen

bundan gaflet içinde idin. Biz senin gözünden perdeni açtık; bugün

artık gözün keskindir." (Kaf, 22) ayetinden başka konuya işaret

eden ayet olmasaydı, bu bile yeterli olacaktı. Çünkü ancak fiilen

varolan ve bilinen bir şeyden gaflet içinde olunur. Perdeyi açmak,

ancak perdeli bir şeyin var olması ile mümkündür. Eğer insanın

kıyamet günü göreceği şeyler önceden var olmasaydı, hazır

bekletilmeseydi, insana, "Sen bunlardan gaflet içindeydin. Bunlar

senden gizlenmişti. Bugünse üzerlerindeki perde kaldırılmış ve

senin gafletin giderilmiştir." demek doğru olmazdı.

 

162 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ömrüme andolsun ki, eğer bu anlamlar hiçbir mecaza yer bırakmayacak

son derece net bir ifadeyle dile getirilmek istense,

Kur'ân'ın ifadelerinden daha net bir ifade bulunamaz.

 

Kısacası, yüce Allah'ın sözü iki yönlüdür:

 

1- Sevap ve ceza olarak karşılık görme yönü. Bu noktayı

vurgulayan birçok ayet vardır. Sonuç itibariyle, insanın ileride

karşısına çıkacak cennet ve cehennem gibi hayır ve şerr ancak

onun dünya hayatında işlediği amellerinin karşılığıdır.

 

2- Amellerin somutlaşması yönü. Bu noktaya da işaret eden

çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler gösteriyor ki, ameller ya bizzat

ya da sonuçları itibariyle istenen ya da istenmeyen durumlara,

hayra veya şerre yol açarlar. İşte insanlar her şeyin ortaya çıktığı

günde bunları göreceklerdir. Sakın bu iki yönün birbirlerine ters

düştüğü sanılmasın. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim'in de vurguladığı gibi

gerçekler ancak verilen örneklerle anlaşılabilir.

 

"Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." İfadenin orijinal kökü olan

"fısk" denildiğine göre, Kur'ân-ı Kerim'in kendisine yeni bir anlam

yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Bu ifade, hurmanın kabuğundan

ve zarından çıkması anlamında "fesekati't-temretu"

örneğinden alınmıştır. Nitekim ondan sonra yer alan ifade de bunu

açıklar niteliktedir: "Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin

bir ahit hâline getirdikten sonra bozarlar." Bilindiği gibi, bozma,

ancak bir şeyi önceden onaylama durumu söz konusuysa

gerçekleşebilir. Ayrıca fasıklar "ahirette hüsrana uğrayanlar" olarak

nitelendiriliyorlar. Bir insan sahip olduğu bir şeyde hüsrana uğrar.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayanlar, kıyamet

günü kendilerini ve ailelerini hüsrana uğratanlardır." (Şûrâ, 45)

Onun için, sakın yüce Allah'ın kitabında, mukarrebler, muhlisler,

mütevazılar, salihler, arınmışlar vs.; veya zalimler, fasıklar,

hüsrana uğrayanlar, azgınlar, sapıklar vs. gibi mutlu ve bedbaht

kullarına yakıştırdığı sıfatları, birtakım bayağı nitelikler veya sözün

güzelliği ve çekiciliğini sağlayan öğeler olarak algılamayasın! Aksi

takdirde Allah'ın sözünü kavrama hususunda zihnin karışır, bunları

tek bir değerlendirmeye tâbi tutar, basit bir laf olarak algılarsın.

Oysa bunlar mutluluk ve bedbahtlık yolunda psikolojik gerçekleri

ve manevî makamları ortaya koyan niteliklerdir. Her biri kendi

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 163

 

içinde özel sonuçların başlangıcı, özel ve belirgin hükümlerin kaynağıdır.

Tıpkı, insan ömrünün mertebelerinin, bu mertebelere özgü

özelliklerin ve insandaki güçler ve fizikî niteliklerin her birinin özel

hükümlerin ve sonuçların kaynağı olması gibi. Herhangi bir özelliği

kaynağından ayrı olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Şayet,

yeri geldikçe ayetler üzerinde düşünürsen ve derinine nüfuz

etmeye çalışırsan bu iddialarımızı doğrulayan bulgulara rastlarsın.

 

CEBİR VE SERBESTLİK MESELESİ

 

Bil ki: Yüce Allah'ın saptırmanın fasıklarla ilgili bir durum olduğuna

ilişkin açıklaması, Allah'ın kulların amelleri ve bu amellerin

sonuçları üzerindeki etkinliğinin niteliğini açıklar mahiyettedir.

(Cebir ve serbestlik başlığı altında açıklığa kavuşturulmak istenen

de budur.)

 

Konunun açıklanması: Yüce Allah buyuruyor ki: "Göklerdekilerin

ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır." (Bakara, 284) "Göklerin ve yerin

mülkü O'nundur." (Hadîd, 5) "Mülk O'nundur, hamd O'nundur."

(Teğâ-bun, 1) Bu ve benzeri ayetlerde âlemler üzerinde mutlak malikliğin

O-na ait olduğu vurgulanıyor. Yani; onun malikliğinin hiçbir

sınırı yoktur; bazı yönlerden evrene malik olup da diğer bazı yönlerden

malik olmaması söz konusu değildir. Örneğin bir insanın bir

köleye veya başka bir şeye malik olması gibi değildir. İnsanın malikliği,

akıllılarca onaylanan tasaruflarla sınırlıdır; akıllılarca onaylanmayan

beyinsizce tasarruflar insanın malikliğinin kapsamına

girmez.

 

Allah mutlak malik olduğu gibi aynı şekilde evren de Allah'ın

mutlak mülküdür. Bu mülkiyet, dünyanın bazı şeylerinin bizim

mülkümüz olmasına benzemez. Bizim malikliğimiz eksiktir, malik

olduğumuz şey üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip değiliz.

Söz gelimi, bir merkebe malik olan insan, onu taşıma ve binme işinde

kullanma yetkisine sahiptir. Ama onu durduk yerde susuzluktan

veya açlıktan ya da ateşte yakarak öldürmesi onun yetkisinde

değildir. Akıllılar ona bu hakkı vermezler. Yani insanlık âlemi

içinde geçerli olan bütün maliklikler noksandırlar ve malik olunan

şey üzerinde insana sınırsız değil, kısmi bir tasarruf yetkisi verirler.

 

164 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ama yüce Allah'ın şeyler üzerindeki malikliği bundan farklıdır.

Şeylerin Allah'tan başka bir maliki, bir rabbi yoktur. Hiçbir şey

kendisine yarar ve zarar verme, kendisini öldürme veya diriltme

ya da kendini var etme gücüne sahip değildir. Nesneler üzerinde

akla gelebilecek her türlü tasarruf yetkisi yüce Allah'a aittir. Kulları

ve yarattığı diğer varlıklar üzerinde hangi tasarrufta bulunursa

bulunsun, bundan dolayı bir suçlamaya, bir yergiye veya bir kınamaya

maruz kalmaz. Kulların tasarruflarından bir kısmı, kınanır ve

yerilir; çünkü o tür tasarruflarda bulunma yetkileri yoktur, akıllılar

onlara bu hakkı tanımamışlar.

 

Dolayısıyla söz konusu kişinin tasarrufu sınırlıdır ve aklın tasvip

ettiği alanlara özgüdür. Fakat yüce Allah'ın bütün tasarrufları,

mutlak malikin mutlak mülkü üzerindeki tasarrufudur; bunun için

de hiçbir tasarrufu bir kınama ve bir yermeye konu olmaz. Yüce

Allah, dilediği veya izin verdiği tasarrufların dışında kimsenin O'-

nun mülkünde herhangi bir tasarrufta bulunmayacağını vurgulayarak

bu gerçeği beyan etmiştir. O, sınırlı tasarruf yetkisi tanıdığı

kimseyi sorgular, hesaba çe-ker. Ama kendisi sorgulanmaz, sorumlu

tutulmaz.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onun izni olmadan katında

şefaat edecek kimmiş?" (Bakara, 255) "Onun izni olmadan

hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) "Allah dileseydi bütün insanları

hidayete erdirirdi." (Ra'd, 31) "O dilediğini saptırır ve dilediğini

doğru yola iletir." (Nahl, 93) "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe

siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvîr, 29) "O, yaptığından

sorulmaz; ama onlar, sorulurlar." (Enbiyâ, 23) Buna göre mülkünde

etkin tasarruf yetkisine sahip olan yüce Allah'tır. O'nun dışında hiç

kimsenin böyle bir yetkisi yoktur, O'nun izni ve yetki tanıması hariç.

Bu, O'nun Rabliğinin gereğidir.

 

Sonra görüyoruz ki, yüce Allah kendini kanun koyucu olarak

tanımlıyor ve bu hususta akıllı insanların, insanlık toplumu içinde

yaptıkları değerlendirmelere benzer değerlendirmelerde bulunuyor.

Güzel olanı güzel olarak nitelendirmek, onu övmek ve ona

karşılık şükür etmek ve ayrıca çirkini çirkin olarak nitelendirmek,

onu yermek ve kınamak gibi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 165

 

"Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel!" (Bakara, 271) "Fasıklık ne

kötü bir isimdir." (Hucurât, 11)

 

Yüce Allah, yasamalarında insanların yararları ve zararlarının

göz önünde bulundurulduğuna ve insanın eksikliklerinin giderilmesi

için en uygun ve en tutarlı yolun izlenildiğine dikkat çekmiştir.

Buna örnek olarak sunacağımız ayetler şunlardır: "Sizi yaşatacak

şeylere çağırdığı zaman." (Enfâl, 24) "Eğer bilirseniz sizin için

en iyisi budur." (Saf, 11) "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi

emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder."

(Nahl, 90) "Allah hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28)

Bu hususla ilgili olarak çok sayıda ayet yer alır Kur'ân-ı Kerim'de.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın yasamalarında da

akıllıların toplumdaki yöntemleri esas alınmıştır. Yani, güzel, çirkin,

yararlı, zararlı, emir, yasak, ödül, ceza, övme ve yerme gibi akıllılar

arasında geçerli olan kavramlar ve bu kavramlara dayandırılan

 

"İyi ve güzel olan yapılmalı; kötü ve çirkin olandan kaçınmalı"

gibi hükümler, akıllıların genel hükümlerinin temelini oluşturduğu

gibi, yüce Allah'ın kulları için koyduğu şer'î hükümlerde de

göz önünde bulundurulmuştur. Akıllı insanlar fiillerinin akıllıca

amaç ve maslahatlara dayanması gerektiği noktasında müttefiktirler.

Yasalar, hükümler ve kanunlar koymaları, iyiliğe iyilikle, dilerlerse

kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi öngörmeleri de onların

fiillerinden olup bütün bunların temelinde birtakım maslahatlar

ve geçerli sebepler bulunmalıdır. Öyle ki eğer akıl ürünü herhangi

bir emir veya yasakta toplumun çıkarı ve maslahatı gözetilmemişse,

akıllı insanlar böyle bir emir ve yasağa uymazlar.

Cezalandırma ve ödüllendirmelerde de verilen karşılıkla amelin

hayır ve şer noktasında uyumluluğu ve uygun oranda ve nasıl

uygun düşüyorsa öylece karşılık verilmesi, göz önünde bulundurulur.

Yine akıllı insanların genel yargılarına göre, emir, yasak ve

tüm yasal kurallar zor durumda kalan veya bir şey yapmaya zorlanan

kimseye değil, ancak serbestçe davranabilen kimseye yöneliktirler.

Aynı şekilde iyi veya kötü karşılık, yani sevap ve azap ancak

isteğe bağlı olarak sergilenen amellere göre belirlenir. Ancak,

isteğe bağlılığın kapsamın-dan çıkıp zorlanmışlığın kapsamına

girmek kötü tercihten kaynaklanıyorsa, akıllı insanlar böyle birinin

 

166 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

cezalandırılmasını çirkin bir tutum olarak algılamazlar ve onun

zorlanmışlıkla ilgili olarak anlattığı hikayeye de aldırış etmezler.

Şayet yüce Allah kullarını itaat veya isyana zorlasaydı, itaat

edenin cennetle ödüllendirilmesi gereksizlik ve günah işleyenin de

cehennem azabına çarptırılması zulümden başka bir şey olmayacaktı.

Oysa gereksizlik ve zulüm ise, akıllı insanlarca çirkinliği bilinen

şeylerdir ve yine tercihi gerektirecek bir husus meydanda

yokken, bir şeyden yana tercih koymayı gerektirecekti ki, bunun

da çirkinliği yine akıllılarca bilinmektedir. Çirkin bir tutumda da

bahaneyi kesecek bir gerekçenin varlığı söz konusu değildir. Oysa

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ki, peygamberler geldikten sonra insanların

Allah'a karşı bahaneleri kalmasın." (Nisâ, 165) Bir diğer

ayette de şöyle buyuruyor: "Ki helâk olan, açık delille helâk olsun;

yaşayan da açık delille yaşasın." (Enfâl, 42)

 

Şu ana kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar belirginleşiyor:

 

1- Yasama, fiillerde zorlama esasına dayalı olarak

gerçekleşmez. Yükümlülükler kulların dünya ve ahiret çıkarlarına

uygun olarak belirlenir, onların yapmak veya yapmamak hususunda

tam bir serbestliğe sahip oluşları göz önünde bulundurularak

kendilerine iletilir. Yükümlülük altında olanlar, ancak serbest

iradeleri sonucu işledikleri iyilik veya kötülük üzerine ödüllendirilirler

veya cezalandırılırlar.

 

2- Kur'ân-ı Kerim'de saptırma, kâfirlere karşı hile ve tuzak

kurma, zorbaların azgınlıklarını uzun süreli kılma, şeytanı musallat

etme, onu kimi insanlara dost ve yoldaş etme gibi, yüce Allah'a

izafe edilen fiiller, O'nun kirlerden, noksanlıklardan, çirkinliklerden

ve tiksinti uyandırıcı şeylerden münezzeh olan kutsal sahasına

uygun olabilecek anlamda O'na izafe edilmektedir. Bu anlamların

tümü sonuçta saptırmanın kapsamına girerler, onun şubeleri ve

türleri sayılırlar. Aslında her saptırma da, hatta saptırmanın en ilkel

türü olan aldatma da O'na izafe edilemez, O'nun kutsal sahasına

yakıştırılamaz. Yüce Allah'a izafe edilen saptırma, kötülüğe

kendi isteğiyle yöneleni cezalandırma ve onu kendi başına bırakma

anlamını taşımaktadır.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla birçoğunu saptırır

ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Onunla sadece

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 167

 

fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince Allah da kalplerini

eğriltti." (Saf, 5) "İşte Allah aşırı giden şüpheci kimseleri böyle

saptırır." (Mü'-min, 34)

 

3- İlâhî kazâ, faillerine mensup fiiller olmaları itibariyle değil,

varlık âlemindeki varlıklardan biri olmaları itibariyle kulların fiillerine

taalluk eder. Biraz sonraki açıklamalarda ve kazâ-kader konusu

açıldığı yerde bu hususla ilgili geniş açıklamalarda bulunacağız,

inşaallah.

 

4- Yasama cebir (zorlama) ile bağdaşmadığı gibi tam serbestlikle

de bağdaşmaz. Çünkü efendinin sahip olmadığı bir hususta

kölelerine emir ve yasaklar koyması bir anlam ifade etmez. Kaldı

ki, kulların tam serbestliği, yüce Allah'ın mülkünden bazı kısımların

üzerindeki mutlak egemenlik, sınırsız sahiplik yetkisinden soyutlanması

demektir.

 

HADİSLER IŞIĞINDA CEBİR VE SERBESTLİK MESELESİ

 

Ehlibeyt İmamlarının (selâm üzerlerine olsun): "Ne zorlama

var, ne de tam serbestlik, kullar bu ikisinin ortasında bir yol izleyerek

hareket ederler." dedikleri dilden dile dolaşmaktadır.

 

el-Uyûn adlı eserde, çeşitli kanallardan şöyle rivayet edilir: "Emir-

ül-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.) Sıffin'den dönünce, onun saflarında

savaşa katılmış bulunan yaşlıca bir adam, yanına gidip şöyle

dedi: 'Ey müminlerin emiri, bize haber ver; bu başımıza gelenler

Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca mı oluyor?' Emir'ül-Müminin şöyle

dedi: 'Evet, ey ihtiyar! Allah'a andolsun ki, aştığınız her tümseği,

geçtiğiniz her vadiyi Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca aşarsınız, geçersiniz.'

Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi: Öyleyse katlandığım

zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum."

"Emir'ül-Müminin şöyle dedi: 'Yavaş ol, ihtiyar! Herhâlde sen

kazâyı kesin ve kaderi zorlayıcı sanıyorsun. Eğer öyle olsaydı, sevap,

ceza, emir, nehiy ve azap geçersiz olurdu. Müminlere yönelik

vaat ve kâfirlere yönelik azap tehdidi bir anlam ifade etmezdi. Kötülük

yapan kınanmaz ve iyilik yapan övülmezdi. İyilik yapan kötülük

yapandan daha çok kınanabilirdi. Kötülük yapan iyilik yapandan

daha çok övülebilirdi. Bu tür sözler, putperestlere, Rahman

olan Allah'a karşı çıkanlara ve bu ümmetin Kadercileri ve Mecusi-

 

168 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lerine aittir. Ey ihtiyar, yüce Allah isteğe bağlı olarak yükümlülük

vermiş ve sakındırma amacı ile yasaklama getirmiştir. Az amele

çok ödül vermiştir. Yenik düşürülerek O'na isyan edilmez; zorla da

kendisine itaat edilmez. Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki

canlı-cansız varlıkları boşuna yaratmamıştır. Bu sadece kâfirlerin

kuruntusudur. Cehennem azabı karşısında kâfirlerin vay hâline..."

[c.1, s.114, bab:11, h: 38]

 

Ben derim ki: "Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca..." ifadesinden,

"Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına

yazıyorum." ifadesine kadar ki kısmın üzerinde biraz durmak

istiyorum. İslâm'da üzerinde çokça tartışma çıkmış, eğri-doğru görüşler

ileri sürülmüş en eski meselelerden biri, kelâm meselesi ile

kazâ ve kader meselesidir. O zamanlar kazâ ve kaderin ifade ettiği

anlamı tasavvur ederek şöyle bir sonuca varmışlar: İlâhî irade

öncesizliğiyle âlemde yer alan her şeye taalluk etmiştir. Âlemde

hiçbir şey mümkünlük niteliğiyle var değildir. Tersine, bir şey varsa

zorunlu olarak vardır, demektir. Çünkü ilâhî iradeyle bağlantılıdır

ve yüce Allah'ın istediği şeyin O'nun iradesine ters düşmesi mümkün

değildir. Eğer bir şey yoksa, bu da bir zorunluluktur. Çünkü ilâhî

irade ona taalluk etmemiştir. Aksi takdirde varolurdu.

Bu kural tüm varlıklara uygulanınca, bizim sergilediğimiz isteğe

bağlı fiillerde problemler baş gösterdi. Çünkü, biz her şeyden

önce bu fiillerin varlıklarının veya yokluklarının eşit olarak doğrudan

bize izafe edildiklerini görüyoruz. Bu iki husustan biri kendisine

yönelik tercihten sonra ancak iradenin devreye girişi ile belirginleşir.

Dolayısıyla fiillerimizde herhangi bir zorlama söz konusu

değildir ve bu fiillerin gerçekleşmesi ve varoluşunda irademiz etkin

rol oynamaktadır. Ancak, muradından ayrılması mümkün olmayan

ezelî ilâhî iradenin fiile taalluk edişinin farzı en başta, fiilin

serbestiliğini, ikinci olarak da fiilin meydana gelişinde bizim irademizin

rolünü geçersiz kılıyor. Böyle olunca da bir fiil gerçekleşmeden,

o fiili yerine getirebilecek gücün varlığı bir anlam ifade

etmez. Aynı şekilde, fiilden önce fiili yerine getirecek gücün varlığı

söz konusu olmadığı için sorumluluk vermek de bir anlam ifade

etmez.

 

Özellikle karşı çıkma ve başkaldırma durumları ile ilgili olarak

düşündüğümüzde verilen yükümlülük güç yetirilemez niteliğinde

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 169

 

olur. Yine zorla itaat ettirilen kişiyi sevapla ödüllendirmek de bir

anlam ifade etmez, gereksiz ve çirkin bir tutum olur. Aynı şekilde

zorlama sonucu günah işleyeni cezalandırmak da anlamsız ve çirkin

bir zulüm olur. Bunun gibi daha bir sürü sorun gündeme gelir.

Sözünü ettiğimiz araştırmacılar bütün bu mahzurları kabullenerek,

fiilden önce fiili gerçekleştirecek gücün var olmadığını, güzellik

ve çirkinliğin gerçekliği olmayan iki itibarî kavram olduğunu,

dolayısıyla da ilâhî fiilleri bu kavramlarla bağlantılı olarak değerlendirmemek gerektirdiğini, O'nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu

ve hiçbir fiilin çirkin olarak nitelendirilemeyeceğini, ortada tercihi

gerektirecek bir gerekçe olmadan tercih yapılabileceğini, anlamsız

iradenin, güç yetirilemez nitelikteki yükümlülüğün ve isyana

zorlanan kimsenin cezalandırılmasının hiçbir sakıncası olmadığını

ileri sürmüşlerdir. Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir.

Kısacası, kazâ ve kader İslâm'ın ilk dönemlerinde güzellik,

çirkinlik ve hakkederek karşılık alma kavramlarının ortadan kaldırılışı

anlamında algılanıyordu. Bu yüzden yaşlı adam, başlarına gelenlerin

kazâ ve kader sonucu meydana gelmiş olduğunu duyunca,

çok etkilenmiş ve büyük bir üzüntü içinde; "Öyleyse katlandığım

zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum."

demişti. Yani ilâhî irade bu işe taalluk ettikten sonra benim irade

ve eylemimin hiçbir önemi kalmıyor. Bana kalan yorgunluk ve

zahmetlere katlanmak oluyor. Dolayısıyla yorgunluğumu Allah'ın

hesabına yazıyorum. Çünkü beni bu zahmetlere sokan O'dur.

İhtiyarın bu düşüncesine karşılık olarak İmam Ali (a.s) şöyle

demişti: "Eğer böyle olsaydı, o zaman sevap ve ceza anlamsız olurdu..."

İmam'ın bu sözleri aklın onayladığı ilkeleri içermektedir

ki, yasamalar da bu ilkelere dayanır. İmam sözlerini tamamlarken,

kanıt olarak da şöyle diyor: "Gökler, yer ve ikisinin arasındaki

canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmamışlardır." Çünkü, eğer

seçme özgürlüğünü ortadan kaldıran amaçsız iradeyi doğru kabul

edersek, o zaman amaçsız ve hedefsiz fiilin varlığı da gerçeklik

kazanır. Bu da sonuçta yaratılışın ve varoluşun amaçsız olabileceğini

gündeme getirir. Bu olabilirlik, gereklilikle aynı düzeydedir. Bu

durumda yaratılışın ve varoluşun hiçbir gayesi olmaz. Gökler, yer

ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmış olur-

 

170 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lar. Ahiret de, anlamsızlaşır. Böyle olunca da çok büyük mahzurlarla

karşı karşıya gelinir. Hz. Ali'nin "Yenik düşürülerek O'na isyan

edilmez, zorla da kendisine itaat edilmez" şeklindeki sözünden

maksat, "Günahkâr zorlamanın baskısı altında yenik düşürülerek

günah işlemez ve itaatkâr itaat etme zorunda bırakılarak itaat

etmez." olsa gerektir.

 

et-Tevhit ve el-Uyûn adlı eserlerde belirtildiğine göre, İmam Rıza-

nın (a.s) yanında cebir (zorlama) ve serbestlikten söz açılmış,

İmam şöyle demiştir: "Size, ona bağlı kaldığınız sürece ayrılığa

düşmeyeceğiniz ve kimsenin sizinle baş edemeyeceği bir ilkeyi

bildireyim mi?" Biz, "Nasıl isterseniz!" dedik. Bunun üzerine şöyle

dedi: "Yüce Allah zorla itaat ettirmez, baskı sonucu kimseyi günah

işleme durumunda bırakmaz. Mülkü içinde kullarını ihmal etmez.

Kullarını sahip kıldığı şeylerin de sahibi O'dur. Onlara verdiği güçler

üzerindeki etkin güç O'nundur. Eğer kullar Allah'a itaat etmeye

karar verirlerse, Allah onların önüne geçmez, onları engellemez ve

eğer kullar isyan etme kararındaysalar dilerse onlara engel olur,

dilerse engel olmaz, isyan ederler. Dolayısıyla, onları günaha sokan

yüce Allah değildir." İmam devamla şöyle demiştir: "Kim bu

açıklamayı hakkıyla kavrarsa, karşı çıkanları alt eder." [el-Uyûn, c.1,

s.119, h: 48; et-Tevhid, s.361, h: 7]

 

Ben derim ki: Cebircilerin bu görüşü benimsemelerinin altında,

kazâ ve kader konusu ile ilgili incelemeleri ve buradan kesin

ve kaçınılmaz bir kazâ ve kader anlayışı çıkarmaları yatmaktadır.

Bu inceleme ve bundan elde edilen sonuç doğru olmakla birlikte

söz konusu kişiler, elde ettikleri sonucu pratiğe uyarlama noktasında

yanılgıya düştüler. Gerçeklerle itibarî şeyleri birbirine karıştırdılar.

Zorunlu ile mümkünü ayırt edemediler. Bu meselenin açıklaması

şöyledir: Kesinlikleri varsayılırsa kazâ ve kader olgularının

değerlendirilmesinden çıkan sonuç şudur: Varoluş ve yaratılış

düzeninde eşya gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahiptir.

Şu hâlde, her bir varlık ve her bir durumun ölçü ve sınırları, içinde

bulunacağı tüm tavırlar ve koşullar Allah katında belirlenmiştir.

Bilindiği gibi zorunluluk ve gereklilik nedenin niteliklerindendir.

Bu yüzden bir şey kâmil nedeniyle birlikte düşünüldüğü

zaman, zorunluluk ve gereklilik niteliği ile nitelenmiş olur. Ama

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 171

 

kâmil nedenin dışında neyle düşünülürse düşünülsün ancak

mümkünlük niteliği ile nitelendirilir.

 

Evrensel boyuttaki kazâ ve kader çizgisi, top yekun âlemde

kâmil nedensellik cereyanının akışıdır. Ama bu, bir başka açıdan

ve bir diğer bakışa göre âlemde güç ve mümkünlük hükmünün de

yürürlükte oluşuna ters düşmez. Örneğin insanın kendi iradesi uyarınca

ortaya koyduğu isteğe bağlı bir fiil, varoluşu bakımından

muhtaç olduğu bilgi, irade, gerekli gereçler ve fiilin gerçekleşmesi

için elverişli zamansal ve mekânsal koşullara kıyasla zorunluluk

niteliğini kazanır. İşte, ezelî ilâhî iradenin taalluk ettiği husus da

budur. Fakat, fiilin kâmil nedeninin tüm parçalarına kıyasla zorunluluk

niteliğini kazanmış olması, kâmil nedeninin bazı parçalarına

kıyasla da zorunluluk niteliğini kazanmasını gerektirmez.

Söz gelimi, bir fiil kâmil nedeninin tüm parçalarının içinden

sadece failine kıyas edilirse, mümkünlüğün sınırını aşamaz, gereklilik

sınırına ulaşamaz. Şu hâlde, "kazâ olgusunun genelliği ve

ilâhî iradenin fiile taalluk edişi gücün ortadan kaldırılmasını ve

serbestliğin geçersiz kılınmasını gerektirir" şeklindeki iddia bir anlam

ifade etmez. Çünkü ilâhî irade, tüm varoluşsal özellikleri, nedenlerine

olan bağlantıları ve var olmasında etkili olan koşullarıyla

birlikte bir fiile taalluk eder. Diğer bir ifadeyle, ilâhî iradenin, söz

gelimi Zeyd tarafından sergilenen bir fiile taalluk edişi mutlak değildir.

Tersine, ilâhî irade bu fiilin falanca failden falan zaman ve

mekânda failin isteğine bağlı olarak gerçekleşmesine taalluk etmiştir.

Şu hâlde ilâhî iradenin fiil üzerindeki etkinliği, fiilin isteğe bağlı

(ihtiyarî) olmasını gerektirir. Aksi takdirde, ilâhî iradenin muradından

ayrılması gerekecektir. Öyleyse, fiili zorunlu kılan ilâhî iradenin

etkinliği, fiilin isteğe bağlı olmasını da gerektiriyor. Yani, ilâhî

irade açısından fiilin zorunlu olmasını, fiili işleyen insan iradesi

açısından da mümkün ve ihtiyarî olmasını gerektiriyor. Şu hâlde,

insanın iradesi ilâhî iradeye paralel değil, onun uzantısında yer

almaktadır. Dolayısıyla aralarında bir çekişme söz konusu değildir

ki, ilâhî iradenin etkinliğinden dolayı beşerî irade etkinliğini yitirsin.

 

172 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Görülüyor ki, Cebriye ekolünün hatasının özü, ilâhî iradenin fiile

taalluk edişinin niteliğini kavrayamamaları, birbirlerine paralel

olan iki iradeyle, biri diğerinin uzantısında yer olan iki iradeyi birbirinden

ayırt edememeleri ve yüce Allah'ın iradesinin taalluk etmesinden

dolayı kulun iradesinin etkisizleştiğini zannetmeleridir.

Mutezile ekolü, gerçi kulların fiillerinin isteğe bağlı oluşu ve

bunun diğer gerekleri konusunda Cebriye ekolünden farklı bir anlayış

benimsemişlerdir; ama onların da tuttukları yol Cebriye ekolünün

tutumundan daha az yıkıcı değildir. Mutezile ekolü, ilâhî iradenin

fiillere taalluk etmesinin, isteğe bağlılığı geçersiz kılacağı

hususunda Cebriye ekolünün görüşünü kabul etmişlerdir. Beri tarafta

ise, isteğe bağlı fiillerin ihtiyarî oluşunda ısrar etmişlerdir.

Sonuçta ilâhî iradenin fiillere taalluk edişini reddetmişlerdir. Bu

yüzden fiiller için bir başka yaratıcı öngörmek durumunda kalmışlardır.

Yani insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Fiillerin dışındaki olguların yaratıcısı da yüce Allah olduğuna

göre, Mutezile ekolü, iki yaratıcı olduğunu kabul etme gibi

sapık bir inancı benimseme durumunda kalmıştır. Kısacası Cebriye

ekolünün işlediği düşünsel yanlışlardan daha tehlikelisini, daha

yıkıcısını işlemişlerdir. Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle demiştir: "Kaderiyenin miskinleri Allah'ı adaletle nitelendirelim derken, O'nu gücünden ve egemenliğinden soyutladılar..."

 

Buna bir örnek verecek olursak, köle ile efendisinin durumunu

örnek verebiliriz. Efendi kölelerinden birini cariyelerinden biriyle

evlendirir, sonra ona bir tarla verir, dayalı döşeli bir ev tahsis eder.

Bir insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyabileceği her şeyi belli bir

süre için onun emrine verir. Eğer biz, efendi kölesine bunları vermiş

olmasına, bunları kölenin mülkü etmesine rağmen, "köle bunların

maliki değildir. Köle nere, sahip olmak nere?" dersek, Cebriye'nin

görüşünü yansıtmış oluruz. Eğer biz, "efendi kölesine mal

vermekle, bazı şeyleri onun mülkü kılmakla, onu söz konusu malların

maliki kılar ve kendisi de maliklikten azlolur. Asıl malik söz

konusu köledir." dersek, Mutezile ekolünün görüşünü ifade etmiş

oluruz. Eğer biz, konumlarını, statülerini korumakla birlikte iki

mülkiyeti bir arada bulundursak ve: "Efendinin konumu efendiliktir.

Kölenin konumu da köleliktir. Köle ancak efendinin mülkünün

kapsamında olan bir şeye sahiptir. Efendi aynı zamanda kölenin

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 173

 

sahip olduğu şeyin de sahibidir" dersek, Ehlibeyt İmamlarının ileri

sürdükleri ve aklî kanıtların onayladığı gerçek sözü ifade etmiş oluruz.

 

el-İhticac adlı eserde Abâye b. Rib'î el-Esedî'nin, güç yetirebilmenin

ne anlama geldiğini Emir'ül-Müminin'den sorduğu, onun da

şöyle dediği belirtilir: "Sen bu güce Allah'la birlikte mi sahipsin?

Yoksa ondan ayrı mı?" Abâye b. Rib'î sustu, İmam Ali (a.s), "Söyle,

ey Abâye" dedi. Abâye, "Ne söyleyeyim ey Emir'ül-Müminin?" dedi.

Hz. Emir şöyle dedi: "Ona Allah sayesinde sahibim ve O ben olmadan

ona sahiptir, dersin. Eğer Allah onu sana verdiyse, bu, O'nun

sana yönelik bir bağışıdır. Eğer onu senden aldıysa, bu da, O'nun

sana yönelik bir sınamasıdır. O, seni malik kıldığı şeyin malikidir;

O, seni kadir kıldığı şeye kadirdir..." [c.2, s.255]

 

Ben derim ki: Bu rivayetin ifade ettiği gerçeği az önceki açıklamalarımızda

dile getirdik.

 

Şeyh Müfid'in Şerh'ul-Akâid'inde şöyle deniyor: Rivayete göre

İmam Ali Naki'den (a.s) kulların fiillerini Allah mı yaratır? diye sorulmuş,

o da şöyle demiştir: "Eğer fiillerin yaratıcısı Allah olsaydı,

bunlardan teberri etmezdi, uzak olduğunu bildirmezdi. Oysa yüce

Allah şöyle buyuruyor: "Allah müşriklerden beridir, uzaktır."1 Yaratılmışlardan beri olmak, onların zatlarıyla ilgili değildir, berilik

onların işledikleri şirk ve iğrenç davranışlar için geçerlidir." [s.13]

 

Ben derim ki: Fiillerin iki yönü vardır: 1) Varoluşluk, olguluk

yönü. 2) Faile mensubiyet yönü. Fiillerin itaat, isyan, güzel veya

kötü olarak nitelendirilmelerini sağlayan işte bu ikinci yöndür.

Çünkü meydana gelme ve gerçekleşme açısından nikah adı altında

gerçekleşen cinsel birleşme ile zina arasında bir fark yoktur.

Aradaki tek belirleyici fark, nikah adı altındaki cinsel birleşmenin

Allah'ın emrine uygun olması, buna karşın zinanın bu uygunluktan

yoksun oluşudur. Bir cana karşılık olmak üzere adam öldürmekle,

bir cana karşılık olmaksızın adam öldürmek, terbiye etmek amacıyla

yetimi dövmekle, haksızlık ederek dövmek arasındaki niteliksel

fark da bunun gibidir.

--------

 

1- [Tevbe, 3]

 

174 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Dolayısıyla günahlarla günah olmayan fiillerin farkı, günahların

yapıcı yönünün olmayışı veya ilâhî emre ters düşmesi ya da

toplumsal bir amaç ile bağdaşmayışıdır. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Fiil ise, varlığı

ve olguluğu ile bir "şey"dir. Hz. Ali (a.s), "Allah dışında 'şey' olarak

isimlendirilen her olgu yaratılmıştır..."1 diyor. Bir ayette yüce Allah

şöyle buyuruyor: "O'dur ki, her 'şey'in yaratılışını güzel yaptı."

(Fussilet, 7) Buradan anlaşılıyor ki; her şey "yaratılmış" olduğu gibi

"yaratılmış olması yönünden güzeldir de. Şu hâlde yaratılış ve güzellik

birbirlerini gerektirirler, birlikte bulunurlar ve hiçbir şekilde

birbirlerinden ayrılmazlar.

 

Sonra yüce Allah bazı fiilleri "kötü" olarak nitelendirmiş ve

şöyle buyurmuştur: "Kim iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı

vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır."

(En'âm, 160) Cezalandırma olgusundan söz edilmiş olmasından

anlıyoruz ki, burada insanların işlemiş oldukları günahlar kastediliyor.

Bu şekilde, söz konusu günahların yaratılmışlıkla nitelendirilemeyecek

ademî (yokluksal) kavramlar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Aksi takdirde güzel olarak nitelendirilirlerdi. Yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana

gelen hiçbir musibet yoktur ki biz, onu yaratmadan önce, bir kitapta

olmasın." (Hadid, 22)

 

Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Hiçbir musibet başa

gelmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa onun kalbini

hidayet eder." (Teğâbun, 11) "Başımıza gelen herhangi bir musibet,

kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah birçoğunu

da affeder." (Şûrâ, 30) "Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen

her kötülük de kendindendir." (Nisâ, 79) "Onlara bir iyilik erişirse,

'Bu, senin yüzündendir.' derler. De ki: 'Hepsi Allah tarafındandır.'

Bu topluma ne oluyor ki, hemen hiç söz anlamıyorlar."

(Nisâ, 78)

 

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, insanın başına gelen musibetler,

nisbî kötülüklerdir. Şöyle ki, güven, selamet, sağlık ve zenginlik

gibi yüce Allah'ın nimetlerinden biriyle nimetlenen insan bunlara

sahip olan kişi olarak nitelendiriliyor. Eğer bir felaketin inmesi ve

--------

1- [Usûl-i Kâfi, c.1, s.82, h: 2]

 

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 175

 

musibetin başa gelmesi sonucu bu nimetlerden birini kaybederse,

inen felâket onun açısından "kötü"dür. Çünkü bir şeyin yitirilmesi,

yok olmasını beraberinde getiriyor. Şu halde her musibet Allah'-

tandır ve bu açıdan asla kötü değildir. Sadece insan açısından

nisbî olarak kötü sayılmaktadır. Çünkü musibet sonucu sahip olduğu

bir nimeti kaybetmiştir. Onun için her kötülük yoklukla ilgili

bir durumdur ve kesinlikle bu açıdan yüce Allah'a mensup değildir.

 

Kurb'ul-İsnad adlı eserde Bezentî'nin şöyle dediği rivayet edilir:

İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: "Bizim arkadaşların bir kısmı fiiller

hususunda ilâhî bir zorlamanın olduğuna inanıyor, bir kısmı da insanın

yapabilirliğinin etkin rol oynadığı düşüncesindedir." Bunun

üzerine bana şöyle dedi: "Yaz. Yüce Allah diyor ki: Ey Âdemoğlu,

benim dilememle kendin için dilediğin şeyi dileyebiliyor oldun.

Benim gücüm-le öngördüğüm farzlarımı yerine getirdin. Benim

sana bahşettiğim nimetlerim sayesinde bana karşı günah işleyecek

gücü bulabildin. Seni işiten, gören ve güçlü biri kıldım. Karşına

çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de sendendir.

Çünkü sana iyilik verme hususunda ben senden daha öncelikliyim

ve sana kötülük verme noktasında sen benden daha layıksın.

Çünkü ben yaptığımdan dolayı sorgulanmam, ama onlar sorgulanırlar.

Ben, senin dilediğin her şeyi düzenledim..." [s.155, s. 13]

 

Bu ve benzeri açıklamalar diğer Şiî ve Sünnî kanallardan da

rivayet edilmiştir. Kısacası, günahlar, sadece günah olmaları yönüyle

yüce Allah'a izafe edilmez. Buradan hareketle, bundan öneki

rivayette yer alan "Eğer onları yaratan Allah olsaydı, onlardan

teberri etmezdi... Allah sadece onların şirkleri ve iğrenç tutumlarından

teberri etmiştir." ifadesi daha kolay anlaşılmış olur.

 

et-Tevhid adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) ve İmam

Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dedikleri rivayet edilir: "Yüce Allah

kullarını günahlara zorlayıp sonra da onlara azap etmekten çok

daha merhametlidir ve Allah dilediği şeyin gerçekleşmemesinden

çok daha yücedir." "O zaman zorlama ve kader arasında bir üçüncü

olan mı var?" diye soruldu. "Evet, dediler. Bu alan yerle gök arası

kadar geniştir." [s.360, h: 3]

 

176 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

et-Tevhid adlı eserde Muhammed b. Aclan'ın şöyle dediği rivayet

edilir: "İmam Cafer Sadık'a (a.s), 'Allah her şeyi kullarına mı bırakmıştır?'

diye sordum. O şöyle buyurdu: 'Allah her şeyi kullarına

bırakmayacak kadar yücedir, kerimdir.' 'Peki, Allah kullarını işledikleri

fiillere zorluyor mu?' dedim. 'Yüce Allah bir kulu bir şey

yapmaya zorlayıp sonra da ona azap etmeyecek kadar adildir.'

dedi." [s.361, h: 6]

 

Yine et-Tevhid adlı eserde Mihzem'in şöyle dediği rivayet edilir:

"İmam Cafer Sadık (a.s) bana, 'Geride bıraktığın taraftarlarımızın

üzerinde görüş ayrılığına düştükleri hususları bana haber ver.' dedi.

Dedim ki: 'Cebir ve serbestlik meselesi hakkında farklı görüşleri

savunuyorlar.' 'O zaman sor bana neyi soracaksan!' dedi. 'Allah

kulları günah işlemeye zorlar mı?' dedim. 'Allah onlar üzerinde,

bundan daha kahredicidir.' dedi. 'Onları bütünüyle serbest mi bırakmıştır?'

dedim. 'Allah onlar üzerinde bundan daha güçlüdür.'

dedi. 'Peki bunlardan hangisi doğrudur?' dedim. Bunun üzerine elini

iki veya üç kere çevirdi, sonra şöyle dedi: Eğer bu konuda sana

cevap verecek olursam, küfre girersin." [s.363, h: 11]

 

Ben derim ki: "Allah onlar üzerinde bundan daha kahredicidir."

sözünün anlamı şudur: Zorlama, ancak etkin gücün direncini

kırma amacına yönelik bir baskıdır. Bundan daha kahredicilik ve

daha güçlülük ise, isteğe bağlı fiilin failin irade ve serbestliğine

gölge düşürülmeden veya fail ile âmirin iradeleri çelişmeden gerçekleşmesini

sağlamaktır.

 

et-Tevhid adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet

edilir: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Kim, Allah'ın kötülüğü ve hayâsızlığı

emrettiğini ileri sürerse, hiç kuşkusuz Allah adına yalan

söylemiş olur. Kim hayır ve şerrin Allah'ın iradesinin dışında gerçekleştiğini

iddia ederse, Allah'ı bir kısım egemenliğinden soyutlamış

olur." [s.359, h: 2]

 

et-Tarâif adlı eserde, Haccac b. Yusuf'un Hasan el-Basrî'ye,

Amr b. Ubeyd'e, Vasıl b. Ata'ya ve Âmir b. Şa'bî'ye birer mektup

göndererek kazâ ve kader meselesi hakkında bildiklerini ve bu

hususla ilgili olarak bugüne kadar duyduklarını kendisine bildirmelerini

istediği rivayet edilir. Hasan el-Basrî şu cevabı verir: "Bu

mesele ile ilgili olarak bugüne kadar duyduğum en güzel söz

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 177

 

Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talib'in (a.s) şu sözüdür: "Aklın mı seni

nehyediyor sandın? Aklın sadece seni alçaltır ve yüceltir ve Allah

bundan beridir." Amr b. Ubeyd'in cevap mektubunda ise şunlar

yazılıydı: "Bugüne kadar, bu mesele ile ilgili olarak duyduğum en

güzel söz Ali b. Ebu Talib'in (a.s) şu sözüdür: Zorbalığın temelinde

zorlama olsaydı, hakkında kısas uygulanan zorba mazlum sayılırdı."

