www.EhlibeytKutuphanesi.com  |  www.IslamKutuphanesi.com

İçindekiler



                                                   IRAKA İLK SEFERİM

        Necef uluslararası yolcu taşımacılık firmasına ait havalandırması sistemi ol1an bir otobüsle Şam'dan Bağdat'a hareket ettik. Bağdat'a vardığımızda hava sıcaklığı 40 dereceyi buluyordu.

       Oradan hemen arkadaşımınn (İkaI) mahallesi dediği güzel bir semtte yer alan evine gittik. soğutucusu mükemmelolan evinin bir odasında biraz dinlendim, o bana dişdaşe dedikleri uzun bir gömlek getirdi. Sonra sebze ve yemek ikram etti ve aile fertleri teker teker gelip hürmetle bana selam verdiler. Babası beni önceden tanıyormuşcasına bana sarılıp sıcak bir şekilde benimle görüştü.

        Ama annesi başında bulunan siyah bir çarşafla kapının önün de durup oradan bana selam verdi ve "hoş geldiniz" dedi.

        Arkadaşım annesinin bana el vermediğinden dolayı özür diliyerek dedi: "kadının yabancı erkeğe el vermesi haramdır bu yüzden annem size el vermedi". Ben daha da şaşırdım ve kendi kendime dedim ki:

        "Biz bunları dinden çıkmakla dolayı suçluyoruz oysa, bunlar dinin hükümlerine bizden daha da bağlıdırlar".

        Ben onunla birlikte olduğum bir kaç gün içerisinde onu çok cömert, şahsiyetli, asaletli ve cesur gördüm. Onda müşahede ettiğim alçak gönüllülük ve takvanın eşine bile rastlamış değildim ve ben kendi evimdeymişim gibi yabancılık ve gariplik hissetmiyordum.

        Akşamleyin yatakları evin üzerinde sermişlerdi. Uyumak için yukarıya çıktık ama ben gece uzun bir zamana kadar uyuyamamıştım.

        Kendi kendime "bunlar rüyamı yoksa hakikat mı acaba ben gerçekten Bağdat'ta Abdul Kadir Geylani Hazret'lerinin

35



yanındamıyım? diyordum.

        Abdulkadir Geylani'den bahsettiğim de arkadaşım gülümseyerek "Tunus'lular Abdulkadir Geylani hakkında ne söylüyorlar?" dedi. Ben de Tunus'luların Abdul Kadir Geylaninin hakkında naklettikkler; bazı kerametleri, Tunus'ta onun ismiyle yapılan bina ve makamları ve onun velilerin kutbu olduğunu, Hz. Resulullah(S.A.V) ın Peygamberlerin efendisi olduğu gibi Abdul Kadir'inde evliyanın ,efendisi olduğunu ve onun "halk yedi kez Allah'ın evinin etrafını tevaf eder oysa ben Allah'ın eviyim, kendi çadırımın etrafına dönüp dururum" sözünü anlattım.

         Ben hatta arkadaşımı Abdul Kadir Geylaninın bazı murid ve dostlarının yanına aşikar olarak gelip onların hastalarına şifa verdiği ve onların zorluklarını giderdiği hususunda ikna etmeğe çalıştım. Ama acaba o anda bütün bunları şirk bilen Vahhabilik inancını unutmuşmuydum, yoksa gözardı mı ediyordum bilemiyorum.

        Bunları anlattığımda arkadaşım da umduğum ilgiyi görmeyince kendimi bu söylediklerimin hatalı da olabileceği hususun da ikna etmeğe çalıştım. Bu yüzden arkadaşıma bu hususda onun görüşünün ne olduğunu sordum.

        O gülümseyerek şöyle dedi: Yolculuk yorgunluğunuzun çıkması için, siz bu geceyi dinlenmek için ayırın, yarın inşaallah Şeyh Abdul Kadir'in ziyaretine gideriz. Onun bu sözlerine çok sevindim; kalbim sanki sevincinden uçmak istiyordu; bir an evvel sabah olmasını arzuluyordum. Ama yorgun olduğum için çok geçmeden derin bir uyku ya dalmıştım.


                    ABDUL KADİR GEYLANİ VE MUSA-I KAZIM (A.S.)

        Sabahleyin kahvaltı yaptıktan sonra Şeyhin haremine gittik. Yıllardan beridir ziyaretini arzuladığım makamı görünce

36

koşarak içeri girdim. sanki kendimi Şeyhin kucağına atacağım.

