Mizan Tefsiri, Cilt:1 |
||
298 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 49-61 ......................................................
49- Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size kötü bir işkence yapıyorlardı; oğullarınızı kesiyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda da, Rabbinizden size yönelik bir imtihan vardı.
50- Hani sizin için denizi yarmıştık da sizi kurtarmış, Firavun hanedanını (denizde) boğmuştuk; siz de bakıyordunuz.
51- Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun ardından, zalimler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.
52- Sonra, bunun ardından, belki şükredersiniz diye, sizi affetmiştik.
53- Hani belki doğru yolu bulursunuz diye, Musa'ya kitap ve furkan (doğruyla eğriyi ayıran hükümler) vermiştik.
54- Hani Musa, kavmine; "Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin ve kendinizi (birbirinizi) öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için çok daha iyidir." demişti. Allah da tövbenizi kabul etmişti. O, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir.
Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 299
55- Hani siz, "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayız." demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi ve siz bakıyordunuz.
56- Sonra, belki şükredersiniz diye, ölümünüzden sonra sizi diriltmiştik.
57- Ve bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık ve size kudret helvası ile bıldırcın indirmiştik de, "Size verdiğimiz temiz rızklardan yiyin." (demiştik.) Onlar, bize zulmetmediler, sadece kendilerine zulmediyorlardı.
58- Hani "Şu şehre girin, nimetlerinden dilediğiniz yerde bolbol yiyin. Kapısından secde ederek girin ve "(Rabbmiz!) Bizi bağışla!" deyin ki, hatalarınızı size bağışlayalım. İyilik edenlere ise, (iyiliklerinin karşılığını) fazlasıyla vereceğiz." demiştik.
59- Fakat zulmedenler, kendilerine söylenen başka bir söz uydurmuşlardı. ["Rabbimiz! Bizi bağışla!" yerine, "Bize buğday ver!" demişlerdi.] Biz de zulmedenlere, ha bire yoldan çıktıkları için gökten bir azap indirmiştik.
60- Hani Musa, kavmi için su istemişti. Ona, "Değneğinle taşa vur." demiştik de (vurunca) taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her bölük, su içeceği kaynağı bilmişti. Allah'ın rızkından yiyin, için; fakat bozguncular olarak yeryüzünde azgınlık etmeyin.
61- Hani "Ey Musa, biz bir çeşit yiyeceğe dayanamayız. Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, sebzesinden, hıyarından, sarmısağından (veya buğdayından), mer-cimeğinden, soğanından çıkarsın." demiştiniz. Musa da, "Daha iyi olanı, daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?! O hâlde, bir şehre inin; istediğiniz, sizin için var." demişti. Üzerlerine aşağılık ve yoksulluk çullanmıştı ve Allah'tan gelen bir gazaba uğrayarak geri dönmüşlerdi. Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, emre karşı geldikleri ve sürekli sınırları aştıkları içindi.
300 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
"Kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı." Yani kadınlarınızı, oğullarınız gibi öldürmüyorlardı. Onları hizmet etmeleri için sağ bırakıyorlardı. İfadenin orijinalinde geçen "yestehyûne" fiilinin mastarı olan "istihya", "hayat istemek" anlamına gelir. Bunun "hayâ" kökünden olması da muhtemeldir. Bu durumda şöyle bir anlam ortaya çıkar: "Onların hayâ duygularını giderecek iş yapıyorlardı." Orijinal ifadede geçen "yesûmûnekum", "size reva görüyorlardı" anlamındadır. "Hani sizin için denizi yarmıştık." "Yarmak" anlamında kullanılan "fark", "toplama" demek olan "cem'"in karşıtıdır. Fasl (ayırma) ile vaslın (birleştirme) karşıtlığı gibi. "Fark" ifadesi, deniz için kullanıldığında "yarma" anlamını vurgular. İfadenin orijinalinde geçen "ba" harf-i cerri, "sebebiyet" ya da "mülabeset" anlamını ifade eder. Yani, "sizin kurtulmanız için denizi yardık." ya da "sizin denize girmeniz için denizi yardık."
"Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik." Yüce Allah, Hz. Musa ile sözleşme kıssasını A'râf suresinde şu ifadelerle anlatmaktadır: "Musa ile otuz gece için sözleştik ve buna bir on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği vakit, kırk gece olarak tamamlandı." (A'râf, 142) Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayette sözleşme süresinin kırk gece olarak belirtilmiş olmasını, ya son on gecenin hükmen sözleşmede belirlenen otuz geceden sayılmasına, ya da son on gecenin başka bir sözleşmeyle belirlenmiş olduğunu varsayarak burada toplam iki sözleşmede belirlenen süreden bahsedildiğine bağlamalıyız. Nitekim bazı hadislerde de kırk gecenin iki sözleşmeyle belirlenmiş olduğu vurgulanmıştır.
"O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin..." Yaratıcı ve var edici anlamına yakın bir anlamda kullanılan orijinal ifadedeki "el-bâ-ri'" ismi, yüce Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O, yaratan, var eden (el-bâri'), şekil veren Allah'tır:" (Haşr, 24) Bu kelime, ikisi ele almakta olduğumuz bu ayette olmak üzere Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır. Belki de konuyla ilgili diğer isimler arasında özellikle bu ismin burada kullanılmış olmasının sebebi, kelimenin yaratma ve var etme anlamına yakın bir anlam taşımasıdır. Kök itibariyle "beree, yebreu,
Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 301
beraen"den gelir ve ayrılma anlamını ifade eder. Çünkü yüce Allah bu ismiyle yaratıkları yokluktan veya insanı topraktan ayırır. Bu anlamı göz önünde bulundurduğumuz zaman sanki yüce Allah şöyle buyurmuş oluyor:
"Gerçi bu tövbe ve kendinizi [birbirinizi] öldürmeniz, son derece ağır bir yükümlülüktür ama, öldürmek suretiyle sizin için bu yokluğu ve zevali öngören, sizi var eden ve varoluşunuzu seven yüce Allah'tır. Sizin için daha hayırlı olan varlığınızı isteyen yüce Allah, şimdi sizin öldürülmenizi istiyor. Demek ki bu sizin için daha hayırlıdır. Sizi var eden Allah, sizin için hayırlı olanı istemez mi?" "el-Bâri'" ifadesi, her iki yerde de [yaratıcınıza ve yaratıcınız katında] onlara izafe edilerek kullanılmıştır. Bunun nedeni, onların yüce Allah'a olan sevgi duygularını uyandırmaktır."
"Bu, yaratıcının katında sizin için daha iyidir." Bu ve önceki ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, aralarında işlenen suçlar ve günahlar, bazıları tarafından işlenmiş olmasına rağmen hepsine izafe edilmiştir. Çünkü onlar, birbirlerinin işlerini hoşnutlukla karşılayan etnik bir topluluk idiler. Dolayısıyla bazılarının işleri hepsine izafe edilebilir. Çünkü aralarında bir birlik söz konusudur. Yoksa bütün İsrail- oğulları buzağıya tapmış değildi. Onlara mensup olan her bireyin de peygamberlerin öldürülmesine adı karışmamıştı. Bunun gibi onlara izafe edilen her suça, tümü birden iştirak etmemişti. Dolayısıyla, "kendinizi (birbirinizi) öldürün" ifadesi ile, aranızdaki bazı kimseleri, yani buzağıya tapanları öldürün denmek isteniyor. Nitekim yüce Allah'ın şu sözleri de bu anlamı pekiştirici niteliktedir: "Sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.", "Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir." Hz. Musa'nın sözleri olarak aktarılan bu cümlelerden bu anlamı çıkarmak mümkündür. "Allah da tövbenizi kabul etmişti." ifadesi, yüce Allah'ın onların tövbesini kabul ettiğini göstermektedir. Bazı hadislerde de belirtildiğine göre, henüz aralarındaki tüm suçlular öldürülmeden Allah, tövbelerini kabul etti.
Bununla, meselenin imtihan amaçlı olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı Hz. İbrahim'in, henüz Hz. İsmail'i kurban etmeden, "Ey İbrahim, sen rüyayı doğruladın." (Saffât, 104-105) hitabına muhatap olduğu gibi. Burada Hz. Musa onlara, "O hâlde, hemen yaratıcınıza
302 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
tövbe edin ve kendinizi (birbirinizi) öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir." buyuruyor. Yüce Allah da, Hz. Musa'nın sözünü onaylıyor. Ancak, bazılarının öldürülmesini tümünün öldürülmesi gibi kabul edip, "Allah da tövbenizi kabul etmişti." sözüyle tövbelerini kabul ettiğini bildiriyor.
"Gökten bir azap indirmiştik." İfadenin orijinalinde geçen "ricz", azap demektir.
"azgınlık etmeyin." İfadenin orijinalinin kökü olan "ays" ve "usiyy", bozgunculukta ileri gidip azgınlık yapmak demektir.
"...hıyarından, sarmısağından (veya buğdayından), mercimeğinden..." İfadenin orijinalinde geçen "kıssâ", hıyar, "fum" ise sarmısak ya da buğday demektir.
"Allah'tan gelen bir gazaba uğrayarak geri dönmüşlerdi." Orijinal ifadede geçen "bâu" kelimesi, geri döndüler anlamındadır.
"Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve..." ifadesi, öncesinde ifade edilen duruma sebep olan gerekçeyi açıklamaya yöneliktir.
"Bu, emre karşı geldikleri ve..." ifadesi de, bir önceki sebep bildirmenin sebebini bildirmeye yönelik bir açıklamadır. Buna göre, emre karşı gelmeleri ve sınırları aşmayı sürdürmeleri, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerine ve peygamberlerini öldürmelerine sebep olmuştur. Nitekim yüce Allah bu hususu şu şekilde açıklıyor: "Sonra, kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu: Allah'ın ayetlerini yalanladılar ve onlarla alay ediyorlardı." (Rûm, 10) Emre karşı gelmenin, işledikleri suçlara gerekçe olarak gösterilmesinde açıklığa kavuşturulması gereken bir husus var ki, hadisler ışığında açıklama bölümünde buna değineceğiz.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de "Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik." ayeti ile ilgili olarak, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İlâhî bilgi ve takdirde otuz gece kararlaştırılmıştı. Sonra duruma göre Allah buna on gece daha ekledi. Böylece Rabbinin tayin ettiği süre kırk gece olarak tamamlandı." [c.1, s.44, h: 46]
Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 303
Ben derim ki: Bu hadis, kırk gecenin iki sözleşmenin toplam süresi olduğu şeklindeki değerlendirmeyi desteklemektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde, "Hani Musa, kavmine, 'Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.' demişti." ifadesiyle ilgili olarak, Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Soydaşları Musa'ya dediler ki: 'Nasıl tövbe edeceğiz?' Musa, 'Birbirinizi öldüreceksiniz.' dedi. Bunun üzerine herkes bıçağa sarıldı; kardeşini, babasını ve oğlunu öldürmeye başladı. Allah'a andolsun ki, yetmiş bin kişi öldürülene kadar hiç kimse kimi öldürdüğüne aldırmıyordu. Nihayet yüce Allah, Musa'ya vahyetti ki: Onlara söyle; artık birbirlerini öldürmesinler. Allah, öldürülenleri bağışladı, geride kalanların da tövbesini kabul etti." [c.1, s.69]
Tefsir'ul-Kummî'de ise şöyle deniyor: Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Hz. Musa, Rabbi ile sözleştiği yere gidip dönünce, kavminin buzağıyı tanrı edinip ona kulluk sunduklarını gördü. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: 'Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin ve kendinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir.' Onlar, 'Kendimizi nasıl öldüreceğiz?' dediler. Musa dedi ki: 'Hepiniz Beyt'ül-Makdis'te toplanın. Yanınıza, bir bıçak veya bir demir parçası ya da bir kılıç alın. Ben İsrailoğullarının minberine çıktığım zaman, birbirinizi tanımamanız için yüzlerinizi örtün. Sonra birbirinizi öldürün.' Bunun üzerine, buzağıya tapan yetmiş bin kişi Beyt'ül-Makdis'te toplandı. Musa onlara namaz kıldırıp minbere çıkınca, birbirlerini öldürmeye başladılar. Nihayet Cebrail inip şöyle dedi: 'Ey Musa, birbirlerini öldürmekten vazgeçmelerini söyle. Allah sizin tövbenizi kabul etti.' Bu olayda on bin kişi öldürüldü. Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Allah da tövbenizi kabul etmişti. O, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir." [c.1, s.47]
Ben derim ki: Gördüğün gibi rivayet, "Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir." ifadesinin hem Musa ve hem de yüce Allah tarafından söylenmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu, Hz. Musa'nın sözlerinin yüce Allah tarafından onaylandığını ve ilk etapta eksik gibi görünen ifadenin tam olduğunu ortaya koymaktadır. Yani ilk etapta Hz. Musa'nın, onların tümünün öldürülmesinin ya-
304 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
ratıcıları katında daha iyi olduğunu dile getirmiş olduğu sanılıyor. Oysa tümü değil, sadece bir kısmı öldürülmüştü. Ancak yüce Allah'ın bu sözü onaylamasıyla gerçekleşen öldürülmenin, Hz. Musa'nın daha iyi olduğunu söylerken işaret ettiği durum olduğu anlaşılıyor. Aynı şekilde Tefsir'ul-Kummî'de, "Ve bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Hz. Musa, İsrailoğullarını denizden geçirip karşı kıyıdaki sahraya ulaştırınca, dediler ki: 'Ey Musa, bizi mahvettin, öldürdün ve uygarlıktan çıkarıp gölgeliksiz, ağaçsız ve susuz bir çöle getirdin.' Bunun üzerine gündüz vakti bir bulut onları gölgelendirip güneşin yakıcı sıcaklığından korurdu. Geceleyin kudret helvası bitkilere, ağaçlara konar, onlar da yerlerdi. Gece yarısı kızartılmış kuş gelir sofralarına konardı. Yiyip içtikten sonra kuş tekrar uçup giderdi. Hz. Musa'nın yanında da bir taş vardı. Bu taşı kampın orta yerine koyar, sonra da asasıyla vururdu. Bunun üzerine taşta oluşan on iki gözenekten su fışkırırdı. Yüce Allah'ın da vurguladığı gibi, her gözeneğin suyu bir oymağa doğru akardı. İsrail-oğulları o sıralar on iki oymaktan oluşuyordu." [c.1, s.48]
el-Kâfi'de, "Onlar bize zulmetmediler, sadece kendilerine zulmediyorlardı." ifadesiyle ilgili olarak, İmam Musa Kâzım'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah, kendisine zulmedilmeyecek ve kendisine biz zulüm yakıştırmayacak kadar güçlü ve caydırıcıdır. Ne var ki, yüce Allah bizi kendisine katmış, bize yapılan zulmü, kendisine yapılmış bir zulüm olarak, bizim velâyetimizi de kendi velâyeti olarak kabul etmiştir. Sonra yüce Allah, bu anlamı pekiştiren ifadeleri Peygamberine (s.a.a) vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: 'Onlar bize zulmetmediler, sadece kendilerine zulmediyorlardı.' Ravi diyor ki: 'Bu söylediğiniz, Kur'ân'ın ifade ettiği bir anlam mı?' diye sordum. 'Evet.' dedi." [c.1, s.435, h: 91]
Ben derim ki: Buna benzer bir ifade de İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir. "Yüce Allah, kendisine zulmedilmeyecek... kadar güçlü ve caydırıcıdır." ifadesi, ayetteki "Onlar bize zulmetmediler" ifadesini açıklamaya dönüktür. "Ne var ki, yüce Allah bizi kendisine katmış" sözündeki "biz"den maksat, peygamberler, vasiler ve imamlardır. Ravinin, "Bu söylediğiniz, Kur'ân'ın ifade ettiği bir an-
Bakara Sûresi / 49-61 .................................................... 305
lam mı? diye sordum. 'Evet.' dedi." şeklindeki sözü ise, şöyle izah edilebilir:
Bu gibi durumlardaki olumsuzluk ifadesi ("Onlar bize zulmetmediler."), ancak olumluluk ifadesinin doğru olduğu veya doğru olabileceği sanıldığı durumlarda kullanılır. Söz gelimi; özel bir mesaj verme amacı güdülmediği sürece, "şu duvar görmez veya zulmetmez" şeklinde bir ifade kullanılmaz. Yüce Allah, zulme uğrayabileceği düşüncesine sebep olacak veya böyle bir şeyin gerçekten mümkün olduğunu anlatacak bir söz söylemekten çok daha yücedir. Bu nedenle, bu ifadedeki olumsuzluğa anlam kazandıran nükte, işin içine söz konusu kişilerinde katılmasıdır. Çünkü büyükler, hizmetçileri ve yardımcıları adına da konuşurlar.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer verilir: "İmam Sadık (a.s), 'Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, emre karşı geldikleri ve sürekli sınırları aştıkları içindi.' ayetini okudu ve şöyle dedi: Allah'a andolsun ki onlar, peygamberleri elleriyle dövmediler ve kılıçlarıyla öldürmediler. Fakat onların sözlerini duyup yaydılar. Onlar da bu sözlerinden dolayı yakalanıp öldürdüler. İşte bu tutumları öldürme, zulüm ve felâkete sebep oldu." [c.1, s.45, h: 51]
Ben derim ki: el-Kâfi'de de İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan benzeri bir açıklamaya yer verilmiştir.1 Öyle anlaşılıyor ki, İmam (a.s) bu değerlendirmesine, "Bu, emre karşı geldikleri ve sürekli sınırları aştıkları içindi." ifadesini esas almıştır. Çünkü adam öldürmenin, özellikle peygamberleri öldürmenin ve Allah'ın ayetlerini inkâr etmenin geri plânındaki nedeni, emre karşı gelme olarak gösterilemez. Olayın şiddeti ve önemi bakımından bunun tersi söz konusu olabilir. Fakat, peygamberlerin söylediklerini zorbalardan saklamama ve peygamberleri korumaya çalışmama anlamındaki "emre karşı gelme", bu durumlara sebep olabilecek niteliktedir. -------
1- [Usul-i Kâfi, c.2, s.371, h: 6]
306 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 62 ...........................................................
62- İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanların mükâfatları Rableri katında mahfuzdur; onlara ne bir korku vardır, ne de onlar üzüleceklerdir.
Ayetin akışından da anlaşılacağı gibi, ikinci kez imandan söz edilmiş olması, gerçek anlamda iman niteliğine sahip olmayı vurgulamaya dönüktür. Buna göre, ayetin girişinde yer alan "iman edenler" ifadesinden maksat, dış görünüş olarak imanla nitelendirilen, dışarıdan bu isimle anılan kimselerdir.
Bu durumda ayetten, şöyle bir anlam çıkıyor: Müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler gibi isimler ve bu isimlerle nitelendirilme, Allah katında ödül almayı gerektirici ve azaba karşı güvencede olmayı sağlayıcı unsurlar değildirler. Yani meselenin özü, Yahudiler ve Hıristiyanların, "Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin olarak cennete girmeyecek." (Bakara, 111) dedikleri gibi değildir. Meselenin özü, saygınlık ve mutluluğun sebebi, Allah'a ve ahirete gerçekten inanmak ve buna bağlı olarak iyi işler yapmaktır. Bu yüzden "sıla" cümlesinde "mevsul"a dönmesi zorunlu olan zamir zikredilmemiş ve "onlardan inanıp iyi işler yapanlar" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Bununla, bir isimle anılmanın bir yarar sağlayacağı şeklinde yanlış bir yoruma yol açılmasın, istenmiştir. Bunu, ifadenin akış biçiminden açıkça anlamak mümkündür.
Bakara Sûresi / 62 .................................................... 307
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan birçok ayet tekrar tekrar bu anlamı vurgulamaktadır. Kur'ân-ı Kerim, mutluluk ve saygınlığın tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya bağlı olduğunu ısrarla belirtmektedir. Dolayısıyla bu isimlerden hiçbiri, ad oldukları kimseye bir yarar sağlayamazlar. Allah'a yönelik kullukla yoğrulmadığı sürece hiçbir kemal sıfatı sahibi için kalıcı olamaz, onu kurtaramaz. Bu temel gerçek açısından peygamberlerle başka insanlar arasında bir fark yoktur. Nitekim yüce Allah peygamberlerini bütün güzel sıfatlarla andıktan sonra, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları işler hiç olur giderdi." (En'âm, 88)
Yüce Allah, Peygamberinin (s.a.a) ashabı ve onunla birlikte iman edenlerle ilgili olarak, haklarında zikredilen onca yücelik, üstünlük ve fazilete rağmen, şöyle buyuruyor: "Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir ödül vaat etmiştir." (Fetih, 29) Dikkat edilirse burada yüce Allah "onlardan" ifadesini kullanmıştır. Bunların dışında, kendisine Allah'ın ayetleri sunulan başkası hakkında da şöyle buyuruyor: "Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü." (A'râf, 176) Buna benzer daha birçok ayet vardır ki, saygınlığın gerçek inanca bağlı olduğunu, dış görünüşle bir ilgisi olmadığını kesin olarak ortaya koymaktadır.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde Selman-i Farisî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İslâm'dan önce, mensubu bulunduğum dinin bağlılarının durumlarını Resulullah'a sordum. Bana onların namazlarından ve ibadetlerinden söz etti. Bunun üzerine, 'İman edenler, Yahudiler...' diye başlayan ayet-i kerime indi."
Ben derim ki: Bu ayetin Selman-i Farisi'nin adamları hakkında indiği başka kanallardan da rivayet edilmiştir.
el-Meanî adlı eserde belirtildiğine göre, İbn-i Fazzal şöyle demiştir: İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: "Hıristiyanlara niçin 'Nasara' deniyor?" Dedi ki: "Çünkü ilk Hıristiyanlar Şam mıntıkasında yer alan 'Nasıra' adlı bir kasabanın halkındandılar. Hz. Meryem ve İsa Mısır'dan döndükten sonra orada konaklamışlardı."
308 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ben derim ki: İnşaallah Âl-i İmrân suresinde Hz. İsa ile ilgili kıssalarda bu rivayeti inceleyeceğiz.
Aynı rivayette, Yahudilerin de Hz. Yakub'un oğlu Yahuda'nın soyundan geldikleri için bu ismi aldıkları belirtilmektedir.
Tefsir'ul-Kummî'de, İmamın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Sabiiler, ne Mecusi, ne Yahudi, ne Hıristiyan, ne de Müslümandırlar. Onlar yıldızlara ve gökcisimlerine taparlar."
Ben derim ki: Sabiilik bir tür putperestliktir. Onları diğer puta tapanlardan ayıran, yıldızlar putlarına tapmalarıdır.
SABİİLERLE İLGİLİ TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA
Ebu Reyhan el-Bîrunî, el-Âsâr'ul-Bakiye adlı eserinde şöyle der: "Onlardan, yani peygamberlik iddiasında bulunanlardan, adından ilk kez söz edilen kimse Yuzasef'tir. Hindistan topraklarında Tahmures'in kırallığa gelişinden bir yıl sonra ortaya çıkıp Farsça yazıyı icat etmişti. Halkı Sabiilik dinine davet etmiş, birçok kimse de ona uymuştu. Belh bölgesini yurt edinmiş Pişdadî kralları ve kimi Keyanîler, güneş, ay, yıldızlar ve genel unsurları (toprak, su, ateş, rüzgar) kutsuyorlardı. Beştasef'in tahta çıkışının otuzuncu yılında Zerdüşt'ün ortaya çıkışına kadar durum böyleydi."
"Sabiilerin bir kısmı da Harran da yaşıyorlardı ve beldelerinin adı ile, yani 'Harranîler' olarak anılıyorlardı. Bazılarına göre bu isim, Hz. İbrahim'in (a.s) kardeşi Haran b. Tarh'a izafeten verilmiştir. Çünkü Haran onların önderleri arasında yer alan ve dinine son derece bağlı bulunan birisiydi..."
"Bir Hıristiyan olan İbn-i Senkela, onların çarpık inançlarını çürütme amacı ile kaleme aldığı eserinde, yalan ve batıl inançlarını dile getirdikten sonra, Hz. İbrahim'le ilgili olarak şöyle bir iddiayı ileri sürdüklerinden söz etmektedir: İbrahim'in sünnet yerinde alaca hastalığı çıktığı için aralarından ayrılır. Çünkü vücudunda alaca hastalığı bulunan biri onlara göre pistir ve bu yüzden aralarına karışamaz. İbrahim de bu yüzden derisini keser, yani sünnet olur. Sonra put evlerinden birine girer. O sırada bir putun kendisine şöyle seslendiğini duyar: Ey İbrahim, aramızdan tek ayıpla ayrıldın, ama iki ayıpla döndün. Çık ve bir daha da yanımıza dönme. Bunun üzerine İbrahim öfkeye kapılıp putları parçalar. Sonra oradan ayrı-
Bakara Sûresi / 62 .................................................... 309
lır, ama yaptığından dolayı büyük pişmanlık duyar. Gelenekleri uyarınca oğlunu Müşteri (Jüpiter) yıldızına kurban etmek ister. Müşteri yıldızı, onun samimî olarak pişmanlık duyduğunu anlayınca, oğlunun yerine kurban etmek üzere ona bir koç gönderir."
"Abdulmesih b. İshak el-Kindî, Abdullah b. İsmail el-Haşimî'nin kitabına cevap olarak kaleme aldığı eserinde Sabiilerden şöyle söz eder: Sabiiler, insan kurban etmeleriyle bilinirler. Fakat günümüzde bu geleneklerini açıkça sürdüremiyorlar. Onların hakkında bildiğimiz tek şey, Allah'ı birledikleri, çirkinliklerden tenzih ettikleri, olumlu değil, olumsuz sıfatlarla nitelendirdikleridir. Örneğin, 'Allah öfkelenmez, görmez, zulmetmez, zor kullanmaz...' derler. O'nu mecazî anlamda güzel isimlerle adlandırırlar. Çünkü onlara göre, Allah'ın gerçek anlamda bir sıfatı yoktur. Tabiattaki plânı, düzeni feleğe ve gökcisimlerine mal ederler. Bunların canlı olduğuna, konuştuğuna, duyduğuna ve gördüğüne inanırlar. ruhlara büyük saygı gösterirler. Dimaşk Camiinin avlusundaki mihrabın üstündeki kubbe onların eseridir. Burası onların tapınaklarıydı. Yunanlılar ve Romalılar da onların dinleri üzerindeydiler. Sonra bu tapınak Yahudilerin eline geçti. Onu kendi ibadetlerine tahsis edip havraya dönüştürdüler. Sonra Hıristiyanların egemenliği altına girdi. Onu kilise hâline getirdiler. Nihayet İslâm geldi ve bölge Müslümanların eline geçti. Müslümanlar söz konusu tapınağı camiye dönüştürdüler."
"Sabiilerin çeşitli heykelleri ve putları vardı. Bunlara belli şekiller verir, güneşin adlarıyla adlandırırlardı. Nitekim Ebu Ma'şer el- Belhî, tapınaklara ilişkin eserinde, Ba'lebek heykelinin Güneş adına dikildiğinden söz eder. Kıran heykelinin de Ay adına dikildiğini belirtir. Onu yuvarlak bir halka şeklinde yapmışlardı. Heykelin yakınında 'Selem-sin' adında bir kasaba vardır. Bu kasabanın eski adı 'Senem sin' idi. Ya-ni 'Ay putu'. Bölgede diğer bir kasaba daha vardır ki, adı 'Tara Uz'dur. Yani 'Zühre kapısı'. Denildiğine göre, içindeki putlarla birlikte Kâbe on-lara aitti. Bu putlara yönelik ibadetler de onlar aracılığı ile bölgeye ak-tarılmıştı. Lat putunu Zuhal adına, Uzza putunu da Zühre adına dikmişlerdi. Kendilerine gelmiş birçok peygamberden söz ederler. Bunların çoğu da Yunan filozoflarıdır. Mısırlı Hürmüs, Ağazimun, Valis, Pisagoros ve Eflatun'un ana tarafından büyük babası Papasuvar gibi."
310 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
"Bunların bir kısmı, köpük olur korkusuyla balığı sürekli hummalıdır diye civcivi, baş ağrısına yol açar; kanı kaynatır ya da âlemin temel dayanağı olan meniyi yakar diye sarımsağı zihni kalınlaştırıp bozar diye ve de ilk defa insan kafatasında yeşerdiği için baklagilleri kendilerine haram etmişlerdir. Sabiilerin üç tane farz namazları vardır: Birincisi; güneş doğarken kılınır ve sekiz rekâttır. İkincisi; güneşin göğü yarılamasından sonra kılınır ve beş rekâttır. Her rekâtında üç secde vardır. Biri gündüzün ikinci saatinde, biri de gündüzün dokuzuncu saatinde olmak üzere iki de nafile namaz kılarlar. Üçüncüsü; gecenin üçüncü saatinde kılınır."
"Temizlenerek ve abdest alarak namaz kılarlar. Cenabet oldukları zaman gusül alırlar. Sünnet olmazlar, böyle bir emir almadıklarını iddia ederler. Evlilik ve hadlerle ilgili yasaların büyük çoğunluğu, Müs-lümanların bu alanlardaki hükümlerine benzer. Ölülere dokunmayı necasete bulaşmak olarak değerlendirme gibi uygulamaları da, Tevrat'taki açıklamaları andırmaktadır. Gökcisimlerine, onlar adına dikilmiş putlara, heykellere, adaklar, kurbanlar sunarlar. Kurban sunma törenini kâhinleri ve büyücüleri yönetir. Bunun sonucunda kâhinlerin, ilâhî makama yakınlaşmayı ve sorulan soruların cevabını bulmayı gerektiren bir bilgiye ulaşacakları umulur. Bazen Hürmüs'ü, Tevrat'ta Ehnuh olarak geçen İdris adıyla anarlar. Bir kısmına göre de Hürmüs Yuzasef'tir."
"Bazıları şöyle bir iddiayı ileri sürmüşlerdir: Harranîler gerçek Sa-biiler değildirler. Harranîler kitaplarda hanifler ve putperestler diye geçen kimselerdir. Gerçek Sabiiler ise, Babil esaretinin ardından Kûruş ve Artahuşust dönemlerinde Beyt'ül-Makdis'te ortaya çıkan oymaklardan gelirler. Bunlar Mecusilik kanunlarına eğilim göstererek Buhtunnasr'ın dinine girmişlerdir."
"Böylece Şam Samirîleri gibi Mecusilik ve Yahudilik karışımı bir mezhep geliştirmişlerdir. Bunların çoğunluğu Irak'ın Vasıt, Cafer, Câ-mide ve Şatt'ul-Arap bölgelerindeki yerleşim birimlerinde yaşarlardı ve Enuş b. Şit soyundan geldiklerini söylerlerdi. Harranîlere muhaliftiler. Onların mezheplerini ayıplar ve çok az meselede onlarla uyuşur-lardı. Söz gelimi; onlar namazlarında kuzey kutbuna dönerlerken, Har-ranîler güney kutbuna dönerlerdi. Ehlikitab'a mensup bazılarına göre, Matuşalh'ın Sabî adında kral
Bakara Sûresi / 62 .................................................... 311
olmayan bir oğlu vardı. Sabiiler onun adıyla anılırlar. İnsanlar, şeriatların ortaya çıkışından ve Yuzasef'in gelişinden önce Şamanist idiler. Bunlar, yeryüzünün doğu kısmında yaşarlar ve putlara taparlardı. Bunların kalıntıları, şu anda Hindistan, Çin ve Tagazgoz'da yaşarlar. Horasanlılar onlara Şamnan derler. Onların eserlerine, görkemli yapıtlarına, putlarına ve tapınaklarına Horasan'ın Hindistan'a komşu olan bölgelerinde rastlamak mümkündür. Bunlar, zamanın öncesizliğine, ruhların tenasuhuna ve feleğin sonsuz boşlukta yüzdüğüne inanırlar. Onlara göre, felek bu yüzden dönerek hareket eder. Çünkü yuvarlak bir şey, bir yerden ayrıldığı zaman dönerek iner. Onların bir kısmının da âlemin sonradan oluştuğuna ve bir milyon yıllık bir süresi olduğuna inandıkları söylenir." (Ebu Reyhan el-Bîrunî-den aktardıklarımız burada bitti.)
Ben derim ki: Sabiiliğin, Harranîliğin bazı özelliklerini taşımakla birlikte Yahudilik ve Mecusîlik dinlerinin bir karışımı olduğu şeklindeki açıklama ayetin içeriğine en uygun yorumdur. Çünkü görünen o ki, ayette semavî dinlerin mensupları sıralanmıştır.
312 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 313
63- Hani sizden sağlam bir söz almıştık ve dağı üstünüze kaldırmıştık, "Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri (sürekli) hatırlayın, belki korunasınız." (demiştik.)
64- Sonra siz, bundan sonra yine yüz çevirmiştiniz. Eğer Allah- 'ın size yönelik lütfu ve rahmeti olmasaydı, kesinlikle ziyankârlardan olurdunuz.