Vasıl b. Atâ'nın mektubunda ise şunlar yazılıydı: "Kazâ ve kaderle

ilgili olarak duyduğum en güzel söz Emi-r'ül-Müminin Ali b.

Ebi Talib'in şu sözüdür: "Sana yol gösterip sonra da yolunu kapatacağını

mı sandın?" Şa'bi ise mektubunda şunları yaz-mıştı: "Kazâ

ve kader hakkında duyduğum en güzel söz Emir'ül-Mü-minin Ali

b. Ebu Talib'in şu sözleridir: "Dolayısıyla Allah'tan bağışlanma dilediğin

her şey sendendir ve dolayısıyla Allah'a hamdettiğin her

şey O'ndandır." Mektuplar Haccac'a ulaşıp içerikleri üzerinde biraz

düşündükten sonra şöyle dedi: "Bu sözleri berrak bir kaynaktan

almışlardır." [Tarâif'ul-Hikem, s.329]

 

Yine et-Tarâif adlı eserde belirtildiğine göre, bir adam İmam

Cafer Sadık'tan (a.s) kazâ ve kader hakkında bir soru sormuş, o

da şöyle cevap vermiştir: "Bir kulu dolayısıyla kınayabileceğin her

davranış ondandır, dolayısıyla kınayamadığın şeyler de Allah'tandır.

Allah kuluna, 'Niçin günah işledin? Niçin yoldan çıktın? Niçin

şarap içtin? Niçin zina ettin?' der. Çünkü bunlar kulun fiilleridirler.

Ama, 'Niye hastalandın? Niye kısa boylu oldun? Niye beyaz oldun?

Veya Niye siyah oldun?' demez. Çünkü bunlar Allah'ın fiilleridirler."

[s.340]

 

Nehc'ül-Belâğa'da belirtildiğine göre, İmam Ali'ye (a.s) tevhidin

ve adaletin ne anlama geldiği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:

"Tevhit, O'nun hakkında zan beslememendir. Adalet ise, O'nu

suçlamamandır." [Kısa sözler: 470]

 

Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz rivayetlerin benzerleri oldukça

fazladır. Ancak bizim aktardıklarımız, değinmediğimiz rivayet-

lerin içeriklerini içermektedir. Eğer şimdiye kadar sunduğumuz

rivayetler üzerinde etraflıca düşünecek olursan, bu rivayetlerin çeşitli

yön-lerden konuya ilişkin kanıtlar içerdiğini görürsün.

Bunların bir kısmında emir, nehiy, ceza, sevap ve benzeri hususlarından

yola çıkarak ne cebir, ne tevfiz (başıboşluk) olmaksızın

serbestliğin söz konusu olduğu kanıtlanmıştır. Emir'ül-Müminin

 

178 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ali b. Ebu Talib'in yaşlı adama verdiği cevapta bu husus vurgulanıyor.

Söz konusu açıklama, yüce Allah'ın sözünden çıkardığımız

sonuçla da uyuşuyor. Bir kısmında; ne cebri ne de tefvizi (başıboşluk)

doğrulamayan Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadelerle konu kanıtlanmıştır.

Yüce Allah'ın şu sözü gibi: "Göklerin ve yerin mülkü

Allah'ındır." (Mâide, 18) "Senin Rabbin kullara zulmedici değildir."

(Fussilet, 46) "De ki: Al-lah, hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28)

 

Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Bir fiil bizim açımızdan

hayâsızlık veya zulüm olarak nitelendirilebilir; ama aynı fiil Allah'a

izafe edilince hayâsızlık veya zulüm olarak nitelendirilemez.

Çünkü yüce Allah'tan hayâsızlık veya zulüm vuku bulmaz. Ne var

ki, ayetin giriş kısmı özel işaretiyle bu anlamı reddeder özelliktedir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bir hayâsızlık işledikleri zaman:

"Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti"

derler. De ki: Allah hayâsızlığı emretmez." ayette "Allah bunu bize

emretti" denip ardından da hemen "Allah hayâsızlığı emretmez."

buyurulması, nefy-edilen hayâsızlıkla anlatılmak istenen şey "bunu"

sözcüğüyle işaret edilen şeyin aynısıdır. Dolayısıyla o "şey", ister

Allah'a izafe edilince hayâsızlık olarak nitelendirilsin, ister nitelendirilmesin

Allah'ın emretmeyeceği bir şeydir.

 

Bir diğer kısmında; Allah'ın sıfatları yöntemiyle konuya

yaklaşılmıştır. Şöyle ki; yüce Allah en güzel isimlere sahiptir. En

yüce sıfatlar O'nundur. Zorlama veya başıboşluk söz konusu

olursa, bu sıfatlar ve isimlerin bir kısmı doğru olmaz. Çünkü yüce

Allah kahredicidir, her şeye güç yetirendir, kerimdir, rahimdir. Her

şeyin varlığı O'ndan olmadığı sürece bu sıfatların anlamı

pekişmez, kesinlik kazanmaz. Aynı şekilde bu niteliklerin gerçekten

O'na ait olması için, eksiklik ve bozuklukların O'na dönük

olmaması, O'nun kutsal katının bunlardan münezzeh olması

gerekir. Nitekim et-Tevhid adlı eserden aktardığımız rivayetlerde

bu husus vurgulanıyor. Bir kısmında da cebir veya tefviz (başıboşluk) söz konusu olsaydı, bağışlanma dileme, kınama gibi şeylerin anlamsız olacağı

vurgulanarak meselede hak görüş kanıtlanmak istenmiştir. Şöyle

ki; eğer günah kuldan kaynaklanan bir davranış olmasaydı, onun

bağışlanma dilemesi bir anlam ifade etmezdi. Eğer fiillerin tümü

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 179

 

Allah'tan olsaydı, o zaman fiiller arasında kınanma veya kınanmama

açısından bir fark olmazdı. Hâlbuki realite bunun aksidir.

Bu arada saptırma, mühürleme, azdırma gibi anlamların yüce

Allah'a izafe edilince ne anlamlar ifade ettiğini açıklayan rivayetler

de vardır.

 

Örneğin el-Uyûn adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) yüce Allah'ın,

"Onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir." sözü

ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yaratıklarda olduğu gibi

yüce Allah 'terketmek'le, 'bırakıvermek'le nitelendirilemez. Ancak

O, kullarının küfürden ve sapıklıktan dönmeyeceklerini bilince, onlara

yönelik yardımını ve lütfunu keser. Onları kendi tercihleriyle

baş başa bırakır." [c.1, s.101, bab: 11]

 

Yine el-Uyûn adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği anlatılır:

"Allah onların kalplerini mühürlemiştir." Mühürleme, kâfirliklerinde

ısrar etmelerinden dolayı, kâfirlerin kalplerinin algılama

yeteneklerinin devre dışı bırakılmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Tersine, kâfirliklerinden dolayı, Allah o kalplerin üzerini

mühürlemiştir. Artık çok azı hariç, onlar inanmazlar."1 [c.1,

s.101, bab: 11]

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Sadık'ın (a.s) "Allah...

çekinmez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah'ın

bu sözü Allah'ın kullarını saptırdığını, sonra da sapıklıklarından

dolayı onları azaba çarptırdığını ileri sürenlerin, iddialarını çürütmektedir."

Bu ayetin açıklamasına daha önce yer verildi.

 

CEBİR VE SERBESTLİKLE İLGİLİ FELSEFÎ İNCELEME

 

Hiç kuşkusuz, dış âlemde türler olarak nitelendirdiğimiz şeyler,

türsel fiiller gerçekleştiren, türsel eserler bırakan olgulardır.

Gerçek şu ki biz türlerin varlıklarını, onların başkalarından tür olarak

farklı oluşlarını, ancak eserleri ve fiilleri aracılığı ile anlayabilmekteyiz.

Bu durum, onlardan duyu organlarımız aracılığı ile türlü

fiilleri gözlemlemek, başkalarından farklı eserleri algılamak şek-

---------

 

1- [Nisâ, 155]

 

180 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

linde olur. Duyu organları, gözlemlenen eserlerin ötesinde herhangi

bir gerçeği algılayamamaktalar.

 

Sonra burhan ve kanıtlama aracılığı ile, söz konusu eserlerin

meydana getirici nedenlerini ve oluştukları platformu belirleriz.

Sonra bu nedenler ve platformların, yani türlerin farklı olduklarına

karar veririz. Çünkü onlardan gözlemlediğimiz eserler ve fiiller

farklıdır. Örneğin, insanların ve diğer canlı türlerinin ortaya koydukları

eserlerde gözlemlenen farklılık, şöyle şöyle adlandırılan,

şu şu eserleri ve fiilleri sergileyen değişik türlerin varolduğuna karar

vermeyi bir zorunluluk hâline getirir.

 

Aynı şekilde arzular ve fiiller arasındaki farklılığı da ancak oluştukları

platformları veya özellikleri aracılığı ile belirleyebiliyoruz.

Konumu ne olursa olsun bütün fiiller, en başta iki kısma ayrılırlar.

 

a) Meydana gelişinde bilginin herhangi bir müdahalesi söz konusu

olmayan doğadan kaynaklanan fiiller. Büyüyüp gelişme ve

beslenme (bitkiler için) ve çeşitli hareketler (cisimler için) bu tür fiillerdendir.

 

Sağlık, hastalık ve benzeri şeyler de bu kapsama girerler.

Bu fiiller bizim tarafımızdan biliniyor olsalar da ve bizimle birlikte

varolsalar da, bilginin onlara yönelik taalluku, varoluşları ve

sergilenişleri üzerinde hiçbir etkinlik sağlayamaz. Bu tür fiiller bütünüyle

doğal faillerine dayanırlar.

 

b) Bilginin, meydana gelişleri üzerinde etkin rol oynadığı, failden

bilinçli olarak kaynaklanan fiiller. İnsan ve öteki bilinçli canlıların

isteğe bağlı olarak sergiledikleri fiiller gibi. Bu tür fiilleri, faili,

bilgisinin taalluk etmesiyle, kendi tanımlamasıyla ve ayırt etmesiyle

gerçekleştirir. Bu konudaki bilgi, fiilin belirginleşmesini ve

başka fiillerden ayırt edilmesini sağlar. Bu ayırt etme ve belirginleştirme,

fail için kemal sayılacak bir mefhumun bu fiile tatbik edip

etmemesi açısından önem taşımaktadır. Çünkü kim olursa olsun

bir fail bir fiili ancak varlığının kemali ve eksikliğini gidermek

için yapar. Bilgiden kaynaklanan fiil, fail için kemal olan ile olmayan

şeylerin birbirinden ayırt edilmesi bakımından bilgiye muhtaçtır.

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 181

 

Bu noktadan bakınca görüyoruz ki, konuşan insan tarafından

düzenli harfler aracılığı ile ortaya konan sesler gibi özden kaynaklanan

fiiller, aynı şekilde, insanın nefes alıp vermesi gibi doğanın

da müdahalesi ile gerçekleşen fiiller ve aynı şekilde üzüntü, korku

veya bunun gibi bir etkenin sonucu insanın sergileme durumunda

kaldığı refleksler, failin uzun boylu düşünmesini gerektirmemektedir.

Çünkü burada fiil ve faile tatbik eden tek bir bilgi şekli söz

konusudur. Fiili bekleyen başka bir durum yoktur. İster istemez

böyle bir fiil işlenme durumunda kalıyor. Fakat, değişik bilgi şekilleri

olan fiiller böyle değildir.

 

Bu şekillerin bazısında insanın gerçek veya hayalî kemali söz

konusudur. Bazısında ise insanın ne gerçek ne de hayalî kemali

söz konusu değildir. Nitekim acıkmış Zeyd açısından ekmeğin durumu

bundan ibarettir. Ekmek onu doyuran ve açlığını gideren bir

şeydir. Ancak bu ekmek kendinin olabileceği gibi, başka birine de

ait olabilir. Temiz ve sağlıklı olabileceği gibi zehirli, pis ve insanı

tiksindirici de olabilir. İnsanın bu ekmeği yiyeyim mi yemeyeyim

mi diye düşünmesinin nedeni, bu niteliklerin hangisinin ekmeğe

uyarlandığını anlamak istemesidir. Niteliklerden biri kesinlik kazanıp

ötekileri devre dışı kalınca ve failin kemali de onda olunca,

fail hiçbir şekilde bu fiili işlemekten geri durmayacaktır. Birinci kısım

fiilleri "zorunlu fiiller" olarak adlandırıyoruz. Doğanın etkisi

sonucu oluşan fiiller gibi. İkinci tür fiilleri de, "irâdî fiiller" olarak

adlandırıyoruz. Yürümek ve konuşmak gibi.

 

Bilgi ve iradeden kaynaklanan "irâdî fiiller" de ayrıca iki kısma

ayrılır: Çünkü fiilin iki yönünden birini tercih ederek yapıp veya

yapmamak, ya başkalarından etkilenmeksizin failin kendisine dayalıdır.

Yanında bulunan bir ekmeği yemeyi düşünen aç kimse gibi.

Bu adam, ya başkasının malı olduğu ve onun izni olmadan yememesi

gerektiği için onu yememeyi tercih edecek ve yemeyecek

ya da onu yemeyi yeğleyecek ve yiyecektir. Ya da fiilin tercihi ve

belirginleşmesi başka bir şeyin etkisine dayalıdır. Bir zorba tarafından

ölümle veya başka bir şeyle tehdit edilerek herhangi bir fiili

işlemeye zorlanan, dolayısıyla kendi seçimi ve isteği ile belirginleştirmeksizin

söz konusu fiili zorlanarak işleyen kimse gibi.

 

182 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Birinci kısım fiiller, ihtiyarî, yani isteyerek yapılan fiillerdir. İkinci

kısma girenler ise, icbarî, yani zorlama sonucu işlenen fiillerdir.

Şöyle ki; sen iyice düşündüğün zaman görürsün ki, icbarî bir fiili,

gerçi bir zorlayıcının zorlamasına isnat ederiz ve zorlama aracılığı

ile yapma veya yapmama şıklarından birinin imkânsızlaştığını

dolayısıyla fail için tek bir şıkkın kaldığını söyleriz, ancak icbarî fiil

de tıpkı ihtiyarî fiil gibi, ancak zorlanan failin yapmayı yapmamaya

tercih etmesiyle gerçekleşebilir. Zorlayan kimsenin fiilin gerçekleşmesinde

büyük rolü olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü tercihi

zorlayıcının zorlamasına ve tehdidine dayanıyor olsa bile, failin

kendisi yapmayı yapmamaya tercih etmediği sürece fiil

gerçekleşmez. Yozlaşmamış vicdan bunun en büyük tanığıdır.

Böylece anlaşılıyor ki, irâdî fiillerin "ihtiyarî" (isteğe bağlı) ve "icbarî"

(zorlamalı) olmak üzere ikiye bölünmesi, bölünen fiili zat ve

sonuçlar açısından iki farklı türe ayıran gerçek bir bölünme değildir.

Çünkü "iradî fiil" bilgiye dayalı bir tercih ve tayine muhtaçtır ki,

fiilin kaderini belirlesin. Bu da, hem "ihtiyarî" ve hem de "cebrî" fiilde

eşit düzeyde bir gerekliliğe sahiptir. İki fiilden birinde failin

tercihi kendi temennisine, diğerinde bir dış etkene dayanıyor olması,

sonuçların farklılaşmasına yol açan türsel bir farklılığa sebep

olmaz.

 

Nitekim bir duvarın dibinde gölgelenen kimse, duvarın yıkılmak

üzere olduğunu fark edip korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili,

"ihtiyarî fiil" olarak tanımlanır! Ama eğer bir zorba gelir ve "eğer

kalkmazsan duvarı üzerine yıkarım" diye tehdit ederse, o da korkarak

oradan ayrılırsa, bu fiili "icbarî fiil" olarak nitelendirilir. Oysa

iki fiil ve iki tercih arasında temelde bir fark yoktur. Sadece tercihlerden

biri zorbanın iradesine dayanıyor.

 

Eğer desen ki: "İki fiilin birbirlerinden farklı olduklarının anlaşılması

için, ihtiyarî fiilin, meydana gelişi ile fail katındaki bir maslahatla

uyuşmasının bilinmesi yeterlidir. Övgü ve yergi de bu tür

bir fiili izler; sevap ve ceza gibi daha birçok sonuç da bu tür fiiller

için söz konusudur. İcbarî fiilde ise, durum bundan farklıdır. Bu tür

bir fiili yukarıdaki sonuçlardan herhangi birisi izlemez." denecek

olursa buna vereceğim cevap şudur:

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 183

 

Durum söylendiği gibidir, ancak bu sonuçlar, nihai toplumsal

kemale uygun olarak akıllı insanların yaptıkları değerlendirmelerden

ibarettirler. Dolayısıyla bunlar itibarî sonuçlardır, gerçek değil.

Bu yüzden cebir ve ihtiyar meselesi felsefî bir mesele değildir.

Çünkü felsefi meseleler, dış âlemde yer alan varlıkları ve onların

objektif sonuçlarını kapsarlar. Fakat sonuç olarak akıllı insanların

değerlendirmelerinden ibaret olan itibarî kavramlar felsefî bir araştırmaya

tâbi tutulmaz ve aklî kanıtlarla ret veya ispat edilmez.

Şu hâlde felsefî bir araştırmada söz konusu meseleyi başka bir

yöntemle ele alıp şöyle demeliyiz:

 

Hiç kuşkusuz meydana gelen her mümkün bir illete muhtaçtır.

Bu hüküm, kanıt yoluyla sabittir. Aynı şekilde, hiç kuşkusuz bir

"şey" zorunlu olmadıkça var olmaz. Çünkü bir şeyin varlığı herhangi

bir belirleyici tarafından belirlenmediği sürece, o şey eşit bir

şekilde varlığa da, yokluğa da izafe edilir. Dolayısıyla bir şey, bu

eşitlik konumunu korumakla beraber varolamaz. Çünkü bir şey

varolduğu sürece zorunlulukla nitelenmek durumundadır. Bu zorunluluğu

da hiç kuşkusuz illeti tarafından kazanmıştır. Dolayısıyla

varlıklar âlemini bir bütün olarak ele aldığımız zaman, tümü de

varlığı zorunlu olmak üzere birbirine bağlı ardışık halkalardan oluşan

bir zincir gibi görürüz. Bu zincirde varlığı mümkün olarak nitelendirilebilecek tek bir halkaya rastlanmaz.

 

Ayrıca, söz konusu zorunluluk nispeti, dört illet, şartlar ve hazırlayıcılar

gibi malûlün, yalın veya birçok şeyden meydana gelen

bileşik nitelikli tam (eksiksiz) illetine izafe edilmesinden kaynaklanıyor.

Fakat söz konusu malûl illetin bazı parçalarına veya söz

gelimi başka bir şeye izafe edilirse, bu izafe zorunlu olarak mümkünlük

nispeti niteliğini kazanır. Bu durum son derece açıktır. Eğer

bu nispet, zorunluluk niteliğini taşıyor olsaydı, tam (eksiksiz) illete,

tam (eksiksiz) illet olmasıyla beraber ihtiyaç duyulmaz olurdu.

Şu hâlde, içinde yaşadığımız doğaya iki sistem egemendir: Zorunluluk

sistemi ve mümkünlük sistemi. Zorunluluk sistemi, eksiksiz

tam illetlere ve onların malûllerine hakimdir. Bu sistemin

parçaları arasında, kesinlikle ne zat ve ne de zatın fiili açısından

mümkünlük niteliğine sahip bir parçaya rastlanmaz. Mümkünlük

sistemi ise, madde, maddenin alabileceği şekilleri ve madde tara-

 

184 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

fından kabul edilmesi imkân dahilinde olan sonuçları kapsar. Söz

gelimi, insanın ihtiyarî fiillerinden biri ele alınırsa, bu fiil, tam iletine

kıyasla -ki o; insan, ilim, irade, kullanıma elverişli madde, mekân

ve zamanla ilgili şartların gerçekleşmesi ve engellerin ortadan

kaldırılması ve kısaca fiilin var olmak için ihtiyaç duyduğu her

şeydir- gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahip olur. Ama bu fiil

sadece insana izafe edilirse, -ki insan, tam illetin sadece bir parçasıdır-

o zaman mümkünlük niteliğine sahip olur.

 

Kaldı ki, yerinde açıklandığı gibi illete ihtiyaç duyuluyor olmasının

sebebi, varlığın mümkün niteliğine sahip bir varlık olmasıdır.

Yani bağımlı olmasıdır, gerçeklik bakımından kendi başına bir varlık

ifade etmemesidir. Çünkü bağımlılık zinciri sonuçta kendi başına

bağımsız olan bir varlıkla noktalanmazsa, muhtaçlık ve yoksulluk

zinciri öyle devam eder.

 

Buradan hareketle şu sonuçları elde ediyoruz:

 

a) Malûl illetine dayanıyor olmakla, mümkünlük zincirinin son

bulduğu zorunlu illete muhtaç olmaktan kurtulmaz.

 

b) Bu muhtaçlık, var olmak bakımından olduğu için bütün varoluşsal

özelliklerinin, illetleri ile olan bağlantılarının, zaman ve

mekânla ilgili koşullarının korunmuş olmasıyla birlikte söz konusudur.

 

Böylece iki şey açıklık kazanmış oluyor:

 

1- İnsan, diğer tüm doğal olgular ve onların doğal fiilleri düzeyinde

varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayandığı gibi, insanın fiilleri

de varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayalıdırlar. Dolayısıyla Mutezile

ekolünün, "insanın fiilleri varoluşsal olarak Allah'ın iradesine bağlı

değildir" şeklindeki iddialarıyla kaderi inkâr etmeleri temelden

yanlıştır. Bu dayanma, varoluş için kaçınılmaz bir durum olduğu için,

malûlün varoluşsal özellikleri de burada etkin rol oynar.

Şu hâlde her malûl, kendine özgü varoluş sınırları içinde illetine

dayalıdır. Bir insan bireyi de baba, ana, zaman, mekân, şekil,

nicelik, nitelik ve diğer maddî etkenlerden müteşekkil tüm varoluşsal

sınırlarıyla ilk illete dayandığı gibi, insanın fiilleri de tüm varoluşsal

nitelikleriyle birlikte ilk illete dayanır. Örneğin şu fiil ilk illete

ve zorunlu olan iradeye intisap ettiği zaman, bu durum onu,

asıl konumunun dışına çıkarmaz. Söz gelimi, insan iradesinin et-

 

Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 185

 

kinliğini geçersiz kılmaz. Çünkü zorunlu ilâhî irade, ancak irade ve

ihtiyar sonucu insandan sadır olan fiile taalluk eder. Eğer bu fiil,

gerçekleştiği zaman irade dışı ve istem dışı olursa, bu durum yüce

Allah'ın iradesinin gerçekleşmemesi demektir ki, bu da yüce Allah

açısından imkânsızdır. Bu yüzden Cebriye anlayışına sahip

Eş'arîlerin, "İlâhî iradenin isteme bağlı fiillere taalluk edişi irade ve

istemin etkinliğini geçersiz kılar." şeklindeki görüşleri temelden

yanlıştır.

 

Doğruluğunda kuşku olmayan kesin gerçek şudur: İnsanların

fiilleri hem faile ve hem de ilâhî iradeye izafe edilirler ve bu iki

nispetlilik birbirlerini geçersiz kılmazlar. Çünkü bunlar, birbirlerinin

karşısında değil, yanındadırlar.

 

2- Fiiller eksiksiz illetlerine izafe edildikleri gibi (Bu izafe edilişin,

zorunlu olarak eksiksiz illetlerine izafe edilen diğer olgular gibi

zorunlu ve gerekli olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun) eksiksiz illetlerinin

bazı cüzlerine de -insan gibi- izafe edilirler. (Bu izafe edilişin

ise mümkünlük niteliğine sahip olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.)

Şu hâlde zorunlu ve eksiksiz illetinden dolayı herhangi bir fiilin

varoluşsal olarak zorunluluk niteliğine sahip olması, bu fiilin bir

başka açıdan varoluşsal olarak mümkünlük niteliğine sahip olmasına

engel değildir.

 

Öyleyse, önce de söylediğimiz gibi iki türlü nispet vardır ve

bunlar arasında bir çelişki yoktur. Dolayısıyla günümüzde materyalistlerin

ve çağdaş filozofların ortaya attıkları doğa sisteminin

determinizminin evrenselliği ve isteme bağlı fiillerin geçersizliği

şeklindeki teori yanlıştır. Aksine, evrensel sistemin dayanağı olan

gerçek şudur:

 

Olaylar eksiksiz illetleri bakımından zorunlu birer varoluşa sahiptirler.

Ama maddeleri ve illetlerinin parçaları bakımından varoluşları

mümkünlük niteliğine sahiptir. İnsanın fiil ve davranışlarında

da temel ölçü budur. Davranışlarının konumsal dayanağı umut,

terbiye ve eğitim gibi olgulardır. Varlığı zorunlu ve gerekli olan olguları,

terbiye ve eğitime dayandırmak bir anlam ifade etmez. Bu

hususta umuda da dayanılmaz. Ne demek istediğimiz son derece

açıktır.

 

 

186 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 28-29 ......................................................

 

28- Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz. O sizi diriltti,

yine öldürecek, yine diriltecek; sonra O'na döndürüleceksiniz.

 

29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra

göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Burada ikinci kez başa dönülüyor. Yüce Allah surenin giriş bölümünde

bazı açıklamalarda bulunduktan sonra, tümünü özetleyen

şöyle bir ifadeye yer vermişti: "Ey insanlar Rabbinize kulluk

sununuz..." Sonra bir kez daha meseleye dönüyor ve daha ayrıntılı

bir açıklamada bulunuyor: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz" diye başlayan

on iki ayette insan gerçeği, yüce Allah'ın onun özüne yerleştirdiği

kemal özellikleri, varoluşunun kapsamı, bu varlığın geçmek

zorunda olduğu ölüm, hayat, sonra tekrar ölüm, sonra tekrar hayat

ve ardından Allah'a dönüş gibi aşamalar ayrıntılı biçimde açıklanıyor.

Bu ayetlerde yüce Allah'ın insana bahşettiği varoluşsal ve yasal

nitelikli özel bağışlara, lütuflara değiniliyor. Buna göre, insan

ölüydü, Allah onu diriltti, sonra onu öldürecek ve ardından tekrar

diriltip huzuruna götürecektir. Allah yerde olan her şeyi onun için

yaratmıştır. Gökleri ona musahhar etmiştir. Onu yeryüzünde kendi

halifesi olarak görevlendirmiştir. Melekleri ona secde ettirmiştir,

daha önce de babasını cennete yerleştirmişti, ona tövbe kapılarını

açmıştı. Nasıl kulluk sunacağını ve doğru yolu göstermek suretiyle

lütufta bulunmuştu. Bu açıklamalar, ayet-i kerimenin akışıyla da

uyum içindedir: "Allah' ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz,

 

Bakara Sûresi / 28-29 ...................................................... 187

 

O, sizi, diriltti..." Görüldüğü gibi ayetin akışı, kınama ve nimetleri

hatırlatma yönündedir.

 

"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz." Bu ayet içerik olarak

yüce Allah'ın şu sözünü andırıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, bizi

iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik.

Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" (Mü'min, 11) Bu ayet dünya ile

ahiret arasında bir ara dönemin (berzah) varlığına kanıt olarak

gösterilen ayetlerdendir. Çünkü burada iki kez öldürmeden söz ediliyor.

Eğer bunlardan biri insanın dünyadan ayrılışına yol açan

ölümse, bu durumda bu ikinci ölümün tasviri bakımından iki ölüm

arasında bir hayatın kaçınılmazlığı gündeme geliyor ki, bu berzah

âlemidir. Bu da bize göre berzah âlemini ispat için yeterli bir kanıttır.

Bazı rivayetlerde de bu kanıtlamaya rastlamaktayız.

Fakat berzah hayatını inkâr edenler, bu iki ayetin, yani "Nasıl

inkâr edersiniz..." ve "Dediler ki: Ey Rabbimiz" ayetlerinin akışının

bir amaca yönelik olduğunu söylerler. Çünkü her iki ayette de iki

ölümden ve iki hayattan söz ediliyor. Şu hâlde vurguladıkları gerçek

de aynı olmalıdır. Birinci ayette açıkça görülüyor ki, ilk ölüm,

insanın, dünya hayatında kendisine ruh verilmeden önceki hâlidir.

Şu hâlde birinci ölüm ve hayatla dünya hayatından önceki ölüm ve

dünya hayatı kastediliyor. İkinci ölüm ve hayatla da, dünyadaki

ölümle ahiretteki diriliş kastediliyor. İkinci ayetteki aşamalarla da

birinci ayetteki aşamalar kastediliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde

berzah hayatına ilişkin bir işaret yoktur.

 

Ama bu, büyük bir yanılgıdır. Çünkü her iki ayetin akışı farklı

mesajları vurgulamaya yöneliktir. Çünkü birinci ayette bir ölümden,

bir öldürmeden ve iki diriltmeden söz ediliyor. İkinci ayette

ise, iki öldürmeden ve iki diriltmeden bahsediliyor. Bilindiği gibi

ölümün aksine, öldürmenin öncesinde hayatın varlığı kaçınılmazdır.

Hayat olmazsa, öldürme olmaz. Şu hâlde birinci ayette sözü

edilen ilk ölüm, ikinci ayette sözü edilen ilk öldürmeden farlıdır.

Dolayısıyla, "Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin" ifadesindeki

ilk öldürmenin dünya hayatından sonraki öldürme olduğu anlaşılıyor.

Ondan sonraki diriltme ise berzah hayatı içindir. İkinci öldürme

ve diriltme ise ahiretteki diriliş günü içindir. "Siz ölüler idiniz,

sizi dirilttik." ifadesinde ise, dünya hayatından önceki ölüm hâli

 

188 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kastediliyor. Bu ise, öldürmeden ayrı bir durumdur. Burada kast

edilen hayat da dünya hayatıdır. "Sonra O'na döndürüleceksiniz"

ifadesinde ise, "sonra" edatıyla "diriltme" ile "döndürülme" arasında

bir ara dönemin varlığı ifade ediliyor. Bu ifade tarzı, bizim

yaptığımız açıklamayı pekiştirici niteliktedir.

 

"Siz ölüler idiniz." ifadesi insanın varoluşuna ilişkin temel bir

gerçeği dile getiriyor. İnsanın varoluşu, dönüşen, tekâmül eden bir

varoluştur. İnsan değişen ve dönüşen varoluş çizgisini tedricî olarak

geçer. Bu çizgi aşamalara bölünmüş hâldedir. Buna göre, insanoğlu

dünyaya gelmeden, varoluşa adımını atmadan önce ölüydü.

Sonra Allah tarafından diriltildi. Sonra öldürme ve diriltilme olguları

aracılığı ile durumdan duruma dönüşür. Böylece sürüp gider.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve insanı yaratmağa

çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, basbayağı bir

sudan yaratmıştır. Sonra onu düzeltti ve ona kendi ruhundan üfledi."

(Secde, 7-9) "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların

en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'minûn, 14) "Dediler ki: Üzerinize

vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır." (Secde 10-11) "Sizi

ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız."

(Tâhâ, 55)

 

Gördüğün gibi ayetler (yeri gelince daha ayrıntılı bilgi vereceğiz)

insanın yeryüzünün ayrılmaz, koparılmaz bir parçası olduğunu

ifade etmektedirler. Bir varlık olarak yerden çıkmıştır. İnsan, sonra

çeşitli evrelerden geçerek gelişimini tamamlamış ve bir aşamaya

ulaşınca da, orada bambaşka bir yaratığa dönüşmüştür, bambaşka

bir yaratık olmuştur. Bu son ve mükemmel şeklini söz konusu

dönüşümle sağlamıştır. Ardından ölüm meleği gelip insanı bir şekilde

bedeninden ayırıyor, canını alıyor. Sonra Allah'a dönüyor. İşte

insanın varoluş süreci budur.

 

Ayrıca ilâhî plânlama insanı öyle bir kalıba sokmuştur ki, yer

ve gök menşeli tüm varlıklarla irtibata geçebilmekte, hayvanı, bitkisi,

madeni, su ve hava gibi diğer öğeleriyle en basit hücrelisinden

en karmaşık hücrelisine kadar tüm yaratıklarla bağlantı kurabilmektedir.

Aslında doğada yer alan tüm varlıklar böyledir. Her

varlık etkilemek, etkilenmek ve varlığını sürdürebilmek için baş-

 

Bakara Sûresi / 28-29 ...................................................... 189

 

kasıyla irtibata geçmek zorundadır. Yaratılışı bunu gerektirmektedir.

Ancak bu arada insanın manevra alanı ve çalışma kapasitesi

diğerlerinden daha geniş boyutludur. Nasıl mı? Bu donanımsız varlık,

hayatındaki birtakım basit amaçlarına ulaşmak için doğada

yer alan diğer varlıklarla yaklaşmak, uzaklaşmak, bir araya gelmek

ve ayrılmak şeklinde gerçekleşen hareketlerle ortak yöne

sahip olsa da, kavrama ve düşünme yeteneğine sahip olması bakımından

kendine özgü bazı tasarruflarda bulunur ki, bu, öteki

varlıkların gücünü aşar. İnsan bu yeteneği ile çevresindeki olguları,

varlıkları ayırır, birleştirir, bozar ve ıslah eder. İnsanın etkinlik

alanına girmeyen hiçbir varlık yoktur. Kimi zaman, doğada elde

edemediği bir şeyi doğaya öykünerek teknoloji aracılığıyla meydana

getirir. Zaman olur, doğaya doğayla karşı koyar.

 

Kısacası insan her amaç için, her şeyden yararlanır. Bu ilginç

canlı türünün üzerinden geçen bunca zaman, tasarruf alanını genişletmesi

ve bakışlarını daha derine nüfuz edici kılması için ona

destek olmuştur. Çünkü Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkarmak

ve şu sözünün pratikte doğrulanmasını istemiştir: "Göklerde ve

yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi." (Câsiye, 13)

 

"Sonra göğe yöneldi..." (Bakara, 29) Sözün, lütfun tamamlanması

için sağlanan nimetlerin açıklanması amacına yönelik olması gösteriyor

ki, yüce Allah'ın göğe yönelmesi de insan içindir. Gökyüzünün

yedi gök hâlinde düzenlenmesi de onun içindir.

Daha önce anlattıklarımız insanın varoluş süreci olarak izlediği

yolu ortaya koyuyordu. Şimdiki açıklamamız ise, insanın evrensel

boyuttaki tasarruf alanının sınırlarını belirliyor. Yüce Allah insanlık

âleminden bunları anlatıyor; nereden başladığını ve bu sürecin

nerede noktalanacağını dile getiriyor.

 

Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim insanın dünya hayatının

başlangıcını doğadan alıp zaman zaman onunla irtibatlı olarak

gündeme getiriyorsa da, bu sürecin başlangıcını noksan sıfatlardan

münezzeh olan yüce Allah'la da bağlantılı olarak söz

konusu ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sen hiçbir

şey değilken, daha önce seni de yaratmıştım." (Meryem, 9) "İlkin

var eden, sonra geri çevirip yeniden yaratan O'dur" (Bürûc, 13)

 

190 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Şu hâlde insanoğlu, evren beşiğinde yetiştirilip terbiye edilen,

yaratılış ve varoluş memelerinden beslenen ve çeşitli varoluş aşamalarından

geçen bir yaratıktır. Hayat çizgisinin ölü doğa ile sıkı

bir ilişkisi vardır. Aynı şekilde öz yaratılış ve yoktan var edilme bakımından

da yüce Allah'ın emrine ve sınırsız egemenliğine bağlıdır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'nun emri, birşeyi istedi

mi ona, sadece 'ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) "Biz

bir şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol'

dememizdir; derhâl oluverir." (Nahl, 40) Bu, meselenin başlangıcı

ile ilgili açıklamadır.

 

Dönüş açısından ise, insanın izlediği yol ikiye ayrılır: Mutluluk

ve mutsuzluk yolu. Sonunda insanı yüceler âlemine ulaştırmaya

en elverişli olanı mutluluk yoludur. İnsan bu yolu Rabbine ulaşana

kadar izler. Mutsuzluk yolu ise, menzile uzak düşer ve sonunda insanı

aşağıların aşağısı bir konuma düşürerek âlemlerin Rabbinin

huzuruna çıkarır. Yüce Allah tüm varlıkları çepeçevre kuşatmıştır.

Fatiha suresinde yer alan, "Bizi doğru yola hidayet et." ayetini incelerken

bu hususa ilişkin açıklamalarda bulunmuştuk.

 

İnsanın izlediği yola ilişkin genel bir değerlendirmeydi bu. Onun

dünya hayatından önceki, dünya hayatındaki ve dünya hayatından

sonraki hayatı ile ilgili açıklamalara da yeri geldikçe yer vereceğiz.

Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim bu meseleyi, hidayet, sapıklık,

mutluluk ve mutsuzluk durumlarıyla olan bağlantısı dolayısıyla

gündeme getiriyor. Hedefinin dışında kalan hususları ise, üstü

kapalı olarak geçiyor.

 

"Onları yedi gök olarak düzenledi." İnşaallah "Fussilet" suresinin

ilgili ayetinde "gök" kavramı üzerinde etraflı bir değerlendirme yapıp

ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

 

Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 191

 

30- Hani bir zaman Rabbin, meleklere; "Ben, yeryüzünde bir

halife yaratacağım." demişti. Onlar da: "Orada bozgunculuk yapacak

ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek

tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." dediler. Allah: "Ben sizin

bilmediklerinizi bilirim" dedi.

 

31- Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere

sundu ve "Eğer doğru söylüyorsanız, bunların isimlerini bana

haber verin." dedi.

 

32- Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim

hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz sen, bilensin, hikmet sahibisin."

 

33- (Allah:) "Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver."

dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: "Ben

size, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu

ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Yukarıdaki ayet-i kerimeler insanın yeryüzüne indiriliş gayesini,

yeryüzüne halife olarak atanmasının mahiyetini, bu misyonu-

 

192 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

nun sonuç ve özelliklerini açıklamaktadır. Bu kıssa, Kur'ân-ı Kerim'de

yer alan diğer kıssaların aksine sadece burada gündeme

getirilmiştir.

 

"Hani bir zaman Rabbin... demişti..." İleride yüce Allah'ın "demesinin",

meleklerin "demelerinin" ve şeytanın "demesinin" ne anlam

ifade ettiğini açıklayacağız, inşaallah.

 

"Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?

Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." Görüldüğü

kadarıyla melekler, yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir halife

yaratacağım." sözünden, yeryüzünde bozgunculuğun yaşanacağını

ve kan döküleceğini anlıyorlar. Çünkü yer menşeli maddî varlık,

öfke ve ihtiras güçlerinin bir bileşkesidir. Yaşanılacak yurt da didişme,

sürtüşme yurdudur. Her bakımdan sınırlıdır. Her an çekişmeye

yol açacak niteliktedir. Bileşimleri çözülmeye elverişlidir.

Düzeni ve ıslah edilmiş yanları yeniden bozulabilir, sistemi allak

bullak olabilir. Burada ancak türsel bir hayat sürdürülür. Birleşme

ve dayanışma olmadığı sürece kalıcılık olmaz.

Buradan anladılar ki, yeryüzünde sözü edilen halifelik, ancak

bireylerin bir araya gelmesiyle gerçekleşen toplumsal hayatta söz

konusudur. Böyle bir düzende de bozgunculuk ve kan dökücülük

kaçınılmazdır.

 

Halifelik misyonu ise, tam anlamıyla bu misyonun asıl sahibi

temsil edilmedikçe gerçekleşmez. Yani halife, bu makamın asıl

sahibinin adına yönetme, hükmetme ve düzenleme salahiyetine

sahip olmalıdır. Yeryüzünde temsil edilmek istenen yüce Allah,

varlığı itibariyle en güzel isimlere sahiptir. Güzellik ve yücelikle ilgili

en üstün nitelikler O'nundur. Zatı açısından noksanlıklardan

münezzehtir, fiilleri bakımından kötülükten ve bozgunculuktan

uzaktır, yücedir.

 

Yer menşeli bir halife bu hâliyle Allah'ın halifesi olmaya lâyık

değildir. Her türlü noksanlığı barındıran varlığıyla, noksanlıklardan

münezzeh, her türlü yokluktan beri olan, ilâhî varlığın yerine

halife olamaz. Toprak nerede, sahiplerin sahibi, ortaksız Rab nerede!

Meleklerin sarf ettikleri bu sözler, bilmedikleri hususları öğrenme,

söz konusu halifeyle ilgili olarak içinden çıkamadıkları

meseleleri çözüme kavuşturma amacına yöneliktir. Yoksa her-

 

Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 193

 

hangi bir itiraz veya karşı çık-ma söz konusu değildir. Bunun kanıtı

da yüce Allah'ın onlar adına aktardığı şu ifadedir: "Şüphesiz sen

bilensin, hikmet sahibisin." Cüm-lenin ifade biçiminden meleklerin

teslimiyetçi bir tavır içinde oldukları anlaşılıyor.

Meleklerin sözlerinden çıkan sonuç şudur: Halife tayini, ancak

halifenin, kendisini tayin eden yüce zâtı, tüm noksanlıklardan tenzih

ederek övmesi ve varlığı ile onun kutsiyetini kanıtlaması içindir.

Yer menşeli bir varlık ise, bunu gerçekleştiremez. Tersine bu

konumunu ve işlevini bozgunculuk ve kötülük uğrunda kullanacaktır.

Bu görevlendirmenin amacı, Allah'ı tesbih etmektir, O'nu

noksan sıfatlardan tenzih etmektir. Bu ise, bizim seni tesbih etmemizle,

sana hamd etmemizle, seni noksan sıfatlardan tenzih

etmemizle gerçekleşmiş bulunmaktadır. Öyleyse senin halifelerin

biziz veya bizi kendine halife kıl. Şu yer menşeli hilafetin sana ne

faydası olacaktır? Yüce Allah onların bu değerlendirmelerini şu

sözleriyle cevaplandırıyor: "Dedi ki: 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.'

Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti."

 

Ayetlerin akışından öncelikle şu husus anlaşılıyor: Söz konusu

halifelik, yüce Allah adınadır. Bazı tefsir âlimlerinin ihtimal verdikleri

gibi, insanlardan önce yaşayan bir tür canlı adına değildir bu

halifelik. İddiaya göre bu canlı türü yok olunca yüce Allah insanları

onlara halife kılmak istemiştir. Ama bu doğru değildir. Çünkü yüce

Allah'ın onlara, Âdem'e isimleri öğretmek suretiyle verdiği cevap,

söz konusu iddiayla bağdaşmıyor. Bundan dolayı, hilafet Hz. Âdem'in

(a.s) şahsıyla sınırlı değildir. Bir ayırım gözetilmeksizin tüm

soyu bu görevde ona ortaktır. İsimlerin öğretilmesi, bu bilginin insanın

özüne yerleştirilmesi demektir. Nitekim, bunun etkisi yavaş

yavaş ama kesintisiz olarak kendini belli eder. İlâhî hidayet söz

konusu olursa insan, bu bilgiyi kuvveden fiile geçirebilir.

