Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

356 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 94-99........................................................

 

94- De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu hoşlanmadığınız

şeylerden arı olarak, başka insanların değil de, yalnızca sizin ise

ve sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin."

 

95- Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı, ölümü

asla istemezler. Allah, zalimleri bilir.

 

96- Andolsun ki onları, insanların hayata en düşkünü, hatta

müşriklerden daha düşkün bulacaksın. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah, ne yaptıklarını görüyor.

 

97- De ki: "Kim Cibrîl'e düşman ise, bilsin ki o, Kur'ân'ı Allah'ın

izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı, inananlara yol gösterici

ve müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.

 

98- Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve

Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.

 

99- Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik. Onları fasıklardan

başkası inkâr etmez.

 

Bakara Sûresi / 94-99 ............................................... 357

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"De ki: Eğer Allah katında ahiret yurdu... başka insanların değil de,

yalnızca sizin ise..." Yahudiler, "Ateş yalnızca sayılı birkaç gün bize

dokunacak." diyorlardı. "Allah'ın indirdiğine inanın." çağrısına da,

"Biz bize indirilene inanırız." diye cevap veriyorlardı. Bu sözleri,

bütün insanlar arasında sadece kendilerinin ahirette kurtulacaklarına,

ahiretteki kurtuluş ve mutluluklarının helâk ve mutsuzlukla

gölgelenmeyeceğine inandıklarını gösteriyordu. Çünkü asılsız iddialarına

göre, onlar sadece birkaç sayılı gün azap göreceklerdi.

Bu da buzağıya taptıkları günlerin karşılığıydı. Yüce Allah onlara

öyle bir cevap veriyor ki, iddialarının asılsızlığı ve bu husustaki kesinkes

dile getirdikleri şeyin yanlışlığı açıkça ortaya çıkıyor.

 

"De ki: Eğer ahiret yurdu sizin ise..." Yani eğer ahiret yurdunun

mutluluğu sadece size özgü ise. Hiç kuşkusuz bir eve, bir yurda

sahip olan kimse, orada istediği gibi hareket eder. Ondan mutluluğun

ve güzelliğin en son sınırına kadar yararlanır. "Allah katında."

Yani Allah katında sabitleşmiş, O'nun hükmü ve izniyle. Bu

tıpkı şu ayeti kerimeye benziyor: "Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i

İmrân, 19) Ayetin orijinalinde geçen "haliseten" ifadesi, "hoşlanmadığınız

azap, horlanma ve benzeri onur kırıcı uygulamalardan, arı

olarak" demektir. Çünkü iddianıza göre, orada sadece birkaç gün

azap göreceksiniz.

 

"Başka insanların değil." Böyle düşünmenizin sebebi, sizin dininizin

dışındaki tüm dinlerin batıl olduğunu iddia etmenizdir.

"Sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin." ifadesi, "De

ki: Ey Yahudiler, eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah'ın

dostları olduğunuzu sanıyorsanız, o hâlde ölümü temenni edin."

(Cum'a, 6) ayetine benziyor. Bu tür bir öneri, onları etkisini hemen

gösteren, hiçbir kuşku götürmeyen fıtrî bir gerçeğin kaçınılmaz

gereği ile yüz yüze getirme amacına yöneliktir. Çünkü bütün

insanlar, hatta bilinç sahibi tüm canlılar, rahatlık ve zorluk

arasında bir tercih yapma durumunda bırakıldıklarında hiç

tereddütsüz ve kıvırmasız rahatlığı seçerler. Sıkıntılı ve bulanık bir

hayat ile berrak ve arı bir hayattan birini seçme önerisi karşısında

kesinlikle esenlik dolu berrak, arı-duru hayattan taraf tercihlerini

koyarlar. Böyle birisi söz gelimi meşakkatli, mutsuzluk verici,

aşağılık bir hayatla sınansa yine de öteki temiz, arı ve berrak

 

358 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yine de öteki temiz, arı ve berrak hayatı ister. Onun özlemiyle tutuşur,

dilinde hep o hayatın adı ve çabası, hep o hayata kavuşmaya

yönelik olur.

 

Şayet, ahiret mutluluğunun diğer insanlardan ayrı olarak sırf

kendilerine ait olduğu şeklindeki iddialarında samimi iseler, kalp,

dil ve tavır olarak bu mutluluğu temenni etmeleri gerekir. Ama

kesinlikle böyle bir temennide bulunmazlar, peygamberleri öldürdükleri,

Hz. Musa'yı inkâr ettikleri, sözleşmelerini bozdukları için.

Allah zalimleri herkesten daha iyi bilir.

 

"Ellerinin yapıp öne sürdüğü..." ifadesi, yaptıkları amellerden kinaye

olarak kullanılmıştır. Çünkü amellerin büyük çoğunluğu el

aracılığı ile gerçekleştirilir. Daha sonra bu ameller, onlardan yararlanacak

veya onları isteyen kimseye sunulur. Dikkat edilirse bu ifadede

iki özentiyle karşı karşıyayız: Birincisi; fiiller el sahiplerine

değil, ellere izafe edilmiştir: İkincisi, tüm fiiller ellerin işlediği ameller

olarak nitelendirilmiştir.

 

Kısacası, insanın amelleri, özellikle sürekli sergilediği tavırlar,

vicdanının derinlerinde sakladığı, kişiliğinin ayrılmaz parçası hâline

gelen niteliklerini ortaya koyan en güzel ve en tartışmasız kanıtlardır.

Kötü ameller, çirkin hareketler, ancak Allah'la buluşmak

arzusundan, onun dostlarının yurtlarına girmekten kaçınan kötü

ve çirkin batından kaynaklanır.

 

"Onları, insanların hayata en düşkünü bulacaksın." Bu ifade yüce

Allah'ın, "Ölümü asla istemezler." şeklindeki sözünü açıklayıcı bir

kanıt olarak sunuluyor. Yani onların ölümü arzulamadıklarının kanıtı,

insanlar arasında şu dünya hayatına en düşkün olanların onlar

olduğudur. Çünkü dünyada ahiret yurdunu arzulamanın önündeki

tek engel hayata düşkünlüktür, toprağa bağlılıktır. İfadede

"hayat" kelimesinin belirsiz bırakılması, dünya hayatını küçümseme

amacına dönüktür. Nitekim yüce Allah bir ayette de şöyle

buyuruyor: "Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey

değildir. Ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, keşke bilselerdi."

(Ankebût, 64)

 

"Ve müşriklerden..." Anlaşılan, bu ifade "nas=insanlar" ifadesine

matuftur. Buna göre anlam şöyle olur: Onların müşriklerden daha

çok hayata tutkun olduklarını göreceksin.

 

Bakara Sûresi / 94-99 ...................................... 359

 

"Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir." Anlaşılan,

ifadenin orijinalindeki "ma" olumsuzluk edatıdır. "Huve" zamiri ise,

ya durum bildirme ve anlatma içindir ki, o zaman "en yuemmer=

yaşatılması" mübteda, "bi-muzehzihihi=uzaklaştıracak"

ifadesi de haberi olur. Ya da "huve" zamiri yüce Allah'ın, "her biri

ister ki..." sözünün ifade ettiği anlama dönüktür. Bu durumda, "Onun

istediği şey kendisini azaptan uzaklaştıracak değildir." şeklinde

bir anlam elde edilmiş olur. "En yuemmer=yaşatılması" sözü

de zamirin dönük olduğu şeyin açıklayıcı konumuna gelir.

Bunun ışığında ayeti genel olarak açıklayacak olursak şöyle

bir anlam çıkar: Onlar asla ölümü arzu etmezler. And içerim ki, insanlar

arasında şu aşağılık, şu rezil, şu değersiz ve insanları mutluluk

kaynağı, tertemiz ahiret hayatından alıkoyan dünya hayatına

en tutkun olanların Yahudiler olduğunu göreceksin. Onlar ölümden

sonra dirilişe, haşre inanmayan müşriklerden daha çok hayata

düşkündürler. Kaldı ki müşrikler onların her biri en uzun ömrü

yaşamak ister. Ama en uzun ömür bile onu azaptan uzaklaştıracak

değildir. Çünkü dünyada sürdürülen ömür, ne kadar uzun da

olsa sonuçta sınırlıdır, belli bir sürenin dolması ile sona erer.

"Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın." Yani en uzun ve en fazla ömrü

yaşasın. Dolayısıyla "bin" sayısı çokluktan kinayedir. Çünkü Arap

dilinde bileşik olmayan en yüksek sayı adı "bin"dir. Bundan fazlası

iki sayı adının bileşkesi veya birinin tekrarı şeklinde ifade edilir.

On bin; yüz bin, bin bin, gibi.

 

"Allah ne yaptıklarını görüyor." "el-Basir", yüce Allah'ın güzel isimlerindendir. Görülecekleri bilmek, demektir. Dolayısıyla bu isim,

alîm yani "bilen" isminin bir dalıdır.

 

"De ki: Cibrile kim düşman ise, bilsin ki, o, Kur'ân'ı Allah'ın izniyle

senin kalbine indirmiştir." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla

bu ayet Yahudilerin sarf ettikleri bir söze cevap olmak üzere inmiştir.

İfadeden anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler Peygamber efendimize

(s.a.a) indirilen Kur'ân'a inanmaya yanaşmamışlar ve bu

tavırlarına gerekçe olarak da vahyi indiren Cebrail'e düşman olduklarını

göstermişlerdi. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın her iki ayette

hem Kur'ân ve hem de Cebrail adına cevap vermesidir. Ayetin

iniş sebebi ile ilgili aktarılan rivayet de bunu pekiştirir nitelik-

 

360 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tedir. Önce onların "Biz Kur'ân'a inanmayız, çünkü biz onu indiren

Cebrail'e düşmanız." sözlerine cevap verilmiştir. Şöyle ki:

Bir kere: Cebrail Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir.

Kendi yanından değil. Dolayısıyla onların Cebrail'e düşman oluşları,

Allah'ın izniyle sana indirilmiş bulunan kelâma inanmaktan

kaçınmalarını gerektirmez.

 

İkincisi: Bu Kur'ân onların yanındaki hak içerikli kitabı doğrulamaktadır.

Dolayısıyla bir şeye inanıp da onu doğrulayana inanmamak

anlamsızdır.

 

Üçüncüsü: Bu Kur'ân kendisine inananlara yol göstericilik yapar.

Dördüncüsü: Kur'ân bir müjdedir. Akıllı bir insan düşmanı tarafından

sunuldu diye doğru yol kılavuzundan sapar mı? Kendisine

ulaştırılan müjdeye ilgisiz kalır mı?

 

Onların "Biz Cebrail'e düşmanız." şeklindeki sözlerine de şu

şekilde cevap verilmiştir: Cebrail ancak bir melektir. Tıpkı Mikâil

ve diğer melekler gibi, Allah'ın kendisine yönelttiği emirleri eksiksiz

yerine getirmekten başka bir iş görmez. Onlar saygın kılınmış

kullardır. Allah'ın kendilerine yönelttiği emirlere karşı çıkmazlar.

Emredilenleri yaparlar. Allah'ın peygamberleri de öyle, onların

yaptığı Allah adına ve O'nun direktifleri doğrultusunda hareket

etmektir.

 

Dolayısıyla meleklere ve peygamberlere düşman olmak, onlara

buğzetmek, Allah'a düşman olmak, O'na buğzetmek anlamına

gelir. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve

Mikâil'e düşman olursa, Allah da onun düşmanıdır. İşte bu iki

ayet, değindiğimiz bu cevapları içermektedir.

 

"O, Kur'ân'ı... senin kalbine indirmiştir." Bu ifadede birinci tekil

şahıs anlatımından ikinci tekil şekline bir geçiş yaşanıyor. İfadenin

normal akışı göz önünde bulundurulacak olursa: "O, Kur'ân'ı benim

kalbime indirdi." şeklinde bir ifade kullanılmış olması gerekiyordu.

Fakat hitaba yönelik bir değişiklik gerçekleşiyor ki, bununla

güdülen amaç, "nasıl ki, Kur'ân'ın indirilişinde emirleri eksiksiz yerine

getirmekle yükümlü Cebrail'in bir etkinliği bulunmuyor, aynı

şekilde Kur'ân'ı algılayıp duyurma işinde Hz. Peygamberin de bir

etkinliği söz konusu değildir" gerçeğini vurgulamaktır. Hz. Pey-

 

Bakara Sûresi / 94-99 ...................................... 361

 

gamberin kalbi yalnızca vahyi algılayan bir kaptır. Vahyin mahiyeti

üzerinde bir etkinliği söz konusu değildir. O sadece tebliğle yükümlüdür.

Bil ki, bu ayetlerin sonlarında çeşitli şekillerde iltifat sanatı,

yani hitapta şahıs değişikliği söz konusudur. Ayetlerin akışı içinde

temel hitap ise İsrailoğullarına yöneliktir. Ne var ki, hitabın temel

niteliği muhatabı azarlama ve yerme olur, söz de uzarsa konuşanın

bir yolla muhatapla konuşmanın kendisine bıkkınlık verdiğini,

muhatabı önemsemediğini hissettirmesi, bildirmesi yerinde olur.

Bu durumda usta bir konuşmacı zaman zaman konuşmasının

akışını değiştirip hitaptan üçüncü şahsa, üçüncü şahıstan hitaba

geçiş yapar. Bununla onları konuşturmaktan, onlara hitap etmekten

hoşlanmadığını, onların buna lâyık olmadığını, buna rağmen

onların aleyhine olmak üzere gerçeği açığa çıkarmak için de onlara

hitap etme gereğini de duyduğunu ortaya koyar.

 

"Allah kâfirlerin düşmanıdır." Burada zamir yerine "kâfirler" ifadesi

kullanılmıştır. Buradaki incelik de yüce Allah'ın bu hükmünün

sebebine dikkat çekmektir. Sanki şöyle denmek isteniyor: "Allah

onlara düşmandır. Çünkü onlar kâfirdirler ve Allah da kâfirlerin

düşmanıdır."

 

"Onları fasıklardan başkası inkâr etmez." Bu ifade küfrün sebebini

ortaya koyuyor ki, bu fısktır. Yani onlar fasık oldukları için kâfir

olmuşlardır.

 

Ayetin orijinalinde geçen "el-Fasikûn=fasıklar" kelimesinin başındaki

harf-i tarifin hatırlatma için olması uzak bir ihtimal değildir.

Bu durumda surenin başındaki şu ifadeye göndermede bulunulmuş

oluyor: "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır. Onlar ki,

Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten

sonra bozarlar."

 

Hz. Cebrail'e, onun Kur'ân'ı Peygamber efendimizin (s.a.a)

kalbine indirişinin mahiyetine, ayrıca Mikâil ve diğer meleklere ilişkin

bilgilere yeri gelince değineceğiz.

 

AYETLERLE İLGİLİ BİR HADİS

 

Mecma'ul-Beyan'da belirtildiğine göre, "De ki: Kim Cibril'e

düşman olursa..." ayeti ile ilgili olarak İbn-i Abbas'ın şöyle dediği

 

362 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bildirilir: "Bu ayetin iniş sebebi şu olaydır: Fedek bölgesinde yaşayan

bir Yahudi grubu ile birlikte İbn-i Suriya Medine'ye gelip Peygamberimizin

(s.a.a) huzuruna çıktı. Ona, 'Ya Muhammed, nasıl

uyuyorsun? Çünkü ahir zamanda gönderilecek peygamberin uykusunun

mahiyeti ile ilgili bazı bilgilere sahibiz.' dediler. Peygamberimiz,

'Gözlerim uyur, ama kalbim uyanıktır.' dedi. 'Doğru söyledin

ya Muhammed.' dediler. 'Bize bildir bakalım çocuğun erkekten

midir, yoksa kadından mı?' Peygamberimiz, 'Kemikler, sinirler ve

damarlar erkektendir. Et, kan, tırnaklar ve saç ise kadındandır.'

dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed.' dediler. 'Peki nasıl oluyor

da çocuk amcalarına benziyor; ama dayılarına hiç benzerlik

göstermiyor ya da dayılarına benziyor da dayıları ile aralarında bir

benzerlik olmuyor?' Peygamberimiz, 'Hangisinin suyu üst olursa,

çocuk onun tarafına benzer.' dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed.

Şu hâlde bize Rabbini anlat, kimdir ve nedir O?' dediler."

"Bunun üzerine yüce Allah, 'Kul huvellahu ahad...' suresini

indirdi. Daha sonra İbn-i Suriya ona dedi ki: 'Bir husus daha var,

eğer onu açıklarsan sana inanıp uyacağım. Allah'ın sana indirdiğini

hangi melek sana getiriyor?' Peygamberimiz, 'Cebrail.' dedi.

Bunun üzerine adam, 'O bizim düşmanımızdır. Savaş, şiddet ve

harp emirlerini indirir. Mikâil ise, kolaylık ve bolluk indirir. Eğer

sana gelen melek Mikail olsaydı, kesinlikle sana inanırdık.' dedi."

 

Ben derim ki: Resulullah (s.a.a), "Gözlerim uyur; ama kalbim

uyanıktır." buyuruyor. Şiî ve Sünnî kanallardan gelen bilgilere göre,

Peygamberimiz uyurdu, ama kalbi uyumazdı, yani uykunun etkisiyle

kendinden habersiz olmazdı. Uykudayken uyuduğunu, gördüklerinin

rüya olduğunu, bunları uyanık olarak görmediğini biliyordu.

Ruhlarını arındırmaları ve bütünüyle Rablerinin yüce makamını

anmaları durumunda salih insanlarda da böyle durumlar

kimi zamanlarda meydana gelebilir. Çünkü ruhun, Rabbinin yüce

makamını olanca görkemiyle algılaması, onun dünya hayatındaki

durumlarından ve Rabbine olan bağlılığından gaflet etmesine

mani olur.

 

Böyle bir müşahede sonucu şu gerçek ortaya çıkıyor: İnsanoğlu

bu dünya hayatında ister insanların uyku dedikleri durumda olsun,

ister uyanıklık durumunda olsun, o aslında bir tür uyku orta-

 

Bakara Sûresi / 94-99 ...................................... 363

 

mında bulunmaktadır. İnsanlar içinde bulundukları duyusal ortamla

bütünleşmiş, doğal ortama uymuşlardır. Kendilerini uyanık kabul

etseler bile, uykudadırlar onlar. Nitekim Hz. Ali (a.s) "İnsanlar

uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." diyor.

 

İleride bu konuda daha geniş bilgi vereceğimiz gibi, yeri geldikçe

Hz. Ali'den rivayet edilen bu hadisin diğer bölümlerini de ele

alacağız, inşaallah.

 

364 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 100-101 ..................................................

 

100- Ne zaman bir ahit yaptılarsa, içlerinden bir gurup ahdi

kaldırıp atmadı mı? Doğrusu şu ki, onların çoğu iman etmezler.

 

101- Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayan

bir elçi gelince, kitap verilmiş olanlardan bir grup, Allah'ın

kitabını, sanki bilmiyorlarmış gibi, sırtlarının arkasına attılar.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"...ahdi kaldırıp atmadı mı?" Ayetin orijinalinde geçen "nebeze"

kelimesinin kökü olan "nebz", atmak demektir.

 

"Allah tarafından kendilerine... bir elçi gelince..." Bundan maksat

Peygamber efendimizdir (s.a.a), onlara gelen ve yanlarındaki kitabı

tasdik eden her peygamber değil. Çünkü yüce Allah'ın, "kendilerine

bir elçi gelince..." ifadesinde sürekliliğe yönelik bir işaret

bulunmuyor. Tersine, bu ifadede söz konusu tavrın bir kereye

mahsus olmak üzere gerçekleştiği anlaşılıyor.

 

Ayet-i kerime bir yandan da, Tevrat'ta yer alan Peygamberimize

ilişkin müjdeler içeren ifadeleri gizlemeleri, ellerindeki kitabı

doğrulayıcı niteliğe sahip olan kitaba inanmamaları suretiyle gerçeğin

karşısında yer almalarına da işaret ediyor.

 

 

Bakara Sûresi / 102-103 ................................................. 365

 

102- Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların

uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman küfre gitmemişti.

Fakat o şeytanlar, küfre gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı. Ve

yine onlar, Babil'de Harut ve Marut adlı meleklere indirilene uydular.

Oysa o ikisi (Harut ve Marut), "Biz bir imtihan vesilesiyiz;

sakın küfre gitme!" demedikçe, kimseye bir şey öğretmiyorlardı.

Onlar, o ikisinden, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yarar vereni değil, zarar vereni

öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları

şey, ne kötüdür. Keşke bilselerdi.

 

103- Eğer onlar iman edip korunsalardı, elbette Allah katından

verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.

 

366 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında (onlar), şeytanların uydurdukları sözlere uydular." Tefsir bilginleri arasında bu ayetin yorumu ile ilgili olarak ilginç denecek düzeyde görüş ayrılıkları meydana

gelmiştir. Diyebiliriz ki, Kur'ân-ı Kerim'in bir başka ayeti üzerinde

bu düzeyde görüş ayrılıkları baş göstermemiştir. "Uydular" fiilindeki

zamirin kimlere dönük olduğu hususunda görüş ayrılığı var:

"Burada Hz. Süleyman dönemindeki Yahudilere mi, yoksa

Resulullah efendimiz dönemindeki Yahudilere mi ya da hepsine

mi işaret ediliyor?" diye. (Mealde "uydurdukları" diye geçen orijinaldeki)

"tetlû" ifadesi de ihtilâf konusudur: Acaba şeytanların uygulayıp

işledikleri mi, yoksa okudukları mı, kastedilmiştir? "Şeytanlar"

deyimi hakkında da değişik görüşler ileri sürülmüştür: Acaba

bunlar cin kökenli şeytanlar mıdır, yoksa insan kökenli şeytanlar

mıdır veya her iki türün şeytanları mıdır?

 

Orijinalindeki "alâ mulk-i Süleyman" ifadesinin anlamı da tartışılan

bir konudur. Bir kısım tefsir bilginine göre, bunun anlamı

"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında"dır. Bir kısmına göre de ifadenin

anlamı, "Süleyman'ın hükümranlık döneminde"dir. Diğer bir

grup da, "Süleyman'ın hükümranlığı üzerinde" anlamı kastedilmiştir,

şeklinde bir görüş ileri sürmüşlerdir. Bu gruptaki bilginlerin

bu yaklaşımlarının temel dayanağı, ifadedeki "alâ" harf-i cerrinin

zahirî anlamındaki "üzerinde"lik unsurunu göz önünde bulundurmaktır.

