www.EhlibeytKutuphanesi.com  |  www.IslamKutuphanesi.com

İçindekiler

 



                                                  TEREDDÜT VE SUAL

       
Arkadaşımın evinde kaldığı m üç gün içerisinde dinlenmenin yanısıra bunlardan duyduğum şeyler hakkında etraflıca düşündüm. Bunlar, hakkında doğru dürüst bir ön bilgiye sahip olmadığım için sanki bunları ay küresinde ben keşfetmiştim. Hiç kimse bize kötüleyici laflardan başka bunlar hakkında bir şey söylemiş değildi.

        Neden tanımadan bunlardan hoşlanmıyor ve bunlara karşı

44 devamı

kin besliyordum? Belki de bunların sebebi, haklarında işittiğim o söylentilerdi. Mesela bunlar Ali'ye ibadet ediyorlar, imamlarını ilah makamına çıkarıyorlar, bunlar "hulul"'a  inanıyorlar yahut bunlar taşa tapıyorlar. Yine babamın da hacdan döndüğünde anlattığı gibi
- Peygamber'in kabrine necis ve pislik atıyorlar; bu yüzden Suudiler bunları idama mahkum ediyormuş kabilinden bir sürü iftira kısaca her kes her istediği kötülüğü çekinmeden şia'ya nisbet verebiliyordu.
 


        Bunları işiten bir müslüman nasıl şiilere kin duymaz nefret edip onlara düşman kesilmez, hatta onlarla muharebe etmez?

        Ama ben nasıl bu iftira ve yalanlara inanabilirim? Çünkü ben görülecekleri gözümle gördüm, işitilecekleri kulağımla işittim ve bir haftadan fazladır bunların içerisinde olmama rağmen akıl ve mantığa dayanan sözler haricinde bunlardan bir şey duymadım ve bir kötülük görmedim hatta bunların yaptıkları ibadet namaz ve dualarına, ve hocalarına gösterdikleri hürmete aşık oldum ve kendirnin de bunlar gibi olmasını arzuladım.

        Kendi kendime acaba bunlar gerçekten mi Resulullahtan nefret ediyorlar? diye soruyordum. Bu yüzden defalarca bunları denernek için ResulullahCS.A.V) ın ismini söylüyordum ama, bunlar tüm vücudlarıyla Resulullah (S.A.V) a selavat gönderip "Allahumme selli ela Muhammedin ve ali Muhammed" diyordular.


        Yine de kendi kendime, belki de bunlar nifak yapıyorlar; diye düşünüyordum ama çeşitli kitaplarını açıp okuduğumda bunların Peygamber (S.A.V) in takdis ve hürmeti hususunda daha koyu bir inanca sahip olduklarını görünce bu düşünceden kurtuldum. Bunların kitaplarında gördüğümün benzerini kendi kitaplarımızda görmüş değildim. Bunlar Hz. Resuluııah'ın hatta Peygamber'in istisnasız bütün davranışlarında masum olduğu

45

görüşündeler. Oysa biz Ehl-i sünnet Peygamber(S.A.V) i yalnız Kur'an-ı ulaştırmak hususunda masum biliyoruz; ama diğer davranışlarında hata yapması mümkün olan bir insan olduğuna inanıyoruz ve bu iddiamıza bazı örnekler de vererek sahabeden bazılarının Resulullah'ın hatalarını düzelttiğini ileri sürüyoruz. Oysa şiiler Peygamber'in hata yaptığına diğerlerinin onun hatasını düzelttiğine kesinlikle inanmazlar. O halde nasıl şiiler hakkında Resulullah'ı sevmediğine dair söylenilen bazı sözlere inanabilirim?

        Günlerin birinde arkadaşımı yemine vererek sorularıma sarih ve net cevaplar vermesini istedim; Sonra aramızda şöyle bir sohbet geçti:

        "Bana göre sizler Hz. Ali'yi Peygamber(s.a.v)in makamına yükseltiyorsunuz. Çünkü Ali'nin ismini andığınızda hep Aleyhisselam diyorsunuz.

        "Evet bizler Emir'ulmuminin ve diğer evlatlarının isimleri geldiğinde Aleyhisselam diyoruz. Ama asla bunların Peygamber olduğu anlamına gelmez. Bunlar ancak Peygamberin tertemiz soyudurlar. Allah'u Teala Kur'anı Kerimde bunlara selat ve selam göndermeği emretmiştir, bu yüzden onlara aleyhisselatu vesselam demeninde hiç bir mahzuru yoktur."

        "Hayır kardeşim dedim, bizler Resuluılah ve diğer Peygamberlerden başkasına selavat ve selam göndermeyi kabul etmiyoruz. Ali ve evlatlarının bununla bir alakası yoktur".

        -"Hakikatı anlamanız için daha fazla araştırmanızı ve kitap okumanızı rica ediyorum.