Halifeliğin tüm insanları kapsadığı yüce Allah'ın şu sözünde de

vurgulanmaktadır: "Hani sizi, Nuh kavminden sonra, halifeler kıldı."

(A'râf, 69) Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Sonra

sizi yeryüzünde halifeler yaptık." (Yûnus, 14) Konuyla ilgili bir diğer

ayet de şudur: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor." (Neml, 62)

Ayetlerin akışından çıkan ikinci sonuç da şudur: Yüce Allah

yeryüzü halifesinin bozgunculuk yapacağını ve kan dökeceğini

reddetmiyor ve meleklerin kendisini tesbih edip noksanlıklardan

 

194 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tenzih ettikleri şeklindeki iddialarını da yalanlamıyor. Ancak yeni

bir şey ortaya koyuyor. Meleklerin kaldıramayacakları bir olgudan

söz ediyor. Ama yer menşeli bu halife bu yükümlülüğü kaldıracak

kapasitededir. O, yüce Allah'tan bir örnek alabilmekte, bir sır taşıyabilmektedir ki, meleklerin buna güçleri yetmez. Bu yeteneğiyle

de bozgunculuk ve kan dökücülük niteliği telafi edilmiş olur.

Yüce Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" şeklindeki sözünü

ikinci kez, "Ben size, 'Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.'

dememiş miydim?" sözüyle değiştiriyor. Bu gaybdan maksat, isimlerdir;

Âdem'in isimlere ilişkin bilgisi değildir. Yani melekler,

kendilerinin bilmedikleri birtakım isimlerin varlığından haberdar

değildiler. Bilgisizlikleri, bu isimleri biliyorlardı da Âdem'in bunları

bildiğini bilmiyorlardı, şeklinde değildi. Aksi takdirde yüce Allah'ın

bu isimleri onlardan sormasının anlamı olmazdı ve "Ey Âdem,

bunlara onların isimlerini haber ver" sözü ile yetinilir; onlar da

Âdem'in de bu isimleri bildiğini anlarlar, mesele bitip giderdi.

Oysa ayette, "Bunların isimlerini bana haber verin" diye meleklere

soru yöneltilmiştir. Bu ifade tarzından anlaşılan o ki; melekler

ha-lifelik misyonuna taliptiler, ama sonunda Hz. Âdem'in bu

iş için seçilmiş olmasını kabul etmek durumunda kaldılar. Çünkü

halifelik misyonunu üstlenecek biri, isimleri bilmek zorundadır. Bu

yüzden yüce Allah, meleklere isimleri soruyor, onlar bilemiyorlar,

ama Âdem biliyor. O zaman Âdem'in halifelik misyonuna lâyık olduğu

ve bu hususta meleklerden daha üstün olduğu ortaya çıkıyor.

Yüce Allah meleklere yukarıdaki soruyu yöneltirken "eğer

doğru söylüyorsanız" şeklinde bir ifade kullanıyor, bu da gösteriyor

ki, melekler isimleri bilmeyi gerektiren bir iddiada bulunmuşlardı,

bir misyona talip olmuşlardı.

 

"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları meleklere sundu."

Buradan anlaşılıyor ki, bu isimler veya isimlerinden söz edilen varlıklar,

akıl sahibi canlı varlıklardı. Bunlar gayb perdesinin altında

bulunuyorlardı ve onların isimlerini bilmek, bizim şu andaki eşyaların

isimlerini bilişimize benzemiyordu. Yoksa, Hz. Âdem'in söz

konusu isimleri meleklere haber vermesi sırasında onlar da bu isimleri

öğrenirler ve bilgi bakımından Âdem'le aynı düzeye gelirlerdi.

Dolayısıyla Hz. Âdem'in meleklere karşı bir üstünlüğü söz konusu

olmazdı.

 

Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 195

 

Çünkü eğer Allah bu isimleri meleklere öğretmiş olsaydı, onlar

da Âdem'in düzeyine gelirler, belki de ondan üstün olurlardı. Bu

durumda da melekleri ikna eden veya gerekçelerini geçersiz kılan

bir durum söz konusu olmazdı. Çünkü, yüce Allah'ın öğretmesiyle

bir adamın birtakım sözcükleri bilmesi, onu Allah'ın emrini eksiksiz

yerine getiren meleklerden üstün kılmaz. Bu bilgi Allah'ın, "Bu

benim halifemdir ve benim katımda meleklerden daha üstün bir

konuma sahiptir." buyurmasına sebep olmaz.

 

Yüce Allah'ın meleklere, "İnsanların ileride duygu ve düşüncelerini

anlatmak, aralarında anlaşmak için kullanacakları kelimeleri

söyleyin; eğer iddianızda veya halifeliğimi istemenizde doğru iseniz!"

buyuracağını düşünemeyiz. Çükü dil bilmenin kemal sayılması,

kalplerin içindeki amaçları bildirmesinden ileri geliyor. Bu

duyguları ifade etmek için meleklerin konuşmaya ihtiyaçları yoktur.

Onlar duyguları, düşünceleri vasıtasız algılarlar. Dolayısıyla onlar

bu hususta konuşmanın da ötesinde bir mükemmelliğe

sahiptirler.

 

Kısacası, Hz. Âdem'in onlara isimleri haber vermesi sonucu

meleklerde oluşan bilgi, yüce Allah'ın isimleri öğretmesi ile Âdem'de

meydana gelen gerçek bilgiden farklıdır. Bu iki bilgiden

sadece biri, melekler ve kapasiteleri açısından mümkündür. Hz.

Âdem, isimleri meleklere haber vermesinden dolayı değil, isimlere

ilişkin gerçek bilgisinden dolayı halifelik misyonunu hakketmişti.

Nitekim melekler cevap niteliğinde şöyle demişlerdi: "Sen yücesin;

bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur."

Böylece bilgi hususunda olumsuz bir konuda olduklarını kabul ediyorlar.

Şimdiye kadar sunduğumuz açıklamalardan çıkan sonuca göre,

söz konusu nesnelerin isimlerini bilmek, onların gerçek mahiyetlerini,

somut varlıklarını bilmek şeklinde olmalıdır. Yani sırf, bir

kavramı ifade etmeye yönelik bir kelimeyi bilmek yeterli değildir.

Şu hâlde söz konusu nesneler, göklerin ve yeryüzünün bilinmezlik

perdesi altında gizli olan birtakım dışsal olgular ve somut varlıklardır.

Bu nesneleri asıl nitelikleriyle bilmek de, ancak yer menşeli

bir varlık için mümkündür; gök menşeli bir melek için değil. Ayrıca

bu bilgi, ilâhî hilafetin bir gereğidir.

 

196 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ifadesinin orijinalinde geçen

"el-esmâ=isimler" kelimesi başına "lâm" getirilmiş bir çoğuldur.

Başında bu şekilde "lam" harfi bulunan çoğullar genellik ifade

ederler. Bunun yanı sıra kelime, "kulleha=tümünü" ifadesiyle de

pekiştirilmiştir. Yani varlıkları ifade için kullanılan tüm isimleri

hiçbir sınırlandırma olmaksızın kapsadığı vurgulanmıştır. Ayrıca,

"Sonra onları meleklere sundu." ifadesi gösteriyor ki, bütün isimler

yani isim tarafından tanımlanan nesneler, hayat ve ilim sahibidirler.

Bununla beraber gayb perdesi, yani göklerin ve yerin

bilinmezlikleri altında gizlidirler.

 

"Gayb" kelimesinin göklere ve yere izafe edilmesi -kimi yerlerde

"min" harf-i cerrinin ifade ettiği "bazı" anlamını ifade etmesi

mümkün olmakla birlikte- burada "lâm" harf-i cerrinin anlamını

ifade etmesi gerekiyor. Çünkü burada amaç yüce Allah'ın gücünün

tümünü, kuşatıcılığını, buna karşılık meleklerin güçsüzlüklerini ve

yetersizliklerini vurgulamaktadır. Bundan çıkan sonuca göre, Hz.

Âdem'in bildiği isimler, gök ve âlemlerine oranla "gayb" sayılan

şeylerdir, evrenin çerçevesinin dışında yer alan olgulardır.

Meselenin bu boyutları, yani isimlerin genelliği, işaret ettikleri

nesnelerin hayat ve bilgi sahibi oluşları, bunların göklerin ve yerin

gaybî olarak nitelendirilişleri üzerinde düşünüldüğünde, bununla

yüce Allah'ın şu sözü arasında kaçınılmaz bir bağlantı olduğu görülecektir:

"Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda

olmasın. Biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)

Burada yüce Allah, "şey" denebilecek her şeyin, katında bir

hazinesinin bulunduğunu, o şeyin orada saklandığını, sürekli olduğunu,

hiç tükenmediğini, herhangi bir sınırla sınırlanmadığını, ölçü

ve sınırın sadece indirme ve yaratma aşamasında söz konusu olduğunu,

bu hazinelerdeki çokluğun, ölçü ve sınırlamayı kaçınılmaz

kılan sayısal bir çokluk olmadığını, sadece mertebe ve derecelerle

ilgili bir çokluğun söz konusu olduğunu bildiriyor. İnşaallah Hicr

suresinde yer alan bu ayeti açıklarken, daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.

Buna göre, yüce Allah'ın meleklere sunduğu isimler, Allah katında

koruma altında olan, gayb perdesinin gerisinde gizli bulunan

yüce varlıklardı. Yüce Allah âlemde olan her ismi, o yüce varlıkla-

 

Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 197

 

rın hayrı ve bereketiyle indirmiştir. Göklerde ve yerde bulunan her

şey bunların nurundan ve göz alıcı aydınlığından türemiştir. Çoklukları,

farklılıkları, bireyler ve kişilerin çokluğuna, değişikliğine

benzemez. Buradaki işlem, mertebeler ve dereceler şeklinde gerçekleşir.

Bunların katından inen bir isim, bu tür bir inişle iner.

 

"Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim."

Bu ikisi, göklerin ve yerin bir parçası olan izafî gaybın kapsamına

girerler. Bu yüzden bundan önce, "Ben göklerin ve yerin

gaybını bilirim." denilmiştir. Amaç gaybın her iki yanını da, yani

gökler ve yer âlemlerinin kapsamının dışındaki gayb ile, bu iki âlemin

kapsamındaki gaybı birlikte ifade etmektir.

 

"içinizde gizlemekte olduğunuzu" ifadesinin orijinalinde

"kitman= gizleme" fiilinin "kuntum" fiiliyle kayıtlandırılarak "gizlemekte

olduğunuz" şeklinde bir ifade kullanılmasından ortada Hz.

Âdem ve onun halife olarak görevlendirilmesi ile ilgili gizlenen bir

hususun varolduğu anlaşılıyor. Bunu yüce Allah'ın bir sonraki ayetteki

şu sözünden de sezinlemek mümkündür: "hepsi secde ettiler.

O ise imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi."

Buradan anlaşıldığı kadarıyla, İblis bundan önce kâfir olmuştu.

Secde etmekten kaçınması daha önce içinde gizlediği şeye dayanıyordu.

Açıklanan bu nüktenin kadrini bilmelisin.

 

Bununla da anlaşılıyor ki, meleklerin secde etmeleri ve İblis'in

secde etmekten kaçınması, yüce Allah'ın, "Ben sizin bilmediklerinizi

bilirim." sözü ile, "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte

oldu-ğunuzu bilirim." sözünün arasında yer alan bir anda

gerçekleşmiştir. Yine bununla, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."

ifadesinden sonra, "Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim." ifadesinin

kullanılmış olmasının sırrı da açıklığa kavuşuyor.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) şöyle

demiştir: "Eğer melekler yeryüzünde bozgunculuk yapan, orada

kan döken kimseler görmemiş olsalardı, 'Orada bozgunculuk yapacak,

kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' şeklindeki bir bilgiye

sahip olmazlardı." [c.1, s.29, h: 4]

 

198 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ben derim ki: Burada, Âdemoğullarından önce yaşanmış bir

döneme işaret edilmiş olabilir. Böyle bir sonuç çıkarmak, meleklerin

bu yargıya, "Ben yeryüzünde halife yaratacağım." sözünden hareketle

vardıkları şeklindeki açıklamamızla da bir çelişki

oluşturmaz. Bilakis bu açıklama göz önünde bulundurulmadan rivayeti

de açıklayamayız. Aksi takdirde meleklerin bu sözleri, İblis'inki gibi kötü ve yerilmiş bir kıyas olur.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de şöyle bir rivayet yer alır: Zürare diyor ki: "İmam

Muhammed Bâkır'ın (a.s) huzuruna çıktım. Bana, 'Yanında

Şia kaynaklarınca aktarılan hadisler var mıdır?' diye sordu. Dedim

ki: 'Yanımda birçok hadis vardır. Bir ateş tutuşturup onları yakmak

istedim.' İmam buyurdu ki: 'Onları sakla, doğru bulmadıklarını unutursun.'

Burada Âdemoğulları hatırımdan geçti. Bunun üzerine

İmam şöyle buyurdu: 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek

birisini mi yaratacaksın?' derlerken, melekler bunu nereden biliyorlardı?'

Zürare dedi ki: 'İmam Sadık (a.s) da Âdem kıssasından

söz açılınca şöyle diyordu: 'Bu hadise, Kaderiye'nin görüşünü red

etmektedir.' Sonra İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: 'Hz. Âdem'in

(a.s) gökyüzünde meleklerden bir dostu vardı. Âdem gökten yere

inince melek yalnızlık hissetmeye başladı. Bunun üzerine durumunu

yüce Allah'a şikâyet etti ve kendisine izin vermesini istedi.

Yüce Allah ona izin verdi, o da yere, Âdem'in yanına indi. Onu bir

çölde oturmuş buluverdi. Âdem onu görünce ellerini başının üzerine

koyup bir çığlık attı.' İmam Sadık (a.s) diyor ki: 'Derler ki, bütün

yaratıklar onun çığlığını duydular. Bunun üzerine melek ona şöyle

dedi: 'Ey Âdem, görüyorum ki, sen Rabbine isyan ettin ve altından

kalkılmaz bir yükün altına girdin. Yüce Allah'ın senin hakkında ne

dediğini ve bizim ona ne cevap verdiğimizi biliyor musun?' Âdem,

'Hayır.' dedi. Melek dedi ki: 'Allah, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Buna karşılık biz de dedik ki: 'Orada bozgunculuk

yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' Allah seni

yeryüzü için yaratmıştır, gökte kalman uygun düşer mi?' İmam

Sadık (a.s) üç defa şöyle dedi: Allah'a andolsun ki, Âdem bu sözle

teselli buldu." [c.1, s.32, h: 9-10]

 

Ben derim ki: Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Hz. Âdem'in yeryüzüne

inmeden önce, içinde yaşadığı cennet gökteydi. Bunu destekleyen

başka rivayetlere de ileride yer vereceğiz.

 

Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 199

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Abbas kanalıyla İmam Sadık'tan

(a.s) şöyle rivayet edilir: Ebu'l-Abbas diyor ki: "Âdem'e isimlerin

tümünü öğretti..." ayetini okuduktan sonra, "Allah Âdem'e ne öğretti?"

diye sordum. İmam Sadık şöyle cevap verdi: "Yerleri, dağları,

dereleri, ovaları." Sonra altındaki sergiye baktı ve "Bu sergi de

yüce Allah'ın, isimlerini Âdem'e öğrettiği şeyler arasında yer alır."

dedi. [c.1, s.32, h: 11]

 

Yine aynı eserde Fudayl b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir:

İmam Sadık'a (a.s), "Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ayetini

okuduktan sonra, "Neler öğretildi?" diye sordum, şöyle cevap verdi:

"Yeryüzündeki vadilerin, bitkilerin, ağaçların ve dağların adını

öğretti." [c.1, s.32, h: 12]

 

Söz konusu tefsirde belirtildiğine göre Davud b. Serhân el-

Attâr şöyle demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.

Sofranın getirilmesini istedi. Yemeğimizi yedikten sonra,

leğen ve ibrik istedi. Bunun üzerine, 'Sana feda olayım. Yüce Allah,

'Âdem'e isimlerin tümünü öğretti.' buyuruyor. Leğen ve ibrik de

Âdem'e öğretilen isimler arasında yer alır mı?' diye sordum. İmam,

'Bütün vadileri ve dereleri öğretti.' dedi." [c.1, s.32, h: 13]

 

el-Meanî adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet

edilir: "Yüce Allah bütün hüccetlerinin isimlerini Âdem'e öğretti,

sonra onların ruhlarını meleklere sundu ve 'Eğer tesbih etmenizden

ve beni noksan sıfatlardan tenzih etmenizden dolayı, yeryüzündeki

halifelik misyonu açısından Âdem'den daha lâyık olduğunuz

şeklindeki iddianızda samimi ve doğru iseniz, bunların adlarını

bana söyleyin.' buyurdu. Bunun üzerine melekler şöyle dediler:

'Seni tenzih ederiz. Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz

yoktur. Şüphesiz sen bilensin ve hikmet sahibisin.' Allah

dedi ki: Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver."

"Âdem, onların isimlerini meleklere haber verince, onların Allah

katındaki yüksek makamlarını öğrendiler. O zaman anladılar

ki, onlar yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaya, Allah'ın insanlar üzerinde

hücceti olmaya kendilerinden daha lâyıktırlar. Sonra onları

meleklerin gözlerinden kaybetti. Kendilerinden onların velâyetini

kabullenerek, sevgilerini besleyerek Allah'a kulluk sunmaya çağırdı.

Ardından onlara şöyle dedi: Ben size, ben göklerin ve yerin

 

200 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte

olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"

 

Ben derim ki: Bundan önceki açıklamalarımıza bir kez daha

göz atılacak olursa, bu rivayetlerin ifade ettikleri anlamlar daha

kolay anlaşılır ve bu rivayetler ile önceki açıklamalar arasında bir

çelişki söz konusu olmadığı görülür. Nitekim daha önce de vurguladığımız

gibi, "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda

olmasın." (Hicr, 21) ayeti, bütün şeylerin gayb hazinelerinde bir varlığa

sahip olduklarını ve oradan inerek burada varolduklarını ortaya

koymaktadır. Varlıklara konulan tüm isimler, aynı zamanda

gayb hazinelerinde yer alan şeylerin de isimleridir. Dolayısıyla, "Allah

gaybının hazinelerinde bulunan şeyleri (ki bu göklerin ve yerin

gaybıdır) Âdem'e öğretti." demekle, "O, Âdem'e her şeyin ismini

öğretti; göklerin ve yerin gaybı budur." demek arasında bir fark

yoktur. Her iki ifade de aynı sonuca dönüktür, her ikisi de aynı kapıya

çıkar.

 

Yaratılışla ilgili bazı rivayetleri burada ele almamız uygun olacaktır.

Bihar'ul-Envar'da Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet

edilir: "Bir gün Resulullah'a (s.a.a) dedim ki: 'Yüce Allah'ın ilk yarattığı

şey nedir?' Şöyle dedi: Ey Câbir, Allah ilk önce senin peygamberinin

nurunu yarattı. Sonra bütün iyilikleri ondan yarattı.

Sonra onu, önünde, Allah'ın dilediği ölçüde bir yakınlığa oturttu.

Sonra onu birkaç kısma ayırdı. Arşı bir kısımdan ve kürsüyü de bir

kısımdan yarattı. Arşı taşıyanlarla, Kürsüyü tutanları bir diğer kısımdan

yarattı."

"Dördüncü kısmı Allah'ın dilediği ölçüde sevgi makamına oturttu.

Sonra bu makamı da kısımlara ayırdı. Kalemi bir kısmından,

levhi bir kısmından, cenneti bir kısmından yarattı; dördüncü

kısmını ise dilediği şekilde korku makamına yerleştirdi. Sonra onu

da parçalara ayırdı, melekleri bir parçadan, güneşi bir parçadan ve

ayı bir parçadan yarattı."

"Sonra dördüncü parçayı Allah'ın dilediği şeyler için umut makamına

yerleştirdi. Sonra onu da parçalara ayırdı. Aklı bir parçasından,

bilgiyi ve hilmi bir parçasından, günahsızlık ve başarıyı da

bir parçasından yarattı. Dördüncü kısmı ise Allah'ın dilediği şeyler

için hayâ makamına yerleştirdi. Sonra ona heybet gözüyle baktı ve

 

Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 201

 

söz konusu nur sızdı. Ondan da yüz yirmi dört bin katre damladı.

Yüce Allah bu damlaların her birinden bir nebinin ve resulün ruhunu

yarattı. Sonra peygamberlerin ruhları soluk alıp vermeye başladılar.

Yüce Allah bu ruhların soluklarından evliyanın, şehitlerin ve

salihlerin ruhlarını yarattı."

 

Ben derim ki: Bu anlamları içeren birçok rivayet vardır. Bunlar

üzerinde sağlıklı bir inceleme yapıldığı zaman, bunların bizim

açıklamalarımızı destekledikleri görülecektir. İleride bu konuya

ilişkin olarak bazı açıklamalara yer vereceğiz. Onun için

tasavvufçuların uydurmaları ve asılsız kuruntularıdır diye, ilim ve

hikmet kaynaklarından gelen bu tür hadisler reddedilmemelidir.

Çünkü yaratılışın bilmediğimiz birçok sırrı vardır.

 

Görüyorsunuz ki, yeryüzünde yaşayan ulusların en seçkin

bilginleri, insan türünün doğup gelişmeye başlamasından bu yana

doğanın sırlarını çözmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor olmasına

rağmen bu hususta attıkları her adımın ardından daha

birçok şeyi bilmediklerinin farkına varıyorlar. Üstelik araştırdıkları

da âlemlerin en dar kapsamlısı ve en önemsizi olan madde âlemidir.

O hâlde madde ötesi uçsuz bucaksız nur âlemleri hakkında

ne düşünülebilir!

 

 

202 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 34 ...........................................................

 

34- Hani bir zaman meleklere, "Âdem'e secde edin." demiştik,

İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise imtina etti ve büyüklük tasladı

ve o kâfirlerden idi.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Daha önceki açıklamalarımızda, "içinizde gizlemekte

olduğunuzu" ifadesinden, önceleri gizli olup da sonra açığa

çıkarılan bir hususun söz konusu olduğuna işaret etmiştik. Bunun,

"imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi." ifadesiyle bir

ilgisi vardır. Çünkü, "o diretti, böbürlendi ve inkâr etti" şeklinde bir

ifade kullanılmıyor. Yine açıklamalarımızdan anlaşılıyor ki secde

olayı, "ben sizin bilmediklerinizi bilirim." sözünün sarf edildiği an

ile "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu

bilirim." sözünün sarf edildiği an arasında gerçekleşmişe benziyor.

Dolayısıyla, "Hani bir zaman meleklere, 'Âdem'e secde edin.'

demiştik." ifadesi, önceki ifadeleri noktalayıp cennet kıssasına

geçişi sağlama amacına yöneliktir. Çünkü daha önce de söylediğimiz

gibi, bu ayetler, insana hilafet misyonunun yüklenmesini,

yaratıklar arasındaki fonksiyonunu, yeryüzüne indirilişini, mutluluk

ve mutsuzluğa yol açan davranışlarını konu ediniyorlar.

 

Dolayısıyla secde kıssasının buradaki en önemli işlevi, ana

hatlarıyla cennet kıssasına ve Âdem'in indirilişi olayına geçişi kolaylaştırmaktır.

 

Olayın etraflıca anlatılmayıp kısaca değinilmesinin

gerisindeki gerekçe bu olsa gerektir. Belki de ifadede üçüncü tekil

kipi yerine, birinci çoğul kipinin kullanılması da bu yüzdendir: "meleklere,

'Âdem'e secde edin.' demiştik." Oysa bundan önce, "Hani

bir zamanlar Rab-bin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.'

demişti." şek-linde bir ifade kullanılmıştı.

 

Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 203

 

Şimdiye kadarki açıklamalardan çıkan sonuca göre, İblis'in bir

eylemi olmasına rağmen, gizleme fiilinin tüm meleklere izafe edilmesi,

söz sanatının bir kuralının gereğidir. Bu kurala göre, bir

topluluğun içinde yer alan, onlardan ayrı olarak değerlendirilmeyen

bir ferdin fiili, içinde bulunduğu topluluğa mal edilir.

Bu ifade tarzı, bir diğer hususu da vurgulamaya yönelik olabilir.

Şöyle ki: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözü ile dile

getirilen "hilafet" misyonunun genelliği, melekleri de kapsıyor olabilir.

Nitekim, meleklere Âdem'e secde etmelerinin emredilmiş

olması da bu anlamı pekiştirir niteliktedir. Bundan dolayı meleklerin

içinde birtakım duygular uyanmış olabilir. Çünkü onlar, yeryüzü

menşeli bir yaratığın her şeyden, hatta onlardan bile üstün olabileceğini

düşünmüyorlardı. İleride de değineceğimiz gibi, elimize

ulaşan bazı rivayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir.

 

"Âdem'e secde edin." Bu ayetten, Allah'ın emrine uymak suretiyle

O'na boyun eğme söz konusu olduğu zaman selâmlama ve

saygı sunma amacıyla Allah'tan başkasına secde etmenin cevazı

anlaşılmaktadır. Bunun bir örneği de Yusuf kıssasında görülmektedir:

"Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye

kapandılar. Yusuf dedi ki: Babacığım, işte bu, önceden gördüğüm

rüyanın te'-vilidir. Rabbim onu gerçek yaptı." (Yûsuf, 100)

Bu konuda Fatiha suresinde de açıkladığımız gibi kısaca şöyle

diyebiliriz: İbadet, kulun kendini, kulluk statüsüne oturtup bunu

kanıtlayacak davranışlar sergilemesidir. Dolayısıyla kulluk kastı

taşıyan bir fiilde efendinin efendiliğini açığa vurma salahiyeti olmalıdır

ya da kulun kulluğunu sergileme kabiliyeti olmalıdır. Efendinin

karşısında secdeye kapanmak, rükua eğilmek, o oturduğu

zaman önünde hazır ol vaziyette ayakta beklemek, yürüdüğü zaman

peşinde yürümek gibi. Bir fiilde söz konusu salahiyet ne kadar

fazla olursa, kulluğu sergileme açısından fiil ve yapılan ibadet

bir o kadar belirginlik kazanır. Bu noktada efendiliğin üstünlüğünü,

buna karşın kulluğun alçaklığını en çarpıcı biçimde somutlaştıran

fiil secdedir. Çünkü secdede yere kapanma ve yüzü yere

sürme gibi bir alçalma pozisyonu söz konusudur.

Ancak biz, "Secde zatî bir ibadettir" şeklindeki iddiaya

katılmıyoruz. Çünkü zatla ilgili olan bir şey, hiçbir zaman ondan

 

204 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ayrılmaz. Ama bu fiil, ibadet kastı ile yüceltme duygusundan başka

bir gerekçeyle de yerine getirilebilir. Alay etmek ve küçümsemek

amacıyla secdeye gitmek gibi. İbadet kastı ile yerine getirilirken

kapsadığı tüm unsurları içinde barındırıyor olmasına rağmen,

böyle bir davranış ibadet niteliğini kazanmaz. Evet, diğer kulluk

kastı taşıyan davranışlara kıyasla ibadet anlamı secde fiilinde daha

belirgindir. Zatî bir ibadet olmadığına göre de, mabutluk Allah-

'a özgüdür, diye zatı hasebiyle Allah'a özgü kılınmış değildir. Eğer

ortada bir engel varsa, bu, şer'î veya aklî bir yasaklamadan dolayıdır.

Şer'an veya aklen yasaklanan şeyse, Rablık niteliğini Allah'-

tan başkasına yakıştırmaktan başka bir şey değildir.

Fakat Rablık niteliğini yakıştırmaksızın Allah'tan başkasına

saygı göstermek, onu yüceltmek, daha doğrusu nezaket kurallarının

gereğini yerine getirmek meselesine gelince, bunun yasak olduğuna

ilişkin bir kanıt yoktur elimizde. Ancak ne var ki, dinin zahirî

amelleri ile içli dışlı olmanın insana kazandırdığı dinsel haz, bu

eylemin (sadece) yüce Allah'a özgü kılınmasını, sırf selâmlaşma

veya saygı sunma amacıyla da olsa bu fiilin Allah'tan başkasına

sunulmamasını öngörmektedir.

 

Ama secde dışında, Allah'ın salih kullarına veya velilerinin kabirlerine

veya eserlerine karşı sevgiden kaynaklanan diğer fiillerin

yasak olduğuna dair ne aklî, ne de naklî bir kanıt yoktur. İnşaallah

yeri gelince bu hususa etraflıca değineceğiz.

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Allah Âdem'i yaratınca meleklere ona secde etmelerini emretti.

Melekler kendi kendilerine, 'Biz, yüce Allah'ın katında bizden

daha büyük değer verdiği bir canlı türünü yaratacağını

sanmıyorduk. Çünkü biz O'nun komşuları ve tüm yaratıklar arasında

O'na en yakın olanlar idik.' Bunun üzerine yüce Allah şöyle

buyurdu: 'Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu

bilirim, dememiş miydim?' Yüce Allah, burada, onların cinlerle

ilgili olarak dışa vurdukları sözlerini ve içlerinde gizledikleri

duygularını kastediyor. Bu yüzden o sözü söyleyen melekler arşa

sığındılar." [c.1, s.33, h: 14]

 

Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 205

 

Yine aynı tefsirde İmam Zeynelabidin'in (a.s) aşağı yukarı benzer

şeyleri söylediği rivayet edilir. Bu rivayette şöyle geçer: "Melekler,

hata işlediklerini anlayınca arşa sığındılar. Ancak bu hatayı

tüm melekler değil, arşın çevresinde bulunan meleklerden bir

grubu işlemiş... Onlar kıyamete kadar arşın çevresine sığınırlar."

[c.1, s.30, h: 7]

 

Ben derim ki: Bu iki rivayetin içeriğini şu ifadeden anlamak

mümkündür: "Biz seni överek tespih ediyor ve seni takdis ediyoruz...

Sen yücesin. Bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz

yoktur."

 

İleride de değineceğimiz gibi "arş" ilimdir. Bu anlamı pekiştiren

Ehlibeyt İmamlarından aktarılan birçok rivayet de mevcuttur.

Buna göre, "kâfirlerden idi." sözü ile insanlardan önce yaratılan İblis'in

soydaşları olan cinler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah bir

ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan,

değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince, onu da daha önce

nüfuz eden çok sıcak ateşten yarattık." (Hicr, 26-27)

Buradan hareketle diyebiliriz ki, gizleme durumunun tüm melekleri

kapsadığını ortaya koymak için fazla zorlamaya gerek yoktur.

Çünkü gizlenen anlam tüm meleklerin gönlünden geçmiş olabilir.

Do-layısıyla bu rivayet ile, gizlenen şeyin, İblis'in kendi içinde

gizlediği Âdem'e boyun eğmekten kaçınma, secdeye varmaya tenezzül

etmeme niyeti olduğu şeklindeki yorum arasında bir çelişki

yoktur ve her ikisi de kastedilmiş olabilir.

 

Kasas'ul-Enbiya adlı eserde Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet

edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Melekler Âdem'e secde ederlerken alınlarını

yere koydular mı?' diye sordum. 'Evet. Bu, yüce Allah'ın

Âdem'e bahşettiği bir onurdu.' dedi."

 

Tuhaf'ul-Ukûl adlı eserde ise, şöyle bir rivayet yer alıyor:

"Meleklerin Âdem'e secde etmeleri, Allah'a yönelik itaatin ve

Âdem'e karşı besledikleri sevginin ifadesiydi."

 

el-İhticac adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın (a.s), atalarından

şu sözleri aktardığı rivayet edilir: "Bir Yahudi, geçmiş peygamberlerin

mucizeleri karşısında, Resulullah'ın (s.a.a) ne tür mucizeler

gösterdiğini Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) sordu. Şöyle

 

206 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dedi: Allah, meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretti.

Söyler misiniz, Muhammed için de bu türden bir şey yaptı mı?"

"Bunun üzerine Ali (a.s) dedi ki: Dediğin gibi oldu. Ne var ki,

yüce Allah'ın meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretmesi,

onların Allah'ı bir yana bırakarak Âdem'e kulluk sundukları

anlamında değildir. Aksine bu, onların Âdem'in üstünlüğünü

ve Allah'ın ona bahşettiği rahmeti kabul ettiklerinin bir ifadesiydi.

Hz. Muhammed'e gelince, bundan daha fazlası ona verilmiştir.

Yüce Allah o sonsuz mülkünde ona salât ediyor, tüm melekler,

ona esenlik diliyorlar. Müminler de ona salât getirmek suretiyle Allah'a

kulluk sunuyorlar. İşte bu, onun daha üstün bir konumda olduğunun

göstergesidir, ey Yahudi..." [c.1, s.314, Necef baskısı]

 

Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: "Yüce Allah Âdem'i yarattı. Âdem

kırk yıl kendisine biçim verilmiş hâlde bekledi. O sırada melun

İblis yanından geçiyor ve 'Önemli bir şey için yaratılmış olmalısın!'

diyordu. O sırada İblis'in içinden şöyle geçti: 'Eğer Allah buna

secde etmemi emrederse, kesinlikle isyan ederim.' Daha sonra

yüce Allah melek-lere, 'Âdem için secdeye kapanın.' buyurunca,

hepsi secdeye kapanırken İblis içindeki kıskançlığı dışa vurdu ve

secde etmeye yanaşmadı."

 

Bihar'ul-Envar'da, peygamberlerin kıssaları ile ilgili olarak İmam

Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İblis'e Âdem için

secdeye kapanması emredildi. Fakat İblis, 'Ya Rabbi, izzetin hakkı

için, eğer Âdem'e secde etmekten beni muaf tutarsan, sana öyle

bir kulluk sunacağım ki, hiç kimse benzeri bir kulluk sunmamıştır.'

dedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Ben istediğim konuda bana

itaat edilmesini severim.' buyurdu."

 

Yine İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: "İblis dört kere acıyla

feryat etmiştir: Birincisi, lânetlendiği gün. İkincisi, yeryüzüne indirildiği

gün. Üçüncüsü, peygamberlerin ardından geçen uzun bir fetret

döneminden sonra Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamber olarak

görevlendirildiği gün. Dördüncüsü, Ümm'ül-Kitab [ana kitap

yani Fâtiha suresi] indirildiği gün."

 

"İki kere de sevinçle çığlık atmıştır: Birincisi, Âdem'in yasak

ağacın meyvesini yediği sırada. İkincisi, Âdem'in cennetten indirildiği

sırada. Ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Böylece

 

Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 207

 

ayıp yerleri kendilerine göründü.' Bundan önce görünmüyordu,

ama artık açıkça görüyorlardı. Âdem'in yaklaşmaması istenen

ağaç da başaktı." [c.11, s.145, h: 14]

 

Ben derim ki: Sayıları oldukça kabarık olan rivayetlerde, bizim

"secde" olayıyla ilgili açıklamalarımız desteklenmektedir.

 

208 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 35-39 ......................................................

 

35- Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğinizi

yerde bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa

zalimlerden olursunuz.

 

36- Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı, onları içinde

bulundukları durumdan çıkardı. Dedik ki: Birbirinize düşman

olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır.

 

37- Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunu üzerine

(Rabbi, rahmetiyle) ona döndü. Şüphesiz O, tövbeyi çok kabul eden

ve esirgeyendir.

 

38- "Hepiniz oradan inin." dedik. Yalnız size benden bir hidayet

geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir

korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

 

39- İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar

orada ebedî kalacaklardır.

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 209

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Dedik ki: Ey Âdem..." Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri olayı

Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde tekrarlanmasına karşın, Hz.

Âdem'in dünya hayatından önceki cennet deneyimi sadece üç

yerde gündeme getiriliyor.

 

Birincisi: Bakara suresinin şu anda tefsirini sunduğumuz ayetin

de.

 

İkincisi: A'râf suresinde. Bu surede yüce Allah kıssayı şu ifadelerle

sunuyor: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğiniz

yerde afiyetle yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa

zalimlerden olursunuz. Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine

göstermek için onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı

değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz

diye sizi bu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size

öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti. Böylece onları aldatarak

aşağı sarkıttı. Ağacı tadınca çirkin yerleri kendilerine göründü

ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeğe

başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan menetmedim

mi? Ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?' Dediler:

'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve

bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Allah

buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir

süreye kadar kalıp geçinmeniz lâzımdır. Orada yaşayacaksınız,

orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız" dedi." (A'râf, 19-

25)

 

Üçüncüsü: Tâhâ suresinde, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun

biz, önceden Âdem'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda

bir kararlılık bulmadık. Meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik.

İblis'in dışında diğerleri secde ettiler. O, ayak diretti. Bunun

üzerine dedik ki: 'Ey Âdem! Bu, senin ve eşinin düşmanıdır.

Sakın sizi cennetten çı-karmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz.

Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen

burada susamayacaksın ve güneşin altında yanmayacaksın da.'

Nihayet şeytan ona fisıldayıp, 'Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve

yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?' dedi. O ağaçtan

yediler. Böylece kendilerine kötü yerleri göründü. Üstlerini cen-

 

210 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

net yaprağıyla örtmeğe başladılar. Âdem Rabbine karşı geldi de

yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti, doğru

yola iletti. Dedi ki: 'Hepiniz oradan inin, birbirinizin düşmanısınız.'

İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime

uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden

yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü

onu kör olarak haşrederiz. 'Rabbim, der, niçin beni kör haşr-ettin,

oysa ben görür idim?' Allah buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim

ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun."

(Tâhâ, 115-126)

 

Ayetlerin akışı, özellikle kıssanın giriş kısmındaki, "Ben yeryüzünde

bir halife yaratacağım." ifadesi gösteriyor ki, Hz. Âdem yeryüzünde

yaşamak ve orada ölmek üzere yaratılmıştı. Onun ve eşinin

cennete yerleştirilmeleri ise, bir denemeydi ki, bu vesileyle

yeryüzüne insinler. Ayrıca Tâhâ suresindeki hitap, "Biz dedik ki: Ey

Âdem..." şeklindedir. A'râf suresinde ise, "Ey Âdem, yerleş..." şeklindedir.

Yani cennet kıssasıyla meleklerin secde etmesi olayı,

peşpeşe gelişen bir kıssaymış gibi, aynı ifade tarzı ile sunulmuştur.

Kısacası, Hz. Âdem (a.s) yeryüzüne yerleşsin diye yaratılmıştı.

Onun yeryüzüne yerleşmesinin yolu da şu aşamalardan geçiyordu:

Halifeliğinin kanıtlanması için, meleklerden üstün olduğu gösterilmeliydi.

Sonra meleklere, ona secde etmeleri emredilmeli;

ardından cennete yerleştirilip yasak ağaca yaklaşmaları yasaklanmalı;

yasağa rağmen o ağaçtan yemeli, bunun sonucunda ayıp

yerleri kendilerine görünmeliydi ki, yeryüzüne inebilsinler. Dolayısıyla

yeryüzüne yerleşme ve dünya hayatını seçme, nihayet ayıp

yerlerinin ortaya çıkışına bağlıydı.

 

Şu ifadeden de anlaşıldığı gibi ayıp yerlerden maksat, cinsel

organlardır: "Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeğe başladılar..."

Cinsellik, hayvanî bir eğilimdir ki, beslenmeyi ve büyüyüp gelişmeyi

gerektirir. Şeytanın tek derdi de onların, ayıp yerlerini ortaya çıkarmaktı.

Gerçi yüce Allah Âdem ve eşini yeryüzünün koşullarına

uygun bir yaratılışta yaratmış, sonra da cennete sokmuştu; ama

onlar yaratıldıktan sonra kendi ayıp yerlerinin farkına varacak ve

dünya hayatının gereksinimlerini kavrayabilecek kadar uzun bir

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 211

 

süre dünyada kalmamış, hemen cennete götürülmüşlerdi. Dolayısıyla

yüce Allah, onları cennete götürdüğü zaman, kavrayışları ruh

ve melekler âleminden henüz tam olarak kopmamıştı.

 

Bunun kanıtı ise, yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kendilerinden örtülüp

gizlenen ayıp yerlerini açığa çıkarmak için." (A'râf, 20) Burada

"Onlara gizli olan" değil, "Onlardan gizletilen" şeklinde bir ifadenin

kullanılmış olması ilgi çekicidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki,

ayıp yerlerinin sürekli olarak gizlenmesi, dünya hayatı açısından

mümkün değildir. Bu olay bir kere gerçekleşmiş ve onu da cennete

yerleştirilme izlemiştir. Şu hâlde, yasak ağacın meyvesini yemekle

birlikte dünya hayatında ayıp yerlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz

bir gereklilikti. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz."

Bir yerde de şöyle buyuruyor: "Onları içinde bulundukları

yerden çıkardı."

 

Ayrıca yüce Allah, tövbe ettikten sonra, onların hatalarını bağışladı;

ama onları cennete geri almadı, tersine, orada yaşasınlar

diye onları yeryüzüne indirdi. Eğer yasak ağacın meyvesinin yenmesi

ve ayıp yerlerinin ortaya çıkması ile birlikte dünya hayatı bir

zorunluluk ve cennete dönüş de bir imkânsızlık niteliğini almasaydı,

hiç kuşkusuz, hatanın bağışlanması ile birlikte cennete geri

dönmeleri gerekirdi.

 

Kısacası, onların cennetten çıkmalarına ve yeryüzüne indirilmelerine

yol açan etken, yasak ağacın meyvesini yemeleri ve ayıp

yerlerinin görünmesiydi. Bu da lânetlenmiş şeytanın vesveseleri

sonucu gerçekleşmişti. Nitekim yüce Allah, Tâhâ suresinde kıssanın

giriş kısmında şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem-

'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık."

Sonra yüce Allah kıssayı ayrıntılı olarak sunuyor.

Acaba bu ahit, Allah'ın şu sözü müdür: "Sakın bu ağaca

yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz." Yoksa şu sözü

müdür: "Bu senin ve eşinin düşmanıdır." Yoksa genelde tüm

insanlardan, özelde de, vurgulu ve pekiştirilmiş şekliyle

peygamberlerden alınan bir söz müdür?

 

Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Şeytan onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı

 

212 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye

sizi şu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt

verenlerdenim.' diye de yemin etti." (A'râf, 20-21) Demek ki onlar,

hata işlerken ve ağaca yaklaşırken, bunun yasaklanmış olduğunu

unutmamışlardı. Oysa söz konusu ahit hususunda yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Fakat o, unuttu. Biz onu kararlılardan bulmadık."

Şu hâlde söz konusu ahit, ağaca yaklaşmanın yasaklığı değildir.

İkinci ihtimale gelince, (söz konusu ahdin şeytana uymaktan

sakındırma olduğu ihtimali) büsbütün uzak bir ihtimal olmasa bile,

ayetlerin zahirî anlamı, bu ihtimali desteklememektedirler.

Çünkü görüldüğü kadarıyla ahit, Hz. Âdem'in (a.s) şahsına özgüdür.

Hâlbuki şeytana karşı uyarılma, hem ona ve hem de eşine

yöneliktir.