İfadenin anlamı, "Süleyman'ın hükümranlık dönemi üzerinde"

şeklindedir, diyenler de olmuştur.

 

İhtilâfa konu olan ifadelerden biri de, "Fakat o şeytanlar küfre

gittiler" ifadesidir. Bir kısım âlime göre, onlar sihri insanlara gösterdikleri

için kâfir olmuşlardır. Bazıları da, şeytanlar sihri Hz.

Süleyman'a mal ettikleri için küfre gitmişlerdir, şeklinde bir görüş

ileri sürmüşlerdir. Diğer bazılarına göre, şeytanlar sihir yaptılar,

dolayısıyla sihir, küfür şeklinde ifade edildi.

 

"İnsanlara büyü öğretiyorlardı." ifadesi üzerinde de farklı görüşler

ortaya atılmıştır. Bazıları, şeytanlar insanlara büyü yapıyorlardı,

böylece onlara öğretmiş oluyorlardı, demişlerdir. Bazı bilginlerin

ifadenin anlamına ilişkin görüşleri ise şöyledir: Şeytanlar in-

 

Bakara Sûresi / 102-103 ....................................... 367

 

sanlara büyünün nerede olduğunu gösterdiler. Büyü Hz. Süleyman'ın

tahtının altında gizliydi. Onu oradan çıkarıp öğrendiler.

 

"Harut ve Marut adlı meleklere indirilen" ifadesi hakkında da

değişik görüşler benimsenmiştir. Bazıları orijinal ifadedeki "ma

unzile" cümlesindeki "ma" edatı mevsuledir ve "ma tetlû" ifadesine

matuftur, demişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, "ma" edatı

mevsuledir ve hemen öncesindeki "es-sihr" kelimesine matuftur.

Yani söz konusu ifadenin anlamı: "İnsanlara iki meleğe indirileni

öğretiyorlardı, şeklindedir" demişlerdir. Bazı âlimlere göre "ma"

edatı olumsuzluk bildirir, başındaki "vav" harfi ise, önceki ifadeye

atfetmek için değil, yeni bir cümleye başlandığını bildirmek içindir.

Bu durumda ifadeye şöyle bir anlam vermek gerekir: "Yahudilerin

ileri sürdükleri gibi Harut ve Marut adlı iki meleğe sihir indirilmiş

değildir."

 

"İndirme" fiili üzerinde tartışma meydana gelmiştir. "Gökten

indirme" kastediliyor, diyenler olduğu gibi, yeryüzünün yüksek yerlerin-

den indirme, kastediliyor, diyenler de olmuştur.

 

"İki melek" ifadesi üzerinde de tartışma meydana gelmiştir.

Bazılarına göre bunlar gökteki meleklerdendiler. Bazıları ise, ifadeyi

"melikeyn" şeklinde okuyarak, bunlar insandılar ve kraldılar,

demişlerdir. Genelde olduğu gibi, "melekeyn" şeklinde okunması

hâlinde bile, bununla "iki salih insan" ya da "salih gibi görünen iki

insan" kastedilmiştir, demişlerdir.

 

"Babil" deyimi üzerinde de farklı görüşler ortaya atılmıştır.

"Bu, Irak'taki Babil'dir" diyenlerin yanı sıra bazıları da, "Bu,

Demavend'teki Babil'dir" demişlerdir. Bundan maksat, Nusaybin'-

den Re'sü'l-Ayn'e kadar uzayan bölgedir, diyenler de olmuştur.

"Öğretiyorlar." Bir kısım tefsir bilginine göre "alleme=bildirdi"

fiili asıl anlamında kullanılmıştır; bir kısmı ise, "a'leme=bildirdi"

anlamında kullanılmıştır, demişlerdir.

 

Bir ihtilâf konusu da "küfre gitme" ifadesidir. Sihir yapmak

suretiyle küfre gitme, şeklinde bir yorum getirenlerin yanı sıra, bir

kısım âlim de, sihir öğreterek küfre gitme, şeklinde bir yorum getirmişlerdir.

 

Her iki anlam da kastedilmiştir, diyenler de olmuştur.

"O ikisinden... öğreniyorlardı." deyimi de ihtilâflıdır. Bazıları "ikisi"

nden maksat, Harut ve Marut adlı meleklerdir, demişlerdir;

 

368 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bazıları da, "sihir ve küfür" kastedilmiştir, görüşündedirler. Bir üçüncü

grup da, bu ifadeyle iki meleğin öğrettiklerinin yerine onlar

o iki meleğin yasaklamasına rağmen erkekle karısının arasını açacak

şeyler öğreniyorlardı, şeklinde bir görüş benimsemiştir.

 

"Erkekle karısının arasını açacak şeyler" cümlesi de farklı biçim-

lerde yorumlanmıştır. Yani, "Karı-koca arasında sevgi veya

nefret oluşturacak şeyler" diyenlerin yanı sıra, "Onlar eşlerden birini

baştan çıkarıyor, onu küfür ve şirke yöneltiyorlardı, din değişikliğinden

dolayı karı koca birbirlerinden ayrılmak durumunda kalıyorlardı."

diyenler de olmuştur. Bazıları, "Onlar eşler arasında şüphe

ve güvensizlik yayarak sonuçta onları ayrılmağa yöneltiyorlardı."

demişlerdir.

 

Buraya kadar sunduklarımız, kıssayı anlatan ayetteki ifadelere

ilişkin görüş ayrılıklarından bir demetti. Bunun dışında kıssanın

mahiyeti ile ilgili ihtilâflar da söz konusudur: Bu kıssa gerçekten

olmuş mudur? Yoksa temsilî bir kıssa mıdır bu? Ya da başka bir

durum mu söz konusudur? gibisinden. Sözünü ettiğimiz ihtimallere

ilişkin bazı rakamlar diğer bazısı ile çarpıldığı zaman ihtimaller

akıl almaz bir sayısal düzeye çıkıyor. Yaklaşık bir milyon iki yüz

altmış bin (1.260.000) ihtimal ortaya çıkıyor. (4x39x24)

Allah'a andolsun ki, bu ayet Kur'ân'ın olağanüstü ifade tarzının

akıllara durgunluk veren örneklerinden biridir. Ayet-i kerimede akılların

dehşetten donakalacağı, kafaların allak-bullak olacağı kadar

ihtimaller söz konusu olmakla birlikte sözel yapısının göz kamaştırıcı

güzelliğini aynen korumakta, fesahat ve belâgat açısından

en ufak bir helâl görülmemektedir. Bunun bir benzerini de şu

ayet-i kerimede göreceksin: "Rabbinden apaçık bir delil üzerinde

bulunan, onu yine ondan bir delil izleyen ve ondan önce bir önder

ve rahmet kılavuzu olarak Musa'nın kitabı bulunan kimse, onlar

gibi midir?" (Hûd, 17)

 

Yaptığımız bu açıklamadan sonra şunu demek gerekir: Ayetin

akışı Yahudilerin bir diğer özelliklerini gözler önüne seriyor. Sihrin

aralarında yaygın biçimde başvurulan bir yöntem olduğunu

sergiliyor. Bu tutumlarına gerekçe olarak, bildikleri bir veya iki

kıssaya dayanıyorlardı. Bu kıssalarda Süleyman Peygamberden ve

Babil'e inen Harut ve Marut adlı meleklerden söz ediliyordu. Şu

 

Bakara Sûresi / 102-103 ...................................... 369

 

hâlde ayet-i kerime Yahudiler arasında yaygın biçimde anlatılan

bir kıssaya göndermede bulunuyor.

 

Ne var ki, Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'in de tanımladığı gibi gerçekleri

tahrif etme, ellerindeki bilgileri değiştirme eğiliminde

kimselerdirler. Ne inanmalarına, ne de tarihsel bir kıssayı tahrif etmeden,

değiştirmeden sunmalarına güvenilmez. Bu, onların karakteristik

özellikleridir. Her fırsatta kendi çıkarlarına olan söz ve

davranışlar sergilemekten geri durmazlar. Ayetin satır aralarında

buna ilişkin işaretler yeterli derecede belirgindir.

 

Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler yaygın biçimde

sihir yapıyor, sihirle ilgileniyorlardı. Bunu da Hz. Süleyman'a

mal ediyorlardı. Çünkü iddialarına göre Hz. Süleyman krallığını,

cinler, insanlar, vahşî hayvanlar ve kuşlar üzerindeki egemenliğini,

olağanüstü gelişmelere yol açma yeteneğini sihir sayesinde elde

edebilmişti. Bildikleri sihrin bir kısmını ona mal ediyorlardı. Diğer

bir kısmın da Babil'deki Harut ve Marut adlı meleklere mal ediyorlardı.

Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın sihirle ilgilenmediğini belirterek

onlara cevap veriyor, bu yaklaşımlarının asılsızlığını vurgulayarak

reddediyor. Hem nasıl olabilir ki, sihir Allah'ı inkâr demektir;

evrende yüce Allah'ın koyduğu normal düzenin tersine uygulamalarda

bulunmak demektir. Yüce Allah'ın canlılara bahşettiği algı

ve duyu organlarını yanıltarak, yanlış yargılara yöneltmektir. Süleyman

kâfir olmadı. O, Allah tarafından küfür ve günahlardan korunan

bir peygamberdir. Ulu Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar küfre gittiler.

İnsanlara büyü öğretiyorlardı... Andolsun, onu satanın,

ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı." Hz. Süleyman,

kendisine sihir ve küfür izafe edilmeyecek kadar üstün ve kutsal

bir kişiliktir.

 

Yüce Allah kitabının birçok yerinde; bu sureden önce Mekke'-

de inen En'âm, Enbiyâ, Neml ve Sâd gibi surelerde onun üstün bir

konuma sahip olduğunu vurgulamıştır. Buralarda belirtildiğine göre,

Hz. Süleyman salih bir kul, Allah tarafından gönderilmiş bir

peygamberdir. Allah ona bilgi ve hikmet vermiştir. Ona öyle bir

hükümranlık bahşetmiştir ki, ondan sonra hiç kimse, böylesine

 

370 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

göz kamaştırıcı, akıllara durgunluk verici bir egemenlik elde edememiştir.

O, kesinlikle sihirbaz değildir. Bu, şeytanların uydurup

insanlar arasındaki dostlarına fısıldadıkları asılsız bir kuruntu,

güvenilmez bir hurafedir ve onlar da insanlara sihir öğrettikleri için

kâfir olmuşlardır.

 

Kur'ân-ı Kerim Yahudilerin Babil'e inen Harut ve Marut adlı

meleklere ilişkin değerlendirmelerini de şu şekilde cevaplandırıyor:

"Eğer yüce Allah onlara bunu indirmişse, hiç kuşkusuz bu, insanları

sınamaya, denemeye yönelik bir ilâhî imtihandır. Nitekim

yüce Allah sınama amacı ile Âdemoğullarının kalplerine çeşitli kötülükler

ve bozgunculuklar ilham eder. Bu, bir kaderdir. Evrensel

sisteminin öngördüğü bir uygulamadır. Dolayısıyla, eğer söz konusu

iki meleğe sihir indirilmişse, onlar kesinlikle, "Biz birer sınama

araçlarıyız, öğrendiğin sihri yerinde kullanmamak suretiyle sakın

küfre gitme. Sihri bozma ve ailenin kötü yola düşmüşlüğünü ortaya

çıkarma amacının dışında sakın sihir yapıp küfre sapma" demedikçe

kimseye onu öğretmezlerdi. Ama onlar buna rağmen, o

iki melekten yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği normal düzeni bozucu

şeyler öğreniyorlardı. Kötülük ve bozgunculuğun yaygınlaşması

için öğrendikleri sihirle karı-kocanın arasını bozuyorlardı.

Kendilerine yarar sağlayanı değil de zararlı olanı öğreniyorlardı.

 

Bu durumda ayet-i kerimeyi şöyle açıklamak gerekir: "Uydular",

yani Yahudiler Hz. Süleyman'dan sonra, halefin seleften devralması

şeklinde. "Uydurduklarına", yani cin kökenli şeytanların

Süleyman'ın hükümranlığı üzerine yaydıkları yalanlara. İfadenin

orijinalinde geçen "tetlû" kelimesinin "uydurdukları yalanlar" anlamına

geldiğinin kanıtı, fiilin "alâ" harf-i cerri ile geçişli kılınmış

olmasıdır. Bu şeytanlar cin kökenliydiler, Hz. Süleyman'ın kontrolü

altındaydılar ve onun tarafından çeşitli cezalara çarptırılmışlardı.

Böylece Hz. Süleyman onları bozgunculuk yapmaktan alıkoyuyordu.

Bunları yüce Allah'ın şu sözlerinden anlamak mümkündür:

"Şeytanlardan, onun için denize dalan ve bundan başka işler gören

kimseleri de. Biz onları, onun için koruyorduk." (Enbiyâ, 82)

"Süleyman yıkılınca anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilselerdi, o

küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı." (Sebe', 14)

 

Bakara Sûresi / 102-103 ...................................... 371

 

"Oysa, Süleyman küfre gitmemişti." Yani, Süleyman sihir yapmamıştı

ki, küfre gitsin. Ama şeytanlar kâfir oldular. Çünkü, onlar

insanları saptırıyor ve onlara sihir öğretiyorlardı.

 

"İndirilene..." Yani Yahudiler, Babil'deki Harut ve Marut adlı

meleklere uyarı suretinde ve ilham yoluyla indirilene uyuyorlardı.

Hâlbuki, bu melekler, sihir yapmama hususunda uyarmadıkça

kimseye sihir öğretmezlerdi ve şöyle derlerdi: "Biz sizin için birer

sınama aracıyız. Bizimle ve size öğrettiklerimizle sınanıyorsunuz.

Dolayısıyla sihir yapmak suretiyle küfre girmeyin."

 

"Fakat onlar, o ikisinden... öğreniyorlardı." Yani Harut ve Marut

adlı iki melekten. "...açacak şeyleri..." yani uygulandığı takdirde bıraktığı

etkiyle erkekle karısının arasını açacak sihri.

 

"Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." Bu ifade, Yahudilerin büyü aracılığı ile yaratılış ve oluşum sistemini bozdukları, Allah'ın öngördüğü kaderin önüne geçip, ona

müdahale ettikleri şeklinde kafalara takılabilecek bir soruya cevap

niteliğindedir. Burada yüce Allah, sihrin kendisinin de ilâhî

takdirin bir sonucu olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın etki gösteremeyeceğini vurguluyor. Şu hâlde onlar hiçbir şekilde Allah'ı etkisizleştiremezler. Bu ifadeye, "Onlar kendilerine yarar vereni değil,

zarar vereni öğreniyorlardı." ifadesinden önce yer verilmesinin

sebebi, "Fakat onlar, o ikisinden erkekle karısının arasını açacak

şeyler öğreniyorlardı." cümlesinin sihrin tek başına etkinliğini gösteren

bir anlam içermesidir. Onun için hemen ardından söz konusu

etkinliğin Allah'ın izniyle olduğu vurgulanıyor.

 

"Andolsun, onu satan alanın, ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi

biliyorlardı." Bunu akılları sayesinde biliyorlardı. Çünkü akıl, sihrin

insanlık âlemi için bozgunculuk kaynağı bir uğursuzluk olduğundan

kuşku duymaz. Bu bilgilerinin bir kaynağı da Hz. Musa'nın şu

sözüdür: "Büyücü de nereye varsa iflah olmaz." (Tâhâ, 69)

 

"Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilselerdi."

Yani, onlar büyünün kendileri için bir kötülük, ahiretteki hayatlarını

ifsat eden bir uğursuzluk olduğunu bildikleri hâlde, biliyor

sayılmazlardı. Çünkü bildikleriyle amel etmiyorlardı. Bir bilgi bileni

doğru yola iletemiyorsa, o, bilgi değil; sapıklıktır, cehalettir. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Heva ve hevesini ilâh edinen ve

 

372 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bilgi sahibi olmasına rağmen Allah'ın saptırdığı kimseyi gördün

mü?" (Câsiye, 23) Şu hâlde, birisi böyleleri için bilgi ve hidayet dileğinde

bulunsa, iyi olur.

 

"Eğer onlar inanıp korunmuş olsalardı." Şeytanların asılsız uydurmalarına uyacaklarına, sihir aracılığı ile küfre sapacaklarına,

iman ve takva çizgisini izleselerdi... Bu ifadeden anlaşıldığı kadarıyla

sihir yapmak suretiyle küfre girmek, zekât vermemek gibi

amelî bir küfürdür, itikadî değil. Eğer sihir itikadî bir küfür olsaydı

yüce Allah, "Eğer onlar inansalardı, elbette Allah katından verilecek

sevap daha hayırlı olurdu." der ve meseleyi sırf imanla sınırlandırıp

takvadan, sakınmadan söz etmezdi. Oysa Yahudiler inanıyorlardı,

fakat günahlardan sakınmadıkları, Allah'ın belirlediği haramları

gözetmedikleri için yüce Allah imanlarını önemsememiştir,

dolayısıyla onları kâfir olarak nitelendirmiştir.

 

"Elbette Allah katından verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı

olurdu. Keşke bilselerdi." Yani Allah katındaki sevap sihir aracılığı ile,

küfre saparak umdukları, elde ettikleri çıkarlardan, menfaatlerden

daha hayırlıdır.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî ve Tefsir'ul-Kummî'de, "Süleyman'ın

hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere

uydular." ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği

belirtilir: "Hz. Süleyman ölünce, İblis bir sihir uydurdu, onu bir

kağıda yazıp katladı, üzerine de şöyle bir not düştü: 'Bu, Asif b.

Berhiya'nın Davud oğlu Süleyman'ın ortaya koyduğu ilim hazinelerinin

saklı bulunduğu kitaptır. Şu şu şeyleri isteyen kimse

şöyle şöyle yapmalıdır.' Sonra da yazıyı Süleyman'ın tahtının altına

gömdü, ardından çıkarıp onlara okudu. Bunun üzerine kâfirler,

'Demek ki, Süleyman bu bilgiler sayesinde bize üstünlük

sağlamıştı.' dediler. Müminler ise, 'Hayır, o, Allah'ın kulu ve

peygamberidir.' dediler. İşte yüce Allah'ın şu sözü buna işaret

etmektedir: Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar,

şeytanların uydurdukları sözlere uydular." [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.52,

h: 74] Ben derim ki: Sihrin uyduruluşunu, yazılıp okunuşunu İblis'e

isnat etmek, bu eylemi öteki cin ve insan kökenli şeytanlara isnat

 

Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 373

 

etmeye ters düşen bir yaklaşım değildir. Çünkü her türlü kötülüğün

kaynağı İblis'tir ve o mel'un kötülüğü, fısıltı ve vesvese aracılığı

ile dostlarına, yardakçılarına ulaştırır. Rivayetler literatüründe

bu tür bir ifade tarzının örneklerine sıkça rastlanır. Hadisten anlaşıldığı

kadarıyla, ayetteki "tetlû" kelimesi, "okuma" anlamındaki

"tilavet"ten gelir. Bunun böyle olması, bizim önceki açıklamamızın

yanlış olduğu anlamına gelmez. Biz demiştik ki: "Tetlû" yalan uydurdu

anlamına gelir. Çünkü ifadenin içeriğinden ve oluşturduğu

atmosferden zımnen bu anlam anlaşılmaktadır. Bu durumda ifadenin

açılımı şöyledir: "Şeytan Süleyman'ın hükümranlığı hakkında

uydurdukları" yani yalana dayalı olarak okudukları... "Tela/

yetlû" fiili, köken olarak "veliye/yelî/velâyet" köküne dönüktür.

Bir şeye bir sıra dahilinde, bir parçasının, diğer bir parçasının ardından

meydana gelmesi şeklinde sahip olmak demektir. Mâide

suresindeki, "Sizin veliniz ancak Allah ve Peygamberidir..." (Mâide,

55) ayetini ele alırken, "velâyet" kavramı üzerinde ayrıntılı bilgi

vereceğiz.

 

el-Uyun adlı eserde, İmam Rıza (a.s) ile Halife Me'mun arasında

geçen konuşmada şöyle bir pasaja yer verilir: "Harut ve Marut

iki melektiler. İnsanlara sihir öğretiyorlardı ki, bunun aracılığı ile

sihirbazların yaptıkları büyüden korunsunlar, onların kurdukları hileleri

bozabilsinler. 'Biz bir imtihan vesilesiyiz, sakın küfre gitme.'

demedikçe de kimseye bu sanatı öğretmezlerdi. Ama bu sihri öğrenenlerin

bir kısmı sihir yapmak suretiyle küfre saptılar. Oysa sihirden

kaçınmaları kendine emredilmişti. Yaptıkları sihir aracılığı

ile erkekle karısının arasını açıyorlardı. Yüce Allah bunlarla ilgili

olarak, 'Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar

veremezler.' buyuruyor." [c.1, s. 271, h: 2]

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'a dayanarak

şöyle rivayet ettiği bildirilir: "Hz. Süleyman helaya gitmek istediğinde

ya da özel bir iş yapmak istediğinde yüzüğünü karısı

Cerade'ye verirdi. Yüce Allah'ın Süleyman'ı sınamak istediği bir

günde o, yüzüğünü her zaman olduğu gibi Cerade'ye verdi. Ardından

Şeytan Süleyman'ın şekline girerek kadının yanına gelip ona,

'Yüzüğümü getir.' dedi. Şeytan yüzüğü alıp parmağına takınca bütün

cin ve insan kökenli şeytanlar ona boyun eğdi. Daha sonra Hz.

 

374 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Süleyman karısının yanına geldi ve 'Yüzüğümü getir.' dedi. Kadın,

'Yalan söylüyorsun. Sen Süleyman değilsin.' dedi."

"Bunun üzerine Hz. Süleyman bir sınavdan geçirildiğini anladı.

O günlerde şeytanlar serbest kalıp sihir ve küfür içeren bir yazı hazırladılar.

Bunu önce Süleyman'ın tahtının altına gizlediler, sonra

çıkarıp insanlara okudular ve dediler ki: 'Süleyman bu yazılar aracılığı

ile insanlar üzerinde egemenlik kuruyor, onlara üstünlük

sağlıyor.' Bunun üzerine insanlar Hz. Süleyman'dan uzaklaşıp onu

tekfir ettiler. Nihayet Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak

görevlendirilince yüce Allah, 'Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o

şeytanlar, küfre gittiler.' ayetini indirdi."