        -"Hangi kitapları okuyayım, senin kendin Ahmet Emin'in kitapları şiayı bağlamaz diye söylemedin mi? Şiaların kitaplarına da biz itibar etmiyoruz. Hırıstıyanların itimat ettikleri kitaplarda Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu yazılıdır ama Kur'an-ı Kerim bu hususda gerçeği açıklayarak Hz. İsa'nın

46



diliyle diyor ki: Onlara ancak bana emrettiğini söyledim, Rabbime ve Rabbimize kulluk edin dedim.(Mâide -117)

        -Çok güzel, benim senden istediğim bundan başka bir şey değildir. Bizler müslüman olarak mantık gereği yalnız Kur'an ve sahih olan sünnete itibar göstermeliyiz (onun bunun kitabına değil) Elbette eğer bir yahudi ve hıristiyanla tartışma sözkonusu olsaydı o zaman delil olarak gösterilecek şeyler daha değişik, olmalıydı.

        -Peki hangi kitaplarda hakikatı bulabilirim? Her yazar, her grup ve her mezhep kendisinin hak olduğunu iddia ediyor.

        -Ben şimdi sana bu tartıştığımız hususda çeşitli mezhep ve fırkalara mensub olmalarına rağmen bütün müslümanların kabul ettikleri bir delil göstereceğim ki, siz ondan haberdar değilsiniz. -Allah'ım ilmimi artır!

        -Acaba şu ayeti okudunmu ki "Şüphe yok ki Allah ve melekleri Peygamber'e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin." (1)

         Şii ve sünni bütün müfessirler yazmışlar ki bu ayet nazil olunca sahabeler, Peygamber(S.A.V) in huzuruna gelip dediler: Ey Allahın Resulu, sana nasıl selam vereveğimizi öğrendik, ama sana nasıl salat edeceğimizi bilmiyoruz.

         Resulullah buyurdu şöyle söyleyin: "Allahümme selli ela Muhammedin ve ali Muhammed kema selleyte ela İbrahim ve ali İbrahim fil'alemin  inneke hemidun mecid" ve diğer bir rivayette Resulullah(S.A.v) bu hususta şöyle buyurdu: "hiç bir zaman bana kesik salavat göndermeyin. Sahabeler, kesik salavat nasıl olur dediler. Resulullah, kesik salavat "Allah 'u mm e seli i ela Muhammedin" deyip
---------

1- Ahzab / 56

47

durmanızdır. Allah kamildir, kamilden başka bir şeyi kabul etmez
. Böylece sahabeler ve onlardan sonra tabiin, salavatı Resulullah'ın kendisinden öğrenip her zaman tam salavat gönderiyorlardı.

        Hatta İmam Şafi'i Ehl-i beytin hakkında söylediği bir şiirde şöyle diyor:

Ey Resulullah'm Ehl-i Beyt-i sizleri sevmek
Bir farzdır ki Allah Kuran'ında buyurmuştur
Sizin büyüklüğünüze şu yeter ki
Size salavat göndermeyenin namazı boştur

        Bu sözlerin olumlu yankısını hemen kendimde hissetmeye başladım, onun bu sözleri tamamen kalbimde yerleşiyordu. Önceden de bu konuyu okumuştum, ama nerede okuduğumu hatırlamıyordum. Onu tastik ettim ve bizler de Resulullah(S.A.V) a salavat gönderdiğimizde onun Ehl-i beyt'i ve sahabelerine de salavat gönderiyoruz ama bizler şiiler gibi Hz. Ali'nin ismini söylerken onun için "selam" zikretmiyoruz dedim. Bunun üzerine arkadaşım; Buhari hakkındaki görüşünüz nedir? acaba o da şii midir? diye sordu. "Hayır dedirn", O Ehl-i sünnet alimlerinin içerisinde büyük makamı olan bir imamdır ve onun yazdığı kitap Kur'an'dan sonra en doğru kitaptır".

        Arkadaşım hemen yerinden kalkıp kitaplığından Sahih'i Buhari'yi getirip aradıktan sonra bir sahifesini buldu ve bana vererek okumamı istedi. Orada şöyle bir yazıya rastladım: "Filan ravi diğerinden ve o da Ali(A.S) den bize rivayet etti". Hz. Ali'nin ismine muteakıb aleyhisselam işaretinin yazılmış olmasına doğrusu çok şaşırdım, hatta bu kitabın Sahih'i Buhari olduğunda bile tereddüte düştüm. Tekrar dönüp kitabın cilt ve sayfalarına baktım ama kitap Sahih'i Buhari idi

48

        Arkadaşım benim böyle şaşırdığımı görünce kitabı benden alıp bir başka sayfasını açıp bana gösterdi, Orada şöyle yazıyordu: "Ali ibn-i Hüseyin Aleyhisselam bizlere hadis etti " Artık şaşkın bir halde" Subhanellah" demekten kendimi alamadım, o da benim bu sözümle yetindi ve beni bırakıp dışarı çıktı. Ben bir kez daha bu hususda düşünceye daldım ve tekrar kitabı sayfalayıp onun basıldığı yere baktım; helebi ve oğulları isimli bir Mısır matbaasında basılmıştı.