 

Dolayısıyla, Tâhâ suresinde ilgili ayetlerin son bölümüyle giriş

kısmının uyumu da göz önünde bulundurularak söz konusu ahdin

genel bir "söz alma" şeklinde olması daha uygun görünüyor. Yüce

Allah şöyle buyuruyor: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman,

kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz.

Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim

var. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz."

Ayetler arasında bir uyarlamaya gidecek olursak, "Kim benim

zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır." ifadesi,

ahdi u-nutma olgusuyla uyuşmaktadır. Gördüğün gibi bu ifade,

Rablık ve kulluk üzerine yapılmış bir ahitleşmeyi içermenin yanı

sıra, İblis'e karşı uyarma anlamındaki bir ahitten daha uygun

düşmektedir. Çünkü, anlam olarak zikirden yüz çevirme ile, İblis'e

uyma arasında fazla bir münasebet yoktur. Ama, Rablık makamı

üzerine söz alma anlamı daha uygundur. Çünkü, Rablık üzerine

söz alma, insanın yüce Allah'ın Rab olduğunu unutmaması anlamını

içeriyor. Yani, her şeyi yönetip düzenleyen hükümdar O'dur.

Yani, insan hiçbir zaman ve hiçbir durumda, Allah'ın mülkü olduğunu,

hiçbir şeyi kendi başına yapamadığını, kendine bir fayda veya

zarar dokunduramadığını, ölüm, hayat ve yeni-den diriliş üzerinde

bir etkinliğinin olmadığını, yani zat, nitelik ve fiil olarak etkin

bir rol oynamadığını aklından çıkarmamalıdır.

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 213

 

Bu anlama uygun düşen, onu karşılayan hata ise, insanın

Rabbinin makamını anmaktan kaçınması ve nefsine yahut da

nefsine hoş gelen geçici ve sınama yurdu olan dünyanın çekici güzelliklerine

yönelerek Rabbinden gafil olmasıdır.

 

Bunun için değişik yönleriyle, farklı taraflarıyla, mümin ile kâfire

aynı oranda yansıyan cihetleriyle dünya hayatının üzerinde irdeleyici

bir gözle düşünüp kavramaya çalıştığın zaman görürsün

ki, hakikat ve öz olarak, mümin ile kâfirin hayatı birbirinden farklıdır.

Biri Allah'ı bilmenin zevkini yaşarken, öteki bu zevkten yoksun

olmanın, bilgisizliğin ıstırabını çeker. Rabbinin makamının bilincinde

olan kimse, kendine ve türlü elemleri ve acılarıyla birlikte

dünya hayatına baktığı zaman, ölüm-hayat, sağlık-hastalık, bollukdarlık,

rahatlık-yorgunluk, var-lık-yokluk, bulmak-yitirmek gibi olguları

gözlemlediğinde, bütün bunların Yüce Rabbinin mülkü olduğunu

görür. Bu mülkün içinde hiç-bir şey, ondan bağımsız değildir.

Her şey, izzet ve celâline yakışır biçimde katında güzellik, iyilik ve

hayırdan başka bir şey olmayan yüce bir zattandır.

Böyle bir anlayışa, böylesine derin bir kavrayışa sahip olan bir

insan etrafına baktığı zaman tiksinti duyacağı bir iğrençlik

görmez. Hiçbir şeyden korkmaz, ürkmez. Sakınılması gereken sakıncalı

bir şey görmez. Tam tersine, gördüğü her şeyi güzel ve sevimli

bulur. Rab-binin tiksinti duymasını, buğzetmesini emrettiği

şeyler hariç. Bu durumda bile o, Allah emrettiği için tiksinir. Allah-

'ın emri doğrultusunda, sevdiğini sever, O'nun emriyle zevk aldığı

şeyden zevk alır. Bir şey O'nun emri gereği çekici gelir kendisine.

Tek meşgalesi var, o da Rabbinin yüceliğidir.

 

Bütün bunların sebebi, her şeyi kayıtsız şartsız Rabbinin mülkü

olarak görmesi, Allah'ın mülkünde, başka hiç kimsenin en ufak

bir payının, bir etkinliğinin bulunmadığını düşünmesinden dolayıdır.

O hâlde, mülk sahibinin, kendi diriltme, öldürme, zarar veya

yarar verme gibi tasarruflarından ona ne?! İşte tertemiz hayat budur.

Burada kesinlikle mutsuzluk söz konusu değildir. Bu hayat

apaydınlıktır, karanlıktan eser bulunmaz. Sevinçtir, coşkudur bu

hayatta; üzüntüye, gama, kedere yer yoktur. Bu hayatta bulmak

vardır, yitirmek yoktur. Bu hayatta yoksulluğa rastlanmaz, herkes

Allah sayesinde zengindir.

 

214 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu mutlu hayatın karşıtı ise, Rabbinin makamının bilincinde

olmayan bedbahtın hayatıdır. Bu miskin adam Rabbinden kopması

sonucu, kendi iç âleminde ve dış âlemde gördüğü her şeyi

kendi başına bağımsızmış gibi görür. Her varlığın kendi başına yarar,

zarar, hayır ve şer dokundurabileceğini sanır. Bu yüzden tüm

hayatı boyunca birtakım zevklerin tükeneceği korkusuyla, birtakım

felâketlerin başına gelebileceği endişesiyle ve kaçırdığı fırsatların

hüznüyle, kaybettiği makamların, malların, oğulların, yardımcıların

ve sevgi beslediği, güvendiği, dayandığı ve önemsediği daha birçok

şeyin hasretiyle yanıp tutuşur.

 

Bir kötülüğe iyice alışıp, onu bir alışkanlık hâline getirince, bu

sefer yeni bir acıya bürünür. Sıkıntılar içinde kıvranarak vicdan azabı

çeker. Boğulur gibi tıknefes olur; ahlarla, vahlarla, yürek sızılarıyla

in-leyen göğsü sıkıntıdan daraldıkça daralır. Göğe doğru çıkıyormuş

gibi olur. İşte yüce Allah, inanmayanları bu şekil bir iğrençliğe

mahkum eder.

 

Bu noktayı kavradığın zaman, anlarsın ki, Allah'la yapılan sözleş-

meyi unutmak, dünya hayatında mutsuzluğa mahkum olmak

demektir. Her iki durumun merciî aynıdır. Dünya hayatındaki mutsuzluk,

Allah-la yapılan sözleşmeyi unutmanın bir sonucudur.

Yüce Allah'ın, tüm dünya halkına yönelik genel bir yükümlülük

içeren şu hitabından çıkan sonuç budur: "İmdi benden size bir hidayet

geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve

mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için

de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak

haşrederiz." (Tâhâ, 124)

Bu surede ise, bunun yerine şöyle bir ifade kullanıyor: "Kim

benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar

üzülmeyeceklerdir."

 

Eğer kavrama yeteneğin körelmemişse, o zaman anlamış olmalısın

ki, söz konusu ağaca yaklaşma dünya hayatının yorgunluğunu

ve mutsuzluğunu gerektiriyordu. Ki bu, insanın dünyada

Rabbini unutmuş hâlde, O'ndan, O'nun yüce makamından gafil

olarak yaşaması de-mekti. Öyle anlaşılıyor ki, Âdem hem ağaçtan

yemek, hem de yaptığı sözleşmeye bağlı kalmak istiyordu. Ama

bu mümkün olmadı, yaptığı sözleşmeyi unuttu ve dünya hayatının

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 215

 

yorgunluğuna mahkûm oldu. Ama sonra tövbe ile bu sıkıntısı giderildi.

"Ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin." İfadenin orijinalinde geçen

"rağad" kelimesi, afiyet ve hoşça geçinme, hayat sürme demektir.

Araplar, "erğad'el-kavmu mevaşiyehum" derler. Yani sürülerini

diledikleri gibi otlasınlar diye serbest bıraktılar. "Kavm'un

rağadun" veya "nisâun rağadun" derler. Bununla, bir topluluğun

veya kadınların rahat ve bolluk içinde bir hayat sürdürdüklerini

vurgulamak isterler.

 

"Ama şu ağaca yaklaşmayın." Öyle anlaşılıyor ki, ağacın meyvesinin

yenmesinin yasaklığı, ona yaklaşmayı yasaklamakla vurgulanmak

isteniyor. Bununla söz konusu yasağın ne kadar önemli

olduğu, aşılmaması gerektiği ifade ediliyor. Yüce Allah'ın şu sözü

bunu pekiştirici niteliktedir: "Ağacı tadınca kötü yerleri kendilerine

göründü." (A'râf, 22)

"O ağaçtan yediler, böylece kendilerine kötü yerleri göründü."

(Tâhâ, 121) Dolayısıyla onların yasağı çiğneyişleri, meyveyi yemekle

somutlaşmıştır. Bu ise, "yaklaşmayınız." ifadesiyle yasaklanan

şeyin "yemek" olduğunu gösteriyor.

 

"Yoksa zalimlerden olursunuz." Ayetin orijinalinde geçen "zalimîn"

kelimesi, "zulm" kökünden gelir. Bazılarının ihtimal dahilinde

gördükleri gibi "karanlık" anlamını ifade eden "zulmet" kökünden

gelmez. Nitekim onlar da suçlarını itiraf ederlerken, "zulüm"

işlediklerini dile getirmişlerdi. Yüce Allah onların bu itiraflarını şu

şekilde aktarıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik.

Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan

oluruz." (A'râf, 23)

Ne var ki, yüce Allah "yoksa zalimlerden olursunuz" ifadesi

yerine, Tâhâ suresinde "fe-teşga" yani "sıkıntıya düşersiniz, yorulursunuz

ve mutsuz olursunuz" ifadesini kullanıyor. İfadenin kökü

olan "eş-şi-ka"nın anlamı, "yorulmak"tır. Sonra "yorulma"yı da şu

şekilde açıklığa kavuşturuyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın,

çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte

yanmayacaksın."

 

Bununla da anlaşılıyor ki, söz konusu zulmün cezası, dünya

hayatında yorulmaktır; açlık, susuzluk, çıplaklık ve meşakkat

 

216 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

çekmektir. Buna göre, Hz. Âdem ve eşinin işledikleri zulüm, kendi

nefislerine karşı işlenmiş bir zulümdü. Günah işleme ve Allah'a

zulmetme anlamında bir suç söz konusu değildi. Yine buradan

anlıyoruz ki, söz konusu yasak, yani "yaklaşmayınız," ifadesi,

"irşadî nehiy" yani doğruyu gösterme, yükümlünün çıkarına ve iyiliğine

olanı gösterme amacına yönelik öğüt nitelikli bir yasaklamaydı,

"mevlevî nehiy" yani teşri nitelikli bir yasaklama değildi.

 

Dolayısıyla Hz. Âdem ve eşi cenneti terk etme durumunda kalmakla

kendilerine karşı bir zulüm işlemişlerdi. Çünkü mevlevî

nehye yani teşri nitelikli bir yasağa karşı gelmenin cezası tövbe

edilirse ve tövbe de kabul görürse kaldırılır. Fakat görülüyor ki, Hz.

Âdem ve eşinin cezası kaldırılmıyor. Tövbe etmiş, tövbeleri kabul

görmüş olmasına rağmen, cennette bulunan önceki yerlerine geri

döndürülmüyor. Eğer onlara getirilen yükümlülük, zorunlu sonuçları

olan bir öğüt nitelikli yol gösterme olmayıp, teşri nitelikli bir

yükümlülük olsaydı, tövbelerinin kabulü ile birlikte önceki yerlerine

dönmeleri de gerekecekti. İnşaallah, ileride bu konuyu daha

ayrıntılı biçimde ele alacağız.

 

"Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı." Bu ve benzeri

ifadelerden, şeytanın onlara yaptığı telkinlerin biz Âdemoğullarına

görünmeksizin yönelttiği vesveselerden farklı bir şey olmadığı anlaşılıyorsa

da, ancak; "Dedik ki: Ey Âdem, bu, senin ve eşinin

düşmanıdır." gibi ifadelerden de yüce Allah'ın, şeytanı onlara göstermiş

ve onu nitelikleriyle değil, şahsen onlara tanıtmış olduğu

anlaşılmaktadır. Yine şeytanın Âdem'e yönelik hitabını aktaran şu

ayet-i kerimeden de aynı şey anlaşılıyor: "Ey Âdem sana sonsuzluk

ağacını göstereyim mi?" İfadede doğrudan bir hitap kullanılmıştır.

Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık

etmektedir.

 

A'râf suresindeki, "Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt

verenlerdenim.' diye yemin etti.' ayeti de bunun gibidir. Ancak

somut olarak var-lığı hissedilen bir kişiden yemin gerçekleşebilir.

Çünkü, yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşımı destekler

mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan

menetmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim

mi?" (A'râf, 22)

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 217

 

Bütün bunlar gösteriyor ki, şeytan onlara görünüyordu, onu

çıplak gözle görebiliyorlardı. Eğer Âdem ve eşi de (selâm üzerlerine

olsun) bizim gibi vesvese anında şeytanı göremez olsalardı, o

zaman şunu söyleme hakkına sahip olurlardı: Rabbimiz, bilemedik.

Onu açıkça göremediğimiz için şeytanın vesveselerini kendi

düşüncemizmiş gibi değerlendirdik. Yoksa bu tavrımızla, onun

vesveselerine karşı bize yönelttiğin uyarılara, karşı çıkmak niyetinde

değildik.

 

Kısacası, Âdem ve eşi şeytanı görüyor ve onu tanıyorlardı.

Allah'ın koruması altında bulunan masûm peygamberler (a.s) de

onu tanıyor ve kendilerine bir vesvese vermeye kalkıştığı zaman

onu görüyorlardı. Bu hususta Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yahya,

Eyyub, İsmail ve Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerlerine olsun)

ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır.

 

Aynı şekilde, yukarıda ayetlerden çıkardığımız sonucu şu ayeti

kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Rabbiniz başka bir sebepten

dolayı değil... sizi bu ağaçtan menetti." (A'râf, 20) Buradan

anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âdem ve eşi, cennette söz konusu ağacın

civarında şeytanla (Allah'ın lâneti üzerine olsun) birlikte bulunuyorlardı,

Şeytan cennete gitmiş, onlara eşlik etmiş ve vesveseleriyle

onları yoldan çıkarmıştı. Burada sözü edilen cennet sonsuzluk

cenneti olmadığı için, şeytanın oraya girmesinde bir sakınca yoktur.

Bunun kanıtı da hep birlikte o cennetten çıkarılmış olmalarıdır.

Yüce Allah'ın İblis'e yönelik şu sözüne gelince, "Öyle ise oradan

in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık oradan."

(A'râf, 13) burada, meleklerin arasından veya gökyüzünden

çıkma kastedilmiş olabilir. Çünkü gökyüzü bir bakıma yakınlık ve

onurlandırma makamıdır.

 

"Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin..." İfadeden anlaşıldığı

kadarıyla hitap, Hz. Âdem, eşi ve İblis'e yöneliktir. A'râf suresinde

ise hitap özel olarak İblis'e yöneltiliyor: "Oradan in, orada büyüklük

taslamak senin haddin değildir." Burada ise, "ininiz" buyuruluyor.

Sanki iki hitap birleştiriliyor gibi. Burada bir de yüce Allah-

'ın Âdem, eşi ve çocukları ile İblis arasında öngördüğü düşmanlığa

 

218 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dikkat çekiliyor ve bunların bir süre yeryüzünde yaşamaları; orada

ölmeleri ve oradan dirilmelerinin öngörüldüğü açıklanıyor.

Âdem'in soyu da onunla aynı hükme tâbidir. Bu yargı şu ifadeden

de anlaşılabilir: "Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan

çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) İleride ele alacağımız şu ayet-i kerimeden

de bu hususu istifade etmek mümkündür: "Sizi yarattıktan

sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, 'Âdem'e secde edin.'

dedik." (A'râf, 11)

 

Hiç kuşkusuz meleklere, "Âdem'e secde edin." emrinin verilmiş

olması, bir anlamda onun yer menşeli bir halife olmasından

dolayıdır. Secde edilen Âdem'di; ama secde hükmü tüm insanlık

için geçerliydi. Kısacası, Hz. Âdem bir temsilci, bir model olarak

secde edilen konumunda bulunuyordu.

 

Belki de yüce Allah, bu kıssayı anlatmak, Hz. Âdem ve eşinin

cennete yerleştirilmelerini, sonra yasak ağacın meyvesini yedikleri

için cennetten indirilişlerini hikâye etmekle, insanların dünya hayatına

inmeden önce, cennette, yüksek ve yaklaştırılmış mekânda,

nimet, sevinç, yakınlık ve aydınlık yurdunda, tertemiz arkadaşlarla,

ruhanî dostlarla ve âlemlerin Rabbinin katında yaşadıkları

mutluluğu ve nail oldukları saygınlığı bir örnekle dile getirmek istemiştir.

Ancak insan, o temiz hayat yerine fani, kokuşmuş ve alçak bir

hayata eğilim göstererek her türlü yorgunluğu, meşakkati, acı ve

ıstırabı seçiyor. Buna rağmen eğer insan, bundan sonra tekrar

Rabbine dönecek olursa, Allah onu yeniden saygınlık ve mutluluk

yurduna döndürecektir. Ama eğer Rabbine dönmez, toprağa bağlanıp

kalırsa, heva ve hevesi doğrultusunda hareket ederse, bu

durumda Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş, azap yurdunu

hak etmiş olur, cehenneme atılır; orası ne kötü bir barınaktır.

 

"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine (Rabbi,

rahmetiyle) ona döndü." İfadenin orijinalinde geçen "telekka" kelimesi,

sözü derinden kavrayarak algılamak demektir. Bu algılama

sayesinde Hz. Âdem'in tövbe etmesi kolaylaşmıştı.

 

Buradan anlıyoruz ki, tövbe iki kısma ayrılır: Biri, yüce Allah'ın

tövbesidir ki, kuluna merhametle döner. Diğeri de kulun tövbesidir

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 219

 

ki, bağışlanma dileyerek, günahından pişmanlık duyarak Allah'a

döner.

 

Kulun tövbesi, Allah'ın iki tövbesi ile çevrilmiş hâldedir. Çünkü

kul hiçbir durumda Rabbinden müstağni olamaz. Kulun; günahtan

pişmanlık duyup dönmesi Rabbinin başarı vermesine, yardımına

ve rahmetine muhtaçtır ki, tövbesi gerçekleşmiş olsun. Tövbe gerçekleştikten

sonra da yüce Allah'ın tövbeyi kabul etmesine, lütuf

ve merhametine ihtiyaç hasıl oluyor. Buna göre kulun tövbesi, kabul

görmesi durumunda, yüce Allah'tan kaynaklanan iki tövbe ile

kuşatılmış durumdadır, demektir. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu

pekiştirici niteliktedir: "Sonra tövbe etsinler diye rahmetiyle onlara

döndü." (Tevbe, 118)

 

"Âdem" kelimesinin nasb, "kelimat" sözcüğünün de ref hâlinde

okunması bu hususu destekler mahiyettedir. Gerçi öteki

okuyuş biçimi ("Âdem" kelimesinin ref, "kelimat" sözcüğünün de

nasb hâlinde okun-ması) da bu anlama ters düşmüyor.

Şimdi, acaba Âdem'in Rabbinden aldığı, kavrayarak algıladığı

ke-limeler nelerdi? Bir ihtimal, bu kelimeler, yüce Allah'ın A'râf suresinde

dile getirdiği şu sözlerdir: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize

zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak

ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Fakat bu sözler,

yani "Dediler ki: Rabbimiz, biz..." cümlesi, A'raf suresinde "Dedik

ki: Oradan ininiz." buyruğundan önce ifade ediliyor. Dolayısıyla bu

surede, "oradan ininiz." sözünden sonra, "Âdem, Rabbinden birtakım

kelimeler aldı." sö-zünün yer almış olması yukarıdaki yaklaşımı

desteklemiyor.

 

Ne var ki, ortada şöyle bir durum vardır: Gördüğün gibi yüce Allah

kıssanın başında şöyle buyuruyor: "Ben yeryüzünde bir halife

yaratacağım." Buna karşılık melekler şöyle diyorlar: "Orada bozgunculuk

yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa

biz seni överek tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz." Burada

yüce Allah, meleklerin yer menşeli halifeye getirdikleri suçlamaları

ve öteki iddiaları reddetmiyor; bu itiraza cevap olarak sadece,

Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini vurguluyor.

Eğer, yüce Allah'ın Âdem'e isimlerin tümünü öğretmesi, onların

itirazlarını önleyici nitelikte olmasaydı, melekler sözlerini sür-

 

220 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dürürlerdi ve kesinlikle ikna olmazlardı. Şu hâlde yüce Allah'ın

Âdem'e öğrettiği isimler arasında, isyan eden isyankâra ve günah

işleyen günahkâra yararlı olan bir söz vardır. Dolayısıyla Hz. Âdem-

'in yüce Allah'tan algıladığı sözlerin bu öğretilen isimlerle bir ilgisi

olsa gerek. Artık sen, bunun gerisini düşün.

 

Bil ki, her ne kadar Hz. Âdem kendini yok oluş uçurumunun

kenarına kadar atarak ve mutluluk diyarı ile mutsuzluk diyarının,

yani dünyanın yol ayırımına kadar gelerek kendine zulmetmiş, indirildiği

yerde kalmalı olursa helâk olmuş, ilk mutluluğuna geri

dönmeyi başarırsa kendini yormuş, dolayısıyla her hâlükârda kendine

zulmetmiş idiyse de, ancak Hz. Âdem, bu inişi ile kendine öyle

bir mutluluk derecesi ve öyle bir kemal mertebesi hazırladı ki,

eğer bu iniş olmasaydı veya günah işlemeden olsaydı, kesinlikle

bu mertebeye ulaşamazdı.

 

Bu iniş olmasaydı, insanoğlu kendi fakirliğini, zelilliğini, miskinliğini,

muhtaçlığını ve kusurluluğunu nasıl gözlemleyecekti?

Katlandığı zahmet ve meşakkatler, çektiği acı ve dertlere karşılık,

âlemlerin Rabbinin komşuluğunda kendisi için huzurlu bir hayat,

iç açıcı nimetler olduğunu nasıl anlayacaktı?! Yüce Allah'ın ancak

günahkârların ulaşabilecekleri affetme, bağışlama, şefkat, tövbeleri

kabul etme, günahları örtme, iyilikte bulunma ve acıma gibi

sıfatları olduğunu ne bilecekti?! Yüce Allah'ın zaman içinde esen

hoş kokulu bağış meltemlerinin varolduğunu, bu meltemlerden

yararlanmak için sadece on-ların estiği yerde bulunmanın yeterli

olduğunu nasıl öğrenecekti?!

 

İşte, izlenecek yolla ilgili teşrii (yasamayı) zorunlu kılan tövbe

bu-dur. Ancak tövbe sayesinde bu yolu izlemek mümkün olur ve

ileride varılacağı umulan mekâna arınmış olarak varılır. Demek ki,

tövbenin ardında dinin teşrii ve dine dayalı sosyal hayatın sağlam

bir temele oturtulması söz konusudur.

 

Bunun en güzel kanıtı da, yüce Allah'ın sık sık tövbeyi imandan

önce gündeme getirmesidir: "Öyleyse emrolunduğun gibi

doğru ol; ve seninle beraber tövbe edenler de." (Hûd, 112) "Ve ben

tövbe eden ve inanan kimselere karşı elbette çok bağışlayıcıyım."

(Tâhâ, 82) Bu hususla ilgili olarak daha birçok ayet örnek

gösterilebilir.

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 221

 

"Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği

zaman..." İşte din hususunda Hz. Âdem ve soyu için yasalaştırılan

ilk ilke budur. Burada din iki cümle ile özetlenmiştir ve kıyamete

kadar da buna bir eklemede bulunulmaz.

 

Bu kıssayı (cennet kıssasını) özellikle Tâhâ suresinde ifade edildiği

şekliyle inceleyecek olursan, sonuçta bu kıssanın akışı içinde

yüce Allah'ın Âdem ve soyu ile ilgili iki yargıda bulunduğunu

göreceksin. Yasak ağacın meyvesinden yemeleri yüce Allah'ın Âdem

ve soyunun yeryüzüne indirilip oraya yerleştirilmelerine, orada

ağacın meyvesine yaklaşmamaları uyarısında bulunurken işaret

ettiği meşakkatli hayatı çekmelerine hüküm vermesini gerektirmiştir.

Bunun ardından gerçekleşen tövbe ise, yüce Allah'ın ikinci bir

hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda yüce Allah,

Âdem ve soyuna, kulluk sunma biçimini göstermeye, onları doğru

yola iletmeye karar vermiştir. İlk hüküm, dünya hayatının kendisiydi.

Sonrasında gerçekleşen tövbe sonucu, yüce Allah bu hayatın

koşullarını iyileştirmiştir; insanlara içinde yaşadıkları bu hayatta

Allah'a nasıl kulluk sunacaklarını göstermiştir. Böylece insan hayatı,

dünyevî ve semavî hayatın bir bileşimi hâlini almıştır.

Bu surede, cennetten "indiriliş" olayının tekrarlanışından da

çıkan sonuç budur. Bir keresinde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik

ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir

süre yaşamanız lazımdır." Sonra şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan

inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..."

 

Cennetten indirilmeye ilişkin iki emrin arasında tövbe olayının

anlatılmış olması gösteriyor ki, Hz. Âdem ve eşi önceki gibi kalıcı

olmamakla birlikte, tövbe ettikleri sırada henüz cennetteydiler.

Yüce Allah'ın şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: "Rableri onlara

seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi?" Bundan önce

de şöyle buyurmuştu: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın." Daha önce

ağaca yakını gösteren "bu" işaret edilirken, sonrasında uzağı gösteren

"o" zamiriyle işaret ediliyor. Aynı şekilde daha önce yakını

ima eden "dedi." ifadesi kullanılırken sonrasında uzağı ima eden

"seslendi" ifadesi kullanılmıştır. Buna göre gerisini sen düşün.

 

222 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bil ki, "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzün-

de kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." ayeti ile ,"Orada yaşayacaksınız,

orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız."

ayetinin zahiri gösteriyor ki, cennetten indirilişten sonraki bu hayat,

cennetten indirilişten önceki hayattan farklı niteliklere sahiptir.

Yine anlıyoruz ki, bu hayatın özü, yerin özünden kaynaklanan

bir karaktere sahiptir. Bu hayatın karakteristik özelliği meşakkat

ve mutsuzluktur. Bu yüzden insanın yeryüzünde kalması, ölümle

oraya dönmesi, sonra oradan diriltilmesi gerekir. Şu hâlde yeryüzündeki

hayat, cennetteki hayattan farklıdır. Buna göre cennet

hayatı dünyevî niteliklere sahip değildir, semavîdir.

Buradan hareketle kesin olarak denebilir ki, Hz. Âdem'in dünyaya

indirilmeden önce yerleştirildiği cennet, gireni bir daha dışarı

çıkmayan ahiretteki cennet değilse de mekân olarak gökte yer

alan bir cennettir. Dolayısıyla "gök" kavramı üzerinde de durmamız

gerekiyor. İnşaallah ileride bu kavramı etraflıca ele alma imkânını

bulabiliriz.

 

Geriye bir şey kalıyor: O da Hz. Âdem'in işlediği hatadır. Biz diyoruz

ki; ayetler, ilk bakışta onun bir günah, bir hata işlediğini ifade

ediyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yoksa zalimlerden

olursunuz." Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Âdem,

Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı." Nitekim yüce Allah'ın bize

aktardığı şekliyle, onlar da suçlarını itiraf etmişlerdir: "Rabbimiz,

biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan,

muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."

 

Ne var ki, kıssayı aktaran ayetler üzerinde iyice durulduğu ve

ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak titiz olarak incelendiği

zaman, kesin olarak bu yasağın mevlevî nehiy yani teşri nitelikli

bir yasak olmadığı, tersine irşadî nehiy yani öğüt nitelikli yol

gösterme amacına yönelik olduğu anlaşılır. Bu yasaklama ile yükümlüye

yasağın, kendisine ne kadar yararlı ve hayırlı olduğu vurgulanmak

istenmiştir. Yoksa Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde getirilen

bir yasak değildir.

 

Bunun ilk işareti şudur: Yüce Allah hem bu surede ve hem de

A'râf suresinde yasaktan sonra, bunun bir zulüm olduğu şeklinde

bir ayrıntıya yer vermiştir: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın. Yoksa

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 223

 

zalimlerden olursunuz." Tâhâ suresinde ise, "yorulursunuz" şeklinde

bir ayrıntıya yer veriyor. Bunu cennetin terkine yönelik bir ayrıntı

olarak sunuyor. "eş-şika" kelimesinin anlamı, yorulmak, meşakkat

çekmektir. Sonra bu kavramı açıklayıcı mahiyette şöyle

buyuruyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın.

Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın."

Böylece açık biçimde anlaşılıyor ki, "eş-şika" kavramından

maksat, dünya hayatının gerektirdiği açlık, susuzluk ve çıplaklık

gibi dünyevî meşakkatlerdir.

 

Şu hâlde, bu tür durumlardan korunmak, yukarıda işaret ettiğimiz

irşadî nehiy yani öğüt nitelikli bir yasağı gerektirmektedir.

Yani burada mevlevî nehiy yani teşri nitelikli, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde bir yasaklama söz konusu değildir. Bütün mesele,

doğruyu gösterme amacına yöneliktir. İrşadî nehiy/öğüt nitelikli

bir yasağı çiğnemek, mevlevî nehiy/teşri nitelikli bir yasağı çiğneme

gibi, isyanı gerektirmez, kulluk sınırlarının dışına çıkma olarak

nitelendirilemez. Buna göre, ayetlerde sözü edilen "zulüm"den

maksat, kendilerini yorucu ve tehlikeli bir hayata atmış olmaları

dolayısıyla kendilerine zulmetmeleridir. Yoksa; burada Rablık ve

kulluk ilişkileri açısından yerilmeyi gerektiren bir zulmün söz konusu

olmadığı gayet açıktır.

 

İkinci işareti şudur: Kulun, yaptığından pişmanlık duyup geri

dönmesi anlamına gelen "tövbe" yüce Allah tarafından kabul edilirse,

söz konusu günah hiç işlenmemiş gibi olur ve sanki böyle bir

masiyet gerçekleşmemiş gibi yepyeni bir sayfa açılır. Dolayısıyla

günahından tövbe eden az önceki günahkârla, emirlere içtenlikle

uyan itaatkâr bir kul gibi muamele edilir. Yaptığı fiil emre uymak

olarak değerlendirilir.

 

Eğer söz konusu ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak

mevlevî/teşri nitelikli olsaydı, bu fiilden sonra gerçekleşen tövbe

de kulluk görevi ile ilgili olarak işlenen bir günahtan ve ilâhî bir

emre karşı gelmekten pişmanlık duymak olarak değerlendirilir ve

her ikisi de tekrar cennete geri alınırdı. Ama görüyoruz ki, bu olaydan

sonra ikisi de dönmüş değildir.

 

Bununla da anlaşılıyor ki, yasak meyvenin yenilmesinden sonra

gerçekleşen cennetten çıkma olayı, önceden plânlanmış, ev-

 

224 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

rensel sistemin gereği olarak gerçekleşmesi zorunlu olan bir olaydı.

Tıpkı zehrin ölüme yol açması ve tıpkı ateşin yanmaya yol açması

gibi kaçınılmazdı. İrşadî/öğüt nitelikli yükümlülüklerde bu

böyledir. Oysa mevlevî/teşri nitelikli yükümlülüklerde cezalandırma

türünden birtakım sonuçlar söz konusudur. Namaz kılmayı

bırakanın ateşe atılması, kulun Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde konan

genel toplumsal kuralları çiğnemesi durumunda söz konusu

olan kınanması ve dışlanması gibi.

 

Üçüncü İşareti de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepiniz

oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman,

kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve

onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar

ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 38-39)

Bu ayetlerin ifade tarzı, yüce Allah'ın melekler, kitaplar ve peygamberler

aracılığı ile ayrıntılarıyla birlikte dünyada indirdiği tüm

mevlevî/teşri nitelikli kuralları içerecek şekilde kapsamlıdır. Bu

sözlerle Âdem ve soyunun yurdu olan bu dünyada konan ilk yasa

anlatılıyor. Görüldüğü gibi bu yasama, yüce Allah'ın Âdem'in yeryüzüne

inmesiyle ilgili ikinci emrinden sonra gerçekleşmiştir. Açıktır

ki, yeryüzüne iniş emri, cennette oluştan sonra, söz konusu

hatanın işlenmesinin ardından gerçekleşen tekvinî emirdir.

Demek ki, yasağın çiğnendiği ve yasak ağaca yaklaşıldığı sırada

ne yürürlükte olan bir din ve ne de teşri nitelikli bir yükümlülük

vardı. Dolayısıyla kulluk görevi ile ilgili bir günah ve teşri nitelikli

bir emre karşı çıkma şeklinde bir durum gerçekleşmiş değildir.

Bu durum, "ağaca yaklaşmayın." emrinden önce, meleklere

ve İblis'e yönelik "Âdem'e secde edin." emrinin mevlevî/teşri nitelikli

oluşu ile bir çelişki arzetmiyor. Çünkü bu iki emre muhatap

olan yükümlüler farklı kimselerdirler.

 

Denebilir ki: Madem ki bu yasak öğüt niteliklidir ve teşri nitelikli

değildir, şu hâlde yüce Allah'ın Âdem ile eşinin davranışını zulüm,

isyan ve azma olarak nitelendirmesi ne anlam ifade eder?

Buna karşılık olarak vereceğim cevap şudur: "Zulüm" niteliği

ile ilgili olarak, bununla onların yüce Allah katında kendilerine

zulmetmelerinin kastedildiğini vurgulamıştık. İsyan ise, etkilenme

veya zorla etkilenmeyi ifade eden bir kavramdır. Nitekim

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 225

 

"kesertuhu fe'n-kesere" (onu kırdım o da kırıldı) ve "kesertuhu feasâ"

(onu kırmaya çalıştım, etkilenmedi) denir. Buna göre isyan

bir emir veya yasaktan etkilenmemek, isteneni yapmamak demektir.

Böyle bir durum, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesindeki yükümlülükler

için söz konusu olduğu gibi irşadî/öğüt nitelikli hitaplar için

de geçerlidir.

 

Günümüzde, "namaz kıl", "oruç tut", "hacca git" veya "şarap

içme" ve "zina etme" gibi emir ve yasaklara karşı gelme durumunda

Müslüman topluluğun dilinde "isyan" kavramının kullanılmasına

gelince; bu, şeriat veya şeriat ehli tarafından bu kelimeye yüklenen

anlamdır. Dolayısıyla sözlük ve genel ürf açısından kavramın

ifade ettiği anlamın genelliğine bir zarar vermez.

 

Azma olarak tercüme ettiğimiz "el-gavaye" ise, bir insanın

yaşama amacını koruyamaması ve bu doğrultuda bir düzenlilik

içinde hayatını sürdürme kabiliyetini gösterememesi demektir.

Bununsa, emrin irşadî/öğüt nitelikli mi; yoksa mevlevî/teşri

nitelikli mi olma durumlarına göre farklılık göstereceği kesindir.

Bu durumda diyebilirsin ki: Şu hâlde Hz. Âdem ve eşinin tövbe

etmesine ve "Eğer sen bizi bağışlamasan ve bize acımasan elbette

hüsrana uğrayanlardan oluruz." demeleri ne anlam ifade eder?

Buna cevap olarak derim ki: Daha önce de söylediğimiz gibi

"tövbe", yapılan işten pişmanlık duyup geri dönmektir. Duruma

göre, dönüş de farklı olabilir.

 

Efendisinin emrine başkaldıran bir köle, yaptığına pişman olup

tövbe etmekle efendisinin katında kaybettiği eski konumuna,

eski yakınlığına dönmesi mümkün olduğu gibi, doktor tarafından

belli bir meyveyi ve yiyeceği yemesi yasaklanmış bir hasta için de

aynı durum söz konusudur: Doktorun bu yasağı bütünüyle onun

sağlığı ve selâmeti ile ilgili öğüt nitelikli bir yasaklamadır.

Diyelim ki, hasta doktorun bu uyarısına uymadı ve yasağı çiğnedi,

sonuçta ölümle burun buruna geldi. Böyle bir duruma düşen

adamın yaptığına pişman olması, kendisini eski sağlığına kavuşturacak

bir ilâç vermesi için yeniden doktora başvurması son derece

normaldir. Doktor da, ilk karakteristik sağlığına kavuşması

ve hatta ondan daha iyi bir duruma gelmesi için bir süre zorluk

 

226 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

çekmesi, meşakkatlere katlanması, yorulması, egzersiz yapması

gerektiğini söyleyebilir.

 

Bağışlama ve merhamet etmeye gelince, yukarıdaki diğer durumlar

için de söylediğimiz gibi, duruma göre bunların yönelik oldukları

hedef de değişiklik arzedebilir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Kummî'de müellif kendi babasından a da rivayet

zincirlerine yer vermeksizin İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet

eder: "İmam'a, 'Âdem'in yerleştirildiği cennet, dünya bahçelerinden

bir bahçe miydi, yoksa ahiretteki bahçelerden biri miydi?' diye

soruldu. İmam şöyle buyurdu: Bir dünya bahçesiydi, üzerine güneş

ve ay doğardı. Eğer ahiret bahçelerinden bir bahçe olsaydı,

sonsuza dek oradan çıkmazdı. Yüce Allah onu söz konusu cennete

yerleştirince, o ağaç hariç diğer her şeyi ona helâl kıldı. Çünkü

Âdem öyle bir yaratılışa sahipti ki, varlığını ancak emir, yasak,

beslenme, giyinme, barınma ve nikâh (cinsel birleşme) ile

sürdürebilirdi. Bir yerden destek almadığı sürece kendisine yararlı

olan şeyi zararlı olan şeyden ayırt edemezdi."

"İblis, yanına gelip ona şöyle dedi: 'Eğer siz, yüce Allah'ın size

yasak ettiği bu ağacın meyvesinden yerseniz, birer melek olursunuz

ve sonsuza dek bu cennette kalırsınız. Eğer bu meyveden yemezseniz,

Allah sizi buradan çıkaracaktır.' Sonra da kendilerine

öğüt vermek istediğini bildirerek yemin etti. Nitekim yüce Allah da

bu olayı şöyle haber veriyor: 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı

değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye

sizi şu ağaçtan menetti ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.'

diye de yemin etti.' [A'râf, 20-21]"

"Âdem onun sözünü tuttu ve eşi ile birlikte söz konusu ağacın

meyvesinden yedi. Sonra da yüce Allah'ın bize haber verdiği gelişmeler

oldu: 'Ayıp yerleri kendilerine göründü.' Yüce Allah'ın üzerlerine

giydirdiği cennet giysileri açıldı. Ayıp yerlerini cennet

yapraklarıyla örtmeye çalıştılar. Bunun üzerine, 'Rableri onlara

şöyle seslendi: Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim ve ben

size şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, dememiş miydim?' Yüce

Allah'ın bize aktardığına göre onlar da şöyle demişlerdi:

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 227

 

'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize

acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Bunun üzerine

yüce Allah onlara şöyle dedi: 'Birbirinize düşman olarak inin,

sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz lazımdır.' Yani

kıyamete kadar... Âdem Safa tepesinin üzerine indi. Bu tepenin

'Safâ' olarak adlandırılması, Âdem Safiyyullah'ın oraya indirilmiş

olmasından dolayıdır."

"Havva da Merve tepesine indi. Bu tepenin 'Merve' adını alması,

kadının (el-mer'e) oraya indirilmiş olmasından dolayıdır. Hz.

Âdem kırk gece secdeye kapanıp cennetten ayrılmış olmanın

hüznüyle ağlayarak sabahladı. Cebrail yanına inerek ona şöyle

dedi: 'Allah seni kendi elleriyle yaratmadı mı? Senin içine kendi

ruhundan üfleyip bütün melekleri sana secde ettirmedi mi?' Âdem,

'Evet.' dedi. 'Şu ağaçtan yeme dediği hâlde, emrini çiğnemedin

mi?' Âdem, 'İblis bana Allah adına yalan yemin içti.' dedi."

 

Ben derim ki: Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetin, dünya bahçelerinden

biri olduğu şeklinde birçok açıklama Ehlibeyt

İmamlarından rivayet edilmiştir. Bunların bir kısmı, İbrahim b.

Haşim kanalıyla aktarılmış ve bu rivayetle uyum oluşturmuştur.1

Aslında Hz. Âdemin yerleştirildiği cennetin; dünya bahçelerinden

biri olduğu şeklindeki ifadeden maksat, onun sonsuzluk cennetlerine

karşılık, bir ara dönem (berzah) bahçesi oluşudur. Rivayetin

bazı bölümlerinde de buna yönelik işaretler vardır. "Âdem

Safa tepesine indi." ve "Havva Merve tepesine indi..." Yine "Bir süreden

maksat, kıyamet günüdür." şeklindeki ifade de buna yönelik

bir işaret içermektedir. O süreden maksat, kıyamet günü olduğuna

göre de; ölümden sonraki berzah bekleyişi, yeryüzünde gerçekleşen

bir bekleyiştir.

 

Nitekim Kur'ânı Kerim'de ölümden sonraki dirilişi konu edinen

ayetler de berzah bekleyişinin yeryüzünde gerçekleştiğini ifade

etmektedirler. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Ve Allah dedi: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?'

'Bir gün yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayabilenlere sor.'

dediler. Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız, keşke bilseydiniz."

(Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular yeryü-

--------

 

1- [Bihar'ul-Envar, c.11, s.143, h: 12]

 

228 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

zünde bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Zaten onlar,

böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler

ki: "Andolsun siz, Allah'ın kitabınca, ta yeniden dirilme gününe

kadar kaldınız. İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz

bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)

 

Ayrıca, Ehlibeyt İmamlarından aktarılan bazı rivayetler de, Hz.

Âdem'in yerleştirildiği cennetin gökte olduğunu ve Âdem ile eşinin

gökten indiklerini ifade ediyorlar. Bu arada, rivayetlerin diliyle tanışık

olanlar, söz konusu cennetin gökte olması ve Hz. Âdem ile

eşinin gökten indirilmiş olması ile, bu ikisinin yeryüzünde yaratılmış

olmaları ve orada yaşamış olmaları arasında bir çelişki doğacağından

korkmazlar. Aynı şey, cennetin gökte oluşu ile, kabir

sorgulamasının yeryüzünde olması, ayrıca kabrin ya cennet bahçelerinden

bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olması

için de geçerlidir. İnşaallah "gök" kavramı üzerinde durduğumuz

zaman bu ve benzeri problemlerin ortadan kalkacağını

umuyorum.

 

İblis'in Hz. Âdem ile eşinin yanına nasıl geldiği, hangi yollara

başvurduğu hususuna gelince; sahih ve itibar edilen rivayetlerde

buna ilişkin bir açıklamaya yer verilmemiştir. Bize ulaşan bazı haberlerde

yılan ve tavus kuşunun İblis'e Âdem ve eşini yoldan çıkarma

hususunda yardımcı oldukları belirtilmekle beraber, bunlara

itibar etmemek gerekir. Bunların uydurulmuş olduğuna inandığımız

için, anlatma gereğini duymadık. Bu kıssa aslında Tevrat'tan

alınmıştır. Onun için kıssayı olduğu gibi oradan aktarıyoruz.