        Burayı görme aşkı öteden beri benim kalbime yerleşmişti. Ben nereye gidiyordumsa arkadaşım da peşimce geliyordu. Ben, Beytullah'ın (Kabenin) ziyaretcileri gibi izdiham yapan ziyaretçilere katıldım. Bazıları ziyaretçilere helva dağıtıyorlardı ve halk da helva alabilmek için birbirlerini itip duruyordu.

        Ben de biraz helva alıp birazını teberrük için yedim ve birazını da sakladım. Sonra da becerdiğim kadar orada namaz kılıp dua ettim. Oradan içtiğim suyu Zemzem suyu gibi sanıyordum. Daha sonra da Şeyhin yeşil kubbeli makamını gösteren tebrik kartlarını alıp Tunus'daki arkadaşlarıma göndermek için üzerlerini yazmaya koyuldum ve arkadaşımdan bu iş için beni biraz beklemesini rica ettim. Böylece ben, dost ve akrabalarıma niyetimin doğruluk ve yüceliği sonucu onların ziyaret edemedikleri bu makama ulaştığımı göstermek istiyordum.

        Öğle yemeğini başkentin orta kesimlerindeki umumi bir restorantda yedikten sonra arkadaşım beni özel bir taksi ile Kazimeyn'e götürdü. Ben bu ismi ilk olarak arkadaşımın şöförle konuşmasından duydum. Arabadan iner inmez kendimi büyük bir kalabalığın içerisinde buldum.

        Kadın ve çocukların da bulunduğu bu kalabalık bizim gittiğimiz semte doğru gidiyorlardı. Bazıları kendileriyle birlikte eşyada götürüyorlardı. Nereye gittiğimi iyice bilmediğim halde bunları görer görmez hac mevsimini hatırladım.

        Az sonra parıltısı gözleri kamaştıran altın bir kubbe minareleriyle birlikte görülmeğe başladı. Ben buranın şiilere ait bir cami olduğunu anladım. Çünkü önceden şiilerin haram olmasına rağmen, camilerini altın ve gümüş ile süslediklerini duymuştum.

        Caminin içerisine girmek istemiyordum ama arkadaşımın

37



hatırı için onu takip ederek içeri girme zorunda kaldım.

        Hele birinci kapıdan içeri girdiğimizde bazı ihtiyar kişilerin ellerini kapılara sürdüklerini ve onları öptüklerine şahit oldum.

        Kapının yanında bulunan büyük bir tablo üzerinde "Örtüsüz kadınların içeri girmesi yasaktır" diye yazılmış olması dikkatimi çekti. Tabloda İmam Ali den şöyle bir rivayette ka ydedilmişti;

        "Bir gün gelir kadınlar çıplak olarak evlerinden çıkarlar"....

        Yetiştiğimizde arkadaşım giriş izni diye bilinen bir duayı okumayla meşguloldu. Ben de her iki yüzü altın ve güzel nakışlarla dolu ve hep Kur'an ayetlerinin yazılmış olduğu kapıyı seyretmeye daırnıştım.

        Arkadaşım içeri girdi ben de onun peşi sıra girdim ama hep zihnimde şiilerin kafir olduklarına dair bazı kitaplarda okumuş olduğum yazılar, gözlerimin önünde canlanıyordu.

        Türbenin içinde gördüğüm süs ve nakışlar, hayalime bile sığmayacak derecedeydi. Kendimi şimdiye kadar alışmadığım bir alemde görmem, beni hayrete bürümüştü.

        Mezarın etrafına dönen onu öpüp ağlayanları nefret ile seyrediyordum. Bazılarının kabirin etrafında namaz kıldıklarını da görünce Hz. Resul(S.A.V) ün şu hadisi aklıma geldi «Allah yahudi ve hırıstıyanlara lanet etsin ki evliya ve büyüklerinin kabirlerini mescid yaptılar.»

        Arkadaşım içeri girdiğinden beri gözlerinden yaş döküyordu. Ben onu bu halinde kendi başına bıraktıın, kabrin çevresine asılan ziyaret duası yazılmış olan bir tabloyu okumak için ona yaklaştım. Bu ziyaret düasında tanımadığıın bir çok isimler zikredilmişdi bu yüzden fazla bir şey anlayamadım, fatiha okudum ve dedim: Allakım eğer bu adam müslümansa

38


ona rahmet et çünkü sen kendi kulunu iyice tanıyorsun. Arkadaşım bana yaklaşıp yavaşca kulağıma şöyle fısıldadı "Eğer bir dileğin varsa burada Allah'tan iste, bu kabrin sahibine biz (Bab'ul Hevaic) "dilekler kapısı" deriz.