        Allahım neler görüyorum? neden bizler bu kadar inad edip hakkı kabul etmiyoruz. Bu adam bizim en doğru kitabımızdan delil getirdi. Buhari kesinlikle şii değil, Ehl-i sünnet'in imamlarından ve bUyük muhaddislerinden birisidir. Acaba Ali "aleyhisselam'ın" dediklerini kabul edeyimmi? ama hakikatı kabul etmekten korkuyorum; bunu kabullenmem belki itiraf etmek istemediğim diğer şeyleri de kabul etmeme sebep olabilir diye düşünüyordum. Zatenönceden de arkadaşımın önünde yenilmiştim. Mesela Abdul Kadir Geylani'nin mukaddesliği hakkında sonunda Musa-i Kazım'ın ondan üstün olduğunu kabul ettim ama ben daha fazla yenilmek istemiyordum. Çünkü bundan kaç gün önce Mısır'da bulunurken önce kendimi büyük bir alim sanıyor ve bu yüzden iftihar ediyordum ve Ezher üniversitesinin hocaları bana hürmet ediyorlardı ama şimdi kendimi bu güne kadar yollarını yanlış bildiğim şahısların yanında yenilmiş görüyordum. Hatta ben şimdiye kadar şia kelimesini hakaret için kullanmaya alışmıştım.

        Gerçekten bu tutumum nefis tutkusu tekebbür ve boş taassubtan başka bir şey değildir diye düşünüyor ve sonra şöyle yalvarıyordum Allah'a: Allah'ım sen bana yolunu göster; bir kez dahi olsa hakikatı kabul etmeme yardımcı ol, Allah'ım Sen benim kalbimi ve gözümü aç ve doğru yolunu bana göster ve beni hakikatları işitip ve ona uyanlardan kıl. Allah'ım hakkı

49


bize olduğu gibi göster ve ona uymayı bizlere nasib eyle ve batılı ;pis olduğu gibi bize göster ve bizleri ondan uzak duranlardan eyle.

        Arkadaşım eve geri döndü, ben de bu duaları tekrarlıyordum. O gülümseyerek bana şöyle dedi: Allah sizi, bizi ve tüm müslümanları doğru yoluna hidayet buyursun, nasıl ki kendisi hak kitabında buyuruyor. "Bizim için cihad edenleri yollarımıza sevkederiz ve şüphe yok ki Allah iyilik edenlerle beraberdir" (El'Ankebut / 69) Bu ayetteki Cihad kelimesinin gerçeği bulmak için ilmi araştırma ve tahkik yapma anlamına geldiği söylenir; yani Allah'u Teala şüphe yok ki hakkı arıyanı hakka ulaştırır.

                                                     NECEF SEFERİM

        Arkadaşım bir gece bana "Allah isterse yarın Necefe gideceğiz" dedi. Necef neredir diye sordum. Necef ilmi merkezlerin ve Hz. Ail'nin(A.S) kabrinin bulunduğu yerdir dedi. Şaşırarak "Hz. Ali'nin nasıl belli bir kabri olabilir, bizim hocalarımız Hz. Ali'nin belli bir kabri yoktur diyorlar, dedirn....

        O gecenin sabahı bir umumi otobüsle yola çıkıp Kufe'ye yetiştik ve orada otobüsden inip büyük islami eserlerden olan Kufe camiini ziyaret ettik. Arkadaşım tarihi yerleri bana gösterdi ve beni Muslim ibni Akil ve Hani ibni Urve'nin kabirlerinin yanına götürüp onların nasıl şehadete erdiklerini kısaca bana anlattı. Ve beni Hz. Ali'nin şehid olduğu mihraba götürdü, daha sonra Hz. Ali ve iki çocuğu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in yaşadıkları eve götürdü. O evin içerisinde bir su kuyusu vardı. Halk o kuyunun suyundan içip abdest alıyorlardı.

        O zaman çok güzel manevi haller geçirdik. Dördüncü halife Hz. Ali'nin takva ve sade yaşamasını görmek, bize dünyayı unutturmuştu.

50


        Kufe halkının hürmet ve alçak gönüllülüğü benim çok dikkatimi çekmişti. Caddelerde dolaşırken uğradığımız her topluluk ayağa kalkıp bize selam veriyordu; galiba arkadaşım onların çoğunu tanıyordu.