65- Andolsun, içinizden cumartesi günü yasağı çiğneyenleri bilmişsinizdir. Onlara, "Aşağılık maymunlar olun." demiştik. 66- Biz bunu, görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret, korunanlara da bir öğüt kıldık.
67- Hani Musa kavmine, "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor." demişti de, "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. O da, "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti.
68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir inek) olduğunu açıklasın." demişlerdi. Musa, "Allah diyor ki: 'O, ne yaşlı, ne de körpe; ikisi arasında bir inektir. Hadi, size emredileni yapın.' " demişti.
69- (Bu defa) "Bizim için Rabbine dua et, bize onun renginin ne olduğunu açıklasın." Musa, "Allah diyor ki: O, halis koyu sarı, bakanlara sevinç veren bir inektir." demişti.
70- (Yine) "Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir inek) olduğunu açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu. Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletileceğiz." demişlerdi.
71- Musa, "Allah diyor ki: O, yer sürmeyen, ekin sulamayan, boyunduruk altına alınmamış, serbest dolaşan (salma) ve (renginde hiç) alacası bulunmayan bir inektir." (O zaman) "İşte şimdi gerçeği getirdin." demişlerdi de onu kesmişlerdi. Ancak az kalsın yapmayacaklardı.
72- Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkışmıştınız. Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
73- Bunun için de, "İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun." demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve belki düşünürsünüz diye, ayetlerini size böyle gösterir.
74- Sonra, bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Şimdi o kalpler, taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki,
314 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
içinden ırmaklar kaynar. Öylesi var ki, çatlar da ondan su çıkar. Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
"Ve üstünüze dağı kaldırmıştık." Ayetin orijinalinde geçen "tûr" kelimesi, dağ demektir. Nitekim yüce Allah bir başka ayette bunun yerine yine dağ anlamında olan "cebel" kelimesini kullanmıştır: "Hani dağı yerinden kopararak üstlerine bir gölge gibi kaldırmıştık." (A'râf, 171) Bu ayetin orijinal metninde geçen "neteka" fiili, çekip koparmak demektir.
Ayetin başında, "sağlam bir söz almak"tan bahsediliyor, sonunda kendilerine verileni kuvvetle tutmaları ve içindekileri sürekli hatırlamaları emrediliyor, bu ikisinin arasında da üstlerine dağın kaldırılmasından bahsediliyor. Fakat bunun ne sebeple ve hangi amaca yönelik olarak gerçekleştirildiğine değinilmiyor. Bundan şu anlaşılıyor: Dağın, başlarının üstüne kaldırılmasından maksat, ilâhî gücün büyüklüğünü göstererek onları korkutmaktır; onları zorlamak ve güç kullanarak kendilerine verileni uygulamalarını sağlamak değildi. Yoksa onlardan "söz alma"nın bir anlamı kalmazdı.
Dolayısıyla, "Üzerlerine dağın kaldırılması bir mucizedir. Bu da kaçınılmaz olarak onları emirleri yerine getirmeye zorlamıştır. Oysa yüce Allah, 'Dinde zorlama yoktur.' (Bakara, 256) ve 'Yoksa sen, insanları mümin olmaları için zorlayacak mısın?' (Yûnus, 99) buyuruyor." şeklindeki bir yorum doğru değildir. Çünkü, az önce de vurguladığımız gibi ayet-i kerime korkutma ve ürkütme anlamından fazla bir şey ifade etmiyor. Şayet sırf dağın üzerlerine kaldırılmış olması, İsrail-oğullarını inanmaya ve inancın gereklerini yerine getirmeye zorlayıcı bir olgu olarak değerlendirilecekse, Hz. Musa'nın gösterdiği birçok mucize daha çok zorlayıcı bir rol oynamış olmalıdır. Bazıları da bu olayı şöyle yorumlamışlardır: "İsrailoğulları dağın dibinde bulunuyorlardı. Daha sonra dağ sarsılmaya ve sallanmaya başladı; o kadar ki, dağın tepesi üzerlerine eğiliverdi. Onlar da dağın üzerlerine düşeceğini sandılar. İşte bu olay, dağın üzerle-
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 315
rine kaldırılması ya da yerinden koparılıp üzerlerine dikilmesi şeklinde ifade edilmiştir.
Bu şekilde bir yorum, temelde mucizeleri ve olağanüstü gelişmeleri inkâr esasına dayanır ki, biz bu konudaki düşüncemizi ve tavrımızı daha önce ortaya koyduk. Eğer bu tür yorumlar doğru kabul edilecek olursa, bundan böyle ifadeler için anlaşılır bir anlamdan, söz sanatının belâgat ve fesahatinden, söz söyleme sanatı için dayanılacak bir temel unsurdan söz edilemez olur.
"...belki korunasınız." Orijinal ifadede geçen "lealle=belki" edatı, ümit etme anlamını ifade eder. Bu kelime, ancak ümit etmenin cümle içinde doğru ve yerinde olması durumunda kullanılır. Bu doğruluk ve yerindeliğin konuşan ya da muhatap yahut konu, konum ve durum itibariyle olması fark etmez. Eğer konuşan ve muhatap açısından ümit etme söz konusu değilse, bu durumda konu ve durumun ümit eme ile bir ilgisi olmalıdır. Çünkü ümit etmek, gerçekte işin sonucunu bilmemekten kaynaklanan bir duygudur. Dolayısıyla yüce Allah'ın sözünde geçen ümit etmeler ya muhatap ya da durum açısındandır. Yoksa yüce Allah işlerin akıbetini kesin olarak bildiği için, ümit etme ona izafe edilemez. Nitekim el- Müfredat adlı eserinde Ragıp da buna dikkat çekmiştir.
"Aşağılık maymunlar olun." Ayetin orijinalinde geçen "hasiîn" ifadesi, aşağılık, alçaklık, küçüklük anlamını ifade eder.
"Biz bunu... bir ibret kıldık." Yani, ders alınan bir ibret tablosu yaptık. Orijinal metinde geçen "nekal" kelimesi, başkalarına ibret olsun diye, birine uygulanan küçük düşürücü ve onur kırıcı ceza demektir.
"Hani Musa, kavmine; "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor." demişti..." Bu, İsrailoğullarının başından geçen bakara (inek) kıssasıdır ve ele almakta olduğumuz sure de bu isimle anılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'in bu kıssayı sunuş tarzı son derece dikkat çekicidir. Kıssanın bazı bölümleri diğer bazı kısımlarından ayrı olarak anlatılıyor. Örneğin; "Hani Musa, kavmine... demişti de..." şeklinde kıssaya başlıyor, yani geçmiş zamandan haber veriliyor. Ardından, şimdiki zamanda bulunan muhataba yönelerek şöyle buyuruluyor: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız." Sonra kıssanın ortasından bir bölüm çı-
316 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
karılıp başa konuyor, kıssanın başı ile devamına ise bunun ardından yer veriliyor.
Ayrıca geçen ayetlerde İsrailoğullarına yönelik hitap tarzı muhatapla konuşma şeklindeyken burada muhatapla konuşma tarzından, üçüncü şahısla konuşma tarzına dönülüyor ve "Hani Musa, kavmine... demişti..." buyruluyor. Ardından, bir kez daha muhatapla konuşma tarzına dönülüyor ve "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız..." "Hani Musa, kavmine; 'Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor.' demişti..." ifadesinde hitap, kıssanın bir bölümünde, ineğin kesilmesini emreden ve onun niteliklerini sayan bölümde, İsrailoğullarından Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiliyor ki, ileride İsrailoğullarına yöneltilecek şu hitaba ilişkin açıklayıcı bir giriş olsun: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız. Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı. Bunun için de, 'İneğin bir par-çasıyla ona (o öldürülene) vurun.' demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve belki düşünürsünüz diye, ayetlerini size böyle gösterir." "Hani Musa, kavime... demişti..." şeklinde başlayıp "Ancak az kalsın yapmayacaklardı." ifadesiyle son bulan beş ayet, İsrailoğulları-na yönelik hitabın ortasında açılan bir parantez içi açıklama niteliğindedir ki, hemen ardından gelen hitabın anlamını açıklamaktadır. Bunun yanı sıra, İsrailoğullarının peygamberlerine karşı takındıkları edebe aykırı tavırları, ona gereksiz yere eziyet etmeleri, onu boş ve gereksiz yere konuşmakla suçlamaları ifade ediliyor.
Ayrıca onların zorluk çıkarmaları, işi yokuşa sürmeleri, biraz daha açıklama yapılsın bahanesi ile inatçı tutumlarını sürdürmeleri, ilâhî emirlerin ve peygamberlerin getirdikleri açıklamaların anlaşılmaz olduğu anlamına gelen sorular sorup durmaları çarpıcı biçimde dile getiriliyor. Onların bu olumsuz tavırlarını yansıtan sözlerinde, yüce Rablık makamını küçümsediklerini, önemsemediklerini de görmek mümkündür. Bakın Musa onlara ne diyor ve onlar nasıl cevap veriyorlar? Musa (a.s) onlara diyor ki: "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor." Onlar ise şöyle cevap veriyorlar:
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 317
"Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir inek) olduğunu açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu." Dikkat edilirse, bütün sözlerinde "Rabbin" deyimini kullanıyorlar ve "Rabbimiz" demiyorlar. Ayrıca, sürekli "ne biçim bir inektir?" diyorlar ve yapılan bunca açıklamadan sonra da "inekler bizim için ayırt edilemez oldu." iddiasında bulunuyorlar. Dikkat edilirse, "O inek bizim için ayırt edilemez oldu." demiyorlar, "İnekler izim için ayırt edilemez oldu." diyorlar. Böylece bütün ineklerin ölüyü diriltme etkinliği olamayacağını, bu kadar açıklamanın da bu etkinliğe sahip olan ineği belirlemek için yeterli olmadığını vurgulamak istiyorlar. Oysa etkinlik yüce Allah'a özgüdür, bunun inekle bir ilgisi yoktur.
Yüce Allah, onlara herhangi bir inek kesmelerini emretmişti ve ifadede herhangi kayda ve şarta yer vermemişti. Onlar da ifadedeki bu kayıtsızlıktan hareketle herhangi bir inek kesmeliydiler. Bakın peygamberlerine ne diyorlar? "Bizimle alay mı ediyorsun?" Bu ifadenin altında Hz. Musa'ya yönelik cahillik ve boş konuşma suçlaması yatıyor. Nitekim Hz. Musa da bu suçlamayı şu sözleriyle reddediyor: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." Yüce Allah- 'ın açıklamaları son bulduktan sonra, "İşte şimdi gerçeği getirdin." demeleri de, bundan önceki açıklamaları, gerçeğin ifadesi olarak algılamadıklarını gösteriyor. Yani ilâhî açıklama tarzına ve nebevî tebliğe gerçek dışılık yakıştırmasında bulunuyorlar. Genel bir değerlendirmede bulunacak olursak, kıssanın bu kısmının öne alınması, bir sonraki açıklamaya giriş olması içindir. Bu tarz bir yer değiştirmenin, bir diğer amacı da vurgulamaya yönelik olması mümkündür. Şöyle ki: Bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ta inek kıssasından söz edilmiyor. Dolayısıyla böyle bir kıssayla hiç muhatap olmamaları ya da yaptıkları tahrifata dikkat çekildikten sonra kıssanın anlatımına geçilmesi gerekirdi. Onun için Kur'ân-ı Kerim İsrailoğullarına yönelik hitaba ara vererek hitabı Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Ardından onlara yönelerek meselenin başlangıç noktasını açıklıyor. Tevrat'ta da bu kıssanın gerçekleştiğine ilişkin işaretler mevcuttur. Tevrat'taki metin şöyledir:
318 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Tesniye kitabı 21. babda şöyle deniyor: "Allah'ın Rabbin mülk edinmek için sana vermekte olduğu diyarda kırda düşmüş ve kimin tarafından vurulduğu bilinmeyen öldürülmüş bir adam bulunursa, o zaman senin ihtiyarların ve hâkimlerin çıkacaklar ve öldürülmüş adamın etrafında olan şehirlere uzaklığını ölçecekler; ve vaki olacak ki, öldürülmüş adama en yakın olan şehrin ihtiyarları sığırlardan, çalıştırılmamış ve boyunduruk taşımamış genç bir inek alacaklar; ve o şehrin ihtiyarları ineği, sürülmemiş ve ekilmemiş bir yer olan, akan bir vadiye indirecekler ve orada, vadide ineğin boynunu kıracaklar. Ve Levi oğulları, kâhinler yaklaşacaklar; çünkü Allah'ın Rab kendisine hizmet etmek için ve Rabbin ismiyle mübarek kılmak için onları seçti; ve her davada ve her döğüşte onların sözüne göre olacaktır. Ve o şehrin bütün ihtiyarları, öldürülmüş adama en yakın olanlar, vadide boynu kırılmış olan ineğin üzerinde ellerini yıkayacaklar; ve cevap verip diyecekler: Ellerimiz bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu görmedi. Kurtardığın kavmin İsraile bağışla, ya Rab ve kavmin İsrail arasında suçsuz kan bırakma. Ve kan onlara bağışlanacaktır. Ve Rabbin gözünde doğru olanı yaptığın zaman suçsuz kanı aranızdan kaldıracaksın."
Bu uzun açıklamalardan sonra, "Hani siz bir adam öldürmüştünüz..." hitabıyla, kıssanın tüm ayrıntılarıyla değil, genel hatlarıyla özet bir biçimde anlatıldığını anlamış olursun. Kıssanın bir bölümünün ayrıntılı bir biçimde ayrı bir kıssaymış gibi anlatılmasının sebebi ise, bununla bir mesaj verilmek isteniyor olmasıdır.
"Hani Musa, kavmine... demişti..." ifadesindeki hitap, Peygamber efendimize (s.a.a) yöneliktir ve ifadeye kıssa anlatım tarzı egemendir. Aslında bu, az sonraki hitaba ilişkin açıklayıcı bir giriştir. Fakat bu tarz bir ifadenin ne sebeple seçildiği, niçin böyle bir yola başvurulduğu açıklanmıyor. Tersine, bu hususta bilinçli bir belirsizlik sağlanıyor ki, dinleyici buna dikkat etsin ve işin iç yüzünü kurcalamaya çalışsın. Kıssanın aslını duyduğu zaman heyecanlansın ve iki değişik anlatım tarzı arasında bir bağlantı kurabilsin. Bu yüzden İsrailoğulları, "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor." sözünü duydukları zaman, hayret etmişlerdi, bunu Allah'ın peygamberi Musa'nın bir alayı olarak değerlendirmişlerdi. Çünkü ineğin kesilmesi ile onların, çekişmenin çözüme kavuşturulması ve katilin bulunması yönündeki istekleri arasında bir bağlantı kura-
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 319
mamışlardı. Bu yüzden, "Bizimle alay mı ediyor, dalga mı geçiyorsun?" demişlerdi.
Aslında bu sözler onların dinleme ve itaat etme ruhunu yitirmiş olmalarından, büyüklük ve inatçılık kompleksinin içlerine yerleşmiş olmasından ve "Biz taklit ehli değiliz; biz ancak gözlerimizle gördüğümüze inanırız" demelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim Hz. Musa'ya, "Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız." demişlerdi. Bu duruma düşmeleri, bilir bilmez karar vermelerinden ve yetkilerinde olsun olmasın her meselede kendi başlarına yargıda bulunmalarından dolayıydı. Söz gelimi, akılla algılanan soyut bir varlığa, somut bir var-lık gibi yaklaşıyorlardı. Bu yüzden Rabbi somut olarak ve çıplak gözle görmek istemişlerdi. Nitekim bir keresinde de, "Ey Musa, demişlerdi, nasıl onların tanrıları varsa, bize de bir tanrı yap. Musa, 'Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz.' demişti." (A'râf, 138)
Onlar peygamberleri Musa'yı da kendileri gibi ihtirasları, hevesleri bulunan, kendileri gibi oyuna, eğlenceye düşkün biri sanıyorlardı. Bu yüzden onu alaycılıkla, ahmaklıkla ve cahillikle suçluyorlardı. Öyle ki Hz. Musa (a.s) onların bu nitelendirmelerine cevap olarak, "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti. Hz. Musa böyle bir niteliğe sahip olmaktan Allah'a sığınıyor ve "Ben cahil değilim." diye ortaya atılmıyor. Böylece cehalete karşı ilâhî korumanın (ismet) koruyuculuğuna güveniyor, yaratılışta kendisine bahşedilen hikmete değil.