 

Ben derim ki: Bu kıssa başka kanallardan da aktarılmıştır. Oldukça

da uzundur ve peygamberlerden baş gösteren hatalar cümlesinden

sayılmış ve bu hususla ilgili olarak nakledilir.

 

Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle geçer: Said b. Cerir ve

Hatip "Tarih"inde Nâfi'in şöyle dediğini tahriç ederler: "İbn-i Ömer

ile birlikte yolculukta idim. Gecenin sonuna doğru, 'Ey Nâfi', bak

bakalım zühre yıldızı çıktı mı?' dedi. 'Hayır.' dedim. Sonra bu

soruyu iki veya üç kere tekrarladı. 'Yıldız çıktı.' dedim. 'Hoş gelmedi,

safalar getirmedi.' dedi. 'Sübhanallah, Allah'ın buyruğuna boyun

eğmiş, buyruğu dinleyip itaat etmiş bir yıldız hakkında nasıl

böyle bir ifade kullanıyorsun?' dedim. Bunun üzerine dedi ki:

'Resulullah'tan ne duydumsa, onu söyledim sana, Resulullah şöyle

buyurdu: Melekler dediler ki: 'Ya Rabbi, Âdemoğullarının işlediği

hatalara ve günahlara karşı nasıl sabrediyorsun?' Yüce Allah buyurdu

ki: 'Ben onları sınarım ve bağışlarım.' Bunun üzerine melekler,

'Eğer onların yerinde olsaydık, senin emirlerine karşı

gelmezdik.' dediler."

"Allah dedi ki: 'Aranızdan iki melek seçin.' Çok geçmeden

Harut ve Marut'u seçtiler. Böylece o ikisi yeryüzüne indi. Sonra yüce

Allah onlara şehvet duygusunu verdi. Sonra Zühre adında bir

kadın geldi. İkisi de kadından hoşlandı. Her biri içindeki duyguyu

arkadaşından saklamaya çalıştı. Daha sonra biri diğerine dedi ki:

'Benim içimden geçenler senin de içinden geçti mi?' 'Evet.' dedi.

Bunun üzerine kadınla birleşmek istediler. Kadın, 'Bana göğe çıkıp

inmenizi sağlayan ismi öğretmedikçe bu isteğinize uymayacağım.'

 

Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 375

 

dedi. Ama onlar kadının isteğini yerine getirmediler. Sonra tekrar

kadınla birleşme isteğini dile getirdiler. Kadın bir kez daha onları

reddetti. Sonra melekler kadının isteğini yerine getirdiler. Kadın

göğe doğru yükselince, Allah onu bir yıldız hâline getirdi ve o iki

meleğin de kanatlarını kopardı."

 

"Melekler Rabbine tövbe ettiler. Yüce Allah onlara iki alternatif

sundu. Dedi ki: 'İsterseniz sizi eski konumunuza getireyim de

kıyamet günü cezalandırayım. Veya sizi dünyada cezalandırayım

da kıyamet günü eski hâlinize döndüreyim.' Biri diğerine dedi ki:

'Dünyadaki azap kesilir, sona erer.' Bunun üzerine ahiret azabı yerine

dünyada azap görmeyi tercih ettiler. Daha sonra yüce Allah

onlara, 'Babil'e gidin.' diye vahyetti. Onlar da Babil'e doğru hareket

ettiler. Allah onları gökle yer arasında baş aşağı astı. Böylece kıyamete

kadar azap görürler."

 

Ben derim ki: Buna benzer bir yorum da Şiî kaynaklarından

merfu olarak İmam Bâkır'a (a.s) dayandırılarak rivayet edilmiştir.

Suyutî, Harut ve Marut adlı meleklerle Zühre adlı kadın hakkında

yirmi küsûr hadis rivayet eder. Bunlardan bazılarının sahih olduğu

bildirilmiştir. Bu rivayetlerin isnat zincirinde bazı sahabelerin adlarına

da rastlanmaktadır. İbn-i Abbas, İbn-i Mes'ud, Hz. Ali, Ebu

Derda, Ömer, Ayşe ve İbn-i Ömer gibi. Ne var ki, bu asılsız bir hikâyedir.

Saygın meleklere yakıştırılmış uydurma rivayettir. Kur'ân'ı

Kerim meleklerin kutsallıklarını, şirk ve günahtan uzak oluşlarını

açık biçimde bildirmiştir. En iğrenç şirk ve en iğrenç günah, puta

tapıcılık, adam öldürme, zina etme, içki içmedir.

Bu uydurma rivayette, Zühre adlı yıldızın meshedilmiş zinakâr

bir kadın olduğu belirtilir. Bu, gülünç bir iddiadır. Zühre yıldızı, doğuşu

ve varoluşu bakımından tertemiz gök cismidir. Yüce Allah bir

ayet-i kerime'de ona yemin etmiştir: "Hayır, yemin ederim o geceleri

geri dönüp ışık verenlere, gündüzün güneşi altında gizlenen

gezegenlere." (Tekvîr, 15-16) Kaldı ki, Astronomi bilimi, günümüzde,

söz konusu gezegenin mahiyetini, yapısındaki elementleri, hacmini

ve diğer özelliklerini ortaya koymuştur.

 

Bu ve az önce sözü edilen kıssa, Yahudilerin anlattıkları kıssalara

benzemektedir. Yahudilerin Harut ve Marut'la ilgili efsaneleri-

 

376 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ni çağrıştırmaktadır. Bir bakıma bu hurafeler eski Yunan mitolojisinde

yer alan gökcisimlerine ilişkin efsanelere de benzemektedir.

Titiz bir araştırmacı açıkça görür ki, peygamberlerin hataları

ve yanılgıları ile ilgili olarak ortaya atılan bu tür hadisler, kesinlikle

Yahudilerin desiselerinden uzak değildirler. Bir gözlemci biraz dikkat

edince, Yahudilerin ilk kuşak hadisçiler üzerindeki derin etkilerini

hemen fark eder. Yahudiler rivayetler üzerinde diledikleri gibi

oynayarak, istedikleri fikirleri bunlara katmışlardır. Bu konuda

onlara yardımcı olan başka kimseler de vardır.

 

Ne var ki, yüce Allah kitabını, düşmanları arasında yer alan art

niyetli sapıkların komplolarına karşı koruma altına almıştır. Bu

sapıklar arasında yer alan herhangi bir şeytan kulak hırsızlığına

kalkışacak olursa, onu yürek yakan kavurucu bir alev takip eder.

Ulu Allah şöyle buyuruyor: "O zikri biz indirdik biz ve onun koruyucusu

da elbette biziz." (Hicr, 9) "O aziz bir kitaptır. Ne önünden, ne

de arkasından ona batıl gelmez. Hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan

indirilmiştir." (Fussilet, 42) "Biz Kur'ân'dan, müminlere şifa

ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama Kur'ân zalimlere ziyan

arttırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsrâ, 82)

Bu ayet-i kerimelerde ifade genel tutulmuş ve herhangi bir sınırlandırmaya

gidilmemiştir. Şu hâlde hiçbir batıl karıştırma girişimi

ve hiçbir art niyetli yaklaşım yoktur ki, Kur'ân-ı Kerim onu önlemesin.

Bu tür girişimlerin sahiplerinin hüsranı çok geçmeden ortaya

çıkar. Tarih sayfaları okunduğu zaman bunun örneklerine

rastlamak mümkündür. Her iki mezhebin de (Şia, Ehlisünnet) üzerinde

ittifak ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

"Allah'ın kitabı ile uyuşanı alın, onunla çelişeni de bırakın." Böylece

Peygamber efendimiz (s.a.a) kendisinden ve yakın dostlarından

aktarılan sözlerin değerlendirileceği genel bir ölçü koymuş oluyor.

Kısacası, Kur'ân aracılığı ile batıl, hakkın kutsal sahasından

uzak-laştırılır ve çok geçmeden batıllığı, eğriliği ortaya çıkar. Gözlerden

kaybolduğu gibi bir süre sonra dipdiri gönüllerde de etkinliğini,

canlılığını yitirip gider. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hayır, biz

hakkı batılın üstüne atarız da onun beynini, parçalar." (Enbiyâ, 18)

"Allah, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek istiyor." (Enfâl, 7) "Ki

suçlular istemese de hakkı gerçekleştirsin, batılı da ortadan kal-

Bakara Sûresi / 102-103 ... 377

dırsın." (Enfâl, 8) Hakkı gerçekleştirmenin ve batılı batıllaştırmanın,

her ikisinin temel niteliklerini gözler önüne sermekten başka bir

anlamı yoktur.

 

Bazı insanlar, özellikle çağımızda her şeyi maddî açıdan değerlendirme

taraftarı, çağdaş batı uygarlığının tutkunu bazı yazarlar,

yukarıda değindiğimiz bu gerçeği yanlış algılamış ve kaynaklarda

yer alan tüm rivayetleri Resulullah efendimizin sünnetinin

kapsamına giren her şeyi reddetme eğilimi göstermişlerdir. Bu

hususta aşırı bir tepkisellik örneği göstererek, gelen her türlü rivayeti,

hiçbir kriterden geçirmeden olduğu gibi kabul etme taraftarı

olan bazı nakilciler, hadisçiler ve harurîlerin aşırılığının karşısında

yer almaya çalışmışlardır.

 

Kayıtsız şartsız kabul nasıl, dinde hak ile batılı, eğri ile doğruyu

birbirinden ayırma amacı ile konulmuş ölçüleri yalanlama ve yalan

nitelikli saçma-sapan sözleri Resulullah efendimize (s.a.a) yakıştırma

anlamına geliyorsa, nakledilmiş tüm rivayetleri ayırım

gözetmeksizin bir kalemde atmak da önünden ve arkasından batıl

bulaşmayan aziz Kur'ân'ı yalanlama ve geçersiz kılma anlamına

gelir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamber size ne verdiyse

onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 1) "Biz

hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir

amaçla göndermedik." (Nisâ, 64)

 

Eğer Peygamberin sözleri kanıt olmasaydı ya da sözleri çağında

yaşamamış bizlere yahut ölümünden sonraki Müslümanlara

ulaştırılmasaydı, din binasının duvarında tek bir taş bir diğer taşın

üzerinde kalmaz, temelden yıkılıp giderdi. Aktarılan rivayetlere

dayanmak, anlatılan hadislere başvurmak, bir insan için toplumsal

hayatın zorunluluğudur. İnsanın fıtratı kaçınılmaz olarak böyle

bir kabule zorlar insanı. Çünkü başka seçeneği yoktur insanın. Yalan

yanlış sözlerin, saçma sapan açıklamaların bulaştırılmış olması,

sadece geçmişten aktarılan dinsel metinlere, dinsel bilgilere

özgü bir durum değildir. Bilakis toplum değirmeni, bütün yönleriyle

özel ve genel nitelikli günlük haberler üzerinde dönüyor.

Bu haberlere art niyetli saptırmaların ve bilinçli karıştırmaların

bulaşması daha yüksek bir ihtimaldir. Uzun ve kısa vadeli politikaların

öngördüğü müdahalelerin izleri çok daha fazladır. Biz ise, fıt-

 

378 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ratımız gereği sırf herhangi bir toplantıda duyduğumuz bir haberi,

nakledilen bir bilgiyi dinlemekle yetinmiyoruz. Tam tersine, bunları

teker teker elimizde bulunan ölçülere vuruyoruz. Eğer elimizdeki

ölçü söz konusu haberin doğruluğunu onaylarsa, biz de onu kabul

ederiz. Ölçü rivayetin aksini bildirirse, onu yalanlarsa, biz de söz

konusu haberi reddederiz. Şayet mahiyeti açıklığa kavuşmazsa,

eğriliği veya doğruluğu, gerçekliği veya yalanlığı kesin olarak

belirlenemezse, onu ne kabul ederiz, ne de reddederiz. Kötü ve zararlı

şeyler karşısındaki doğal tavrımız gereği onu ihtiyatla karşılarız.

Bütün bunlar, bize ulaşan haberler hakkında belli bir deneyim

düzeyine sahip olma şartına bağlıdır. Ancak bir insan kendisine

ulaşan haberin içeriği hususunda deneyim sahibi değilse, toplumun

akıllı insanlarının yöntemi, bu haberleri uzmanına götürüp

onların görüşlerini ve bu husustaki değerlendirmelerini almaktır.

Toplumsal ilişkilerin doğal dayanağı, fıtrî temeli budur. Dinsel

kriter hak ile batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayırt etme amacı

ile konulmuştur. Bu ölçü değişmez ve hep olduğu gibi kalır. Ölçü

Allah'ın kitabına başvurmaktır. Eğer bu başvuru sonucu eldeki haber

bir açıklığa kavuşuyorsa, onu benimsemek bir zorunluluk niteliğini

kazanır. Herhangi bir kuşku dolayısıyla mesele tam açıklığa

kavuşamıyorsa, bu durumda orada durmak gerekir. Peygamber

efendimizden (s.a.a) ve onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (a.s)

gelen mütevatir haberlerde de bu, böyle belirlenmiştir. Bu dediklerimiz,

fıkıh biliminin ilgi alanına girmeyen konular için geçerlidir.

Fıkhî sorunlarda ise, başvurulacak merci, fıkıh metodolojisidir.

 

AYETLERLE İLGİLİ FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA

 

Bilindiği gibi, olağanüstü fiillerin meydana gelişini gösteren

kanıtlar ya bizzat görmeye ya da nakledilen bir habere dayanırlar.

Az-çok olağanüstü fiilleri bizzat görmeyenimiz ya da kendisine haberleri

ulaşmayanımız yok gibidir. Ne var ki, bu alanda gerçekleştirilecek

titiz bir araştırma bu olağanüstülüklerin birçoğunun temelde

normal doğal sebeplere dayandıklarını ortaya çıkaracaktır.

Olağanüstü hareketlerin birçoğu onları gerçekleştiren kişinin alıştırmalar

ve sürekli tekrarlanan egzersizler sonucu bir tür bağışıklık

 

Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 379

 

kazanmış olmasına dayanır: Zehir yemek, çok ağır yükleri kaldırmak,

boşluğa gerilmiş ip üzerinde yürümek gibi.

 

Bunların birçoğu da insanlara gizli bulunan, onlar tarafından

bilinmeyen doğal sebeplere dayanır. Vücuduna talk sürdüğü için

ateşe girdiği hâlde yanmayan bir kimsenin hareketi ya da üzerinde

yazısı fark edilmeyen dolayısıyla ancak sahibi tarafından okunabilen

bir yazı yazmak gibi. Bu yazı ancak ateş ve benzeri bir

cisme tutulduğunda okunabilen bir madde ile yazılmıştır. Bunların

birçoğu ise çok hızlı gerçekleştirilirler, dolayısıyla karşıdaki insan,

olağanüstü hızından dolayı meydana gelen hareketin nasıl gerçekleştiğinin

farkında olmaz. Ama bu hareket, olağanüstü bir hızın

dışında tamamen olağan sebeplere dayalıdır, göz bağlayıcıların

numaraları gibi.

 

Kısacası bunlar, farkında olmadığımız ya da güç yetiremediğimiz

doğal sebeplere dayalı hareketlerdir. Ancak, bu olağanüstülüklerin

bir kısmı, normal sisteme göre hareket eden doğal sebeplere

dayanmazlar. Gaybın kapsamında olan, özellikle de gelecekte

gerçekleşecek bazı olayları haber vermek gibi. Sevgi, nefret, bağlama,

çözme, ipnotizma, hasta etme, uykuyu bağlama, ruh çağırma

ve iradeyle hareket ettirme gibi. Riyazet ehlinin gerçekleştirdikleri

bu hareketleri inkâr etmek mümkün değildir. Bunların bir

kısmını bizzat görmüşüz, bir kısmını da kesinlikle doğruluğundan

kuşku duyulmayan aktarma haberlerden öğrenmişiz. Bugün Hindistan'da,

İran'da ve Batıda bu tür olağanüstülükleri sergileyen

topluluklara rastlamak mümkündür.

 

Bu tür olağanüstülüklere yol açan egzersizler üzerinde yapılacak

bir etüt, bu kişilerin yöntemleri alanında gerçekleştirilecek fiilî

bir deneyim, bunların irade ve iman gücünün etkisine dayandığını

söyleme zorunluluğunu doğuracaktır. Bununla beraber söz konusu

yöntemler ve etkileme yolları da çok çeşitlidirler. İrade, kendisine

oranla önceliği bulunan bilgi ve inanca dayanır. Böyle bir şey kimi

zaman herhangi bir koşula bağlı olmaksızın gerçekleşir, kimi zaman

da özel koşulların oluşması ile meydana gelir. Kimilerinde

kimilerine karşı sevgi veya nefret oluşturmak amacı ile özel mekânlarda,

özel bir mürekkeple özel bir yazı yazmak gibi. Yahut ruh

 

380 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

çağırma seansı esnasında özel olarak seçilmiş bir çocuğun yüzüne

ayna tutmak ya da özel bir koruyucu dua okumak gibi.

Bu koşulların tümü etkin iradeyi meydana getirme amacına

yöneliktir. Çünkü, bilgi, kesin bilgi niteliğine kavuşunca, duyulara

kesin olarak bilgiyi görme yeteneği kazandırır. Bunun doğruluğunu

kendi kendine sen de deneyebilirsin. Falanca şeyin veya falanca

kimsenin şu anda yanında olduğunu, kendisini gözlerinle gördüğünü

kendine telkin edersin. Sonra hiçbir şeye dikkat etmeyecek

şekilde tüm dikkatini onun üzerinde yoğunlaştırarak onu hayal

edersin. Birde bakarsın ki, o şey veya o kimse istediğin gibi karşında

durmaktadır. Kaynaklarda ba-zı doktorların öldürücü hastalıklara

yakalanan hastalarına sağlığa kavuşma isteğini telkin ederek

onları tedavi ettiklerinden söz edilir.

 

Meselenin iç yüzü böylece ortaya konduktan sonra, irade bu

sahada etkin bir güce kavuşursa, isteğe bağlı olarak seansa katılan

insanda olduğu gibi, istemeyen insan üzerinde de etkin olabilir.

Bu durum ya birtakım şartlara bağlı olur ya da herhangi bir şarta

ve kayda bağlı olmaksızın gerçekleşir.

 

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar

açıklığa kavuşmuştur:

 

Birincisi: Söz konusu etki olağanüstülüğü gerçekleştiren şahısta

kesin bilginin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu bilginin, gökcisimleriyle

bağlantısı olan ruhlara inanan müneccimlerin inandıkları gibi,

dış âlemle uyum içinde olması şart değildir. Bazı dua ve çile erbabının

kimi melek ve şeytanların adlarını söyleyerek özel yöntemlerle

onlara çağrıda bulunmaları da bu kategoride değerlendirilebilir.

Ruh çağırma seansları düzenleyenlerin buna ilişkin inançları

da bunun gibidir. Ruhu hayalleri veya duyularıyla duyumsadıklarından

fazlasına ilişkin bir kanıt yoktur. Ruhun gerçekten orada

bulunduğunu iddia edemezler. Yoksa, orada bulunan herkes, görürdü.

Çünkü herkes aynı doğal duygulara sahiptir. Böylece, herkesin

tek bir ruhu olduğu da dikkate alınarak uyanıklılık hâlinde

kendi işiyle meşgul iken yaşayan birinin ruhunun çağırılması ile ilgili

şüphe giderilmiş olur.

 

Bunun yanı sıra bir diğer şüphe de bertaraf edilmiş olur. Şöyle

ki: Ruh soyut bir cevherdir. Belli bir zamanla ve belli bir mekânla

 

Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 381

 

bir bağlantısı yoktur. (Öyleyse ruh çağırma olayı nasıl gerçekleştirilebilir?)

Ortadan kaldırılan üçüncü şüphe ise şudur: Tek bir ruh nasıl

iki adamın yanına farklı şekillerde gelebilir. Bir dördüncü kuşku

da gidebiliyor böylece. Şöyle ki: Ruhlar çağırma seansı sırasında

nasıl yanlış bilgi verebiliyorlar. Bazıları diğer bazılarını yalanlayabiliyor?

Bu kuşkuların tümüne birden şöyle bir cevap vermek mümkündür:

Ruh, çağıran kişinin duygularında gelmiş gibi olur. Onun

dışında diğer doğal olguları algıladığımız türden bir geliş söz konusu

değildir.

 

İkincisi: Böylesine etkin bir iradeye sahip olan kişi, bu hususta,

ba-zen kişiliğinin gücüne ve egosunun sağlamlığına dayanıyordur.

Mistik çilekeşler gibi. Bu durumda kaçınılmaz olarak güç ve etki

irade eden kimse açısından ve dışarıda sınırlı olacaktır. Bunların

bir kısmı da Rablerine dayanıyorlardır. Peygamberler, veliler, kendilerini

Allah'a yönelik kulluğa adayanlar ve Allah'a yönelik inançları

yakin düzeyinde olanlar gibi. Bu gibi insanlar irade ettikleri

zaman Rableri için ve Rableri ile irade ederler. Bu tür bir irade tertemizdir.

Kişiye özgü bağımsız bir dileyiş değildir. Onlardan yansıyan

bu irade bir amaca yöneliktir, kişisel arzu niteliğinde değildir

ve kesinlikle gerçeğe dayalıdır. Dolayısıyla bu tür bir irade Rabbanidir,

sınırsızdır kayıtsızdır.

 

İkinci kısma giren olaylar eğer bir meydan okumayla

birlikteyse, Peygamberlerden aktarılan bazı gelişmeler gibi, bu,

mucizedir ve eğer böyle bir niteliği yoksa keramettir. Ya da dua

esnasında oluşmuşsa, duanın kabul görmesidir.

Birinci kısma giren gelişmelere gelince, bunlar eğer bir cinden

veya ruhtan haber almak, ondan yardım görmek şeklinde gerçekleşirse,

bu, kehanettir. Bir dua, mistik bir egzersiz ya da bir düğüm

sonucu ise, o zaman buna sihir denir.

 

Üçüncüsü: Bu mesele irade gücünün ekseni etrafında döndüğü

için ve güçlülük ve zayıflık bakımından da iradeler arasında

farklılık kaçınılmaz olduğu için, bunların bir kısmı diğer bir kısmının

etkisini yok edebilir; büyü ve mucizenin karşı karşıya gelmesi

gibi. Veya bazı nefisler diğer bazı nefisler üzerinde etkili olmayabilir;

güç düzeyleri farklı olunca olduğu gibi. Nitekim ipnotizma ve

 

382 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ruh çağırma seanslarında bunu gözlemlemek mümkündür. İleride

yine konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunacağız.