        Bu arada Kufe Enstitüsü'nün müdürüyle tanıştık; o bizleri evine götürdü ve çocuklarıyla tanıştırdı. O geceyi çok iyi geçirdik sanki kendi arkadaşlarım ve ailemin içerisinde idim.

        Onlar' Ehl-i sünnetten bahsettiklerinde" bizim Ehl-i sünnet kardeşlerimiz" diyorlardı. Söz ve davranışlarından hep samimiyet yağıyordu. Ben sedakatlarını denernek için çeşitli konularda onlara bir çok soru sordum.

        Sabahleyin oradan tahminen on kilometre uzaklıkta bulunan Necef şehrine gittik. Oraya yetiştiğimizde Kazimeyn'i hatırladım. Çünkü burada da uzaktan altın kablı minareler gözüküyordu. Şiilerin adetleri olduğu gibi içeri girmeden izin duasını okuduk. Sonra içeri girdik. Burada ben Kazimeyn'de
- kinden daha fazla şaşırdım. Ben kendi usulumüz üzere fatiha okumaya başladım. Ama içimde bu kabrin gerçekten Hz. Ali'nin olduğunda şüphe ediyordum.

        Oysa Kufe'de gördüğüm sade evin Hz. Ali'nin evinin olmasına inanmıştım. Kendi kendime diyordum ki, Hz. Ali hiç bir zaman bu altın ve gümüşle süslenmiş yere razı olmaz. Oysa ki dünyanın bir çok yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Buraya geldiğimizde bile yolumuzun üstünde bir kaç fakirin dilendiğini görmüştüm. Benim halim şunu anlatıyordu ki: Ey şiiler hatalısınız: en azından bu bir hatanızı itiraf etmelisiniz. Bizzat Hz. Resuluılah tarafından kabirleri yıkıp yerle bir etmek için görevlendirilmiş olan Hz. Ali'nın altın ve gümüşle süslenmiş kabirle ne alakası olabilir.? Eğer bunlar şirk dahi olmasa en azından İslam'ın bağışlamıyacağı bir hatadır. Arkadaşım bir parça kuru çamuru bana uzatarak namaz kılınıyormusun diye


51


sordu. Hiddetli bir şekilde "bizler kabirlerin etrafında namaz kılmayız dedim. O halde bir kaç dakika bekle ben iki rekat namaz kılayırn" dedi. Ben onu bekleme esnasında kabrin çerçevesine asılı bir tabloyu okudum ve kabrin üzerinde bulunan sandığın altın parmaklarının arasından içerisini seyrettim.

        Dirhemden, riyal'dan tut liraya kadar çeşit-çeşit paralar sandığın içinde büyük bir mıktarda mevcuttu. Bu paraları ziyaretçiler, turbedeki hayır işlerde kullanılması için atıyorlardı. Para o kadar çok idi ki ben kaç aydan beri toplananlardır diye sandım, ama arkadaşım bana dedi ki Haremin hizmetçileri her akşam yatsl namazından sonra buradaki paraları topluyorlar....

        Türbeden hayretler içerisinde dışarı çıktım ama keşke bu paralardan bir mıktarını da bana, yahut dünyada bulunan bazı muhtaçlara verseydiler diye düşünüyordum. Her hangi tarafa baktıysam türbeyi çevreleyen büyük bahçenin çeşitli yerlerinde halkın namaz kıldığını gördüm, diğer bazılarının da ağlama seslerini duyuyordum. Bazı grupların da ağlayarak baş ve göğüslerine vurduklarını gördüm. Bunların niçin böyle ağlayıp ve kendilerini vurduklarını arkadaşımdan sormak istedim ama halkın bir cenazeyi getirdiklerini ve bir kaç kişinin de ölüyü orada defnetmek için kabir hazırlamağa çalıştıklarını görünce onların kendi yakınlarından olan bu cenazeye ağladıklarını anladım.


                                                ALİMLERLE GÖRÜŞME


        Arkadaşım beni türbenin yanında bulunan baştan başa halı ile döşeli, mihrabına Kur'an'm bazı ayetlerinin güzel hat örnekleriyle yazıldığı bir mescide götürdü. Bir grup çocuğun başlarında sarık ellerinde kitap mihrabın kenarında bir arada