Tekvin Kitabının 2. Babında şöyle denir: "Ve Rab Allah yerin

toprağından Âdem'i yaptı, ve onun burnuna hayat nefesini üfledi;

ve Âdem yaşayan can oldu. Ve Rab Allah şarka doğru Âdem'de bir

bahçe dikti; ve yaptığı Âdem'i oraya koydu. Ve Rab Allah görünüşü

güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat

ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi

sulamak için Aden'den bir ırmak çıkardı, ve oradan bölündü,

ve dört kol oldu. Birinin adı Nil'dir; kendisinde altın olan bütün

Havila diyarını kuşatır, ve bu diyarın altını iyidir; orada ak günnük

ve akik taşı vardır. Ve ikinci ırmağın adı Ceyhun'dur. Bütün Habeş

diyarını kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle'dir. Musul'un

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 229

 

doğusunda akar. Ve dördüncü ırmak Fırat'tır. Ve Rab Allah Âdem'i

aldı baksın ve onu korusun diye Aden bahçesine koydu. Ve Rab Allah

Âdem'e emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi

ye; Fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü

ondan yediğin günde mutlaka ölürsün."

"Ve Rab Allah dedi: Âdem'in yalnız olması iyi değildir; kendisine

uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Allah her kır hayvanını,

ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı; ve onlara ne ad koyacağını

görmek için Âdem'e getirdi; ve Âdem her birinin adını ne koydu

ise canlı mahlukun adı o oldu. Ve Âdem bütün sığırlara ve göklerin

kuşlarına, ve her kır hayvanına ad koydu; fakat Âdem için kendisine

uygun yardımcı bulunmadı. Ve Rab Allah Âdem'in üzerine derin

uyku getirdi; ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini

aldı, ve yerini etle kapadı; ve Rab Allah Âdem'den aldığı kaburga

kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu Âdem'e getirdi. Ve Âdem dedi:

Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa

denilecek, çünkü o insandan alındı. Bunun için insan anasını ve

babasını bırakacak, ve karısına yapışacaktır, ve bir beden olacaklardır.

Ve Âdem ve karısı, ikisi de çıplaktılar, ve utançları yoktu."

3. Bab: "Ve Rab Allah'ın yaptığı bütün kır hayvanlarının en hilekârı

olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçek, Allah: Bahçenin hiçbir

ağacından yemeyeceksiniz, dedi mi? Ve kadın yılana dedi: Bahçenin

ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz; fakat bahçenin ortasında

olan ağaç hakkında Allah: Ondan yemeyin, ve ona dokunmayın ki,

ölmeyesiniz, dedi. Ve yılan kadına dedi: Katiyen ölmezsiniz; çünkü

Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi

ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız. Ve kadın gördü ki, ağaç

yemek için iyi; ve gözlere hoş ve anlayışlı kılmak için arzu olunur

bir ağaçtı; ve onun meyvesinden aldı ve yedi; ve kendisiyle beraber

kocasına da verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve

kendilerinin çıplak olduklarını bildiler; ve incir yaprakları dikip

kendilerine önlükler yaptılar."

"Ve günün serinliğinde bahçede gezmekte olan Rab Allah'ın

sesini işittiler; ve Âdem'le karısı Rab Allah'ın yüzünden bahçenin

ağaçları arasına gizlendiler. Ve Rab Allah Âdem'e seslenip ona

dedi: Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim ve kork-

 

230 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu

sana kim bildirdi. Ondan yeme, diye sana emrettiğim ağaçtan mı

yedin? Ve Âdem dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi,

ve yedim."

"Ve Allah kadına dedi: Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan

beni aldattı, ve yedim. Ve Allah yılana dedi: Bunu bilerek yaptığın

için bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lânetlisin;

karnın üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak

yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun

zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak,

ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve

gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlât doğuracaksın; ve

arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. Ve Âdem'e dedi:

Karının sözünü dinlediğin ve: Ondan yemeyeceksin, diye sana emrettiğim

ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetli oldu;

ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana

diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin, toprağa dönünceye

kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın;

çünkü topraksın, ve toprağa döneceksin. Ve Âdem karısının adını

Havva (hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu.

Ve Rab Allah Âdem için ve karısı için deriden kaftan yaptı, ve onlara

giydirdi."

"Ve Rab Allah dedi: İşte, Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden

biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın,

ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye, böylece Rab Allah

onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek

için çıkardı. Ve Âdem'i kovdu; ve hayat ağacının yolunu korumak

için, Âdem bahçesinin şarkına Kerubileri, ve her tarafa dönen kılıcın

alevini koydu." (Tevrat'tan alınan bölüm burada sona erdi.)

 

Kıssayı iki kanaldan, yani Kur'ân ve Tevrat kanallarından süzüp

incelediğin zaman, ardından Şiî ve Sünnî kanallardan gelen rivayetleri

göz önünde bulundurup üzerinde düşündüğün zaman,

gerçeği kavrayabilirsin. Ne var ki, biz, kitabın amacını aştığı için bu

hususta ayrıntılı bir inceleme yapmaktan kaçındık.

 

Gelelim şeytanın cennete girmesi olayına: Burada iki soruyla

karşılaşıyoruz:

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 231

 

1- Bilindiği gibi cennet, Allah'a yakınlığın, arınmışlığın ve temizliğin

sembolüdür. Nitekim yüce Allah cennet için şöyle buyuruyor:

"İçinde ne saçmalama var, ne de günaha sokma." (Tûr, 23)

 

2- Cennet göktedir ve şeytan Âdem'e secde etmekten kaçınınca

yüce Allah ona şöyle hitap etmiştir: "Çık oradan, çünkü sen

kovuldun." (Hicr, 34) "Oradan in, orada büyüklük taslamak senin

haddin değildir." (A'râf, 13)

 

Birinci soruya verilebilecek cevap şudur: Kur'ân-ı Kerim'in işaret

ettiği saçmalama ve günaha sokma durumlarının mümkün

olmadığı cennet, müminlerin ahirette girecekleri sonsuzluk cenneti

ile, ölümden sonra ve sorumluluk dünyasından göçün ardından

girdikleri berzah cennetidir. Fakat insanın yeryüzüne yerleştirilip,

sorumluluk altına sokulmasından, emir ve yasaklara muhatap

kılınmasından önce Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetle ilgili olarak

Kur'ân-ı Kerim bu tür bir nitelendirmede bulunmamıştır. Aslında

bu cennette durum bunun tersini göstermektedir. Nitekim Hz. Âdem

de burada söz konusu hatayı işlemiştir. Kaldı ki, saçmalama

ve günaha sokma kavramları nispîdirler ve ancak insanın dünyaya

gelip emir ve yasaklara muhatap olmasından ve sorumluluk altına

girmesinden sonra gerçekleşebilirler.

 

İkinci soruya ise birkaç şekilde cevap vermek mümkündür: Birincisi:

Her şeyden önce "çık oradan" ifadesi ile "in oradan" ifadesindeki

zamirin "gök"e dönük olduğu hususu kesin değildir. Çünkü

bu ifadelerden önce gökten söz edilmediği gibi, konunun da

"gök"le bir ilgisi yoktur. Şu hâlde, bazı mülâhazalara göre meleklerin

arasından çıkış ve inişin kastedildiği söylenebilir. Belki de,

saygınlık makamından çıkış ve iniştir kastedilen.

 

İkincisi: Söz konusu iniş ve çıkış emriyle, kinaye yöntemi ile,

orada meleklerin arasında sürekli kalmanın yasaklığı anlatılmak

istenmiş olabilir. Buna göre, ara sıra oraya, meleklerin bulunduğu

yere çıkmak söz konusu yasağın kapsamına girmez. Nitekim şeytanların

kulak hırsızlığı yapmaktan alıkonduklarını ifade eden ayetlerde

de buna yönelik işaretler vardır, daha doğrusu bu ayetler

bizim bu yaklaşımımızı pekiştirir niteliktedir.

Bazı rivayetlerde de, Hz. İsa'dan önce şeytanların yedinci göğe

kadar çıktıkları, İsa (a.s) doğduktan sonra dördüncü göğe ve daha

 

232 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yukarısına çıkmaları yasaklandığı, daha sonra Hz. Muhammed

(s.a.a) dünyaya gelince, tüm göklere çıkışları, yakalandıkları yerden

fırlatılıp atıldıkları anlatılmaktadır.

 

Üçüncüsü: Kur'ân-ı Kerim'de İblis'in cennete girdiğine

değinilmiyor. Onun için meseleyi fazla kurcalamanın bir anlamı

yoktur. Bu olay sadece bazı rivayetlerde konu ediliyor ki, bunlar,

tevatür haddine ulaşmayan birtakım "ahbâr-ı âhâd"dır. Ayrıca

ravinin, hadisi anlam olarak rivayet etme ihtimali de vardır.

İblis'in cennete girdiğine yönelik en belirgin işareti içeren ifade

yüce Allah'ın bize aktardığı şeytanın şu sözüdür: "Dedi ki: Rabbiniz

başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi

kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti." Burada "şu"

zamiri kullanılmış ki, bu zamir nesneye yakın olan bir kişinin kullanacağı

türdendir. Ne var ki, eğer bu zamir, mekânsal bir yakınlığı

ifade ediyor olsaydı, o zaman, "Sakın şu ağaca yaklaşmayın, yoksa

zalimlerden olursunuz." ifadesine bakılarak aynı durumun yüce

Allah için de geçerli olduğunu söylemek gerekirdi.

 

el-Uyûn adlı eserde Abdusselâm el-Herevî'nin şöyle dediği rivayet

edilir: "İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: 'Ey Resulullah'ın oğlu

Hz. Âdem ve eşi Havva hangi ağacın meyvesini yediler? Çünkü insanlar

bu hususta farklı görüşler ileri sürüyorlar. Bir kısmı onun

buğday ağacı olduğunu söylerken, diğer bir kısmı da onun kıskançlık

ağacı olduğunu söylüyorlar.' İmam, 'Hepsi doğrudur.' dedi.

Bunun üzerine, 'Birbirlerinden farklı görüşler, aynı anda nasıl doğru

olabilirler?' diye sordum, şöyle dedi: Ey Salt'ın oğlu, cennetteki

bir ağaç, birkaç türden meyve verebilir. Buğday ağacı üzüm de verebilir.

Onlar dünya ağaçlarına benzemezler."

"Yüce Allah melekleri Âdem'e secde ettirip, onu cennete yerleştirince,

Hz. Âdem kendi kendine, 'Acaba Allah benden daha hayırlı

bir insan yaratmış mıdır?' dedi. Yüce Allah onun içinden geçenleri

bildi ve 'Ey Âdem, başını yukarı kaldır ve Arş'ın ayaklarına

bak.' diye seslendi. Âdem Arş'ın ayaklarına bakınca, orada 'Allah'-

tan başka ilâh yoktur; Muhammed O'nun elçisidir; Ali b. Ebu Talib

müminlerin emiridir; Fatıma onun eşi dünya kadınlarının efendisidir;

Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir.' diye yazılı

olduğunu gördü. Bunu gören Âdem, 'Ya Rabbi, kim bunlar?' diye

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 233

 

sordu. Yüce Allah, 'Ay Âdem, bunlar senin zürriyetindir. Ama senden

de ve bütün yarattığım varlıklardan da daha hayırlıdırlar. Onlar

olmasaydı, ne seni, ne cenneti, ne ateşi, ne göğü ve ne de yeryüzünü

yaratırdım. Sakın onlara kıskanarak bakma. Yoksa seni

yakın çevremden uzaklaştırırım.' dedi. Fakat Hz. Âdem onlara kıskanarak

baktı, onların yerinde olmayı istedi. Bunun üzerine şeytan

ona musallat oldu, nihayet kendisine yasaklanan ağacın meyvesini

yedi. Aynı şekilde şeytan Havva'ya da musallat oldu. O da

Fatıma'ya kıskanarak baktı. Nihayet o da Âdem gibi yasak meyveyi

yedi. Bunun üzerine yüce Allah onları cennetinden çıkardı, onları

yakın çevresinden uzaklaştırıp yeryüzüne indirdi." [c.1, s.239, h:

1]

 

Ben derim ki: Aşağı yukarı aynı anlamı vurgulayan başka rivayetler

de vardır. Bir kısmı konuyu daha geniş çerçevede ele almış,

bir kısmı daha kısa tutmuş, bir kısmı da daha özet ve daha genel

ifadelerle meseleyi aktarmıştır. Gördüğün gibi bu rivayette İmam

(a.s), söz konusu ağacın buğday ve kıskançlık ağacı olduğunu ve

Âdem ile eşinin buğday ağacının meyvesinden yiyip kıskançlık illetine

yakalandıklarını, bunun sonucunda da Hz. Muhammed ve soyunun

(hepsine selâm olsun) yerinde olmayı temenni ettiklerini dile

getiriyor. Birinci anlama göre, yasak ağaç cennet ehlinin ilgisini

ve iştahını çekmeyecek kadar önemsiz ve cazibesizdi. İkinci anlama

göre ise, bu ağaç Âdem ve eşinin ulaşamayacakları kadar

önemli ve erişilmezdi. Nitekim bir rivayette de bu ağacın, Hz. Muhammed

ve soyunun bilgisi olduğu bildirilmiştir.

Kısacası, bunlar iki farklı anlam ifade etmektedirler. Ancak

sen, misakla ilgili olarak geçen konuya bir göz attığın zaman, anlamın

bir olduğunu görürsün. Buna göre Hz. Âdem, Allah'tan başkasına

yönelmeme anlamını kapsayan ve Allah'a yakınlığı sembolize

eden cennetten yararlanma ile, dünyaya bağlanma zorluk ve

meşakkatini beraberinde getiren yasak ağaçtan yemeyi birlikte

yürütmek istemişti. Ama bu iki olguyu birlikte yürütmek ona

mümkün olmamış, nihayet yeryüzüne indirilmişti. Dolayısıyla Hz.

Muhammed'in (s.a.a) sahip olduğu, bu iki olguyu bir arada yürütme

makamına erişememişti. Ama daha sonra yüce Allah onu seçerek

ve tövbe etmesini sağlayarak onu dünyadan soyutlamıştı ve

 

234 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ona doğru yolu göstermişti. Unuttuğu misakı da bunun ardından

ona hatırlatmıştı. Böylece meseleyi düşünüp anla.

 

İmam'ın, "Onlara kıskançlık gözüyle baktı, yerlerinde olmayı

istedi." şeklindeki sözüne gelince; burada söz konusu kıskançlığın,

onların yerinde olmayı istemek şeklinde gerçekleştiğini, yoksa,

aşağılık bir huy olan hasedin söz konusu olmadığı, bu şekilde açıklanmaktadır.

 

Yukarıdaki açıklama sayesinde Kemal'ud-Dîn adlı eserde

Sumâli'nin İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) aktardığı rivayet ile

Tefsir'ul-Ayyâşî'de aktardığı rivayet arasında ilk etapta varmış gibi

görünen çelişki de bertaraf edilmiş oluyor. Birinci rivayette1 İmam

Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Yüce Allah Âdem'den, bu ağaca yaklaşma

diye söz aldı. Allah'ın öngördüğü vakit gelince, Âdem yememesine

ilişkin sözü unutarak yasak ağacın meyvesini yedi. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: Andolsun Biz, önceden Âdem'-

den söz almıştık; fakat unuttu. Biz onda bir kararlılık görmedik."

[Tâhâ, 115]

 

İkinci rivayette ise2, şöyle geçer: İmam Bâkır (a.s) veya İmam

Sadık'tan (a.s) birine, "Allah Âdem'i 'unuttu' diye nasıl sorumlu tutuyor?"

diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Âdem unutmadı. Hem

nasıl unutabilir ki? Oysa şeytan ona şöyle diyordu: Rabbiniz, başka

bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan

olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti." Geçen açıklamalara

dikkat edilirse, bu iki rivayetin arasıda çelişki olmadığı son

derece açıktır.

 

Şeyh Saduk'un el-Emalî adlı eserinde, Ebu's-Salt el-Herevî'nin

şöyle dediği rivayet edilir: "Halife Me'mun İmam Ali Rıza (a.s) ile

tartışmak üzere İslâm bilginlerini ve Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik

ve Sabiîlik gibi diğer dinlere mensup bilginleri topladığı

zaman, hiç kimse ona karşı bir kanıt ileri sürememişti. O, bir kayanın

katılığı gibi görkemiyle duruyordu. Bu arada Ali b. Muhammed

b. Cehm ayağa kalktı ve şöyle dedi: 'Ey Resulullah'ın oğlu,

peygamberlerin masum olduklarını kabul ediyor musun?' İmam,

---------

1- [Kemal'ud-Dîn, c.1, s.213, h: 2]

2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.2, s.9, h: 9]

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 235

 

'Evet.' dedi. 'Peki, 'Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.'

ayetini nasıl yorumluyorsun?' dedi."

"Bunun üzerine Efendimiz Rıza (a.s) şöyle dedi: Yavaş ol, ey Ali;

Allah'tan kork ve Allah'ın peygamberlerine kötü nitelikler yakıştırma.

Allah'ın kitabını kişisel görüşünü esas alarak yorumlamaya

kalkışma. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Onun yorumunu ancak

Allah ve ilimde derinleşenler bilir.' Yüce Allah'ın, 'Âdem

Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.' sözüne gelince, Allah Âdem'i

yeryüzündeki hücceti ve memleketlere hükmeden halifesi

olsun diye yarattı. Allah Âdem'i cennet için yaratmadı. Âdem'in işlediği

günah da cennette gerçekleşmişti, dünyada değil ve bu, yüce

Allah'ın Âdem ve soyunun yaşam süreçleri için öngördüğü plânın

gerçekleşmesine yönelik bir ilk adımdı. Âdem yeryüzüne indirildikten

sonra yüce Allah onu hücceti ve halifesi yaptı. Sonra da

ona masumluk niteliğini verdi: 'Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini

ve İmrân ailesini âlemler içinde seçkin kıldı.'1..." [Oturum: 20,

s.28, h: 32]

 

Ben derim ki: "Günah cennette işlenmişti..." ifadesi, daha önce

de değindiğimiz gibi, mevlevî ve teşri nitelikli dinsel yükümlülüğün

henüz cennette yürürlüğe konulmadığına yönelik bir işaret

içermektedir. Dinsel yükümlülüğün yurdu dünya hayatıdır ki, bu

hayat, cennetten inişten sonra Hz. Âdem (a.s) için öngörülmüştür.

Şu hâlde, söz konusu günah, irşadî ve öğüt nitelikli bir emre karşı

işlenmişti, mevlevî/teşri nitelikli bir emre karşı değil. Dolayısıyla

bazılarının yaptığı gibi, rivayeti körü körüne yorumlamanın bir anlamı

yoktur.

 

el-Uyûn adlı eserde Ali b. Muhammed b. Cehm'in şöyle dediği

rivayet edilir: "Bir gün Halife Me'mun'un yanına gittim, İmam Rıza

da orada bulunuyordu. Me'mun dedi ki: 'Ey Resulullah'ın evlâdı,

sen peygamberlerin masum olduğunu demiyor musun?' 'Evet.'

dedi. 'Şu hâlde, 'Âdem Rabbinin emrine karşı çıktı ve yolunu şaşırdı.'

ayetini nasıl yorumluyorsun?' diye sordu. Bunun üzerine İmam

Ali Rıza (a.s)şöyle dedi: Allah Âdem'e dedi ki: 'Sen ve eşin cennette

kalın. Ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin. Ama sakın şu

ağaca yaklaşmayın. (Onlara buğday ağacını gösterdi.) Yoksa za-

---------

 

1- [Âl-i İmrân, 33]

 

236 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

limlerden olursunuz.' Allah onlara, 'Şu ağaçtan yemeyin.' demedi.

O ağacın türünden olan diğer ağaçlarla ilgili olarak da böyle bir

şey söylemedi. Onlar da söz konusu ağaca yaklaşmadılar ve

meyvesinden yemediler. Başka ağaçların meyvesinden yediler.

Nihayet şeytan onlara vesvese verip dedi ki: 'Allah sizi bu ağaçtan

menetmedi. Tersine sizi başkasına yaklaşmaktan menetti. Sizi

bundan menetmesi de, meyvelerini yiyip de melek veya sonsuza

dek kalıcılardan olmamanız içindir."

"Ayrıca kendilerine öğüt vermek istediğini yemin ederek belirtti.

Âdem ve Havva o güne kadar Allah adına yalan yemin içen birine

rastlamamışlardı. Böylece onları kandırdı ve Allah adına içilen

yemine güvenmelerini sağlayarak yasak ağacın meyvesini onlara

yedirdi. Hz. Âdem bu suçu peygamberlik misyonunu üstlenmeden

önce işlemişti. Yani ateşe atılmayı gerektiren bir büyük günah söz

konusu değildi. Hz. Âdem'in (a.s) işlediği suç, peygamberlik misyonunu

üstlenmeden önce bir peygamberin işleyebileceği türden

bağışlanmış küçük bir hataydı. Allah onu seçip peygamberlikle görevlendirince, masumluk niteliğine sahip oldu; artık ne büyük ve

ne de küçük günah işledi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Âdem

Rabbinin emrine karşı çıktı ve yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu

seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.' Yine buyuruyor

ki: 'Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini

âlemler içinde seçkin kıldı.'..." [c.1, s.155, h: 1, bab:15]

 

Ben derim ki: Şeyh Saduk (r.a) bu hadisi naklettikten sonra,

"Bu hadisin Ali b. Muhammed b. Cehm kanalıyla gelmiş olması

son derece ilginçtir. Çünkü bu adam Ehlibeyt'i sevmez, onlara

düşmanlık beslerdi." demiştir. Şeyh Saduk'un ilgisini çeken husus,

rivayetin, peygamberlerin masumluğuna ilişkin ifadeler içermesidir.

Ancak rivayetin içeriği üzerinde daha derin düşünseydi, kendisine

hiç de ilginç gelmezdi. Çünkü bu rivayette Âdem'le ilgili olarak

Ehlibeyt mezhebinin yaklaşımıyla uyuşmayan hususlar vardır.

Ehlibeyt kaynaklı çok sayıda rivayetlere dayanan görüşe göre,

peygamberler, peygamberlikle görevlendirilmelerinden önce de,

sonra da masumdurlar.

 

Ayrıca, İmamın Me'mun'un sorusuna cevap olarak sarf ettiği

ileri sürülen sözlerde yüce Allah'ın, "Rabbiniz başka bir sebepten

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 237

 

dolayı sizi bu ağaçtan menetmedi, belki..." şeklindeki sözü "Allah

sizi bu ağaçtan menetmedi. Tersine başkasına yaklaşmaktan

menetti. Başkasına yaklaşmaktan menetmesi de, meyvelerini yiyip

de melek ya da sonsuza dek kalıcılardan olmamanız içindir..."

şeklinde yorumlanmıştır. Oysa yüce Allah'ın, İblis'in dilinden aktardığı

"Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, belki melek veya

sonsuza dek kalıcılardan olmayasınız diye sizi bu ağaçtan

menetti." sözü ile, "Dedi ki: Ey Âdem, sana sonsuzluk ve tükenmeyen

hükümranlık ağacını göstereyim mi?" ifadesi gösteriyor

ki, şeytan onları sonsuzlukla ve yasak dolayısıyla görünmeyen hükümranlık

umuduyla kandırıp bizzat yasaklanan ağacın meyvesinden

yemeye teşvik etmişti.

 

Kaldı ki, adı geçen adam, yani Ali. b. Muhammed b. Cehm yukarıda

sunduğumuz rivayette sorusunun tam ve doğru cevabını

almıştı. Şu hâlde, bazı hususlarla ilgili olarak bazı yorumlarda bulunmak

mümkünse de, söz konusu rivayet tamamıyla sorunsuz değildir.

 

Şeyh Saduk, İmam Bâkır'dan (a.s), o da atalarından, onlar da

Hz. Ali'den ve o da Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Âdem

ile Havva'nın cennete girmeleri ve oradan çıkmaları, bir dünya gününün

yedi saati kadar sürdü. Allah onları aynı gün yeryüzüne indirdi."

[el-Hisal, s.396, h: 103]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'ın şöyle dediği rivayet edilir:

Benim de hazır bulunduğum bir sırada İmam Sadık'a (a.s) şöyle

bir soru yöneltildi: "Hz. Âdem ve eşinin cennete girişleri ile bir

hata işleyip oradan çıkışları arasında ne kadar bir süre geçti?" İmam

şu cevabı verdi: "Yüce Allah cuma günü, güneşin batıya

meyletmesinden sonra Âdem'in burnuna kendi ruhundan bir

nefha üfledi. Sonra eşini en alt kaburgasından yarattı. Ardından

tüm melekleri ona secde ettirdi ve aynı gün içinde onu cennete

yerleştirdi. Allah'a andolsun ki, cennete yerleştirilişinin üzerinden

altı saat geçmemişti ki, Allah'ın emrine karşı geldi. Bunun üzerine

yüce Allah, güneşin batışından sonra onları oradan çıkardı, sabaha

kadar cennetin kapısının eşiğinde beklediler. Bu sırada ayıp

yerleri kendilerine göründü. 'Bunun üzerine Rableri onlara şöyle

seslendi: Ben sizi bu ağaca yaklaşmaktan menetmemiş miy-

 

238 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dim?' Âdem çok utandı ve boyun bükerek şöyle dedi: 'Rabbimiz,

biz kendimize zulmettik. Suçumuzu itiraf ettik. Şu hâlde bizi bağışla.'

Allah onlara şöyle dedi: Göklerimden yeryüzüne inin, çünkü

bir günahkâr ne cennetimde ve ne de göklerimde bana komşuluk

edemez." [c.2, s.10, h: 11]

 

Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği, cennetten çıkışın mahiyeti

ile ilgili olarak bize ışık tutabilir. Buna göre, önce cennetten, kapısının

eşiğine çıkmışlar, oradan da yere inmişler. Bu hususu, tekvinî

bir emir olup karşı gelmesi mümkün olmamakla birlikte iniş

emrinin ayetlerde iki kez tekrarlanmasından ve yüce Allah'ın,

"Dedi ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun... ve sakın şu ağaca

yaklaşmayın." sözü ile, "Rableri onlara şöyle seslendi: Ben sizi

o ağaçtan menetmemiş miydim?" sözü arasındaki ifade tarzı

farklılığından da anlamak mümkündür. Çünkü birincisinde yakını

gösteren "dedi" kelimesi ile "şu" zamiri kullanılmışken, ikinci ayette

uzağı gösteren "seslendi" fiili ile "o" zamiri kullanılmıştır.

Ne var ki, rivayette Tevrat'ta olduğu gibi Havva'nın Âdem'in en

alt kaburgasından yaratıldığı belirtiliyor. Oysa ileride Âdem'in yaratılışı

konusunda değineceğimiz gibi, Ehlibeyt İmamlarından gelen

rivayetler bu iddiayı yalanlar niteliktedirler. Bununla birlikte rivayeti,

Havva'nın, Âdem'in kaburgalarının yaratılışından sonra arta

kalan balçıktan yaratıldığı şeklinde yorumlamak da mümkündür.

Cennetteki kalış sürelerinin altı veya yedi saat oluşuna gelince;

bu, basit bir meseledir, çünkü rivayetlerde yaklaşık bir rakam kullanılmıştır.

 

el-Kâfi'de İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin,

"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı." ayeti ile ilgili olarak

şöyle dediği rivayet edilir: "Âdem'in aldığı kelimeler şunlardı: Senden

başka ilâh yoktur. Allah'ım, seni överek tenzih ederim. Bir kötülük

işledim, kendime zulmettim. Beni bağışla, Çünkü sen, bağışlayanların

en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Allah'ım, seni

överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim.

Bana acı, çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın. Senden başka

ilâh yoktur. Allah'ım seni överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim,

kendime zulmettim. Bana acı, çünkü sen merhamet edenlerin

en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Seni överek tenzih

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 239

 

ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Beni bağışla ve

tövbemi kabul et. Çünkü sen tövbeleri çok kabul edensin, çok

merhamet edensin." [c.8, s.253, h: 472]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren metinleri Şeyh Saduk, Ayyâşî,

Kummî1 ve diğerleri de rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ehlisünnet mezhebinin

dayandığı kanallardan da buna yakın anlamlar içeren hâdisler

rivayet edilmiştir. Belki de bu sonuçları, kıssayı anlatan ayetlerin

ifadelerinden edinmişlerdir.

 

Yine el-Kâfi'de Kuleynî şöyle der: "Bir diğer rivayette de, 'Âdem

Rabbinden bazı kelimeler aldı.' ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurulu-

yor: Âdem; Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkı için

Allah'tan bağışlanma diledi." [c.8, s.253]

 

Ben derim ki: Şeyh Saduk, Ayyâşî, Kummî ve diğerleri de buna

yakın hâdisler rivayet etmişlerdir. Buna yakın rivayetler Ehlisünnet

kanallarınca da aktarılmıştır. Örneğin ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde,

Peygamber efendimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Âdem

işlediği günahı işleyince, başını göğe kaldırıp şöyle dedi: 'Muhammed'in

hakkı için beni bağışlamanı diliyorum.' Bunun üzerine

Allah ona, 'Muhammed de kimdir?' diye vahyetti. Âdem, 'Senin

şanın yücedir. Beni yarattığın zaman, başımı kaldırıp Arş'ına baktım,

orada 'La ilâhe illallah, Muhammed'ur-resulullah' yazılı olduğunu

gördüm. O zaman anladım ki, senin katında, adını kendi adının

yanına yazdığın zattan daha kadri yüce biri olamaz.' dedi.

Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: Ey Âdem, o, senin soyundan

gelen son peygamberdir, eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım."

 

Ben derim ki: Bu anlam, ilk bakışta ayetlerin zahiri ile

uyuşmuyor gibi görünse de, derine nüfuz edici bir bakış açısı ve titiz

bir inceleme ile, ayetlerle bir yakınlığı, bir ilgisi olduğu görülebilir.

Çünkü "Âdem... aldı." ifadesinin orijinalinde geçen "telakka"

kelimesi, karşılayarak kucaklayarak almak anlamını içermektedir.

Burada Âdem'in bu kelimeleri Rabbinden aldığı belirtiliyor, yine

burada "tövbe" olayından önce bir bilginin varlığından söz ediliyor.

Çünkü Hz. Âdem, daha önce Rabbinden tüm isimleri öğren-

----------

1- [Meani'l-Ahbar, s.108, h: 1; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.41, h: 25; Tefsir'ul-

Kummî, c.1, s.44]

 

240 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

mişti. Yüce Allah meleklere şöyle demişti: "Ben yeryüzünde bir

halife yaratacağım. Melekler, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan

dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor

ve seni noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz.' dediler. Allah,

'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' dedi. Ve Âdem'e isimlerin tümünü

öğretti."

Bu bilgi kaçınılmaz olarak bütün zulüm ve günahların

giderilmesini, tüm hastalıkların tedavi edilmesini gerektiriyordu.

Aksi takdirde, meleklere cevap verilmemiş ve gerekçeleri geçersiz

kılınmamış olacaktı. Çünkü yüce Allah, onların "bozgunculuk

yapacak, kan dökecek" şeklindeki sözlerine herhangi bir cevap

vermiyor, sadece Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini belirtiyor. Şu

hâlde, her türlü bozgunculuğun ıslahı bu isimlerin kapsamındadır.

Bu isimlerin hakikatinin ne olduğunu daha önce öğrendin. Bunlar,

göklerin ve yerin bilinmezlikleri arasında yer alan gaybî varlıklardır.

Yüce Allah bunlar aracılığı ile kullarına yönelik lütuflarını aktarır.

Bu isimlerin bereketi olmadan mükemmelleşmek isteyen hiç

kimsenin tekâmülü gerçekleşemez.

 

Bize ulaşan bazı rivayetlerde1 belirtildiğine göre yüce Allah

ona isimleri öğretince, o, Ehlibeyt'in hayallerini ve nurlarını görmüştü.

 

Yine bazı rivayetlere göre, yüce Allah, onlardan misak almak

üzere sulbündeki soyunu çıkardığı zaman, Ehlibeyt'i görmüştü.

 

Bazı rivayetlere göre de Hz. Âdem cennetteyken Ehlibeyt'i

görmüştü. Yüce Allah, "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı."

derken, kelimeleri belirsiz kılarak, meseleye bir müphemlik getirmiştir.

Ama Kur'ân-ı Kerim'de "kelime" kavramı açıkça dış dünyada

gerçekliği olan bir varlığı, bir objeyi ifade etmek için kullanılmıştır:

"Adı Meryemoğlu İsa Mesih olan bir kelimeyle..." (Âl-i

İmrân, 45)

 

Bazı tefsir bilginlerine göre de, Hz. Âdem'in Allah'tan aldığı kelimeler,

yüce Allah'ın A'râf suresinde dile getirdiği şu sözlerdir:

"Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi

bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan

oluruz."

--------

1- [Bihar'ul-Envar, c.11, s.175, h: 20]

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 241

 

Biz bu görüşe katılamayacağız. Çünkü, Bakara suresinde ele

aldığımız ayetlerden de anlaşıldığı gibi Âdem ve eşinin tövbe etmeleri,

yeryüzüne inişlerinden sonra gerçekleşmişti. Yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin." Ardından

şöyle buyuruyor: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı,

bunun üzerine Allah onun tövbesini kabul etti."

Bu kelimeleri ise, A'râf suresinde de vurgulandığı gibi Âdem ve

eşi yeryüzüne inmeden önce cennette söylemişlerdi. Yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan

menetmedim mi?' Onlarsa dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize

zulmettik..." Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize

düşman olarak inin..."

 

Görüldüğü gibi, "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik." sözünü

söylemiş olmaları, yüce Allah'ın seslenişi karşısında duydukları

ezikliğin, suçu itiraf etmenin bir ifadesidir. Bununla, Rablık niteliğinin

Allah'a özgü olduğunu, kendilerininse hüsrana uğrama tehlikesi

ile burun buruna gelmiş iki zalim olduklarını vurgulamakla

birlikte meselenin tamamen Allah'ın yetkisinde olduğunu, nasıl dilerse

öyle hareket edeceğini bildiriyorlar.

 

Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Hz. Musa yüce Allah'tan kendisini Hz. Âdem'le karşılaştırmasını

diledi. Yüce Allah da onları buluşturdu. Hz. Musa, Hz. Âdem'e

şöyle dedi: 'Babacığım, yüce Allah seni kendi elleriyle yaratmadı

mı? İçine kendi ruhundan üflemedi mi? Melekleri sana

secde ettirmedi mi? Ve sana sakın şu ağaçtan yeme, demedi mi?

Peki ne diye Rabbinin emrine karşı çıktın?' Âdem dedi ki: 'Ey Musa,

Tevrat'ta, yaratılışımdan kaç yıl önce o hatayı işlediğime rastladın?'

Musa dedi ki: 'Otuz bin yıl önce.' Âdem dedi ki: Öyledir."

İmam Sadık (a.s) diyor ki: "Böylece Âdem Musa'nın kanıtını çürütmüş

oldu."

 

Ben derim ki: Allâme Suyutî de ed-Dürr'ül-Mensûr'da bu anlamı

içeren bir hadisi birkaç kanaldan Peygamber efendimize (s.a.a)

dayandırarak rivayet etmektedir.

 

İlel'uş-Şerayi adlı eserde İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği anlatılır:

"Allah'a andolsun ki, Allah Âdemi dünya için yarattı. Ama onu

 

242 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

önce cennete yerleştirdi ki, emrine karşı gelsin de onu yaratılışının

amacı olan yere indirsin."

 

Ben derim ki: Bundan önce değindiğimiz Ayyâşî'nin İmam Sadık'tan

(a.s) rivayet ettiği ve Hz. Âdem'in meleklerden bir arkadaşının

olduğu şeklinde ifadeler içeren hâdis de buna yakın mesajlar

kapsamaktadır. el-İhticac adlı eserde Şamlı bir adamın İmam Ali

(a.s) ile girdiği şu diyaloga yer verilir: Adam Hz. Ali'ye şöyle sorar:

"Yeryüzünün en şerefli vadisi hangisidir?" Hz. Ali der ki: "Serandib

vadisidir. Hz. Âdem gökten oraya düşmüştür."

 

Ben derim ki: Buna karşın, diğer bazı rivayetlerde Hz. Âdem'in

Mekke'ye indiği belirtilir. Bunların bir kısmına da değindik. Aslında

bu rivayetleri uyuşturmak mümkündür. Hz. Âdem önce Serandib

vadisine oradan da Mekke'ye inmiş olabilir.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Taberanî'den, el-Azame'de Ebu'şŞeyh'ten

ve İbn-i Mürdeveyh'den Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilir:

"Dedim ki: 'Ya Resulallah! Sence Âdem, peygamber miydi, değil

miydi?' Resulullah buyurdu ki: Evet, o bir nebi, bir resuldü. Allah

onunla önceden konuştu ve ona şöyle dedi: Ey Âdem, sen ve

eşin cennette kalın."

 

Ben derim ki: Ehlisünnet mezhebinin mensubu bazı bilginler,

değişik kanallardan buna yakın ifadeler içeren hâdisler rivayet

etmişlerdir.

 

 

Bakara Sûresi / 40-44 ...................................................... 243

 

40- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana

verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece

benden korkun.

 

41- Sizin yanınızda bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak indirmiş

bulunduğum Kur'ân'a inanın ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın.

Benim ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız benden çekinin.

 

42- Bile bile hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.

 

43- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükua varanlarla

birlikte siz de rükua varın.

 

44- İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Oysa

siz kitabı okuyorsunuz. Hiç düşünmüyor musunuz?

 

244 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Yüce Allah, Yahudilerin tutumunu kınamak amacı ile yüz küsûr

ayette kendilerine bahşettiği nimetlerden, kendilerine kazandırdığı

seçkin ve onurlu konumdan, buna karşılık onların takındıkları

inkârcı ve başkaldırıcı tavırdan, sözlerinde durmamalarından,

inatçılıklarından ve dik başlılıklarından söz ediyor. Ulusal tarihleri

boyunca başlarından geçen serüvenleri içeren on iki kıssaya değinerek

onlara uyarıda bulunuyor. Denizi yarıp, Firavun'u ve ordusunu

suda boğmak suretiyle onları Firavunoğullarından kurtarması;

Musa ile gerçekleştirilen Tûr dağı randevusu; Musa'dan sonra buzağıya

tapınmaları ve Musa'nın onlara kendinizi öldürün emrini

vermesi; Hz. Musa'ya Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini önerip

ardından korkunç bir yıldırıma çarpılmaları ve yüce Allah'ın

tekrar kendilerini diriltmesi gibi, onların yaşadığı birçok kıssaya

işaret ediliyor.

 

Bu olayların tümü, ilâhî lütfun ve Rabbani inayetin damgâsını

taşıyorlar. Bunun yanı sıra kıssalarda, yüce Allah'ın onlardan aldığı

sözlere, onlarınsa bu sözlerini tutmayıp kulak ardı edişlerine değiniliyor.

Kazandıkları günahlar, işledikleri suçlar, kendilerine indirilen

kitapta açıkça yasaklanmış olmasına rağmen bir türlü terk

etmedikleri iğrenç huylar hatırlatılıyor. Katı kalpli, taş yürekli ve

sapkın mizaçlı oldukları için akıllarını düşünmekten alıkoymaları

gündeme getiriliyor bu kıssalarda.

 

"Bana verdiğiniz sözü tutun." İfadenin orijinalinde geçen "a-hid"

kelimesi, köken olarak "korumak" demektir. Bu köken anlamından

hareketle birçok anlam da kullanılmıştır. Sözleşme, antlaşma,

yemin, vasiyet, buluşma ve konaklama gibi.

 

"Sadece benden korkun." İfadenin orijinalinde geçen "irhebû" fiilinin

kökü olan "er-rehbe" kelimesi, "korku" demektir ve bunun

karşıtı "er-rağbe"dir.

 

"Onu inkâr edenlerin ilki olmayın." Yani Ehlikitap toplulukları arasında

veya, kendi ulusunuzdan geçmiş ve gelecek kuşaklar içinde

ilk inkârcılar siz olmayın. Yoksa Mekkeli kâfirler onlardan önce

Kur'ân'ı inkâr etmişlerdi.

 

 

Bakara Sûresi / 45-46 ...................................................... 245

 

45- Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz

o Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.

 

46- Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını, onun huzuruna döneceklerini

zannederler.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin." İfadenin orijinalinde

geçen "isteînû" fiilinin mastarı olan "istiane" kelimesi, yardım

istemek demektir. Bu istek ise, ancak insanın tek başına üstesinden

gelemediği görevler ve karşısında duramadığı felaketler açısından

söz konusu olabilir. Çünkü, gerçekte Allah'tan başka yardım

edebilecek kimse yoktur.

 

Şu hâlde, üstlendiği görevler açısından insana yardım etmek

ve onu sağlamlaştırmak, sürekli Allah ile iletişim hâlinde olmasını

sağlamakla olur. İnsanın zorlukların üstesinden gelebilmesi için

Allah'a yönelmesi, kendini O'na ve O'nun yoluna adaması gerekir.

Bu ise, sabır ve namazdır. Yardım dilemenin en güzel yolu bu iki

olgudur. Çünkü sabır her olağanüstü gelişmeyi, her felaketi insanın

gözünde küçültür, sıradanlaştırır. Allah'a yönelmek ve O'na sığınmakla

da iman ruhu uyanır ve insanın zihnine şu anlayış egemen

olur: İnsan yıkılmaz bir dayanağa ve yerinden kopmaz bir sebebe

dayanmaktadır.

 

"Ve, kuşkusuz o, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir."

İfadenin orijinalindeki "ha=o" zamiri "namaz"a dönüktür. Önceki

cümlenin "isteînû=yardım dileyin" ifadesinden hareketle, söz konusu

zamiri "istiane"ye dönük olarak kabul etmek, "Allah'a saygı

gösterenlerden başka" ifadesi ile uyuşmamaktadır. Çünkü "saygı"

kavramının orijinali olan "huşû" sabır olgusuyla fazla uyuşmamaktadır.

 

246 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Her ikisi de ezikliği, düşüklüğü, ifade ediyor olmalarına rağmen

"huşû=saygı" ile "hudû=boyun bükme" kavramları arasında

niteliksel fark vardır. Çünkü hudû=boyun bükme, bedensel organlarla

ilgili bir kavramdır, huşû/saygı ise kalp ile ilgili bir kavramdır.

 

"Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını... zannederler." Bu meselede,

ahirete inanma meselesini kastediyorum, zanna ve karşıt düşünceyi

kesin olarak reddetmeyen sanıya dayalı bilginin hiçbir yararı

yoktur. Burada kesin bilgiye dayanan inanç zorunludur. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ahirete de kesin olarak iman ederler."

(Bakara, 9)

 

Ancak burada mesele "huşû=saygı"nın gerçekleşmesi açısından

e-le alınmış olabilir. Aşamalı sebeplerin ürünü olan aşamalı

bilgilerde, söz konusu bilgiyi algılayan nefis, aşamalı olarak önce

sorunun farkına varır, sonra kuşkulanmaya başlar, ardından karşıt

düşüncelerden biri daha ağır basmaya başlar, bunu izleyen aşamada

karşı ihtimaller peyderpey devre dışı kalırlar ve nihayet kesin

kavrama gerçekleşir. İşte bilgi budur.