 

AYETLERLE İLGİLİ BİLİMSEL BİR İNCELEME

 

İlginç etkileme yöntemlerini araştıran birçok bilim dalı vardır.

Bunların bölümleri ve ilgi alanları üzerinde genel bir değerlendirmede

bulunmak oldukça güçtür. Uzmanları arasında yaygın olarak

üzerinde durulan ve en çok bilinenleri şunlardır:

 

a) Simya: Doğal olgular üzerinde olağanüstü tasarruf gücüne

ulaşmak amacı ile iradi güçlerle özel maddî güçleri kaynaştırmayı

hedefleyen bir ilim. Algılama üzerinde tasarrufta bulunma da bu ilimin

kapsamına girer. Buna ayrıca göz büyüsü denir. Sihrin en

somut örneklerinden biridir bu.

 

b) Limya: Yıldızlar ve olaylar üzerinde etkili olan üstün ve güçlü

ruhlarla iletişim kurmanın sonucu meydana gelen iradî etkilemelerin

niteliğini araştıran ilim. İrade, bunları ya buyruğu altına alır

ya onlarla iletişim kurar ya da cinlerin yardımıyla söz konusu güçleri

hizmetine alır. Buna boyun eğdirme sanatı da denir.

 

c) Himya: İlginç etkiler meydana getirmek için yüceler âleminin

güçleri ile aşağı unsurlar arasında bir bileşim meydana getirmeyi

hedefleyen ilim. Buna "tılsımlar" da denir. Çünkü gökteki yıldızların,

semavi düzenin maddî olaylarla bir ilgisi vardır. Unsurlar,

bileşimler ve bunların doğal nitelikleri için de böyle bir bağlantı

söz konusudur.

 

Söz gelimi falanın ölümü ve falanın dünyaya gelmesi ya da falanın

dünyada kalması gibi herhangi bir olay için uygun semavi

şekiller, uygun maddî biçimle bir bileşim meydana getirilirse, istenen

sonuca varılır. İşte tılsımın anlamı budur.

 

d) Rimya: Maddî güçleri, olağanüstü intibaı uyandıracak şekilde

kullanma ilmine denir. Buna göz bağlayıcılık denir.

 

Bu dört ilmin yanı sıra bir de "Kimya" adı verilen bir ilim daha

vardır. O da; unsurlardan bazısının diğer bazısının biçimini almasını

inceler. Bunlara beş gizli ilim denir.

 

Şeyhimiz Behaî diyor ki: "Bu ilimlerle ilgili olarak bugüne kadar

rastladığım en güzel kitap, Herat'ta gördüğümdür. Kitabın adı

 

Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 383

 

"Kulluhu Sirrun" idi. Kitabın adı söz konusu beş ilmin, yani; Kimya,

Limya, Himya, Simya ve Rimya ilimlerinin baş harflerinin birleşmesinden

oluşuyor." Şeyhin açıklaması kısaca bundan ibaretti.

 

Bu alandaki muteber eserler ise, "Belinas'in kitaplarının özeti";

"Hüsrevşahi Risaleleri"; "Zahîret'ül-İskenderiye"; Razi'nin "es-

Sırr'ul-Mektum"u, Sekkakî'nin "et-Teshirat"ı; Feylesof Tamtam el-

Hindî'nin "Yedi Yıldızın Hareketleri" adlı eserlerdir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ilimlerin bir şubesi de sayı ve tevafuk

ilmidir. Bu ilim, sayı ve harflerin isteklerle bağlantısını inceler.

Buna göre, istekle uyuşan sayı veya harfler özel bir düzenlemeyle

üçgen veya dörtgen şeklindeki çerçevelere konur. "Hafiye" denen

yöntem de bu kategoriye girer. Bu, istenen şeyin ya da istenen şeye

uygun isimlerin harflerinin kesilmesi, böylece arzulanan meseleyle

ilgili melekler veya şeytanların adlarının elde edilmesi ve

bunlardan oluşan duaların okunmasıdır. Amaç, tutulan niyetin

gerçekleşmesi. Bu sanatla ilgilenenlerin yanında en muteber eserler;

Şeyh Abbas Tunî ve Seyyid Hüseyin Ahlatî vb. insanların kitaplarıdır.

Sözünü ettiğimiz ilimlerle aynı kategoride incelenebilecek bir

sanat da günümüzde başvurulan ipnotizma ve ruh çağırmadır.

Daha önce de söylediğimiz gibi, bunlar iradenin düşünce üzerindeki

etki ve uygulamasının sonucu meydana gelirler. Bunlarla ilgili

olarak birçok kitap ve broşür yayımlanmıştır. Son derece yaygın

oluşlarından dolayı, ayrıca bunlardan söz etme gereğini

duymuyoruz. Bunları uzun uzadıya ele alışımızın nedeni, sihir ve

kehanetin mahiyetini ortaya koymaktır.

 

 

384 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 104-105 ...............................................................

 

104- "Ey iman edenler, "Raina" demeyin, "Unzurna" deyin ve

dinleyin. Kâfirler için acı bir azap vardır."

 

105- "Kitap ehlinden olan kâfirler de, müşrikler de size

Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Oysa Allah, rahmetini

dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ey iman edenler." "Kur'ân-ı Kerim'de ilk kez bu ayette müminlere

bu şekilde hitap edilmektedir. Böyle bir hitap yaklaşık olarak

seksen beş yerde geçmektedir. İster hitap şeklinde olsun ve ister

hitap dışı bir amaçla olsun, müminlerin "iman edenler, inananlar"

olarak nitelendirilmesi bu ümmete özgü bir durumdur. Bundan

önceki ümmetlerse "kavim" kelimesi ile anılmışlardır: "Nuh kavmi

veya Hud kavmi" (Hûd, 89) "Dedi ki: Ey kavmim, ya ben apaçık bir

kanıta dayanıyorsam?" (Hûd, 28) "Medyen halkı" (Tevbe, 70) "Ress

halkı" (Kaf, 12) "İsrailoğulları" (Tâhâ, 47) "Ey İsrailoğulları" (Tâhâ, 80)

gibi. Şu hâlde "iman edenler" ifadesinin bu ümmete özgü kılınması,

bir tür onurlandırmadır. Ancak yüce Allah'ın sözü üzerinde titiz

bir yaklaşımla durulduğu zaman "ellezîne âmenû=iman edenler"

ifadesiyle kastedilenin, "müminler" ifadesiyle kastedilenden farklı

olduğu görülecektir.

 

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Ey müminler, topluca

Allah'a tövbe edin." (Nûr, 31) Bu ifade bizim yaklaşımımızı doğrular

niteliktedir. Bir ayette şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve onun

 

Bakara Sûresi / 104-105 ......................................... 385

 

çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar

ve iman edenler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz, rahmet

ve bilgi bakımından her şeyi kapladın. Tövbe edip senin yoluna

uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları

ve babalarından, eşlerinden, çocuklarından iyi olan kimseleri

onlara söz verdiğin Adn cennetlerine sok. Şüphesiz üstün olan,

hikmet sahibi olan sensin." (Mü'min, 7-8)

Bu ayetlerde, önce, meleklerin ve Arşı taşıyanların bağışlanma

dileyişi "iman edenlere" yönelik olarak sunuluyor, ardından bunu

açıklayıcı olarak şöyle bir ifade kullanılıyor: "Tövbe edip senin yoluna

uyanları..." Bilindiği gibi "tövbe" pişmanlık duyup dönmek ,

demektir. Ardından duaları "iman edenler"e bağlantılı kılınıyor,

daha sonra "iman edenler"in babaları, eşleri ve çocukları da bu

duanın kapsamına alınıyor. Eğer "iman edenler" diye kendilerinden

söz edilenler, nasıl olursa olsun Resulullah'a (s.a.a) inananlar

ise, o zaman "iman edenler" ifadesi, babaları, oğulları, eşleri, herkesi

kapsar, ayrıca "iman edenler"e atfedilerek zikrolunmalarına

gerek kalmazdı. Tümü aynı hizada ve aynı safta yer alırlardı.

Benzeri bir sonucu şu ayet-i kerimeden de çıkarmak mümkündür:

"Onlar ki, iman ettiler, zürriyetleri de imanda kendilerine

uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi amellerinden

de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına

bağlıdır." (Tûr, 21) Eğer "imanda kendilerine uyan zürriyetleri" ayet-

i kerimedeki "iman edenler" ifadesinin kapsamına giren kimseler

olsaydı, o zaman ayet-i kerimede sözü edilen "katma" bir anlam

ifade etmezdi. Şayet "Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu"

ifadesi, "iman edenler" ifadesiyle özel şahısların yani zürriyetleri

olan tüm müminlerin kastedildiğine yönelik bir ipucu olarak

değerlendirilecekse, bu durumda da "katma"dan söz etmenin

somut bir anlamı olmamış olur.

 

Yine, "Kendi amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir." ifadesi

de sadece, arkalarında zürriyet bırakmayan, dolayısıyla

kendilerine iman noktasında uyacak bir soyları bulunmayan ve

ancak kendileri babalarına uyma durumunda bulunan son kuşak

açısından bir anlam ifade edebilir. Bu yaklaşım makul gibi görün-

 

386 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

se de ayetin akışından bunun bir onurlandırma ifadesi olduğunun

anlaşılmasıyla çelişmektedir.

 

Çünkü bu yaklaşıma göre, ayetten şöyle bir şey anlamalıyız.

"Müminler birbirlerindendirler. Ya da bir kısmı bir kısmına katılarak

tek safta yer alırlar. Bir kısmının diğer bir kısmın üzerinde onursal

bir üs-tünlüğü yoktur; daha önce iman etmekle daha sonra

iman etmek arasında bir ayrıcalık söz konusu değildir. Çünkü üstünlük

ölçüsü imandır ve o hepsinde vardır."

Ancak bu anlayış, ayetin oluşturduğu atmosferle çelişki

arzetmektedir. Görüldüğü gibi ayet-i kerimede bir tür saygınlıktan

söz ediliyor. Öncekilerin kendilerine katılma durumunda olan zürriyetlerine

oranla daha şerefli bir konumda oluşları vurgulanıyor.

 

Şu hâlde, "zürriyetleri de imanda kendilerine uydu." ifadesi, "iman

edenler" ifadesi ile bazı özel kimselerin kastedildiğine yönelik

bir ipucu konumundadır. Dolayısıyla bunlar, tüm insanlardan

önce, zor zamanda Resulullah'a (s.a.a) iman eden öncülerdir, yani

ilk Muhacirler ve Ensar topluluğudur. Buna göre, "iman edenler"

deyimi, bir onurlandırma niteliğidir ve bunun-la söz konusu kişiler

kastedilmiştir.

 

Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı çağrıştırır mahiyettedir:

"Muhacirlerden olan fakirler içindir... ve onlardan önce o yurda

yerleşen, imana sarılanlar... Onlardan sonra gelenler derler ki:

Rabbi-miz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla,

kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz sen

çok şefkatli, çok merhametlisin." (Haşr, 8-10) Eğer "iman edenler"

ile "bizden önce inananlar" ifadelerinde aynı kimseler kastedilmiş

olsaydı, o zaman bir zamir ile "bizden önce inananlar"a göndermede

bulunulur, ayrıca "iman edenler" ifadesinin kullanılmasına

gerek kalmazdı. Çünkü bu durumda "iman edenler" ifadesinin kullanılmasında hiçbir incelik ve fayda söz konusu değildir.

Aşağıdaki ayet-i kerimeden de bunu anlamak mümkündür:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere

karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku

ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün...

Allah, onlardan iman edip salih ameller işleyenlere bağışlanma

ve büyük bir ödül vaadetmiştir." (Fetih, 29)

 

Bakara Sûresi / 104-105 ............................................... 387

 

Böylece anlaşılıyor ki, bu kelime, müminlerden ilk iman edenlere

özgü bir onurlandırma niteliğidir. "İnkâr edenler" ifadesi için

de benzeri bir yorumda bulunmak mümkündür. Denebilir ki, bu ifadeyle

her-kesten önce Resulullah'ı inkâr eden Mekke'li müşriklerle

benzeri kâfirler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu sözünden

de benzeri bir sonuç çıkarsamak mümkündür: "İnkâr edenlere

gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir:

Onlar inanmazlar." (Bakara, 6)

 

Eğer desen ki: Şimdiye kadar ki açıklamalardan çıkan sonuca

göre "ellezîne âmenû=iman edenler" hitabı ile Resulullah efendimiz

(s.a.a) zamanındaki belli bir grup kastedilmiştir. Oysa tüm İslâm

âlim-leri diyorlar ki: Bu tür hitaplar hem Peygamber efendimiz

zamanını, hem diğer zamanları, hem o zamanda hazır olanları ve

hem de diğer zamanlardaki müminleri kapsar. Özellikle de bu hitapları,

"hakikî önermeler" şeklinde değerlendirirsek, bu husus

daha bir belirginlik kazanır.

 

Ben derim ki: Evet, bu, belli bir gruba yönelik özel bir onurlandırmadır.

Ama bu demek değildir ki, hitabın kapsadığı yükümlülükler

sırf onlara özgüdür. Çünkü yükümlülüğün kapsamını genişletip

daraltan sebepler vardır ve bunlar hitabın kapsamını genişletip

daraltan sebeplerden ayrıdırlar. Nitekim hitaptan soyutlanmış

yükümlülükler de ortada herhangi bir hitap olmaksızın genel nitelikli,

geniş kapsamlıdırlar. Dolayısıyla, bazı yükümlülüklerin "Ey

iman edenler..." ifadesiyle başlaması, tıpkı diğer bazı yükümlülüklerin

"Ey Nebi..." veya "Ey Resul..." diye başlaması gibi bir onurlandırma

amacına yöneliktir; ama yükümlülük geneldir, kapsamı geniştir.

Bütün bunlara rağmen, bu söylediklerimiz, "iman edenler" ifadesinin

söz konusu özel ve onurlandırılmış grubun dışındakiler için

hiçbir zaman kullanılmadığı anlamına gelmez. Tersine bir ipucu,

bir karine söz konusu olduğu zaman başka insanlar için de kullanıldığı

tespit edilebilir: Yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "İman

edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden,

sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak,

ne de doğru yola iletecektir." (Nisâ, 137) Bir diğer ayette de yüce

Allah Hz. Nuh'tan aktararak şöyle buyurur: "Ve ben iman edenleri

 

388 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kovacak değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır." (Hûd,

29)

 

"Raina, demeyin, 'Unzurna' deyin." Yani, "bize bak" anlamını ifade

etmek için "raina" kelimesi yerine onun anlamdaşı olan "unzurna"

kelimesini kullanın. Eğer bunu yapmazsanız, bu tutumunuz

küfür olur. Kâfirler içinse çok acı bir azap hazırlanmıştır. Görüldüğü

gibi ayet-i kerime "raina" kelimesine yönelik şiddetli bir yasaklama

içermektedir. Bu kelime bir başka ayette de yer alıyor ve o

ayette kelimenin hareket nitelikli bir başka anlamına dikkat çekiliyor:

"Yahudilerden bir kısmı, sözleri yerlerinden değiştirirler ve

'İşittik ve karşı geldik', 'Dinle, dinlemez olası' ve dillerini eğip bükerek

ve dini yererek 'Raina' derler." (Nisâ, 46) Bununla anlaşılıyor

ki, Yahudiler "raina" kelimesi ile Resulullah efendimize (s.a.a) hitap

ederlerken, "dinle, dinlemez olası" gibi bir anlam kastediyorlardı.

Peygamberimize bu kelime ile hitap edilmesinin yasaklanması

bu yüzdendir.

 

Nakledilen olay da bunu pekiştirir niteliktedir: Resulullah konuşma

yaptığı zaman Müslümanlar ona bu şekilde hitap ederlerdi:

"Ya Resulallah raina; yani bizi gözet ki, ne dediğini iyice anlayalım."

Bu kelime, Yahudi dilinde ise, sövgü ifade ederdi. Yahudiler

bunu fırsat bilerek Resulullah efendimize (s.a.a) bu kelimeyle hitap

ediyorlardı. Böylece görünüşte ona saygılı olduklarını ifade

etmiş olmakla birlikte aslında bununla, ona yönelik bir sövgü ifade

ediyorlardı. Yahudilerin dilinde "raina", "dinle, dinlemeyesice"

demektir. Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Yahudilerden bir

kısmı, sözleri yerlerinden değiştirirler ve 'İşittik ve karşı geldik',

'Dinle, dinlemez olası' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek

'Raina' derler." Burada yüce Allah Yahudilerce yanlış anlama çekilebilecek

kelimenin kullanımını yasaklıyor, onun yerine anlamdaşı

olan "unzurna" kelimesinin kullanılmasını emrediyor. "Raina" demeyin,

"unzurna" deyin, buyuruyor.

 

"Kâfirler için acı bir azap vardır." Bununla söz konusu yasağı dinlemeyenler kastediliyor. Ayrıntı niteliğindeki bir yükümlülüğü terk

etmenin küfür olarak nitelendirildiği yerlerden biri de budur.

 

"Kitap ehlinden olan kâfirler... istemezler." Eğer bu ifadeyle özellikle

Yahudiler kastedilmişse, -ki önceki ifadelerin onlara yönelik

olması bunu gösteriyor- bu durumda onların Ehlikitap olarak nite-

 

Bakara Sûresi / 104-105 ............................................... 389

 

lendirilmiş olmaları yargının illetine yönelik bir işarettir. Buna göre,

onlar Ehlikitap oldukları için, müminlere kitap indirilmesini istemezler.

Çünkü müminlere kitap indirilmesi, "kitap ehli" niteliğinin

on-lara özgü olmasını geçersiz kılar. Ayrıca, onlar bu istemeyişleriyle,

Allah'ın rahmetinin genişliğine ve kullarına yönelik

lütfunun büyüklüğüne karşı çıkmış sayılırlar. Ama eğer bu ifadeyle

Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan tüm kitap ehli topluluklar kastedilmişse,

bu durumda, tahsis bildiren bir ifadenin ardından, genellik

ifade eden bir ayete yer verildiği sonucu çıkarılır. Çünkü her

iki topluluğun İslâm'a karşı kin gütme noktasında ortak özellikleri

vardır.

 

Bu yorumu ayetlerin akışı içinde yer alan diğer bazı ayetler de

pekiştirmektedir: "Yahudi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete

girmeyecek, dediler." (Bakara, 111) "Yahudiler, 'Hıristiyanlar,

bir temel üzerinde değiller.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Yahudiler,

bir temel üzerinde değiller.' dediler. Oysa hepsi de kitabı

okuyorlar." (Bakara, 113)

 

İLK AYETLE İLGİLİ BİR HADİS

 

ed-Dürrül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym, el-

Hilye adlı eserinde, İbn-i Abbas'a dayanarak şu hadisi tahric eder:

Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki: "Yüce Allah, içinde 'Ey iman

edenler' ifadesi bulunan hiçbir ayet indirmemiştir ki, Ali, muhatapların

başı ve emiri olmasın."

 

Ben derim ki: Bu rivayet, daha sonra, bazı ayetlerin Hz. Ali ya

da Ehlibeyt İmamları hakkında indiklerine ilişkin olarak sunacağımız

rivayetleri destekler niteliktedir. Buna örnek olarak şu ayet-i

kerimeleri verebiliriz: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir

ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 110) "...insanlara şahit olasınız..." (Bakara,

143) "...doğrularla beraber olun." (Tevbe, 119)

 

 

390 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 106-107 ...........................................................

 

 

106- Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha

hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?

 

107- Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a

ait olduğunu bilmedin mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir

yardımcınız yoktur.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Bu iki ayet, "nesih" meselesini işlemektedir. Fıkıh bilginleri açısından

nesih, bir hükmün geçerliliğinin sona erdiğini, yürürlük

süresinin bittiğini açıklamaktır. Fıkıhtaki nesih, ayetteki mutlak

ifadeden alınan, ayetin ayrıntısı niteliğinde bir kavramdır. Anlamını

ve içeriğini ayetten ve ayetin onunla ilgili işaretlerinden almaktadır.

 

"Biz... neshedersek" Neshetme, giderme demektir. Güneş gölgeyi

ortadan kaldırıp yok edince, Araplar, "Nesehat'iş-şems'üzzille"

yani, "Güneş gölgeyi giderdi (neshetti)" derler. Yüce Allah bir

ayette şöyle buyuruyor: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik

ki o, bir şey arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu

içerisine mutlaka bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah şeytanın

attığını derhâl giderir (nesheder)." (Hacc, 52) Bir kitaptan ikinci

bir nüsha oluşturulunca, "kitap neshedildi, nüshası alındı" derler.

Sanki kitap giderilmiş, yerine yenisi getirilmiştir. Aşağıdaki ayet-i

kerimede "nesh" yerine "tebdil" kelimesinin kullanılmış olması bu

yüzdendir: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman

-Allah ne indirdiğini bilirken- 'Sen Allah'a iftira ediyorsun'

derler. Hayır çokları bilmiyorlar." (Nahl, 101)

 

Bakara Sûresi / 106-107 ............................................... 391

 

Her ne ise, görüldüğü gibi, nesh ayetin kendisinin ortadan

kaldırılmasını, varoluşunun iptal edilmesini gerektirmez. Tam

tersine, bu hususta hüküm, "ayet" ve "alâmet" niteliği ile ilgilidir.

Ayrıca ayet-i kerimenin son cümlesi (Allah'ın her şeye... bilmedin

mi?), önceki cümlede varılan hükmün illetini bildirir niteliktedir.

Dolayısıyla "nesh", ayetin bir alamet, bir işaret olarak etkisinin

giderilmesi demektir. Yani, bir şey özünü korumakla birlikte işaret

ve alâmet oluşunu elden veriyor. Buna göre, neshetme olayında

ayetin yükümlülük ve benzeri etkileri giderilir; ama kendisine,

özüne dokunulmaz. "Unutturma" ve "neshetme" fiillerinin bir

arada kullanılmasından da böyle bir sonuca varabiliriz.