52


ders çalışmaları dikkatimi çekti. Bu güzel sahneden çok hoşlandım, çünkü o güne kadar 13-14 yaşları arasındaki sarıkb çocuk görmemiştim. Bu elbise onlara o kadar yakışıyordu ki ay gibi parlıyorlardı. Arkadaşım onlardan "Seyyid Nerededir" diye sordu. Onlar, namaz kıldırıyor dediler. Ben seyyidin kim olduğunu bilernedim ama onun ulamadan biri olduğunu kestirdim ve sonradan anladım ki O şiilerin ilim merkezinin büyüğü Seyyid Hoi'dir. Elbette şiiler Peygamberin soyundan gelen şahısa seyyid lakabını verirler. Seyyidler ister alim, isterse dini ilimler talebesi olsun başlarına hep siyah sarık takıyorlar. Ama Resulullah'm soyundan gelmeyen diğer alimlere ise şeyh diyorlar, ve alim olmayan diğer "şürefa" (seyyidler) ise genelde yeşil sarık başlarına takarlar. Arkadaşım, onlardan seyyid'in yanına gidip gelinceye dek benim onların yanında oturmamı istedi. Onlar bana hoş geldin dedikten sonra bir halka oluşturarak beni aralarına aldılar ve bana çok hürmet ettiler. Günahsız ve temiz kalpli oldukları, yüzlerinden anlaşılıyordu.

Bu arada Resulullah(S.A.V) ın şu hadisi aklıma geldi «Her çocuk İslam fıtratı üzerine dünyaya gelir sonra baba ve annesi, çocuğu yahudi, hıristıyan yahut mecusi yapar! Ben de kendi kendime dedim ki yahutta Şii yapar!

        Çocuklar benden nereli olduğumu sordular.

        Tunuslu olduğumu söyledim. Tunus'ta da dini ilimleri okutan merkezler var mı diye sordular.

        "Bizim okul ve üniversitelerimiz var dedirn".

        Derken her taraftan beni soru yağmuruna tuttular.Sorularının hepsi de esaslı ve cevapları ağır olan sorulardı. Ben bu günahsız çocuklara ne cevap vereceğimi bilemiyordum.

       Belki de bunlar sade bir anlayışla İslam dünyasının her tarafında medreselerin bulunduğunu ve bu medreselerde fıkıh, usul ve, tefsir derslerinin verildiğini zannediyorlardı ve ne yazık

53


ki sözde ilerici ülkeler başta olmak üzere İslam dünyasının genelinde, Kur'an kurslarının bile yerini hırIStIyan eğitmenlerin yönettiği çocuk yurtlarının aldığından haberleri yoktu. Bunlara «sizin gibi düşünenlere artık gerici deniliyor» demek bile akhmdan geçti.

        Onlardan birisi Tunus'da hangi mezhebin yaygın olduğunu sordu, ben Maliki mezhebinin yaygın olduğunu söyledim. Onlar birbirine bakıp güldüler ama ben önemsemedim. Sonra biri
"Acaba sizler caferi mezhebini tanıyor  musunuz?" diye sordu. "Hayır ola! bu yeni isim nereden çıktı? biz dört mezhepten başka bir mezhep tanımıyoruz ve onların haricindeki mezhebi İslam dininden saymıyoruz" diyerek sert bir şekilde cevap verdim. Gülümseyerek dedi ki: efendim özür dilerim ama İslam'ın hakiki mezhebi ca'feri mezhebidir. Sözlerine devamla şöyle dedi: Acaba sizler Ebu Hanife'nin İmam caferin talebesi olduğunu biliyor musunuz? Hatta Ebu Hanife şöyle demiş: eğer o iki yıl(yani İmam CMer'i Sadık'ın yanında ders okuduğum iki yıl) olmasaydı Nu'man helak olurdu".

        Susup hiç bir cevap vermedim, şimdiye kadar hiç duymadığım yeni bir mezhep imamının ismini duyuyordum. Ama yine Allah'a şükrediyordum ki bunların İmam'ı Sadık'ları İmam Maliki'nin hocası değilmiş, bu yüzden onlara, "bizler Maliki'yiz Hanefi değiliz" dedim.

        Ama çocuklardan birisi şöyle dedi: Dört mezhebin hepsi ilimlerini birbirlerinden almışlar: Ahmet ibn-i hanbel Şafii'den, Şafii ise Maliki'den, Maliki ise Hanefi'den ilmini almıştır ve Hanefi ise İmam Sadık'ın talebelerindendir. Sonuçta bunların hepsi İmam Câfer'i Sadık'ın talebeleri olurlar. Resulullah'm camiinde ilk ilim merkezini kuran İmam Cafer'i Sadık'tır. Bu merkezde dört bin kişiden fazla fakih ve muhaddis onun huzurunda ilim tahsil etmişler. Bu zekalı çocuk, bizim Kuran'ı

54


ezberlediğimiz gibi bu sözleri ezberlemişti. En fazla beni şaşırtan onun tarihi kaynaklara, sayfalarına kadar vakıf olmasıydı. Bir hocanın talebesine ders anlatması gibi bunları bana anlatmaya başladı. Kendimi onun karşısında aciz görüp kendi kendime keşke arkadaşımla gitseydim de bu çocukların yanında kalsaydım diye düşündüm. Sordukları tarihi ve fıkhi soruların hiç birisinin cevabını verip onları susturamamıştım.

