5. Bölüm

Tarihi Hutbeler İlk Üç Halîfe Zamanı

235

(Hazreti Rasûlullah sallâllahu Aleyhi ve âlihî vesel-lem'i, gasil ve teçhiz sırasında buyurdular ki:)

Babam anam fedâ olsun sana; senden başkasının vefâtıyla kesilmeyecek olan şey, peygamberlik, din haberleri, gökten gelen hükümler, senin vefâtınla kesildi-gitti. Başkasından ayrılsak tesellî bulurduk; senden ayrılışaysa tesellî yok, bu da umumî bir şey. Sabrı emretmeseydin, feryattan men etmeseydin, göz yaşlarım tükeninceye dek ağlardım sana; feryadım kesilmezdi; elemin bitmezdi; gene de bu senin için az görünürdü. Fakat neyleyeyim ki ölüme karşı durmaya kimsenin gücü yok; bunu düşünüp susuyorum. Babam, anam fedâ olsun sana, Rabbinin katında bizi an; şefaat kanadını üzerimize ger.

5

(Rasûlullah salâllahu aleyhi ve âlihî vesellem'in, vefâtından sonra Abbas ve Ebû-Süfyan, hilâfet için kendisine biat etmek istedikleri zaman buyurdular ki:)

Ey insanlar, fitneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle aşın; birbirinizden nefret etme yolunu yarın, geçin; övünmek tacını başlarınızdan atın. Kurtulur ancak kanatlanarak uçan; yahut teslim olup esenliğe kavuşan.

Bir sudur ki kokmuş; bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına oturmuş. Vakitsiz, olmamış meyveyi da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek yere tohum ekene benzer. Bir şey söylesem derler ki: Baş olmaya hırsı var, sussam derler ki: Ölümden korkar. Şu büyük, küçük savaştan sonra buna imkân mı var? Andolsun Allah'a, Ebu Tâlib oğlu, çocuğun anasının memesine düşkün olmasından, daha da düşkündür ölüme. Bir de şu var: Öyle gizlenmiş bir bilgiye sâhibim ki açsaydım size, derin mi derin kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz.(1)

67

(Hazreti Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem'in vefatlarından sonra Sakıyfe'de olup bitenleri duyunca Ansar ne dedi diye sordular; bizden bir emir olsun, sizden de bir emir olsun dediler cevabını alınca buyurdular ki:)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellemin, iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanlarını bağışlamayı vasiyet buyurduğunu söylemediler mi?

(Bu vasiyette ne gibi bir delil var diye sorulunca da.) Emir olmak hakkı onlarda olsaydı onları tavsiye buyurmazdı

(dediler, sonra) Kureyş ne dedi

(diye sordular, Rasûl sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin Kureyş'ten olduğunu, Kureyş şeceresine mensup bulunduğunu söyleyerek delil getirdiler denince buyurdular ki) Şecereye delil getirdiler; meyveyi yitirdiler.(2)

202

Seyyidet'ün Nisâ Fâtımat'üz-Zehrâ selâmullah aley-hâ'nın defninde Rasûlullah'a (s.a.a) hitapları.

Selâm olsun sana beden ve civarına inen, sana pek çabuk kavuşan kızından yâ Resûlullah. Senin seçilmiş kızından ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı, kudretim kalmadı yâ Rasûlullah. Ancak senden ayrılmam, senin vefâtını görmem, çok daha büyük bir acıydı; ona sabrettikten sonra buna da sabretmem gerek.

Seni kabrine yatırdım; senin rûhun, boynumla göğsüm arasında kabzedildi.

"Gerçekten de biz Allah'ınız ve gerçekten de ona kavuşacağız". (2, Bakara, 151) Emanetin benden alındı; bana verdiğin, elimden çıktı. Fakat Allah, beni de senin bulunduğun yurda alıncaya dek derdim sürüp gidecek; gecelerim uykusuz olarak sabahı bulacak.

Ümmetinden çektiklerimizi kızın sana haber verecektir, ona sor; hâli ondan haber al. Hem de bunlar, senden ayrılığımız uzamadan, senin anılışın unutulmadan olup bitti.

Selâm olsun ikinize de, selâm verip vedâ eden kişinin selâmıyla, incinmiş, daralmış kişinin selâmıyla değil. Ayrılıp gidersem usancımdan değil; oturur, derdimi söylersem de Allah'ın sabredenlere vaad ettiği ecir hakkında kötü bir zanna düştüğümden değil.(3)

217

İmamet hususunda Kureyş'ten Şikayeti tazammun eden sözleri

Allah'ım, Kureyş'ten hakkımı senden istiyorum; onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullah'a olan yakınlı-ğımı inkâr etiler, elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başka-sından fazla lâyık olduğum işte, hakkım olan mevki'de benimle kavgaya giriştiler. Hak alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; istersen açıklanarak öl dediler.

Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir yardımcı var bana, ne bir yâr ve yâver. Onların tehlikeye düşmelerini revâ görmedim. Gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla doğranmaktan çetin bulunan bu işe dayandım.

3

Şıkşıkıyye hutbesi

Andolsun Allah'a ki filân, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilâfet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı; hiçbir kuş, uçtuğum yere uçamazdı. Hilâfetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker.(4)

Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirâsımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, ona falâna verip gitti(5) (sonra A'şâ'nın şu beytini okudular:)

Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;

Câbir'in kardeşi Hayyanla bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?(6)

Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı.(7) Bu iki kişi hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni  incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürür, atardı. Allah'ın bekasına andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.(8) Uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halîfeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunların biriyim sanıldı.

Allah'ım, sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben? Fakat inerlerken onlarla indim; uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. İçlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin.(9)

Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını ilk baharda devenin otları, çayırı-çimeni yiyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; işini tamamladı gitti.(10)

Derken, halkın benim etrâfıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yıldan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyn, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandı-lar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.(11)

Ama işi elimle aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü; ahdini bozdu. Öbür bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itâatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın

"İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve sonuç, çekinenleridir" buyurduğunu duymamışlardı (Kasas, 83). Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.(12)

Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk, biat için toplanmasaydı, Allah'ın, zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlûmun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım;  ümmetin sonuncusunu, ilkinin kâsesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyânızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence.

(Demişlerdir ki: hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazrete bir kâğıt sundu. Hazret kâğıdı okumaya daldılar. Okuyup bitince İbn-i Abbas, Ey Müminler Emiri dedi, sözüne, bıraktığın yerden başlasan; Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular ki:)

Heyhât ey Abbas oğlu, bu, erkek devenin, esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti.(13)

146
Ömer zamanı
ÖMER,İRAN SEFERİNE BİZZAT GİTMEK İSTEDİĞİ ZAMAN, ONA BUYURDULAR Kİ:

Bil ki bu işin üstünlüğü, ne çoklukladır, ne azlıkla. Bu, Allah'ın izhâr ettiği Allah dinidir; ordu da O'nun hazırladığı, O'nun yardım ettiği, O'nun ordusu. Böylece varacağı yere varmıştır; doğacağı gibi doğmuştur.

Biz Allah'ın vaadine güvenmekteyiz; Allah da vaadini yerine getirir; ordusuna yardımcıdır.

Buyruk sâhibi, boncuk dizilen ipe benzer; boncuklar o ipliğe dizilir; onları, o iplik bir araya getirir. İplik koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır-gider; tam olarak aslâ dizilemezler.

Arap bugün azlıksa da İslâm kuvvetiyle çokluktur, birbirini destekleyişte, birlikte üstündür. Sen değirmen taşının mili ol, savaş değirmenini Arap'la döndür; onları savaş ateşine sok, sen savaşa girme. Çünkü sen, buradan çıkarsan civardaki Araplar itâatten baş çekerler; ardına attığın şey, yöneldiğin şeyden daha önemli olur.

Arap olmayanlar sana bakınca, bu derler, Arab'ın kökü; onu kestiniz söktünüz mü, esenliğe kavuşursunuz. Bu düşünce de sana daha fazla saldırmalarına, seni ortadan kaldırmaya çalışmalarına sebep olur. Onların önce gelmelerini istemiyorsun ya, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah senden ziyade istemez bunu; senin istemediğini defetmeye de gücü yeter O'nun. Sayılarının fazla olduğunu söylemene gelince: Biz bundan önce, sayımızın çokluğuyla değil, Allah'ın nusratına, yardımına güvenerek savaşırdık.(14)

134

(Ömer Kayser'in bizzat savaşa geleceğini duyunca, kendisi de harbe katılmayı kurmuş, Emir'ül-Mümi-nin'le (a.s), bu hususta meşverette bulunmuştu. Hazret buyurdular ki:)

Allah bu dîne mensup olanların ülkesini korumayı, Müslümanların ayıplarını örtmeyi vaad etmiştir. Müslümanlar azken, karşı koyacak güçleri yokken, kendilerini savunamazlarken Allah yardım etmiştir onlara; Allah dâimî diridir, ölümden münezzehtir.

Sen düşmana bizzat karşı durur, savaşa katılırsın, altol-duğun takdirde Müslümanlara, o uzak şehirlerde, o uzak sınırlarda sığınacak bir yer kalmaz; senden sonra sığınacakları birisini bulamazlar. Savaş görmüş, tecrübeli, yiğit birini kumandan tayin et, gönder. O'nun maiyetine de belâlara sabreden, savaşın çetinliklerine dayanan, öğüt tutan erler ver. Allah üstederse, dileğin meydana gelir; ama aksi bir şey olursa o vakit sen, Müslümanların sığınağı, güvenci olursun.

139
Osman zamanı
ÖMER'İN, HİLÂFET İÇİN KURDUĞU ŞURADAKİ SÖZLERİ:

Benden önce hiçbir kimse hak çağrısına koşmadı; yakınlığın gerektirdiği şeye uymadı; kerem yüzünden ona yardıma varmadı. Artık sözümü duyun, dediğimi belleyin. Görürsünüz bu iş (hilâfet) için kılıçlar çekilecektir; ahitlere hıyânet edilecektir; sonunda da bir kısmınız, sapıkların imâmı, bilgisiz kişilerin taraftârı olacaksınız.

74

Osman'a biate karar verileceği zamanki sözleri:

Mutlaka siz de bilirsiniz ki benim onda (hilafette) benden başkasından daha fazla hakkım var; ama andolsun Allah'a ki ben, Müslümanların işlerini düzene sokmak için onu teslîm ederim ve bu işte, ancak bana cevredilmiş olur, bunu yaparken de ecrini dileyerek, üstünlüğünü isteyerek yaparım; sizin, dünyânın süsünü-püsünü, özentisini-bezentisini istemenizdense çekinirim.

164

Halk, Osman aleyhine toplanıp onu, Hazreti Emir'e şikayet edince Hazret, Osmân'ın yanına varıp ona buyurdu ki:

Halk arkamda, beni, seninle aralarından sefir olarak sana gönderdiler. Andolsun Allah'a ki sana ne diyeyim, ne söyleyeyim, bilemiyorum. Bir şey bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin; bir yol yok ki sana göstermeye kalkayım da sen onu tanımayasın; sen de bizim bildiklerimizi biliyorsun. Bir şeyde, senden ileri geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim; bir şeyi gizlice haber almış değiliz ki onu sana tebliğ edelim. Bizim gördüğümüz gibi sen de gördün; bizim duyduğumuz gibi sen de duydun; bizim sohbet ettiğimiz gibi sen de, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'la sohbet ettin. Ebû-Kuhâfe oğluyla Hattâboğlu, senden daha doğru harekete, senden daha lâyık değillerdir; sen, yakınlık bakımından Rasulullah'a, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna, daha yakınsın; onlar, ona dâmât olmadılar; sense bu şerefi elde ettin.(15)

Allah için, Allah için canına acı. Çünkü sen, andolsun Allah'a, körlükten göz açmıyorsun, bilgisizlikten dönüp bilgiye gelmiyorsun, oysa doğru yolu görmedesin de, adaleti bilmedesin de. Yollar açık elbet; din hükümleri de ayakta durmada. Bil ki Allah katında, Allah kullarının en üstünü, adalet sahibi imamdır; doğru yolu bulmuştur o, doğru yolu gösterir. Mâlûm olan yolu yordamı ayakta tutar; bilinmeyen bidati öldürür-gider. Yollar-yordamlar apaydındır, onların alâmetleri var. Bidatler de apaçıktır, onların da alâmetleri var. Allah katında insanların en kötüsü de zulmeden imamdır; yol sapıtır, halk da onunla yoldan sapar; uyulan yolu-yordamı öldürür, yok eder; bırakılmış bidati diriltirdiker.

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, ben Rasûlullah'tan duydum, buyurdu ki: Kıyâmet günü zulmeden imam, öyle bir halde getirilir ki yanında ne bir yardımcı vardır ona, ne bir özür dileyen; cehenneme atılır; orada değirmen döner gibi döner; sonra da cehennemin ta dibine bağlanır.

Allah için olsun, bu ümmetin öldürülecek imâmı olma. Çünkü bu ümmet içinde bir imam öldürülür ki onun yüzünden kıyâmete kadar savaş sürer-gider, ümmete, işler şüpheli görünür; aralarında fitne dağılır, çoğalır, artık ümmet ne hakkı görür, ne batılı; ikisini de ayırt edemez olur; o fitneler içinde dalgalanıp durur halk; bocalayıp durur denmiştir.

Yaşını-başını aldıktan , ömrün sona geldikten sonra Mervan'ın istediği yere sürüp götürdüğü bir mal haline gelme.

(Osman, bu sözler üzerine, halkla görüş, onların şikâyet ettikleri şeyleri men etmem için bana bir müddet versinler dedi. Hazreti Emir (a.s), buyurdular ki:)

Medine'de olan zulümler için mühlet istemeye hâcet yok; fakat etrafta bulunanların haberi sana ulaşıncaya dek mühlet isteyeyim.(16)

135

Osman'la aralarında bir ağız kavgası olmuş, Mugıyre b. Ahnes, Osman'a, sen onun işini bana bırak demişti. Hazret ona buyurdular ki:

Ey lânetlenmiş, hayırsız, köksüz, dalsız kişinin oğlu, ey kendinden de hayır gelmez, soyu da kesilir, üremez kişinin oğlu, benim işimi sen mi bitireceksin? Allah'a andolsun ki Allah, yardımcısı sen olanı üstün etmez; senin kaldırdığın kişiyi ayakta tutmaz. Yıkıl git yanımızdan Allah seni ırağ etsin; dilediğin yere git; elinden geleni ardına koyma; dilediğin kötülüğü yapmaktan geri kalırsan Allah seni sağ komasın.(17)

130

Osman, Ebûzer'i (r.a) Rebeze'ye sürdüğü zaman, onu uğurlarken buyurmuşlardır ki:

Ey Ebuzer, sen Allah için öfkelendin, bu yüzden onun lütfünü umansın. Toplum, dünyaları için senden korktu; sense dininden dolayı onlardan  korktun. Senden korktukları şeyi bırak ellerine; korktuğun şeyi al onlardan. Onlara men ettiğin şeye ne de düşkündür onlar. Seni men ettikleri şeyeyse hiç mi hiç meylin yoktur senin. Pek yakında bilir, anlarsın, kim kâr etmiş, kim daha ziyade hasede düşmüş.

Gökler, yerler bir kula kapansa, fakat o kul, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tan korkuyor, çekiniyorsa Allah ona bir kurtuluş, bir halâs oluş yolu açar; kurtarır onu (65, Talaak, 1).