Ayetin orijinalinde geçen "nunsihâ" fiilinin mas-tarı olan "insâ",

"nisyan" mastarının "if'al" kalıbına sokulmuş şeklidir ve "bilme"

nin kapsamının dışına çıkarma, "ilim"den giderme anlamına

gelir. Nesh ise, göz önünden gidermektir. Bu durumda ayete şöyle

bir anlam vermek gerekir: Bir ayeti göz önünden giderirsek ya da

"bilme"nin kapsamının dışına çıkarırsak, ondan daha iyisini veya

bir benzerini getiririz.

 

Ayrıca bir şeyin "ayet" oluşu "şeylere", "yerlere" ve "cihetlere"

göre değişir. Kur'ân bir yönüyle insanların benzerini getirememeleri

bakımından yüce Allah'ın ayetidir. İlâhî hüküm ve yükümlülükler

de Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bunlar aracılığı ile Allah'tan

korkma ve O'na yakın olma durumu meydana gelir. Somut varlıklar

da Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bu tür olgular kendi varlıkları

ile yaratıcılarının varlığına işaret ederler. Varlıklarının özellikleriyle

yaratıcılarının isim ve sıfatlarına tanıklık ederler. Allah'ın peygamberleri,

velileri de ayettirler. Söz ve fiil olarak Allah'a davet ettikleri

için... Dolayısıyla ayet, güçlü ve zayıf olabilir. Nitekim yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Andolsun Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü

gördü." (Necm, 18)

 

Öte yandan bir ayet, bir yönüyle ayet niteliğine sahip olabileceği

gibi, birkaç yönüyle de ayet sayılabilir. Dolayısıyla bir ayet sahip

olduğu tek yönüyle neshedilip giderilirse, ortadan kalkmış olur.

Ama eğer birçok yönü bulunursa, neshedilen yönünün dışındaki

diğer yönleriyle yine "ayet" olarak değerlendirilir. Kur'ân'daki

herhangi bir ayetin, içerdiği şer'î hükmün yürürlükten kaldırılması,

 

392 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

buna karşın ayetin belâgati ve mucizevîliği ile varlığını sürdürmesi

gibi.

 

"Nesh" kavramının genelliğinden algıladığımız budur. Yüce Allah'ın

şu sözünde ifadesini bulan illetlendirme unsurundan da bu

sonucu çıkarmak mümkündür: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu

bilmedin mi? Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a

ait olduğunu bilmedin mi?" Bu durumda, konuya yöneltilebilecek

inkâr ya da ayetin iniş sebebine ilişkin rivayetlerde belirtildiğine

göre Yahudilerin sergiledikleri inkâr, nesh kavramının anlamıyla

ilgili olarak iki açıdan söz konusudur:

 

Birincisi: Ayet Allah katından geldiğine göre, kulların gerçek

çıkarlarından birini koruma amacına yöneliktir ve bu çıkarı onun

dışında hiçbir şey koruyamaz. Ayet giderilirse, çıkar da ortadan

kalkar. Artık hiçbir şey ayetin yerine geçip söz konusu çıkara kalıcılık

niteliğini kazandıramaz. Yaratıkların yararına ve kulların çıkarına

olan böy-lece elden çıkmış olur. Oysa yüce Allah kullarına

benzemez. Bilgisi de onların bilgisi gibi değildir.

Çünkü kulların bilgileri dış etkenlerin değişmesi ile birlikte değişiklik

arzeder. Bu yüzden kul, bir gün herhangi bir çıkara ilişkin

bir bilgi edinir ve o bilgi doğrultusunda bir hüküm verir. Sonra ertesi

gün bilginin niteliği değişir, zihinde dün elde edemediği daha

değişik bir çıkara yönelik bir bilgi belirir ve yeni bir hükümde bulunur;

eski hük-mün yanlışlığına karar verir; yeni bir hükmün konulmasının

gerekliliğine inanır. Dolayısıyla her gün yeni bir hüküm

vermek durumunda kalır. Renkten renge girer. Eşyadaki yarar unsurunu

tüm yönleriyle kuşatıp algılayamayan kulların durumu

bundan ibarettir. Yararlı ve zararlı şeylere ilişkin bilgileri değiştikçe,

hükümleri ve durumları da değişir. Bilgi alanındaki değişiklik

oranında, az veya çok pratikte de değişiklik olur, yeni oluşumlar

baş gösterir. Bu da, gücün genel ve sınırsız olmayışından ileri gelir.

 

İkincisi: Güç sınırsız olsa da, var etme olgusunun gerçekleşmesi

ve varoluşun fiilileşmesi ile birlikte değişkenlik imkânsız olur.

Çünkü şey, zorunlu olarak gerçekleştiği durumdan değişikliğe

uğramaz. Bu durum, insanın isteğe bağlı fiilleri karşısındaki konumuna

benzemektedir. Çünkü insanın isteğe bağlı olan fiilleri,

pratikte meydana gelmediği sürece isteğe bağlı fiillerdir. Pratikte

 

Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 393

 

meydana geldikten sonra zorunluluk ve kesinlik niteliğini kazanırlar

ve artık isteğe bağlı fiiller olarak değerlendirilemezler. Meselenin

bu yönü mülkiyetin sınırsızlığının geçersizliğini gerektirir ve

dizgin elden çıktıktan sonra kimi tasarrufların yerine diğer bazı tasarruflarda bulunmanın imkânı söz konusu olamaz. Yahudilerin, "Allah'ın eli kolu bağlıdır." demeleri gibi.

Bu ayetlerde yüce Allah birinci duruma şu sözleriyle cevap veriyor:

"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" Yani; Allah,

eskinin yerine daha iyisini veya bir benzerini koymaktan âciz değildir.

 

İkinci duruma cevap verirken de şöyle buyuruyor: "Göklerin

ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin

mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız

yoktur." Yani; gökler ve dünya üzerindeki egemenlik Allah'a aittir.

O, egemenliği altındaki mülkünde dilediği gibi hareket eder. O'nun

dışında hiç kimsenin bu mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi

yoktur.

 

Dolayısıyla hiç kimse, O'nun tasarrufta bulunduğu kapılardan

birini kapatamaz ya da onun tasarrufuna engel olamaz. Ne başlangıçtan,

ne de yüce Allah'ın temliki ile hiçbir şey, hiçbir şeye sahip

değildir. Çünkü yüce Allah'ın bir şeyi bir başkasının mülkiyetine

vermesi, herhangi birimizin bir şeyi bir başkasının mülkiyetine

vermemiz gibi değildir. Bizim kendi aramızdaki uygulamalarda birinci

mülkiyet geçersiz olur ve ikinci mülkiyet yürürlüğe girer.

Allah ise, tıpkı sahip olduğu diğer şeyler gibi, başkasının mülkiyetine

verdiği şeylerin de sahibidir. Meselenin iç yüzüne baktığımız

zaman, mutlak mülkiyet ve mutlak tasarruf yetkisinin O'na

ait olduğunu görürüz. O'nun mülkiyetimize vermesi ile sahip olduğumuz

şeylere bakarsak, görürüz ki, O'ndan bağımsız bir mülkiyete

sahip değiliz ve O bizim velimizdir. Aynı şekilde, görünüş olarak

bize bahşettiği bağımsızlığa bakacak olursak -ki bu, gerçekte zenginlik

şeklinde beliren bir fakirliktir, bağımsızlığa benzeyen uyduluktur-

görürüz ki, O'nun yardımı ve desteği olmaksızın işlerimizi

düzenleyemeyiz. Yardımcımız O'dur bizim.

Bu anlattıklarımız, "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin

yalnızca Allah'a ait olduğunu..." cümlesindeki hasr ifadesinden de

anlaşılmaktadır.

 

394 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi? Göklerin ve

yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin

mi?" Bu ifadeler sözü edilen iki itiraza cevap mahiyetindedir. İki itirazın

söz konusu olduğunun kanıtı da, iki cümlenin bağlaçsız olarak

birbirlerinden ayrılmış olmalarıdır. "Sizin Allah'tan başka bir

veliniz ve bir yardımcınız yoktur." ifadesi, iki hususu içermektedir

ki bunlar, söz konusu iki itiraza verilen cevabın tamamlayıcısı durumundadırlar.

 

Yani, eğer O'nun sınırsız mülküne bakmazsanız, size bahşedilen

mülke bakın. Bu mülk, bağımsız ve kopuk olmadığına göre,

tek veliniz O'dur. Şu hâlde O, hem sizin üzerinizde ve hem de yanınızda

bulunan şeyler üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma

yetkisine sahiptir. Eğer mülkiyet hususunda bağımsız bir konumda

olmadığınıza bak-maz, yanınızda bulunan zahirî mülkiyete ve

bağımsızlığa baksanız, yine de gücünüzün, mülkünüzün ve bağımsızlığınızın tek başına gerçekleşmediğini görürsünüz. Amaçlarınız,

sırf niyetlerinize ve iradenize boyun eğmenin sonucu olarak gerçekleşmezler.

 

Bunun için Allah'ın yardımı ve desteği kaçınılmazdır.

O, sizin yardımcınızdır, dilediği tasarrufta bulunabilir. Hangi

yoldan giderseniz, O, işlerinize karışabilir. "Sizin Allah'tan başka

bir veliniz... yoktur." ifadesinde "Allah" lafzının yerine zamir kullanılmamıştır.

 

Çünkü ifade ayetin genel akışı içinde bağımsız bir

cümle olarak görünmektedir. Yani bu cümle olmadan da cevap

tamamlanmış sayılır.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor:

 

a) Nesh, sırf şer'î hükümlere özgü bir durum değildir. Tekvinî

fenomenleri de kapsayan genel bir olgudur.

 

b) Nesh, ancak nasih ve mensuhun bulunması ile söz konusu

olur.

 

c) Nasih, mensuhta bulunan iyilik, yeterlilik ve yararlılık

unsurlarını da içerir.

 

d) Nasih, mensuh ile çelişir gibi görünse de, gerçekte, her ikisi

de ortak bir yararı içerdiği için, arada bir çelişki söz konusu değildir.

Örneğin bir peygamber vefat edip yerine bir başka peygamber

gönderildiğinde, -ki bunlar Allah'ın birer ayeti konumundadırlar- biri

diğerini neshetmiş olur. Bu durum doğa yasasının hayat, ölüm,

 

Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 395

 

rızk ve ecel gibi prensiplerinin bir gereğidir. Aynı şekilde kullar açısından

yararlı olan unsurların çağların değişmesi ile değişkenlik

göstermesi ve bireylerin tekâmülü de bunu kaçınılmaz kılar. Bir

dinî hüküm, diğer bir dinî hükmü neshetse, yürürlükten kaldırsa,

her ikisi de din için yarar sayılacak unsurları kapsıyorlardır. Bu hükümlerden her biri yürürlükte olduğu döneme oranla daha elverişli,

daha uygundur ve müminlerin durumlarına daha yatkındır. Meselâ,

davet hareketinin ilk yıllarında müminlerin gerekli sayı ve

hazırlığa sahip bulunmadıkları dönemlerde kâfirlerle dalaşmamayı,

savaşmaktan kaçınmayı öngören hüküm yürürlüğe konulmuştu.

Ama daha sonra İslâm güçlenince, Müslümanlar yapabildikleri

kadar güç hazırlayınca ve ayrıca kâfirlerin ve müşriklerin yüreklerine

korku salacak konuma gelince, yüce Allah cihat etmeye ilişkin

hükmü içeren ayeti indirmişti.

 

Bunun yanı sıra, neshedilen ayetler, ileride neshedileceklerine

ilişkin işaretler ve imalar da içermektedirler. Örneğin: "Allah emrini

getirinceye kadar, affedin, hoşgörün." (Bakara, 109) Bu ayet, cihat

hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. İleride neshin

gerçekleşeceğine ilişkin bir ima içeren bir ayet de şudur: "...O kadınları

ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya

kadar evlerde tutun." (Nisâ, 15) Bu ayet de kırbaçla cezalandırma

hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. Dolayısıyla birinci

ayetteki "Allah emrini getirinceye kadar" ile ikinci ayetteki "Allah

onlara bir yol açıncaya kadar" ifadeleri, söz konusu hükümlerin

geçici olduklarına, belli bir dönemi kapsamak üzere konulduklarına,

bir süre sonra neshedile-ceklerine yönelik işaretler niteliğindedirler.

 

e) Nasih ile mensuh arasındaki ilişki, genel ve özel, mutlak ve

kayıtlı, üstü kapalı ve açık nitelikli hükümler arasındaki ilişki gibi

değildir. Çünkü nasih ile mensuh arasındaki görünürdeki uyuşmazlığı

ve çelişkiyi kaldıran etken her ikisinin arasında varolan

hikmet ve maslahattır. Oysa genel ile özel, mutlak ile kayıtlı, üstü

kapalı ile açık nitelikli ayetler arasındaki uyuşmazlığı kaldıran etken

özel, kayıtlı ve açık nitelikli ayetlerde bulunan sözlü belirginliğin

gücüdür. Bu güç genel nitelikli hükmü özel nitelikli hükümle,

mutlak nitelikli hükmü kayıtlı nitelikli hükümle ve üstü kapalı nitelikli

hükmü açık nitelikli hükümle açıklar. Bunun yöntemi de fıkıh

 

396 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

metodolojisinde ayrıntılı biçimde açıklığa kavuşturulmuştur. Muhkem

ve müteşabih nitelikli ayetlerde de aynı durum söz konusudur:

"Ondan bir kısım ayetler muhkemdir, ki onlar kitabın anasıdır.

Diğerleri ise müteşabihtir." (Âl-i İmrân, 7) ayetini incelerken bu

meseleyi ayrıntılı biçimde ele alacağız.

 

"...unutturursak..." Bu ifadenin orjinali "nunsiha" şeklinde okunmuştur.

Yukarıda da açıkladığımız gibi bu kelime, "hatırdan ve

bilgiden giderme" anlamına gelen "insâ" kalıbının çekimli hâlidir.

Bu ifade geneldir ya da mutlaktır, sırf Peygamber efendimize

(s.a.a) özgü değildir. Daha doğrusu Peygamberimizi kapsamaz bile.

Çünkü yüce Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Sana

okutacağız ve sen unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği başka."

(A'lâ, 6-7) Bu ayet Mekke inişlidir. Nesh meselesini içeren ayet

ise, Medine inişlidir. Bu yüzden, "sen unutmayacaksın." sözünden

sonra "unutma" olgusunun gerçekleşmesi doğru olmaz.

İfadenin "Yalnız Allah'ın dilediği başka." şeklinde bir istisna

içermesine gelince, bu da tıpkı şu ayet-i kerimedeki istisnaya

benzemektedir: "Gökler ve yer durdukça onlar orada sürekli

kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka. Bu, kesintisiz bir

bağıştır." (Hûd, 108) Buradaki istisnaya, yapabilirliği vurgulamak

amacıyla yer verilmiştir. Yani değiştirme gücünün her zaman

kalıcılığını sürdürdüğü dile getirilmiştir. Şayet bu istisna dışarıda

kalan farklı bir durumun varlığını gösterme amacına yönelik olsaydı,

o zaman "Sen unutmayacaksın." şeklindeki minnet bildiren

ifadenin bir anlamı olmazdı.

 

Çünkü hatırda bulundurma ve ezberleme yeteneğine sahip

tüm insanlar ve hayvanlar bir şeyi hatırlarında bulundurabilir ve

unutabilirler. Bunların hatırda tutmaları ve unutmaları yüce Allah-

'ın iradesine bağlıdır. Peygamberimiz (s.a.a) de, "Sana okutacağız..."

ifadesdiyle kendisine yönelik yapılacağı bildirilen okutma ve

unutturmama lüt-fundan önce, bu durumdaydı. Bundan önce o da

herkes gibi Allah'ın iradesiyle hatırlar ve O'nun iradesiyle unuturdu.

Şu hâlde ifadedeki istisna, yüce Allah'ın yapabilirliğini vurgulamaktan

başka bir amaca yönelik değildir. Yani, biz sana okutacağız

ve sen hiçbir zaman unutmayacaksın. Buna rağmen Allah

okuttuğunu sana unutturma gücüne sahiptir.

 

Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 397

 

"Unutturursak." ifadesinin orijinali "nensehâ" şeklinde de okunmuştur.

Fiilin bu çekimi "nesie / nesîen" -yani, erteledi- kalıbından

gelir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Biz, bir ayeti

gidermek suretiyle neshedersek veya ortaya çıkışını geciktirmek

suretiyle ertelersek, ondan daha iyisini ya da bir benzerini getiririz."

Ayetler üzerinde, öne alma ya da erteleme şeklinde beliren ilâhî

tasarruf, bir kemalin ve-ya maslahatın elden gitmesini

gerektirmez. Maksadın ilâhî tasarrufun sürekli kemal ve maslahat

doğrultusunda geliştiğini vurgulamak olduğunun kanıtı, şu ifadedir:

"Ondan daha hayırlısını veya onun benzerini." Çünkü hayırlılık,

ancak varolan şeyin mükemmelliği ya da konulan hükmün yararlılığı

durumunda söz konusu olabilir. Bu durumda varolan şey

ya ötekisine denk olur ya da hayırlılık noktasında ondan daha ileri

düzeyde olur. Artık meseleyi anlamış olmalısın.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Gerek Şia ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Kur'ân-ı Kerim'de

nasih ve mensuh olayının bulunduğuna ilişkin olarak Peygamber

efendimizden (s.a.a), ashaptan ve Ehlibeyt İmamlarından birçok

hadis rivayet edilmiştir.

 

Nümanî tefsirinde, nasih ve mensuhla ilgili birçok ayetten söz

edildikten sonra, Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediği belirtilir:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

(Zâriyât, 56) ayetini, 'Ama ihtilâf edip durmaktadırlar. Yalnız

Rabbinin rahmetine nail olanlar hariç. Zaten onları bunun için

yarattı.' [Hûd, 118- 119] ayeti neshetmiştir. Yani acıdığı için onları

yaratmıştır." [s.14]

 

Ben derim ki: Bu rivayet gösteriyor ki, İmam Ali (a.s) ayetteki

nesh kavramını, yasama alanındaki nesh meselesinden daha geniş

boyutlu olarak değerlendirmiştir. Çünkü İmamın örnek gösterdiği

ikinci ayet, birinci ayetin vurguladığı gerçeğin sınırlandırılmasını

gerektiren bir gerçeği ifade etmektedir.

 

Daha açık bir ifadeyle; birinci ayet, yaratılışın bir amacının olduğunu

dile getiriyor ki bu amaç, Allah'a yönelik kulluktur. Yüce

Allah, herhangi bir fiili ile irade ettiği bir amaç noktasında

altedilemez. Fakat yüce Allah, insanları ve cinleri farklı konumlara

 

398 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sahip olmaya yatkın olarak yaratmıştır. Bu yüzden onlar da doğru

yolu bulma ve sapma hususunda farklı tavırlar içindedirler. İhtilâf

edip durmaktadırlar. Ancak ilâhî yardımın kapsamına girenler, hidayet

rahmeti tarafından kuşatılanlar başka. Allah bunun için, yani

bu rahmet için onları yaratmıştır. Şu hâlde ikinci ayet de yaratılış

için bir hedef gösteriyor, o da kulluğu ve hidayeti doğuran rahmettir.

Bu ise, ancak bütünün içinden belli bir kısmı kapsayabilir.

Birinci ayet, kulluğu herkes için bir amaç olarak öngörüyor.

Dolayısıyla kulluk, bir kısmın diğer bir kısım için yaratılmış

olması açısından genelin amacı hâline getirilmiştir. Söz konusu ikinci

kısım da bir başka kısım için yaratılmıştır. Böylece zincir, ibadet

ehline kadar uzanır gider. Onlar ibadet etmek için yaratılmış

abidlerdir. Bu durumda ibadetin herkes için amaç olması gerçeklik

kazanmış oluyor. Tıpkı, meyve elde etmek ya da başka türlü

malî menfaatler sağ-lamak amacı ile ağaç dikmek, bahçe oluşturmak

gibi. Şu hâlde ikinci ayet, birinci ayetin mutlaklığını

neshediyor.

 

Yine Nümanî tefsirinde belirtildiğine göre, Hz. Ali (a.s) şöyle

buyurmuştur: "İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur.

Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. [Meryem, 71]

ayetini, 'Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar,

ondan uzaklaştırılmışlardır. Onun uğultusunu duymazlar. Ve

canlarının çektiği nimetler içinde ebedi kalırlar. O en büyük korku,

onları asla tasalandırmaz.' [Enbiyâ, 101-103] ayeti nesh etmiştir."

[s.15]

 

Ben derim ki: Bu ayetler, genel ve özel nitelikli değildirler. Nedeni

de şu ifadedir: "Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir

hükümdür." Kesinleşmiş hükmün kaldırılması olacak iş değildir.

Böyle bir hükmün geçersiz kılınması imkânsızdır. Bu tür bir neshin

anlamı, inşaallah ileride, "Bizden kendilerine güzellik geçmiş

olanlar, ondan uzaklaştırılmışlardır." ayetini ele alırken, daha

geniş biçimde açıklanacaktır.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Bâkır (a.s) şöyle

buyurmuştur: "Yüce Allah'ın, 'Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.

Kitabın anası onun yanındadır.' [Ra'd, 39] ayetinde ifade ettiği

 

Bakara Sûresi / 106-107 .................................. 399

 

'bedâ' da bir tür neshtir. Yunus kavminin kurtuluşu da bunun örneklerindendir." [c.1, s.55, h: 77]

 

Bu rivayetin vurguladığı husus son derece belirgindir.

Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan bazı rivayetlerde bir imamın

vefat edip yerine bir başka imamın geçmesi nesh olarak değerlendirilmiştir.

Ben derim ki: Bu tür bir yaklaşımın ifade ettiği anlama bundan

önce işaret etmiştik. Bu anlamı pekiştiren rivayetlerin sayısı oldukça

kabarıktır ve bunlar büyük ölçüde yaygınlık kazanmışlardır.

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Abd b. Humeyd'in, Ebu Davud'un

Nasih adlı eserinde ve İbn-i Cerîr'in Katade'ye dayanarak şu rivayeti

tahric ettikleri belirtilir: "Ayet ayeti neshederdi. Allah'ın Nebisi

bir ayet, bir sure ve bir surenin Allah'ın dilediği kadarını okurdu.

Sonra Allah onu kaldırır ve Peygamberine unuttururdu. Bu hususla

ilgili olarak Peygamberine hitaben şöyle buyuruyor yüce Allah, 'Biz

bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını...

getiririz.' Nesh olayında bir hafifletme, bir ruhsat, bir emir ve

bir yasaklama söz konusudur."