        Bana' kime taklit ediyorsun" diye sordular "İmam Malik'e" dedim. "Sen nasıl ölü bir müctehide taklit ediyorsun, seninle Maliki'nin arasında on üç asır kadar bir zaman geçmiş eğer yeni ortaya çıkan bir meseleyi İmam Malik'den soracak olursan acaba sana cevap verir mi? dediler.

        Biraz düşündükten sonra dedim ki "o halde sizin İmam Cafer'iniz de on üç yüz yıldır ölmüş, siz ona nasıl taklit ediyorsunuz?" Çocuklar hep birlikte "biz Seyyid Hoi'ye taklit ediyoruz ve O hayattadır dediler. Ben ise anlayamadım, acaba Seyyid Hoi'i mi daha bilgilidir bunların nazarında yoksa cafer Sadık mı? Çocukların sorularından yakayı kurtarabilmek için konuyu değiştirip başka şeyler ortaya attım. Onlara Necefin nufusunu ve Necef ile Bağdat arasındaki mesafeyi sordum ve Irak'ın haricinde tanıdıkları İslam ülkelerini saymalarını istedim. Bunun gibi bir kaç soru hazırlayarak onlara soru sormak fırsatını vermemeye böylece onları oyalayarak aczimi gizlerneye çalışıyordum.

        Mısır'da topladığım bütün o meth-u senaların ve kazandığım mevki ve unvanların burada özellikle bu çocukların yanında yok olup gittiğini görüyordum. O an için şu hikmetli sözü hatırladım ki: "Felsefe ilmini biliyorum diyene, bir şeyler ezberlemişsin ama çoğu şeylerden haberin yoktur de!" Bu Çocukların akıllarının Ezher univeristesinde karşılaştığım bazı alimlerinden ve Tunus'da tanıdığım alimlerden bile
üstün

55


olduğunu düşünmeye başladım.

        Bu sırada, Seyyid Hoi bir gurup alimle birlikte görkemli, vekarlı bir şekilde içeriye girdi Çocuklar ayağa kalkıp ben de onlarla birlikte ayağa kalktım.

        Onlar ileri gidip Seyyid'in elini öptüler, ben de yerimde donup kalmıştım. Yanındakiler oturmayana kadar Seyyid oturmadı. Herkes oturduktan sonra seyyid herkesin tek-tek hal ve hatırını soruyor ve onlara (messakumullah'u bilhayr)ı diyordu, ve herkes aynı cümleyi tekrarlıyordu. Sıra bana gelince ben de işittiğim gibi cümleyi tekrarladım. Arkadaşım yaklaşıp Seyyid'in kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra bana Seyyid'in sağ tarafında oturmam için işaret etti. Hal hatırdan sonra arkadaşım, Tunus'da şiiler hakkında söylenilenleri Seyyid'e anlatmamı istedi. Ben, "önemli olan benim kendirmin şiilerin fikirlerini öğrenmemdir, ondan bundan duyduklarımız hikayelerin bir önemi yok, benim bir kaç sorum var, onların cevabını öğrenmek istiyorum" dedim. Ama arkadaşım şiilere karşı olan inançlarınızı Seyyid'e anlatmarnı istedi. Ben şöyle dedim: Şiiler bizim yanımızda yahudi ve hırıstıyandan daha kötüdürler, çünkü onlar Hz. Musa ve İsa'ya dair inançlarına rağmen Allah'a tapıyorlar ama şiiler Hz. Ali'ye tapıyorlar". Sonra seyyid'e şiilerin Ali'ye ibadet ettiğini, onu takdis ettiklerini ve Allah'a ibadet edenlerinin de Ali'yi peygamberiik derecesine kadar yükselttiklerini duyduğumuzu söyledim ve Cebrail'le ilgili kıssayı yani şöyle ki, şiilerin nazarına göre Cebrail, Allah'ın emaneti olan vahyi Hz. Ali'ye getireceği yerde Hz. Muhammed'e getirerek Allah'ın emanetine hiyanet ettiğine

----------

1 -Yani Allah öğleden sonranızı hayırlı kılsm. Bu cümle araplarda vaktine göre "iyi günler" tabiri yerinde kullanılır(mütercim)

56



dair duyduğum hikayeyi anlattım. Seyyid Hoi, başını aşağı eğip biraz durdu, daha sonra bana bakıp dedi ki: Bizler şehadet veriyoruz ki Allah'tan başka bir ilah yoktur, Muhammed (S.A.V) Onun Resuludur ve bizler şehadet veriyoruz ki Ali (A.S) Onun kullarından bir kuldur. Daha sonra diğer oturanlara dönüp bana işaret ederek dedi ki: "Görüyor musunuz bu biçarelerin beyinlerine ne temelsiz yalanlar doldurmuşlar. Hele ben bunlardan daha ilginç sözler de işitmişim. La hevla ve la kuvvete illa billah'ilaliyyilazim".