Seninle ancak hak eş-dost olur; senden ancak batıl kaçar. Onların dünyasını sevseydin seni severlerdi onlar; onların dünyasından kendine bir pay ayırsaydın emin olurlar, sana aman verirlerdi onlar.(18)

240

Osman, kuşatıldığı sırada Abdullah b. Abbas'ı Hazrete göndermiş, halka adını unutturmak, hilâfet hususunda onu anmamalarını sağlamak için nesi varsa alıp Yenbu'a gitmesini istemişti; bundan önce de bu çeşit dileklerde bulunmuştu. Hazret buyurdular ki:

Ey Abbas oğlu, Osman beni, tarlayı sulamak için su taşıyan deveye benzetmek istiyor; gideyim, geleyim. Git diye haber yolluyor; sonra haber geliyor, gel diyor; şimdi de gene git diye haber salıyor. Andolsun Allah'a ki aleyhine kalkışanları, suçlu olacağımdan korkacak bir dereceye dek yatıştırdım.(19)

92

Kendi zamanları

Hilâfetleri, Cemel savaşı ve Cemel'den sonra Osman'dan sonra kendilerine biat edilmek istenildiği zaman buyurdular ki:

Beni bırakın da benden başkasını arayın, bulun; çünkü bir işe yönelmişiz ki türlü-türlü yönü var; çeşit-çeşit rengi var. Gönüller bu işte bir kararda duramaz; akıllar bu işi yüklenip dayanamaz. Tanyerini boydan boya, dolaylı kara bulut kaplamış; apaydın yol görünmez olmuş.

Bilin ki  istediğinizi kabûl edersem, daha iyi bildiğime uyar giderim ben,(20) ne söyleyenin sözüne aldırış ederim, ne ayıplayanın sözüne kulak asarım. Ama beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum da umarım ki işinize kimi getirir, kendinize kimi buyruk sahibi yaparsanız, buyruğu sizden daha fazla dinlerim, emrine sizden fazla uyarım. Benim size vezîr olmam, sizin için, emir olmamdan daha hayırlıdır.(21)

15

(Kendilerine biat edildikten iki gün sonra Osman'ın mukataa yoluyla verdiği arâziyi, Allah'ın malından verdiği malları alıp beytülmâle vereceğim; çünkü kıde-mi olan hak hiçbir şeyle batıl olmaz buyurmuşlar ve demişlerdi ki:)

Andolsun Allah'a ki, onların gelirleri yüzünden evlendikleri kadınlardan, satın aldıkları cariyelerden, temellük ettikleri arâzîden ne bulursam, alıp beytülmâle geri vereceğim; çünkü adalette genişlik vardır. Adaletle iş görmekten âciz olan, cevirle iş görmede daha da âciz olur.(22)

126

Halka müsâvî olarak pay üleştirildiği, şeref sâhiplerinin üst tutulmadığı hakkında söz edilince buyurmuşlardır ki:

Kendilerine buyruk yürütmeye memûr olduğum topluma cefâ etmek için yardım mı isteyeyim, bunu mu emrediyorsunuz bana? Andosun Allah'a dünya, masallara dalıp hikâyeler söyledikçe, yıldız, gökte yıldızı izledikçe bu işe yaklaşmam bile. Bu mal benim olsaydı, gene de halka eşit olarak pay ederdim ;  oysa ki, Allah'ın malı.

(Sonra buyurdular ki:) Şunu bilin ki malı, hakkı olmayana vermek israfta haddi aşmaktır.(23) Bu da sâhibini dünyada yüceltir, fakat âhirette alçaltır; halk arasında onu yüksek bir mevkie çıkarır; fakat Allah katında hor-hakir eder. Hiçbir kişi yoktur ki malını, hak etmeyen adama, lâyık olmayan kişiye versin de Allah, o mal sâhibine, o malı veren kişiye karşı şükran duygusunu harâm etmesin; o mala Sâhip olanlar, sevgilerini, ondan başkasına vermesinler, ondan başkasını sevmesinler.

232

Hilâfetlerinin ilk günlerinde Abdullah b. Zem'a(24)

gelmiş, mal istemişti; Hazret buyurdular ki:

Bu mal, ne senin, ne benim; Müslümanlar için ganimetlerden saklanmış bir mal. Onlar kılıçlarıyla bunu elde ettiler. Savaşta onlarla bulundun, onlarla beraber savaştıysan, onların payı kadar senin de payın var bu malda; yok, eğer onlarla beraber savaşmadıysan, onların, elleriyle derip devşir-dikleri şey başkalarının ağızlarına nasip olmaz.

30

(Osman'ın ölümüne sebep olduğu söylenince buyurmuşlardır ki:)

Emretseydim elbette katil olurdum; yok nehyetseydim elbette yardım etmiş bulunurdum. Yalnız ona kim yardım ettiyse diyemez ki, öyle bir kişi onu alt etti ki ben ondan hayırlıyım; onu alt eden de diyemez ki ona, benden hayırlı olan yardım etti.(25) Ben onun hakkında, iki tarafa da uyan bir söz söyleyeyim size: O, kendi reyiyle hareket etti; iyi etmedi. Siz de onun hakkında sabırsız davrandınız; iyi etmediniz. Kendi reyiyle hareket edenin hükmü de Allah'a ait, sabırsızlıkta bulunanın da.

22

(Aynı

Duyun, bilin ki Şeytan, zulmü, cevri yurtlarına sokmak, batılı, olasıya çoğaltmak için taraftarlarını saldı; ordusunu her yandan derledi, topladı. Andolsun Allah'a ki benden bir kötülük görmediler; ama onlarla aramdaki işe dâir de doğru, insaflı bir söz etmediler. Gerçekten de onlar, terk ettikleri bir hakkı istemedeler; döktükleri bir kanı dilemedeler. O kanın dökülmesinde onlarla ortak olmuşsam, kendilerinin de onda payları var; yok, eğer o kanı onlar döktü-lerse, benden değil, kendilerinden istemeleri gerçeğe uyar; hakkımdaki en büyük delilleri, kendi aleyhlerinedir. Sütü kesilmiş anadan süt emmek istiyorlar; öldürülmüş bidati diriltiyorlar.(26)

A onmadık kişiler, çağıran kim, niye geleceğim ben? Onların aleyhindeki Allah'ın deliline, onları şâmil olan bilgisine razıyım ben. Baş çekerler, kabûl etmezlerse kılıcın keskin yüzünü çeviririm onlara; bu da yeter batılı gidermek için, hakka yardım etmek için. Ne de şaşılacak şey ceng için bana  haber  yollamaları, savaşa hazırlanmamı söylemeleri. A anaları yaslarına batasıcalar, şimdiye dek kim korkuttu cenkle beni, kim ürküttü savaştan beni? Gerçekten de Rabbime iyiden iyiye inanmışım ben; dînimde de hiç şüphem yok.

152

Osman'ın ölümünden ve kendilerine biat edildikten sonra okudukları hutbe:

Hamd Allah'a ki yarattıklarını, varlığına delil etmiş, yarattıklarının sonradan yaratılmış olmalarıyla ezelî bulunduğunu, yaratıklarının birbirlerine benzeyişiyle benzeri olmadığını bildirmiştir. Yapanla yapılanın, sınırlayanla sınırlananın, yetiştirip geliştirenle yetişip gelişenin ayrılışı yüzenden de onu duygular idrâk edemez; kudretini örtmeye  çalışanlar, örtemez. Birdir, sayıdaki rakamla değil. Yaratıcıdır, hareketle, çalışıp yorulmakla değil. Duyandır, âletle değil, Her yerde hâzırdır, mekânla değil. Her şeyden münezzehtir, uzak olarak değil. Görünendir, fakat gözle görünmez. Gizlidir, fakat letâfetinden değil. Her şeyden üstün olmakla her şeyden münezzehtir, fakat kahrı her şeye şâmildir. Her şeyden ayrıdır, fakat her şey ona karşı eğilmiştir, her şeyin onadır dönüşü. Kim onu över, vasfa kalkarsa sınırlamış olur; sınırlayan, onu sayıya sokmuş olur; sayıya sokan, onun ezelî olduğunu inkâr etmiş olur. Nasıldır diyen onu vasfa kalkışmıştır; nerededir diyen onu mekânda sanmıştır. Bilicidir, bilendir, bilinen yokken bile. Yetiştirip geliştirendir, yetişip gelişen yokken bile. Gücü yettiği yokken bile.

(Aynı Hutbeden:)

Gerçekten de bir yıldız doğdu; bir parıltı belirdi; bir iştir meydana çıktı; bir eğridir, doğruldu. Allah bir toplumun yerine başka bir toplumu getirdi; bir günün yerine başka bir gün belirdi. Susuzlar, kıtlığa düşenler nasıl o kıtlığın geçmesini, yağmurun yağmasını beklerlerse biz de zamanın geçmesini bekleyelim.

Gerçekten de imamlar, halkına hüküm yürüten Allah kullarıdır; kullarına, onun adına hükmedenleridir. Cennete onları bilen ve onlar tarafından bilinen girer ancak; cehenneme de onları inkâr eden ve onlar tarafından inkâr edilen atılır ancak.

Gerçekten de Allah size İslâm'ı verdi; Müslümanlıkla sizi arıtmak diledi. İslâm bir addır ki esenliği bildirir; bütün yücelikleri toplar. Allah sizi doğru yoluna seçti; bilinen bilgiye, bilinmeyen hükme ait hüccetlerini bildirdi. Onun eşsiz iyilikleri yok olup bitmez, şaşılacak güzellikleri tükenip yitmez. Ondadır bahar yağmurlarının lütufları, ondadır karanlıkların ışıkları. Hayırlar, ancak onun anahtarlarıyla açılabilir; karanlıklar ancak onun ışıklarıyla aydınlanabilir. Men edilecek şeyleri men etmiştir o; faydalanılacak yerleri açmıştır o. Ondadır şifâ bulacak kişinin şifâsı; ondadır başa varacak işi başaranın başarısı, edâsı.

(Aynı hutbeden:)

İsyan eden, Allah'tan bir mühlettir, bulur, bir müddet gaflet ehliyle düşüp kalkar, bir zaman suçlularla sabahlar; ama ne varacağı yere götürecek yolu vardır onun, ne dilediğine ulaştıracak kılavuzu. Bu çeşit kişilere sonunda yaptıklarının karşılığı gösterilir; gözlerinden gaflet perdeleri kaldırılır; ardlarına attıkları önlerine gelir; önlerine aldıkları ardlarında kaybolur gider. İstediklerini elde edişleri, bir fayda vermez onlara; dilediklerine erişmeleri bir kâr sağlamaz onlara, ben, sizi de, kendimi de bu derekeye düşmekten sakındırmadayım. Herkes kendisine faydalı işe koyulsun; çünkü gören, o kişidir ki duyar, düşünür; bakar, görür; ibretlerden faydalanır; sonra da apaçık olan doğru yola, aşağılık ve zarar veren yerlere düşmeden, sapıklığa sapmadan girer.

Doğru yoldan sapanlara, sözü değiştirenlere, gerçekten korkanlara, bu yaptıkları şey, bu sapıklık, bu azgınlık fayda vermez; yardım etmez.

Ey duyup işiten, sarhoşluğundan ayıl, gafletinden uyanmaya bak; şu acele edişini yavaşlat, biraz bırak. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ümmi  Peygamber'in dilinden sana gelen O'nun diliyle söylenen, kaçılmasına imkân olmayan, olacağı muhakkak bulunan şeyleri bir düşün. O hükümlere karşı durana, karşı durmaya bak; onu, razı olduğu şeye bırak.

Övünmeni terk et, ululanmanı at; kabrini an. Varacağın yer orasıdır; ne yaparsan onu bulursun; ne ekersen onu biçersin; bu gün neyi hazırladınsa yarın onu elde edersin. Adım atacağın yeri hazırla, yarınki azığını bugünden tedarik et. Sakın sakın ey duyup işiten, çalış çalış ey gaflete düşen;

"Hiçbir şey, her şeyden haberdâr olan gibi haber veremez sana."(35, Fâtır, 14).

Allah'ın hüküm ve hikmetiyle dolu kitabında sevap vereceğini, azâp edeceğini, razı olacağını, gazaba uğratacağını bildirdiği kesin hükümlerdendir ki insan, bu huylarla huylanmış olsa da tövbe etmeden Rabbine ulaşsa, istediği kadar çalışsın, didinsin, işlerini ihlâsla görmeye uğraşsın, ona hiçbir şey fayda vermez. O huylar da, kullukta Allah'a hiçbir şeyi, hiçbir varlığı ortak etmek, yahut birisini öldürmekle öfkesini yenmek, yahut birinin yaptığını söylemek, (Yapmadığı şeyleri söylemek), yahut murâdına elde etmek için dininde bir bidat meydana getirmek, yahut insanlara karşı iki yüzlü görünmek, yahut da onlar arasında iki dilli olarak hareket etmektir.

Aklını başına topla da bu sözleri duy; çünkü örnek, onun benzerine delâlet eder. Hayvanların işleri-güçleri karınlarını doyurmaya uğraşmaktır; yırtıcı canavarların işleri-güçleri, kendilerinden başkalarına düşmanlıkta bulunmaktır; kadınların kaygıları, dertleri, dünyâ ziynetiyle bezenmek, dünyâda bozgunculuk etmektir. İnananlarsa kendilerini aşağı, yok-yoksul görenlerdir; inananlarsa öğüt verenlerdir; inananlarsa korkanlardır.

54

Kendilerine biat edilirken halkın hâli hakkında buyurdular ki:

Ayaklarının bağları çözülmüş, çobanları tarafından başı boş bırakılmış susuz develerin su başında biriktikleri gibi biriktiler; yanlarını birbirlerine sürterek saldırdılar; öylesine ki beni öldürecekler, yahut da bâzısı bâzısını gözümün önünde öldürecek sandım. Bu işin önünü ardını evirdim, çevirdim; dikkat edip baktım; uykularım dağıldı gitti. Sonunda da onlarla savaşmak, yahut da Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihî vesselem'e gelenleri inkâr etmek gerekti. Savaşa katlanmak azâba katlanmaktan daha ehven göründü bana; dünya ölümleri âhiret ölümlerinden daha yeğ geldi bana.(27)

168

Biatten sonra Osman'ı öldürenlerin cezâlandırılmasını isteyenlere buyurdular ki:

Kardeşler, sizin bildiklerinizi ben bilmiyor değilim; fakat bu işi yapan toplum son derece kuvvetli; onlar bize hükmetmede; biz onlara hükmedemiyoruz; ne kuvvetim var ki? Bunlar bir toplum ki coştular, köpürdüler, kullarınız da onlarla beraber coştular, köpürdüler; çölde oturanlarınız da onlarla katıldılar; onlar da sizin aranızda; dilediklerini teklif ediyorlar size. Dilediğiniz bir şeyi yapmaya kendinizde bir güç-kuvvet görüyor musunuz? Bu iş, gerçekten de Câhiliyye işlerinden biri. Bu toplumun yardımcıları var. İnsanlar, bu iş için harekete getirildi mi, birkaç bölüğe ayrılmada: Bir bölüğü sizin gördüğünüzü görmede, öbür bölüğü görmediğinizi görmede; diğer bölüğüyse ne onu görmede, ne bunu görmede.