        Onun sözlerine önem vermedim (Allah beni bağışlasm). Başlarında beyaz yahut siyah sarık ve alınlarında secde izi bulunan yaşlı kişilerin burada bulunuşu benim dikkatimi çekiyordu. Uzun sakal, güzel koku ve ciddi bakışları, bunların heybetini daha da artırıyordu. Bunlar da dahil olmak üzere içeri giren herkes ağlıyordu. Aniden kendime gelip kendi kendime sordum: "Acaba bütün bu gözyaşları yalan mı? Ve tüm bu yaşlı adamların davranışları hata mı?"

        'Şaşkın bir halde oradan çıktım ama arkadaşım, makama hürmetsizlik olmasın diye arka arkaya çıkıyordu.

        Ondan bu türbenin sahibinin kim olduğunu. sordum. "İmam Musa'i Kazim (as)" olduğunu söyledi. "İmam Musa'i Kazım (as) kim oluyor? "dedim. "Subhanellah siz Ehli sünnet kardeşler neden çekirdeğin özünü bırakıp kabuğuna sarılmışsınız?" dedi. Ben onun bu sözüne darıldım ve öfkeli bir halde "bizler nasıl çekirdeği bırakıp kabuğa sarılmışız? dedim.

        O beni biraz sakinleştirdikten sonra şöyle dedi: "Kardeşim sen lrak'a geleli hep Abdul kadir Geylani'den bahsediyorsun. Abdul kadir Geylani kimdir ki seni böyle kendisine cezbetmiş? Hemen gururla dedim ki: "O Resulullah(S.A.V) ın evlatlarındandır. Resulullah'tan sonra Peygamber gelseydi muhakkak Geylani Peygamber olurdu".

        "Acaba İslam tarihi hakkında malumatınız varmıdır? diye sordu. Evet dedim. Oysa ki İslam tarihi hakkında doğru bir bilgiye sahip değildim, hocalarımız bizleri incelemekten men eder ve derdiler ki": bu karanlık tarihin karanlık sayfalarını okumanın bir yararı yoktur". Örnek olarak: Günlerin birinde

39



belagat dersinde tesadüfen Hz. Alinin Nehcul Belaga'sının Şıkşıkıyye hutbesini okuyorduk. Bu hütbe, ben ve arkadaşlanmı hayrete salmıştı. Ben cesaret edip hocaya şöyle bir soru yönelttim: "Bu hutbe Hz. Ali'ye mi aittir?" "Evet" dedi. "Şüphesiz Hz. Ali'nin dir, Hz. Ali'den başka kim böyle beliğ konuşabilir? eğer bu sözler Ali'den başkasının olsaydı, Mısırın büyük müftüsü şeyh Muhammed Ebduh gibi şahsiyetler bu hutbelere bu kadar önem verip onlara şerh yazmazlardı". Bunun üzerine ben şöyle dedim: "Ama burada Hz. Ali, Ebubekr ve Ömer'i hilafet meselesinde onun hakkını gasbetmekle suçluyor".

        Hocam sinirlenerek bana bağırdı ve "eğer bir kez daha böyle sorular sorarsan sınıftan atılırsın" diyerek beni tehdid etti ve sözlerine şunu da ekledi ki "biz belagat dersi okuyoruz, tarih dersi değil. Sahifeleri, müslümanların arasında başgösteren kanlı savaşlar ve fitnelerle dolu tarihi incelemek bize ne yarar, Allah bizim kılıçlarımızı müslüman kanına bulamadığı gibi bizler de onlara dil uzatmayalım".

        Ben bu sözle ikna olmadım ve o hocaya karşı dargın kaldım ve kendi kendime "verdiği dersin anlamını açıklamaktan bile acizdir" dedim.

        Defalarca İslam tarihini okumak istedim ama elimde gerekli kaynak ve kitapların olmadığından dolayı buna muvaffak olmadım ve bizim hocalanmız arasında da bu işe önem gösteren birini görmedim.

        Sanki bunlar tarihin sahifelerini açıp ve içerisindekiler hakkında düşünmerneğe hep birlikte karar almışlardı.