        Daha sonra bana dönüp dedi ki: Acaba Kur'an okumuş muşun?

        Dedim ki: Kur'an'ın yarısını on yaşımdan önce ezberlemişim". .

        Dedi ki: Acaba bunu biliyormusun, tüm İslam fırkaları mezhebi ayrılıklarına rağmen Kur'an'ı Kerim'de ittifak etmişler ve bizim yanımızdaki Kur'an'da aynı sizin yanınızdaki Kur'an'dır. "Evet", biliyorum dedim.

       "Şu ayeti hiç okumadın mı?" diye sordu ki Allah teala şöyle buyuruyor: «Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce nice peygamberler geldi geçti.» (ı)

        Ve diğer bir yerde buyuruyor: «Muhammed Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar kafirlere karşı çetindirler.» (2)

Ve bir başka yerde buyuruyor: 
«Muhammed sizden birisinin babası değildir; fakat Allah'an resulü ve

----------------

1 -Ali İmran /114
2 .Feth / 29

57



peygamberlerin sonuncusudur .» (1)

        Evet, bunları biliyorum dedim. Dedi ki: Ali buralarda nerededir? Eğer Kur'an'ımız Muhammed(S.A. V) in resul olduğunu söylüyorsa bu töhmetler nereden çıkmıştır.

        Ben ne söyleyeceğimi bilmedim ve sustum. Sözlerine devamla şöyle dedi ki: "Ama Cebrail'in Allah'ın emanetine hiyanet etmesi meselesi; biz Cebrail'i bu gibi işlerden uzak biliyoruz, bu töhmet öncekinden daha büyüktür. Acaba Cebrail peygambere vahy getirdiğinde Resulullah kırk yaşında değilmiydi? O sırada Ali(A.S) altı, yedi yaşları arasında bir çocuk idi, o halde Cebrail nasıl kırk yaşındaki Muhammed'le altı, yedi yaşındaki Ali'yi birbirinden ayırarnamış! Sonra bir miktar sustu ve ben de onun sözleri üzerinde düşünceye dalrnıştım.

Bu mantıklı sözler benim kalbime oturdu ve gözümün önündeki perdeleri yırttı. Kendi kendime, niçin bizler bu gibi yalanlara itibar ediyoruz? dedim.

        Seyyid Hoi sonra sözlerine devam ederek şöyle dedi: "Bunu sana söyleyeyim ki: Tüm İslam fırkalarının içerisinde yalnız şiilerdir ki enbiya ve imamların masumluğuna inanıyorlar. Peygamber ve imamlarımız bizim gibi insan olmalarına rağmen her türlü hatadan masum iseler o halde Allah'ın mukarreb meleklerinden olan ve Hak Teala tarafından Ruh'ul'emin lakabını alan Cebrail nasıl hata yapabilir? "Dedim ki:" peki bu sözler nereden kaynaklanmış? "İslam düşmanları müslümanların arasına tefrika ve bölücülük salıp onları birbirinin canına salmak için bu asılsız sözleri yaymağa çalışıyor" dedi ve sözlerine şunları da ilave etti: Aslında tüm müslümanlar
---------

1 -Ahzab / 40


58


kardeştider ister şii ister sünnü hepsi Allah'a inanıp ona şerik koşmuyorlar. Onların Kur'an'ları , peygamberleri, kıbleleri birdir. Şii ve sünnünün ihtilafları daha çok bazı fıkhi meselelerle ilgilidir. Fıkhi meselelerdeki ihtilaflar, ehl-i sünnet'in kendi mezheplerinin arasında da mevcuttur. Mesela bazı meselelerde Malik ile Ebu Hanife, ya Ebu Hanife ile Şafii birbirleriyle ihtilaf etmişler.

        Dedim ki: O zaman sizin hakkınızda denilen sözlerin hepsi iftiradır! Seyyid Hoi de dedi ki: "Allah'a hamdolsun ki sen aklı başında ve meseleleri birbirinden ayırt eden birisisin ve gelip şia mıntakalarını yakından gördün ve içlerinde bulundun. Acaba o işitliğin yalanlardan birini duydun veya gördün mü'?

        "Hayır" dedim, Allah'a hamdolsun ki "ben iyilikten başka bir şey görmedim ve duymadım.

        Mun'im hoca ile tanışdım. Benim lraka gelmeme sebep oldu ve ben burada öğrendiğim şeylerin hiç biri hakkında önceden bir bilgiye sahip değildim. Arkadaşım Mun'ım gülümseyerek dedi ki:

        "Mesela Hz. Ali (A.S)nin kabrinin burda bulunduğu gibi". Ben de çocukları göstererek dedim: Ben bu çocuklardan dahi bir çok şeyler öğrendim. Keşke fırsat olsaydı da ben de bunlar gibi gelip bu ilim merkezinde ders okusaydım. Seyyid Hoi: "Buyurun gelin! Eger burada ders okumak isterseniz ilim merkezinin kapısı size açıktır, bizler sizlerin hizmetinizdeyiz" dedi ve etrafdakiler de bu fikrimi tahsin ettiler. Özellikle arkadaşım Mun'im'in hoşnutluğu yüzünden belliydi.