İnsanlar kendine gelinceye, yatışıncaya, hak-hukuk kolaylıkla alınıncaya dek sabredin. Bana uyun, ne yapaca-ğıma bakın; kuvveti zayıflatacak, kudretli giderecek işi gevşetip aşağılaştıracak bir işe kalkmayın. Yakında bu işi, oluruna giderek bir hale-yola koyacağım; başa bir çare bulamazsam, artık son ilâç, yarayı dağlamaktır.

136

Ömer, Ebubekir'e biat  bir ayak, bir oldu-bittiydi Allah Müslümanları korudu, bir daha öyle bir şeyi yapanı öldürün demişti; Emir (a.s), bunu hatırlatarak buyurdular ki:

Bana biatiniz, bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti değildir.(28) Benim işimle sizin işiniz bir olamaz. Ben sizin itâatinizi Allah için istemekteyim; sizse benim size uymamı, nefisleriniz için istemektesiniz. Ey insanlar, nefislerinizin rağmine bana itâat edin, bu itâatle bana yardımda bulunun da Allah yolunda mazlûmun hakkını zâlimden alayım; devenin burnuna takılan halka gibi zâlimin burnuna halka takayım, ona gem vurayım da istemese bile zorla gerçek olarak su içilecek yere çekeyim onu.

16

Hilâfetlerinin ilk zamanlarındaki bir Hutbeleri:

Haberiniz olsun ki ben sözümün eriyim; söylediğim sözü yerine getiririm. Önümüzdeki belâlardan ibret alan kişiyi, sakınmak, çekinmek, şüpheli şeylere uğramaktan alıkoyar. Bilin ki belânız gene döndü dolaştı; gelip çattı. Tıpkı Allah'ın, Peygamber'ini gönderdiği gün gibi; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna. O'nu gerçek olarak gönderene andolsun ki sınanma kalburunda alt-üst olacaksınız; kaynayan kazandaki yemek gibi kepçeyle ayrılacaksınız; birbirinizden kopacaksınız; sonunda en aşağınız, en yüce makama ağacak; en yüceniz, en aşağıya alçalacak. Herkesi geçenler, ileri gidenler, geri kalacaklar; geri kalmışlar ilerleyecekler, öne geçecekler.

Andolsun Allah'a ki hiçbir sözü gizlemedim; hiçbir vakit yalan söylemedim; gerçekten de bu duraktan haber verilmişti bana; bugünü biliyordum ben. Bilin ki hatâlar, suçlar, serkeş, azgın atlara benzerler; o hatâları, o suçları işleyenlerdir, onlara binenler. Gemlerinden boşanırlar, üstlerindekilerle ateşe atılırlar.

Bilin ki şüpheli şeylerden çekinmek, sâhiplerine râm olan develere benzer, çekinenler de onlara binenlere; binenlerin ellerindedir yularları, onları cennete götürür giderler.

Hak var, batıl var; ikisinin de ehli var. Batıl çoğalırsa şaşılmaz; eskiden de vardı; işlenir giderdi. Hak azalsa bile çoğalması umulur, fakat zayıflarsa kuvvetlenmesi zor olur.

(Gene bu Hutbeden:)

Cennetle Cehennem önünde olan kişi bir iştir  eder, oyalanır gider, bir kısım halk tez olur, çalışır çabalar, kurtulur. Bir kısmı ağır davranır, yavaş gider, kurtulmayı umar, ister. Bir kısmıysa suçlara üşer, baş aşağı ateşe düşer. Sağ ve sol, azgınlık yollardır, ana cadde ortadan giden yoldur. O yoldadır elimizde bulunan Kitap, o yoldadır Peygamberlik eserleri.(29) O yol, sünnetle varır giderir; yol, hayırlı bir sonuca erer.

Dâvâya girişen helâk olur; iftirâ eden mahrum kalır. Hakka yüz tutan, bilgisizler katında ölür gider. Kendi kaderini, derecesini bilmemek, bilgisizlik  olarak adama yeter. Çekinme yüzünden hiçbir soyun-boyun kökü kurumaz; oraya ekin eken toplumun ekini susuz kalmaz.

Evlerinize kapanın; aranızı uzlaştırın; tövbe gibi nimet var önünüzde. Hamdeden, ancak Rabbine hamdeder; kına-yansa ancak kendisini kınar.

178

Gene hilâfetlerinin ilk çağlarındaki bir hutbeleri:

Onu hiçbir iş, başak bir işten alıkoymaz; hiçbir zaman, onu hâlden hâle düşürmez; hiçbir mekân onu kavrayamaz. Yağmur katrelerinin, gökteki yıldızların, yelin savurduğu tozların  sayıları bile ondan gizli kalmaz; düz ve sert taşın üstünde yürüyen karıncanın yürüyüşünü bilir; karanlık gecede, küçücük karıncanın dinlendiğini görür. Ağaçlardan düşen yaprakları, bilgisi kavrar; gözlerin gizli bakışını görür, duyar.(30)

Şehâdet ederim ki Allah'tan başka yoktur tapacak, ona eşit bir varlık tanımaksızın, onda şüphe etmeksizin, dinini inkâr eylemeksizin, her varlığı yaratanın o olduğunu inkâra sapmaksızın; niyeti gerçek olan, özü tertemiz bulunan, yakini ihlâs üzere, tartılara ağır kişinin şahadetiyle. Ve şehâdet ederim ki Muhammed onun kuludur, halkından seçtiği, bildirdiği gerçekleri anlatmak için ihtiyâr ettiği,  en yüce keremlerine, lütuflarına mazhar kıldığı, en büyük ve değerli elçilikleri için ıstıfâ eylediği peygamberidir; onunla hidâyet alâmetlerini açıklamıştır; eşi-örneği olmayan körlüğü onunla açmış, gidermiştir.

Ey insanlar, gerçekten de dünyâ, ona ümit bağlayanları, ona güvenip dayananları aldatır; onu kendisine mal etmek, başkalarına vermemek isteyenleri dertlere uğratır; ona üst olmak isteyenleri alt eder. Andolsun Allah'a ki nimetle hoş bir halde yaşayanların nimeti, yaptıkları suçlar yüzünden geçer gider; çünkü Allah, kullarına zulmedici değildir.(31) İnsanlar, onlara belâlar gelip çattığı, ellerindeki nimetler zevâl bulduğu zaman rablerine, özleri doğru olarak sığınsalar, ellerinden yiten nimeti verirdi onlara; uğradıkları bozgunluğu düzene sokardı.

Ben sizin hîdayetten mahrum bir devreye düşmenizden korkmadayım; öyle işler gelip geçti ki siz, o işlerde benden başkalarına, ben de övülmeyecek kişilere meylettiniz. Ama ellerinizden çıkan, tekrar sizlere verilirse kutlu kişilersiniz siz; bense ancak bu işle çalışmadayım; dilersem, Allah geçeni de bağışladı derim hani.(32)

167

Hilâfetlerinin ilk zamanlarındaki hutbelerinden

Gerçekten de Allah doğru yolu gösteren kitabı indirdi; onda hayrı, şerri bildirdi. Hayır yolunu tutun, hidâyete erin; şer yönünden sapın, orta yoldan gidin.

Farzları yerine getirin; onları edâ edin ki, o yüzden Allah sizi cennete sevk etsin. Allah harâmı harâm etti; bilinmez değil bunlar. Helâli helâl etti, kınanmaz onlar. Müslüman'ın hürmetini bütün hürmetlerden üstün etti; Müslümanların haklarını, yerli yerinde, ihlâs ve tevhid ile kuvvetlendirdi. Müslümanların haklarını, yerli yerinde, ihlâs ve tevhid ile kuvvetlendirdi. Müslüman, o kişidir ki Müslümanlar, onun dilinden, elinden esenlikte olsunlar, meğer ki bir hak dolayısıyla ona cezâ gereksin. Vâcip bir şey olmadıkça Müslüman'ı incitmek helâl değildir.(33)

Herkese gelip çatacak ve birer birer hepinize gelecek olan şeye hazırlanın ki o da ölümdür. İnsanlar, ölüm önünüzdedir, kıyametse ardınızda sizi âhirete doğru sürüp durmadadır. Tez olun da kervana erişin; çünkü önce gideniniz, sonda kalanı beklemektedir.

Kulları, şeherleri hususunda Allah'tan çekinin; çünkü yerlerden ve hayvanlardan bile sorumlusunuz: Allah'a itâat edin, ona isyan etmeyin; hayrı gördünüz mü onu kabûl edin, şerri gördünüz mü yüz çevirin ondan.(34)

7

Kendilerine muhâlefette bulunanlar hakkında buyurdular ki:

İşlerini başarmak için Şeytana başvurdular; onunla iş başardılar. Şeytan da ortak edindi kendisine onları; Şeytanla şerîk oldular. Gönüllerine kurulup oturdu Şeytan; yumurtasını koydu, civciv çıkardı; kucaklarında yetiştirdi, besledi, büyüttü yavrularını; onların gözleriyle baktı, gördü; dilleriyle söyledi, dedi. Onları sürçtürdü, kaydırdı; kötülüklerini bezedi, güzel gösterdi onlara, onları kötülüklere sevk etti, uydurdu. Şeytanın hükmü altına girenin, onunla şerîk olanın işidir bu; batıl sözü onun diliyle söyler Şeytan.

6

Talha ve Zübeyr'le savaşmasını söyleyenlere buyurmuşlardır ki:

Andolsun Allah'a ki sırtlana benzemem ben, onun gibi uykuya dalmam ben. Sırtlan, taş vuruldukça uyuklar; bu vuruş uzadıkça uykuya dalar, sonunda da onu avlamak isteyen ona ulaşır; gözetleyen onu aldatır.(35)

Ben hakka yüz tutanlara yardım için ondan yüz çevirenlere, benim sözlerimi duydukları halde itâat etmeyip  isyan edenlere, öleceğim güne dek yürür de yürürüm; vurur da vururum.

Andolsun Allah'a ki Allah, Peygamberini, sallallahu aleyhi ve âlihî, katına aldığı zamandan bugüne, halkın bana biat ettikleri âna kadar, benim için hazırlanmış olan, bana ait bulunan hakkımdan zâten mahrum olmuştum; onu elde etmekten men edilmiştim.

205

Talha ve Zübeyr, biatten sonra kendileriyle meşverette bulunmadığını, yardımlarını dilemediğini söyledikleri zaman buyurmuşlardır ki:

Azı hoş görmediniz, çoğu elde etmediniz. Söyleyin bana, hangi şey hakkınızdı onu size vermedim, yahut hangi şeyi size vermedim de kendime alıkoydum? Yahut hangi hak için Müslümanlardan biri bana baş vurdu da onu yerine getirmekten âciz kaldım; bilmedim; yahut da yanlış bir hüküm verdim?

Andolsun Allah'a ki halifeliğe rağbetim yoktu; buyruk yürütmeye ihtiyâcım yoktu; siz beni bu işe çağırdınız; siz onu bana yüklediniz. Bu iş bana verilince de Allah'ın Kitâbına uydum, bize ne emretmişse onu hükmettim; ona tâbi' oldum; Peygamberin bize sünnet olarak bıraktığına iktidâ ettim. Bu hususta ne sizin reyinize kapıldım, ne baş-kalarının dileklerine. Bir hükümde bilgisizliğe düşmedim; böyle bir şey olsaydı sizden de yüz çevirmezdim, başkala-rından da.

Herkese eşit verişime, kimseyi kimseden üstün saymayışıma gelince; Bu, kendi reyimle, kendi hükmümle yaptığım bir iş, kendi dileğime uyup verdiğim bir hüküm değil ki. Ben de, siz de, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın verdiği hükme uyuyoruz; Rasûlullah'ın verdiği bir hükümdür, şerîatın hükmüdür ki artık tamamlanmıştır; değişmesi mümkün değil. Allah'ın verdiği hükümde de size ihtiyacım olamaz. Bu hususta vAllahi ne benim, ne de sizin bir takdiriniz olabilir; Allah'ın emrine karşı sizin hatırınızı ele almaya kalkışamam; buna ne benim gücüm yeter, ne de siz razı olursunuz. Allah bizim de gönüllerimizi gerçeğe razı etsin, sizin de gönüllerinizi; bize de sabır ilhâm etsin, siz de.

(Sonra buyurdular ki):

Allah rahmet etsin o kişiye hakkı görür, ona yardım eder; cevri görür, onu reddeder; cevredene, zulmedene karşı da hakka yardımcı olur.(36)

8

Zübeyr için söyledikleri:

Sanıyor ki eliyle biat etti, gönlüyle etmedi. Oysa ki biat ettiğini ikrâr etmekte, kalbiyle etmediğini söyleyip yaptığını inkâr eylemekte. Peki, öyleyse ya buna dâir bir hüccet göstersin, tanık getirsin; yahut da çıktığı, bozduğu biate gene dönsün.

9

Cemel savaşından önce kendilerini tehdit edenler için söyledikleri:

Gürlediler, çaktılar; bu ikisiyle beraber gene de korkuyla kalakaldılar. Bizse gürlemeyiz çakmadan; akmayız yağmadan.

31

Cemel savaşından önce itaate davet için Zübeyr'e Abdullah b. Abbas'ı gönderirlerken buyurdular ki:

Tahla'yla buluşma; buluşursan görürsün ki o, boynuzuyla süsmeye hazırlanmış bir boğadır sanki; serkeş bir bineğe binmiş; bana bu binek râm olmuş diyor. Sen Zübeyr'le buluş, görüş. Çünkü o, yaratılış bakımından daha yumuşaktır. De ki: Halanın oğlu(37) diyor ki: Beni Hicaz'da tanıdın, Irak'ta inkâr ettin. Ne iş yüz gösterdi, ne gördün ki bu işi ettin?

137

Cemel'den önce Talha ve Zübeyr hakkında

Vallahi benden sâdır olan bir kötülük yüzünden inkâr etmezler beni; benimle aralarında olup biten bir haksızlık yüzünden de terk eylemediler beni. Onlar kendilerinin terk ettikleri hakkı dilemekteler; kendi döktükleri kanı istemekteler. O kanda, onlarla ortaksam, onların da payı var o kanda. O kanı benden önce onlar istemeye kalkışıyorlarsa o kanın sorumluluğu asıl onlardır. Onların adalete uygun olarak ilk yapmadıkları iş, kendi aleyhlerine hükmetmeleri olabilir. Benim görüşüm yerindedir, gerçektir; ne şüpheye düştüm; ne şüpheye düşürüldüm. Ne kimse benim hakkımda şüpheye düşebilir; ne ben kimseden şüphelenirim. Onlar, ancak isyan eden bir bölüktür ki o bölükte kin vardır, haset vardır; tuttukları yol şüpheli yoldur, kapkaranlıktır.

Oysa ki iş apaçıktır; sapıklık meydandadır; bu hususta söylenecek söz de kalmamıştır. Allah'a andolsun, savaşta onların kanlarıyla bir havuz dolduracağım ki, buna gücüm de yeter; o havuzdan ne bir susuz su içip kanabilir, ne bir kimse o havuzdan tozsuz-topraksız bir yudum su elde edebilir.

(Aynı hutbeden):

Doğum ânı gelmiş kadınların çocuklarını beklemeleri gibi başıma üşüştünüz de biat diye bağrıştınız. Ben elimi yumup çektikçe siz tuttunuz, açtınız. Elim, sizinle savaşa girişti âdetâ siz onu çekip durdunuz.