 

Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde ayetin orijinalinde

geçen "nunsihâ" kelimesinin anlamı ile ilgili birçok rivayet nakledilmiştir.

"Unutturursak" sözünün açıklaması sırasında vurguladığımız

gibi, bunların tümü de Kur'ân'ın mesajına ters niteliktedirler;

dolayısıyla reddedilmelidir.

 

400 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 108-115 ............................................. 401

 

108- Yoksa siz de, Peygamberinizi, daha önce Musa'ya sorulduğu

gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim küfrü imanla değişirse,

artık dümdüz yoldan sapmış olur.

 

109- Ehlikitap'tan birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan

sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan

sonra vazgeçirip kâfir olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye

kadar, affedin, hoş görün. Şüphe yok ki Allah'ın her şeye güce yeter.

 

110- Namazı ayakta tutun, zekât verin. Kendiniz için önceden

ne hayırda bulunursanız onu, Allah katında bulursunuz. Şüphe yok

ki Allah, yaptıklarınızı görür.

 

111- (Ehlikitap:) Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin olarak

cennete girmeyecek, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki:

"Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin."

 

112- Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse,

ecri Rabbinin katındadır. Onlara ne korku vardır, ne de mahzun

olurlar.

 

113- Yahudiler, "Hıristiyanlar, hiçbir şey (temel) üzerinde değildirler."

dediler. Hıristiyanlar da, "Yahudiler, hiçbir şey (temel)

üzerinde değildirler." dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Allah, ayrılığa

düştükleri şeyde kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

 

114- Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel

olandan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim

vardır? Bunların, oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi.

Onlara dünyada horluk, ahirette de büyük bir azap.

 

115- Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz, Allah'ın

yüzü oradadır. Allah('ın mülkü ve kuşatması) şüphesiz, geniştir,

bilendir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Yoksa siz de, peygamberinizi daha önce Musa'ya sorulduğu gibi

sorguya çekmek mi istiyorsunuz?" Ayetin akışından -Resulullah'a

(s.a.a) inanan- bazı Müslümanların, Yahudilerin peygamberleri Hz.

Musa'ya (a.s) yönelik sorgulamaları düzeyinde, Peygamber efen-

 

402 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dimizi sorguladıkları anlaşılıyor. Yüce Allah, Yahudilerin gerek Hz.

Musa'ya ve gerekse ondan sonraki peygamberlere yönelik bu tutumlarını

kınayarak, dolaylı olarak bu tür bir tavır içinde olan Müslümanları

da kınamış oluyor. Gelen rivayetler de bu yaklaşımımızı

destekler mahiyettedir.

 

"dümdüz yol" Doğru ve amaca ulaştırıcı yol demektir.

 

"Ehlikitap'tan birçoğu..." Rivayet edildiğine göre, bunlar Hayy b.

Ahtap ve onunla birlikte olan bir grup bağnaz Yahudilerdi.

 

"affedin, hoşgörün..." Bunun savaşla ilgili ayetle neshedildiğini

söylemişlerdir.

 

"Allah emrini getirinceye kadar" Daha önce de değindiğimiz gibi,

bu ifade yüce Allah'ın Ehlikitap'la ilgili başka bir hüküm koyacağına

ilişkin bir işaret içermektedir. Aynı durum, "Bunların oralara

ancak korka korka girmeleri gerekirdi." ayeti ile, Tevbe suresinde

yer alan "Müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i

Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) ayeti arasındaki bağlantı açısından

da geçerlidir. "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh,

Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) ayetini incelerken "emr" kavramı

üzerinde duracağız.

 

"cennete girmeyecek, dediler..." Hıristiyanlar da açıkça Yahudilere

ilhak edilmeye başlanıyor ve ortak cürümleri açıklanıyor.

 

"Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse..." Bu,

üçüncüsü oluyor ki yüce Allah, mutluluğun ve Allah katındaki saygınlığın

isimlerden çok, gerçek iman ve kulluğa bağlı olduğunu

bildiriyor. Birincisi, "Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar

ve Sabiiler..." (Bakara, 62) İkincisi, "Evet kim günah kazanır da

suçu kendisini kuşatmış olursa.." (Bakara, 81) Üçüncüsü de bu ayettir.

Bu ayetlerin vurguladıkları anlam göz önünde bulundurularak

imanı, yüzü Allah'a teslim etmek; ihsanı da salih amel olarak

değerlendirmek mümkündür.

 

"Oysa hepsi de kitabı okuyorlar." Yani onlar Allah'ın kitabından

kendilerine geleni biliyorlar. Dolayısıyla böyle bir söz söylememeleri

gerekirdi. Çünkü kitap, onlara gerçeği açıklar mahiyettedir.

Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "Bilmeyenler de tıpkı

onların dedikleri gibi demişlerdi." Şu hâlde "bilmeyenler"den

maksat, Arap müşrikleridir. Bunlar, "Müslümanlar bir temele

 

Bakara Sûresi / 108-115 .................................. 403

 

dayanmıyorlar" ya da "Kitap ehli olanlar bir temele

dayanmıyorlar" demişlerdi.

 

"Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olandan...

daha zalim kim vardır." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla, burada hicret

öncesi Mekkeli kâfirlerin umumu kastediliyor. Çünkü bu ayetler,

Peygamber efendimizin (s.a.a) Medine'ye hicret edişinin ilk günlerinde

nazil olmuştur.

 

"Bunların, oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi." ifadenin

orijinalinde geçen "kane" fiilini göz önünde bulundurursak, aslında

olmuş bitmiş bir olaydan söz edildiğini anlarız. Bu durum Kureyş

kâfirlerine ve onların Mekke'deki tavırlarına uyuyor. Nitekim rivayetlerde

de belirtildiğine göre mescitlere girişleri engelleyenler,

Mekke kâfirleriydi. Kureyş kâfirleri, Müslümanların Mescid-i Haram'da

ya da Kâbe'nin avlusunda edindikleri namazgâhlarda namaz

kılmalarını engelliyorlardı.

 

"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü

oradadır." Doğu, batı ve tüm yönler gerçek anlamıyla Allah'ın mülküdür.

Bu durum değişim ve başkalaşım kabul etmez. Yani yüce

Allah'ın bir şey üzerindeki mülkiyeti, biz insanların mülkiyetine

benzemez. O'nun mülkiyeti bir şeyin özüne taalluk ettiği için o şeyin

kendisini de, etkinlik alanını da kuşatır. Bizim mülkiyetimiz ise,

şeylerin sonuçları, etkinlik alanları ve yararları açısından geçerlidir.

Şeylerin özleri üzerinde herhangi bir sahipliğimiz söz konusu

değildir. Bir mülk, mülk olması itibariyle ancak sahibi ile vardır.

Buna göre yüce Allah söz konusu yönleri var etmiştir, onları kuşatmıştır

ve onlarla beraberdir. Dolayısıyla herhangi bir yöne yönelen

biri, Allah'a yönelmiş durumdadır.

 

Doğu ve batı yönleri göreceli oldukları için, aşağı yukarı tüm

yönleri kapsarlar. Çünkü, gerçek kuzey ve güney noktaları dışında

herhangi bir yön bu kapsamın dışında kalmaz. Bu yüzden "nereye..."

ifadesinin genelliği bu iki yönle kayıtlandırılmamıştır. Yani,

"Bu iki yönden nereye dönerseniz" denilmemiştir. Sanki, insanoğlu

nereye dö-nerse dönsün, orası ya doğudur ya da batıdır. Dolayısıyla,

"Doğu da, batı da Allah'ındır." sözü, "Bütün yönler Allah'ındır."

sözü ile aynı gerçeği ifade eder.

 

404 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bütün yönler arasından, bu ikisinin seçilmiş olmasının sebebi,

insanın yöneldiği tüm yönlerin ancak güneşin ve diğer aydınlatıcı

gök cisimlerinin doğuş ve batışına göre belirleniyor olmasıdır.

"Allah'ın yüzü oradadır." Ceza cümlesindeki hükmün illeti, cezanın

yerine konulmuştur. Allah doğrusunu daha iyi bilir; ifadenin

açılımı şöyledir: "Nereye dönerseniz dönün, bu sizin için caizdir.

Çünkü Allah'ın yüzü oradadır."

 

Bu tarz bir açıklamanın kanıtı da, yukarıdaki hükmün şu ifadeyle

illetlendirilmiş olmasıdır: "Allah geniştir, bilendir." Yani Allah

geniş bir mülke ve kuşatıcı bir bilgiye sahiptir. Nereye yönelirseniz,

o sizin maksatlarınızı bilir. Yani O, herhangi bir insan ya da

diğer bir varlık gibi değildir ki, ancak özel bir yönde bulunduğu

zaman kendisine yönelinebilsin ve ancak özel bir taraftan yönelenin

yönelişini bilebilsin. Şu hâlde her yöne doğru gerçekleşen

yöneliş, yüce Allah'a yöneliş demektir ve O bu yönelişi tüm yönleriyle

bilir.

 

Bil ki, kıbleye ilişkin bu genişlik yönle ilgilidir, mekânla değil.

Bunun kanıtı da yüce Allah'ın, "Doğu da, batı da Allah'ındır."

şeklindeki sözüdür.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

et-Tehzib adlı eserde Muhammed b. Husayn'ın şöyle dediği belirtilir:

Salih kula (İmam Musa Kâzım'a) şöyle bir yazı gönderildi:

"Adamın biri bir çölde ve bulutlu bir günde, kıbleyi tam olarak belirleyemeden namaz kılar. Namazı bitirince güneşi görür ve kıbleye

yönelmeden namaz kıldığını fark eder. Bu namazı geçerli mi

sayar, yoksa yeniden mi kılar?" Salih kul şu cevabı verdi: "Vakit

geçmemişse namazı yeniden kılar. Yoksa o adam bilmiyor mu ki, -

doğru sözlü olan- Allah: 'Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır.' buyuruyor?" [c.2, h: 160]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî de belirtildiğine göre, "Doğu da, batı da Allah-

'ındır..." diye başlayan ayetle ilgili olarak İmam Bâkır (a.s) şöyle

buyurmuştur: "Yüce Allah bu ayeti özellikle nafile namazlar hakkında

indirmiştir. 'Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır.

Allah şüphesiz geniştir, bilendir." Resulullah (s.a.a) devesinin sırtında

işaretle namaz kılmıştır, bu sırada devenin yönü de değişebi-

 

Bakara Sûresi / 108-115 .................................. 405

 

liyordu. Bu durum hem Hayber'e gidişte ve hem de Mekke'den

dönüşte gerçekleşmiştir ki, Mekke'den dönerken Kâbe'yi arkasına

almış bulunuyordu." [c.1, s.56, h: 80]

 

Ben derim ki: Ayyâşî buna benzer bir açıklamayı Zürare'den, o

da İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.1 Aynı şekilde, Kummî ve

Şeyh Tusî, İmam Rıza'dan (a.s)2, Şeyh Saduk da İmam Sadık'tan

(a.s)3 buna yakın ifadeler aktarmışlardır.

 

Bil ki, Ehlibeyt İmamlarından Kur'ân-ı Kerim'deki genel ve özel,

mutlak ve kayıtlı ifadelerle ilgili olarak aktarılan rivayetler üzerinde

uzun uzadıya durduğun zaman, göreceksin ki, bu rivayetlerde

çoğu zaman genel nitelikli ayetten bir hüküm, özel nitelikli,

yani özelle birlikte genel nitelikli ifadeden de bir başka hüküm çıkarılmıştır.

 

Genellikle, genel nitelikli ifadeden müstehap hükümler,

özel nitelikli ifadeden ise farz hükümler çıkarılmıştır. Aynı durum

mekruhluk ve haramlık için de geçerlidir ve böylece...

İmamlardan aktarılan rivayetlerde belirlenen Kur'ân tefsiriyle

ilgili anahtar yöntemlerden biri de budur. Onlardan rivayet edilen

hadislerin kabarık bir yekûnu bu eksen etrafında döner. Buradan

hareketle Kur'ânî bilgilere ilişkin iki temel kuralı belirleyebilirsin:

Birincisi: Kur'ân'ın her cümlesi, hem tek başına, hem de kendisi

ile ilgili tüm kayıtlarla birlikte sabit, değişmez bir gerçekten ya

da sabit, değişmez bir hükümden söz eder. Şu ayet-i kerimede olduğu

gibi: "Allah, de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana

dursunlar." (En'âm, 91)

 

Bu ifadede dört bağımsız, değişmez, sabit anlam vardır. Bîrincisi:

"Allah, de." İkincisi: "Allah, de, sonra onları bırak." Üçüncüsü:

"Allah, de, sonra bırak onları daldıkları bataklıkta." Dördüncüsü:

"Allah, de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana dur-

--------

 

1- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.56, h: 81]

2- [et-Tehzib, c2, h: 155]

3- [Men La Yahzuruh'ul-Fakih, c.1, h: 846]

 

406 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sunlar." Bu şekilde incelenmesi mümkün olan her ifadede bu yöntem

göz önünde bulundurulabilir.

 

İkincisi: İki kıssa veya iki anlam aynı cümle veya aynı ifade ile

anlatıldığı zaman, her ikisi de aynı merciye dönük olurlar. Bu iki

kural iki sırdır ki, gerisinde sırlar yatar. Yol gösterici, hidayet edici

Allah'tır.

 

 

Bakara Sûresi / 116-117 .................................................. 407

 

116- "Allah çocuk edindi" dediler. Haşa! O, bundan münezzehtir.

Hayır, göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nundur, hepsi

O'na boyun eğmiştir.

 

117- O, örnek edinmeden göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir

şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Allah çocuk edindi, dediler..." Ayetin akışı, bu sözü söyleyenlerin

Yahudi ve Hıristiyanlar olduklarına ilişkin bir ipucu veriyor. Çünkü

Yahudiler, "Üzeyir Allah'ın oğludur..."; Hıristiyanlar da, "İsa Allah'ın

oğludur..." diyorlardı. Ayrıca buradaki ifadelerin hedefi de

Ehlikitap'tır. Onlar, "Allah çocuk edindi." diyorlardı. Bunu önceleri

peygamberlerine yönelik bir onurlandırma niteliği olarak kullanmışlardı.

Nitekim, "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz." derlerdi.

Bir onurlandırma aracı olarak kullandıkları bu sıfatı daha sonra,

bir gerçeğin ifadesi olarak algılamaya başlamışlardı. İşte bu iki

ayette yüce Allah onların bu sapık anlayışlarına cevap veriyor ve

sözlerini şu şekilde çürütüyor: "Göklerde ve yerde bulunanların

hepsi O'nundur..."

 

Bu ifade ve devamı iki kanıt içeriyor ki, bunların her biri, yüce

Allah'ın çocuk edinmiş olmasını, O'nun bir çocuğunun olmasını

reddediyor. Çünkü çocuk edinmek; doğal bir varlığın bazı cüzlerini

kendisinden koparması, bazı parçalarını kendinden ayırıp tedricî

bir eğitim sonucu onu kendi türünden kendine benzer bir fert hâline

getirmesi demektir. Yüce Allah ise, benzerlerden münezzehtir.

Tam tersine göklerde ve yerde olan her şey O'nun mülküdür, varlı-

 

408 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ğını O'na borçludur. Varoluşundan kaynaklanan bir zelillikle O'nun

huzurunda boyun eğmiş durumdadır.

 

Herhangi bir şey, böyle bir niteliğe sahipken, gerçek konumu

bundan ibaretken, O'nunla aynı türden ve O'na benzer olabilir mi?

O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yarattığı herhangi bir şeyi eski bir

modele bakarak yaratmaz. O'nun yarattığı hiçbir şey eskiden yarattığı

hiçbir şeye benzemez. Benzeşme ve taklit açısından O'nun

fiilleri, baş-ka hiç kimsenin fiillerini andırmaz. Sair yaratıklar gibi

fiillerini tedricî olarak ve sebeplere yapışma suretiyle sergilemez.

O, bir şeye karar verdi mi, ona sadece "Ol" der, o da geçmişte bir

benzeri olmaksızın ve varoluşsal bir tedricîlik söz konusu olmaksızın

hemen oluverir. Öyleyse O'na "Evlât edindi" yakıştırmasında

bulunulabilir mi? Ki, evlât edinme bir terbiye sürecini, tedricî bir

varoluşu gerektirir. Şu hâlde, "Göklerde ve yerde olanların hepsi

O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir." ifadesi eksiksiz bir kanıttır,

susturucu bir belgedir. "O, bir örnek edinmeden göklerin ve yerin

yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece 'Ol' der, o

da hemen oluverir." ifadesi de bir diğer eksiksiz kanıttır. Ayrıca bu

iki ayetten şu sonuçlar çıkıyor:

 

a) Kulluk niteliği, göklerde ve yerde bulunan tüm yaratıkları

kapsayıcı bir genelliğe sahiptir.

b) Yüce Allah'ın fiilleri tedricî değildirler. Bundan da şu sonuç

çıkıyor: Tedricî olarak meydana gelen her varlığın bir de yüce Allah'tan

kaynaklanan tedricîlik dışı bir yönü vardır. Nitekim yüce Allah

şöyle buyuruyor: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona,

sadece 'Ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) "Bizim emrimiz

yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50)

Kur'ân'ın içerdiği bu evrensel gerçekle ilgili ayrıntılı bilgiyi Yâsîn

suresinin 82. ayetini ele alırken vereceğiz, inşaallah. Şimdilik söz

konusu açıklamamızı bekle!

 

"Haşa! O, bundan münezzehtir." Ayetin orijinalinde geçen

"subhanehu" deyimi tenzih etme anlamında mastardır. Bu ifade

ancak bir isme muzaf olarak kullanılabilir. Dolayısıyla cümle içinde

hazfedilmiş bir fiilin mef'ul-ü mutlakı konumundadır. Açılımı

şöyledir: "Sebbehtuhu tesbîhen." Yani, "O'nu tesbih ve tenzih ettim."

Buna göre fiil hazfedilmiş, mastar da mef'ulün zamirine iza-

 

Bakara Sûresi / 116-117 .................................. 409

 

fe edilerek onun yerine geçirilmiştir. Ayrıca ifadenin, yüce Allah'ın,

kendi kutsal zatına yakışmayan nitelendirmelerden, asılsız yakıştırmalardan

nasıl tenzih edileceğine ilişkin eğitici, yol gösterici bir

yönü de vardır.

 

"Hepsi ona boyun eğmiştir..." İfadenin orijinalinde geçen "kanitûne"

isminin kökü olan "kunût" kelimesi, kulluk ve boyun eğme

anlamına gelir.

 

"O... göklerin ve yerin yaratıcısıdır." Orijinalde geçen "bedî" kavramı,

bir şeyin bilinen ve alışılagelen bir örneği olmaksızın, benzersiz

olarak meydana getirilmesini ifade eder.

 

"hemen oluverir." Bu ifade "kun=ol" deyiminin bir ayrıntısıdır.

Dolayısıyla şart cümlesinin cezası konumunda değildir, bu yüzden

sonu "cezm"li değildir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi ve el-Besâir adlı eserlerde bildirildiğine göre Südeyr es-

Say-rafî şöyle demiştir: İmran b. A'yun'un, İmam Muhammed Bâkır'dan

(a.s), "Göklerin ve yerin yaratıcısı..." diye başlayan ayetin

ne anlam ifade ettiğini sorduğunu duydum. İmam Bâkır (a.s) dedi

ki: "Yüce Allah tüm varlıkları kendi bilgisiyle ve geçmişten bir örneği

olmaksızın var etmiştir. Gökleri ve yerleri de yoktan var etmiştir,

yani bu yaratılıştan önce gökler ve yerler yoktu. Yoksa yüce

Allah'ın, "O'nun arşı su üzerinde idi." [Hûd, 7] sözünü duymadın

mı?" [el-Kâfi, c.1 s.256, h: 2]

 

Ben derim ki: Bu rivayetten son derece ilginç bir sonuç daha

çıkıyor. Şöyle ki, "O'nun arşı su üzerinde idi." ifadesindeki su ile

bizim bildiğimiz "su" kastedilmiyor. Bunun kanıtı da, yaratılışın

önceden varolan bir modele, bir örneğe dayanmamasıdır. Şu göklerin

ve yerin yaratılışından önce ilâhî otorite suya dayanıyordu. Şu

hâlde o su bildiğimiz bu su değildir. "O'nun arşı su üzerinde idi."

(Hûd, 7) ayetini incelerken bu hususa açıklık getireceğiz.

 

BİLİMSEL VE FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA

 

Pozitif denemeler, iki varlık aynı bütünsel özellikleri paylaşsalar

bile, bunların kimlik olarak ayrı olduklarını kanıtlamaktadır.

 

410 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Aynı durum, farklılıkları duyularca ayırt edilemeyen iki varlık için

de geçerlidir. Çünkü tüm algılayıcı unsurları devrede olan, donanımlı

bir duyu, aralarındaki farklılığı belirler.

 

Felsefî kanıt da bunu gerektirir. Çünkü, eğer iki varlık varsayılsa

ve bunlardan biri ötekisinden kendi dışındaki bir şeyle ayırt

edilemiyorsa, bu durumda varsayılan çokluğun sebebi, bu ikisinin

dışında değil, demektir. Şu hâlde zat, katışıksızdır ve karışık değildir.

Bir şeyin katışıksızlığının ikincisi ve tekrarı olmaz. Dolayısıyla

çok olarak kabul edilen şey birdir ve çok değildir. Şu hâlde her

varlık; zat olarak bir başka varlıktan ayrıdır. Her varlık eskiden bilinen

bir benzeri olmaksızın meydana gelmiştir. Yüce Allah, benzersiz

yaratır. Gökleri ve yeri örnek alınacak bir benzerleri olmaksızın

yaratmıştır.

 

Bakara Sûresi / 118-119 .................................................... 411

 

118- Bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı ya da

bize bir ayet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların

dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice

bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik.

 

119- Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak

gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Bilmeyenler dediler ki..." Bunlar Ehlikitab'ın dışında kalan müşriklerdir.

Bundan önceki ayetlerden birindeki karşılaştırma bunun

kanıtıdır: "Yahudiler, 'Hıristiyanlar, hiçbir şey (temel) üzerinde

değildirler.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Yahudiler, hiçbir şey (temel)

üzerinde değildirler.' dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler

de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Artık Allah,

ayrılığa düştükleri şeyde, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir."