 

Bu tür bir bilgi nefsin sıkıntıya düşmesine, derinden ürpermesine

ve belli oranda bir kaos yaşamasına yol açan önemli bir meseleyle

ilgili olunca, huşû, yani içten ürpererek saygı duyma olayı,

ilmî kavrayışın tamamlanmasından önce, ihtimallerin tercihi söz

konusu olduğu andan itibaren gündeme gelir.

 

Şu hâlde kesin bilgiyi ilgilendiren bir meselede "zan" kavramının

kullanılmış olması, şu gerçeği vurgulama amacına yöneliktir:

Buluşabileceği ve huzuruna çıkabileceği bir Rabbi olduğunun farkına

varan bir insan, bu konuda kesin bilgi edinmek için fazla bir

şeye ihtiyaç duymaz. Bu zan, onu kesin bilgiye ulaştırmaya kâfi

gelir. Tıpkı şairin şu beytinde belirttiği gibi:

"Onlara, 'Müzehhec kabilesinden iki bin / zırhlı savaşçı düşünün.'

dedim."

 

Düşman ancak kesin olan bir şeyle korkutulabileceği hâlde

şair burada onlara düşünmelerini emrediyor. Çünkü, burada muhalefetten

vazgeçmeleri için, düşünmek, zannetmek bile yeterlidir.

Bunun için kesin bilgiye gerek yoktur. Onun için tehdit eden

şahıs, karşı tarafta kesin bilgi oluşturma zahmetine katlanmıyor.

 

Bakara Sûresi / 45-46 ...................................................... 247

 

Buradan hareketle diyebiliriz ki, bu ayet-i kerime, içerik olarak

şu ayeti kerimeye benzemektedir: "Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa,

salih amel işlesin." (Kehf, 110)

Bütün bunlar, "Rableri ile buluşacaklarını" sözündeki,

buluşmadan maksadın diriliş günü olduğu takdirde geçerlidir.

Ama eğer maksat, ileride A'râf suresinde ayrıntılı olarak

sunulacak durum ise, bu durumda hiçbir sorun kalmaz.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz.

Ali korkunç bir hadise ile karşılaşınca, hemen namaza durur ve

'Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin' ayetini okurdu."

[c.3, s.480, h: 1]

 

Yine el-Kâfi'de, bu ayetle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle

dediği belirtilir: "Bu ayette geçen 'sabır' kavramından maksat oruçtur."

 

Yine İmam Sadık (a.s) buyuruyor ki: "Bir adam zor bir durumla

karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun.

Çünkü yüce Allah, 'Sabrederek... yardım dileyin.' buyuruyor." [c.4,

s.63, h: 7]

 

Ben derim ki: Bu iki hadisin içerdiği anlamı Tefsir'ul-Ayyâşî'de

de rivayet edilmiştir.1 Sabrı oruca yorumlamak, genel kavramı

örneklerine tatbik etmek babındandır.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de söz konusu ayetle ilgili olarak İmam Rıza'-

dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Sabır, oruçtur. Bir adam zor bir durumla

karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun.

Çünkü yüce Allah, 'Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.

Ve kuşkusuz o Allah'a huşû, edenler, saygı gösterenlerden başkasına

ağır gelir.' buyuruyor. Huşû eden, saygı gösteren ise, namaz

esnasında zelilliğinin bilincinde olup namaza rağbet eden

kimsedir. Bununla da Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Müminin (a.s)

kastediliyor." [c.1, s.43, h: 41]

 

Ben derim ki: Bu rivayetten çıkan sonuç, felaketlerin ve zorlukların

baş gösterdikleri durumlarda oruç tutmanın ve namaz kılmanın

müstehap olduğudur. Aynı şekilde bu sırada Peygamber ve

--------

1- [c.1, s.43, h: 39-40]

 

248 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

veliye tevessül etmek de müstahaptır. Bu, oruç ve namazı

Resulullah ve Emir'ül-Müminin olarak yorumlamaktır.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hz. Ali'nin, "Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını

zannederler." ayeti ile ilgili olarak, "Dirileceklerini kesin olarak

bilirler. Bu husustaki zanları, kesin bilgi konumundadır." dediği

rivayet edilir. [c.1, s.44, h: 42]

 

Şeyh Saduk da bunu rivayet etmiştir.

 

İbn-i Şehraşub İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bu

ayet Ali, Osman b. Maz'un, Ammar b. Yasir ve arkadaşları hakkında

inmiştir."

 

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 249

 

47- Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetleri ve sizi âlemlere

üstün kıldığımı hatırlayın.

 

48- Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine

bir şey ödeyemez, hiç kimseden şefaat kabul edilmez, hiç

kimseden fidye alınmaz ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse başkasının yerine bir

şey ödeyemez..." Bütün türleriyle, bütün kısımlarıyla ve bütün ilgi

alanlarıyla dünyevî egemenlik ve hükümranlık, bu egemenliğin

kanunları koyucu, uygulayıcı ve zorlayıcı gücü, hayatın ihtiyaçlarına

dayanır. Amacı da zamana ve mekâna bağlı etkenlerin el verdiği

ölçüde söz konusu ihtiyaçları gidermektir. Bununla ilgili olarak

bazen egemenliği sürekli kılan genel sistemin dışında bir meta,

bir diğer metayla, bir menfaat, bir diğer menfaatle ve bir hüküm

bir diğer hükümle yer değiştirebilir.

 

Aynı şey ceza hukuku için de geçerlidir. Çünkü hukukçulara

göre suç ve cinayet, cezayı kaçınılmaz kılar. Ama zaman olur, yargıç,

bir amaç uğruna cezayı değiştirebilir. Söz gelimi, yargıç tarafından

cezalandırılması beklenen mahkum, yargıca yalvarabilir.

Israrlı yakarışları sonucu yargıcı kendisine acındırabilir ya da rüşvet

vermek suretiyle, kararını etkileyerek yanlış bir hüküm vermesine

yol açabilir. Ya da suçlu kendisiyle yargıç veya hükmü uygulayacak

olan kimse arasına bir aracı sokabilir. Ya da bir şekilde

yargının yönünü değiştirebilir.

 

250 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Diyelim ki, suçlu bir bedel veya fidye vermek istemektedir ve

diyelim ki, adamı cezalandırmak isteyen hakim, verilecek bedele

ve fidyeye cezadan daha çok ihtiyaç duymaktadır; böyle bir durumda

da yargının niteliği değişebilir. Veya Adam kavminden yardım

isteyebilir, onlar da onu cezadan kurtarabilirler. Bunun benzeri

diğer bir takım şeylerle de yargının yönü değiştirilebilir. Bu, öteden

beri uygulanan bir kural ve her zaman başvurulan bir gelenektir.

Eski putperest milletler ve benzeri sapık inançlı kimseler,

ahiret hayatının da tıpkı dünya hayatı gibi olduğunu düşünüyorlardı.

Orada da sebepler yasasının yürürlükte olduğunu, doğada egemen

olan madde kaynaklı etki ve tepki kuralının orada da geçerli

olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden işledikleri suçları

görmezlikten gelsinler veya birtakım ihtiyaçlarını gidermede yardımcı

olsunlar diye tanrılarına birtakım kurbanlar ve hediyeler sunuyorlardı.

Bununla o tanrıların şefaatlerini umuyorlardı veya günahlarının

fidyesini verdiklerini düşünüyorlardı. Bazen bir canlı veya silah

sunarak onlardan yardım diliyorlardı, hatta yer yer ölülerle birlikte

bazı süs eşyalarını da gömüyorlardı ki, ölü ahirette onlardan yararlansın.

Veya ölünün mezarına bazı silahlar da koyarlardı ki, gerektiğinde

kendisini savunabilsin. Kimi zaman da, ölüyle birlikte ona

arkadaşlık edecek bir cariyeyi ve ona yardım edecek bir yiğidi de

defnederlerdi. Bugün müzelerde, topraktan çıkarılan tarihi eserlerin

yanı sıra, bu tür amaçlar için kullanılan gereçler de sergilenmektedir.

Değişik dilleri ve farklı renkleri olan birçok İslâm milletleri arasında

da bu tür inançların kalıntılarına rastlanmaktadır. Kalıtım

yoluyla gelen bu inançlar zaman sürecinde bazı şekilsel değişimlere

de uğramıştır.

 

Kur'ân-ı Kerim bu tür asılsız kuruntuların ve yalana dayalı söylencelerin

tümünü geçersiz kılmıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle

buyuruyor: "O gün emir yalnız Allah'a aittir." (İnfitâr, 19) Bir diğer

ayette de şöyle buyuruyor: "Azabı gördüler ve aralarındaki bütün

bağlar kesildi." (Bakara, 166) Bir yerde de şöyle buyuruyor:

"Andolsun, sizi ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize gel-

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 251

 

diniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Hani ortaklarınız

olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda

görmüyoruz. Aranızdaki bağlar kesilmiş ve iddia ettiğiniz şeyler

sizden kaybolup gitmiştir." (En'âm, 94)

Bir başka ayette de bu gerçeği şu şekilde dile getirir: "İşte orada

her can, geçmişte yaptıklarını dener. Gerçek Mevlâları olan

Allah'a döndürülürler ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup

gider." (Yûnus, 30)

 

Bu ve benzeri ayetlerde ahiret ortamında dünyevi bağların,

sebeplerin ortadan kalktığı, doğal ilgilerin yok olduğu dile getirilir.

ahi-retle ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken gerçek

ve asıl ilke budur.

 

Bu asılsız kuruntular genel bir ifadeyle çürütüldükten sonra,

bu sefer de teker teker ele alınıp reddediliyor: "Öyle bir günden

korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez,

hiç kimseden şefaat kabul edilemez, hiç kimseden fidye alınmaz

ve hiç kimse başkalarından yardım görmez." (Bakara, 48) "O gün

ne alışveriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur." (Bakara, 254) "O gün

dost, dostundan bir şey savamaz." (Duhân, 41) "O gün arkanızı dönüp

kaçarsınız, ama sizi Allah'tan başka kurtaracak kimse yoktur."

(Mü'min, 33)

"Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz? Hayır, onlar

o gün teslim olmuşlardır." (Sâffât, 25-26) "Allah'ı bırakıp kendilerine

ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve 'Bunlar

Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.' diyorlar. De ki: 'Allah'ın

göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?'

O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." (Yûnus,

18) "Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de sıcak bir dostumuz."

(Şuarâ, 100-101) Bu ve benzeri ayetler kıyamet ortamında

şefaat olayının, iltimasın, aracılığın ve dünyevi bağların söz konusu

olamayacağını dile getiriyorlar.

Ancak bütün bunlarla birlikte Kur'ân'ı Kerim şefaat olayını bütünüyle

de reddetmiyor, aksine kimi durumlarda şefaatin gerçekleşeceğini

vurguluyor: "O Allah, gökleri, yeri ve ikisinin arasında

bulunan canlı-cansız varlıkları altı günde yarattı; sonra arşa istiva

etti. sizin, O'ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur. düşü-

 

252 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

nüp öğüt almıyor musunuz?" (Secde, 4) "Ondan başka ne dostları,

ne de şefaatçileri yoktur." (En'âm, 51) "De ki: Bütün şefaat Allah-

'ındır." (Zümer, 44) "Gök-lerde ve yerde olanların hepsi O'nundur.

O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir? Onların

önlerinde ve arkalarında olanı bilir." (Bakara, 255) "Rabbiniz O

Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti.

İşleri evirip çevirir. Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez."

(Yûnus, 3) "Rahman çocuk edindi, dediler. O, münezzehtir. Hayır,

onlar ikram edilmiş kullardır. O'n-dan önce söz söylemezler ve

onlar, O'nun emriyle hareket ederler. Onların önlerinde ve arkalarında

ne varsa bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat

edemezler ve onlar O'nun korkusundan titrerler." (Enbiyâ, 26-28)

"O'ndan başka, yalvardıkları şeyler şefaat etme yetkisine sahip

değildirler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır."

(Zuhruf, 86) "Rahmanın huzurunda söz almış olanlardan başkaları

şefaat edemezler." (Meryem, 7) "O gün Rahman'ın izin verip

sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.

Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar ise, bilgice

O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 109-110) "O'nun huzurunda O'nun izin

verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." (Sebe', 23)

"Göklerde nice melek var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz.

Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra

olsun." (Necm, 26)

 

Görüldüğü gibi bu ayetlerin ilk üçü şefaati bütünüyle Allah'ın

tekeline verirken geriye kalanları Allah'ın izin vermesi koşuluyla

başkalarının da şefaat edebileceklerini vurguluyor. Hangi açıdan

bakılırsa bakılsın, bu ayetler şefaatin varlığını ortaya koyuyorlar.

Ancak bu ayetlerin bir kısmı şefaatin temelden tek ve ortaksız Allah'a

özgü olduğunu vurgularken, diğer bir kısmı, Allah'ın izin vermesi

ve razı olması durumunda başkalarının da şefaat edebileceklerini

ortaya koyuyorlar.

 

Bunun yanı sıra, şefaati temelden reddeden ayetleri de gördün.

Bu ayetlerin şefaati reddedişleri, Allah'tan başkasının gaybı

bilmesini reddeden ayetleri andırmaktadır. Yüce Allah, gaybı bilmeyi

bütünüyle kendine özgü kılıyor ve başkalarının da gaybı bilmesini

rızasına, onayına bağlı kılıyor. Nitekim yüce Allah bu hususla

ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde Al-

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 253

 

lah'tan başka kimse gaybı bilmez." (Neml, 65) "Gaybın anahtarları,

O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez." (En'âm, 59) "O,

gaybı bilendir, kendi gaybını kimseye göstermez. Ancak razı olduğu

elçiler hariç." (Cin, 26-27)

 

Aynı durum öldürme, yaratma, rızk verme, etkileme, hükmetme,

sahip olma gibi olguları ifade eden ayetler için de söz konusudur.

Kurân'ın ifade tarzında benzeri bir üsluba sıkça rastlanır.

Bu tür ayetlerde Allah'tan başka tüm varlıkların mükemmellikleri

reddedilir, ardından bu mükemmellik bütünüyle Allah'a özgü kılınır,

sonra Allah'ın dışındaki varlıkların da O'nun izni ve iradesi ile

birtakım kemallere sahip olabilecekleri vurgulanır.

Bu ifade tarzından edindiğimiz sonuç şudur: Yüce Allah'ın dışındaki

tüm varlıkların bu tür kemallere ilişkin sahiplikleri kendilerinden

kaynaklanan bağımsız nitelikli bir sahiplik değildir. Onlar

sahip oldukları şeylere Allah'ın sahip kılması sayesinde sahip olabilmişlerdir.

 

Hatta Kur'ân-ı Kerim, hakkında kesin olarak hüküm

verilmiş, kesin karara bağlanmış konularda dahi, İlahî irade için

bir açık kapı bırakmıştır. Bu konularda bile, Allah dilerse aksini

yapabileceğini vurgula-mıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bahtsızlar

ateştedirler. Onların orada bir soluk alış verişleri vardır ki!

Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak

Rabbin dilerse, o başka. Çünkü Rabbin istediğini yapandır. Mutlu

kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar orada

sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse, o başka. Kesintisiz

bir bağıştır bu." (Hûd, 106-108)

 

Bu ifadede görüldüğü gibi sonsuzluk da Allah'ın dilemesine

bağlı kılınmıştır. Özellikle cennetteki kalışın kesintisiz bir bağış olduğu

vurgulanmakla birlikte, bunun bile Allah'ın dilemesiyle ilintili

olduğu dile getiriliyor. Bu ifadeyle vurgulanmak istenen mesaj şudur:

Yüce Allah sonsuzluğa hükmetmiştir, ama bu, meseleyi O'nun

kontrolünün dışına çıkarmaz. Hükümranlığını ve yüce otoritesini

geçersiz kılmaz. "Rabbin istediğini yapandır." sözü bunu vurgulama

amacına yöneliktir. Kısaca bütünüyle O'nun kontrolünden çıkan,

O'nu bir anlamda yoksun ve muhtaç bırakan hiçbir bağışı

yoktur. Yine esirgediği şeyi esirgemesini engelleyecek hiçbir güç

 

254 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

söz konusu değildir. Hiçbir güç O'nun otoritesini geçersiz kılamaz,

hükmünü yürürlükten kaldıramaz.

 

Bununla da anlaşılıyor ki, şefaat olayını reddeden ayetler,

kıyamet ortamına yönelik olduğu takdirde, Allah'tan başkasının

şefaatçiliğini, kendi başına, bağımsız bir yetki olması anlamında

reddetmektedirler. Şefaatin varlığını ifade eden ayetler ise, onun

temelde Allah'a özgü bir yetki olduğunu, bunun yanı sıra Allah'tan

başkasının da O'nun izni ve iradesiyle şefaat edebileceklerini dile

getiriyorlar. Şu hâlde Allah'tan başkasının şefaatçilik etmesi, Onun

iznine bağlıdır. Öyleyse şefaat kavramının ne anlama geldiğini

ve buna bağlı olarak gündeme gelen sonuçlan ayrıntılı olarak

inceleyelim. Şefaat nerelerde ve kimin için geçerlidir? Ne zaman

doğru olur ve ne zaman gerçekleşir? Yüce Allah'ın affı ve bağışlaması

içindeki oranı ne kadardır?

 

ŞEFAAT ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA

 

1- Şefaat nedir?

 

Dayanışma ve toplumsal hayattan edindiğimiz anlayışla bildiğimiz

anlamıyla "şefaat" kısaca, maksatlarımıza ulaşmak, hayatımızdaki

ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kullandığımız yöntemlerden

ve baş vurduğumuz yollardan biridir. Kelime itibariyle

"tek" anlamına gelen "vetr"in karşıtı olan "çift" anlamındaki

"şef'a" kökünden türemiştir. Sanki şefaat eden kimse, şefaat olunan

kimsenin yanındaki eksik araca ekleniyor; böylece daha önce

tek olduğu, elindeki aracın eksikliği ve yetersizliği için istediğine

ulaşamayan, şimdi "çift" oluyor, istediğine daha rahat ulaşabiliyor.

Şefaat aradığımız konular çoğunlukla ya bir yarar ve hayır elde

etme amacına yöneliktir ya da bir zarar ve şerri defetme amacına

yöneliktir. Fakat bu durum bütün yarar ve zararlar için geçerli

değildir. Çünkü biz, doğal sebeplerin ve evrensel yasalar sisteminin

kapsamında olan hususlarla ilgili hayır ve şerlerde, yarar ve

zararlarda bir başkasının şefaatçiliğine başvurmayız. Açlık, susuzluk,

sıcaklık, soğukluk, sağlık ve hastalık durumlarında olduğu gibi.

Bu gibi durumlarda doğal sebeplere başvurur, uygun araçları

kullanır ve münasip yöntemlere tevessül ederiz. Yemek, içmek,

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 255

 

giyinmek, barınmak ve tedavi olmak gibi. Biz, toplum yönetiminin

tanıdığı, yasayıp yürürlüğe koyduğu genel ve özel nitelikli hükümlerin,

yasaların ve sistemlerin öngördükleri veya gerektirdikleri

hayırlar, şerler, yararlar ve zararlarla ilgili olarak başkalarının aracılıklarına, şefaat etmelerine ihtiyaç duyarız.

 

Efendilik ve kölelik çerçevesi içinde, yöneten ve yönetilen ilişkilerinde

birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler vardır ki, yükümlü

bu hükümleri uygulayıp gereklerini yerine getirdiği takdirde

bu, övgü nitelikli bir sonuç doğurur veya yükümlüye bir mevki, bir

mal kazandırır. Hükümlere muhalefet edip başkaldırdığı takdirde

de yergi nitelikli bir sonuçla karşılaşır; kınanma, maddî veya manevî

zarara uğrama gibi bir ceza alır. Efendi, kölesine veya otoritesi

altında bulunan herkese bir emir verdiğinde veya bir şeyi yasakladığında,

buyruğa mu-hatap olan kişi gerekeni yaptığı zaman büyük

bir ödülü hakkeder, muhalefet ettiği zaman da bir azaba veya

cezaya çarptırılır. Şu hâlde, iki tür yasama ve değerlendirme ile

karşı karşıyayız: Hükmün yasanması ve hükmün gereğinin

yasanması yani, hükme muvafakat veya muhalefetin gereğinin

belirlenmesi.

 

Milletlerarası genel nitelikli ve her insan ile emri altında bulunanlar

arasındaki özel nitelikli tüm egemenlikler bu temel üzerinde

odaklaşır.

 

Dolayısıyla bir insan, toplumun belirlediği kurallara ve hak ediş

ölçülerine uymaksızın maddî veya manevî bir hayra ve kemale

ulaşmak isterse, yahut karşı çıkışından dolayı kendisine yönelen

bir kötülüğü savmak ister, ama elinde bir savunma aracı olmazsa

-savunma aracı derken emirlere uymayı ve üzerinden yükümlülüğü

kaldırmayı kastediyorum- daha açık bir ifadeyle, bir insan koşullarını

yerine getirmeksizin, sebeplerini hazırlamaksızın bir sevap,

bir ödül elde etmek isterse veya kendisine yöneltilen yükümlülüğü

yerine getirmeksizin bir cezadan kurtulmak isterse, bu, şefaatin

etkinlik alanına girer.

 

Böyle bir durumda şefaat, etkin rol oynayabilir. Fakat bu etkinlik

şartsız, sınırsız değildir. Örneğin, yüksek ilmi bir makama gelmek

isteyen okuma-yazmasız cahil bir kimse gibi, kemal kisvesine

bürünme açısından bir liyakate sahip bulunmayan veya efendi-

 

256 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sinin emirlerine uymayan dik başlı, azgın bir köle gibi, kendisini

katında şefaat edilen makama bağlayacak her hangi bir bağı bulunmayan

kimse için şefaatin hiçbir yararı olmaz. Çünkü şefaat,

kendi başına bağımsız bir etkinliğe sahip değildir, eksik sebebin

tamamlayıcı öğesidir.

 

Ayrıca katında şefaat girişiminde bulunulan hakimin nezdinde

şefaatçilik pozisyonunda bulunan kişinin etkinliği, sebeplerden

bağımsız ve ölçüsüz bir etkinlik değildir. Tersine, hakim üzerinde

etkinlik uyandıracak bir durumun söz konusu olması gerekir ki,

ardından ödül almayı veya cezadan kurtulmayı getirsin.

Meselâ şefaatçi, efendiden, kendi efendiliğini ve kölesinin de

köleliğini geçersiz kılarak onu cezalandırmamasını isteyemez. Efendiden

hükmünden el çekmesini, kölesine yükümlülük vermekten

kaçınmasını veya genel olarak veya olaya özgü olmak üzere

hükmünü geçersiz kılmasını talep edemez. Aynı şekilde şefaatçi,

hakimden genel olarak veya özel bir durumla ilgili olarak cezalandırma

yasasını yürürlükten kaldırmasını, cezalandırmamasını

isteyemez.

 

Dolayısıyla efendilik, kulluk, hüküm ve ceza sistemi üzerinde

şefaatçinin hiçbir etkinliği yoktur. Şefaatçi, sözünü ettiğimiz bu üç

hususa, bu üç cihete, kesin gözüyle baktıktan ve tartışmasız kabul

ettikten sonra ya hakimlik pozisyonunda bulunan efendinin cömertliği;

mertliği, şerefi ve yüceliği gibi affetmeyi ve bağışlamayı

gerektiren sıfatlarını ya kölenin ezikliği, miskinliği, düşkünlüğü,

hakirliği ve kö-tü hâllere düşmüşlüğü gibi acımayı gerektiren

sıfatlarını ya da bizzat kendi niteliklerini, yani efendiye olan yakınlığını,

şerefini ve yüksek konumunu öne sürerek şöyle der:

Senden kendi efendiliğini ve onun köleliğini geçersiz kılmanı,

hüküm ve ceza sistemini yürürlükten kaldırmanı istemiyorum. Aksine

senden bağışlamanı istiyorum. Çünkü sen efendisin, acıma

duygusuna sahipsin, cömertsin. Onu cezalandırmak sana bir yarar

sağlamaz, günahlarını bağışlaman da sana bir zarar dokundurmaz

veya o, düşkün ve hakir bir cahildir. Senin gibiler onun durumuna

aldırmazlar. Onunla gereğinden fazla ilgilenmezler veya senin katındaki

seçkin konumuma ve sana olan yakınlığıma güvenerek

onu affetmeni istiyorum.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 257

 

Konuyu enine-boyuna irdeleyen biri açık olarak görür ki: Şefaatçi,

örneğin cezanın kaldırılması ile ilgili olarak katında şefaatte

bulunulan zatın sıfatları gibi konuyla ilgisi bulunan etkenleri kullanarak

aracılıkta bulunur. Böylece konu bir hükmün kapsamından

çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girer. Yoksa birinci hükmün

kapsamında olduğu hâlde hükmün iptali söz konusu değildir.

Yani doğadaki birbirine zıt etkenlerin bazısının, diğer bazısının etkinliğini

geçersiz kılması ve ona galebe çalması gibi bir durum söz

konusu değildir. Şu hâlde şefaatin gerçek anlamı, konunun bir

hükmün kapsamından çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girmesini

sağlayarak çelişkiye meydan vermeme suretiyle bir yarar elde

etme veya bir zararı defetme amacına yönelik, aracılık girişimidir.

Ayrıca bununla, şefaatin nedensellik kuralının bir örneği olduğu

da ortaya çıkıyor. Çünkü şefaat, yakın sebebin, ilk ve uzak sebep

ile müsebbebi arasında aracı edinilmesinden ibarettir. Şefaat

kavramının anlamı üzerinde yaptığımız analizlerden elde ettiğimiz

sonuç budur.

 

Nedensellikle ilgili olarak yüce Allah'ın etkinliği iki açıdan değerlendirilebilir:

 

1- Etkinlik O'ndan başlar ve nedensellik O'nunla son bulur. Dolayısıyla

o, sınırsız ve kayıtsız yaratma ve meydana getirme gücüne

sahiptir. Tüm illetler ve sebepler O'nunla başkaları arasında,

tükenmez rahmetinin ve yaratıklarına yönelik sayısız nimetlerinin

yayılmasının ve aktarılmasının aracılarıdırlar.

 

2- Yüce Allah sonsuz yüceliğiyle birlikte bize yaklaşarak lütufta

bulunmuştur. Dinini bir yasalar sistemi olarak yürürlüğe koymuş

ve birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler belirlemiştir. Ahiret

yurdunda verilmek üzere, söz konusu emir ve yasaklara uymak

veya karşı çıkmak durumlarına göre birtakım ödüller ve cezalar

öngörmüştür. Bu amaca yönelik olarak cennetle müjdeleyen ve

cehennem azabına karşı uyaran peygamberler göndermiştir. Bu

peygamberler de yüce Allah'tan aldıkları mesajı en güzel şekilde

duyurmuş ve insanlara karşı bir gerekçe, bir kanıt ortaya koymuşlardır.

Böylece Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe

tamamlanmış oldu. Hiç kimse de O'nun sözlerini değiştiremez...

 

258 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

İlk değerlendirme esas alınarak konuya bakıldığında, görülecektir

ki, bu, tekvinle, varoluşsal ilgili bir değerlendirmedir. Bu

durumda şefaat kavramının aradaki varoluş ile ilgili neden ve sebeplere

intibak ettiği açık-seçiktir. Çünkü aradaki varoluşla ilgili

nedenler, yüce Allah'ın rahmet, yaratma, diriltme ve rızk gibi üstün

sıfatlarından yararlanıp çeşitli nimet ve lütufları, yaratıklardan

muhtaç durumda olanlara ulaştırırlar.

Yüce Allah'ın bazı sözleri de muhtemelen bu anlamı çağrıştırmak-

tadırlar: "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O'nun

izni ol-madan kendisinin katında kim şefaat edebilir." (Bakara,

255) "Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.

Sonra Arş'a istiva etti. İşi tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç

kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3)

Şu hâlde şefaat, varoluşla ilgili alanda, neden ve sebeplerin

O'nun-la müsebbepler (sebeplerden etkilenenler) arasında,

müsebbeplerin işlevlerini plânlanma, varlıklarını ve kalıcılıklarını

düzenlenme noktasında aracılık etmeleridir. Buna "tekvinî (varoluşla

ilgili) şefaat deriz.

 

İkinci değerlendirme esas alındığında, meselenin teşri nitelikli

olduğu görülecektir. Böyle bir durumda söylenecek söz şudur:

Yaptığımız analizlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, şefaat kavramı

yerinde kullanıldığı zaman doğru bir anlam ifade eder ve bunun

bir sakıncası da yoktur. Şu ayet-i kerimeler de bu anlamı vurgulamaya

yöneliktir: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı

kimseden başkasının şefaati fayda vermez." (Tâhâ, 109)

"O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati

fayda vermez." (Sebe', 23) "Onların şefaati hiçbir işe yaramaz.

Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra

olsun." (Necm, 26) "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat

etmezler. (Enbiyâ, 28) "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaate

sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır."

(Zuhruf, 86)

 

Gördüğün gibi ayet-i kerimeler, yardım etmek anlamında, ilâhî

izin ve rızadan sonra meleklerden ve insanlardan bazı kimselerin

şefaatte bulunacaklarını vurgulamaktadırlar. Şu hâlde şefaat,

mülk ve emir yetkisi kendisine özgü olan yüce Allah'ın bazı kimse-

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 259

 

lere tanıdığı bir yetkidir. Dolayısıyla şefaat edecek kimseler O'nun

rahmetine, affına, bağışlamasına ve buna benzer üstün niteliklerine

sarılarak günahtan dolayı kötü duruma düşmüş, azap belasına

duçar olmuş kullardan birinin O'nun rahmetinin kapsamına

girmesini, kuşatıcı azabın ve işlenmiş cürümün kapsamının dışına

çıkmasını sağlarlar. Nitekim daha önce de açıkladığımız gibi şefaatin

etkinliği, konuyu bir hükmün kapsamından çıkarıp diğer bir

hükmün kapsamına sokma şeklindedir; aynı hükmün kapsamında

olmakla birlikte hükmün uygulanmasını engellemek şeklinde

değildir. Şu ayet-i kerimeler de bunu ortaya koymaktadırlar:

"...İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirir." (Furkan, 70)

Dolayısıyla yüce Allah bir amelin yerini diğer bir amelle

değişti-rebilir. Nitekim varolan bir ameli de yok edebilir. Bu hususla

ilgili olarak şöyle buyuruyor ulu Allah: "Yaptıkları her işin önüne

geçtik de, onları etrafa saçılmış toz zerreleri hâline getirdik."

(Furkan, 23) "Allah onların amellerini heder etmiştir." (Muhammed, 9)

"Eğer siz yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük

günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) "Allah, kendisine ortak koşulmasını

bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ,

48) Bu ayet kesinlikle iman ve tövbeyle ilgili değildir. Çünkü iman

ve tövbe ile diğer günahlar gibi şirk günahı da bağışlanmanın

kapsamına girer.

 

Ulu Allah az olan bir ameli arttırma, çoğaltma yetkisine de sahiptir:

"Onlara ödülleri iki kere verilir." (Kasas, 54) "Kim iyilik getirirse,

ona getirdiği iyiliğin on katı vardır." (En'âm, 160) Aynı şekilde

yüce Allah var olmayan bir ameli var etme gücüne ve yetkisine de

sahiptir: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de imanda kendilerine

uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır: kendi amellerinden

de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına

bağlıdır." (Tûr, 21) Bu ayet, amellere başka amellerin de katılacağını

ifade ediyor. Kısacası yüce Allah dilediğini yapar ve istediği

gibi hükmeder.

 

Evet, yüce Allah dilediğini gerektirici bir maslahat icabı yapar

ve bunun için de aracı vasıtalar kullanır. Peygamberlerden, evliyalardan

ve seçkin kullarından bazı kimselerin şefaati de kuşkusuz

bu konumdadır.

 

260 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Böylece anlaşılmış oldu ki, aracılık anlamında şefaat,

gerçekte yüce Allah hakkında geçerlidir. Çünkü O'nun her sıfatı,

O'nunla yaratıkları arasında birer aracı pozisyonundadırlar; yaratıklara

ilâhî cömertliği ve varoluş bağışını aktarırlar. Şu hâlde

gerçek anlamda, mutlak şefaatçi O'dur. Bu hususla ilgili olarak

yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Bütün şefaat sadece Allah-

'ındır." (Zümer, 44) "Sizin, O'ndan başka hiçbir dostunuz, bir şefaatçiniz

yoktur." (Secde, 4) "O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri

yoktur." (En'âm, 51) Allah'tan başka birisi eğer şefaat

edecekse, bu; Allah'ın izni ve yetki vermesi ile mümkün olacaktır.

Yukarıdaki açıklamalarımızla, kısaca yüce makamına yakışmayacak

bir olumsuzluk oluşturmadığı takdirde O'nun katında şefaatin

gerçekleşeceği ispat edilmiş oldu.

 

2- Şefaatle İlgili Problemler Ve Yanıtları

 

Şefaatin kısaca bazı durumlarda söz konusu olduğunu, bu hususta

bir genelleme yapamayacağımızı öğrenmiş bulunuyorsun.

Aynı şekilde ileride Kitap ve sünnetin de bundan fazlasını dile getirmediğini de öğreneceksin. Daha doğrusu, sırf şefaat kavramının

ifade ettiği anlam üzerinde derin bir bakış açısıyla düşünmek bile,

insanı böyle bir sonuca götürebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi

şefaat, anlam olarak nedensellik ve etkinlik açısından bir tür aracılığa,

tavassuta dönüktür. Şefaat için sınırsız bir nedensellik ve

etkinlik anlamı söz konusu değildir. Hiçbir sebep koşulsuz olarak

tüm müsebbeplerin sebebi niteliğini kazanamaz ve yine hiçbir

müsebbep mutlak anlamda tüm sebeplerden etkilenen

müsebbep konumunda olamaz. Böyle bir durum nedensellik yasasının

geçersizliği sonucunu doğurur ki bu, hiç kuşkusuz yanlıştır.

İşte şefaat olgusunu kabul etmeyenler, bu hususta yanılgıya düşmüşler

ve şefaatin hiçbir şarta bağlı olmayan mutlak bir etkinlik

olduğu kuruntusuna kapılmışlardır.

 

Dolayısıyla bazı açılardan meselenin içinden çıkamaz olmuşlardır.

Buradan hareketle de Kur'ân'la sabit olan gerçeği reddetme

esasına dayalı düşünceler geliştirmişlerdir. Onlar tarafından içinden

çıkılmaz olarak algılanan şefaatle ilgili hususların bir kısmını

aşağıya alıyoruz.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 261

 

Birinci sorun: Yüce Allah'ın tehditle vurguladığı bir cezanın

kıyamet günü suçluya uygulanmaması ya adalet ilkesine dayalı ya

da zulme dayalı bir uygulamadır. Eğer adil bir uygulamaysa, bu

durumda önceki cezalandırmaya ilişkin hüküm zulüm nitelikli olur;

bu ise, yüce Allah'a yaraşmaz. Eğer zulüm esasına dayalı bir

uygulamaysa bu durumda söz gelimi peygamberlerin şefaatleri

yüce Allah'tan zulüm talep etme olarak kabul edilir ki bu, peygamberlere

(Allah'ın selâmı onlara olsun) yakışmayan bir cehalettir.

 

Birinci sorunun çözümü: Birincisi nakzî cevaptır. Şöyle ki, tüm

imtihan amaçlı emirlerde durum böyledir. Peki onlarda ne diyeceksiniz?

Bize sorulursa, imtihan amaçlı hükmün önce yasanması

sonra da kaldırılması her ikisi de adaletin gereğidir. Bu gibi emirlerdeki

temel gerekçe, yükümlünün içindekini bilmek veya gizli niteliklerini

ortaya çıkarmak ya da onda bilkuvve varolan kabiliyetin

bilfiil çiçeklenmesini sağlamaktır.

 

Şefaatle ilgili olarak da şöyle denebilir: Kıyamet günü tüm

müminler için kurtuluş öngörülmüş olabilir. Sonra hükümler konuyor

ve bu hükümlere aykırı hareket edenler için çeşitli cezalar

öngörülüyor ki kâfirler, küfürlerinden dolayı helâk olsunlar. Müminlere

gelince, aralarında yer alan muhsinlerin dereceleri itaatlerinden

dolayı yükselir; geriye kalan günahkarlar, kötülük işleyenler

ise şefaat aracılığı ile kendileri için öngörülen kurtuluşa nail olurlar.

Berzah âleminde ve kıyametin dehşet verici ortamında bazı

azaplara duçar olsalar bile, kurtuluşa erirler. Şu hâlde hem hükmün

yasanıp muhalefetine azap kararı verilmesi, hem de daha

sonra bu azabın kaldırılması adalet ilkesine uygundur.

İkinci cevabımız ise hallî, çözümsel cevaptır: Şöyle ki, ilkin verilmiş

olan cezanın şefaat aracılığı ile uygulamadan kaldırılmasının

söz konusu adalet ilkesi ya da zulme dayalı bir uygulama

olma açısından birinci hükümle çelişki arzetmesi, ancak cezanın

şefaat aracılığı ile kaldırılmasının, verilen ilk hükümle veya hükmün

cezayla sonuçlandırılması ilkesiyle çelişki arzettiği takdirde

söz konusu olabilir. Ancak sen bunun böyle olmadığını öğrenmiş

bulunuyorsun. Çünkü şefaatin etkinliği hükümle çelişki arzedecek

şekilde değil, konuyu hükmün şümulünden çıkarmak şeklindedir.

 

262 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Şefaat aracılığı ile suçlu cezanın kapsamından çıkarılıp yüce Allah'ın

rahmet, af, bağışlama gibi sıfatlarının kapsamına alınır. Yüce

Allah'ın şefaatçiye yönelik ikramı ve onurlandırması da sözünü

ettiğimiz İlâhî sıfatlardan biridir.

 

İkinci sorun: Yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalar sistemi,

O'nun fiillerinin etkilerini yapmamak veya değişik etkiler yapmaktan

korunmuş olmasını öngörmektedir. Bir şeye karar verdi mi veya

bir hüküm koydu mu, onu istisnasız olarak tek bir çizgide ve

kesintisiz olarak aynı tarzda uygular. Nedensellik yasası da bu tarz

üzeredir.

 

Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Kullarım

üzerinde senin hiçbir etkinliğin, hiçbir yaptırım gücün yoktur.

Fakat sana uyan azgınlar hariç. Cehennem onların tümünün

buluşma yeridir." (Hicr, 43) "İşte bu, dosdoğru yolumdur. Ona uyunuz.

Sakın başka yolları izlemeyin, sonra sizi doğru yoldan ayırırlar."

(En'âm, 153) "Allah'ın yasasında bir değişiklik, Allah'ın yasasında

bir farklılık bulamazsın." (Fâtır, 43)

Şefaatin geçerli olması ise, fiillerde değişikliğe yol açar. Çünkü

şefaat aracılığı ile bütün suçluların tüm cezalarını kaldırmak,

mezkur İlâhî sünnetin geçersizliği anlamını taşır ve yükümlülükle

çelişmektedir. Bu ise, kesinlikle mümkün değildir ve kesinlikle

yüce Allah'ın fiil-lerinin hikmete dayalı olmasıyla uyuşmaz.

Bazı suçluların cezalarını kaldırmak veya tüm suçluların bazı suçlarına

ve günahlarına ceza uygulamamak ise, yüce Allah'ın fiilinin

farklılık göstermesi, yürürlükte olan yasasının değişmesi, öteden

beri izlenilen yolunun yön değiştirmesi demektir. Çünkü suçluluk

noktasında suçlular arasında bir fark olmadığı gibi, günahlık ve

kulluğun sınırlarını aşmak bakımından günahlar arasında da bir

fark yoktur.

 

Şu hâlde suçluların bir kısmını veya onların bazı suçlarını

genelden ayrı olarak şefaat aracılığı ile hoşgörünün ve

görmezlikten gelmenin kapsamına almak imkansızdır. Şefaat ve

benzeri aracılık girişimleri, ancak fiillerin, hak ve batılda aynı

hükmü verebilen, hikmet ve cehaletten yana aynı tavrı takınabilen

tutkular ve kuruntular üzerine bina edildiği dünya hayatında

geçerli olabilir.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 263

 

Bu soruna karşı vereceğimiz cevap şudur: Yüce Allah'ın yolunun

dosdoğru ve yasalar sisteminin tek ve değişmez olduğu kuşkusuzdur.

Ne var ki bu tek ve değişmez yasalar sistemi, sadece

yüce Allah'ın örneğin yasa koyma ve hükmetme gibi sıfatlarından

birine dayanmamaktadır ki, bir hususla ilgili hüküm değişmesin

ve bir hükme ilişkin ceza hiçbir şekilde yürürlükten kaldırılmasın.

Aksine ilâhî yasalar sistemi, yüce Allah'ın bunlarla ilgili tüm sıfatlarının

öngördükleri hususlar üzerine bina edilmiştir. -Ki yüce Allah'ın

sıfatları bizim kavrayışımızdan çok yücedir.-

 

Bunun açıklaması şöyledir: Varlıklar âleminde, hayat, ölüm,

rızk ve nimet gibi olguları bahşeden, lütfeden yüce Allah'tır. Bunlarsa

birbirlerinden farklı olgulardır ve yüce Allah'la olan bağlantıları

aynı şekilde, aynı yönden ve aynı bağ ile değildir. Çünkü bu tür

bir ilişki tarzında bağlılığın ve nedensellik yasasının iptali söz konusudur.

Örneğin, yüce Allah gerektirici bir sebep ve iktiza edici bir

maslahat olmaksızın hastaya şifa vermez. Hastaya şifâ vermesi,

O'nun öldürücü, intikam alıcı ve şiddetle yakalayıcı olması gibi sıfatlarıyla

ilgili değildir; şefkatli, merhametli, nimet bahşeden, şifa

veren ve afiyete kavuşturan olması gibi sıfatlarıyla ilgilidir.

Keza, yüce Allah, sebepsiz yere bir zorbayı, bir müstekbiri

helâk etmez; şefkatli, merhametli olduğu için de onu helâk etmez.

Tersine intikam alıcı, şiddetle yakalayıcı ve karşı konulmaz gücüyle

ezici olduğu için helâk eder. Kısacası yaptığı her iş, onunla ilgili

bir sıfatın gereğidir... Kur'ân bu gerçeği ana hatlarıyla ortaya koymaktadır.

Şu hâlde meydana gelen herhangi bir olay, varoluşsal açıdan

kapsadığı nitelikleri bakımından bir veya aralarındaki uyum ve itilafın

gerektirdiği vecihle birden fazla ilâhî sıfata dayanmaktadır.

Dilersen şöyle de diyebilirsin: Her şey kapsadığı maslahat ve iyi niteliklere

uygun yönüyle yüce Allah'a bağlıdır.