Allah'ın, bu iki kişi, yakınlık bağlarını kestiler; bana zulmettiler; biatimi inkâr ettiler; halkı aleyhime kışkırttılar. Bağladıklarını sen çöz; düğümlediklerini sen gevşet; umdukları, yaptıkları şeydeki kötülüğü sen göster onlara. Savaştan önce tövbe etmelerini bekledim; nimeti hor gördüler, esenliği teptiler.

174

Talha hakkındaki sözler:

Bir kişiyim ben ki, kimse beni savaşla korkutamamıştır, vuruşla ürkütememiştir. Ben Rabbimin bana vaad ettiği yardımı beklemekteyim. Andolsun Allah'a ki O, Osman'ın kanını, korkusundan istemeye girişti; çünkü Osman'ın kanını dökenlerden sanılanlardandı O(38). Toplumun içinde Osman'ın aleyhinde bulunanlar arasında ondan daha ileri giden yoktu. Onun için işi yanıltmak, halkı şüpheye düşürmek için bu işe kalkıştı. Vallahi Osman hakkında şu üç şeyden başka bir şey yapmaya hiç kimse için imkân kalmamıştı:

Osman zâlimse, ki o, böyle sanıyordu; onunla savaşanlara katılmak, onlara yardım etmek gerekti; yahut ona yardım edenlerden ayrılmak, onları kendi hallerine bırakmak icâb ederdi. Yok, eğer mazlumsa ona saldıranları men etmek, Osman'ın mâzûr olduğunu ispât eylemek gerekirdi. Bu da değil de zâlim, yahut mazlum olduğunda şüphe ediliyorsa bir kenara çekilmek, bir şeye karışmamak, halkı onunla başbaşa bırakmak lâzım gelirdi. Oysa bu üç şeyden hiçbirini yapmadı; bir işe girişti ki yolu-yordamı bilinmez, yaptığına dâir bir özrü de kabûl edilmez.

218

Cemel savaşından önce Basra'ya gidenler hakkında

Elimde, hükmümde olan Müslümanların beytülmâline, onun memurlarına, hepsi de bana itâat eden, bana biat etmiş bulunan şehir halkına musallat oldular. Onların birliğini bozdular, topluluklarını dağıttılar. Şiam'a saldırdılar; bir bölüğünü zulümle, hıyanetle öldürdüler; bir bölüğü, kılıçlarına karşı durdu, onlarla dövüştü; onlar da gerçeklikle Allah'a ulaştılar.

169

Cemel savaşı için Basra'ya giderlerken

Gerçekten de Allah, emreden Kitapla, ayakta duran bir emirle halkı doğru yola götüren Peygamber'i gönderdi; bunlara, ancak hidâyete uymayan karşı durur; bunlardan yüz çeviren, helâk olur ancak. Din emirlerine benzetilen, fakat sonradan meydana konan şeylerse, Allah'ın koruduğu kişiden başkalarını helâk eden şeylerdir muhakkak. Allah'ın kudretinde sizin işleriniz için suçtan kurtuluş vardır; usanmadan, kınanmadan; güçle değil, dileyerek ona itâat edin. Bu itâatte bulunmazsanız Allah, sizden İslâm kuvvetini alır, bunu sizden başkalarına verir; sonra da bu kudret bir daha söze dönmez.

Bunlar, gerçekte de benim aleyhimde birbirlerine yar-dımcı oldular; sizin muhâlefetinizden, sizin ayrılığa, aykırılığa düşmenizden korkmadıkça dayanacağım. Çünkü onlar, bu reyi başarırlarsa Müslümanların düzeni bozulur, kopar gider. Gerçekten de onlar, Allah'ın ihsan ettiğine hasetleri yüzünden, ancak dünyayı istemekteler, işleri tersine döndürmeyi dilemektedirler.

Sizin bana karşı yapacağınız şey, yüce Allah'ın Kitabına, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Peygamber'in sünnetine uymak, bu hizmeti yerine getirmeye çalışmak, Peygamber'in yolunu-yordamını korumak, yüceltmektir.

24

Cemel'den Önce

Ömrüm hakkı için, hakka karşı duranlara, azgınlığa ayak basanlara karşı savaşmaktan hiç çekinmem, hiç gem kasmam. Allah kulları, korkun, çekinin Allah'tan; Allah'a sığının mekrinden; size apaçık duran, apaydın olan yola düşün, gitmeniz gereken yöne yönelin. Hemencecik üstünlüğe eremezseniz,(39) ilerde erersiniz; Ali vaad ediyor bunu size; borçlu olsun size.

 

33

Cemel savaşından önce savaşa giderlerken Abbasoğlu Abdullah, Zikaar'da, huzurlarına girmişti. Hazret, ayakkabısını tâmir ediyordu. Abdullah diyor ki: Bana, "Bu ayakkabının değeri nedir" buyurdular. Değeri yok ki dedim. Buyurdular ki: Andolsun Allah'a ki: "Bu ayakkabı, size Emir olmaktan daha da sevgilidir bana; ancak gerçeği ayak üstünde durdurmak, batılı gidermek için bu Emirliği kabûl ediyorum" Ondan sonra kalkıp minbere çıktılar, buyurdular ki:

Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemi gönderdiği vakit Araplar içinde ne bir kitap okuyan  vardı; ne bir peygamberlik iddiâ eden. O, onları sürdü, yürüttü de her birini, lâyık olduğu yere koydu; kurtuluş yerine ulaştırdı; mızrakları dümdüz durdu; halleri düzeldi; ıstırapları yatıştı. Andolsun Allah'a ki ben, bu orduyu sürenlerdenim; onlarla savaştan yüz çevirip kaçtılar; bense ne âciz oldum, ne korktum; hâlâ da o çeşit gitmedeyim, o çeşit yürümedeyim, Mutlaka batılı deler, yararım da yanından, yöresinden hak çıkar, yüz gösterir.

Kureyş'le ne işim var benim; andolsun Allah'a ki onlar kâfirdiler, savaştım onlarla; şimdi de sınanmalara düştüler, doğru yoldan şaştılar; gene savaşacağım onlarla: Dün onlarla görüşüp konuşmadaydım; nitekim bugün de görüşüp konuşmadayım onlarla.

231

Vâkıdî'nin "Kitâb'ül-Cemel"de zikrettiği gibi Basra'-ya giderlerken Zikaar'daki hutbelerinde buyurdular ki:

Emredildiği şeyi açıkladı, bildirdi; Rabbinin elçiliğini yaptı, hükümlerini tebliğ etti. Allah önceki toplulukların gediğini onunla onardı, ayrılığı onunla birleştirdi; gönülleri hırsla dolduran, kalplerde gizlenen kini alevleyen, yakan düşmanlıktan sonra yakınların arasını onunla uzlaştırdı.

170

Basra'ya yaklaştıkları sırada, işin gerçeğini anlamak  ve şüpheyi gidermek üzere Basralıların gönderdikleri birisi geldi. Bu zâtın adı Küleyb-i Cermi'ydi. Hazret ona, hak üzere olduğuna dâir bâzı sözler söyledi; sonra, biat et buyurdu. Adam, ben toplumun elçisiyim; onlara dönünceye dek bir şey yapamam dedi; Hazret buyurdular ki:

Onların seni, yağmur yağan, ot biten, çayırı-çimeni bol olan bir yer aramak üzere gönderdiğini görüyor musun? Döner, onlara çayır çimeni filan yerde diye haber verirsen onlar da senin sözüne uymazlar, kurak bir yere yönelirlerse o vakit ne yaparsın?

(Cermî dedi ki):

Onları bırakır sulak, çayırlık, çimenlik yer neresiyse oraya giderim. Hazret buyurdular ki:

Öyleyse uzat elini.

Cermî dedi ki: Andolsun Allah'a, bana kesin delil gösterdikten sonra artık duramadım, ona biat ettim.

172

Cemel Dolayısıyla

Hamd Allah'a ki ne gök, göktekileri, ne yer, yerdekileri ondan gizleyebilir; her şey bilgisinde sâbittir, hiçbir şey bilgisine perde olamaz; hiçbir şey bir sebeple ondan gizli kalamaz.

(Bu hutbeden):

Bana birisi, ey Ebâ-Tâlib oğlu dedi, sen bu işe gerçekten de pek sarılmışsın. Dedim ki: Siz, andolsun Allah'a benden fazla sarılmışsınız; benden fazla da uzaksınız ondan. Benimse hem ona ihtisâsım var; hem de daha yakınım, daha lâyıkım, ona. Ben hakkımı aradım, istedim; size onunla benim arama girdiniz; engel oldunuz, ona karşı da benim yüzüme vurdunuz.

Onu delille, orda bulunanların önünde hırpalayınca kendine geldi; bana ne cevap vereceğini bilmez bir hale düştü.

Allah'ım, Kureyş'ten hakkımı al benim, onlara yardım edenlerden hakkımı al benim, bunu istiyorum, yardım diliyorum senden; çünkü onlar, yakınlığımı inkâr ettiler; pek büyük olan derecemi küçülttüler; bana ait olan işte, benimle kavgaya giriştiler. Sonra da dediler ki: Hakkı almak da var, vermek de.(40)

(Bu hutbede Cemel savaşına girişenleri anlatırken buyurdular ki):

Bir halayığı satın alıp oradan oraya götürür gibi, Rasûlullâh'ın hürmetini hiçe saydılar, onu alıp Basra'ya yöneldiler; kendi kadınlarınıysa evlerinde sakladılar. Allah'ın salâtı On'a ve soyuna olsun Rasûlullah'ın zevcesini kendileri için, başkaları için meydana attılar. Hem de ordu içinde ki onlar, bana biat etmişlerdi; hem de dileyerek, isteyerek; zorla değil. Basra'daki vâlime, Müslümanların mallarına memûr olanlara, onlardan başkalarına saldırdılar;  bir bölüğünü tutup öldürdüler, bir kısmını düzenle, zulümle ele geçirdiler. Öylesine zulmettiler ki, vallahi Müslümanlardan birini bile suçsuz olarak zulümle, zorla öldürselerdi, yalnız onu öldüreni değil, bütün o orduyu öldürmek vâcip ve helâl olurda bana. Onlar, böyle bir zulümde bulundular; yaptıklarını da inkâr etmediler; ne dilleriyle bu zulme karşı durdular, ne elleriyle; bırak ki onlar, kendilerinin sayısınca Müslüman öldürdüler.(41)

11

Cemel savaşında, oğulları Muhammed b. Hanefiy-ye'ye bayrağı verince buyurdular ki):

Dağlar yerinden deprense deprenme; sık dişini, başım gözüm Allah'a emanet de. Bas yere ayağını, direndikçe diren. Gözünü başka yerden yum, ordunun tâ sonuna dik. Bil ki yardım, noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tandır ancak.

10

Savaştan önce buyurmuşlardır ki:

Bilin ki Şeytan, ordusunu toplamıştır; atlısını, yayasını yayına almıştır. Benimse görgüm, bilgim, gerçekten de benimledir; ne gerçeği örtüp şüpheye düştüm; ne gerçek örtündü benden, beni şüpheye düşürdü. Andolsun Allah'a ki suyunu çektiğim havuzu onlarla öylesine dolduracağım ki ne bir daha oradan çıkabilirler, ne bir  daha oraya döne-bilirler.

12

(Cemel savaşında üst gelince, yanındakilerden bâzı-ları keşke kardeşim de olsaydı, Allah'ın, seni düşmanlarına nasıl üst getirdiğini görseydi dediler; Hazret buyurdular ki:)

Kardeşin bize taraftar mıydı, üst olmamızı ister miydi?

(Soruya evet cevabını alınca buyurdular ki):

Öyleyse o da bizimle beraberdi. Şu ordumuzda öyle kişiler vardır ki henüz babalarının bellerindedir onlar, analarının rahimlerinde. Zaman burundan gelen pıhtı gibi(42) onları ortaya atacak; iman onlarla kuvvet bulacak.

73

(Cemel savaşında Mervan esîr düşünce imam Hasan ve Huseyn aleyhimesselâm Emir'ül-Müminin aleyhis-selâm'a şefâatçi oldular, bırakılmasını rica ettiler ve Mervan, sana biat etsin dediler; bunun üzerine buyurdular ki):

Osman'ın öldürülmesinden sonra bana biat etmemiş miydi? Onun biatine ihtiyacım yok, Yahudi elidir onun eli; bana eliyle biat ederse düzeniyle gadreder. Köpeğin burnunu yalaması kadar bir müddet beylik sürecek, dört keçinin babası olacak, ümmet, onun ve evlâdının yüzünden kızıl ölüme uğrayacak.(43)

148

(Cemel savaşında Talha ve Zübeyr hakkında buyurdular ki):

O iki kişinin her biri, bir işi uhdesine almak, öbüründen kapıp kendisine mal etmek ister; bir ipe sarılıp, bir sebebe yapışıp Allah yoluna gitmeyi istemez. Her biri, dostuna kin güder durur; pek yakında da o kin belirir, görülür. Vallahi onlardan biri, bu işi elde etse öbürünün canını alır; O, bunu helâk etmeye kasteder. Âsîler ayaklandılar; soru-suâl isteyenler, sevap dileyenler nerede kaldılar? Dileyenlere yol-yordam meydanda; gerçekle batıl ortada. Ama her sapığın bir bahanesi var; her ahdinden dönenin bir şüphesi. Andolsun Allah'a ki ben, ölüm haberini veren kişiyi duyup feryat edene benzemem; ağlayanın yanına varıp ona uyana dönmem.

13

(Cemel savaşından sonra Basralıları toplayıp namaz kıldırdılar; sonra Allah'a ham-ü senâ ve Rasûlüne ve soyuna salavât ihdâ ederek buyurdular ki):

Siz bir kadının ordusu oldunuz; bir hayvana uydunuz. Bağırdı, koştunuz, öldürüldü, korkup kaçtınız.(44) Huylarınız  kötülük, suyunuz tuzlu ve acı. Aranızda oturan suça batmıştır; sizden ayrılan, Rabbinin rahmetine ermiştir.

Mescidinize bakıyorum da görüyorum sanki; sular üstünde bir gemi gibi; Allah, üstünden azâp olarak yağmur yağdırmada; altından dalgalar köpürüp coşmada; içinde kim varsa gark olup gitmede.(45)

(Bir başka rivayette):

Andolsun Allah'a ki bu şehriniz gark olacak; hattâ ben şehrin mescidini görüyorum: Denizde bir gemiye dönmüş; yahut denizin ortasında yüzen bir kuş olmuş.

156

(Basralılara savaşı hikâye yollu öğüt vererek buyurdular ki):

Bu fitnelerde gücü yeten, kendisini üstün ve ulu Allah'a versin, ona bağlansın. Bana itâat ederseniz, ben sizin yükünüzü yüklenmişimdir; Allah izin verirse cennet yoluna götürürüm sizi; isterse o yol çetin meşakkatlerle dolu olsun, tadı acı bulunsun. Ama o kadın, kadınların reyine sâhiptir; gönlündeki kin, boyuna kaynayıp duran bir kazan gibi kaynamaktadır. Bana yaptıklarını, bir başkasına yapması teklîf edilse de yapmaz, böyle olmakla beraber gene de ben ona, bundan önceki saygım gibi saygı beslerim; sorusuysa yüce Allah'a aittir.

(Bu hutbeden):

İman yolu apaçıktır, apaydındır. îmanla temiz işler anlaşılır; temiz işler de îmâna delâlet eder. İmanla ilim mâmûr olur; ilimle ölümden korkulur, ölümle dünya biter; dünyada âhiret kazanılır. Halkın durağı değildir kıyâmet; kıyâmetten sonra koşup durur halk, varacağı yere varır nihâyet.