        Arkadaşım tarih hakkında ki bilgimden sorduğunda meseleyi kapatmak için de olsa "evet" dedim, oysa içerirnde diyordum ki "tarihin içi fitne, kin ve çelişkilerle dolu olduğunu ve okumasının bir yaran olmadığını biliyorum",

        Abdul Kadir Geylani'nin ne zaman dünyaya geldiğini

40

biliyormusun? diye sordu. "Galiba altı yahut yedinci asırda dünyaya gelmiş" dedim. "Onunla Resulullah'm arasında ne kadar fasıla vardır?" dedi.

        Ben "en azından altı asır vardır "dedim. Eğer her asırda iki nesil gelirse Abdul Kadir Geylani Peygamberin onikinci torunu olur", dedi. Ben de evet öyledir dedim. "Ama İmam Musa Kazım sadece dört babayla Resulullah'a ulaşır. İmam Musa kazım Cafer Sadık'ın, O da Muhammed Bakır'ın, O da Zeynelabidin'in, O da Hz. Hüseyn'in O da Hz. Fatıma'nın ve O da Resulullah'ın evladıdır. Bir başka tabirle İmam Musa Kazım hicretin ikinci asrında dünyaya gelmiş; o halde sen hesab et bunların hangisi Peygambere daha yakındır dedi.

        Hiç beklemeden muhakkak ki bu daha fazla yakındır ama neden biz şimdiye kadar onu tanımayıp ismini dahi duymadık?" dedim. "İşte asıl dert buradadır, bu yüzden sizden özür dileyerek biraz önce dediğim sözü tekrarlıyorum ki, sizler çekirdeğin özünü bırakıp kabuğuna sanlmışsınız".

        Böylece bazen durup ve bazen de yürüyerek konuşuyorduk. Bir ilmi merkeze yetiştik Orada talebeler ve öğretmenler tartışıp ilmi konularda birbirleriyle bahsediyorlardı. Orada biraz durduk, arkadaşım bunların biri ile randevusu varmışcasına oradakileri gözden geçirdi. Onlardan biri kalkıp bizim yanımıza geldi. Selam verdi, arkadaşım ondan bir şahısı sordu ve ben onun verdiği cevaptan sorulan kişinin profosör olduğunu ve biraz sonra geleceğini anladım. O arada arkadaşım bana dedi: "Seni buraya getirmekten amacım, seni Bağdat üniversitesinin profosörlerinden olan bir tarih uzmanı ile tanıştırmaktır. O doktora risalesi tezini Abdul Kadir Geylani'nin hakkında yazmıştır, Allah izniyle onunla görüşmek senin için yararlı olur. Çünkü ben tarih uzmanı değilim", Bizler bir soğuk şerbet içinceye dek beklediğimiz adam da geldi. Selamlaştıktan sonra

41


arkadaşım beni ona tanıttı ve ondan Abdul Kadir Geylani'nin hayatını kısaca bana anlatmasını rica etti ve kendisi başka bir işine yetişebilmesi için musade alıp bizden ayrıldı. Tarih hocası ikimize meşrubat ısmarladıktan sonra benim ismimi, ülkemi ve mesleğimi ve Tunus'da Abdul Kadir Geylani'yi nasıl tanıdıklarını sordu. Ben de her şeyi anlattım ve dedim ki bizim halkımız hatta şöyle inanıyor, Resulüllah(S.A.V) miraca gittiğinde Abdul Kadir Geylani'nin omuzunda gitmiştir ve Cebrailin yanmaktan korkup artık yükseklere çıkamadığında Resulullah(S.A.V) Abdul Kadir'e dönüp dedi "Benim ayaklarım senin omuzunda senin ayakların ise Kıyamet gününe kadar tüm evliyaların omuzundadır.

        Tarih hocası benim bu sözümü duyunca çok güldü, ama neye güldüğünü bilmedim. Acaba benim anlattığım sözlere mi güldü yoksa önünde oturan Tunus'lu hocaya mı?

        Hoca Allah'ın evliya ve layık kullarının hakkında biraz konuştuktan sonra şöyle dedi: Yedi yıl süren bir çalışma boyunca Pakistan'a, Türkiye'ye, Mısır'a, İngiltere'ye ve Abdul Kadir Geylani'ye ait yazılı eserler olan her yere gittim ve onların hepsini inceleyip fotokopi aldım. Ama bunların hiç birisinde Abdul Kadir Geylani'nin Peygamberin neslinden geldiğini isbat eden bir delile rastlamadım; sadece onun torunlarından birisine ait olan bir şiirde şöyle bir kıt'a yeralmıştır: "Benim ceddim Resulullah (S.A.V) dır."