(Bakara, 113)

 

O ayette Ehlikitap, sarf ettikleri sözler açısından Arap müşriklerinin

kategorisine sokuluyor. Bu ayette ise, müşrikler Ehlikitabın

kategorisine sokuluyor. Yüce Allah diyor ki: "Bilmeyenler dediler

ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet gelmeli değil miydi?

Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi..." Öncekilerden

maksat, Ehlikitap ve Araplar arasında yaşayan Yahudilerdir.

Çünkü Yahudiler de Allah'ın peygamberi Musa'ya benzeri

sözler söylemişlerdi. Dolayısıyla onların ve kâfirlerin görüş ve dü-

 

412 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

şünceleri benzeşmiştir. Bunlar da onların sözlerini tekrarlamış oluyorlar.

Bunun nedeni kalplerinin benzerliğidir.

 

"Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bu

ifade, "Bilmeyenler dediler ki..." şeklinde başlayan ifadeye bir cevap

niteliğindedir. Denmek isteniyor ki: Onların istedikleri ayetler,

ayrıntılı biçimde açıklanmış olarak gelmişlerdir. Ama, ancak Allah-

'ın ayetlerine derinden inanan ve bunları doyurucu bulan kimseler

onlardan yararlanabilir. Şu bilmeyenler ise, kalpleri cehalet örtüsüyle

perdelidir. Tutuculuk ve inatçılık felaketine duçar olmuşlardır.

Bilmeyenlere ayetler bir yarar sağlamaz. Böylece yüce Allah'ın

onları bilgisizlikle nitelendirişi ile güdülen amaç belirginleşiyor.

Ayrıca bu husus, Resulullah efendimize (s.a.a) yönelik, Allah

katından hak içerikli mesaj ile birlikte bir uyarıcı ve müjdeleyici

olarak gönderildiğine ilişkin hatırlatma ile de pekiştiriliyor. Şu hâlde,

gönlünü hoş tutmalıdır ve bilmelidir ki: Onlar cehennem ehlidirler.

Bu hüküm onların aleyhine kesinleşmiştir. Doğru yola girmeleri,

dolayısıyla kurtuluşa ermeleri beklenemez.

 

"Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." Bu ifade, şu ayet-i

kerime ile aynı mesajı vurgulamaya yöneliktir: "İnkâr edenlere,

gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar

inanmazlar." (Bakara, 6)

 

 

Bakara Sûresi / 120-123 ................................................... 413

 

120- Onların dinine uymadıkça, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar

senden razı olmazlar. De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir veli, ne de bir yardımcı olmaz.

 

121- Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi

okurlar. İşte onlar, ona inanırlar. Onu inkâr edenler ise ziyankârların

ta kendileridir.

 

122- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere

üstün kıldığını hatırlayın.

 

123- Sakının o günden ki hiç kimse, başkasının yerine bir şey

ödeyemez, hiç kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat

fayda vermez ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.

 

414 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar..." Bu ifade

başkalarına yönelik hitaptan sonra Yahudi ve Hıristiyan topluluklara

yönelik bir dönüş mahiyetindedir. Yani bir bakıma burada dal

budak salan konuşma toparlanıyor. Yüce Allah Yahudi ve Hıristiyanları

birkaç kez azarladıktan sonra, çarpık anlayışları yüzünden

kınayıcı bir üslûpla onlara hitap ettikten sonra, Peygamberine

(s.a.a) dönüyor ve ona şöyle diyor: "Sen onların kendi arzu ve istekleri

ve ihtirasa dayalı görüşleri doğrultusunda uydurdukları dinlerine

uymadıkça, bunlar senden hoşnut olacak değillerdir." Ardından

Elçisine onlara karşı şunları söylemesini emrediyor:

"De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." Yani, ancak

doğru yolu bulmak için birinin yol göstericiliğine uyulur. Allah'ın

gösterdiği doğru yoldan da başka yol, başka kılavuz yoktur. Uyulması

zorunlu olan ise, ancak haktır. Onun dışındaki görüş ve sistemler

-bu cümleden sizin dininiz de- doğru yol değildirler. Dininiz,

sizin kişisel arzu ve ihtiraslarınızın manzumesidir. Ona din kisvesini

giydirmiş, hayat sistemi adını takmışsınız.

 

"De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." ifadesinde,

yol göstericilik, yani hidayet, Allah katından inen Kur'ân'dan

kinaye olarak kullanılmış, ardından bu kavram Allah'a izafe edilmiştir.

Böylece, "Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir."

ifadesinde "kasr'ul-kalb" sanatı söz konusudur. Bu tür yöntem uyarınca

gerçekleştirilen hasr, onların dinlerinin yol göstericilik niteliğinden

uzak oluşunu gerektirir ki, bu da söz konusu dinin onların

kişisel arzu ve i-htirasların ifadesinden ibaret olmasını doğurur. Bu

da Resulullah efendimizin (s.a.a) sunduğu mesajın bilgi nitelikli,

onların savundukları dünya görüşünün ise, cehalet nitelikli olduğu

gerçeğini ortaya koy uyor.

 

Dolayısıyla ardından hemen şu değerlendirme yapılabiliyor:

"Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan,

andolsun ki, Allah'tan sana ne bir veli, ne de bir yardımcı olmaz."

Şu ifadenin derin etkili kanıtsallığına, özlü ama çarpıcı anlatım

tarzına, akıcılığına ve berraklığına bakınız.

 

Bakara Sûresi / 120-123 ........................................ .. 415

 

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler..." Bu cümle, "İşte onlar,

ona inanırlar." ifadesinden anlaşılan hasr unsuru aracılığı ile öngörülen

bir sorunun cevabı olabilir ki bu soru, "Ne Yahudiler, ne de

Hıristiyanlar senden razı olmazlar." cümlesi ile zihinde uyanabilir.

Şöyle ki, eğer bunların inanmaları beklenmiyorsa şu hâlde, aralarında

kim inanacaktır? Mesajı onlara sunmak, çağrıyı onlara yöneltmek

boş ve gereksiz bir çaba mıdır?

 

İşte zihinde uyanması mümkün olan bu soruya şöyle bir cevap

veriliyor: "Kendilerine kitap verdiklerimiz -ki onlar kitabı gereği gibi

etüt ederek okuyorlar- ellerindeki kitaba inanıyorlar, dolayısıyla

sana da inanırlar." Ya da, "Bunlar hangisi olursa olsun, Allah katından

indirilmiş bulunan kitaba inanırlar." Veya, "Onlar Kur'ân

adlı kitaba iman ederler." Buna göre, "İşte onlar, ona inanırlar."

ifadesindeki hasr, "kasr'ul-ifrad" türündendir ve "ona" zamiri hakkında

bazı varsayımlara göre "istihdam" sanatı [yani, dönük olduğu

mutlak kavramın bazı fertlerinin kastedilmiş olması] söz

konusudur.

 

Dolayısıyla "kitap verdiğimiz kimseler" ifadesi ile Yahudi ve

Hıristiyanlar arasındaki bir grup kastediliyor, bunlar onların içinde

yer alan hak taraftarlarıdırlar ve kişisel arzu ve ihtiraslara uymazlar.

Kitaptan kasıt ise, Tevrat ve İncil'dir. Ama eğer inananlardan

maksat, Resulullah efendimize iman eden müminler ise ve kitapla

da Kur'ân-ı Kerim kastedilmişse, o zaman şöyle bir anlam vermek

gerekir: "Kendilerine Kur'ân'ı verdiklerimiz, ki onlar bu

Kur'ân'a inanırlar, heva ve heveslerine inanan şu kimseler değil."

Bu durumda ifadedeki "hasr" unsuru, "kasr'ul-kalb" türünden olur.

 

"Ey İsrailoğulları..." diye başlayan iki ayette ise konuşmanın sonunda

başlangıcına, bitiminde giriş kısmına göndermede bulunuluyor.

Burada İsrailoğullarına yöneltilen bazı hitaplara nokta konuyor.

 

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Deylemî'nin İrşâd'ında, "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler

onu gereği gibi okurlar" ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s)

şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ayetlerini, üzerinde dura dura okurlar,

içerdikleri mesajı derinden kavrarlar, onun hükümlerini uygu-

 

416 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

larlar, onun içerdiği geleceğe dönük müjdeleri umarlar, yine bu tür

tehditlerinin gerçekleşmesinden endişe ederler, anlattığı kıssalarından

ibret verici sonuçlar çıkarır, dersler alırlar, emirlerine uyarlar,

yasakladığı hususlardan kaçınırlar. Allah'a andolsun ki, burada

kastedilen durum, ayetlerini ezberlemek, harflerini öğrenmek,

surelerini okumak, onda birini, beşte birini ders almak, harflerini

ezberleyip de içerdiği uygulamaya dönük hükümlerini unutmak

değildir. Ayetlerinin üzerinde durarak okumak ve içerdiği hükümleri

uygulamaktır, kastedilen. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Mübarek bir kitaptır. O'nu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler

ve akıl sahipleri öğüt alsınlar." [Sâd, 29] [s.101, bab:19]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Onu gereği gibi okurlar."

ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani cennet

ve cehennem ile ilgili ayetlerin yanında dururlar." [c.1, s.57, h: 84]

 

Ben derim ki: Bundan maksat, ayetlerin üzerinde düşünmektir.

 

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın bu ayetle ilgili olarak, "Burada işaret

edilen kimseler, İmamlardır." dediği belirtilir. [c.1, s.215, h: 4]

Ben derim ki: Bu da bir tür uyarlamadır; meseleyi eksiksiz bir

ör-neğine işaret ederek açıklığa kavuşturma yöntemidir.

 

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................... 417

 

124- Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış,

o da onları tamamlayınca, "Ben seni insanlara imam yapacağım."

demişti. İbrahim, "Soyumdan da" deyince, Allah, "Benim

ahdim zalimlere ermez." demişti.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Burada, Hz. İbrahim'in (a.s) hayatından bazı kesitler sunmaya

baş-lanıyor. Bu başlangıç bir anlamda kıble değişikliğini konu alan

ayetlerle, hac ibadetine ilişkin hükümleri içeren ayetlere bir giriş

niteliğindedir. Bunun yanı sıra, Allah'ın birliği esasına dayalı

(hanif) İslâm dininin özü de bu sıralama içinde açıklığa kavuşturuluyor.

Temel bilgilere, ahlâk kurallarına ve ayrıntı niteliğindeki

fıkhî hükümlere yer veriliyor. Ayrıca yüce Allah'ın imamlık misyonunu

İbrahim'e özgü kılmasını, onun Kâbe'nin temellerini atıp binasını

kurmasını ve bir peygamber göndermesini istemesini konu

alan ayetler sunuluyor.

 

"Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i... sınamıştı..." Bu ifade, Hz. İbrahim'e

imamlık misyonunun verilişine, bu onurun ona bahşedilişine

yönelik bir işarettir. Bu olay, Hz. İbrahim'in ömrünün sonlarında, iyice

yaşlandığı sıralarda, İsmail ve İshak'ın dünyaya gelişlerinin ve

İsmail ile annesini Mekke'ye yerleştirmesinin ardından gerçekleşmiştir.

Kimi bilginler de bu hususa dikkat çekmişlerdir. Bunun

kanıtı, yüce Allah'ın kendisine, "Ben seni insanlara imam yapacağım"

demesinin ardından onun, "soyumdan da" demesidir.

Çünkü Hz. İbrahim, meleklerin gelip kendisine İsmail ve İshak

adlı oğullarının dünyaya geleceklerini müjdelemelerinden önce,

kendisinden sonra bir soyunun olacağını sanmıyordu. Hatta, melekler

ken-disine bu müjdeyi verdiklerinde, o konuya ilişkin karamsarlığını

ve ümitsizliğini şu ifadelerle dile getirmişti: "Onlara, İbrahim-

 

418 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

'in konuklarını haber ver: Onun yanına girmişler, 'Selâm' demişlerdi.

İbrahim, 'Biz sizden korkuyoruz.' dedi. 'Korkma, dediler, biz

sana bilgin bir çocuğun olacağını müjdeleriz.' 'Bana ihtiyarlık dokunmuşken

mi beni müjdelediniz? Ne ile müjdeliyorsunuz beni?'

dedi. 'Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!' dediler."

(Hicr, 51-55)

 

Yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre, onun eşi de, evlât müjdesi

karşısında benzeri bir tavır sergilemişti: "İbrahim'in karısı ayakta

duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik,

İshak-ın ardından da Yakub'u. İbrahim'in karısı, 'Vay, dedi, ben

bir koca karı, kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Bu,

cidden şaşılacak bir şey.' Melekler dediler ki: Allah'ın işine mi

şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev

halkı. O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." (Hûd, 71-73)

 

Görüldüğü gibi hem İbrahim'in, hem de karısının sözlerinde,

bir karamsarlık, bir ümitsizlik sezilmektedir. Meleklerin onları bir

bakıma teselli etmeleri, gönüllerini hoş tutmaya çalışmaları bu

yüzdendir. Buna göre ne kendisi, ne de ailesi geride bir soy bırakacaklarını

biliyordu. Öyleyse, "Seni insanlara imam yapacağım"

sözünden sonra, "Soyumdan da" şeklinde bir ifadenin dile getirilmiş

olması, bunun arkasından soy bırakacağına inanan biri tarafından

söylendiğinin kanıtıdır. Konuşma adabından az da olsa haberdar

olan biri, özellikle İbrahim gibi Allah'ın halis dostu olan bir

insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta nasıl olur da

Rabbinden bir istekte bulunabilir? Eğer böyle bir şey söz konusu

olursa, o zaman ya "Eğer bana evlât bahşedeceksen soyumdan

da" demeliydi ya da bu anlama gelen bir başka ifade kullanmalıydı.

Şu hâlde bu olay, başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, Hz. İbrahim'in

ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.

 

Şu kadarı var ki: "Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle

sınamış, o da onları tamamlayınca, 'Ben seni insanlara

imam yapacağım.' demişti." ifadesi, Hz. İbrahim'e bahşedilen imamlık

misyonunun, ancak yüce Allah'ın onu birtakım sınavlardan

geçirip denemesinden sonra ona verildiğini göstermektedir.

Bu da, onun normal hayat sürecinde bazı musibetlere uğratılmasından

başka bir şey değildir. Yine Kur'ân'ın belirttiğine göre Hz.

İbrahim'in geçtiği en ağır imtihan, İsmail'in kurban edilişi mesele-

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................. 419

 

sidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum

ki, seni kesiyorum... Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi."

(Saffât, 102-106)

 

Yüce Allah'ın da belirttiği gibi, bu olayla Hz. İbrahim ömrünün

son demlerinde karşılaşmıştı: "İhtiyarlık çağında bana İsmail'i ve

İs-hak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir."

(İbrâhîm, 39)

 

Bu kısa değerlendirmeden sonra, artık ayet-i kerimenin orijinal

metninde geçen "kelimeler"in açıklamasına geçebiliriz: "Hani

Rabbi bir zaman İbrahim'i sınamıştı." "İbtilâ" ve "belâ" kelimeleri

aynı anlamı ifade ederler. Birini imtihandan geçirip denediğin zaman,

"ibte-leytuhu" veya "belevtuhu" dersin. Bununla onun gizli

kalmış psikolojik niteliklerini ortaya çıkarmış olursun. İtaatkârlık,

cesaretlilik, cömertlik, iffetlilik, bilgi, sözünde durma gibi. Ya da

bunların karşıtı sayılabilecek özelliklerini öğrenirsin. Bundan dolayı,

sınama ancak amelle, yani pratikte olabilir. Çünkü insanın gizli

yönlerini amel ortaya döker, söz değil. Sözün doğru veya yalan

olması aynı oranda muhtemeldir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz

bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, onları da, sınavdan geçirdik."

(Kalem, 17) Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah sizi bir ırmakla sınayacaktır." (Bakara, 249)

 

Ele almakta bulunduğumuz ayet-i kerimede, sınama eylemi

"kelimeler"le ilgili olarak gündeme getiriliyor. Eğer bu kelimelerden

maksat, sözler ise, bu ancak o sözlerin amellerle bağlantılarının

olması dolayısıyladır. Bu sözlerin birtakım ahitleri ve emirleri

ifade etmeleri dolayısıyladır ve bunların da fiil ile sıkı bağlantıları

vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İnsanlara

güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) Yani onlarla iyi ilişkiler içinde olun.

"birtakım kelimelerle... o da onları tamamlayınca." İfadenin orijinalinde

geçen "kelimat", "kelime"nin çoğuludur. Bu deyim Kur'ân-ı

Kerim'de "lafız" ve "söz" dışında nesneler için de kullanılmıştır, şu

ayet-i kerimede olduğu gibi: "...kendisinden bir kelime, adı Meryem

oğlu İsa Mesih'tir." (Âl-i İmrân, 45) Bunun sebebi ise, bütün yaratıkların

Allah'ın "ol" sözünün sonucu meydana gelmesidir. Nitekim

yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Allah katında İsa'nın

durumu, Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı,

sonra ona 'Ol' dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân, 59) Kur'ân-ı Kerim'de,

 

420 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"kelime" sözcüğünün yüce Allah'a izafe edildiği her yerde bununla

"söz" kastedilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: "Allah'ın

kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur." (En'âm, 34) "Allah'ın

kelimeleri değişmez." (Yûnus, 64) "Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir."

(En-fâl, 7) "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar

inanmazlar." (Yûnus, 96) "Ama kâfirlere azap kelimesi hak oldu."

(Zümer, 71) "Böylece Rab-binin kâfirler hakkındaki, 'Onlar ateş ehlidir.'

sözü yerini bulmuş oldu." (Mü'min, 6) "Eğer belli bir süreye

kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm

verilirdi." (Şûrâ, 14) "Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür." (Tevbe, 40)

"Buyurdu ki: Gerçek ve ben gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "Biz bir

şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'Ol' dememizdir;

derhâl oluverir." (Nahl, 40)

 

Bu ve benzeri ayetlerde "söz" kavramı kastedilmiştir. Söz ise,

konuşanın yanında bulunan bir şeyi muhataba bildirmesidir. Haber

amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Ya da yanındakini muhatabına

yüklemesidir. Emir, nehiy sorgulama, dilek gibi inşâ amaçlı cümlelerde

olduğu gibi. Bu kavramın yüce Allah'ın sözünde "tamam" sıfatı

ile nitelendirilmesi de, bu yüzden olsa gerektir. Nitekim ulu Allah

şöyle buyuruyor: "Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe

tamam-lanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse

yoktur." (En'âm, 115) "Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz

tamamlandı." (A'râf, 137) Âdeta deniliyor ki, kelime söyleyenin ağzından

çıktıktan sonra henüz eksiktir, pratiğe dökülmedikçe tamamlanmış

ve doğruluğu kanıtlanmış sayılmaz.

 

Ama bu durum, yüce Allah'ın sözünün aynı zamanda O'nun fiili

olması ile çelişmez. Çünkü dış gerçekler bir hükme tâbidirler; sözlü,

kelâmî amaçlar da bir başka hükme tâbidirler. Dolayısıyla yüce

Allah'ın bir şeyi gizlilikten sonra bir peygamberine veya onların dışındaki

birine göstermesi ya da onu birine yüklemesi, Allah'ın sözü

ve kelâmıdır. Çünkü sözün ve kelâmın, haberin, emir veya yasağın

hedeflediği hususu içermektedir. Böyle durumlar için söz

(kavl) veya kelime sözcüğünün kullanılması son derece yaygındır.

Ama bunun için de ifadenin söz (kavl) ve kelime ile kastedilen hedefi

gerçekleştirmesi gerekir. Söz gelimi, söylediğin bir sözden,

daha önce dile getirdiğin bir kelimeden dolayı "mutlaka şöyle şöyle

yapacağım" dersin. Ama sen bir söz söylememişsin, önceden

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................. 421

 

bir kelime dile getirmemişsin. Sadece bir şeye karar vermişsin, artık

o sözünden, herhangi bir aracının girişiminden dolayı vazgeçmezsin

ve irade zaafına düşmezsin. Antara'nın şu beyti de buna

bir örnektir.

 

"Savaşın korkulu anlarında kendi kendine de ki: Korkup sarsılma;

/ çünkü ya öldürüp rahatlarsın ya da ölüp övülürsün."

"Demek"ten maksat, nefsine sarsılmazlığı, kararlılığı ve yerini

terk etmeyişi telkin etmektir. Çünkü eğer ölecek olursa, övgü ile

ve eğer yenecek olursa rahata kavuşmakla başarı elde etmiş olacaktır.

Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra, yüce Allah'ın "kelimeler"

ifadesiyle, Hz. İbrahim'i sınavdan geçirdiği birtakım olayları ve

uymasını istediği birtakım ahitleri kastettiğini anlarsın. Yıldızlar,

putlar, ateşe atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi sınavlar.

Ayet-i kerimede "kelimeler"in neler olduğu belirtilmiyor; çünkü

amaç bu değildir. Evet, "Seni insanlara imam yapacağım." ifadesinin

"kelimeler"den sonra yer almış olması gösteriyor ki, bununla

bazı işler kastedilmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s) bunların gereklerini

eksiksiz yerine getirerek imamlık misyonunu üstlenmeye lâyık olduğunu

kanıtlamıştır.

 

"Kelimeler"in mahiyeti budur. Bunların tamamlanışına gelince,

eğer "etemmehunne=tamamlayınca" fiilindeki zamir, Hz. İbrahim'e

dönükse, bu, Hz. İbrahim'in, kendisinden istenenleri yerine

getirmesinin, emredilenleri eksiksiz uygulamasının kastedildiğini

gösterir. Şayet, ifadenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fiildeki zamir

yüce Allah'a dönükse, o zaman yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i

kendisinden istenenleri yerine getirme hususunda başarılı kılması,

bu hususta ona yardımcı olması kastedildiği sonucu çıkar.

Bazıları, ayet-i kerimede geçen "kelimeler"den maksat, "Yüce

Al-lah'ın, 'Seni insanlara imam yapacağım.' diye başlayan sözleridir."

demişlerdir. Böyle bir yaklaşıma itina etmemek gerekir, çünkü

Kur'ân-ı Kerim'de "kelimeler" deyiminin, sözel cümleler için

kullanıldığına rastlanmaz.

 

"Seni insanlara imam yapacağım." Yani seni insanların izlediği

bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır.

Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul

 

422 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten

maksadın "peygamberlik misyonu" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü

ümmet din hususunda peygamberine uyar. Yüce Allah buyuruyor

ki: "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi

için gönderdik." (Nisâ, 64) Ama bu yaklaşım, yani Hz. İbrahim-

'e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi

son derece yanlıştır.