(Gene hu hutbeden):

Halk kıyâmet arasına çıkar, oradan da sonu nereye varacaksa ağar. Her yerin ehli var, yeri değiştirilmez, varılan yerden göçülmez. Gerçekten iyiliği buyurmak, kötülüğe engel olmak, Allah huylarından iki huydur ki bunlar, ne kimseye ecelini yaklaştırır, ne kimsenin rızkını azaltır.

Allah'ın Kitâbına sarılın; sağlam ip, apaçık ışık, fayda veren şifâ, susuzları kandıran  su odur. Odur yaşayana temizlik veren, odur sarılana kurtuluş ihsan eden. Eğrilmez ki düzeltilmeye muhtaç olsun; eğilmez ki halkı yorsun. Dillerde çok okunmaktan, kulaklarla çok dinlenmekten yıpranmaz. Onunla söz söyleyen doğru söyler, onunla amel eden yürür gider, öne geçer.

(Birisi kalkıp, ey Emir'el-Müminin, bize fitneden haber ver; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasû-lullâh'a bunu sordun mu dedi. Hazret buyurdular ki):

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından

"Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar" âyeti inince (29; Ankebût, 1-2) bildim ki Rasûlullah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ Rasûlallah dedim. Allah Teâla'nın sana haber verdiği bu fitne nedir, Buyurdu ki:

Ya Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, Yâ Rasûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasip olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Rasûlullah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben Yâ Rasûlallah dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Rasûlullah, Yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâp etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar; içkiye nebiz adını takıp helâl bilecekler, rüşvete hediye, faize alış-veriş adını takacaklar. Ben, Yâ Rasûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: sınanmaya düşmüş say.

14

(Basralılar hakkında buyurmuşlardır ki):

Yeriniz suya yakın, gökten uzak. Akıllarınız az, tedbirleriniz bozuk. Her ok atan size atar; her yiyen sizi yutar, her saldıran sizi paralar.

102

(Basralılara):

O gün, öyle bir gündür ki Allah, evvel gelenleri de, sonra gelenleri de soru için, yaptıklarının karşılığını vermek için toplar; herkes alçalmıştır, herkes ayaktadır, beklemektedir. Ter, ağızlarına gem vurmuştur; yer, onlarla beraber titremektedir. Halkın en iyi halde olanı, ayağını basacak yer bulanı, kendine rahat bir alan elde edenidir.

(Bu hutbeden):

Fitneler, gece karanlığı gibi her yanı kaplar, hiç kimse ona karşı duramaz, hiçbir bayrak ona karşı çıkamaz. O fitneler, gemlerini azıya almış, palanları vurulmuş, koşup gelirler; onları sürenler, sürüp getirirler. O fitneleri getirenlerin belâları çetindir; silâhları azdır. Onlarla, ancak ululananlara karşı hor görünen, yeryüzünde bilinmeyen, tanınmayan, fakat gökte tanınan bir topluluk, Allah yolunda savaşır.

Yazık sana ey Basra, o fitneler gelip çatınca. yazık sana Allah'ın gazabından gelen o ordudan ki ne tozları belirir onların, ne sesleri duyulur. Yakın zamanda sende oturanlar ey Basra, kızıl ölüme çatarlar; kararmış, gövermiş açlığa uğrarlar.

26

(Sıffin savaşından önce)

Gerçekten de Allah, Muhammed'i sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem, âlemleri korkutmak, indirdiği hükümleri emin olarak korumak üzere gönderdi. Ey Arap toplumu, o zaman siz, en kötü bir yol-yordam tutmuştunuz; en  kötü bir yeri yurt edinmiştiniz. Sarp taşlar, kayalar vardı yanı-nızda, yörenizde; zehirli yılanlar vardı çevrenizde. Bulanık sular içmedeydiniz; kötü yemekler  yemedeydiniz; birbirinizin kanını döküyordunuz; yakınlık bile gözetmiyordunuz. Aranızda putlar dikilmişti, tapıyordunuz; suçlar işliyordunuz, çekinmiyordunuz.

(Bu hutbeden):

Gördüm ki Ehlibeytimden yardımcım yok, onları ölüme sürmedim; çerçöpe karşı gözümü yumdum; boğazıma oturan şerbeti yuttum; öfkemi yendim; zakkumdan da acı olan o mihnete dayandım.

(Bu hutbede Amr b. Âs hakkında buyurmuşlardır ki:)

O, biatine karşılık bir para almayı şart koşmadıkça biat etmedi; fakat ne o biat edenin eli üstün olur; ne biat eden rezillikten kurtulur.(46)

Artık savaş için hazırlanın; savaşa gerekli olan şeyleri derleyip toplamaya bakın; çünkü ateşi yalımdandı artık, ışığı yüceldi artık.

43

(Cerir b. Abdullah'ı Muâviye'ye gönderdikten ve onun gelmemesinden sonra savaşa hazırlandıkları sırada buyurdular ki:)

Cerir Şam'da, onların yanında; fakat belli beyan bir haber elde edememiş; ona bir vakit tayin etmiştim; ondan sonra da orda kalması, ya aldanmasına delâlet eder, ya isyânına. Bu yüzdendir ki Şamlılarla savaşa hazırlanmaktayım. Ama reyim, acele etmemenizdir; hazırlanmanız için sizi zorlamıyorum; yalnız şu muhakkak ki ben, bu işin gözüne, burnuna vurdum; ardına önünü evirip çevirerek baktım; bu işe iyice dikkat ettim; bu hususta iyiden iyiye düşündüm taşındım; sonunda şu karara vardım:

Benim için ya bunlarla savaşmak var, ya Muhammed'e, sallallahu aleyhi ve âlihi, kâfir olmak var. Gerçekten de önce halkın başında bir Emir vardı; olmayacak şeyler yaptı; halkın ağzını açtırdı; sözler söylenmesine sebep oldu, dediler, söylediler; kızdılar, köpürdüler; onu ortadan kaldırdılar.(47)

46

(Şam'a hareket ederken buyurmuşlardı ki:)

Allah'ım, sana sığınırım yolculuğun meşakkatinden, dönüşün kederinden, mihnetinden; ehlimizde, malımızda, kötülükler görmekten. Allah'ım, sensin yolculukta yoldaşımız; ehlimizi bıraktığımız; hem bizimle olan, hem ehlimizle bulunan, senden başka kimse olamaz; çünkü ehlimiz arasında bıraktığımız kişi bizimle yola düşemez; alıp beraber götürdüğümüzse, ehlimizle kalamaz.

48

Sıffîn'e giderlerken Nuhayle'de buyurmuşlardı ki:

Hamd Allah'a gece gelip çattıkça, karanlığı bastıkça. Hamd Allah'a bir yıldız göründükçe, battıkça . Hamd Allah'a ki nimeti, ihsanı eksilmez, bir şey karşılığında lütfetmez.

Bundan sonra şunu bildireyim ki öncülerimi gönderdim; emrim kendilerine gelinceye dek Fırat kıyısını bırakmamalarını emrettim. Şu suyu zaptedip oraları korumak, sizden olup Dicle kıyılarında yurt edinmiş azlık bir topluluğu sizinle beraber düşmana saldırtmak, onları size yardımcı etmek istedim.

51

Siffİn'de Muâvİye'nin Ordusu Fırat'ı Zaptedip Su Vermeyİnce Buyurdular kİ:

Bunlar sizden savaşı tatmak, sizin elinizden savaş aşını yiyip kanmak istiyorlar; doyurun onları. Ya aşağılığa razı olun, şerefsizliği göze alın; yahut kılıçları kanlarla sulayın da suya kavuşun, içip kanın. Kahrolarak, alçalarak yaşamanızdadır ölüm; kahrederek, yücelerek ölmenizdedir dirim.

Duyun, bilin ki Muâviye, bir bölük azgınla gelmiş; işi, gerçeği onlardan gizlemiş; onların göğüslerini ölüm oklarına amaç etmiş.

75

Muâviye, Osman'ın kanına girmekle töhmetlediği zaman buyurdular ki:

Acaba Ümeyyeoğulları'nın, benim ahvâlimi bilmeleri, kendilerini bana iftirada bulunmaktan alıkoymaz mı ki? Acaba ilk îmâm eden oluşum, dinde üstün bulunuşum, cahillerin bana töhmette bulunanlarına engel olamaz mı ki? Allah'ın onlara öğüt verişi, benim dilimle  söylediğim söz-lerden çok daha üstündür, çok daha yerindedir. Ben, ok gibi dinden fırlayıp çıkanlara delil getirmedeydim; şüphe edenlere düşman olmaktayım. Gizli kalan şüpheli işler, Allah'ın kitabına  arzedilir; gönüllerde gizlenen şeyler yüzünden de kullara ceza verilir.

77

Gene aynı mealde:

Gerçekten de Umeyyeoğulları, Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihî'nin mîrasını bana, devenin sütünü zaman zaman, azar azar sağdıkları gibi bölük pörçük vermede. Andolsun Allah'a, sağ kalırsam onları ben de kasabın, yere düşen, toza toprağa bulanan ciğeri, bağırsağı yere vurup arıttığı gibi yere vurup arıtacağım.

101

(Sıffîn'den önce bir hutbeleri:)

Evveldir, her evvelden önce; âhırdır, her âhırdan sonra. Evvel oluşu, ondan önce bir varlığın bulunmamasını, âhır oluşu, ondan sonra bir varlığın olmamasını icâb ettirmiştir. İçteki dışa, gönüldeki dile uygun olarak şehâdet ederim ki ondan başka mâbud yoktur.

Ey insanlar, benim hakkımda ihtilâfa düşmeniz sizi cürme sokmasın; bana karşı isyana kalkışmanız, sizi perişan etmesin, benden duyduğunuz sözlere karşı birbirinize bakışmayın. Tohumu yer içinle yarana, insanları yaratana andolsun, size söylediğim sözler Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ümmî Peygamber'den duyduğum sözlerdir; onları söyleyen, onları tebliğ eden yalan söylememiştir; işiten de bilgisizliğe düşmemiştir.

Sanki ben apaçık görüyorum: Alabildiğine doğru yoldan sapan, Şam'dan seslenmede; Kufe'nin dışında da bayraklarını dikmede. Ağzını açtı mı o, ağzındaki gem çekilmede, gerilmede; yeryüzüne adımlarını sert sert basmada; savaş dalgaları köpürüp coşmada; günler, asık suratını göstermede; geceler kötü huyunu, cefâsını belirtmede. Ektiği tohum çıktı mı, dizlerine dek boy atıyor; esrikliği, ağzından köpükler saçıyor, kılıçları parıldamaya başlıyor. Çok çetin fitne bayrakları beliriyor; kapkaranlık gece gibi gelip çatıyor; dalgalanan deniz gibi köpürüp kabarıyor.

Küfe'yi nice kasırgalar tozutup savuracak, nice yıldırım-lar yakıp kavuracak; oradan nice helâk edici yeller esip geçecek. Az bir zamanda göçüp gidenler, göçüp gidenleri boylayacak; ayakta duran insanlar, ekinler gibi biçilecek; biçilenler, ayaklar altında ezilip gidecek.

98

(Ümeyyoğulları hakkında:)

Andolsun Allah'a ki Ümeyyeoğulları, Allah'ın hiçbir harâmını helâl saymadan, hiçbir dînî bağı çözmeden bırakmazlar bu işi. Taşla, kerpiçle yapılmış bir ev, ovaya kurulmuş bir çadır kalmaz ki zulümleri, oraya girmemiş olsun; hiçbir yurt bulunmaz ki onların cevrine karşı koysun da yıkılmadan dursun. Bir dereceye dek ki iki çeşit ağlayan belirir: Biri dînine ağlar, biri dünyâsına ağlar. Bir dereceye dek ki içinizden  birisi,  onların birinden, ancak kölenin, sâhibinden alabildiği kadar öç alabilir; onu gördü mü buyruğuna uyar; görmezse aleyhinde sözler söyler. Bir dereceye dek ki o fitne  çağında en büyük derde uğrayanınız, Allah'a en güzel zanda bulunanınız olur. Allah sizi, o çağda derde uğratmazsa, düştüğünüz belâya dayanın, derde uğratırsa sabredin;

"Çünkü son, Allah'tan çekinenlerindir." (7, A'râf, 128).

104

(Sıffin'den önce bir hutbeleri:)

Ondan sonra noksan sıfatlardan arı olan Allah, Allah'ın salatı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'i gönderdi. Arap milletinde ne bir kitap okuyan vardı; ne peygamberlik dâvâsına kalkan, ne kendisine vahiy geldiğini söyleyen. Kendisine itâat edenlerle beraber, ona isyân edenlerle savaştı. Kendilerine ölüm çağı gelip çatmadan onları, kurtuluş yoluna sürdü. Kendisine bir hayır gelmeyecek olan, helâk olup gidenden başkaları, yolda kalırlar, hasrete düşerlerse, yorulur da yoldan kalırlarsa onların başlarında durdu; sonunda onları da varacakları yere aldı, götürdü; böylece de sonunda onlara kurtuluş yollarını gösterdi; lâyık oldukları yerlere yerleştirdi. Derken savaş değirmenleri dönmeye başladı; eğrilmiş mızraklar düzeldi. Andolsun Allah'a, o ordunun arındaydım ben, onları sürdüm, götürdüm, ilerlettim ben. Derken o toplum, sapıklığa sırt çevirdi; bir kısmı şehit oldu; öbürleriyse düzene girdi, hidâyet yoluna yöneldi. Ne zaafa düştüm; ne korktum, ürktüm. Ne hâinlik ettim; ne de yorulup kaldım.

Andolsun Allah'a, batılın böğrünü deşeceğim de oradan gerçeği çıkaracağım.

105

(Diğer bir hutbelerinden:)

Sonunda, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'i ümmetine tanık olarak, müjdeleyici, korkutucu olarak gönderdi Allah. Çocukluğunda halkın en hayırlısıydı; olgunluk çağında en soylusu. Huy bakımından temizlerin de en temiziydi; hayırlılık bakımından cömertliği umulanların da en cömerdiydi.

Sizesye henüz dünyanın lezzetleri tatlı gelmemişti; onun memelerinden süt emmeye başlamamıştınız; ancak ondan sonra bu tadı aldınız, bu zevki buldunuz. Dünyâyı, yuları kimsenin elinde olmayan, o yana, bu yana sallanıp duran, palanı oynayan bir deve hâlinde elde ettiniz; ama onun, harâmı, bâzılarına dikensiz sedir ağaçları gibi geldi; helâliyse sanki hiç olmayan uzak bir şey gibi göründü. Andolsun Allah'a, onu, sayılı günlerin sonuna dek, kaba gölgelik bir yer gibi gördünüz. Yeryüzü, sizin için  sâhipsizdi; ellerinizi uzattınız; ona sâhip olanların elleriyse çekilmişti; size bir zarar vermez olmuştu. Kılıçlarınız onlara musallatı; onların kılıçlarıysa size karşı kınlarına girmişti.