Onlar, insan ancak doğruluğuna ilişkin bir kanıt varsa bir sözü kabul edebilir, sanmışlardı. Aslında bu sanıları ilkesel olarak doğrudur. Ancak buradan hareketle, "Her hükmün kanıtını en ince ayrıntısına kadar bilmek gerekir, bu hususta özet kanıtlamalar yeterli değildir." şeklinde bir yanlış sonuç çıkarmışlardı. Bu yüzden ineğin niteliklerinin ayrıntılı olarak belirtilmesini istemişlerdi. Çünkü inek türü diriltme özelliğine sahip olmadığına göre, kesilmesi istenen belli bir inek olmalı ve nitelikleri en ince ayrıntısına kadar açıklanmalı diye düşünmüşlerdi. "Bizim için Rabbine dua et, onun ne (biçim bir inek) olduğunu bize açıklasın." demeleri de bu yüzdendi.
320 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Aslında bu istekle boş yere kendilerini zora sokuyorlardı. Allah da onların işini zorlaştırdı. Musa dedi ki: "Allah diyor ki: O, ne yaşlı -yani doğuramayacak kadar yaşlı- ne de körpe; -yani hiç doğurmamış- ikisinin arasında bir inektir." Kadınlar ve dişi hayvanlar için kullanılan "avân" niteliği, yaşlılıkla körpelik arası orta yaş demektir. Buna rağmen yüce Allah onlara acıyor ve gereksiz yere soru sormamalarını öğütlüyor. Durumlarını zorlaştırıcı tavırlardan sakınıp yapılan açıklamalarla yetinmeleri uyarısında bulunuyor: "Hadi, size emredileni yapın." Ne var ki onlar, bu uyarıyı dikkate almıyorlar ve "Bizim için Rabbine da et, onun renginin ne olduğunu bize açıklasın." diyorlar. Musa da şöyle diyor: "Alla diyor ki: O, halis ve koyu sarı, -koyu ve parlak bir sarı- bakanlara sevinç veren bir inektir."
İneğin tanımlanmasına ilişkin açıklama böylece tamamlanıyor. Onun nasıl bir şey olduğu ve renginin ne olduğu açıklığa kavuşuyor. Buna rağmen onlar hoşnut olmuyorlar ve tekrar başlangıçtaki sözlerine dönüyorlar; utanmadan, sıkılmadan, "Bizim için Rabbine dua et, o-nun ne (biçim bir inek) olduğunu bize açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu. Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletileceğiz." diyorlar. Hz. Musa üçüncü kez onun nasıl bir şey olduğunu açıklamak durumunda kalıyor, onlara şöyle cevap veriyor: "Allah diyor ki: O, yer sürmeyen, ekin sulamayan, boyunduruk altına alınmamış -çifte koşulmamış- bir inektir..." Bu açıklamanın sonunda, söyleyecek bir şey bulamıyorlar, zorun- lu olarak, "İşte şimdi gerçeği getirdin." diyorlar. Kesin delillerle susturulan ve artık gerçeği kabul etmekten başka seçeneği olmayan insanların söylediği türden bir sözdür bu. Reddetmek için bir yol bulamıyorlar. Bu yüzden gerçeği onaylamak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla önceki sözlerin tam anlamıyla açık olmadığı bahanesini ileri sürüyorlar. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "... onu kesmişlerdi. Ancak az kalsın yapmayacaklardı."
"Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız."Bu ifade, kıssanın başlangıcını anlatmaktadır. Ayetin orijinalinde geçen ifadenin mastarı olan "tedaru", "tedafu" anlamındadır; yani, kendini savunup başkasını suçlamak demektir ve "defaa" anlamında "deree" kökünden gelir. Ortada öldürülen bir
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 321
adam vardı, her taife de suçu başkasının üzerine atıyordu. Yüce Allah da onların gizlediklerini açığa çıkarmak istiyordu.
"İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun, demiştik." Zamirlerden birincisi öldürülen adama dönüktür; ikincisi ise ineğe dönüktür. Şöyle de diyenler olmuştur: "Bu kıssanın anlatımı ile kastedilen şey, Tevrat'ta yer alan ve bizim de naklettiğimiz söz konusu hükmün yasalaştırılmasının sebebini açıklamaktır. Ölünün diriltilmesinden maksat ise, bu hükmün yasalaşması sonucu, öldürülenin kanının kimin tarafından döküldüğünün ortaya çıkmasıdır.
Yani burada sözü edilen hayat, yüce Allah'ın "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 179) şeklindeki sözünde geçen hayat gibi bir hayattır. Yoksa, mucize yoluyla diriltme olayı söz konusu değildir. Ancak sizin de takdir edeceğiniz gibi kıssanın akışı, özellikle, "İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun, demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir." ifadesi, böyle bir yoruma engel oluşturmaktadır.
"Sonra, bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Şimdi o kalpler, taş gibi, hatta daha da katıdır." Kalpteki katılık, taştaki sertlik düzeyindedir. Ayetin orijinalinde geçen "ev" edatı, "bel=hatta" anlamındadır. Daha doğrusu, "bel" edatının kullanıldığı yerde kullanılmıştır. Kalplerin taştan da katı olabileceğini şöyle açıklıyor: "Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar." Bu ifadede taş ile su karşılaştırılıyor.
Çünkü taş sertliğin sembolüdür, su ise yumuşaklığın. Buna rağmen sertliğin sembolü olan taştan, yumuşaklığın sembolü olan su kaynar. Sert taş yarılır içinden yumuşak sular akar. Ama onların kalbinden gerçeği kucaklayacak bir duygu yansımaz, pratik ve somut gerçeği yansıtacak bir hak söz ağızlarında çıkmaz.
"Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer." Taşların aşağıya düşmesi; bildiğimiz gözlemlediğimiz, dağların doruklarındaki kayaların parçalanıp yer sarsıntıları veya kışın aralarında oluşan buzların bahar mevsiminde eriyip suya dönüşmesi sonucu aşağı doğru yuvarlanmasıdır. Doğal sebeplerine bağlı bu yukarıdan düşüşün yüce Allah'ın korkusundan kaynaklanan bir düşüş olarak nitelendirilmesi, bütün sebeplerin yüce Allah'ta son bulduğundan dolayıdır. Onun için taşın özel nedenlere bağlı olarak aşağı doğru yuvarlanması, yüce Allah'ın ona yuvarlanmaya ilişkin verdiği emre itaat etmesi demektir. Dolayısıyla o, varlığıyla
322....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Rabbinin kendisine yönelik emrini algılamaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tes-bihlerini anlamazsınız." (İsrâ, 44) "Hepsi ona boyun eğmiştir." (Bakara, 116) Korku bilinçli edilgenliktir. O da Allah'ın korkusu ile yuvarlandığına göre, bu yuvarlanışında bilinçlidir. Bu bakımdan ele aldığımız ayet şu ayetleri andırmaktadır: "Gök gürültüsü, övgüsüyle, melekler de korkusundan O'nu tesbih ederler." (R'ad, 13) "Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez Allah'a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam." (R'ad, 15) Bu ayetlerde gök gürlemesinin çıkardığı ses, övgüyle Allah'ı tesbih etme olarak nitelendirilmiştir. Gölgenin yüce Allah'a secde ettiği vurgulanmıştır. Buna benzer daha birçok ayet vardır ki, ifadenin tahlil niteliğinde olduğu gün gibi ortadadır.
Kısacası; "Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer." ifadesi, kalplerinin taştan daha katı ve duyarsız olduğunu vurgulamaya yönelik ikinci bir açıklamadır. Çünkü taş Allah'tan korkar, O'nun korkusundan yukarıdan aşağı düşer. Ama onların kalpleri, ne Allah'tan korkar, ne de O'ndan çekinir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Mehasin adlı eserde, "Size verdiğimizi kuvvetle tutun." ifadesiyle ilgili olarak İmam Sadık'a (a.s), "Bundan maksat beden kuvveti midir? Yoksa kalp kuvveti midir?" diye sorulduğu, İmam'ın da, "Her ikisi de kastedilmiştir." şeklinde cevap verdiği rivayet edilir. [c.1, s.319]
Ben derim ki: Aynı hadis Tefsir'ul-Ayyâşî'de de rivayet etmiştir.1
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "İçindekileri (sürekli) hatırlayın." ifadesiyle ilgili olarak, Halebî'nin şöyle rivayet ettiği belirtilir: "İçindekilerini hatırlayın, onu terk etmekle uğranılacak cezayı unutmayın." [c.1, s.45, h: 53] ---------
1- [c.1, s.45, h: 52]
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 323
Ben derim ki: Bu mesajı, "ve dağı üstünüze kaldırmıştık, 'Size verdiğimizi kuvvetle tutun.'..." ifadesinin oluşturduğu atmosferden de algılamak mümkündür.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Eğer İsrailoğulları, 'Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletiliriz.' demeselerdi, hiçbir zaman o ineği bulamazlardı ve eğer herhangi bir ineği ilk etapta alıp kesselerdi, yeterli olacaktı. Ama onlar işi yokuşa sürdüler, yüce Allah da işlerini gittikçe zorlaştırdı." [c.1, s.77]
Tefsir'ul-Kummî'de belirtildiğine göre, İbn-i Fazzal diyor ki, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah, İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emretti. Ama onlar daha fazla açıklama istediler. Bunun üzerine yüce Allah işlerini zorlaştırdı."
el-Meanî'de ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de Bezentî'nin şöyle dediği belirtilir: İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum: "İsrailoğullarından bir adam, akrabalarından birini öldürdü. Sonra adamın ölüsünü tutup İsrailoğullarından üstün nitelikleriyle bilinen bir oymağın yolunun üzerine attı ve gidip öldürülmüş akrabasının kan bedelini istedi. Musa'ya dediler ki: 'Falanca oğulları oymağı falanca adamı öldürdüler. Bize katilin kim olduğunu bildir.' Hz. Musa, 'Bana bir inek getirin.' dedi. Onlar, 'Bizimle alay mı ediyorsun?' dediler. Hz. Musa, 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım.' dedi. Şayet herhangi bir inek getirselerdi, yükümlülükten kurtulacaklardı. Fakat onlar işi yokuşa sürdüler, yüce Allah da yükümlülüklerini zorlaştırarak arttırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın.' Musa dedi ki: O diyor ki: O inek ne yaşlı, ne de körpedir; yani ne küçük, ne de büyüktür; ikisinin ortasında bir inektir." "Eğer bu açıklamayla yetinip herhangi bir inek getirip kesselerdi, yükümlükten kurtulacaklardı. Ama onlar emredileni yerine getirmemek için yan çizmeye devam ettiler, yüce Allah da işlerini gittikçe zorlaştırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, renginin nasıl olduğunu bize açıklasın.' Dedi ki: 'O diyor ki: O, halis koyu sarı, bakanlara sevinç veren bir inektir.' Şayet onlar istenen niteliklerde bir inek kesselerdi, görevlerini yerine getirmiş sayılacaklardı; ama kıvırmaya devam ettiler, yüce Allah da yükümlülüklerini
324 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
bir kat daha arttırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu. Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletiliriz.' Dedi ki: 'O şöyle diyor: 'O, yer sürmeyen, ekin sulamayan, boyunduruk altına alınmamış, serbest dolaşan ve alacası bulunmayan bir inektir.' 'İşte şimdi gerçeği getirdin.' dediler. Ardından istenen niteliklere sahip bir inek aramaya koyuldular. Sonunda İsrailoğullarına mensup bir gencin yanında bu nitelikte bir inek buldular. Genç, 'Onu ancak derisi dolusu altın karşılığı satarım.' dedi. Bunun üzerine Musa'nın yanına gelip durumu ona bildirdiler. usa, onu satın almalarını istedi. Onlar da gidip bedelini ödeyerek ineği satın aldılar. Hz. Musa ineği kesip kuyruğu ile ölüye vurmalarını emretti. İsteneni yapınca ölü dirildi ve 'Ey Allah'ın resulü, beni öldüren amcamın oğludur. Beni öldürdüğü iddia edilen diğer kişi suçsuzdur.' dedi. Böylece katilin kim olduğunu öğrenmiş oldular." "Bazı arkadaşları Hz. Musa'ya, 'Bu ineğin ilginç bir öyküsü vardır.' dediler. Hz. Musa, 'Nedir bu?' dedi. Dediler ki: 'İsrailoğullarına mensup bir genç babasına iyi davranırdı. Bir gün bir mal satın almıştı, babasının yanına döndüğünde anahtarların onun başının altında olduğunu gördü. Fakat o, babasını uyandırmak istemedi ve söz konusu malı almaktan vazgeçti. Daha sonra babası uyanınca, ona meseleyi açtı. O da, 'İyi ettin, kaçırdığın mala karşılık bu inek senin olsun.' dedi. Hz. Musa, bu öyküyü anlatana dedi ki: İyi davranışa bak, sahibine ne kadar yararlı oluyor."
Ben derim ki: Gördüğüm gibi bu rivayetlerle, ayet-i kerimelerden edindiğimiz genel değerlendirmeler arasında bir uyum vardır.
KONUYLA İLGİLİ FELSEFÎ BİR İNCELEME
Gördüğünüz gibi bu sure, gerek İsrailoğullarına ve gerekse başka topluluklara ilişkin kıssalarda sözü edilen birtakım mucizeler içermektedir. Denizin yarılması ve Firavun hanedanının denizde boğulması gibi: "Hani izin için denizi yarmıştık da sizi kurtarmış, Firavun hanedanını (denizde) boğmuştuk." İsrailoğullarına yıldırımın çarpması ve öldükten sonra tekrar diriltilmeleri gibi: "Hani siz, 'Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.' demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi." Üzerlerine
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 325
bulutun gölgelik yapılması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi: "Bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık." Taştan göz göz pınarların fışkırması gibi: "Hani Musa, kavmi için su istemişti..." Üstlerine dağın kaldırılması gibi: "ve dağı üstünüze kaldırmıştık." Aralarında bazılarının başka bir yaratığa dönüşmesi gibi: "Onlara, 'Aşağılık maymunlar olun.' demiştik." Boğazlanmış ineğin etinden bir parçanın öldürülmüş adama değdirilmesi sonucu adamın dirilmesi gibi: "Bunun için de, 'İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun.' demiştik." Başka bir topluluğun diriltilmeleri gibi: "Yurtlarından çıkanları görmedin mi?..." [Bakara, 243] Harap olmuş bir beldeye uğrayan kişinin öldükten sonra mucizevî bir biçimde diriltilmesi gibi: "Ya da (duvarları, çatıları üstüne yığılmış, alt üst olmuş,) ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi)?" [Bakara, 259] Hz. İbrahim'in eliyle kuşların diriltilmeleri gibi: "Hani bir zaman İbrahim, 'Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.' demişti." [Bakara, 260]
Kur'ân'da sözü edilen ve sayıları on ikiyi bulan bu olağanüstü mucizelerin büyük çoğunluğu, İsrailoğullarıyla ilgili olarak gerçekleşmiştir.
Bundan önce, mucizevî olayların gerçekleşebileceğini ve varlık âleminde olağanüstü gelişmelerin her zaman mümkün olduğunu vurgulamıştık ve bunun genel neden-sonuç yasası ile çelişmediğini dile getirmiştik. Bununla da, mucizelere ilişkin ayetlerin zahirlerinden anlaşılan anlamları yorumlamanın, bu ayetlere, zahirlerinden anlaşılandan farklı anlamlar yüklemenin bir kanıta dayanmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü bu gibi olgular, üçün iki tam sayıya bölünmesi ve çocuğun aynı zamanda kendi kendisinin babası olması gibi mümkün olmayan şeyler değiller. Evet, ölülerin dirilmesi ve başka bir varlığa dönüşüm gibi mucizeler ayrı bir incelemenin konusudurlar. Bu gibi mucizelerle ilgili olarak şöyle bir şüphe ileri sürülmüştür: Yerinde kanıtlanmıştır ki, kemal ve fiililik kuvvesine sahip bir varlık kuvveden fiile dönüşünce onun bir kez daha kuvveye dönüşmesi imkânsız olur. Aynı şekilde varoluşsal olarak mükemmellik niteliğine sahip olan bir şey de, olgunlaşma süreci içinde varoluşsal olarak olduğundan daha noksan bir mükemmellik konumuna dönüş yapmaz. İnsanoğlu da ölüm sonucu maddeden soyutlanır, misalî ya da aklî niteliğe sahip soyut bir varlığa dönüşür. Bu varoluş aşamalarının her ikisi de,
326 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
maddî varoluş aşamasından daha ileridirler. Bu düzeylerdeki varoluş, maddî varoluştan daha güçlüdür. Dolayısıyla ölümden sonra ruhun tekrar maddeye yönelmesi, ilgi duyması imkânsızdır. Aksi taktirde, fiile dönüşen bir şeyin tekrar kuvveye dönüşmesi gerekecek ki, bu muhaldir. Ayrıca, insanoğlu varoluş bakımından diğer canlı türlerinden daha güçlü bir konumdadır. Böyle bir varlığın da "mesh" aracılığı ile öteki canlı türlerinden birine dönüşmesi imkânsızdır.