 

Çünkü, birincisi: İfadedeki "imamen" kelimesi ikinci mefuldür,

etkeni (âmili) de "câiluke" ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamını

ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman

ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi

söz konusu olabilir. Bu yüzden, "Seni insanlara imam yapacağım."

sözüyle Hz. İbrahim'e (a.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir.

Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik

misyonuna sahip kimseler için mümkündür. Hz. İbrahim de (a.s)

imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti.

Şu hâlde ayette sözü edilen "imâmet"ten maksat, bazı tefsir

bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.

 

İkincisi: Konunun giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, imamlıkla

görevlendirilme olayı İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün

son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak'ı müjdelemelerinden

sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp

onları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış

ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbrahim bu sırada ilâhî mesajı

insanlara sun-makla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla

imam olmadan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık

misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.

 

Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur'ân-ı

Kerim'de yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan

aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına

uğrayan kavramlardan biri de "imamet"tir. Bazıları bu kavramı,

peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır.

Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din

ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır.

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................. 423

 

Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü "nübüvvet"in anlamı, Allah

katından haber getirmektir. "Risalet"in anlamı ise, tebliğ misyonunu

üstlenmektir. Halifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle.

Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da toplumsal

yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın

anlamını ifade etmez. İmamlık bir insanın başkalarınca izlenmesidir,

söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edilmesi

zorunlu olan bir peygambere, "Seni insanlara imam yapacağım."

ya da "Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında

seni itaat edilen biri yapacağım." demenin bir anlamı yoktur.

Bir peygambere, "Seni din hususunda emreden, nehyeden bir

başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkları

Allah'ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım."

demenin ne anlamı vardır?

 

İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle

çelişmez ve sırf bu açıdan kendine özgü bağımsız bir kavram olarak

ön plâna çıkmaz. Çünkü -peygamber olarak görevlendirildikten

sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan-

bir peygambere, "Seni itaat edilmesi gereken biri yaptıktan

sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım." demek doğru olmaz.

Birtakım ifadesel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek

sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır.

Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı

değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla,

imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir.

İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına

yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden "hidayet"

kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'in yaşam

öyküsünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: "Ona

İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da. Hepsini de salih insanlar

yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiyâ,

72-73) "Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar

yaptık." (Secde, 24)

 

Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak

hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce

 

424 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Allah, bu misyonu "emir" ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor

ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu

misyon Allah'ın emriyle gerçekleşen bir misyondur. Emir meselesi

de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: "Onun emri, bir

şeyin olmasını istedi mi ona sadece 'ol' demektir, hemen oluverir.

Yücedir O ki, her şeyin melekutu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83)

"Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer,

50)

 

Bu iki ayetti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde

"melekut" olarak isimlendirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka

yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratıklar

her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve

başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah'a yönelirler.

"Ol" kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından

başka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma

karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hareket ve zaman yasalarına

uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur. İleride

inşaallah daha ayrıntılı bilgi sunana kadar, şimdilik ana hatlarıyla

yaptığımız bu değinme ile yetinmelisin.

 

Kısacası, imam yol ileticidir, kendisine eşlik eden melekutî bir

emirle doğru yola iletir. Bu bakımdan imamlık misyonu batınî olarak

insanların işleri üzerinde bir tür velâyet yetkisine sahip olmak

demektir. Allah'ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen

hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol gösterme işi değildir. Çünkü yol

gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel

öğüt aracılığı ile insanlara Allah'ın yolunu gösterebilir.

Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz, her peygamberi yalnız

kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah

dilediğini saptırır, dilediğini yola iletir." (İbrâhîm, 4) Yüce Allah,

Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle

buyurur: "İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru

yola götüreyim." (Mü'min, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor

yüce Allah: "Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri

ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları

için onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe, 122) Bu hususta

daha detaylı bilgiler sunacağız.

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................. 425

 

Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahşedişinin

gerekçesini şu şekilde açıklıyor: "Sabrettikleri ve ayetlerimize

kesinlikle inandıkları için..." (Secde, 24) Burada, söz konusu

misyonu hakkedişlerinin geri plânındaki sebep, Allah yolunda sabırlı

oluşları olarak açıklanıyor. İfadede sabırla ilgili bir kayda yer

verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü

sınavla, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir

de onların kesinlikle inananlar olduğundan söz ediliyor.

 

Yine Hz. İbrahim'in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye

yer veriliyor: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu

gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Ayetin zahirinden

şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim'e melekutun

gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı.

Böylece, kesin inancın melekutu gözlemlemenin

ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor. Şu ayetler de bu gerçeği

vurgulamaya yöneliktirler:

"Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz."

(Tekâsur, 5-6) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler,

kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar,

Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme

gireceklerdir... Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn'dedir. İlliyîn'in ne

olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır.

Yaklaştırılmış olanlar onu görürler." (Mutaffif în, 14-21) Bu ayet-i

kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilendiren bir

perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde

günah, cehalet, şek ve şüphedir. Yak-laştırılmışlar kesin inanç

sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi İlliyîn'i de

görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Yüce

Allah'ın kelimeleri aracılığı ile melekut âlemini gözlemleyebilmelidir.

Bundan önce "melekut" kavramının "emir" olduğunu, onun

da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık.

Çünkü yüce Allah'ın, "emrimizle doğru yola iletirler." ifadesi gösteriyor

ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve

amellerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle

(melekutla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli olamaz.

Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler.

 

426 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O

her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık

yolunu...

 

Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Her milleti imamıyla

çağıracağımız gün..." (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında

gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin

zahirinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların

yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah'a doğru yürütür.

Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batınî alanlarında onları sevk

ettiği gibi. Bu ayet-i kerime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın

imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini

ortaya koyuyor. "Her millet..." ifadesi bunu gösterir. Ayeti ele

aldığımız zaman vardığımız bu sonucu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız.

 

Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir

makam oluşuna göre ancak kendi zatından dolayı mutluluk niteliğine

sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü, zâtına zulüm ve

bedbahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu

ancak kendisinin dışındaki birinin hidayetine bağlıdır. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Hakka götüren mi uyulmaya

daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan

mı?" (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile, ancak

başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor.

Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten

kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası tarafından

doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz.

 

Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:

 

a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması

zorunluluğu vardır. Aksi takdirde kendisinden dolayı hidayet edici

olamaz. Daha önce buna değindik. Şu ayet-i kerime de bu hususu

vurgulamaya dönüktür: "Onları, emrimizle doğru yola ileten

imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve

zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı." (Enbiyâ,

73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri

başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî

destek ve Rabbanî yardım ile gerçekleştirir.

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................. 427

 

Bunun kanıtı da, "hayırlı işler yapma" ifadesinin orijinalinde

geçen masdarın muzaf oluşu [fi'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen

gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, "Onlara hayırlı

işler yapın diye vahy ettik" ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü

bu tarz bir ifade gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa,

"Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik." ifadesi, onların işlemiş

oldukları hayırlı amellerin batınî bir vahiy ve semavî bir destek ile

gerçekleştiğini gösterir.

 

b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri,

elbette gerçeğe iletici imam olamaz.

 

Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: "İbrahim, 'Soyumdan da.'

deyince Allah, 'Benim ahdimin zalimlere ermez.' demişti." ifadesindeki

"zalimler" deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden

kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes

bu deyimin kapsamına girer. Ömrünün belli bir döneminde,

böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse

bile.

 

Üstatlarımızdan birine (Allah rahmet etsin); bu ayetten hareketle,

imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı soruldu. O

şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar.

a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar. b) Bütün ömürleri boyunca

hiç zulüm işlemeyenler. c) Ömrünün başlangıcında zalim

olup da sonunda bundan vazgeçenler. d) Ömrünün başında zulümden

kaçınıp da sonunda zulüm işlemeye başlayanlar.

Hz. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye giren-

ler için imamlık niteliğini istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir.

Geriye iki kısım kalıyor. Yüce Allah bunlardan birini ahdinin

kapsamına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm

işleyip de sonunda bundan vazgeçenlerdir. Geriye bir grup insan

kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen

kimselerdir.

 

Şu noktaya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında aşağıdaki

hususlar aydınlığa kavuşuyor.

 

1) İmam Allah'ın belirlemesiyle belirlenir.

2) İmam, ilâhî koruma sonucu masum olmalıdır.

 

428 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun

kalmaz.

4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir.

5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir.

6) İmam, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak ihtiyaç duydukları

tüm bilgilere sahip olmalıdır.

7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan

daha üstün birinin bulunması muhaldir.

 

İmamlık misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus

oluşturmaktadır. Bu sonuçları, ele almakta olduğumuz bu ayet-i

kerime ile, ilgili diğer ayetlerden çıkarıyoruz. Gerçeğe ileten ulu Allah'tır.

Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah'ın emri ile hidayete iletmeyi

ifade ediyorsa ve bu da "...hakka götüren mi uyulmaya daha

lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan

mı?" (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden

doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o

zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin

üstlendiği peygamberlik misyonunun, Allah'ın vahiy aracılığı

ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yerine gelmeyeceği

açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından,

öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda

birine peygamberlik misyonunun bahşedilmesi, zorunlu olarak

imamlık misyonunun da bahşedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz

yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.

 

Cevabında şöyle deriz: Ayet-i kerimeden çıkardığımız sonuçlar

doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa

kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik, ki bu imamlık demektir, hak

ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani

hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkasını hidayet etmesi,

dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna

göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam

olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de yüce Allah, bazı

ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını

hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor.

 

Bakara Sûresi / 124 ................................................. 429

 

Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: "Biz

ona İshak' ı ve Yakub'u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu

gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun soyundan Davud'a,

Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf'a, Musay'a ve Harun'a yol göstermiştik.

Biz güzel dav-rananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya,

İsa ve İlyas'a da. Hepsi iyilerden idiler. İsmail, Elyes'a, Yunus

ve Lût'a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından

ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik ve onları

doğru yola ilettik. İşte bu Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini

buna iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, kendileri

için yaptıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap,

hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar,

bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu

onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir.

Onların yoluna uy." (En'âm, 84-90)

Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu

hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır.

Bu hidayet Resulullah'ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim'in

soyundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayet-i kerime

de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: "Bir zaman İbrahim,

babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan

uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana

doğru yolu gösterecektir.' Allah onu (tevhit kelimesini) soyu arasında

devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler."

(Zuhruf, 26-28)

 

Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların

kulluk ettikleri düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve

gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor.

Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah'ın emri ile hakka iletilmektir.

Görüş ve ibret alma sonucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü

bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır.

"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana

kulluk sunarım." ifadesi bunun kanıtıdır.

 

Ardından yüce Allah, bu hidayeti, İbrahim'in soyunda kalıcı bir

kelime yaptığını bildiriyor. Kur'ân-ı Kerim'in "kelime" kavramını

"söz" anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de

 

430 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

budur. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onları takva kelimesine

bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler." (Fetih, 26)

Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık misyonu Hz. İbrahim'den

sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. "Soyumdan da, deyince Allah,

'Benim ahdim zalimlere ermez.' demişti." ifadesi buna işaret etmektedir.

Hiç kuş-kusuz Hz. İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen

bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun

zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu

zalimlerden oluşamayacağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması,

tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette,

Hz. İbrahim'in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu,

ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor.

"Benim ahdim zalimlere ermez." ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin

kapsamından uzak olduklarına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla

istiâre sanatı denir.

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Yüce Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı.

Resul yapmadan önce nebi yaptı. Dost yapmadan önce resul yaptı.

İmam yapmadan önce dost (halil) yaptı. Saydığımız bu nitelikleri

üzerinde toplayınca Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.'

dedi. Hz. İbrahim'in gözünde imamlık o kadar önemliydi ki:

'Soyumdan da.' dedi. Allah dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere

ermez, demişti.' Ahmak ve beyinsiz biri, takvalı insanın imamı olamaz."

[c.1, s.174-175, h: 1, 2 ve 4]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir diğer hadis de yine İmam

Sadık'tan (a.s), ama bir başka kanaldan rivayet edilmiştir. İmam

Bâkır'dan (a.s) da benzeri bir rivayet aktarılmıştır. İmam Bâkır'dan

(a.s) aktarılan rivayetin aynısını Şeyh Müfid İmam Sadık'tan (a.s)

rivayet etmiştir.

"Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı." Bunu yüce Allah'ın

şu sözünden de anlamak mümkündür. "Andolsun biz, önceden

İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten

biz onu biliyorduk' ...Ben de buna şahitlik edenlerdenim." (En-

 

Bakara Sûresi / 124 ....Bakara Sûresi / 124...... 431

 

biyâ, 51-56)

 

Hz. İbrahim'in yaşam sürecinin ilk aşamasında kul yapıldığının

işaretleri bu ayetlerde gözlemlenmektedir.

 

Bil ki, yüce Allah'ın herhangi bir insanı kul yapması, o insanın

özünde sahip olduğu varoluşsal kulluk niteliğinden farklı bir

durumdur. Çünkü kulluk, varoluşun ve yaratılışın bir gereğidir.

Anlayış ve bilinç sahibi bir yaratık, bu temel nitelikten soyutlanmış

olarak düşünülemez. Bu bakımdan birini kul yapmak veya

edinmek söz konusu olamaz. Çünkü insanın varlığı Rabbinin

mülküdür, O'nun tarafından yaratılmış, O'nun tarafından

biçimlendirilmiştir. İnsanın günlük hayatında, Allah'ın mülkü

olmanın gereklerini yerine getirmesi, yüce Rabbi-nin rablik

makamına teslim olması veya bunun tam tersi bir tutum

sergilemesi, onun bu varoluşsal niteliğinde bir değişikliğe yol

açmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Göklerde ve yerde bulunan

herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) Ancak

bir insan günlük hayatında, yeryüzünde büyüklenerek, haddini aşarak

kul olmanın gereklerini yerine getirmezse, kulluğun kurallarına

uymazsa, kulluğun amaçları bakımından onun "kul" olarak isimlendirilmemesi gerekir. Çünkü kul, Rabbine, yani sahibine teslim

olan, kendi yönetimini onun iradesine bağlayan kimseye denir.

Dolayısıyla hem kişilik bakımından ve hem de amelde kulluğun

gereğini yerine getirenden başkası "kul" olarak anılmamalıdır.

Çünkü ancak böyle birisi gerçek kuldur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Rahman'ın kulları yeryüzünde mütevazı olarak yürürler."

(Furkan, 63)

 

Şu hâlde yüce Allah'ın bir insanı kul edinmesi (yani kul olarak

kabul etmesi ve rububiyet sıfatıyla ona yönelmesi), onun velâyetini

(veliliğini), yönetimini üstlenmesi demektir. Tıpkı efendinin kölesinin

yaşamını yönlendirmesi gibi, O da kulunun hayatını yönlendirir,

biçimlendirir. Kulluk, velâyetin anahtarıdır. Şu ayet-i kerime

de bunu pekiştirir niteliktedir: Benim velim, kitabı indiren Allah'tır.

O iyilerin velisidir." (A'râf, 196) Yani Allah, velâyete lâyık olanların

velisidir.

 

Ayrıca yüce Allah kitabında yer alan bazı ayetlerde Hz.

Peygamberi kul olarak nitelendirmiştir. Ulu Allah buyuruyor ki: "O

ki, kuluna kitabı indirdi." (Kehf, 1) "Kuluna açık açık ayetler

indiren O'dur." (Hadîd, 9) "Allah'ın kulu kalkıp ona dua edince..."

(Cinn, 19) Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti

 

432 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti altına almaktır.

"Resul yapmadan önce nebi yaptı." Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan

rivayetlerde, nebi ile resul arasındaki fark şu şekilde dile

getirilir: Nebi, kendisine vahyedilen mesajı, rüyasında görüp algılayan

kimsedir. Resul ise, vahiy getiren meleği gören ve onunla

konuşan kimsedir. Hz. İbrahim'in yaşam öyküsünü konu edinen

ayetler incelendiğinde böyle bir süreci fark etmek mümkündür.

Ulu Allah buyuruyor ki: "Kitapta İbrahim'i de an; o çok doğru

bir peygamberdi. Babasına demişti ki: Babacığım, işitmeyen,

görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin

tapıyorsun?" (Meryem, 41-42) Ayette açıkça dile getiriliyor ki, Hz. İbrahim

(a.s) babasına bu sözleri söylediği sırada doğru sözlü bir

peygamberdi. Bu açıklama, Hz. İbrahim'in kavminin yanına ilk kez

gelip, "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana

kulluk sunarım. O bana doğru yolu gösterecektir." (Zuhruf, 26-

27) şeklindeki sözlerini doğrulayıcı bir işlev görüyor.

Bir ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Elçilerimiz, İbrahim-

'e müjde getirdikleri zaman, 'Selâm' dediler. O da, 'Selâm' dedi."

(Hûd, 69) Bu ayette işaret edilen olay -ki burada melekleri görüp onlarla

konuşma söz konusudur- Hz. İbrahim'in (a.s) babasını ve

kavmini terk edişinin ardından, ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.

"Allah onu dost yapmadan önce resul yaptı." şeklindeki söz, şu

ayet-i kerimeden çıkarılan bir sonuçtur: "...İbrahim'in hanif (Allah'ı

bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımıdann daha güzel

kim vardır? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisâ, 125) Ayetten

anlaşıldığı kadarıyla yüce Allah Hz. İbrahim'i bu hanif (Allah'ın

birliği esasına dayanan) dininden dolayı dost edinmiştir, ki O, bu

dini Rabbinin emri doğrultusunda sistemleştirmiştir. Şu hâlde, burada

Hz. İbrahim'in hanif dininin yüksek onurunu vurgulama amacı

güdülmektedir, ki Hz. İbrahim de bu din sayesinde dostluk onuruna

erişmiştir.

 

Dost arkadaştan daha özel bir konuma sahiptir. Çünkü iki kişi

ilişkileri ve karşılıklı sevgilerinde içten davrandıklarında arkadaş

olurlar. Bu arkadaşlık, ihtiyaçlarını yalnızca ona açma derecesine

 

Bakara Sûresi / 124 ....................................... 433

 

varırsa, o zaman dost (halîl) olunur. Çünkü "halîl"in kökü olan

"hillet" yoksulluk ve ihtiyaç anlamını verir.

"Ahmak, beyinsiz biri takvalı insanın imamı olamaz." ifadesi

şu ayet-i kerimeye göndermede bulunmaktadır: "Nefsini

ahamklaştıran-dan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir?

Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik. Ahirette de o iyilerdendir.

(İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.'

demişti. O da âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti" (Bakara,

130-131)

 

Burada yüce Allah İbrahim'in dininden yüz çevirmeyi, -ki bu,

bir tür zulümdür- ahmaklık, beyinsizlik olarak nitelendiriyor. Buna

karşılık olarak da "seçme"den söz ediyor. Seçmeyi de "teslim olma"

olarak açıklıyor. "Rabbi ona 'Teslim ol.' demişti." ifadesi üzerinde

iyice düşünüldüğü zaman, bu hususu kavramak mümkündür.

Bir ayette de İslâm ile takvayı bir sayıyor ya da aynı konuma

getiriyor: "Allah'tan, nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öyleced

korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün." (Âl-i İmrân,

102) Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin!

Şeyh Müfid, Dürüst ve Hişam kanalıyla Ehlibeyt İmamlarından

şöyle rivayet eder: "İbrahim önceleri peygamberdi, ama imam değildi.

Sonra yüce Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.' dedi.

'Soyumdan da.' dedi. Allah-u Teala dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere

ermez.' Put, heykel ve benzeri şeylere kulluk sunan kimse

imam olamaz."

 

Ben derim ki: Bu ifadelerin ne anlama geldiklerini önceki

açıklamalarımızdan anlamak mümkündür.

 

Şeyh'in el-Emalî adlı eserinde senet zinciri ile, İbn'ül-

Meğazili'nin el-Menakıb adlı eserinde merfu olarak İbn-i Mes'ud'un

şöyle dediği rivayet edilir: "Peygamber efendimiz (s.a.a) ayetle ilgili

olarak yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, 'Benim dışımda putlara secde

eden birini imam yapmam.' şeklindeki sözünü açıkladıktan sonra

şöyle buyurdu: Nihayet dua, bana ve kardeşim Ali'ye ulaştı ki, hiçbirimiz asla herhangi bir puta secde etmiş değiliz." [c.1, s.388]

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde deniyor ki: Veki ve İbn-i Mürdeveyh,

Ali b. Ebu Talib'ten (a.s), o da Resulullah efendimizden

(s.a.a) "Benim ahdim zalimelere ermez." ifadesiyle ilgili olarak

 

434 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

şöyle rivayet ederler: "Ancak maruf (iyilik) hususunda başkalarına

itaat edilebilir."

 

Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd,

İmrân b. Husayn'den şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a)

şöyle buyurduğunu duydum: "Allah'a isyan hususunda yaratılmışa

itaat edilmez."

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, değişik rivayet zincirleriyle Safvan el-Cemmal'in

şöyle dediği rivayet edilir: "Mekke'de bulunduğumuz sıralarda,

'Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış,

o da onları tamamlayınca...' ayeti üzerinde konuşuyorduk.

Dedi ki: O kelimeleri Muhammed, Ali ve Ali soyundan gelen imamlarla

tamamladı. Şu ayet de bunu gösteriyor: Onlar birbirlerinden

türeme tek bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." (Âl-i İmrân, 34)

[c.1, s.57, h: 88]

 

Ben derim ki: Bu rivayet, ayetteki "kelime" kavramı ile "imamlık"

misyonunun kastedildiği varsayımına dayanıyor. Nitekim yüce

Allah'ın şu sözü de bu yaklaşıma göre tefsir edilmiştir: "O, bana

doğru yolu gösterecektir. Allah bunu onun soyunda kalıcı bir kelime

yaptı..." (Zuhruf, 27-28) Buna göre ayetin anlamı şöyledir:

Rabbi, bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle, -ki bu, onun,

İshak'ın ve soyunun imamlığıdır- sınamıştı ve bunu İsmail'in soyundan

gelen Muhammed'in ve onun Ehlibeyti'nin imamlığı ile

tamamladı. Sonra meseleyi şu sözüyle açıklamış ve şöyle demişti:

"Ben seni insanlara imam yapacağım..."

 

 

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com