 

Bu gerçeği kavradıktan sonra şu hususu öğrenmiş olursun:

Yüce Allah'ın yolunun doğruluğu, yasasının değişmezliği ve fiillerinin

çelişmezliği, birbirleriyle bağlantı hâlinde olan tüm sıfatlarını

kullanarak ortaya koyduğu düzen için söz konusudur. Yoksa tek

bir sıfatın gerektirdiği sonuç için bu durum geçerli değildir. İstersen

şöyle de diyebilirsin: Böyle bir durum hükümle, hükmün konu-

 

264 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

suna ilişkin tüm maslahatlar arasındaki etkileşimden kaynaklanan

sonuç için geçerlidir. Tek bir maslahatın gerektirdiği sonuç için

değil. Eğer konulmuş hükmün sebebi tek başına söz konusu

olsaydı, bu hüküm ne iyiliksever, ne günahkâr, ne mümin ve ne de

kâfir için değişmezdi. Ancak sebepler çoktur. Bunların hepsinin

veya bir kısmının bir arada göz önünde bulundurulmasıyla doğacak

sonuç, her birinin tek başına mülahaza edilmesinden doğacak

sonuçla farklı olabilir. Ne demek istediğimizi iyice düşünün.

Dolayısıyla şefaatin varlığı ve cezanın yürürlükten kaldırılması

-ki bu, rahmet, bağışlama, hükmetme, karar verme, her hak sahibine

hakkını verme ve yargıda eğri ile doğruyu kesin biçimde ayırma

gibi birtakım sebeplerin doğurduğu sonuçtur- yürürlükte olan

ilâhî yasalar sisteminde bir değişikliğe ve dosdoğru yolda bir

sapmaya yol açmaz.

 

Üçüncü sorun: Halk arasında bilindiği şekliyle şefaat, şefaatçinin;

katında şefaatte bulunulan zatı daha önce irade ettiğinin -

ister iradesi doğrultusunda hükümde bulunsun, ister bulunmasın-

aksi olan bir şeyi yapmaya veya terk etmeye zorlamasıdır. Buna

göre, şefaatçinin isteği doğrultusunda, onun hâtırı için irade terk

edilmedikçe ve geçersiz kılınmadıkça şefaat gerçekleşmez. Şimdi,

katında şefaatte bulunulan kimse, ya adildir ya da zalimdir.

Adil bir hâkim irade ettiği veya hükmettiği hususla ilgili bilgisinin

niteliği değişmediği sürece şefaat girişimini kabul etmez.

Yani, ancak yanılması, sonra doğruyu öğrenmesi ve yapılması gerekenin

veya maslahatın, irade ettiği veya hükmettiğinden farklı

olduğunu görmesi gibi bir durum söz konusu olursa, şefaat girişimini

kabul eder.

 

Zalim ve despot bir yönetici ise, haksızlık ettiğini ve adalete

uygun tutumun, yaptığının aksi olduğunu çok iyi bildiği hâlde yakın

adamlarının ve elit zümrenin şefaatini kabul eder, kendi katında

seçkin bir konumda olan kişiyle irtibatını korumada olacak

çıkarını adalet ilkesine tercih eder.

 

Söz konusu her iki durum da, yüce Allah açısından imkansızdır.

Çünkü O'nun iradesi ilmine göre tecelli eder, ilmi ise ezelîdir,

kesinlikle değişmez.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 265

 

Şefaati inkâr edenlerin bu yaklaşımına vereceğimiz cevap şudur:

Şefaat olayında yüce Allah açısından bir irade ve bilgi değişikliği

söz konusu değildir. Değişiklik irade edilen ve bilinen şey açısından

söz konusudur. Çünkü yüce Allah, falanca insanın başına

çeşitli durumların geleceğini, şu sebepler ve koşullardan dolayı şu

zamanda şu durumda olacağını bilir. Böyle bir durumda onun

hakkında bir irade ortaya koyar. Sonra başka sebeplerin ve başka

koşulların baş göstermesi ile diğer bir zamanda diğer bir duruma

düşeceğini de bilir. Bu sefer de onun hakkında başka bir irade ortaya

koyar. O, her gün yeni bir iştedir. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır, Ana kitap O'-

nun katındadır." (R'ad, 39) "Hayır, O'nun iki eli de açıktır, dilediği

gibi verir." (Mâide, 64)

 

Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz: Biz biliriz ki, havayı bir süre

sonra karânlık bürüyecektir ve gözlerimiz fonksiyonlarını yerine

getiremez olacaklardır. Oysa buna da ihtiyacımız vardır. Sonra güneşin

ışık saçması ile birlikte karanlık dağılacaktır. Bu örnekte

gecenin gelişi ile birlikte, irademiz lamba aracılığı ile aydınlanmaya,

gecenin sona ermesi ile birlikte de lambayı söndürmeğe taalluk

eder. Burada bilgi ve irade değişmemiştir. Sadece bilinen ve

irade edilen şey değişmiştir. Yani bilinen ve irade edilen şey, bilgi

ve iradeye uygunluk pozisyonundan çıkar. Nitekim her bilgi, her bilinene

uymaz. Her irade de her irade edilen şeye taalluk etmez.

Evet; yüce Allah açısından imkânsız olan bilgi ve irade

değişikliği, bilinen ve irade edilen şeyin durumunu korumasına

rağmen bilgi ve iradenin onlara uymamasıdır. Buna yanılma ve

feshetme denir: Söz gelimi, bir karartı görürsün; önce bunun insan

olduğuna hükmedersin; bir süre sonra karartının at olduğu ortaya

çıkar, böylece karartıya ilişkin bilgi değişir. Ya da bir maslahat

gözeterek bir şeyi irade edersin, daha sonra asıl maslahatın irade

ettiğin şeyin karşıtında olduğunu öğrenirsin, buna bağlı olarak

iradeni değiştirirsin, İşte bu iki örnekte vurguladığımız hususlar

yüce Allah hakkında düşünülemez. Oysa şefaatin ve buna bağlı

olarak da cezanın yürürlükten kaldırılması olayında yukarıdaki

hususların söz konusu olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun.

 

Dördüncü sorun: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde bulunması veya

peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah iş-

 

266 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lemeye devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri

yönünde teşvik edilmeleri sonucunu doğuruyor. Bu ise, dinin biricik

hedefi ile çelişmektedir. Dinin tek ve değişmez amacı insanların

tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, O'na itaat etmeye

yöneltilmeleridir. Şu hâlde Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak

yer alan nasları dinin bu apaçık temel ilkesi ile çelişmeyecek şekilde

yorumlamak gerekir.

 

Dördüncü soruna çözüm şudur: Öncelikle bu yaklaşım, bağışlamanın

kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren ayetlerle

çelişmektedir: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz,

bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Daha önce de değindiğimiz gibi bu ayet, tövbe olayının söz konusu olmadığı durumlara

işaret ediyor. Bunun kanıtı da tövbe edilmiş olması durumunda

bağışlanan günahlar kapsamına giren şirkin bu ayette istisna

edilmiş olmasıdır.

 

İkincisi; yüce Allah tarafından dile getirilen şefaat vaadinin veya

bu vaadin peygamberler aracılığıyla duyurulmasının insanları

günaha sürüklemesi, dik başlılık ve isyankarlık yapmaya teşvik

etmesi iki şar-ta bağlıdır:

 

1- Suçlunun şahsı ve nitelikleriyle belirlenmesi ya da hakkında

şefaat edilen günahın hiçbir şüpheye yer bırakılmayacak şekilde

belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah hakkında kesin

olarak şefaat sözü verilmesi ve hiçbir muhtemel şarta bağlı kılınmaması.

 

2- Şefaatin her türlü cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten

kaldıracak şekilde etkin bir rol oynaması.

 

Eğer; "Falanca gruptan olan insanlar veya bütün insanlar işledikleri

suçlardan dolayı cezalandırılmazlar, günahlarından dolayı

kesinlikle sorgulanmazlar." veya; "Falanca günahtan dolayı hiçbir

zaman azap görülmez." şeklinde bir iddia ortaya atılacak olursa,

bu kesinlikle batıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve

sorumluluklarla alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından

konu müphem bırakılırsa; şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkarlar

hakkında geçerli olacağı belirtilmezse; ya da yürürlükten

kaldırılacak cezaların, bütün cezalar, tüm zaman ve durumlarda

olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaat edilen

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 267

 

şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla yüce

Allah'ın koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine bu

durum, kişide ilâhî rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir,

işlediği günahlardan ve kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve yüce

Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlığa kapılmaz.

Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuyor mu?: "Eğer size yasaklanan

büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı

örteriz." (Nisâ, 31) Ayet-i kerime büyük günahlardan kaçınma şartına

bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen cezaların

kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer: "Büyük günahlardan sakınırsanız,

küçük günahlarınızı affederiz." demek doğru ise, bu durumda;

"Eğer imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir imanla

bana gelirseniz, şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul

ederim." demek de doğru ve yerinde olur.

 

Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir. Çünkü

günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet şirke götürür.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayan topluluktan başkası,

Allah'ın tuzağından emin olmaz" (A'râf, 99) "Hayır, onların işleyip

kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur."

(Müteffifîn, 14) "Sonra kötülük edenlerin sonu; Allah'ın ayetlerini

yalanlamak oldu." (Rûm, 10) Bu uyarılar günahkârı günahlarından

uzaklaştırmaya, takva yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını sağlamaya

yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç

duymaz. İşte bu, en büyük yarar ve en güzel sonuçlardan biridir.

Aynı şekilde hakkında şefaat edilen suçlu veya şefaate konu

olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya bazı zamanlarını

kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların cesaretlenmesine,

suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz.

 

Kur'ân-ı Kerim şefaate konu olacak suçluları da günahları da

belirleştirmez. Cezanın kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için

söz konusu eder. Dolayısıyla bu yönden herhangi bir sorunla

karşı karşıya değiliz.

 

Beşinci sorun: Akıl, eğer kanıtlık oluşturacaksa, ancak şefaatin

mümkünlüğüne kanıtlık oluşturur; vukuuna değil. Bununla beraber,

bu hususta aklın kanıtlık oluşturması kesinlikle geçersizdir.

Nakle gelince; Kur'ân ayetlerinde şefaatin vukuuna ilişkin bir

 

268 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kanıt yoktur, aksine şefaatin geçersizliğini ifade eden ayetlere

rastlıyoruz: "O gün ne alış veriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur."

(Bakara, 254) Diğer bir ayet de şefaatin hiçbir yarar sağlamadığını

ortaya koyuyor: "Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez."

(Müddessir, 48)

 

Olumsuzluk ifade eden diğer bazı ayetler de şu şekildedir:

"O'nun izninin olması dışında..." (Bakara, 255) "Ancak O'nun izninden

sonra..." (Yûnus, 3) "Ancak razı olduğu kimse için..." (Enbiyâ, 28)

Bu tür istisnalar, yani izin ve iradeye bağlı olarak gündeme getirilen

istisnalar Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alırlar ve Kur'ân'ın ifade

tarzı içinde kesin olumsuzluk ifade ederler. Amaç, bunun yüce Allah'ın

iznine ve iradesine bağlı olduğunu vurgulamaktır. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana okutacağız ve unutmayacaksın.

Yalnız Allah'ın dilediği başka." (A'lâ, 6-7) "Gökler ve yer durdukça

orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka." (Hûd,

107)

 

Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de şefaatin kesinlikle gerçekleşeceğine

ilişkin açık ve kesin bir nas yoktur.

 

Sünnete gelince; konunun detayına inen rivayetlerin sıhhati,

tartışma konusudur ve onlara güvenilmez. Hadisler arasında doğruluğu

tartışılmaz olanlarsa, Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine ek bir açıklama

getirmiyorlar.

 

Bu yaklaşıma vereceğimiz cevap şudur: Şefaatin geçersizliğini

ifade eden ayetlerin, onu bütünüyle reddetmediklerini gördün.

Tersine bu ayetlerde, Allah'ın izninden ve rızasından bağımsız

şefaat reddediliyor.

 

Bu eleştiride bulunanın iddiasına göre, şefaatin bir yarar sağlamadığını

ifade eden ayetler ise, onu olumsuzlamıyor, aksine onun

kesinlikle gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Müddessir suresinde

yer alan bu ayetler, şefaatin suçlulardan belli bir zümreye

yarar sağlamayacağı-nı ifade ediyor, tüm suçlulara değil.

Ayrıca ayetlerde ifade edilen şefaat, izafet terkibi içinde dile

getirilmiştir, yani tamlamadan soyut ve yalın değildir. Çünkü, "Fela

tenfeuh-uş şefaetu=şefaat onlara fayda vermez." demekle, "Fela

tenfeuhum şefaet-uş şafiîn=şefaatçilerin şefaati onlara fayda

vermez" demek arasında fark vardır. Birinci ifadede fiilin dışta

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 269

 

gerçekleştiğine dair herhangi bir işaret olmamasına karşın ikinci

ifadede fiilin dışta gerçekleşmiş olduğu söz konusudur. Delâil-ül

İ'caz adlı eserinde Şeyh Abdulkahir bunu açıkça ifade etmiştir.

"Şefaatçilerin şefaati" ifadesi, şefaatin bir şekilde gerçekleştiğini,

ama sözü edilen zümrelerin bundan yararlanamayacaklarını gösteriyor.

Ayrıca, "şefaatçiler" şeklinde çoğul bir ifadenin kullanılmış

olması da bu yaklaşımı pekiştirici niteliktedir. Tıpkı şu ifadeler gibi:

"Ama o geride kalanlardan oldu...", "O, kâfirlerdendi..." "O, azgınlardan

idi...", "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz..." Aksi takdirde,

müfret bir nesneyi ifade için ek bir anlam taşıyan çoğul bir kelime

kullanmak, ifade tarzı açısından gereksiz bir fazlalık olacaktı.

 

Şu hâlde, "şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." ayeti, şefaati

kanıtlayan ayetlerdendir, reddeden ayetlerden değil.

İzin ve rıza istisnasını kapsayan ayetlere gelince; "illa bi-iznihi=

ancak O'nun izniyle", "illa min ba'd-i iznihi=ancak O'nun izninden

sonra" ifadeleri, şefaatin gerçekleşeceğini ortaya koymaktadırlar.

İzafet tamlamasının gereği budur. İfade tarzlarını ve söz söyleme

yöntemlerini bilenler, bu gerçeği inkâr etmezler. Aynı şekilde,

"Ancak O'nun izniyle" ve "Ancak O'nun razı olduğu kimse için"

ifadelerinin aynı anlama, yani ilâhî iradeye yönelik olduğu şeklindeki

söze de kulak asmamak gerekir.

 

Kaldı ki, şefaatle ilgili istisna değişik şekillerde gündeme gelmiştir.

"Ancak O'nun izniyle", "Ancak O'nun izninden sonra", "Ancak

razı olduğu kimseler için" ya da "Ancak bilerek hakka

şahitlik edenler için" vb.

 

Kaldı ki, izin ve rızanın aynı anlama geldiğini, yani "irade" anlamını

ifade ettiğini kabul etsek dahi, aynı şeyi yüce Allah'ın şu

sözü için de söyleyebilir miyiz: "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler

hariç." Bu istisna ile de iradeye ilişkin istisnanın kastedildiği

söylenebilir mi? Böyle bir müsamahayı sıradan bir konuşma

için bile düşünmemek gerekirken, söz sanatının parlak örneklerinden

biri, daha doğrusu en parlak örneği için nasıl düşünebiliriz?!

Sünnete gelince; bu konuda Kur'ân'ın ifade ettiğinden başka

bir şey ifade etmediğini yeri gelince açıklayacağız.

 

270 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Altıncı sorun: Kıyamet günü suçun kesinlik kazanmasından ve

cezanın zorunlu hâle gelmesinden sonra suçluların cezalarının

kaldırılacağı hususu, ayet-i kerimelerde net biçimde dile getirilmemektedir.

Bu ayetlerle kastedilen şey, peygamberlerin peygamber

olmaları hasebiyle insanlarla Rableri arasında aracılık

yaparak, vahiy kanalıyla hükümleri alıp insanlara duyurmaları ve

insanlara doğru yolu göstermeleridir. Bu durum tıpkı toprağa atılan

bir tohuma benzer; bu tohum yeşerir ve ondan gelecekteki oranlar,

nitelikler ve durumlar ortaya çıkar. Peygamberler de

(selâm üzerlerine olsun) hem dünyada ve hem de ahirette müminlerin

bu anlamda şefaatçileridirler.

 

Bu iddiayı şu şekilde yanıtlayabiliriz: Bunun bir çeşit şefaat olduğuna

söz yoktur. Ne var ki, daha önce de söylendiği gibi şefaat

olgusu sırf bununla sınırlı değildir. Yüce Allah'ın şu sözü de bu sözlerimize

kanıt oluşturmaktadır: "Allah kendisine ortak koşulmasını

bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48)

Daha önce bu ayetin iman ve tövbe olgularıyla ilgili olmadığını açıklamıştık.

 

Oysa sorun çıkartanın peygamberler için öngördüğü

şefaat ise, ancak iman ve tövbeye davet yoluyla gerçekleşebiliyor.

 

Yedinci sorun: Akıl aracılığı ile şefaatin gerçekleşeceğini kanıtlamak

mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'de şefaatle ilgili ayetler

ise, benzeşen (müteşabih) ayetlerdir. Bu ayetlerin kimisinde şefaat

onaylanırken, kimisinde de reddedilmektedir. Bazen sınırlandırılırken,

bazen de sınırsız tutulmaktadır. Dinin öngördüğü edep

tavrı, bunlara inanmamızı ve yüce Allah'ın bilgisine havale etmemizi

gerektirmektedir.

 

Bu sorunu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Müteşabih ayetler,

muhkem ayetlere döndürülerek muhkem olurlar. Bu da bizim için

hem mümkün, hem de câizdir. İleride, "Onun bazı ayetleri muhkemdir,

bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (birbirlerine

benzerler)." (Al-i İmrân, 7) ayetini incelerken, bu hususa açıklık

getireceğiz.

 

3- Kimler Hakkında Şefaat Edilir?

 

Kıyamet günü haklarında şefaat edilecek kişilerin belirlenmesinin

dini anlayış ve edep tavrıyla uyuşmadığını, ancak bütünüyle

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 271

 

müphemlik perdesinden soyutlandırılmamakla birlikte bir ölçüde

bilinmelerinde de bir mahzur olmadığını daha önce öğrenmiş bulunuyorsun.

Kur'ân'ın ifade tarzı bu şekilde meseleyi ortaya koymaktadır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Herkes kendi kazandığının rehinidir. Yalnız sağ ehli hariç.

Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: 'Sizi bu yakıcı ateşe

ne sürükledi?' Derler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula

da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza

gününü yalanlardık. Sonunda bu hâlde iken ölüm bize gelip çattı.'

Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir, 38-48)

Burada yüce Allah, kıyamet günü her nefsin kazandığı günahların

rehini olduğu, geçmişte işlediği hatalardan dolayı sorgulanacağını,

ama sağ ehli olanların bu kapsamın dışında tutulacağını,

rehinlikten kurtarılıp serbest bırakılacaklarını ve cennetlere yerleştirileceklerini belirtmektedir. Ardından onlarla amellerinden dolayı

rehin tutulan ve yakıcı ateş içinde sorgulanan suçlular arasında

bir perde olmadığını dile getirmektedir. Sağ ehli olanlar, suçlulara

yakıcı ateşe nasıl sürüklendiklerini soruyor, onlarsa kendilerini

ateşe sürükleyen bazı sıfatlarına işaret ederek kendilerine yöneltilen

soruyu cevaplandırıyorlar. Bu sıfatların sıralanmasının ardından,

bundan dolayı şefaatçilerin şefaatlerinin kendilerine bir

yarar sağlamadığı şeklinde bir ayrıntıya yer veriliyor.

Bu açıklamanın sonucu, sağ ehli olanların söz konusu sıfatlara

sahip olmadıklarıdır ki, ifade tarzından bu sıfatların şefaatin kapsamına

girmeye engel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Şefaatin kapsamına

girmeye engel oluşturan bu sıfatlara sahip olmadıkları için,

şefaatten yoksun bırakılan ve yakıcı azaba sürüklenen suçlulardan

ayrı olarak, yüce Allah onları günahlarından dolayı rehin tutulmaktan

ve amellerinden ötürü sorguya çekilmekten kurtarmıştır.

Söz konusu rehinlikten kurtulma ve sorgulamanın dışına çıkma

da ancak şefaatle olmuştur. Şu hâlde haklarında şefaat edilen

kişiler sağ ehli olanlardır. Ayet-i kerimelerde, sağ ehli kimseler söz

konusu olumsuz niteliklere sahip olmayanlar olarak tanıtılmaktadırlar.

Şöyle ki: Bu ayetler Müddessir suresinde yer almaktadır. Ayetlerin

içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu sure, Mekke döneminin baş-

 

272 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

larında inen surelerdendir. O dönemde ise, bugünkü şekliyle namaz

ve zekât ibadetleri belirlenmemişti. Şu hâlde, "Biz namaz kılanlardan

değildik." ifadesindeki "namaz"dan maksat, kulluk

sunmak amacıyla boyun eğip Allah'a yönelmektir. Yoksulları doyurmakla

da genel anlamda Allah yolunda muhtaçlara infak etme,

malî yardımda bulunma kastedilmiştir. Bu iki kavramla, İslam

şeriatında bugünkü şekliyle yer alan namaz ve zekât ibadetleri

kastedilmiştir. Dalmaktan maksat ise, ya hayatın eğlencelerine ve

dünyanın çekici süslerine kapılmaktır. Ki bunlar, insanı ahirete

yönelmekten, hesaplaşma gününü anmaktan alı-koyar ya da hesaplaşma

gününü hatırlatan müjdeleyici ve uyarıcı ayetlere tam

anlamıyla karşı gelmektir.

 

Bu dört nitelik yani, Allah'a yönelmeyi ve Allah yolunda malî

harcamada bulunmayı terk etmek, boş ve yararsız şeylere dalmak

ve caza gününü yalanlamak insanda gerçekleşince, artık dinin

temelleri yıkılmış olur. Aynı şekilde bunların karşıtlarıyla da

dinin temelleri pekiştirilmiş olur.

 

Çünkü din, dünyaya sarılmaktan vazgeçip ahirete yönelmek

suretiyle tertemiz hidayet rehberlerine uymaktır. Bu da boş şeylere

dalmayı terk etmek ve ceza gününü tasdik etmekten ibarettir.

Bu ikisi de, kulluk kastı taşıyan davranışlarla Allah'a yönelmek ve

toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalamayı gerektirir.

Bunları sembolize edenlerse namaz ve Allah yolunda infaktır. Şu

hâlde, din ilim ve amel açısından bu dört temel unsura dayanır.

Tevhit ve nübüvvete inanmak gibi dinin diğer temel unsurları da

bu dört şeyin doğal olarak gerektirdiği şeylerdir. Bu hususa iyice

dikkat edin ve üzerinde düşünün.

 

Buna göre, şefaat sayesinde kurtuluşa erenler sağ ehli olanlardır.

Bunlar, amelleri kabul görmüş veya görmemiş olsun, şefaate

muhtaç olsunlar veya olmasınlar din ve inanç açısından beğenilen

kimselerdirler. Şefaat bunlar için öngörülmüştür. Buna göre,

şefaat sağ ehlinin günahkârları içindir.

"Eğer size yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız,

sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) ayet-i kerimesinin gereğince

de, kimin kıyamet gününe kadar affedilmeyen bir günahı

kalmışsa, o, kesinlikle büyük günah işleyen kimselerdendir. Çün-

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 273

 

kü eğer günah, küçük günahlardan olsaydı, hiç kuşkusuz görmezlikten

gelinecekti.

 

Bu açıklamalarımızla şu sonuca varılıyor: Şefaat, sağ ehlinden

olup da büyük günah işleyen kimseler için ön görülmüştür. Nitekim

Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim

ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir. Muhsinlere

gelince, onlar aleyhine bir yol yoktur..."

 

Öte yandan, bunların sağ ehli (ashab-ı yemîn) olarak nitelendirilmeleri,

sol ehli (ashab-ı şimal) olarak nitelendirilen zümreye

karşılıktır. Kimi zaman "ashab-ı meymene" ve "ashab-ı meş'eme"

olarak da nitelendirilirler. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in, kıyamet günü

amel kitabının sağdan veya sol taraf tan verilmesini esas alarak

kullandığı kavramlardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her milletin

önderini çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse işte

onlar, kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar.

Şu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür ve yol bakımından

daha da sapıktır." (İsrâ, 71-72)

 

Bu ayet-i kerimeyi incelediğimiz zaman kitabın sağ taraftan

verilmesinin hak imama uymayı kitabın sol taraftan verilmesinin

de sapıklık önderine tâbi olmayı ifade ettiğini inşallah açıklayacağız.

Nitekim yüce Allah, Firavun ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Kıyamet günü kavminin önünde gider. İşte onları ateşe soktu."

(Hûd, 98) Kısacası, sağ ehli nitelendirmesinin özü, dinin kabul görmesine

dönüktür. Nitekim yukarıda değindiğimiz dört niteliğin özünün

dönük olduğu nokta da budur. Bu hususa iyice dikkat

etmelisin.

 

Ayrıca yüce Allah başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah'

ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) Bu ayet-

i kerimede Allah'ın razı olduğu kimseler hakkında şefaat edileceği

kesin biçimde ortaya konmaktadır. "Rahman'ın izin verip

sözünden razı olduğu kimseden başka." (Tâhâ, 109) ayet-i kerimesinin

aksine burada "razı olma" fiilinin bir amel veya başka bir

şeyle bağlantılı olarak kullanılmamış olmasından anlaşılıyor ki

maksat, yüce Allah'ın kendilerinden, yani dinlerinden razı olmasıdır,

amellerinden değil. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de sonuç ve

ifade bakımından önceki ayetlerle aynı noktaya dönüktür.

 

274 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Muttakileri heyet

hâlinde Rahman'ın huzuruna topladığımız gün, suçluları da susuz

olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman'ın huzurunda söz

(ahit) a-lmış olanlardan başkaları şefaat edilmeye malik değildir."

(Meryem, 85-87) Demek ki, yüce Allah'ın katında söz almış olanlar

için şefaat edilebilir. (Buradaki mastar (şefaat), meçhul fiil

anlamını ifade eder. Yani, "la yemlikûn'eş-şefaete=şefaate malik

değildirler." anlamındadır.) Çünkü her suçlu, ateşe girmesi kaçınılmaz

olan kâfir değildir. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür:

"Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için cehennem vardır;

orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona salih ameller işleyen

bir mümin olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır."

(Tâhâ, 74-75)

 

Demek ki, "salih amel işleyen mümin"in dışında kalan suçludur.

Bu noktada mümin olmaması ile iman edip de salih amel işlememesi

arasında bir fark yoktur. Buna göre hak din üzerinde olup

da salih amel işlememiş suçlular da vardır. İşte Allah katında

söz almış olanlar bunlardır. Yüce Allah'ın şu sözü de buna işaret

etmektedir: "Ey Âdem oğulları, ben size söz (ahit) almadım mı:

Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk sunun,

doğru yol budur, diye?" (Yâsîn, 60-61) Şu hâlde, "Bana kulluk

sunun" ifadesi, emir anlamında ahittir, "doğru yol budur" ifadesi

de, emirlere sarılmak anlamında ahittir. Çünkü doğru yol, mutluluğa

ve kurtuluşa iletici kılavuzluğu da kapsamaktadır.

 

Öyleyse sözü edilen kimseler, kötü amellerinden dolayı ateşe

giren müminlerdir. Sonra şefaat aracılığı ile bu ateşten kurtulurlar.

Yüce Allah'ın şu sözünde de bu anlama dönük işaret vardır: "Dediler

ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.'

De ki: Allah'tan bir söz (ahit) mü aldınız?" (Bakara, 80) Bu ayetler

de yukarıdaki ayetlerin vurguladıkları amaca yöneliktirler.

Buraya kadar sunduğumuz ayetlerin hepsi şefaate konu olanların,

yani kıyamet günü kendileri için şefaatte bulunulacak kimselerin

hak dini benimsemekle beraber büyük günah işleyen kimseler

olduğunu kanıtlamaktadır. Bunlar, dinleri Allah tarafından

hoşnutlukla karşılanan kimselerdirler.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 275

 

4- Kimler Şefaat Edebilecek?

 

Daha önce şefaatin "tekvinî" ve "teşriî" olmak üzere iki kısım

olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.

Tekvinî şefaati şöyle tanımlamak mümkündür: Evrende yer

alan tüm sebepler Allah katında şefaatçi konumundadırlar. Çünkü

Allah ile varlıklar arasında aracılık işlevini görmektedirler.

Teşriî şefaat ise, yükümlülük ve ceza âleminde geçerlidir. Bu

tür şefaatin bir kısmı, dünyada Allah tarafından bağışlanmayı, ona

yakınlaşmayı gerektiren şeylerdir. Bu tür şeyler de Allah ile kulları

arasında aracılık yapan şefaatçilerdir.

 

Bunlardan biri tövbedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ey

nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit

kes-meyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan,

çok merhamet edendir. Rabbinize dönün." (Zümer, 53-54) Şirk

dahil tüm günahları kapsayacak şekilde tövbenin etkinlik alanı

geniş tutuluyor.

 

Bir şefaatçi de imandır. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberi-

ne inanın ki... günahlarınız bağışlansın." (Hadîd, 28)

Bütün salih ameller de şefaatçi konumundadırlar: "Allah, inanıp

salih ameller işleyenlere vaat etmiştir: Bağışlama ve büyük

ödül on-laradır." (Mâide, 9) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor ulu

Allah: "Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na doğru (götürecek) vesile

arayın." (Mâide, 35) Bu hususa işaret eden birçok ayet vardır.

Kur'ân-ı Kerim de bir şefaatçidir: Bu ayet-i kerime bunu göstermektedir:

"Onunla Allah, rızasının peşinden gidenleri esenlik

yollarına iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp

dosdoğru bir yola iletir." (Mâide, 16)

 

Salih amelle bağlantısı bulunan her şey, mescitler, mübarek

mekânlar ve kutsal günler de şefaatçi konumundadırlar.

Nebi ve resuller de ümmetleri için bağışlanma dilerken bu

misyonu yerine getirirler. Yüce Allah'ın şu sözü buna yönelik mesajlar

içermektedir: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman

sana gelselerdi, Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteselerdi

ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici,

merhametli bulurlardı." (Nisâ, 64)

 

276 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Müminler için bağışlanma dileyen melekler de öyle. Onlarla ilgili

olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve O'nun

çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar

ve müminler için bağışlanma dilerler." (Mü'min, 7) Bir diğer

ayette de şöyle buyurur ulu Allah: "Melekler, Rablerini hamt ile

tesbih ederler; yerdekiler için de bağışlanma dilerler. İyi bil ki Allah,

çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Şûrâ, 5)

Kendilerine ve mümin kardeşlerine bağışlanma dileyen müminler

de şefaatçilik işlevini görürler. Yüce Allah onların bu tavrını

onların diliyle şöyle anlatır: "Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen

bizim mevlâmızsın!" (Bakara, 286)

 

Teşriî şefaatin bir kısmı da, bildiğin anlamı ile kıyamet günü

gerçekleşecek olan şefaattir. Kıyamet günü şefaat edeceklerin

başında peygamberler gelir. Yüce Allah buna şu şekilde değinmektedir:

"Rahman çocuk edindi, dediler. O, yücedir. Hayır onlar

ikram edilmiş kullardır... Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat

etmezler." (Enbiyâ, 26-28) Ayette sözü edilen kullardan biri de

bir peygamber olan Meryem Oğlu İsa'dır. Yüce Allah bir başka ayette

de şöyle buyuruyor: "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat

yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler

bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu iki ayet, meleklerin de şefaat

edebileceklerini göstermektedir. Çünkü müşrikler onların Allah'ın

kızları olduklarını ileri sürüyorlardı.

 

Şefaat yetkisine sahip olanlardan biri de meleklerdir: "Göklerde

nice melekler var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer

Allah' ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun."

(Necm, 26) Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "O

gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının

şefaati fayda vermez. Onların önlerindekini ve arkalarındakini

bilir." (Tâhâ, 109-110)

 

Şu ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla kıyamet günü

şahitler de şefaat edeceklerdir: "Ondan başka yalvardıkları şeyler,

şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka

şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Hakka şahitlik etmiş

olmaları sayesinde şefaat yetkisine sahip olmuşlardır. Şu hâlde

her şahit, şahitlik yetkisine sahip bir şefaatçidir. Ancak bu

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 277

 

şahitlik, Fatiha suresinin tefsirinde değindiğimiz ve "Böylece sizi

orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 143)

ayet-i kerimesini ele alırken değineceğimiz gibi amellere tanıklık

anlamındaki "şehadet"tir, savaşta şehit düşme anlamındaki

"şehadet" değil.

 

Bu ifadeden, müminlerin de şefaatte bulunacakları anlaşılmaktadır.

Çünkü yüce Allah, onların kıyamet günü şahitlere katılacaklarını

haber vermiştir: "Allah'a ve Resulüne inananlar, Rableri

yanında sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) İleride bu ayeti ele

alırken daha geniş açıklamalarda bulunacağız.

 

5- Şefaat Neyle İlgilidir?

 

Şefaatin bir kısmının, sebepler âleminde varoluşla ilgili tüm

sebepleri kapsamına alan "tekvinî"; bir kısmının da sevap ve azapla

ilgili "teşriî şefaat" olduğunu öğrendin. Teşriî şefaatin bir kısmı,

şirkten tut, daha aşağı düzeydekilere kadar tüm günahların cezalarıyla

ilgilidir. Kıyamet gününden önce (dünyada) tövbe ve imanın

şefaati böyledir. Bir kısmı da, bazı salih ameller gibi, kimi günahların

sonuçlarıyla ilgilidir.

 

Üzerinde tartışılan şefaat türü ise, peygamberlerin ve başkalarının

kıyamet günü, hesaplaşmadan sonra azabı hakkedenlerden

cezalarının kaldırılması için bulanacakları şefaat girişimidir.

Konumuzun üçüncü bölümünde bu tür şefaatin, hak dini benimseyen

ve dini inancı Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan büyük

günah işleyen kimselerle ilgili olduğunu öğrendin.

 

6- Şefaat Ne Zaman Fayda Verir?

 

Bununla da kesinleşmiş bir cezanın yürürlükten kaldırılmasına

yol açan şefaati kastediyoruz. Yüce Allah'ın şu sözü bunu kanıtlar

mahiyettedir: "Her nefis kendi kazandığı ile rehin alınmıştır. Yalnız

sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar:

Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi?" (Müddessir, 38-42) Daha önce de

söylediğimiz gibi bu ayet-i kerimeler kimin şefaatin kapsamına

girdiğini ve kimin de bu kapsamın dışında kaldığını vurgulama

amacına yöneliktirler.

 

278 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ancak bu ayetler, şefaatin ancak günahlara karşılık rehin alınma,

cezalandırılma ve ateş zindanına atılma cezasından

kurtulma hususunda yararlı olacağını vurgulamaktadırlar. Ama

bunlardan önceki kıya-met gününün dehşet verici ortamı ve akıllara

durgunluk veren gelişmeler için şefaatin bir yarar sağlayacağına

dair bir delil yoktur. Hatta ayet-i kerimelerin, şefaatin sırf ateşte

rehin kalmaktan kurtulma açısından fayda sağlayacağı şeklinde

bir sınırlandırmayı ifade ettiği de söylenebilir.

 

Ayrıca bu ayet-i kerimelerden, işaret edilen diyaloğun, cennet

ehlinin cennete ve ateş ehlinin de cehenneme yerleştirilmelerinden

ve şefaatin birtakım suçluları kapsamına alıp cehennemden

kurtarmasından sonra gerçekleşmiş olmasını istifade edebiliriz.

Çünkü "cennetler içinde" ifadesi, oraya yerleştirilmiş olduklarını

gösterir. "Sizi ateşe sürükleyen nedir?" ifadesi de bunu gösterir.

Çünkü sürükleme de, bir tür sokmadır, ama her sokma değildir.

Toplama, bir araya getirme ve düzene koyma anlamı vardır bunda.

Bu da yerleşmeyi gösterir. "Onlara fayda vermez." ifadesi de

öyle. Çünkü ayetin orijinalinde kullanılan ve olumsuzluğu ifade

eden "ma" edatı, şimdiki zamana yönelik bir olumsuzluğa delâlet

eder. Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin.

 

Berzah âlemi, Peygamber efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının

ölüm ve kabir sorgusu sırasında hazır bulunup, zorluklar

karşısında kişiye yardımcı olmaları meselesine gelince;

"Andolsun, kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce

ona inanacak olmasın." (Nisâ, 159) ayetini incelerken de değineceğimiz

gibi, bunun Allah katındaki şefaatle bir ilgisi yoktur. Bunlar

yüce Allah'ın izniyle onlara bahşedilmiş bulunan tasarruf ve yetkilerdir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "A'râf üzerinde hepsini yüzlerindeki

işaretleriyle tanıyan erkekler vardır. Cennet halkına "Selâm

üzerinize olsun." diye seslenirler. Bunlar henüz oraya girmemişlerdir,

fakat girmeyi çok istemektedirler... A'râf ehli, yüzlerindeki

işaretleriyle tanıdıkları bir takım adamlara seslenerek derler ki:

"Ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız, size hiçbir yarar

sağlamadı. Allah onları hiçbir rahmete erdirmeyecek, diye yemin

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 279

 

ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? Girin cennete, artık size ne korku

vardır, ne de siz üzüleceksiniz." (A'râf, 46-49)

Şu ayet-i kerime de bir bakıma aynı anlamı vurgulamaktadır:

"Her milletin imamını çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından

verilirse..." (İsrâ, 71) Buna göre imamın davet hareketinde ve kitabın

verilmesinde aracılık yapması, bahşedilmiş bir yetkidir. Artık

bu meseleyi iyice düşünmen gerekir.

 

Sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Şefaat, kıyamet günündeki en

son durakta gerçekleşiyor. Bu sayedeki bağışlanma sonucu bazı

kimseler ateşe girmekten alıkonulurlar. Ya da ateşe girenlerin bir

kısmı oradan çıkarılırlar. Hiç kuşkusuz bütün bunlar rahmetin geniş

kapsamlılığı veya kullara yönelik ilâhî lütfun zuhuru sayesinde

gerçekleşirler.

 

ŞEFAATİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Şeyh Saduk'un el-Emâlî adlı eserinde Hüseyin b. Halid'in, İmam

Rıza'dan (a.s), onun da atalarından, onların da Emir-ül

Müminin'den şu sözleri aktardıkları rivayet edilir: Resulullah

(s.a.a) buyurdu ki: "Benim havzıma inanmayanı, Allah havzımın

başına getirmeyecektir. Benim şefaatime inanmayanı Allah şefaatimin

kapsamına almayacaktır." (Sonra şöyle buyurdu:) "Benim

şefaatim, ancak ümmetimden büyük günahlar işleyen kimseler içindir.

Muhsin kimselere gelince, onların aleyhine kullanılacak bir

yol yoktur." Hüseyin b. Halid diyor ki: İmam Rıza'ya şunu sordum:

"Ey Resulullah'ın oğlu, yüce Allah'ın; 'Ancak Allah'ın razı olduğu

kimselere şefaat ederler.' sözü ne anlama gelir?" Dedi ki: "[Bu]

Ancak Allah'ın, dininden hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler

[anlamındadır]." [s.16, h: 4, Oturum:2]

 

Ben derim ki: "Benim şefaatim, ancak..." sözüne gelince, bu

anlamı pekiştirici birçok hadis, hem Şia ve hem de Ehlisünnet

kanallarınca aktarılmıştır. Yukarıdaki ayetlerden de bunu

pekiştiren sonuçlar çıkarıldı.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de yer alan bir hadiste, Semaa b. Mehran, İmam

Musa Kâzım'ın (a.s) "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir

makama ulaştırır." (İsrâ, 79) ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet

eder: "Kıyamet günü insanlar kırk yıl kadar bir süre kalırlar.

 

280 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Güneşe emredilir, insanların tepesine dikilir. Bu yüzden kanter içinde

kalırlar. Yeryüzüne emredilir, onların tanıdığı hiçbir şeyi kabul

etmez. İnsanlar Âdem peygamberin yanına gidip kendilerine

şefaat etmesini isterler. O, Hz. Nuh'u gösterir onlara. Hz. Nuh da

Hz. İbrahim'i gösterir. Hz. İbrahim de onları Hz. Musa'ya gönderir.

Hz. Musa da Hz. İsa'ya gitmelerini söyler. Hz. İsa ise onlara şöyle

der: Beşeriyetin son peygamberi olan Muhammed'e gidin."

"Hz. Muhammed (s.a.a) der ki: 'Sizin için şefaat edeceğim.'

Sonra gidip cennetin kapısını çalar. 'Kim o?' diye seslenilir. Allah

onun kim olduğunu bildiği hâlde o: 'Muhammed' diye cevap verir.

'Ona kapıyı açın.' diye seslenilir. Kapı açılınca Rabbi ile karşılaşır,

hemen secdeye kapanır. Kendisine; 'Konuş, iste, istediğin verilsin;

şefaat et, şefaatin kabul edilsin.' diye seslenilinceye kadar başını

secdeden kaldırmaz. Başını kaldırınca, Rabbi ile karşılaşır; tekrar

secdeye kapanır, az önceki gibi kendisine seslenilir, o da başını

secdeden kaldırıp ateşte yanan kimseler için şefaatte bulunur. O

gün gelmiş geçmiş tüm ümmetlere mensup tüm fertler, kıyamet

günü kendisine şefaat etmesi için Hz. Muhammed'e (s.a.a) başvurur.

İşte yüce Allah'ın, 'Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir

makama ulaştırır.' sözünden maksat budur." [c.1, s.315, h: 151]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren ifadeler yaygın biçimde, bazen

özet, bazen de ayrıntılı biçimde değişik kanallardan hem Şia, hem

Ehlisünnet kaynaklarında rivayet edilmiştir. Bu ifadelerde, ayet-i

kerimede işaret edilen "övülmüş makam"ın şefaat makamı olduğu

vurgulanmıştır. Burada Peygamberimizin dışındaki peygamberlerin

ve başkalarının şefaat edebilmeleri açısından bir olumsuzluk

söz konusu değildir. Çünkü diğer peygamberlerin ve başkalarının

şefaatleri Peygamberimizin şefaatinin bir ayrıntısı olabilir. Dolayısıyla

da şefaat olayı Peygamberimizin eliyle başlar.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Bâkır veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin,

"Belki böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır."

ifa-desi ile ilgili olarak, "Bu makam şefaattir" dediği rivayet edilir.

[c.1, s.315, h: 151]

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ubeyd b. Zürâre'nin şöyle dediği rivayet

edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Mümin için şefaat var mı?' diye soruldu.

'Evet.' dedi. Bunun üzerine topluluk içinden bir adam ona,;

'O gün mümin kimsenin Hz. Muhammed'in şefaatine ihtiyacı var

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 281

 

mıdır?' diye sordu. 'Evet.' dedi. 'Müminlerin de birtakım hataları ve

günahları olur. O gün Hz. Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan

hiç kimse yoktur.' Sonra bir adam Resulullah'ın, 'Ben Âdemoğullarının

efendisiyim, ama kibirlenecek bir durum yoktur.' şeklindeki

sözlerinin ne anlam ifade ettiğini sordu. 'Evet. Resulullah

cennetin kapısının halkasını tutarak açar, ardından secdeye kapanır.