Ben derim ki: Kuvveden fiile geçen bir şeyin tekrar kuvveye dönüşmesinin imkânsızlığı, kuşkusuz gerçektir. Ne var ki, ölenin bir kez daha dünya hayatına dönmesinde, aynı şekilde "başka bir canlıya, varlığa dönüşüm" olayında kuvveden fiile geçmek söz konusu değildir. Bunu şöylece izah etmek mümkündür: Somut olguların ve kanıtların verilerine göre, bitkisel maddî cevher, hayvanî tekâmül sürecine girdiği zaman, hayvanîliğe doğru hareket eder, hayvanî bir biçim alır. Bu biçim, madde ile madde ötesi arasındaki ara aşamadaki (berzah) özgü soyut bir biçimdir.
Bunun hakikati ise, 'şeyin' kendisini cüz'î ve hayalî bir kavrayışla algılamasıdır. Sözünü ettiğimiz biçim, bitkisel cevher açısından kâmil bir varoluştur ve söz konusu kuvve açısından cevherî hareketle elde edilen bir fiililiktir. Dolayısıyla bunun bir gün maddî cevhere yönelmesi, ona dönüşmesi mümkün değildir. Ancak eğer söz konusu "şey" maddesinden ayrılır ve o madde, söz konusu maddî bir biçimle baş başa kalırsa, o başka. Bir hayvanın ölüp hareketsiz bir cesede dönüşmesi gibi. Bu hayvanî biçim, kendisinden kaynaklanan algılama faaliyetlerinin, bilmeyle ilgili durumların kaynağıdır. Hayvanî ruh, söz konusu eylemlerin gerçekleşmesi ile birlikte bilmeye ilişkin bu durumları özüne nakşeder. Öze işlenen bu nakışlar üst üste yığılınca, birbirine benzeyen nakışlardan yepyeni bir nakış meydana gelir. Ve bu, yok edilmez kalıcı bir biçim ve köklü bir öz varlık olur. Bu yeni ruhsal biçimden, hayvanî bir tür ortaya çıkabilir, kendine özgü biçimi ve türü olan özel bir hayvan türü oluşabilir; hile, kin, şehvet, vefa ve ihtiras gibi biçimlerden biriyle belirginleşebilir. Fakat söz konusu biçimler, öz varlık hâlini almayınca nefis eski basit aşamasında kalır. Öze ilişkin cevherî hareketlilikten geri duran bitkiler gibi. Böyle olunca da
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 327
bitki olarak kalırlar ve hayvanî faaliyet alanına çıkış yapamazlar. Şayet berzahî nefis aniden biçim elde etmek suretiyle durumları ve fiilleri açısından tekâmül ederse, varoluşunun ilk aşamasında bedeni ile olan ilişkisi kesilir. Ne var ki, berzahî nefis, madde ile bağlantılı olan algılama faaliyetleri aracılığı ile git gide tedricî bir tekâmül gerçekleştirir. Nihayet eğer doğal ömrünü ve kendisi için öngörülen süreyi tamamlarsa, kendine özgü bir canlı türü hâline gelir. Eğer yok edici ölüm gibi herhangi bir engelden dolayı doğal ömrünü yaşama ve kendisi için öngörülen süreyi tamamlama imkânını bulamazsa, basit hayvanîlik niteliğini korur.
Aynı şekilde eğer hayvan, insan olma sürecine girerse -insan, zatını maddeden, onun gereklerinden, oranlar ve renkler gibi ona ilişkin olgulardan soyutlanmış olarak bütünsel bir yaklaşımla düşünebilen bir varlıktır- cevherî hareketle aklın kuvve merhalesi olan misal fiilîliğinden çıkar, soyut akıl fiilîliğine girer. Böylece fiilî olarak insan biçimini kazanır. İşte bu fiilî durumun yeniden, hayvan için söz konusu olan kuvvesine, yani misalî soyutluğa dönüşmesi muhaldir. Ayrıca, bu biçimin de kendine özgü fiil ve durumları vardır. Bunların tedricî birikimi sonucu özel bir biçim oluşur. Bu da hayvanî türe ilişkin olarak söz konusu edilen durumun bir benzeri olmak üzere, insan türüne ilişkin yeni bir çeşitliliğe yol açar. Yaptığımız açıklamayı anladıysan, şu varsayımı rahatlıkla kavrarsın:
Diyelim ki, bir insan öldükten sonra tekrar dünyaya döndü ve ruhu yeniden maddeye bağlandı. Özellikle daha önce bağlı bulunduğu maddî biçime yeniden kavuştu. Bu durum ruhunun soyutlanmışlığını geçersiz kılmaz. Çünkü ruh ilginin kesilmesinden önce de soyutlanmış durumdaydı. Aynı şekilde ikinci bir bağlantıdan sonra da soyutlanmışlığını korur. Ölüm olayı ile birlikte meydana gelen durum, ruhun madde içindeki faaliyetlerinin bağlantısını sağlayan araçları kaybetmesidir. Dolayısıyla artık ruh maddî bir eylem gerçekleştirememektedir. Tıpkı gerekli araç ve gerecini yitiren bir sanatkâr gibi. Ruh madde ile olan bağlantısını yeniden sağlayınca, bedensel güçlerini ve araçlarını yeniden kullanmaya başlar. Fiiller aracılığı ile kazandığı yeni durumlar ve melekeler sergiler. Bunlar daha önce elde ettiği durumlardan daha üstün bir konumda olurlar ve bunlar sayesinde yeni bir tekâmül gerçekleştirmiş olur. Dolayısıyla bu madde ile yeniden bağlantı kurmak, bir
328 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
geriye dönüş, olgunluk konumundan noksanlık konumuna iniş ve fiilden kuvveye geçiş değildir.
Desen ki: Buna göre, sürekli aksiliğin, zorlamanın mümkün olduğunu söylemek gerekir. Hâlbuki bunun yanlış olduğu kesindir. Çünkü bedenden kopmuş soyut ruh, ikinci kez maddeyle bağlantı kurması dolayısıyla, maddî fiiller açısından karakteristik bir tekâmüle kavuşabilecekse, onu sonsuza dek bu tekâmülden yoksun bırakmak, karakteristik olarak sahip olması gereken bir nitelikten yoksun bırakmak anlamına gelir. Çünkü her ruh, mucizevî bir şekilde ya da olağanüstü bir yöntemle tekrar dünyaya dönmez. Şu hâlde kesintisiz yoksunluk, sürekli bir zorlamadır.
Buna karşılık ben derim ki: Dünya hayatında kuvveden fiile geçen ve belli bir sınıra varıp ardından ölen ruhlar açısından, sürekli olarak bir adım ötede bekleyen bir tekâmül imkânı söz konusu değildir. Aksine; ruh, bir süre sonra sahip bulunduğu fiililik durumu üzere istikrar kazanır. Ya da kendine uygun aklî biçimi alarak eriştiği düzeyi korur. Böylece söz konusu imkân da ortadan kalkar. Çünkü birtakım iyi ve kötü ameller işlemiş olmasına rağmen basit ve yalın bir ruhla ölen insan, eğer bir süre daha yaşayacak olsaydı, yalın ruhuna mutlu veya mutsuz bir biçim kazandırabilirdi. Aynı şekilde eğer öldükten sonra tekrar dünyaya dönerek bir süre daha yaşayacak olursa, eski biçimi üzerine yeni ve özel bir biçim edinebilir. Dönmediği takdirde ise, dünya ve ahiret arası ara dönemde (berzah âleminde) daha önce işlediği amellerden dolayı ya ödüllendirilir, sevap alır ya da cezaya çarptırılarak azap görür. Ta ki, geçmiş misalî biçimine uygun aklî bir biçim alana kadar. Böylece de söz konusu imkân geçersiz olur ve sadece aklî tekâmül imkânı kalır. Eğer dünyaya dönecek olursa, -peygamberler ve velilerin öldükten sonra tekrar dünyaya dönecekleri varsayımı gibi- maddî bakımdan ve madde ile bağlantılı fiiller açısından başka bir aklî biçim elde edebilir. Dönmediği takdirde ise, onun için kazandığı kemal ve kemal yolu üzerindeki derecelerden başka bir şey olmaz.
Bilindiği gibi bu, sürekli bir zorlama olarak değerlendirilemez. Eğer ruhun, birtakım etkenler ve etkin illetlerin sonucu kendisi için mümkün olan tekâmülden yoksun olması sürekli bir zorlama ola-
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 329
rak kabul edilecek olursa, didişme ve çekişme yurdu olan bu dünyadaki olayların büyük çoğunluğu ya da tümü, sürekli zorlama olarak değerlendirilmelidir. Çünkü doğanın bütün parçaları bütün olayların üzerinde etkin rol oynar. Hâlbuki sürekli zorlama, türlerden birinin karakteristik olarak tekâmül gücüne ve kabiliyetine sahip olması, sonra da bunun belirtilerini, ya kendi içinden ya da dışarıdan kaynaklanan ve karakteristik özelliğin işlevsiz bırakılmasına dönük olan bir olgunun etkisi sonucu, hiçbir zaman dışa vuramamasıdır. Bu durumda söz konusu türün tekâmül edebilme kabiliyetiyle donatılması saçma, gereksiz ve anlamsız olur. Gerisini sen anla artık.
Aynı şekilde, eğer bir insanın biçiminin değiştiğini, maymun ve domuz gibi herhangi bir hayvanın biçimine büründüğünü varsayarsak, bu, biçim üstüne biçim şeklinde gerçekleşir. Buna göre o, insan domuzdur veya insan maymundur. İnsanlığı devre dışı kalmış, onun yerini domuzluk veya maymunluk almış değildir. Çünkü insan kendisi için karakteristik biçimlerden birini elde ettiği zaman ruhunu onunla biçimlendirmiş olur. Bu biçimin tıpkı öldükten sonra ahirette olacağı gibi, dünyada da gizlenmişlikten açıklığa çıkmasının imkânsız olduğuna ilişkin bir kanıt elde mevcut değildir. Daha önce de vurgulandığı gibi insan ruhu, ilk varoluş aşamasında, özel bir biçimde türlenebilecek, belirsizlikten sonra belli bir biçim alabilecek, mutlaklıktan sonra sınırlandırılabilecek bir basitliktedir. Şu hâlde meshedilmiş insan, biçim değiştirmiş insandır. İnsanlığını yitirmiş değildir. Bizler günlük yayınlarda Avrupa ve Amerika'daki bilimsel kurumların yayınladıkları bildirilerde ölümden sonra hayatın olabileceğine ve insan şeklinin mesh yoluyla değişebileceğine ilişkin haberler okuyoruz. Gerçi biz, bu tür meseleleri ele alırken sırf bu tür haberlere dayanarak düşünce üretmeyiz, ama bir araştırmacı da dün okuduğunu bugün unutmamalıdır. Desen ki: Şu hâlde, tenasuha (reenkarnasyon) inanmamak için herhangi bir neden yoktur.
Buna karşılık vereceğimiz cevap şudur: Bu yaklaşım kesinlikle doğru değildir. Çünkü, kendine özgü tekâmülünü tamamlayan bir ruhun bedenden ayrılmasından sonra diğer bir bedene girmesi demek olan tenasuh imkânsızdır. Çünkü ruhun girdiği bu bedenin
330 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
eğer bir ruhu varsa, bu durumda tenasuh soncu iki ruh aynı bedende bir araya gelmiş olacaktır. Bu ise, çoğun birliği ve birin çokluğu demektir. Yok eğer söz konusu bedenin ruhu yoksa, o zaman da fiilî olanın kuvveye dönüşmesi söz konusu olur. Yaşlı adamın çocuk hâline gelmesi gibi. Aynı şekilde, yaptığımız bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, tekâmülünü tamamlayıp bedenden ayrılan insan ruhunun bitkisel veya hayvanî bir bedene geçmesi de imkânsızdır.
KONUYLA İLGİLİ İLMÎ VE AHLÂKÎ BİR İNCELEME
Kur'ân-ı Kerim'de en çok sözü edilen, hayatlarından kesitler sunulan topluluk İsrailoğullarıdır. Adı en fazla geçen peygamber de İm-ran oğlu Musa'dır (selâm üzerine olsun). Söylenene göre, Hz. Musa'nın adı yüz otuz altı yerde geçer. Bu sayı, Hz. Musa'dan sonra en çok adı geçen peygamber olan Hz. İbrahim'in adının sayısından bir kat daha fazladır. Çünkü yine söylenene göre, Hz. İbrahim'in adı da altmış dokuz yerde geçmiştir. Bundaki belirgin amaç şudur: İslâm, Allah'ın birliği ve ortaksızlığı esasına dayanan hanif dindir. Bu dinin temelleri Hz. İbrahim döneminde atılmış ve nihayet yüce Allah, sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.a) gelişi ile birlikte bu dini tamamlayıp kemale erdirmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Babanız İbrahim'in dini (böyleydi). O, sizi daha önceden Müslümanlar olarak adlandırdı." (Hac, 78) Uluslar içinde en inatçı, en dik baş, hakka boyun eğmekten en çok kaçınan ulus, İsrailoğullarıdır. Nitekim Peygamber efendimizin muhatap olduğu Arap kâfirleri de bu niteliğe sahiptiler. Öyle ki yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 6) İsrailoğullarıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'in sözünü ettiği hiçbir aşağılık nitelik yoktur ki, Arap müşriklerinde bulunmasın. Onlar da tıpkı İsrailoğulları gibi pislik içinde yüzüyorlardı. Katı yüreklilikte, anlayışsızlıkta İsrailoğullarından geri kalır bir yanları yoktu.
Kur'ân-ı Kerim'de İsrailoğullarıyla ilgili kıssalar üzerinde iyice düşündüğün zaman göreceksin ki, İsrailoğulları maddeye bağlanan, ondan vazgeçemeyen bir topluluktur. Tek hedefleri duyu or-
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 331
ganlarının sağladığı maddî hayata ilişkin zevklerdir. Bu topluluk duyu ötesine inanmazdı, sadece zevklerinin ve maddî doygunluğun peşinde koşarlardı. Nitekim bugünkü Yahudiler de aynı karaktere sahiptirler. Bu karakterleri, akılları ve iradelerinin duyu organlarının ve maddenin kontrolünde olmasını sağlamıştı. Ancak duyularının ve maddenin elverdiği ölçüde akledebiliyor ve ancak bunların izin verdiği sınırlar içinde iradelerini kullanabiliyorlardı. Bütünüyle duyularına bağlı olmalarından dolayı, duyu organlarıyla algılayamadıkları bir şeyi gerçek de olsa kabul etmiyorlardı. Maddeye bağlılıkları yüzünden, maddî güzelliklere ve hayatın çekici süslerine sahip olan büyüklerinin her dediğini yanlış da olsa kabul ediyorlardı. Bu da onların söz ve fiillerinin çelişmesine yol açmıştı. Onlar, duyularından uzak olduğu sürece, uyulması gerekiyor olsa da, gelenek adına uygulanan her hususu kınayarak reddederlerdi. Ama uyulmaması gerekiyor olsa da, maddî tutkularıyla uyum içinde olan, hayatın zevki adına diye yapılan her şeyden övgüyle söz ederlerdi. Onların bu karaktere sahip olmalarını sağlayan etkenlerin başında uzun süre Mısırlıların egemenliği altında, onların köleleri olarak onur kırıcı bir hayat yaşamaları gelir. Mısırlılar onlara, kötü işkenceler yapıyor, oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakıyorlardı. Bunda Rablerinden onlara yönelik büyük bir sınav vardı.
Kısacası İsrailoğulları, bu sebeplerden dolayı peygamberlerinin ve dini hayata geçirme misyonunu üstlenen bilginlerinin, onların dünya ve ahiret mutluluklarına yönelik sözlerine uymada çok ağır davranırlarken, aralarındaki müstekbirlerin ve haktan yüz çevirenlerin çağrılarından çok çabuk etkilenirlerdi. (Bu hususta Hz. Musa ve başkalarına karşı takındıkları tavırları hatırlayabilirsiniz.) Hak ve hakikat, bugün de Batıda ortaya çıkan madde eksenli medeniyete karşı benzeri bir sınav vermektedir. Bu medeniyet de duyulara ve maddeye dayanmaktadır. Duyularca algılanmayan hiçbir kanıtı kabul etmiyor ve duyularca algılanan maddî bir lezzet kapsayan bir şey hakkında da kanıt arama gereğini duymuyor. Bu yüzden Batı medeniyeti, eşya ve olaylara ilişkin yargılarında insanî karakteristiği devre dışı bırakmıştır. Yüksek bilgiler ve üstün ahlâk insanlık âleminden uzaklaşmıştır. Dolayısıyla insanlık yok oluş tehdidiyle burun burunadır. İnsanoğlu yeryüzündeki serüveninde
332 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
bugüne kadar tanık olmadığı korkunç bir fesadın, dejenerasyonun ölümcül tehdidi altındadır. Bir zaman sonra bunun haberleri duyulacaktır.