Ama bilin ki her kanın bir isteyicisi, bir öç alıcısı, her hakkın bir dileyicisi vardır. Bizim kanımızı isteyiş, öcümüzü alışsa, insanın kendi hakkında hüküm vermesine benzer; hâkime hâcet yoktur; tanığa da ihtiyaç olmaz; o kanı isteyen Allah'tır; onun dilediği, onu acze düşüremez; ondan kaçan da, onun kahrından kurtulamaz. Ey Ümeyyeoğulları, andolsun Allah'a, az bir zaman sonra bu devleti, başkalarının ellerinde görür, tanırsınız; düşmanlarınızı yurtlarınıza konmuş bulursunuz.

İyice bilin ki iyi gören göz, hayrı gören, işlerin düzenlenmesine bakan gözdür. İyice bilin ki en iyi  işiten, en iyi duyan kulak, öğüdü işiten, onu duyup kabûl eden kulaktır.

Ey insanlar, ışığınızı, öğüt veren, öğüt tutan kişinin ışığından yakın; suyu bulanık olmayan arı-duru kaynaktan alın.

Allah kulları, kendi bilgisizliğinize güvenmeyin; isteklerinizin peşine düşmeyin. Böyle bir durağa gelip konaklayan, selden yıkılmak üzere olan bir uçurumun kıyısında konaklamış demektir. Helâk uçurumunun tam önündedir. Bir düşünceden bir düşünceye saparak yerden yere yeler durur. Yapılması gerekmeyen şeye yapışır; yakınlaşmaması gereken şeyi yakınlaştırır.

Allah için olsun, Allah için, sizden derdi, elemi gidermeyecek kişiye, size gerekli olanı, kendi dileğiyle kırıp döken kişiye şikâyette bulunmayın.

İmâma vâcip olan, Rabbinin buyruğunu bildirmektir: Onlar da, buyruğu altındakilere öğüt vermek, bu hususta çalışıp çabalamak, Peygamberin sünnetini yürütmek, suçluların cezalarını vermek, müstahak olanlara haklarını üleştirmektir.

Bilgi elde etmeye çalışın, çimeni  solmadan, ehli hayattayken, dünyadan gitmeden. Kötüleri kötülükten men edin; siz de kötülükte bulunmayın; çünkü siz, kötüleri kötülükten nehyetmeye memursunuz. Fakat kendiniz de kötülük etmemek şartıyla.

106

(Sıffîn'den önce bir hutbelerinden:)

Hamdolsun Allah'a ki İslâm dinini koydu; ona uyanlara o dîni kolaylaştırdı; karşı durmak isteyenlere rağmen İslâm'ın esaslarını üstün etti. Ona yapışana, o dîni eminlik, kabûl edene esenlik, hükümlerini söyleyenlere delil ve buhran, onunla pençeleşmeye kalkışanlara tanık, onunla nurlanmak isteyenlere ışık kıldı. İslâm'ı, akıl edenlere anlayış, onunla düşünüp tedbîre kalkışanlara biliş, doğru yolun alâmetini arayanlara alâmet ve nişan, işe girişmek isteyenlere can gözü ve beyan, öğüt almak isteyenlere ibret, gerçekleyenlere kurtuluş ve kudret, Tanrı'ya dayananlara güvenç, işini ona ısmarlayanlara rahat, huzur ve îman, sabredenlere kalkan kıldı. İslâm, bir dindir ki tutulacak yolları apaydındır; gidilecek belleri apaçıktır. Delilleri yücedir, herkes görür, ana yoları ışıklıdır, herkes bilir; ışıkları aydınlatıcıdır, herkes nurlanır. Dolaşılacak meydanı geniştir, büyüktür. Varılacak yeri yücedir; orada koşuya girişenleri kavrar, içine alır; ödülü özenilecek değerli ödüldür; koşuya girenleriyse yüce atlılardır; Apaydın yolu gerçeklemektir; yolunun nişanları iyi işler işlemektir; varılacak yeri, kötülükten ölmektir; imtihan ve müsabaka yeri dünyadır; koşuya girişenlerin toplantı yeri kıyâmettir; kazanılan ödülse cennettir.

(Bu hutbede Hazreti Peygamber'i, Sallallahu aleyhi ve âlihi anlatırken buyurdular ki:)

Hidâyete eriş ateşini yalımlandırdı dileyenlere; nişâneleri aydınlattı, gösterdi şaşırıp kalanlara. İlâhî emniyete ulaşmış eminindir; buyruklarını bildirir. Cezâ gününde tanığındır; ümmetine tanıklıkta bulunur. Müminlere nimet olarak gönderdiğin nimettir; gerçek üzere yolladığın şerîat sahibi Peygamberdir; âlemlere rahmettir.(48) Allah'ım, adlinden onun nasîbini ona ikrâm et, fazlından ona fazlasıyla hayırlar ver, in'âm et. Allah'ım, onun kurduğu yapıyı, yapı yapanların yapılarından daha yüce kıl; katından ona rahmetler ver; indinde menzilini, derecesini yücelt; cennette ona yüce dereceler, üstünlükler ver. Bizi de hor-hakir etmeyerek, nedâmete düşürmeyerek, doğru yoldan ayrılmamış olarak, ahdinden döndürmeyerek, sapıklığa düşmeden, kimseyi saptırmadan, fitnelere düşürmeden ona uyanlarla haşret.

(Seyyid Radi der ki: Bu hutbe, bu tarzda da rivâyet edildiği için tekrar aldık.)

(Aynı hutbede ashabına buyururlar ki:)

Allah size lütuflarda bulundu, yüceltti sizi, öyle bir yüceliğe erdiniz ki halayıklarınız bile yüce tanındı; komşularınız bile size karışmayı, sizden olmayı dilemeye koyuldu. Onlara, soy-boy bakımından bir yüceliğiniz olmadığı, onlara karşı bir lütufta bulunmadığınız hâlde sizi yüce tanımaktalar. Onlara karşı bir kudretiniz, onlara buyruk yürütmeye bir yetkiniz olmadığı halde sizden korkuyorlar. Ama siz Allah'ın ahitlerinin bozulduğunu görüyor-sunuz da kızmıyorsunuz; fakat babalarınızın ahitlerinin bozulmasından öfkeleniyorsunuz.

Allah'ın emirleri size arzedilirdi; sizin vâsıtanızla icra olunurdu; size mürâcaat kılınırdı. Yerlerinize zâlimleri geçirdiniz; iplerinizi onların ellerine verdiniz: Allah'ın buyruklarını onların ellerine teslîm ettiniz; onlarsa şüphelerle amel etmedeler; şehvetlerine uyup gitmedeler. Allah'a andolsun ki bunlar, sizi dağıtırlarsa, onlardan kurtulmak için her biriniz bir yıldız altına dağılsanız bile gene de Allah sizi, onların uğrayacakları günden daha beter bir günde toplayacaktır elbet.

84

(Amr b. Âs hakkında buyurmuşlardır ki:)

Şaşarım Nâbıga'nın oğluna; Şamlılara beni, alay eder, eğlenir gider bir kişi olarak tanıtırmış, ben alay edermişim; oyunlara, eğlenceye dalarmışım. Olmayacak bir söz söyle-miştir, söylemiştir de günaha girmiştir; sözlerin kötüsü yalandır: Oysa söz eder, yalan söyler;  söz verir, sözünden döner, kendisinden bir şey istenir, nekeslik eder, vermez; fakat kendisi ister, direndikçe direnir, istemekten vazgeçmez. Ahdine hıyânet eder; yakınlığa riâyet etmez, arayı keser gider.(49)

Savaşta, kılıçlar işe girişmeden önce halkı kışkırtır; emirler verir; kılıçlar çekildi mi en büyük hîlesi budur: Ardını döner, ayıp yerini gösterir.(50)

Bilin ki andolsun Allah'a, gerçekten de ölümü anış, beni oyundan, eğlenceden alıkor; gerçekten de âhireti unutuş, onu doğru söz söylemekten alıkor; gerçekten de o, Muâviye'ye de, kendisine bir bağışta bulunmasını, dinini terk etmesine karşılık bir bayağı rüşvet vermesini şart koşarak biat etti.(51)

138

(Sıffin'den önce fitne ve savaşlara dâir buyurdular ki:)

İnsanlar, hidâyeti bırakıp hevâ ve heveslerine uyunca, Kur'ân'ı kendi reylerine uydurunca imâm, hevâ ve hevesi giderir; yerine hidâyeti getirir; halkın reylerini, yorumlarını boşlar; Kur'an'ın hükmünü icraya başlar.

(Aynı hutbeden:)

Sonunda savaş diz boyu yücelir; dişlerini gösterir; dokuz aylık gebe kadınlar gibi memeleri dolar; verdiği süt önce tatlı gelir, fakat sonu acıdır.

Bilin ki yarın, bilmediğiniz, ummadığınız olaylar gelip çatacak; o yarın da uzak değil; tez gelecek. Buyruk sahibi, onların kötülük yapanlarını soruya çekecek. Yeryüzü, ciğerinde ne varsa dışarı atacak; altınını gümüşünü, mâdenini ona sunacak, O da adalet neymiş, adaletle hükmetmek nasılmış, size gösterecek; kitabın, sünnetin ölmüş hükümlerini diriltecek.

(Aynı hutbeden:)

Sanki görüyorum onu, Şam'dan seslenmede; bayraklarıyla Kufe civarını birbirine katmada. Sütü sağılmak istenen kızgın deve gibi onlara saldıracak; yeryüzünü başlarla dolduracak. Ağzını açması sert olacak; yere pek pek ayak basacak; upuzak yerlere kastedecek; büyük bir kudretle yürüyüp gidecek, saldırıp vuracak. Andolsun Allah'a ki yeryüzünün dolaylarında sizden, gözden kalan sürme gibi pek azınız kalacak. Bu, böylece sürüp gidecek; aklını yitiren Arab'ın aklı başına gelinceye dek.

O halde hükmü bâki olan yola-yordama uyun; apaçık dinin hükümlerine tâbi olan; peygamberlikten kalmış olan, size de yakın bulunan ahde, Peygamber'in Ehlibeytine sarılın. Bilin ki Şeytan, uymanız, peşinde düşmeniz için, avcının tuzağına düşürmek kastıyla tuzağa varan yollardaki engelleri kaldırdığı gibi yollarınızdan engelleri kaldırmadadır; yolları size kolaylaştırmadadır.

144

Sıffin'den Önce:

Vahyi için seçtiği peygamberlerini yolladı; onları, yarat-tıklarına delil kıldı; onlarla halkın, kendisine karşı özürler getirmesi yolunu bağladı; kullarını gerçek bir dille gerçek yola çağırdı.

Bilin ki Allah, gerçekten de halka tekliflerini açıkladı; onun gizlediklerinin bilinmemesi, gönüllerindeki sırların duyulmaması gibi bir yol tutmadı; kulların hangisi en iyi işte bulunacak, bunun, kullarca da bilinmesini irâde etti; böylece de iyiliğe karşı iyi mükâfâtı, kötülüğe karşı da kötü mücâzâtı takdir eyledi.(52)

Nerede o kişiler ki bizden -Ehl-i Beyt'ten- ayrı olarak kendilerini bilgide üstün sayarlar, hem de yalan olarak, bize zulmederek bu zanna kapılırlar? Oysa ki Allah bizim derecemizi yüceltmiştir, onlarıysa alçaltmıştır. Bize ihsan etmiştir, onlaraysa vermemiştir. Bizi haremine almıştır, onlarıysa oradan çıkarmıştır. Hidâyet bizimle istenebilir, körlük bizimle giderilebilir. Bilin ki imamlar Kureyş'tendir; Kureyş'in de Hâşim soyuna verilmiştir imamlık; başkalarıyla düzene girmez.(53)

(Aynı hutbeden:)

Diğerleriyse tez elde edilen dünyâyı seçtiler, sonradan elde edilecek âhireti geriye attılar.(54) Arı-duru suyu bırak-tılar, pis ve bos bulanık suyu içtiler. Sanki onların kötüsünü görmedeyim: Nehyedilen şeye eş olmuş, onunla ülfet etmiş, ona uymuş. Saçı başı onunla ağarmış; huyu huşu onun rengine boyanmış. Ondan sonra da ağzı köpürürken, dalgalarla coşan denizde boğulmaktan ürkerek, yahut da kuru otun ateşe düşüp yanmasından, kavrulmasından pervâ etmeyerek halkın zararına, kötülüğüne yüz tutmuş.

Nerede hidâyet ışıklarıyla aydınlanan akıllar, takvâ alâmetlerini canla başla gören gözler? Nerede Allah'a bağışlanmış olan, Allah'ın tâatine bağlanmış bulunan gönüller?

O yol yitirmişler bu dünyânın malına üşüştüler, birbirleriyle haram elde etmek için dövüştüler. Cennetin, cehennemin alâmetleri gözlerinden kaldırıldı; cennetten yüz çevirdiler, amelleriyle cehenneme yüz tuttular. Rableri çağırdı onları,  onlar yüzlerini  döndürdüler; şeytan çağırdı onları; icâbet ettiler, ona döndüler.

200

Muâviye hakkında

Andolsun Allah'a ki Muâviye, benden daha akıllı, benden daha dâhî değildir; fakat o gadretmede, kötü işler işlemededir. Gadrin kötülüğü olmasaydı ben de halkın en dâhisî olurdum. Fakat her gadirde bir zulüm vardır, her zulümde bir küfür mevcuttur. Gadredenin bir bayrağı olur ki kıyâmet gününde onunla tanınır, bilinir.(55)

Andolsun Allah'a ki ben gadirden gaflette değilim. Onların zulmünü onlardan yeğ bilirim; fakat göz yumarım, kimse beni, çetin işlerde bile kötülüğe götüremez; direnir, dayanırım.

171

(Sıffin'e giderlerken)

Ey yüceltilmiş göğün, yayılmış, dürülmüş yeryüzünün Rabbi olan Allah'ım, yeri, geceyle gündüzün gelip konduğu, göğü, güneşle ayın akıp gittiği, dönüp giden yıldızların gelip geçtiği yer yaptın, boyuna sana, kulluk eden meleklerini konakladın. Ey yeryüzünün Rabbi, yeri, uçan, otlayan, görünen, görünmeyen nice canlıların konağı, karar yeri kıldın; ey yeryüzünü destekleyen, halka dayanak olan dağları yaratan Rabbim bizi düşmana üst edersen cevretmekten, cefâda bulunmaktan koru, hak üzere dayandır bizi. Onları bize üst edersen şehâdet nasip et bize, fitneden sakla, bekle bizi.

Çetin işler gelip çatınca eşini dostunu koruyanlar, koruyuculardan sayılanlar nerede? Karşı durmamak bir ayıptı, ardınıza attınız; şehâdet ve cennetse önünüzde, ona yönel-diniz.

206

(Savaşırlarken ashabından bâzılarının Şamlılara sövdüklerini duyunca buyurdular ki:)

Sizin sövücü kişiler olmanızdan hoşlanmam, bu iş kötü gelir bana. Onların yaptıklarını söylediniz, hallerini andınız mı en doğru olarak söyleyeceğiniz, özür bakımından da geçerli olarak diyeceğiniz söz şu olmalı; onları söveceğiniz yerde deyin ki:

Allah'ım, onların da canlarını koru, bizim de canlarımızı koru. Onlarla aramızı uzlaştır; onları sapıklıklarından kurtar, hidâyete ulaştır; böylece de bilmeyen, hakkı tanısın, sapıklıkta direnen, ondan vazgeçsin, ayrılsın.