Yüce Allah ona, 'Kaldır başını, şefaat et, şefaatin kabul edilsin;

iste, istediğin verilsin.' der. Bunun üzerine Peygamberimiz başını

kaldırır, şefaat eder, şefaati kabul edilir; istekte bulunur, istediği

şey kendisine verilir.' dedi." [c.1, s.314, h: 148]

 

el-Furat tefsirinde, Muhammed b. Kasım b. Ubeyd'den, zincirleme

olarak Bişr b. Şureyh el-Basri'den şöyle rivayet edilir: "Muhammed

Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Allah'ın kitabında yer alan hangi

ayet daha çok ümit vericidir?' 'Senin kavmin bu konuda ne düşünüyor?'

dedi. Dedim ki: 'Benim kavmime göre, Kur'ân-ı Kerim'deki

en çok ümit verici olan ayet şudur: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden

kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.' (Zümer, 53) Bunun

üzerine, 'Ama biz Ehlibeyt böyle demiyoruz.' dedi. 'Peki size göre

en çok ümit verici olan ayet hangisidir?' diye sordum. Dedi ki: Bize

göre en çok ümit verici olan ayet şudur: 'Rabbin sana verecek ve

sen razı olacaksın.' (Zuhâ, 5) Bu şefaattir. Vallahi bu şefaattir. Vallahi

bu şefaattir." [s.215]

 

Ben derim ki: "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama

ulaştırır" sözü ile şefaatin kastedilmiş olduğunu ifade eden

çok sayıdaki hadislerden başka ayetin ifade tarzından da bunu anlamak

mümkündür. Çünkü "ulaştırır" ifadesi geleceğe dönüktür ve

bu makamın Peygamberimize kıyamet günü verileceğine işaret

etmektedir. "Övülmüş" ifadesi de mutlaktır, hiçbir kaydı yoktur.

Herhangi bir sınırlandırma getirilmeyen bu övgü, bunun öncekiler

ve sonrakilerle beraber tüm insanlık tarafından dile getirileceğini

göstermektedir. Övgü, isteğe bağlı olarak gerçekleştirilen güzel bir

şeyin yüceliğini ifade etmektir. Bu da herkesin yararlanacağı, istifade

edeceği ve övgüyle anacağı bir fiilin Peygamberimiz (s.a.a)

tarafından gerçekleştirileceğini gösterir. Bu yüzden İmam (a.s)

Ubeyd b. Zürâre'nin aktardığı rivayette şöyle diyor: "O gün Hz. Muhammed'in (s.a.a) şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur..." Bu anlamı, ileride daha güzel bir açıdan da ele alıp açıklayacağız.

 

282 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden

ümit kesmeyin." ayeti yerine, "Rabbin sana verecek ve sen

razı olacaksın." ayetinin Allah'ın kitabındaki en çok ümit verici

ayet olması meselesine gelince; Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin

yasaklanmasına Kur'ân'da sıkça rastlanmasına rağmen,

bu ifade bir keresinde Hz. İbrahim'in (a.s) dilinden hikaye ediliyor:

"Sapık bir kavimden başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?"

(Hicr, 56) Bir keresinde de Hz. Yakûb'un dilinden aktarılıyor:

"Kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yûsuf,

87) Konunun da tanıklığıyla bu iki ayet, varoluşla ilgili tekvinî

rahmetten ümit kesmeye işaret etmektedir.

"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın

rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O,

çok bağışlayandır, çok merhametlidir. Rabbinize dönünüz..."

(Zümer, 53-54) ayetlerinde, "Nefislerine karşı aşırı giden"

ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla burada teşriî rahmetten ümit

kesme yasaklanmış olmakla birlikte bu ümit kesmenin günah

nedeniyle olduğu da anlaşılıyor. Yüce Allah da istisnasız tüm

günahlar için bağışlamayı genelleştirmiş olmakla beraber bunun

devamında hemen tövbe, İslâm ve salih amel emrini vermektedir.

Bu da gösteriyor ki, nefsine karşı aşın giden kul, tövbe, İslâm ve

salih ameli seçme imkânı olduğu sürece Allah'ın rahmetinden

ümidini kesmemelidir. Kısacası, söz konusu rahmet şartlı rahmettir. Yüce Allah kullarına O'na yönelmeyi emretmiştir. Şartlı bir rahmeti umma, yüce

Allah'ın âlemler için rahmet olarak gönderdiği Peygamberine

bahşettiği genel bir rahmeti ve sınırsız bir bağışı ve hoşnutluğu

umma gibi değildir. Bu vaat ile yüce Allah elçisinin gönlünü hoş

tutuyor, ona moral veriyor: "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın."

Bunu şöylece açıklamak mümkündür: Ayet-i kerime minnet ve

bağışı vurgulama amacına yöneliktir. Ayrıca burada Peygamber

efendimize özgü bir vaade yer verilmektedir ki, yüce Allah yarattığı

canlılar arasında hiç kimseye böyle bir vaatte bulunmamıştır.

Peygamberimize yönelik bu bağışını da hiçbir şeyle sınırlandırmamıştır.

Dolayısıyla bu, sınırsız bir bağıştır.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 283

 

Yüce Allah buna benzer bir lütfu, cennetteki bazı kullarına da

bahşetmiştir: "Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır."

(Şûrâ, 22) "Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Bizim

katımızda ise, bundan fazlası vardır." (Kaf, 35) Burada, onlara dilediklerinin de ötesinde nimetler bahşedildiği ifade edilmektedir. Dileyiş

ise, insanın aklına gelebilecek her türlü mutluluk ve iyilikle

ilgilidir. Ama, öte yandan insanın aklına gelmeyecek nimet ve bağışlar

da vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir nefis

kendileri için gizlenen göz aydınlatıcı şeyleri bilemez." (Secde, 17)

Yüce Allah'ın iman edip salih ameller işleyen kullarına bahşettiği

nimetlerin miktarı bu olduğuna göre, yüce Allah'ın minnet ve bağış

anlamında Peygamberine bahşettiği nimetler ne kadar geniş

kapsamlı ve görkemli olacağını anlamış olmalısın.

 

Yüce Allah'ın bağışının niteliği budur. Peygamber efendimizin

(s.a.a) hoşnut kalışına gelince; bu hoşnutluk, yüce Allah'ın, emri

doğrultusunda bahşettiği nimete razı olmak değildir. Çünkü yüce

Allah her şeyin sahibidir ve zenginliği sınırsızdır. Kul ise, zorunlu

olarak yoksulluk ve muhtaçlık pozisyonundadır. Bu yüzden,

Rabbinin bahşettiği az veya çok nimete razı olmalıdır. Rabbinin

kendisi ile ilgili olarak verdiği karara rıza göstermelidir, bu karar

ister onu sevindirsin, ister üzülmesine neden olsun, fark etmez.

Ne var ki bu rıza, bağışın karşısına konulduğu zaman başka

bir anlam ifade eder. Bu rıza yoksulu, yokluğundan şikayetçi olduğu

şeyi vererek, aç insanı doyurarak hoşnut kılmaya benzer. Dolayısıyla

bu, sınırsız bir bağışla hoşnut etmedir.

 

Bunun benzerini yüce Allah kimi kullarına da vaat etmiştir:

"İman edip salih ameller işleyenler, yaratılmışların en iyileridirler.

Onların Rableri katındaki ödülleri; altlarından ırmaklar akan

cennetlerdir. Orada ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan razı

olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bu, Rabbinden korkanlar

içindir." (Beyyine, 8) Hiç kuşkusuz bu bağış da minnet ve özgü

kılma niteliklidir. Onun için müminlere bahşedilen nimetlerden

daha geniş boyutlu ve daha üstün olmalıdır.

 

Nitekim yüce Allah, Peygamberini tanımlarken şöyle buyuruyor:

"Müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 128) Burada

yüce Allah Peygamberimizin müminlere karşı acıma duygu-

 

284 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

suyla dolu ve şefkatli olduğunu vurguluyor. Peki, bazı müminler

korkunç alevli ateşin içinde yanarlarken, Allah'ın rabliğini kabul

ettikleri, Allah'ın elçisine ve peygamberlik misyonuna inandıkları,

Peygamberin getirdiği ilâhî mesajı onayladıkları hâlde cehaletlerine

yenik düştükleri, şeytânın oyununa geldikleri, bu yüzden inatçılık

ve büyüklenmeye kapılmaksızın birtakım günahlar işledikleri

için ateşin katmanlarında zindan hayatı yaşarlarken Peygamber

efendimiz hoşnut olabilir mi? Gönlü hoş olabilir mi? Cennet nimetlerinin

zevkini çıkarabilir mi? Cennet bahçeleri içinde mutluluktan

coşabilir mi?

 

Herhangi birimiz ömrünün geçen kısmına dönüp baktığında,

yarım kalmış olgunlukları, tamamlanmamış iyilikleri gördükçe

büyük bir öfkeye kapılıp gücü dahilinde olan bu hususları yerine

getiremediği için kendini kınar. Ama gençliğin cehaletine, tecrübe

yetersizliğine bakınca, büyük bir ihtimalle öfke ateşi söner, kınayıcı

tutumunu terk eder. Yüce Allah'ın öz yaratılışına yerleştirdiği sınırlı

ve eksik acıma duygusu depreşiverir.

 

Ya sen, sırf insanın cehaletinden ve zayıf karakterinden kaynaklanan

bir hareket karşısında âlemlerin Rabbinin rahmetini ne

sanıyorsun? Müminlere karşı acıma duygusuyla dopdolu olan şefkatli

ve merhametli Peygamberin cömert karakterini nasıl değerlendiriyorsun?

Merhametlilerin en merhametlisi Ulu Allah kullarına

acımaz mı? Üstelik günahkâr insan, kıyamet gününün o dehşet

verici ortamını, günahının dayanılmaz ıstırabını sonuna kadar hissetmiştir.

 

Tefsir'ul-Kummî'de, "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında

şefaat fayda vermez." ayeti ile ilgili olarak Ebu Abbâs el-

Mükebbir'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Zeynelabidin'in (a.s)

karısının Ebu Eymen adında azatlı kölesi bir gün İmam Muhammed

Bâkır'a (a.s) gelip şöyle dedi: 'Ey Ebu Cafer, insanları kandırıyorsunuz

ve Muhammed'in şefaati, Muhammed'in şefaati deyip

duruyorsunuz.' İmam Muhammed Bâkır (a.s) bu sözlere çok öfkelendi

ve yüzünün rengi değişti, ardından şöyle dedi: Yazıklar olsun

sana ey Ebu Eymen! Karımın ve avret yerini iffetli tutman seni aldattı

mı? Hiç kuşkusuz kıyametin dehşetini gördüğün anda Muhammed'in

şefaatine muhtaç olacaksın. Yazıklar olsun sana, Mu-

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 285

 

hammed, ateşi hakkedenden başkasına mı şefaat edecek? Önceki

ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü Muhammed'in şefaatine

muhtaç olmayan hiç kimse yoktur."

"Ardından İmam Bâkır (a.s) devamla şöyle dedi: Resulullah

ümmeti için şefaat edecek, biz de Şiilerimiz için şefaat edeceğiz.

Şiilerimiz de ailelerine şefaat edeceklerdir." Sonra dedi ki: "Hiç

kuşkusuz bir mümin Rebia ve Mudar oğulları sayısında insana şefaat

eder. Mümin hizmetçisi için şefaat eder ve der ki: Ya Rabbi,

bu, bana hizmetinin hakkıdır, beni sıcaktan ve soğuktan

koruyordu." [c.2, s.202]

 

Ben derim ki: "Önceki ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü

Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur."

ifadesi gösteriyor ki, bu şefaat genel niteliklidir ve "Yazıklar olsun

sana. Muhammed, ateşi hakkedenden başkasına mı şefaat edecektir?"

ifadesinde vurgulanan şefaatten ayrıdır. Buna benzer bir

anlam da Ayyâşî'nin Ubeyd b. Zürâre'den, onun da İmam Sadık'-

tan (a.s) aktardığı rivayette ifade edilmişti.

 

Bu anlamı pekiştiren, Şia ve Sünnî kanallardan aktarılan birçok

rivayet vardır. Buna kanıt oluşturan da yüce Allah'ın şu sözü

de delâlet eder: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaate sahip

değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır."

(Zuhruf, 86) Bu ayet gösteriyor ki, şefaatin özünde şahitlik

yatmaktadır. Şu hâlde şahitler, şefaat yetkisine sahip şefaatçilerdir.

İnşallah, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara

şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 143) ayetini

ele alırken bu meseleyi daha detaylı biçimde açıklayacağız. Buna

göre, peygamberler insanlar üzerinde şahittirler, Hz. Muhammed

de peygamberlerin üzerinde şahittir; şahitlerin şahidi, dolayısıyla

da şefaatçilerin şefaatçisidir. Eğer şahitlerin şahitliği olmasaydı,

kıyametin bir dayanağı olmazdı.

 

Tefsir'ul-Kummî'de, "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında

şefaat fayda vermez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklama

yer almaktadır: "Allah izin vermedikçe, hiçbir nebi ve resul şefaat

edemez. Ama Resulullah (s.a.a) bu genellemenin dışındadır. Çünkü

yüce Allah, kıyamet gününden önce ona şefaat iznini ve yetkisini

vermiştir. Şefaat etmek öncelikle onun ve soyundan gelen

 

286 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

imamların hakkıdır, bundan sonra da peygamberlerin hakkıdır."

[c.2, s.201]

 

el-Hisal adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Üç grup, Allah katında şefaat ederler ve

şefaatleri de kabul edilir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha

sonra da şehitler." [c.2, s.201]

 

Ben derim ki: Büyük bir ihtimalle bu hadisin orijinalinde geçen

"şüheda" kelimesinden maksat, savaş alanında öldürülen kimselerdir.

Ehlibeyt İmamlarının dilinde bu kelime daha çok bu anlamda

kullanılmaktadır. Yani burada, Kur'ânî bir kavram olan "amellerin

tanıkları" kastedilmemiştir.

 

el-Hisal adlı eserde, "dört yüz hadisi"nde şöyle deniyor: İmam

(a.s) dedi ki: "Biz şefaat ederiz, bizi sevenler de şefaat ederler."

[s.624]

 

Ben derim ki: Kadınların efendisi Hz. Fatıma'nın (a.s), İmamların

dışında Fatıma'nın soyundan gelen kimselerin, müminlerin ve

hatta müminlerin düşük çocuklarının bile şefaat edeceğine ilişkin

birçok hadis rivayet edilmiştir. Meşhur bir hadiste Peygamber efendimiz

(s.a.a) şöyle buyuruyor: "Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben

kıyamet günü diğer ümmetlere karşı, düşükleriniz dahil, sizinle

övüneceğim. Düşük çocuk, kıyamet günü cennetin kapısına dayanır.

Ona; 'içeri gir' denir, ama o; 'Annem-babam girmedikçe girmem'

der..."

 

Yine el-Hisal adlı eserde belirtildiğine göre İmam Sadık, babasından,

dedesinden ve nihayet Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder:

"Cennetin sekiz kapısı vardır. Bir kapıdan peygamberler ve

sıddîkler girerler. Bir kapıdan şehitler ve salihler girerler. Beş kapıdan

da bizim taraftarlarımız (Şia) ve sevenlerimiz girerler. Ben

de o sırada yol üzerinde durur şöyle dua ederim: 'Rabbim, benim

Şia'ma, sevenlerime, yardımcılarıma ve dünya yurdunda bana

dost olanlara esenlik ver.' O sırada Arş'tan şöyle bir ses gelir: 'Duan

kabul edildi. Şia'n için şefaat edebilirsin.' Şia'ma, dostlarıma,

yardım edenlerime ve sözlü ve fiili olarak düşmanlarıma savaş

açanlara mensup her bir kişi, komşularından ve akrabalarından

yetmiş bin kişi için şefaat eder. Bir kapıdan da, Allah'tan başka bir

ilâh olmadığına tanıklık eden ve kalbinde, biz Ehli-beyt'e karşı en

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 287

 

ufak bir kin kırıntısı bulunmayan diğer Müslümanlar girerler."

[s.407]

 

el-Kâfi adlı eserde belirtildiğine göre, Hafs el-Müezzin İmam

Sadık'ın (a.s) ashabına gönderdiği mektupta şöyle dediğini rivayet

eder: "Biliniz ki, Allah'ın yarattıklarından hiç kimse, ne seçkin bir

melek, ne gönderilmiş bir peygamber ve ne de başka birisi, Allah-

'a karşı size bir yarar sağlayamaz. Kim, Allah katında şefaatçilerin

şefaatinden yararlanma mutluluğuna ermek isterse, Allah'tan

kendisinden razı olmasını dilesin." [Ravzat'ul-Kâfi, c.8, s.10]

 

el-Furat tefsirinde, İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan bir rivayete

göre, Cabir İmam Bâkır'a (a.s) şöyle demiştir: "Sana feda olayım,

ey Resulullah'ın oğlu! Bana büyük annen Fatıma hakkında bir

hadis aktar." Bunun üzerine, Hz. Fatıma'nın kıyamet günü şefaat

edeceğine ilişkin bir hadis anlattı ve şöyle ekledi: "Allah'a

andolsun ki, Allah'ın dininden kuşku duyandan veya kâfirden ya

da münafıktan başka hiç kimse ateşte kalmaz. Bunlar ateşin

katmanlarına sürüklendikleri zaman, yüce Allah'ın da vurguladığı

gibi, 'Bizim için ne şefaatçiler ve ne de sıcak bir dost vardır. Eğer

bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç kuşkusuz müminlerden olurduk.'

diye seslenirler." İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ne mümkün!

İstekleri geri çevrilir. Şayet tekrar dünyaya gönderilseler, yine de

kendilerine yasaklanan şeyleri yaparlardı, on-lar yalancılardır."

[s.113-114]

 

Ben derim ki: İmamın (a.s) "Bizim için şefaatçiler yoktur." sözünü

ele alması gösteriyor ki; İmam, ayetlerin şefaatin gerçekleşeceğini

kanıtladığına işaret etmek istemiştir. Şefaati inkâr edenler

de bu ayeti şefaatin gerçekleşmeyeceğine yönelik bir kanıt olarak

değerlendirmek istemişlerdir. Biz de daha önce, "şefaatçilerin

şefaati onlara fayda vermez." ifadesinin şefaatin varlığına kanıt

oluşturduğunu ana hatlarıyla ortaya koymuştuk. Eğer ifadeden

maksat sırf şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamak olsaydı, o

zaman ifadenin şu şekilde olması gerekirdi: "Bizim için ne bir şefaat

eden ve ne de sıcak bir dost vardır." Çünkü olumsuzluk pozisyonunda

çoğul bir ifade kullanmak, şefaatin bir cemaat tarafından

gerçekleştirildiğini, ama onlar hakkında bir yarar sağlamadığını

gösterir.

 

Bunun yanı sıra, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç

 

288 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kuşkusuz müminlerden olurduk." ifadesi, "Bizim için ne şefaatçiler

ve ne de sıcak bir dost vardır." ifadesinden sonra yer alıyor ve

bu sözler, yaşanan realiteden duyulan hasreti ifade ediyorlar. Bilindiği

gibi, hasret çekmek, kaybolan bir şeyden dolayı gündeme

gelir ve bu hasreti ifade eden sözler, hasreti duyulan şeyi de ifade

ederler. Buna göre, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik..." sözünün

anlamı şudur: Keşke dünyaya dönüp müminlerden olsaydık

da şu müminler gibi biz de şefaatçilerin şefaatinin kapsamına girseydik.

Şu hâlde, bu ayet de tıpkı diğer ayetler gibi şefaatin gerçekleşeceğini

kanıtlamaktadır.

 

et-Tevhit adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın, babasından, o da

atalarından aktararak Peygamber efendimizin şöyle dediği rivayet

edilir: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.

Muhsinlere gelince, onlar aleyhine kullanılacak bir yol yoktur:'

İmam Kâzım'a denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! Büyük günah işleyenler

için şefaat olur mu? Yüce Allah 'Ancak Allah'ın razı olduğu

kimse için şefaat ederler.' demiyor mu? Büyük günah işleyenler

Allah'ın razı olduğu kimseler olabilirler mi?" Bunun üzerine İmam

(a.s) şöyle dedi:

"Hiçbir mümin yoktur ki, bir günah işlediği zaman üzülmesin

ve pişmanlık duymasın. Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki:

'Tövbe için pişmanlık yeterlidir.' Ve yine buyuruyor ki: 'Kim iyi bir

işten dolayı sevinir, kötü bir işten dolayı üzülürse, o, mümindir.'

Buna göre, işlediği bir günahtan dolayı pişmanlık duymayan kişi

mümin değildir, onun için şefaat gerekmez ve o, zalimdir. Yüce Allah

böyle biri ile ilgili olarak; 'Zalimlerin yakın bir dostu ve sözü

yerine getirilen bir şefaatçisi yoktur.' buyuruyor."

Bunun üzerine denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! İşlediği günahtan

dolayı pişmanlık duymayan kişi nasıl mümin olmaz?" Buna

karşılık olarak şöyle dedi: "Büyük bir günah işleyip de bundan

dolayı cezaya çarptırılacağını bilen hiç kimse yoktur ki, işlediği

günahtan dolayı pişmanlık duymasın. Ne zaman pişmanlık duyarsa,

tövbe etmiş [Allah'a dönmüş] olur ve şefaati hakkeder. Ama

pişmanlık duymazsa, günahta ısrar ediyor sayılır."

"Günahta ısrar edeninse, bağışlanması söz konusu değildir.

Çünkü o, işlediği suçtan dolayı cezalandırılacağına inanmıyordur.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 289

 

Eğer cezalandırılacağına inansaydı pişmanlık duyardı. Nitekim

Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: 'İstiğfar edildikten sonra

büyük günahtan söz edilmez. İsrar edilince de küçük günahtan

söz edilmez."

"Yüce Allah'ın, 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimseler için şefaat

ederler.' sözüne gelince; bu demektir ki, ancak Allah'ın dininden

razı olduğu kimseler için şefaat ederler. Din ise, iyiliklerin ve kötülüklerin

belli bir günde karşılıklarını göreceklerine inanmaktır. Buna

göre, dininden razı olunan kişi, kıyamet günü cezalandırılacağını

bildiği için işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duyar." [s.407,

h: 6, bab:43]

 

Ben derim ki: İmamın "o zalimdir." sözü, kıyamet günü zalim

olanlar tanımlamakta, aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in tanımlamasına

da işaret etmektedir: "Aralarında bir seslenici, 'Allah'ın

lâneti zalim-lerin üzerine olsun!' diye seslenir. Onlar ki, Allah'ın

yolundan menedip, onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi."

(A'râf, 44-45) Buna göre zalim, amellerin karşılık göreceği

güne inanmayan, Allah'ın emirlerine uymamaktan dolayı üzülmeyen,

Allah'ın koyduğu haramları çiğnemekten dolayı içinde bir ıstırap

duymayan kimsedir. Bunun sebebi ise, ya tüm hak nitelikli

mesajlara ve dini öğretilere inanmaması ya da hak içerikli mesajları

küçümsemesi ve amellerin karşılık göreceği gerçeğine gereken

özeni göstermemesi, din ve ceza günü ile alay etmesidir.

İmamın, "tövbe etmiş olur ve şefaati hakkeder." sözünün anlamı

şudur: Yani, razı olunmuş bir dinin sahibi olarak Allah'a döner

ve böylece şefaati hakkeder. Yoksa, ıstılah anlamıyla "tövbe" başlı

başına bir şefaatçidir, bir kurtarıcıdır.

 

İmamın, "Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

İstiğfar ile birlikte büyük günahtan söz edilmez..." şeklindeki değerlendirmesi, gösteriyor ki, İmam meseleye ısrar açısından yaklaşmıştır.

Israr ise, günahtan kaçınmamak ve günah işlemekten

dolayı pişmanlık duymamaktır. Bu durumda günah asıl niteliğinden

soyutlanıp başka bir niteliğe bürünür. Yani günah, günahlıktan

çıkıp ahireti yalanlamaya, Allah'ın ayetlerine karşı haksızlık

etmeye dönüşür; dolayısıyla bağışlamanın kapsamına girmez.

Çünkü günah, ya tövbe aracılığı ile ya da hoşnut kalınmış bir dine

dayalı olarak gerçekleşen şefaat aracılığı ile bağışlanmanın kap-

 

290 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

samına girer. Burada ise, ne tövbe ve ne de hoşnut kalınmış bir

din söz konusudur.

 

Buna benzer bir rivayet de el-İlel'de Ebu İshak el-Leysî kanalıyla

aktarılmıştır: "İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Ey

Resulullah'ın oğlu! Bana haber ver: Acaba bilgi ve kemalin son

noktasına ulaşmış basiretli bir mümin zina eder mi?' 'Kesinlikle

hayır.' dedi. 'Homoseksüel ilişkide bulunur mu?' dedim. 'Kesinlikle

hayır.' dedi. 'Hırsızlık yapar mı?' dedim. 'Hayır.' dedi. 'Peki şarap

içer mi?' diye sordum. 'Hayır.' dedi. 'Sözünü ettiğimiz bu büyük

günahlardan veya hayâsızlıklardan birini işler mi?' dedim. 'Hayır.'

dedi. 'Peki bir günah işler mi?' dedim. 'Evet, o mümindir, günahkar

Müslümandır.' dedi. 'Müslüman ne demektir?' dedim. 'Müslüman,

günahı alışkanlık hâline getirmez ve günahta ısrar etmez.' dedi..."

[İlel'üş-Şerayi, s.489]

 

el-Hisal adlı eserde, çeşitli kanallardan İmam Rıza'nın, atalarından

şu hadisi rivayet ettiği belirtilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu

ki: "Kıyamet günü yüce Allah mümin kuluna tecelli eder. İşlediği

günahları birer bire ona bildirir, sonra onu bağışlar. Yüce Allah

hiçbir seçkin meleği ve hiçbir gönderilmiş peygamberi onun durumundan haberdar kılmaz. Kimsenin onun durumunu öğrenmemesini sağlayacak şekilde onu örter. Sonra onun işlediği kötülüklere, iyiliğe dönüşün, der."

 

Sahih-i Müslim'de merfu olarak Ebuzer'e dayandırılan bir

hadiste Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir:

"Kıyamet günü bir adam getirilir ve şöyle denir: 'Küçük günahlarını

ona sunun, büyük günahlarını da ondan uzaklaştırın.' Sonra şöyle

denir: 'Falan gün şu şu günahları işledin.' O da hepsini kabul eder,

ama büyük günahlarından korkar. Bunun üzerine şöyle denir: 'İşlediği

her kötülük yerine bir iyilik verin.' O der ki: Benim bazı günahlarım

vardı, onları burada göremiyorum." Ebuzer der ki: "Bunu

söylerken Resulullah'ın azı dişleri görülecek şekilde güldüğünü

gördüm."

 

el-Emalî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Kıyamet günü yüce Allah rahmetini yayar, o kadar ki, İblis bile

rahmete nail olma ümidine kapılır." [s.171, h: 2, Oturum:37]

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 291

 

Ben derim ki: Sunduğumuz son üç rivayet mutlaktır. Gerek Ehlibeyt

kanalıyla ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Peygamberimizin

(s.a.a) kıyamet günü şefaat edeceğini ortaya koyan hadisler tevatür

düzeyine ulaşmış bulunuyorlar. Aslında bu hadisler hep birlikte

aynı anlama işaret etmektedirler: İman ehli günahkârlar şefaatten

yararlanacaklardır. Bu yararlanma ya ateşe girmekten kurtulma

ya da girdikten sonra çıkarılma şeklinde gerçekleşecektir.

Bundan çıkan sonuca göre, iman ehli günahkârlar sonsuza dek

ateşte kalmayacaklardır. Bildiğin gibi, Kur'ân-ı Kerim de bundan

fazla bir açıklama getirmiyor.

 

ŞEFAATLE İLGİLİ BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA

 

Aklî kanıtlar, gerçi Şeyh İbn-i Sina'nın dediği gibi, sonuç elde

etme için gerekli olan öncüllere ulaşmadığı için ahiretle ilgili olarak

Kitap ve sünnette yer alan ayrıntıları vermek noktasında yetersizdirler;

ama insanın ileride ruhunun bedeninden ayrılmasından

sonra, haklarında kanıt ileri sürülen mutluluk ve bedbahtlık

yollarında ulaşacağı aklî ve misali mükemmellikleri ortaya koyabilirler.

Çünkü her şeyden önce insanın yaptığı her iş, onun için ruhsal

bir atmosfer ve mutluluk veya bedbahtlıkla ilgili bir durum

meydana getirir. Mutluluk derken, bir insan olarak kendisi için iyi

olan şeyleri kastediyoruz. Bedbahtlık derken de, bunun aksini kastediyoruz.

Bu durumlar yavaş yavaş tekrarlanmak suretiyle köklü

ve karakteristik bir özellik kazanırlar.

 

Daha sonra bunlardan ruh için mutlu veya bedbaht bir şekil

oluşur. Bu da ruhu bekleyen şekil ve biçimlerin temelini oluşturur.

Eğer ruhun alacağı biçim mutluluk nitelikli ise, bunun yansıması

varoluşsal karakterde olur ve yeni biçimi ile ve bu yeni biçimi kabullenecek

madde konumunda olan ruh ile uyum içinde olur. Eğer

kişinin ruhunun karakteristik özelliği bedbahtlık ise, yansıması

yokluk nitelikli olur. Tahlil sonucu yitirmişliğe ve kötülüğe dönük

bir mahiyet sergiler.

 

Mutlu ruh, insan olması hasebiyle eserlerinden zevk alır. Fiilen

mutlu insan olması itibariyle de eserlerinden lezzet alır. Bedbaht

ruhun eserleri, fiilleri ruha şekil veren unsurlar olmaları bakımından

ruhla uyum içinde olsalar bile, insana insan olması itibariyle

 

292 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ıstırap verirler. Bu durum, mutluluk ve bedbahtlık noktasında kâmilleşen

ruh-lar için geçerlidir. Kişilik ve salih amel itibariyle mutlu

insan ile kişilik ve kötü amel itibariyle bedbaht insanı kastediyorum.

Mutluluğu ve bedbahtlığı açısından eksik olan ruha gelince; bu

durumda insan, kişilik olarak mutlu, ama amel olarak bedbaht

olur. Şöyle ki, insanın kişiliği özünde hak ve değişmez bir inanç

sistemine inanma mutluluğuna erişir, ruhunda, seçim yetkisine

sahip bulunduğu dünya hayatından edindiği günahlardan ve kötülüklerden

kaynaklanan aşağılık ve bedbaht unsurlar bulunursa,

bunlar, onun kişiliğiyle uyuşmadığı için sürekli olamazlar. Aklî kanıtlar,

zorlamanın sürekli olmayacağını ortaya koymuştur.

 

Dolayısıyla bu olumsuz unsurlara bulaşmış ruh, bu unsurlardan

etkilenmişliği oranında ya berzah âleminde ya da kıyamet

günü onlardan arınır. Aynı durum, kimi mutluluk unsurlarına bulaşmış

bedbaht ruh için de geçerlidir. Bedbaht ruh açısından bu

mutluluk unsurları geçicidirler, hızlı veya yavaş bir süreçte ondan

ayrılırlar.

 

Dünya hayatında mutluluk veya bedbahtlık operasyonunu tamamlamadan

zayıf ve eksik bir şekilde bedenden ayrılan ruhların

durumu, yüce Allah'ın buyruğuna kalmıştır. Sevap ve azapla cezalandırmaya ilişkin kanıtlar bunu öngörmektedir. Bu, amel ve sonuçlarının kaçınılmazlığından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü

göreceli ve uyduruk bağların sonunda gerçek ve varoluşsal

bağlara dönüşmeleri gerekmektedir. Bu nükteyi ganimet bil.

Ayrıca, kesin olarak kanıtlanmıştır ki, varoluş açısından kemale

ulaşmak, kemal, eksiklik, şiddet ve zaaf dereceleri oranında

farklılık arzetmektedir. Buna, özellikle soyut aydınlıkla ilgili olarak

"teşkik" denir. Buna göre, kemal mertebesinin başlangıcına ve

sonuna yakınlık ve uzaklık açısından ruhların değişik dereceleri

vardır. İlerleme sürecinde veya başladığı noktaya yeniden dönme

hareketinde de bu, böyledir. Dolayısıyla bazı ruhlar diğer bazısına

oranla daha üstün düzeydedirler. Bu, failî illetlerin ve feyiz araçlarının

temel karakteristik özelliğidir. Buna göre, peygamberlerin

(selâm üzerlerine olsun) ruhları gibi, tam ve kâmil ruhlar, özellikle

de kemal derecesinin en üst düzeyine ulaşanı, zayıf ruhların, kişi-

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 293

 

likleriyle uyuşmayan aşağılık ve bedbahtlık niteliklerini gidermede

aracılık yaparak etkin rol oynarlar. İşte günahkârlara özgü şefaat

budur.

 

SOSYOLOJİK AÇIDAN ŞEFAAT

 

Sosyoloji kurallarına göre, bir toplum ancak, aralarında otoritesi

kabul edilmiş bir yasal sistem aracılığı ile hayatını koruyup

varlığını sürdürebilir. Bu sistem toplumun durumuna göre biçimlenmeli,

fertlerin amel ve işleri üzerinde otoriter bir konumda olmalıdır.

Ayrıca bu yasal sistem, mevcut koşulların elverdiği ölçüde

toplumu oluşturan fertlerin karakterlerinden ve toplumun doğuştan

getirdiği özelliklerinden kaynaklanmalıdır. Toplumu oluşturan

katmanların her biri, sistemin kendi durumunu yansıtması ve toplumsal

statüsüne uygunluğu oranında sistemin rehberliği altında

yaşamını sürdürür. Böylece toplum son derece özenli ve duyarlı

hareketle yol alır.

 

Bütün unsurların kaynaşması ve farklı unsurlarının olumlu etkileşimleri

sonucu sosyal adalet gerçekleşir. Bu ise, toplumun

maddî kalkınmasının ihtiyaç duyduğu maddî çıkar ve yararların

yanı sıra, doğru sözlülük, ahde vefa ve hayırseverlik gibi toplumsal

hayatın gerektirdiği manevî mükemmelliklere, güzel ve üstün ahlâka

dayanır.

 

Konulmuş yasa ve hükümlerin itibarî olması nedeniyle de, ceza

sistemi ile ilgili olarak başka kanunlar koymak suretiyle önceki

kanun ve hükümlerin etkinliğini sağlamak gerekir. Toplumun kimi

ihtiraslı fertlerinin diğer fertlerin haklarını çiğnemelerini önlemek

için böyle bir girişimde bulunmak bir zorunluluktur.

Bu yüzden, hükümet (hangi hükümet şekli olursa olsun) cezaî

uygulamaları yürütme gücüne ve etkinliğine sahip olduğu oranda

toplumsal gelişim süreci sekteye uğramaz, hedeflediği sonuca

doğru yol alan birey, yolundan sapmaz. Hükümet zayıfladığı zaman,

topluma kargaşa egemen olur. Toplum gelişim sürecinden

sapar.

 

Dolayısıyla toplumun özüne yerleştirilmesi gereken öğretilerden

biri, topluma ceza sisteminin telkini ve bireylere bu sisteme

yönelik inancın aşılanmasıdır. Dolayısıyla, aracılık, rüşvet ve top-

 

294 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lum açısından ölümcül yıkımlara yol açan türlü dolaplarla, bir şekilde

cezadan kurtulmanın, isyan ve muhalefetin sorumluluğundan

sıyrılmanın mümkün olduğu şeklindeki bir anlayışın kafalardan

silinmesi gerekir.

 

Bu yüzden, Hıristiyanlık dinindeki, Hz. Mesih'in bütün insanların

günahlarına keffaret olmak üzere çarmıha gerildiği şeklindeki

inanç sapması, bu dine yönelik en büyük eleştirilerden birine gerekçe

oluşturmaktadır. Hıristiyanlar bu inanç sapmasına güvenerek

kıyamet günü yargılanmaktan kurtulacaklarına inanmaktadırlar.

Bu hâliyle din, insanlık için bir yıkımdır. Medeniyeti geriye götürücü

rol oynar. İnsanı vahşîliğe, barbarlığa, kan emiciliğe yöneltir.

İnsanı geriletir. Nitekim Hıristiyanlık dinine yönelik eleştirilerden

biri de, onun bu özelliğidir. İstatistikler en çok yalan söyleyen,

başkalarına karşı adalet ilkesini en fazla çiğneyenlerin, dinlerine

bağlı Hıristiyanlar olduğunu gösteriyor.

 

Bunun nedeni, onların dini inançlarının özünden kaynaklanan

söz konusu anlayıştır. Kıyamet günü şefaat sonucu işledikleri cinayetlerden

kurtulacaklarına inanmalarıdır. Bu yüzden başkalarına

karşı işledikleri suçları, haksızlıkları önemsemezler. Ama başkaları,

onlar gibi fıtrat dejenerasyonuna uğramadıkları için, karakterleri

ve öz yaratılışlarının duyarlılığıyla insanlığa ve uygarlığa ters

düşen şeylerin geriliğine, aykırılığına ve iğrençliğine hükmederler.

Hıristiyanların bu sapık anlayışları yüzünden bazı araştırmacılar,

Kur'ân'da sözü edilen ve sünnette de tevatür düzeyinde rivayetlerle

gerçekleşeceği vurgulanan şefaatle ilgili olarak İslâm'da

yer alan nasları yorumlama eğilimini göstermişlerdir.

 

Ancak İslâm'da onların açıklamaya çalıştıkları gibi bir şefaat

anlayışı söz konusu değildir. İslâm'daki şefaat anlayışı, onların iddia

ettikleri gibi bir etkinliğe de sahip değildir. Bu yüzden araştırmacılar,

dinî bilgileri iyice araştırmalıdırlar, İslâm'ın toplumsal yapıya

uyguladığı ilkeleri sağlıklı biçimde incelemelidirler. Sağlıklı

bir toplum ve faziletli bir uygarlık için, İslâm'ın öngördüğü ilke ve

yasaların uygulanış biçimini etüt etmelidirler. O zaman vaat edilen

şefaatin ne olduğunu, İslam'ın getirdiği öğretiler arasında nasıl bir

konum ve statüye sahip olduğunu öğrenirler.

 

Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 295

 

Öncelikle şunu bilirler: Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilen şefaatin

özü şu gerçektir: Müminler kıyamet günü sonsuza dek ateşte

kalmazlar. Ancak hoşnut kalınmış bir imana sahip ve hak bir dine

mensup olarak Rablerinin huzuruna çıkmaları şarttır. Bu, Kur'ân-ı

Kerim'in şartlı olarak sunduğu bir vaattir. Ardından imanın; kalıcılığı

açısından günahlar, özellikle büyük günahlar ve özellikle de bu

günahların alışkanlık hâline getirilmesi gibi büyük bir tehlikeyle

karşı karşıya olduğunu vurgulamaktadır.

 

Kısacası mümin sürekli bir yok oluş uçurumunun kenarında

bulunmaktadır. Kurtuluş ümidi ile yok oluş korkusu bundan kaynaklanır.

Müminin ruhu ümit ve korku arasındaki bir denge çizgisinde

yol alır. Kurtuluşu arzulayarak ve yok oluştan korkarak

Rabbine kulluk sunar. Tüm hayatı boyunca dengeli bir tutumla orta

bir yol izler. Ne büsbütün ümitsizliğe ve ne de yanıltıcı ve tembelleştirici

bir güven duygusuna kapılır.

 

İkincisi: İslâm dini maddî ve manevî nitelikli toplumsal yasalar

koymuştur. Bu yasalar fert ve toplumun her türlü hareket ve

davranı-şını kuşatıcı niteliktedir. Sonra koyduğu her yasa maddesi

için uygun bir sorumluluk ve cezâi yükümlülük öngörmüştür. Diyet,

had ve tazir-den tutun toplumsal ayrıcalıklardan yoksun bırakmaya,

kınamaya, yermeye ve takbih etmeye kadar birtakım

cezalar koymuştur. Sonra bu sistemini ayakta tutmak amacı ile

ululemr (emir sahipleri) yönetiminin kurulmasını öngörmüştür. İyiliği

emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesine dayalı olarak tam bir

otoritenin kurulmasını gerektirmiştir. Son-ra buna, dini davet ruhuyla

canlılık kazandırmıştır.

 

Bu davetin mahiyeti, ahirette gerçekleşecek ceza ile korkutma

ve sevapla da müjdelemedir. İslâm, böylece eğitim sistemini

dünya ve ahiret hayatına ilişkin ilkelerin bireylere aşılanması esasına

dayandırmıştır.

 

İslâm'ın prensipleriyle yerleştirdiği anlayışı budur. Peygamber

efendimiz (s.a.a) bunu getirmiş ve onun dönemi ile, onun dönemini

izleyen dönemdeki pratik uygulama bunu doğrulamıştır. Nihayet

Emevî saltanatı döneminde yöneticiler bu anlayışla oynamış,

zorbalıkları ve hükümlerle oynamaları sonucu bu anlayışı

tanınmaz hâle getirmişler. Emevîler bununla da yetinmemiş şeria-

 

296 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tın öngördüğü hadleri yürürlükten kaldırıp, dinsel siyaseti geçersiz

kılmışlar ve bu sapma çizgisi günümüze kadar sürüp gelmiş. Bunun

sonucu olarak da batıda özgürlük bayrakları yükseltilince batı

medeniyeti, İslâm âlemine karşı kesin bir üstünlük sağladı. Müslümanlar

arasında din namına, sadece bir yemek kabının dibindeki

kırıntılar gibi bireysel uygulamalar kaldı.

 

Müslümanlar arasında yaygınlık kazanan dinsel siyasetin zayıflığı

ve geri kalmışlık, Müslümanların üstün niteliklerini ve ayırıcı

özelliklerini yitirmelerine, ahlak ve davranış biçimleri alanında kelimenin

tam anlamıyla bir çöküş yaşamalarına, şehevî arzuların ve

eğlencelerin köreltici dünyasında kaybolmalarına, fuhuş ve kötü

alışkanlıklara dalmalarına yol açtı.

 

Bunun sonucu dinin öngördüğü her yasağı çiğnemeye cüret ettiler,

haramları tanımaz oldular. Herhangi bir dine mensup olmayanların

bile tiksindiği iğrençlikleri işlediler. Dine karşı çıkan bir

insanın bile aklına gelmeyecek bozulmalar bulaştı kimi dini öğretilere.

Oysa dinin prensiplerinin tek ve değişmez amacı, insanın

dünya ve ahiret mutluluğudur. Hiç kuşkusuz yardım Allah'tandır.

Sözü edilen istatistikler de, üzerlerinde güçlü bir otorite, içlerinde

güçlü bir koruyucu bulunmayan dindar kesim ile, toplumsal eğitim

ve öğretim almış, toplumsal çıkarlarını bilen dinsiz kesim üzerinde

gerçekleştirildiği için bilimsel açıdan hiçbir değer ifade etmezler.

 

Bakara Sûresi / 49-61 ...................................................... 297

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com