Oysa ahlâk alanında yapılacak bir araştırma aksi bir sonuç verecektir. Çünkü her kanıt zorunlu olarak istenmez ve her gelenek de zorunlu olarak kötülenmez. Şöyle ki: Beşer türü, insan olması hasebiyle iradeye bağlı fiilleri ile hayatta kendisi için öngörülen kemale doğru yol alır. İradesi de düşünceye bağlıdır. Düşünce olmadan iradenin gerçekleşmesi imkânsızdır. Dolayısıyla zorunlu varoluş kemalinin dayandığı biricik temel düşüncedir. Bu yüzden insanın varoluşsal kemali ile dolaylı veya dolaysız bağlantısı bulunan pratik veya teorik bilgilerinin bulunması kaçınılmazdır. Bunlar bireysel ve toplumsal eylemlerimizi ya da zihnimizde tasarlayıp da eylemlerimiz aracılığı ile dış âlemde elde ettiğimiz şeyleri gerekçelendirdiğimiz önermelerdir.
Ayrıca, insanın temel bir özelliği de, karşılaştığı olayların ya da zihnine hücum eden bilgilerin sebebini araştırma gereğini duymasıdır. Gerektirici illeti (nedeni) zihninde belirlemediği sürece bir insanın, dış âlemin yansıması olarak zihninde oluşan şeyin gerçekleşmesine yol açacak bir eylemi gerçekleştirmesi düşünülemez. Aynı şekilde insanoğlu, illetinin onaylanmasına dayanmayan teorik bir onayı da kabul etmez. İşte bu, insanın ayrılmaz bir karakteridir, onsuz edemediği özelliğidir. Şayet bu karakterin aksini gösteren bazı örnekler bulursak, üzerinde biraz düşündükten sonra hiçbir kuşku kalmaz, onların da bir illete dayandığı gün yüzüne çıkmış olur. Çünkü bu temele dayanıp güvenmek, insanın öz yaratılışının bir gereğidir. İnsanın öz yaratılışı, yani fıtratı ise, değişmez ve fiilleri arasında başkalaşım söz konusu olmaz. Bu da doğal ihtiyacın çok geniş çaplı olduğundan dolayı, insanı gücünün üstündeki bir düşünsel eyleme ve bundan kaynaklanan fiillere yöneltir. İnsanoğlu, sırf kendisine güvenerek ve sadece kendi doğal gücüne başvurarak bu ihtiyacı ortadan kaldıramaz. İnsanın öz yaratılışı, onu toplum içinde destek ve güç araştırmasına yöneltir. Medeniyet dediğimiz şey de budur. Böylece söz konusu ihtiyaç kapıları toplum birey-leri arasında bölüştürülmüş olur. Her bir ihtiyacın giderilmesi bir gruba yüklenir. Tıpkı bir canlı organizmanın, görev-
Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 333
leri değişik, ama amaçları bir olan organları gibi, tümünün çabası organizmanın ihtiyacının giderilmesine yönelik olur. İnsanlığın ihtiyaçları da nitelik ve kapasite olarak sürekli gelişme kaydetmekte, sürekli artmaktadır. Yeni sanat, bilim ve sanayi dalları ortaya çıkmaktadır. Buna paralel olarak bilginler ve sanatkârlar arasında her gün yeni uzmanlar yetişmektedir. Bilimler ve sanatların birçoğu, bir zamanlar tek bir bilim, tek bir sanat sayılıyor, tek bir kişi üstesinden gelebiliyordu. Ama bugün bunların her bir dalı başlı başına bir bilim ya da bir sanat kabul edilmektedir. Söz gelimi, tıp bilimi geçmişte doğa biliminin bir dalı sayılıyorken, bugün kendi içinde birçok dallara ayrılmış ve bir uzman ancak onun bir dalı ile ilgili olarak öne çıkabilir.
Bu durum, öz yaratılışın da ilham etmesi ile birlikte, insanı sadece kendi alanında bağımsız davranmaya, ilgi alanının illetini araştırırken kendi uzmanlığını kullanmaya ve bunun dışındaki hususlarda, deneyimine ve maharetine güvendiği kimselere uymaya yöneltir.
Toplum fertlerinin akıllıları deneyimli kişilere başvurmayı öngörürler. Bu tür bir uymanın ve meşhur deyimiyle taklidin gerçek mahiyeti, insanın, kanıtsal ayrıntılarını elde edemediği hususlar da ayrıntısız, kısa kanıta uymasıdır. İlletini ve kanıtını ayrıntılı biçimde elde edebildiği hususlarda, tek başına ayrıntılı kanıtı araştırmaya koyulması insanın öz yaratılışından olduğu gibi, bu da öz yaratılıştan kaynaklanan bir tavırdır.
Meselenin özü ise şudur: İnsanoğlu, bilgiden başkasına dayanmaz. Öz yaratılışı açısından zorunlu olan da içtihattır. İçtihat, elinden geldiği hususlarda bağımsız araştırma yapmak demektir. Taklit ise, bilmeyenin, bilgisi ve kapasitesi dahilinde olmayan hususlarda, bilene başvurup verdiği bilgilere uymasıdır. İnsan türü içinde bir bireyin, dünya hayatının temel dayanağı olan tüm hususlarda kendi başına davranabilmesi, bağımsız hareket etmesi imkânsız olduğu için, herhangi bir hususta başkasına uymamak ve taklitsizlik imkânsızdır. Onun için kim hayatta hiç kimseyi taklit etmediğini iddia ederse veya böyle bir sanıya kapılırsa, o kendini bilmeyen bir budaladır.
334 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Evet, tıpkı ulaşılması ve elde edilmesi mümkün olmayan bir hususta içtihat yapmaya kalkışmak gibi, insanın illetine ve sebebine ulaşabileceği hususlarda başkasını körü körüne taklit etmesi de toplumları yok oluşa sürükleyen, üstün nitelikli uygarlıkları yıkıma uğratan aşağılık bir hastalıktır. Onun için sadece yüce Allah- 'a sorgusuz sualsiz uyulur. Çünkü tüm sebeplerin vardığı ilk sebep O'dur.
Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 335
75- Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işittiler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.
76- İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" der-ler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise, "Allah'ın size açtıklarını Rabbinizin katında aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" derler.
77- Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.
336 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
78- Bunların içinde bir de ümmîler (okur-yazar olmayanlar) var ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri, birtakım kuruntulardır; onlar, ancak zannederler.
79- Artık vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu, Allah katındandır." diyenlere! Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!
80- Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, bize ateş dokunmayacaktır." De ki: "Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden asla dönmez.- Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?"
81- Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşat-mış olursa, işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedî kalacaklardır.
82- İman edip iyi işler yapanlar, işte onlar cennet ehlidir, onlar orada ebedî kalacaklardır.
Ayetlerin akışı özellikle sona doğru, Yahudilerin kâfirlerle birlikte hareket ettiklerini vurgulamaktadır. Özellikle Medineli kâfirlerin safında yer alıyorlardı. Çünkü birbirlerine komşuydular. Yahudiler, Pey-gamberimizin gönderilişinden önce Allah'ın elçisinin destekçileri olarak bilinirlerdi. Din ve kitap hakkında bilgi sahibiydiler. Bu yüzden herkesten çok onların inanması umuluyordu, Peygambere (s.a.a) kitle-ler hâlinde gelip iman etmeleri, ona destek olup, mesajının aydınlığının parlamasına, davetinin yayılmasına yardımcı olmaları beklenirdi.
Fakat Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, tavırlarından dolayı onlara yönelik ümit ümitsizliğe, beklenti de karamsarlığa dönüştü. Bu yüzden yüce Allah, "Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" buyuruyor. Yani gerçeği örtbas etmek, sözü çarpıtıp ilâhî mesajı tahrif etmek onların karakteristik özelliğidir. Şu hâlde sözlerinin tersini yapmaları, verdikleri sözden dönüp anlaşmalarını çiğ-nemeleri yadırganmamalıdır.
"Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu ifadede İsrailoğullarına yönelik hitap Peygamber efendimize ve
Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 337
müminlere yöneltilerek, İsrailoğulları üçüncü şahıs konumuna getiriliyor. Bununla güdülen amaç şudur: Bakara Kıssası anlatıldığı sırada, Yahudilerin bu hususta meydana getirdikleri tahrifattan ve kıssayı Tevrat'tan çıkarmış olmalarından dolayı, hitap İsrailoğulları yerine Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmişti. Daha önce bu hususa dikkat çekmiştik. Şimdi de aynı tarz da, yani İsrailoğulları üçüncü şahıs konumuna getirilerek konu tamamlanmak isteniyor ve bu doğrultuda Allah'ın kitabı üzerinde meydana getirdikleri tahrifata dikkat çekiliyor. İfadenin gaip sıygası ile sunulması bu yüzdendir.
"İman edenlerle karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise." Buna benzer bir ifade de bu surenin başlarında geçmişti. Orada şöyle buyruluyordu: "İ-man edenlerle karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Fakat şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, derler ki, şüphesiz biz, sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Ne var ki, oradaki iki önerme arasındaki karşılık (tekabul) yöntemi burada söz konusu değildir. Çünkü burada amaç, Yahudilerin suçları ve cehaletlerinden iki örnek daha sunmaktır:
Birincisi: Onlar kendilerini eziyetten, kınamalardan ve ölümden kurtarmak için müminmiş gibi görünerek münafıklık yapıyorlar, iki yüzlü davranıyorlar.
İkincisi: Onlar gizli-açık her şeylerini bilen yüce Allah'ı aldatabileceklerini sanıyorlar. Şöyle ki: Onların avam tabakası, bu tabakaya özgü saflıklarıyla kimi zaman müminlerle rahat bir şekilde konuşabiliyorlardı.
Bu sırada kitaplarında yer alan Peygamber efendimize ilişkin kimi müjdelerden veya Peygamberimizin nübüvvetini doğrulayan müminlere faydalı olacak kimi bilgilerden söz ederlerdi. Nitekim ayetlerin vurgusundan bu sonucu çıkarmak mümkündür. İleri gelenleri, büyükleri, onları bundan sakındırıyor ve "Bu bilgileri müminlere söylememeniz gerekir, yoksa yüce Allah katında bunları aleyhinize kanıt olarak kullanırlar." diyorlardı. Sanki müminler bunları kanıt olarak sunmayacak olurlarsa, yüce Allah onların durumlarından haberdar olmayacak ve onları sorumlu tutmayacakmış gibi. Bundan çıkan sonuç, yüce Allah'ın ancak meselenin görünen kısmını bildiği, meselenin gizli yönünü, iç yüzünü
338 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
bilmediğidir. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın uluhiyet makamının yüceliğini kavrayamamaktan kaynaklanan bir cehaletin ürünüdür. Ulu Allah onların çarpık anlayışlarını şöyle reddediyor: "Bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor?" Bu tür bir bilgi yani meselenin iç yüzünü bilemeden sadece dış yüzünü bilme, duyuya dayalı bir bilgidir. Duyu ise, maddî gereçlerle donatılmış, zaman ve mekânla sınırlı, birtakım maddî illetlerin ürünü olan maddî bedene muhtaçtırlar. Böyle bir durum, âlemin bir parçası olan yaratığın niteliğidir; âlemin yaratıcısının niteliği değildir. Bu da, İsrailoğullarına ilişkin az önceki değerlendirmemize ilişkin bir kanıttır. İsrailoğulları maddenin temel değer olduğuna inandıkları için, yüce Allah'ı da maddî varlıklar gibi değerlendiriyorlardı. Onun maddenin içinde etkin bir varlık olduğunu ve maddeye üstünlük sağlayıp ona egemen olduğunu sanıyorlardı; herhangi bir maddî illetin bir maddî malûlün üzerindeki etkinliği, egemenliği gibi. Bu çarpık anlayış sırf Yahudilere özgü değildir. Maddenin temel değer olduğuna inanan tüm toplulukların ortak anlayışıdır bu. Böyleleri, Allah'ın yüce zatı ile ilgili olarak maddî varlıklarda gördükleri; hayat, ilim, kudret, ihtiyar, irade, kaza, hüküm, olayları plânlayıp yönetme ve karar verme gibi sıfatlarla değerlendirme yapıyorlar. Bu öyle bir hastalıktır ki, hiçbir ilâç fayda vermez.
Mucizeler ve uyarı dolu mesajlar da böyle aklını kullanmayan top-lumlara kâr etmez. Öyle oldu ki, hak dinle alakası olmayan, dinin sunduğu gerçeklerden habersiz olanlar, onlarla alay eder oldular. Dediler ki: Peygamberlerinden, "Allah Âdem'i kendi suretinde yaratıyorlar." diye rivayet eden Müslümanlara bakın, Allah'ı Âdem suretinde yaratıyorlar (düşünüyorlar). Bunlar kendilerini Rableri hakkında iki şeyden birini seçme mecburiyetinde görüyorlardı: Ya maddeyle ilgili tüm hükümleri Rableri içinde geçerli bilecekler. Tıpkı Müslümanlar arasında ortaya çıkan müşebbihe ve müşebbihe olarak tanınmasa da bu konuda onlardan farklı düşünmeyenler gibi. Ya da O'nun güzel sıfatlarından hiçbir şey anlamadıklarını söyleyecek, tüm olumlu sıfatları olumsuz sıfatlara çevirerek Allah'ın sıfatlarını anlatan kelimelerin müşterek kavramlar olduğunu ileri süreceklerdir. Söz gelimi, "O, vardır, sabittir, â-
Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 339
limdir, kadirdir, diridir." derken birtakım anlamlarını anlayamadığımız, kavrayamadığımız kelimeler söylemişizdir. Bu yüzden bunların anlamlarını olumsuza çevirmek gerekir. "O , yok olucu, gidici, cahil, âciz ve ölü değildir" gibi.
Ey gören gözleri olanlar, varın siz ibret alın! Aslında bu, "Kavramadıkları şeye inandıkları, anlamadıkları şeye ibadet ettikleri, hem kendilerinin ve hem de hiç kimsenin akledemedikleri şeye dua ettiklerine" ilişkin bir itiraftır. Ancak, dinî çağrının sunduğu bilgiler, onların bu tür batıl düşüncelerden uzaklaşmalarını gerektirecek oranda açık gerçekler içermektedir. Dinsel öğreti genel olarak avam kesimi için teşbih ile tenzih arası bir noktada sözün gerçeğini ve gerçeğin özünü korumalarını öngörmüştür. Avam kesimi, "Yüce Allah şeylere benzemeyen bir şeydir. O'- nun bilgisi vardır, ama bizim bilgimize benzemez. O'nun gücü bizim gücümüz gibi değildir. Hayatı da bizimkine benzemez. İster, ama bu bir arzudan dolayı değildir. O'nun konuşması da ağız kanalı ile gerçekleşmez." demek durumundadır. Havas kesimi ise, onun ayetlerinin üzerinde düşünmeli, dininde derin bilgiye sahip olmalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar." (Zümer, 9) Havas kesiminden olan insanlar avam kesiminden olan insanlarla aynı bilgi düzeyine sahip olmadıkları gibi, bunların yüküm-lülükleri de bir olmaz. Eğer benimseyip uyacaklarsa kendileri ile ilgili dinî prensip budur.
"Bunların içinde bir de ümmiler (okur-yazar olmayanlar) var ki, kitabı bilmezler; bütün bildikleri birtakım kuruntulardır." Ayette geçen "ümmî" kelimesi, okur-yazar olmayan demektir. "Anne" anlamındaki "ümm"e mensupluğu ifade eder. Çünkü analık duygusallığı ve şefkati; çocuğu öğretmene gönderip onu eğitmesine elvermemiş dolayısıyla çocuk anasının verdiği eğitimle yetinmek durumunda kalmıştır. Ayetin orijinal metninde geçen "emaniyy" kelimesi ise, "umniyye" kelimesinin çoğuludur; "yalanlar, asılsız kuruntular" demektir. Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler, kitabı okuyup yazan ve onu tahrif eden grupla okuma-yazma bilmeyen ve tahrifçilerin uydurdukları yalanlardan başka kitapla ilgili olarak herhangi bir bilgiye sahip olmayan iki gruptan oluşuyor.