55

(Sıffin'de henüz ashabına savaşa izin vermedikleri sırada buyurdular ki:)

Ama bütün bunlar, ölümden kaçınmak yüzünden mi diyorsunuz? Andolsun Allah'a, ölüme gitmeme, yahut ölümün bana gelip çatmasına aldırış bile etmem ben. Ama Şamlılar hakkında bir şüphe mi var diyorsunuz; gene andolsun Allah'a ki savaşı birgün bile geciktirmem, ancak onların bir bölüğünün bana katılarak doğru yolu bulması, benim ışığımla gözlerinin ışıyıp gerçeği görmeleri içindir. Bu onları sapık bir haldelerken öldürmemden daha yeğdir bence, daha da sevimlidir hattâ; isterlerse tekrar suçlarına dönsünler.

216

(Sıffin'de okudukları hutbe:)

(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salât-ü selâmâdan) Sonra gerçekten de Allah beni, buyruk sâhibi etmekle üzerinizde hakkım olduğunu takdir etmiştir. Fakat benim, sizin üzerinizde hakkım olduğu gibi sizin de benim üstümde hakkınız var. Hak, söylenip övülmede her şeyden kolaydır, fakat insafla amel edilmede en güçtür. Hiç kimsenin bir kimse üstünde hakkı yoktur ki onun da öbürü üstünde bir hakkı olmasın; birinin başkası üzerinde hakkı olsun da o kimse üzerinde başkasının hakkı bulunmasın, herkesten ve her işten müstağnî olan, kullarına karşı sonsuz gücü-kuvvetli olup takdirini adaletle icrâ eden, noksan sıfatlardan münezzeh Allah, kudreti ve adaleti dolayısıyla bundan müstesnâdır; ona karşı hiç kimse hak dâvâsına kalkışamaz. Kullarının ona ibâdet etmesini, ihsanıyla, lütfüyle mükâfatlarını kat kat arttırmayı takdir etmiştir; bu, onun kullara vâcip ettiği hakkıdır.

Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, bâzı insanlar için bâzısına kendi haklarından bir kısmını vacip etmiş, çeşitli derecelerle de o hakları eşit kılmıştır. Bâzı hakları, öbür haklar karşılığında öyle vâcip etmiştir ki onlar yapılmadıkça öbürleri de yapılamaz. Allah haklarının en büyüğü, buyruk sâhibinin, buyruğu altındakilere, buyruğu altında olanların da buyruk sâhibine terettüp eden haktır. Bu bir farzdır ki Allah herkese farz etmiştir bunu. Halkın düzene girmesine, dinlerin üstün olmasını vesile kılmıştır bunu. Halk, ancak buyruk sâhiplerinin düzgün olmalarıyla düzene girer; buyruk sâhipleri de ancak buyruğa uyanların doğruluğuyla yücelir, kurtuluşa erer. Halk, kendisine emredenin hakkını edâ ederse, halka emreden de emrettiklerine haklarını verirse aralarında gerçek, üstün olur; din yolları düzelir; adalet yerine gelir; yollar-yordamlar halk arasında yürür-gider. Bununla da zaman düzelir, devletin bakası umulur, düşmanların ümitleri ye'se döner.

Ama buyruk altında bulunanlar, buyruk sâhibine itâat etmezlerse, yahut buyruk sâhibi, buyruğu altındakilere zulmederse, o vakit söz çeşit-çeşit olur; birlik, düzenlik bozulur; zulüm alâmetleri belirir; dindeki hükümler değişir; sünnetler yürürlükten kalkar. Artık işler, hevâ ve hevesle görülür; hükümler kalkar, tutulmaz olur; insanlar bozgunluğa düşer; ellerinden attıkları, riâyet etmedikleri pek büyük haktan bile korkmazlar; işledikleri pek büyük batıldan bile çekinmezler. İşte o vakit iyiler alçalırlar, hor-hakir olurlar, kötüler yücelirler, üstün kesilirler; Allah'ın azapları da pek büyük bir tarzda kullara yönelir.

Böyle bir hâlde birbirinize öğüt vermeniz, iyi bir tarzda birbirinize yardım etmeniz gerektir. Birisi, Allah'ın razılığını elde etmeyi ne kadar dilerse dilesin, ne kadar kullukta bulunursa bulunsun, elinden geldiği kadar öğüt vermeye çalışmazsa, kullara vâcip olan bu Allah hakkını yerine getirmezse, halkın arasında doğruluğun hüküm sürmesine yardım etmezse, Allah'ın rızasını elde edemez. Dinde yüce de olsa, üstün de bulunsa herkese Allah haklarının edâsına yardım etmek vâciptir. Halkın gözüne küçük görünen, kendisine önem verilmeyen kişiye de bu hususta yardımda bulunmak, buna çalışmak, büyük sanılana vâcip olduğu gibi vaciptir.

(Bu sırada ashabından biri kalktı, Allah'a hamd-ü senâ ettikten, kullarına nimetlerini andıktan sonra, sen dedi, bizim emirimizsin, biz sana tâbiiz. Allah bizi seninle horluktan kurtardı, belâdan emin etti. Emret, buyruğuna uyalım; ne yolu seçersen o yola varalım. Sözün, gerçeğin ta kendisidir; hükmün tam yerindedir. Hiçbir işte sana karşı durmayı doğru bulmayız; hiç kimsenin bilgisini, senin bilginle ölçmeyiz. Katımızda derecen büyüktür; merteben yücedir. Hazret buyurdular ki:)

Özünde Allah'ın  ululuğunu duyan, kalbinde bu ululuk yer eden kişiye, Allah'tan başka  her şey küçük görünür; Allah'ın ululuğunu bilip ululanmayan kişiye Allah'ın lütfü da, ihsanı da pek büyük olur. Çünkü Allah'ın nimetlerini büyük gören kişiye Allah, daha da fazla nimetler verir. Buyruk sâhiplerinin iyilerce en aşağı sayılan hâli, övünmeye kalkışmaları, kendilerini beğenmeleri, kibirliliklerini gösteren durumlara düşmeleri, bu çeşit hareketlere kalkmalarıdır.

Beni, övülmeyi seven, isteyen biri sanmanızdan nefret ederim; övülmeyi hiç mi, hiç istemem. Şükürler olsun Allah'a ki böyle bir kişi değilim ben. Hattâ böyle olsam bile gene de Allah'ın ululuğu karşısında vazgeçer giderim bu huydan; çünkü Allah, ululuğa, yüceliğe fazlasıyla lâyıktır. Nice kişiler vardır ki işi bir işe koyuldular mı, övülmeyi isterler; fakat böyle bir kişi değilim ben. Allah'a itâatimden, sizi idarede iyi hareketimden  dolayı övmeyin beni. Daha nice huylar var, daha nice gerçek işler var; onları yapmaya mecburum ben. Övgüden hoşlanan kişilere söylenen sözleri söylemeyin bana, aksine, öfkeli kişileri öfkelendirecek sözler söyleyin bana; çekinmeyin benden; o çeşit sözleri gizlemeyin benden. yaltaklanmakla, dille rüşvet vermekle uzaklaşmayın benden. Sanmayın ki doğru bir söz söylerseniz ağır gelir bana; kendisine doğru söz ağır gelen kişi, adaletle hüküm yürütemez. Doğruyu söylemekten, adalete uyup benimle danışmaktan çekinmeyin. Çünkü hatâya da düşebilirim; emin değilim bundan; ancak Allah lütfeder de korursa o başka. Çünkü O, bana benden daha ziyade sâhiptir. Siz de kullarsınız, ben de bir kulum Rabbe; ondan başka da Rab yok; odur sâhibimiz; bizse, bize sâhip değiliz. Bilmiyorduk, O kurtardı bilgisizlikten bizi; körlükten O kurtardı, O açtı gözlerimizi.

89

(Bâzı ashabına hitapları:)

Onu (Hz. Muhammed'i s.a.a), peygamberlerin gönderil-mediği, ümmetlerin uykuları uzayıp gittiği, fitnelerin belirip göründüğü, işlerin darmadağın olduğu, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi; Dünyanın ışığı görünmez olmuştu; aldatışı açığa çıkmıştı, ondan kaçınılmaz olmuştu; o çağda, yaprağı sararmıştı; yemişinden ümit kesilmişti; suyu çekilmişti; hidâyet bayrakları yıpranmıştı; azgınlık bayrakları görünmüştü, dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmişti; onu dileyenin yüzüne suratını asmıştı; meyvesi fitneydi; yemeği leşti, pisti; bedenine giydiği elbisesi korkuydu; üst giyimi kılıçtı.

İbret alın Allah kulları, babalarınızın, kardeşlerinizin rehin oldukları, soruya çekildikleri hâli anın. Ömrüm hakkı için zamanları ne size uzak, ne onlara ırak. Sizinle onlar arasında yüzyıllar, uzun zamanlar geçmedi. Bu gün, onların bellerinde bulunduğunuz zamandan uzak değilsiniz siz. Allah'a andolsun ki Peygamber'in onlara buyurduğu şeyleri bugün, ben söylemekteyim size. Onların kulakları dün nasıl duyduysa sizin kulaklarınız da bugün öylece duymakta. O zaman onların gözleri nelere açıldıysa, neler gördüyse, gönülleri ne hallere düştüyse, bugün size de aynı şeyler görünmede, aynı haller gelmede. Onların gördüklerini görüyorsunuz, duyduklarını duyuyorsunuz. Vallahi onlardan sonra, onların bilmedikleri bir şeyi görmüyorsunuz; onların mahrum oldukları bir şeye ermiyorsunuz. Size belâ, öylesine indi, öylesine gelip çattı ki, sanki yuları çözülmüş esrik bir deve, yükü de yeğin. Aldananlar gibi aldatmasın sizi; çünkü bir gölgedir o ki uzayıp gider; sayılı günlerce devam eder.

123

(Savaş usûlünü anlatırlarken buyurdular ki:)

Sizden kim olursa olsun, biriniz, düşmanla karşılaşınca, kendisinde bir güç, bir yüreklilik duyar, kardeşlerinden birinin zayıflığını, güçsüzlüğünü görürse, kendisine ihsan edilen, bununla da üstün bir hâle gelen kişi, yiğitlikle düşmanı kendisinden defeder gibi kardeşinden de defetmeli; Allah dilerse, zamanında, ondan da bu çeşit bir zaafı, tıpkı bunun gibi defeder.

Gerçekten de ölüm, öyle bir isteklidir ki  ne oturan, onun pençesinden kurtulur; ne korkan, onu acze düşürür. Ölümün en şereflisi de öldürülmektir. Ebû-Taliboğlu Ali'nin canı, kudret elinde olana andolsun ki kılıçla bin kere vurulup yaralanmak, yatakta ölmekten yeğdir bana.

Ama ben sizde bir bozgun havasının estiğini görüyorum; oysa kurtuluş, kendini kalp kuvvetiyle derde, belâya atan kişinindir. Helâk olmaksa, zayıf bir yürekle geriye dönenindir.

Zırhlıları öne alın, zırhsızları arka saflara dizin. Dişleri-nizi sıkın; çünkü savaşta direnmek, insanın başından kılıcı uzaklaştırır. Mızrak vururken, yahut size mızrak vurulacağı vakit, yerine göre eğilin; yakut boyunuzu yüceltin; bu çeşit mızrak vurmak, daha tesirlidir. Her yana bakınmayın; bakınmamak, bir yana gözünü dikmek, göz yummamak, yürekteki gücü kuvveti çoğaltır. Susun; susmak, temkinli olmak, insandan korkuyu uzlaştırır. Bayrağı, diktiğiniz yerden başka bir yere nakletmeyin; çevresini de boş bırakmayın; aynı zamanda bayrağı herkese de vermeyin; onu ancak içinizdeki yiğitlerin, sizden ayıbı gideren ad-san sâhiplerinin ellerine verin. Uğradıkları çetin işlere sabreden kişiler, sağa sola, öne arda seğirtip savaşın, bayrağı koruyan erler, bayrağın ardında kalıp düşmanın eline düşmesine sebep olmayan kişilerdir. Yahut ilerisine geçip muhafazasız kalmasına meydan vermeyen erlerdir.

Savaşta düşmanla yüz yüze gelince ona saldırmak, zayıf kardeşine yardım etmek gerekir. Düşmanı başıboş bırakıp kendi saf arkadaşının yanına gelmek de doğru değildir. O vakit düşman, önünde kimseyi görmez ve senin saf arkadaşına saldırır. Onun işini bitirdi mi, bu sefer sana hücum eder. Andolsun Allah'a ki dünya kılıcından kaçan, âhiret kılıcından kurtulamaz. Siz Arab'ın ileri gelenlerisiniz, büyüklerisiniz, savaştan kaçmak, Allah'ın gazabına uğramaya, aşağılık bir hale düşmeye sebep olur ve buysa, ebedî bir ayıptır, daimî bir ayıp. Kaçan ömrünü uzatamaz; kaçmak, adamla ecel gününün arasına girip ecele engel olamaz. Allah'a giden kişi, suya kavuşmuş susuza benzer ve cennet, mızrakların gölgeleri altındadır. Bugün iş belli olur; haberler apaçık duyulur, andolsun Allah'a, düşmanlar, şehirlerini ne kadar özlüyorlarsa ben, onlarla karşılaşmayı, o kadar; hattâ ondan da fazla özlüyorum.

Allah'ım, gerçeği kabûl etmezlerse, batılda direnirlerse sen topluluklarını dağıt, aralarına ayrılık düşür; yaptıkları suçlara karşılık, sen helâk et onları. Çünkü onlar, birbiri ardınca vurulan mızraklarla can vermeden, kafa tasları kılıçlarla ikiye bölünmeden, kemikleri kırılmadan, kolları, ayakları kesilmeden yerlerinden kıpırdamazlar; bölük-bölük askerler, onlarla yüz yüze geldikçe, yedeklerinde atlar bulunan ve develere binmiş olan askerler onlarla savaşmadıkça, birbiri ardınca gelen ordular şehirlerini almadıkça, atlar, nallarıyla yaylalarını çiğnemedikçe inatlarından vazgeçmezler.

66

(Gene savaş esnasında buyurdular ki:)

Ey Müslümanlar, Allah korkusuna bürünün, iman kuvvetine sarılın; dişlerinizi sıkın, çünkü direniş, başlarınızdan kılıçları defeder. Zırhlarınızı giyinin, hiçbir yeriniz açık kalmasın; kılıçlarınızı sıyırmadan önce, kınlarındayken oynatın. Gözlerinizin ucuyla, şiddetle bakın; sağa sola mızrak vurup saldırın; adımlarınızı ileri atarak kılıçlarınızı vurun.

Bilin ki siz Allah'ın yardımına mazharsınız; Rasûlullah'ın amcasının oğluyla berabersiniz. Dönüp dönüp hücum edin, kaçmaktan utanın; çünkü o, suyunuzca sürecek bir utançtır. Ardından da soru  günü azap vardır. Canla başla savaşın, savaşmaktan hoşlanın, ölüme gülerek, sevinerek koşun. Şu çoğunluğa saldırın, şu kurulmuş çadıra yürüyün; çünkü Şeytan ordadır; fırsat bulursa elini uzatıp tutmak, güce gelirse adımını atıp kaçmak üzeredir. Ercesine yürüyün ki gerçeğin direği karanlıktan kurtulup belirsin;

"Allah sizinledir ve yaptıklarınızın sevabı, hiç azaltılmamaktadır." (47, Muhammed  s.a.a, 35)

107

(Savaş sırasında:)

Dönüp dolaştığınızı, saflarınızda geri kaldığınızı, o aşa-ğılık zâlimlerin, o Şam ovasında çergeler kurup göçenlerin hücumlarının sizi sürdüğünü, geri döndürdüğünü gözle-rimle gördüm; oysa siz Arab'ın en ileri gidenlerisiniz, en önde yürüyenlerisiniz; başta beyinsiniz, yüzde burunsunuz; yüce yüce dağlarsınız.