        Bu sözü ise bazı bilginlerin söylediği gibi Resulullah'tan nakledilen "Ben her takvalının ceddiyim" hadisine işare olabileceği büyük bir ihtimaldır. Sonra sözlerine şöyle devam etti: Doğru ve sahih tarihler Abdul Kadir Geylani'nin fars asıllı olduğunu ve İran'ın Geylan isimli şehrinde dünyaya geldiğini ve o yüzden Geylani lakabını aldığını ve daha sonra Bağdat'a gelip orada tahsil gördüğünü açıklıyor ve Abdul Kadir Geylani,

42

toplumda ahlaki bir çöküşün yaşandığı bir dönemde ders halkaları oluşturarak görevini ifa etmeye çalıştığını, onun takvalı ve zahid birisi olduğu için halk tarafından beğenildiğini bildiriyor. O öldükten sonra diğer sofuların muridlerinin yaptığı gibi, müritleri Kadiriyye tarikatını onun adına kurmuşlardır".

       
Sözlerini şu cümleyle bitirdi: "Gerçekten de Arapların bu bakımdan durumu çok üzücü ve taassuf vericidir".

        O zaman Vahhabilikle ilgili fikirler zihnimde canlandı ve şöyle dedim. "O zaman siz de Vahhabisiniz, çünkü onlar da sizin gibi evliyaların olduğuna inanmıyorlar.

        "Hayır" dedi. "Ben asla Vahhabi değilim, müslümanların te'essuf edilecek bir yönleri de hep ifrat veya tefrite düşmeleridir. Ya tüm hurafelere ve boş inançlara-akıl ve şeriattan hiç bir delil olmadan-inanır ve onları tastik ederler yahut da hiç bir şeye inanmayıp temelsiz bazı inançlar uğruna Hz. Muhammed (S.A.V) in bir çok hadislerini ve mucizelerini bile inkar ediyorlar. Böylece birbirleriyle ortak noktaları olmayan biri doğuya diğeri batıya yönelmiş iki zıt kutup haline gelirler. Mesela Abdul Kadir Geylani bir anda hem Bağdat'ta hem Tunus'ta olabilir, bir anda hem Tunus'daki hastaya şifa verip hem de Dicle nehrinde boğulmak ta olan birini kurtarabilir demek aşırı gitmektir. Sofuların bu inançları karşısında, Vahhabiler hatta Hz. Resulullah(S.A.V) a tevessül eden birini dahi müşrik biliyorlar. İşte bu da tefrittir.

        Hayır benim kardeşim, biz Kur'an-ı Kerim'in buyurduğu gibi olmalıyız. Allahü Teala buyuruyor ki: "İşte böylece tüm insanlara şahit( ve örnek) olmanız için vasat(aşırılığı olmayan

43

adil) bir ümmet kıldık" (1)

        Sözlerinden hoşlanıp teşekkür ettim, çok memnun olduğumu bildirdim. O da çantasını açıp Abdul Kadir Geylani hakkında yazmış olduğu kitabı çıkarıp bana hediye etti ve beni evine davet etti. Ama ben mazeretim olduğunu ve davetini kabul edemeyeceğimi bildirerek teşekkür ettim.

        Sonra da sohbetimizi Tunus ve Kuzey Afrika hususuna çevirdik. Bu sırada da arkadaşım geldi, ondan ayrılıp beraber eve döndük. O günün hepsini konuşma, tartışma ve ziyaretle geçirdiğim için çok yorgun idim. Hemen uykuya daldım. Sabah erken kalkıp namaz kıldıktan sonra Abdul Kadir Geylani hakkında hocanın verdiği kitabı okumaya başladım. Arkadaşım uyanıncaya kadar yarısını okudum. Kahvaltıya davet ettiğinde bile kitabı bitirmeden yerimden kalkmayacağımı söyledim ve kitabı okumaya devam ettim.

        Gerçekten dikkate değer ve çok ilgi çekici bir eserdi.

        Bu eserin bende vücuda getirdiği şüphe ve tereddütlerin yerini henüz Irak'tan ayrılmadan yakin ve kesin kanaat almıştı.

--------------------

1.Bakara: 143

 

44