340 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
"Vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp..." Ayetin orijinalinde geçen ve "vay hâline" anlamını verdiğimiz "veyl" deyimi, "yok oluş, şiddetli azap, dayanılmaz hüzün, rezil oluş ve insanın şiddetle kaçındığı her türlü onur kırıcı alçalış anlamını ifade eder. "elİştira" ise "satmak" demektir.
"Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!" İfadedeki "onlar" zamiri ya tüm İsrailoğullarına ya da sadece "kitabı tahrir' işinde fiilen katkısı bulunanlara dönüktür. Bunların her birine göre çıkan sonuç da değişir. Birinci ihtimale göre, onlardan okuma-yazma bilmeyenler de "veyl"in kapsamına girerler.
"Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa, işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedi kalacaklardır." Suç (veya orijinal ifadede geçtiği şekliyle ("hata") günah kazanmaktan kaynaklanan psikolojik bir durumdur. Suçun insanı kuşatmasının "günah kazanma" olayından sonra söz konusu edilmesi bu yüzdendir. İnsanın suç ve hata tarafından kuşatılmış olması durumu, kurtuluşa giden tüm yolların kesilmesini doğurur. Suç tarafından kuşatıldığı için, hidayet, bu adama doğru yol bulamazmış gibi. Şu hâlde bu adam ateş halkıdır, orada sonsuza dek kalacaktır. Eğer kalbinde imandan bir şey kalmış olsaydı veya insaf ve gerçek karşısında boyun eğme gibi hakkı reddetmeyen huy ve melekelere sahip bulunsaydı, bu durumda hidayet ve mutluluk ona doğru yol bulabilirdi. Şu hâlde, "suç tarafından kuşatılma" olayı ancak Allah'a ortak koşma söz konusu olursa gerçekleşir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Diğer bir yaklaşımla suç tarafından kuşatılma, ancak küfür ve Allah'ın ayetlerini yalanlama söz konusu olursa gerçekleşir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 39) Şu hâlde, "günah kazanma ve suç tarafından kuşatılma" deyimi ateşte sonsuza dek kalmayı gerektirici sebebi anlatan bir ifadedir. Bil ki, bu iki ayet içerik olarak, "Şüphesiz müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler..." ayetine yakın anlamlar içermektedir. Aradaki tek fark şudur: Bu iki ayet, yani "Kim bir günah kazanır..."
Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 341
ifadesi, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu, bu hususta iddiaların bir yarar sağlamayacağını açıklama amacına yöneliktir. "Şüphesiz müminler ve..." diye başlayan ayetler ise, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu, bu hususta isimlerin bir yarar sağlamayacağını açıklama amacına yöneliktir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "İman edenlerle karşılaştıkları zaman" ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir: "Yahudiler arasında bir grup vardı ki, inatçı değillerdi ve gerçek karşısında ayak diretmezlerdi. Müslümanlarla karşılaştıkları zaman, Tevrat'ta yer alan Hz. Muhammed'in kimi niteliklerinden söz ederlerdi. Yahudi toplumunun ileri gelenleri, bu tür açıklamalarda bulunmalarını yasaklayarak, Hz. Muhammed'in (a.s) Tevrat'ta yer alan sıfatlarından onlara söz etmeyin, yoksa Rabbinizin huzurunda verdiğiniz bu bilgileri aleyhinize kanıt olarak kullanılırlar, dediler. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi." el-Kâfi'de, "Hayır, kim bir günah kazanır da..." ayeti ile ilgili olarak İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle dediği belirtilir: "Emir'ül-Müminin'in velâyetini inkâr ederlerse, sonsuza dek kalmak üzere ateş ehli olurlar." [c.1, s.429, h: 82] Ben derim ki: Buna benzer bir hadisi de Şeyh Saduk, el-Emalî adlı eserinde Peygamber efendimize (s.a.a) dayandırarak rivayet eder. Her iki rivayet de genel hükmün örneklerini sunma amacına yöneliktir. Nitekim yüce Allah velâyeti güzellik, iyilik olarak nitelendirmiştir: "De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabamı sevmenizi diliyorum. Kim bir iyilik işlerse onun iyiliğini arttırırız." (Şûrâ, 23) Bu rivayetlerde, Mâide suresinin ilgili ayetini ele alırken açıklayacağımız hususun dile getirilmiş olabileceği de muhtemeldir. Orada açıklayacağımız üzere velâyet, tevhit inancının gereği olan amelleri yerine getirmek demektir. Bunun Hz. Ali (a.s) ile bağlantılı olarak ele alınmasının sebebi ise, bu ümmetin içinde tevhit kapısını ilk açanın o olmasıdır. Bununla ilgili olarak yapacağımız açıklamayı bekleyin.
342 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 83-88 ..........................................................
83- Hani İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz. Anaya, babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı dosdoğru kılın. Zekât verin." Sonra siz, pek azınız hariç, (hakka) sırt çevirmiş olarak döndünüz.
Bakara Sûresi / 83-88 ......................................................... 343
84- Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz; kendinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız." diye söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrâr ettiniz ve buna tanıklık ediyorsunuz.
85- Sonra da sizler, o kişilersiniz ki, kendinizi (birbirinizi) öldürüyorsunuz. Bir bölüğünüzü yerinden yurdundan çıkarıyorsunuz. Onlara karşı, kötülükte ve düşmanlıkta bulunmak üzere yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu hâlde, (hem çıkarıyor, hem de) size esirler olarak geldiklerinde, fidye verip onları düşmandan kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar daha çetin bir azaba atılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
86- Onlar, ahireti dünya yaşayışına satmış kimselerdir. Onların ne azabı hafifletilir, ne de onlara yardım edilir.
87- Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik, onun arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Ruh'ul-Kudüs'le destekledik. Ne zaman bir peygamber size canlarınızın istemediği bir şey getirdiyse, onlardan bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.
88- Dediler ki, "Kalplerimiz perdelidir." Hayır, küfürleri yüzünden Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onun için çok azı inanır.
"Hani biz İsrailoğullarından şöyle söz almıştık..." Olağanüstü bir ifade tarzı ile önce üçüncü şahıs kipiyle söze başlanıyor. Daha sonra, "sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz" diyerek hitap ikinci şahsa yöneltiliyor. Ayrıca, ayet-i kerime başlangıçta yapılan ahdi hatırlatıyor. Söz konusu olan, tamamen sözlü bir antlaşmadır. Ardından üzerinde anlaşılan, söz alınan hususları sıralıyor ve haber kipi ile konuya giriyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz." İnşâ kipi ile de tamamlıyor: "İnsanlara güzel söz söyleyin." Bu tür bir ifade tarzına başvurulmasının sebebi, ayetlerin İsrail- oğullarına ilişkin kimi durumları yansıtmaları olsa gerektir. İfade
344 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
önce hitap şeklinde başlıyor. Çünkü bu tür bir ifade tarzı azarlama ve serzenişte bulunma anlamını da ifade eder. Ayetlerin akışı bu tür bir hitap şeklinde sürüyor. Daha sonra, Bakara kıssasının ardından, bizim de işaret ettiğimiz bir gerekçeden dolayı bu ayete gelene kadar hitap tarzı üçüncü şahıs kipi şeklinde bir değişikliğe uğruyor.
Burada da üçüncü şahıs kipi ile söze başlanıyor; ancak sözlü olarak gerçekleştirilen ahitleşmenin anlatımına geçilince, ifade hitap şeklini alıyor. Şöyle deniyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..."
Burada haber verme tarzında bir yasaklama türü söz konusudur. Bu tür bir ifade tarzının seçilmiş olması da konuya verilen önemi vurgulama amacına yöneliktir. Sanki yasaklayıcı, yasakladığı hususa dışarıda eksiksiz uyulacağından en ufak bir kuşku duymamaktadır. Söz vermek suretiyle yükümlülük altına giren şahsın ileride bu yasağa uyacağı, söz konusu fiili gerçekleştirmeyeceği hususunda bir endişe duymamaktadır. "Anayababaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz." ifadesinde de aynı şey söz konusudur. Bütün bunlar, haber niteliğinde emirlerdir.
Bunun yanı sıra, olayın anlatımından önce üçüncü şahısla ilgili ifade tarzından ikinci şahsa hitap tarzına geçiş yapılmış olması, konunun özüne dokunulmasına imkân sağlıyor. Böylece, "Namazı kılacaksınız, zekât vereceksiniz" dedikten sonra, "sonra siz döndünüz." denince, arada bir kopukluk söz konusu olmuyor. Böylece ayetlerin akışında bir ahenk sağlanıyor.
"Anaya, babaya iyilik..." ifadesi, ya emirdir ya da emir hükmünde haberdir. Bu durumda ifadenin açıklaması ya şöyle olur: "Anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara, iyilik ediniz." Ya da şöyle olur: "Anaya-babaya... iyilik edeceksiniz." İyilik edilecek gruplar önem derecesine göre sıralanmışlardır. Çünkü insanın kendi akrabaları başkasına göre kendisine daha yakındır. İnsanın ana-babası ise, varoluş ağacının dayandığı ve üzerinde boy attığı temeldir. Bu yüzden tüm akrabalar içinde insana en yakın olanlar onlardır. Akraba dışı gruplarda ise, iyiliğe en fazla lâyık olanlar yetimlerdir.
Yoksullara göre, daha çok hak sahibidirler. Çünkü küçüktürler ve bakımlarını üstlenecek kimseleri yoktur.
Bakara Sûresi / 83-88 .................................................... 345
"Yetimler" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: "Yetim", babası ölen çocuğa denir. Anası ölene ise "yetim" denmez. Bazıları, "İnsanoğlu açısından 'yetim', babası ölen çocuktur. Hayvanlar açısından ise, anası ölen yavruya 'yetim' denir." demişlerdir. "Mesakîn" ise, "miskîn"in çoğuludur ve hiçbir şeyi bulunmayan, düşkün yoksul demektir.
Ayetin orijinalinde geçen "hüsnen" ifadesi, mübalağa amaçlı sıfat anlamında mastardır. Diğer bazı okuyuş tarzlarında bu ifade, "hasenen" şeklinde okunmuştur. Bu durumda ise, sıfat-ı müşebbehe olur ve "insanlara güzel söz söyleyin" anlamını ifade eder. Bu da kâfir olsun, mümin olsun tüm insanlarla iyi ilişkiler içinde olmayı öngörür. İnsanlarla iyi ilişkiler içinde olmak, savaşa ilişkin hükümle çelişen bir durum değildir. Yani "savaş" ayetinin bu emri neshetmiş olması söz konusu değildir. Çünkü bunların her birinin kendine özgü yeri vardır. Onun için savaş emri, iyi ilişkiler içinde olma emriyle çelişmez. Nitekim terbiye etme amacına yönelik sert söz de "iyi geçinme" ilkesi ile çelişmez.
"Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz. " ifadesi, "Allah'tan başkasına kulluk ermeyeceksiniz" ifadesinde olduğu gibi inşâ tarzından haberdir. Ayetin orijinalinde geçen "tesfikûne" fiilinin kökü olan "es-sefk" kelimesi, "dökmek" demektir.
"Onlara karşı yardımlaşıyorsunuz." İfadenin orijinalinde geçen fiille bir kökten olan "muzahara" kelimesi, yardımlaşma demektir ve "zahîr" de yardım eden, arka çıkan demektir. Bu kelimenin kökü "sırt, arka" anlamında "zahr"dır. Çünkü yardım insanın arkasından gelir.
"Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu hâlde." İfadenin orijinalinde geçen "huve" zamiri, anlatma ve durum bildirmeye dönüktür. Tıpkı İhlâs suresinde yer alan "Kul huvellahu a-had" ayetinde olduğu gibi.
"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Yani fidye alma ile yurtlarından çıkarma durumlarının arasında ne fark vardır? Her ikisi de kitapta yer aldığı hâlde, neden fidyeye ilişkin hükmü uyguluyorsunuz da, insanları yurtlarından çıkarmaya ilişkin hükmü kulak ardı ediyorsunuz? Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz?
346 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
"Onun arkasından peygamberler gönderdik." İfadenin orijinalinde yer alan "kaffeyna" fiilinin mastarı olan "takfiye" kelimesi, ardışık olarak getirme, birini diğerinin peşinden gönderme demektir.
"Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik." Al-i İmrân suresinin ilgili ayetinde bu hususa ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
"Kalplerimiz perdelidir, dediler." Ayetin orijinalinde geçen "ğulf" kelimesi, "eğlef" kelimesinin çoğuludur ve "ğilâf" kökünden gelir. Yani "kalplerimiz perdelerin, örtülerin ve sargıların altında korumaya alınmıştır." Bu ifade şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye kalplerimiz örtüler içindedir." (Fussilet, 5) Bu ifade, söz konusu mesajı o kalplerin duymasının imkânsızlığından kinaye olarak kullanılmıştır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de, "İnsanlara güzel söz söyleyin." ifadesiyle ilgili olarak İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Sizin hakkınızda söylenmesini istediğiniz en güzel sözü söyleyin insanlara." [c.2, s.165, h: 10]
Yine el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir: "İnsanlara sadece hayır söz söyleyin ve ne dediğinizi bilmedikçe konuşmayın." [c.2, s.164, h: 9]
el-Meanî'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Size söylenmesini istediğiniz en güzel şeyi söyleyin insanlara. Çünkü yüce Al-lah müminlere karşı ağzı bozuk olanları, onlara sürekli lânet okuyanları, onları sözleriyle incitenleri, hayâsızları, hayâsızlığı yaygınlaştıranları ve ihtiyaçları için başkalarına ağız açanları sevmez. Buna karşılık hayalıları, güçleri yettiği hâlde sabrederek kötülüğü olgunlukla ve iyilikle savanları, iffetlileri ve haramdan kaçanları sever."
Ben derim ki: Buna benzer bir hadis de el-Kâfi'de başka bir kanaldan İmam Sadık'a (a.s) dayandırılarak rivayet edilmiştir. Ayyaşî de aynısını İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. el-Kâfi'de ikinci hadisin benzeri bir diğer hadis de İmam Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. Üçüncü hadisin bir benzerini de Ayyaşî İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet eder. Bu anlamlar, güzel sözün, söyleyen ve söylene-
Bakara Sûresi / 83-88 .................................................... 347
ceği zaman ve mekân açısından mutlak bırakılışından anlaşılmış olabilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir: "Yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) beş kılıçla göndermiştir. Bunlardan biri de zimmet ehlinin aleyhinedir. Yüce Allah, 'İnsanlara güzel söz söyleyin.' buyuruyor. Bu ayet zimmet ehli hakkında indi. Sonra bir başka ayetle neshedildi. Şu ayetle: Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşınız." [c.1, s.48, h: 66]
Ben derim ki: İmamın bu ifadesi, "söz" kelimesinin bir başka açıdan mutlak olduğu esasına dayanır. Bu açıdan kelime konuşmayı ve her türlü yaklaşımı kapsamına alır. "Ona ancak güzel söz ve hayır söyle" denildiği zaman, "Ona hayırdan ve güzellikten başka bir şey sunma. Ona sadece hayır ve iyilik dokundur." anlamı kastedilir. Ancak bunun için de, İmamın sözündeki neshin özel anlamda kullanılmış olması gerekir. Fakat bu ifadenin genel anlamda kullanılmış olması da mümkündür. Yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayeti neshetmez veya unutturmayız." (Bakara, 106) Aslında "nesh"in böyle genel anlamda kullanılması İmamların (a.s) sözlerinde çokça yer alır. Şu hâlde, bu ayetle savaş ayeti birbirleriyle kesişmemektedir.
348 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 89-93 ....................................................
89- Ne zaman ki, onlara Allah katından yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi, daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip dururlarken, o bildikleri kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.
90- Allah'ın, kullarından dilediğine kendi fazlından (vahiy) indirmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini inkâr ederek kendilerini ne alçak şeye sattılar. Böylelikle gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap var.
91- Onlara, "Allah'ın indirdiğine inanın." denince, "Biz, bize indirilene inanırız." derler ve ötesini inkâr ederler. Oysa, o, yanlarındakini doğrulayıcı olarak gelen hak kitaptır. De ki: "Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 349
öldürüyordunuz?"
92- Andolsun ki Musa, size açık deliller getirmişti. Sonra onun ardından zalimler olarak buzağıyı tanrı edindiniz.