        "Ben" dedim "evliyim iki çocuğum da var. Dediler ki: biz burada senin kalman için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarız. Önemli olan senin ilim okumandır.

        Biraz fikir ettikten sonra kendi kendime "beş yıl öğretmenlik yapıp şimdiye kadar çocuk eğittikten sonra gelip

59


talebe olmak akıl işi değil ve böyle bir kararı kısa sürede almak doğru olmaz" dedim.

        Yine Seyyid Hoi'ye bu tekliften dolayı teşekkür edip dedim ki: "inşaalah ömreden döndükten sonra bu konu üzerinde düşüneceğim. Ama benim şimdilik bir miktar kitaba ihtiyacım var". Seyyid Hoi yanındakilere "buna kitap verin" dedi. Hocalardan bir kaç kişi kalkıp kısa zamanda yetmiş cilde yakın kitap önüme yığdılar. Seyyid Hoi bana, bunlar benden taraf sana hediyedir" dedi. Kitapları çok görünce hepsini götüremeyeceğimi ve özellikle Suudi Arabistan'a gitmek üzere olduğum için bunları kendimle götürmenin sakıncalı olabileceğini düşündüm. Çünkü Arabistan bilindiği üzere hiç bir kitabı içeriye sokmuyor.

        Bir yandan da ömrümde görmediğim bu kadar kitaptan da el çekmek istemiyordum. Onun için yanımdakilere ve arkadaşıma dedim ki: Benim ileride uzun bir yolculuğum var, Suriye'den Ürdün'e ve oradan da Arabistana gideceğim. Dönüşte ise yolum bundan da uzun olacak, çünkü Mısır'dan Libyaya ve oradan Tunus'a gideceğim. Dolayısıyla ben bu kadar kitabı nasıl taşırım. Özellikle bu devletlerin çoğusu bu kitapların devletlerine girmesine izin vermiyorlar. Bunun üzerine Seyyid Hoi "o zaman sen kendi adresini bize ver biz, senin kitaplarını o adrese göndeririz" dedi. Bu görüşü beğenip adresimi onlara verdim ve çok teşekkür ettim.

        Ben ayrılmak için ayağa kalktığımda Seyyid Hoi de ayağa kalktı ve dedi ki: "Allah'tan senin sağlığını diliyorum, ceddim Resulullah'ın kabrinin ziyaretine gittiğinde benim de selamımı ona ilett"

        Ben ve oradakiler çok mahzun olduk. Seyyid'e bakttm onun gözleri yaşla dolmuştu. Kendi kendime, "böyle birisini hatalı zannetmek ve haşa yalancı saymak mümkün değildir"

60


dedim. Bu kadar alçak gönüllü oluşu ve bu heybet ve şahsiyeti gerçekten  de onun peygamber evlatlarından olduğunu gösteriyordu. Bu yüzden kendi elimde olmaksızın, :ırakmaJD8Sına rağmen ellerini öptüm.

        Diğer müslümanlar da kalkıp benimle vedalaştılar ve bazıları benim peşimsıra gelip mektuplaşmak için adresimi aldılar.

        Seyyid Hoi ile görüştükten sonra arkadaşım mun'im'in Ebu şubber isimli bir dostunun daveti üzerine tekrar Kufe'ye döndük. O geceyi, Seyyid Muhammed Bakır es'Sadr'ın talebelerinin de içlerinde bulunduğu  bir grup kültürlü gençle konuşup sabahladık. Onlar benim Seyyid Muhammed Bakır es'Sadr ile görüşmemi tavsiye ettiler ve yarın Onun ziyareti için vakit alabileceklerini söylediler. Arkadaşım Mun'im bu teklifi beğendi; ama Bağdat'taki önemli bir işinden dolayı bizimle gelemeyeceğini bildirerek özür diledi. Bunun üzerine Mun'im dönünceye kadar üç dört gün Ebu Şubber'in evinde kalmarnı kararlaştırdık.

        Daha sonra uyumak için birbirimizden ayrıldık. Ben o gecesi talebelerden çok şeyler faydalandım. Necef'deki medreselerde çeşitli derslerin okutulmasını öğrenmem benim için çok ilginç idi. Orada ders okuyan talebeler, fıkıh ve Şeriat gibi islam ilimIerinin haricinde iktisat, siyaset, tarih, luğat, ve Asıronomi gibi ilimler de okuyorlar.

                  
61