93- Hatırlayın ki, sizden kesin söz almıştık, Tur Dağı'nı üstünüze yüceltmiştik. "Size verdiğimizi azimle tutun, dinleyin." demiştik. Onlar da "İşittik ve isyan ettik." dediler. İnkârları yüzünden kalplerine buzağı sevgisi içirildi (yerleştirildi). De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"
"Ne zaman ki, onlara Allah katından... bir kitap geldi." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "kitap"tan maksat Kur'ân-ı Kerim'- dir.
"Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip dururlarken." Arap kökenli kâfirlerin kendilerine yönelik saldırıları karşısında, Peygamberin görevlendirilişi ve hicret edişi ile bir zafer beklentisi içindeydiler. Bu zafer beklentisi, hicret öncesinde onlar tarafından sıkça dile getirilirdi. Arap kâfirleri bile bunu bilmekteydiler. Sürekliliği ifade eden "idi"li fiil ("yesteftihûne=zafer istiyorlardı) kullanılmasından bu anlaşılıyor. "O bildikleri kendilerine gelince..." Yani, ellerindeki kitapta sıfatları anlatılan peygamberin o olduğunu bildikleri, sıfatların ona tıpatıp uyduğunu gördükleri hâlde, onun peygamberliğini inkâr ettiler.
"Kendilerini ne alçak şeye sattılar." ifadesi bildikleri hâlde kâfir olmalarının sebebini açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, inkârlarının tek sebebi çekememezlik ve kıskançlıktır.
"Çekemezlikten" anlamını ifade eden "bağyen" kelimesi, türü bildiren mef'ulü mutlaktır. "Allah'ın vahiy indirmesini..." ifadesi de bu mef'ul ile ilgilidir. "Gazap üstüne gazaba uğradılar." Yani gazaba uğramış olarak döndüler. Ya da daha önce Tevrat'ı inkâr etmelerinden dolayı uğradıkları gazaba ek olarak bu sefer de Kur'ân'ı inkâr etmelerinden dolayı gazaba uğradılar.
Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler Peygamberimizin (s.a.a) gön-derilişinden ve hicret edişinden önce ona destekçiydiler ve
350 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
onunla, ona indirilecek kitapla zafer umuyorlardı. Ama ne zaman ki Hz. Peygamber onların yurtlarına konuk oldu ve kendisine Kur'ân inmeye başladı ve onlar da bunun kendisinin gelişi ile zafer istedikleri, gelişinin beklentisi içinde oldukları peygamber olduğunu iyice anladılar, o zaman içlerinde kıskançlık duygusu depreşmeye başladı, büyüklük kompleksine kapıldılar. Dolayısıyla sık sık sözünü ettikleri gerçeği inkâr ettiler, daha önce Tevrat'ı inkâr ettikleri gibi Kur'ân'ı da reddettiler. Küfür üstüne küfür kazandılar.
"Ötesini inkâr ederler." Yani Tevrat'tan sonra indirilen kitaplara inanmadıklarını açıkça ifade ederler. Yoksa onlar kendilerine indirilmiş bulunan Tevrat'a da inanmazlar; ama bunu açığa vurmazlar.
"De ki: Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri öldürüyordunuz?" İfadenin orijinalinde geçen "fe-lime" kelimesinin başındaki "fa" bağlacı, sonuçlandırmayı ifade eder. Dolayısıyla bu soru "bize indirilene inanırız" şeklindeki sözlerinin gerektirdiği bir sorudur. Yani: Eğer sizin "bize indirilene inanırız" şeklindeki sözünüz doğru ise, gerçeği ifade ediyorsa, peki neden Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz? Niçin Buzağıyı tanrı edinerek Hz. Musa'yı inkâr ettiniz? Neden sizden söz alınırken ve dağ üstünüze kaldırılmışken "İşittik ve isyan ettik." dediniz?
"İnkârları yüzünden kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi." İçirilmekten maksat, benimsetmektir, özümsetmektir. Buzağıdan da maksat, buzağı sevgisidir. Durumlarının vahametini gözler önüne ser-mek amacı ile böyle bir değişikliğe gidilmiştir. Sanki bizzat buzağı onlara içirilmiştir. "Fî kulûbihim=kalpleriniz" ifadesi de "el-icl=buza-ğı" ile ilgilidir. Şu hâlde bu ifadede iki tane istiare sanatı örneği vardır. Ya da bir istiare sanatı bir de mecaz sanatı örneği vardır.
"De ki... size ne kötü şey emrediyor!" Bu, peygamberleri öldürüşleri, Musa'yı inkâr edişleri ve isyan ettiklerini açıkça ifade edecek kadar küstahlaşmışlıklarından çıkarılan alay yollu bir sonuçtur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi..." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yahudiler Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.a) hicret edeceği yerin Ayr ve
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 351
Uhud arası bir yer olduğunu kitaplarında okumuşlardı. Bu yeri bulmak için yola çıktılar. Yolda Hadad denilen bir dağa rastladılar. Hadad ile Uhud fark etmez diyerek orada birbirlerinden ayrıldılar. Bir kısmı Teyma bölgesine, bir kısmı Fedek bölgesine, bir kısmı da Hayber bölgesine yerleşti. Teyma bölgesine yerleşenler bir süre sonra akrabalarını özlemeye başladılar. Bir gün Kaysoğullarından bir bedevî yurtlarından geçerken develerini kiraladılar. Bedevî, 'Sizi Ayr ve Uhud arasındaki bölgeye götürürüm.' dedi. Dediler ki: 'Oraya vardığın zaman bize haber ver.' Adam onları Medine topraklarına getirdiği zaman, 'Şu gördüğünüz Ayr, şu da Uhut'tur.' dedi. Yahudiler, develerden inip ona, 'Biz amacımıza ulaştık. Artık senin develerine ihtiyacımız kalmadı. Dilediğin yere gidebilirsin.' dediler." "Ardından Fedek ve Hayber'deki akrabalarına, 'Biz aradığımız yeri bulduk, bizim yanımıza gelin.' diye haber saldılar. Onlar da, 'Biz buraya yerleştik, mal-mülk sahibi olduk. Ama beklediğimiz olay gerçekleşirse hemen yanınıza koşarız.' diye cevap verdiler. Böylece Yahudiler Medine topraklarına yerleşip büyük bir zenginliğe kavuştular. Bu durumu Tubba haber aldı ve onlara saldırdı. Yahudiler savunmaya geçerek evlerine kapandılar. Tubba onları kuşatma altına aldı. Sonra onlara güvence verdi. Bunun üzerine Yahudiler onun yanına geldiler. Tubba, 'Beldeniz hoşuma gitti. Buraya yerleşmeden edemeyeceğim.' dedi. Yahudiler, 'Burası senin olamaz. Çünkü burası bir peygamberin hicret yurdudur. Peygamber buraya hicret edene kadar burası hiç kimsenin olamaz.' dediler. Tubba, 'Ben aranızda ailemden, o peygamber çıkınca kendisine yardım edecek, destek olacak kimseler bırakacağım.' dedi. İşte, Evs ve Hazrec kabileleri ondan sonra sahneye çıkmışlardır. Bu kabileler çoğalınca, Yahudilerin mallarına el koymaya başladılar. Bunun üzerine Yahudiler onlara, 'Muhammed (s.a.a) gönderildiği zaman sizi yurdumuzdan çıkarıp mallarımızı sizden alacağız.' diyorlardı. Ama Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilince (Evs ve Hazrec'den müteşekkil) Ensar ona inandı, Yahudiler ise, onun peygamberliğini inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın şu sözü buna işaret etmektedir: Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip duruyorlardı." [Tef-sir'ul-Ayyâşî, c.1, s.49, h: 69]
352 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hâtem ve Ebu Nuaym (ed-Delail'de) İbn-i Abbas'a dayanarak şu bilgileri aktarırlar: "Peygamberimizin gönderilişinden önce Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerine karşı onunla zafer isterlerdi. Yüce Allah onu Araplar arasından gönderince de onu reddettiler ve daha önce onunla ilgili olarak sarf ettikleri olumlu sözleri inkâr ettiler. Bunun üzerine Muâz b. Cebel, Bişr b. Ebu'l-Bera ve Davud b. Seleme onlara, 'Ey Yahudi topluluğu Allah'tan korkun ve Müslüman olun. Biz şirk içinde yaşarken sizler bize karşı Hz. Muhammed'le (s.a.a) zafer istiyordunuz. Onun gönderileceğini bize haber veriyor, sıfatlarını birer birer sayıyordunuz.' dediler. Bunun üzerine Nazıroğullarından Selâm b. Müşkem şöyle dedi: 'O bize bildiğimiz bir şey getirmiş değildir. Bizim size anlattığımız peygamber de o değildir.' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: Ne zaman ki, onlara Allah katından..."
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym ed-Delail'inde Ata ve Dahhak kanalı ile İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini bildirir: "Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilişinden önce Kurayza ve Nazır oğullarından Yahudiler Allah'tan zafer istiyor, kâfirlere karşı şöyle beddua ediyorlardı: 'Rabbimiz, Ümmî Peygamberin hakkı için senden yardım istiyoruz. Eğer onlara karşı bize yardım etmezsen, bize üstünlük sağlarlar.' Ama tanıdıkları zat - yani Hz. Muhammed- kendilerine gelince, onun beklenen peygamber olduğundan kuşku etmediler. Buna rağmen onu inkâr ettiler." Ben derim ki: Bu anlamları ifade eden rivayetler başka kanallardan da aktarılmıştır. Bazı tefsir bilginleri, sonuncu rivayet ve benzerlerine işaret ettikten sonra şöyle demişlerdir: "Bu rivayet senet bakımından zayıf ve aktarılan diğer rivayetlere muhalif olmasının yanı sıra anlam bakımından da doğru değildir. Çünkü Peygamberin şahsı -bazı rivayetlerde de hakkı için- yardım istemek meşru değildir. Çünkü hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur ki, bu hak adına Allah'a dua edilsin."
Bu yorum, hak ve yemin kavramlarının üzerinde gereği gibi durup düşünmemekten kaynaklanan bir yanılgıdır. Şöyle ki: Yemin, bir inşâ veya haberin saygın ve onurlu bir şeyin saygınlığı ve
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 353
onuruyla bağlantılı olarak ifade edilmesidir. Dolayısıyla sözel nispetin geçersizliği, yemin edilen şeyin saygınlığının ve onurunun geçersizliğine yol açar. Eğer söz bir haber ise, doğru olmadığının ortaya çıkması ve eğer emir ve yasak niteliğinde bir açıklama (inşâ) ise, bunlara uyulmaması ile, yemin edilen şey değer kaybına uğrar.
Söz gelimi, "Ömrüme andolsun ki, Zeyd ayaktadır." dediğin zaman sözünün doğruluğunu ömrünün ve hayatının onurluluğuna bağlı kılmış, bununla kayıtlamış olursun. Eğer sözün yalan çıkarsa, ömrün onurunu yitirmiş olur. Aynı şekilde, "Hayatıma andolsun ki, şöyle yap" veya "Sana hayatım üzerine yemin ediyorum ki, şöyle yapacaksın." dediğin zaman verdiğin emri hayatının onuru ile kayıtlamış olursun. Eğer muhatabın senin emrine uymayacak olursa hayatının onurunu ve ömrünün değerini yok etmiş olur. Bundan çıkan sonuca göre: Öncelikle; edebiyatçıların da belirttikleri gibi, bir ifadedeki en yüksek düzeyli vurgulama yöntemi yemindir.
İkincisi: Üzerinde yemin edilen şey, yemine konu olan şeyden onursal olarak daha üstün olmalıdır. Bir sözü onur ve saygınlık bakımından daha aşağı düzeyde olan bir şeyle pekiştirmenin bir anlamı olmaz. Yüce Allah kitabında kendi adına ve sıfatına yemin etmiştir. "Rabbimiz Allah'a andolsun.", "Rabbine andolsun ki, kesinlikle onları sorgulayacağız.", "İzzetine andolsun ki, muhakkak onları azdıracağım." gibi. Bunun yanı sıra peygamberine, meleklerine ve kitaplarına yemin etmiştir. Gök, yer, güneş, ay, yıldızlar, gece, gündüz, gün, dağlar, denizler, şehirler, insan, ağaç, incir ve zeytin gibi yaratıklar adına yemin içmiştir.
Bunun sebebi, bunların yüce Allah'ın onurlandırması ve saygın kılmasıyla gerçek bir saygınlığa ve onura sahip olmalarından başka bir şey değildir. Bunların her biri yüce Allah'ın mukaddes sıfatlarından birinin özelliklerini taşır. O'nun yüce zatının saygınlığının veya O'nun kutsal fiillerinin işaretlerini, izlerini yansıtır. Her onurlu O'nun zatının onuru ile onurludur. Öyleyse, içimizden dua eden herhangi biri, yüce Allah'tan bir şey istediği zaman yüce Allah'ın onurlandırdığı ve üzerlerine yemin ettiği bu yaratıklardan birinin adı ile istemesine engel olacak ne vardır? Resulullah'ı bu genel
354 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
hükmün dışına çıkaran, onu isimlerine yemin edilenler cümlesinden istisna eden, o söz konusu olunca işi zorlaştıran gerekçe nedir? Ömrüme andolsun ki, Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a) kesinlikle Allah katında Irak incirinden veya Şam zeytininden daha alt bir düzeyde değildir. Ulu Allah onun saygı değer kişiliğine şöyle yemin etmiştir: "Ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı." (Hicr, 72)
Şimdi gelelim "Peygamberin hakkı için Allah'tan bir şey istenmez" şeklindeki değerlendirmeye: Batılın karşıtı olan "hak" kavramı, zihnin dışında sabit olan gerçeği, sırf dışta sabit olan bir gerçek olması açısından ifade eder. Yer ve insan gibi. Kendi sınırları içinde sabit olan her şeye de "hak" denir. Malî ve sosyal haklar gibi. Çünkü bunlar toplumun nazarında sabit şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim gerek varoluş ve gerekse yasama ile ilgili olarak yüce Allah'ın gerçekleştirdikleri, sabitleştirdiklerinin dışında hak olduğu ileri sürülen her şeyi batıl ve geçersiz olarak nitelendirmiştir. Şu hâlde yasama alanında ve dinî toplumlarda hak olan, sadece yüce Allah- 'ın hak kıldığı şeylerdir. Mali haklar, kardeşlik hakları ve anababanın evlatları üzerindeki hakları gibi. Yüce Allah hiç kimsenin hükmünün etkisinde değildir; Hiçbir kimse yüce Allah'ı bir şey yapma durumunda bırakamaz. Nitekim, Mutezile ekolünün bazı kanıtlamalarından bu yönde eğilimler sezinlemek mümkündür. Ancak hukuk dilinde O'nun bir şeyi kendi üzerine hak kılması mümkündür. Böylece başkasının O'nun üzerinde bir hakkı olmuş olur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminleri kurtarmamız bizim üzerimizde bir haktır." (Yûnus, 103) "Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffât, 171-173)
Görüldüğü gibi ne tür bir yardım olacağı belli değildir ve herhangi bir şeyle sınırlandırılmamıştır. Şu hâlde, kurtarılma müminlerin Allah üzerindeki hakkıdır. Gönderilen peygamberlerin de Allah üzerindeki hakları yardım görmeleridir. Yüce Allah peygamberlerini bu şekilde onurlandırmış, onlara bu saygınlığı vermiştir. Do-
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 355
layısıyla onlara izafe edebileceğimiz haklar vardır. Şu hâlde onların hakkı için Allah'tan bir şey istemenin hiçbir mahzuru yoktur. Çünkü hakkı hak kılan, hakkı onurlandıran ve onurlu olan her şeye yemin eden O'dur.
Bu açıklamamızı anladığın zaman, yüce Allah'ı Peygamberine (s.a.a) veya Peygamberinin hakkına, aynı şekilde Allah'ın tertemiz velilerine veya onların haklarına yemine vermenin hiçbir sakıncası olmadığını anlarsın. Çünkü yüce Allah mutluluk yolunda, bununla ilgili her türlü yardım yöntemiyle onlara yardım etmeyi üzerine bir hak olarak almıştır. Nitekim bunun böyle olduğunu ayetlerde gördün. Dolayısıyla "Hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur." sözü anlamsızdır, dayanaktan yoksundur.
Evet, hiç kimsenin Allah üzerinde kendi etkisi ile gerektirdiği, kesinleştirdiği bir hakkı olamaz. Yani Allah başkasının verdiği hükümle yönlendirilemez. Bir başkası O'nu bir şeye zorlayamaz. Bu konuda kimsenin söyleyecek bir sözü de yoktur. Hiç kimse bir başkasının Allah'a dikte ettirdiği bir hak ile O'na dua edemez. Aksine, ancak O'nun bozulmaz vaadi ile üzerine aldığı hak adına O'- na dua edilebilir.
|
||
|