Sonunda onları, sizi sürdükleri gibi sürdüğünüzü, sizi yerlerinizden püskürttükleri gibi sizin de onları püskürttüğünüzü, önden gelenlerini, ok, kılıç ve mızraklarla sonda kalanlarına kattığınızı, susuz develeri havuz kıyılarından, yayıldıkları yerlerden kaçırdığınız gibi kaçırdığınızı gördüm de dertten sesler çıkaran, elemden coşup kabaran göğsüm, gönlüm yatıştı, esenliğe kavuştu.

207

(Sıffin savaşında İmâm Hasan aleyhisselâmın savaşa katıldığını görünce buyurdular ki.)

Şu genci tutun, belimi kırmasın benim. Çünkü bu ikisinin (Hasan ve Huseyn aleyhimesselâm) ölmelerini, Rasûlullah'ın soyunun kesilmesini istemem; bana pek ağır gelir bu.

212

(Ashabı Şamlılarla savaşta zaaf gösterince buyurdular ki:)

Allah'ım, kullarından hangi kul, bizim cevre, zulme dayanmayan, adaletin ta kendisi olan, dinde, dünyada bozgunculuğa sebep olmayan, hem dîni, hem dünyâyı düzene sokan sözlerimizi duydu da duyduktan sonra kabûl etmedi, senin dînine yardım etmediyse, senin dînini üstün etmekten çekindiyse, ey tanıkların ulusu, senin ona tanık olmanı, onun aleyhinde yeryüzünde ve göklerinde bulunanların hepsinin de tanıklık etmesini dileriz.

Sen de ona artık yardım etme, etmezsin de; onu günahıyla azaplandır, azaplandırırsın da.

173

(Sıffin'den sonra, Nehrivan'dan önce)

(Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi) Vahyinin emini, peygamberlerinin sonuncusu, rahmetinin müjdecisi, azâbının korkutucusudur.

Ey insanlar, gerçekten de ben bu işe, insanların en lâyığı, Allah'ın bu hususta emirlerini en iyi bileniyim. Birisi, bu hususta münâzaaya kalkışır, fitneyi uyandırırsa onun, ya hakkı kabûlü dilenir, yahut da onunla savaşa girişilir. Ömrüm hakkı için imâmet, bütün insanların bir araya gelip rey vermeleriyle olmayacağı gibi zâten de buna imkân yoktur. Ancak bu işe ehil olanlar, orada bulunmayanlar hakkında rey yürütebilirler; bundan sonra da o toplulukta bulunanların bu reyden dönmeleri, bulunmayanın da başka birini seçmesi mümkün olamaz.

Bilin ki ben, iki çeşit adamla savaşmadayım: Birisi, kendi hakkı olmayan şeyi iddiâ etmekte; öbürü, kendisine gerekeni yapmamakta. Allah kulları, Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim size; çünkü bu çekinmek, insanlara tavsiye edilecek en hayırlı şeydir; Allah katında da işlerin, sonu bakımından en hayırlısıdır.

Sizinle kıble ehli arasında savaş kapısı açıldı. Bu bayrağı gerçek duraklarda görüşe sâhip olan, can gözü açık ve bilgili bulunan kişiler taşıyabilirler. Size buyurulanı yapın; yapma denenden çekinin. Bir iş sizce iyi anlaşılmadan ona koşmayın; çünkü başkalarının inkâr ettikleri şeyleri de düzüp koşmak gerekiyor bize. Bilin ki elde etmeyi dilediğiniz şu dünyâ, bâzı kere sizi öfkelendirir, bâzı kere hoşnût eder; fakat ne sizin evinizdir, ne konaklama yeriniz; siz onun için, orda kalmak için yaratılmadığınız gibi oraya da dâvet edilmediniz. Bilin ki o, size bâki değildir; siz de orada bâki olamazsınız. O, sizi aldatır ama çekindirir de. Çekindirmesine bakın da aldanmayın ona; korkutmasına bakın da tamah etmeyin ona. Orada, dâvet edildiğiniz yere hazırlanmaya bakın; gönüllerinizden dünyâ sevgisini atın. Ellerinizden, ona ait bir şey alınırsa hiçbiriniz, halayıklar gibi ağlayıp sızlanmaya kalkmasın. Allah'ın nimetinin, hakkınızda tamamlanması için Allah'a itâat ederek sabırlı olun. Kitabının buyruklarını korumanız emredilmiştir size, onları korumaya çalışın. Bilin ki dîninizi koruduktan sonra dünyânızdan bir şey yitirmeniz, size zarar vermez. Bilin ki dîninizi yitirirseniz, dünyânıza ait bir şey korumanız, size fayda etmez. Allah kalplerinizi ve kalplerimizi hakka yöneltsin; bize de, size de sabrı ilhâm eylesin.

40

(Hâricîlerin, hüküm ancak Allah'ındır demelerini duyunca buyurdular ki:)

Doğru bir söz; fakat onunla batıl murât edilmede. Evet, gerçekten de hüküm ancak Allah'ın; ama bunlar, emri ancak Allah verir diyorlar; oysa ki insanlara iyi, yahut kötü, mutlaka bir emir sâhibi gerektir. İnanan, onun buyruğu altında işe koyulur; kâfir, onun sâyesinde faydalar bulur; Allah, takdir ettiği zamânı onunla yürütür. Mallar, ganimetler, o yüzden toplanır; yollar, o yüzden emin olur; zayıfın hakkı, kuvvetliden onunla alınır da iyi kişi huzura erer; kötüden görmez zarar.

(Bir rivâyette de Hâricilerin sözlerini duyunca buyurmuşlardır ki:)

Ben de sizin aranızda, sizin hakkınızdaki Allah hükmünü beklemekteyim.

(Sonra buyurmuşlardır ki:)

İyi bir emir sâyesinde temiz kişi işe koyulur; kötü emir yüzünden de kötü kişi fayda bulur; zamanı bitinceye, ölümü yetinceye dek bu böyle sürer gider.

208

Hüküm kabûl etmesini zorladıkları zaman buyurdular ki:

Ey insanlar, sizi savaşın zayıflatmasını istediğimi sanıp durmadasınız; oysa ki savaş, sizi zayıf düşürürse düşmanı sizden ziyade zayıf düşürür.

Fakat ne çâre; dün buyruk vermedeydim, bugün buyruk altına girdim. Dün nehyediyordum sizi, bugün siz beni nehyediyorsunuz. Yaşamayı seviyorsunuz; ben de istemediğiniz şeye sizi zorlayamam.

121

(Ashabından birisi kalkıp, bizi hakem tayin etmekten men ettin, sonra da hakemlerin hükmüne uymamızı söyledin; bilmiyoruz, bu iki işten hangisi daha doğru deyince Hazreti Emir aleyhisselâm, elini eline vurup buyurdular ki:)

Gönlündeki ahdi terk edenin cezâsıdır bu. Size emrettiğim şey, Allah'a andolsun ki, istemediğiniz şeye sizi sevk etmek içindi; fakat Allah onda hayır takdir etmişti. Emrine uysaydınız doğru yolu bulurdunuz, eğrilseydiniz sizi doğrulturdum; baş çekseydiniz sizi düzene sokardım; bu da en doğru bir şeydi. Fakat bu işi kiminle yapayım, kime güveneyim? Ben sizi tedâvî etmek istiyorum, sizse derdimsiniz benim. Ayağındaki dikeni, dikenle çıkarmak isteyen kişiye benziyorum; ama o da biliyor ki diken, dikene meyletmede. Allah'ım, hekimler bile bu dertlilerin dermanından usandı; bu derin kuyudan su çekenler bıktı, dermandan kaldı.

Nerede o topluluk ki İslâm'a dâvet edildiler de kabûl eylediler; Kur'ân'ı okudular da hükümlerini kuvvetlendirdiler; savaşa yürütüldüler de yürüdüler; süt emer çocuklarını bile bırakıp atıldılar; kılıçlarını, kınlarından sıyırıp saldırdılar? Bölük bölük, müşriklerle savaşarak yeryüzünün çevrelerini tuttular; bir kısmı şehit oldu, bir kısmı kurtuldu. Yaşayışa önem vermediklerinden, kalanlar müjdelenmediler; ölüme aldırmadıklarından ölenler yüzünden kalanlara başsağlığı verilmedi bile. Onların gözleri ağlamaktan dünyâyı seçmez olmuştu; fazla oruçtan karınları çökmüştü; duâ etmekten dudakları kurumuştu; uykusuzluktan renkleri sararmıştı; yüzlerine Tanrı'dan korkanların, ona karşı alçalanların tozu toprağı konmuştu. Onlardı benim kardeşlerim; fakat gittiler; artık benim, onlara kavuşmak susuzluğuna uğramam gerek; onların ayrılığından elimi dişlemem gerek.

Bilin ki Şeytan, sapıklık yollarını kolay gösteriyor size; düğüm düğüm çözerek dîninizi almak, birlik topluluk yerine sizi ayrılığa salmak istiyor sizi. Onun vesveselerinden, onun afsunundan yüz çevirin; size verenin, öğüdünü armağan edenin sözlerini tutun; ona bağlanın, ona uyun.

122

(Hâriciler, hakem kabûlünü inkârda ısrâr ederlerken toplandıkları ordugâha gidip buyurdular ki:)

Hepiniz de Sıffin'de bizimle beraber değil miydiniz? (İçimizde bulunan da var, bulunmayan da denince) İki bölüğe ayrılın; Sıffin'de bulunanlar bir yana gitsin, orda dursun; bulunmayanlar da bir tarafa gelip toplansın da hepsine diyeceğimi diyeyim

(buyurdu. Sıffin'de bulunanlarla bulunmayanlar ayrılınca hepsine) Susun da sözlerimi dinleyin, yüreklerinizi sözlerime verin; sizden tanıklık istediğim vakit de herkes bildiğini, bildiği gibi söylesin

(diye münâdîye nidâ ettirdi. Sonra onlara uzun bir hutbe okudu ki bu sözler, o hutbedendir:)

Onlar Mushafları mızraklara bağlayıp yücelttikleri zaman, hîleyle, düzenle, bunlar da bizim kardeşlerimiz, bunlar da dindaşlarımız. Bize baş vuruyorlar, geçmiş suçlarını bağışlamamızı diliyorlar. Noksan sıfatlardan arı olan Allah'ın Kitabına sığınarak savaştan kurtulmak istiyorlar. Dileklerini kabûl etmemiz, onları bu dertten kurtarmamız doğrudur diyenler siz değil miydiniz?

Size, bu bir iştir ki  dedim, görünüşte îman, fakat içyüzde düşmanlık ve isyan. Evveli rahmet, fakat sonu nedâmet, Yolunuza yürüyün, dişlerinizi sıkın, savaşa devam edin. Uyulursa adamı sapıklığa götürecek, uyulmazsa hor-hakir bir halde kalakalacak kişinin çağrısına aldırmayın. Fakat siz dinlemediniz; siz kabûl etmediniz bunu. Ben kabûl etseydim uymam gerekirdi; fakat Allah, bunun suçunu yüklemedi bana; Kur'ân benimledir elbet; ona inanalı ayrılmadım ondan ben.

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlallah'la beraber olduğumuz demlerde öldürülmek, babaların, oğulların, kardeşlerin, yakınların arasında döner dururdu; ama musibetlerde, bütün çetin olaylarda bizim ancak inancımız artardı; gerçek üzere geçer giderdik; buyruğa uyarak, yaraların sızısına dayanırdık.

Şimdiyse Müslüman olduğunuz hâlde İslâm'a giren sapıklık ve batıl şüphe ve te'vil yüzünden kardeşlerimizle savaşmadayız; Allah'ın aramızdaki ayrılığı gidereceğini, bizi uzlaştıracağını umduğumuz şeye yapışmaya, ondan başkasını elden atmaya çalışmadayız.

238

Hakemeyn Hakkında:

Aşağılık kaba kişilerdir; bayağı huylu kullardır. Her yandan toplanmışlar, her kötülüğe bulanmışlar. Din hükümlerini öğrenip edep kaidelerine uymaları, belleyip yola gelmeleri gerekli olan, buyruk altına girmeleri, başlarına buyruk bırakılmamaları icâb eden kişilerdir. Ne Muhâcirlerdendir onlar, ne Ansâr'dan; ne  de daha önce Medîne'de yerleşenlerdir.

Bilin ki onlar, toplumun içinden kendilerince sevilen, istenen en yakın kişiyi seçtiler. Sizse istemediğiniz, sevmediğiniz en yakın kişiyi seçtiniz. Abdullah bin Kays'in dün dediklerini hatırlayın; diyordu ki: Bu bir fitnedir, Müslümanlar arasında hakla batıl belli değildir; yaylarınızın zırhlarını kesin; kılıçlarınızı kınlarına sokun.(56)

Doğru söylüyorduysa zorlanmadan gitmekte yanıldı; yalan söylüyorduysa töhmet altına girdi. Amr ibn'il-Âs'a karşı Abbas oğlu Abdullah'ı gönderin; fırsattan faydalanın; İslâm'ın elinde olan uzak şehirleri kaplayın, kavrayın, koruyun. Görmüyor musunuz ki şehirlerinizde savaşıyorlar; onları elde etmeyi umuyorlar.

125

(Hâriciler hakem kabûl etmesini, sonradan kınayın-ca buyurdular ki:)

Biz insanları hakem yapmadık, Kur'ân'ı hakem tâyîn ettik. Kur'ân, iki yaprak arasındaki kitaptır; dille söylemez; çâresiz onu okuyup anlatacak biri gerek. Onunla söz söyleyenler, insanlardır. Şamlılar bizden, Kur'ân'ı hakem tayin etmemizi istediler. Yüce Allah'ın kitabından yüz çevirecek kişiler değiliz biz ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, "Bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, Allah'a, Peygamber'e başvurun" buyurmuştur (4, Nisâ', 59). Allah'a başvurmak, Kitabıyla hükmetmemizdir;  Peygamber'in sünnetine başvurmak, onun hükmüne, onun sünnetine uymamızdır. Allah'ın Kitabıyla gerçek olarak hükmedilecekse biz, onunla hükmetmeye herkesten daha ziyade layığız; Allah'ın Rasûlü'nün sünnetine uyularak hükme varılacaksa biz, insanlar arasında onunla hükmetmeye en fazla hakkı olanlarız, ona ehil bulunanlarız.

Ama neden hakeme razı olarak mühlet verdin derseniz cevabım şudur: Bilgisiz de gerçeği bilsin, öğrensin, bilgi sahibi de bilgisini büsbütün arttırsın; bunu istedim, bunu diledim; Allah belki bu uzlaşmayla bu ümmetin arasını bulur, düzeltir, bu zaman içinde biraz soluk almasını sağlar, gerçek aydınlanır, sapıklık ortadan kalkar dedim.

Gerçekten de Allah katında insanların en yücesi, gerçek, onun elde edeceği şeyi azaltsa, onu derde, gussaya salsa, batıl ona fayda verse, elde edeceğini çoğaltsa bile gerçeğe uyanı, onunla amel edenidir.

Neden şaşkına dönüyorsunuz, neden bu fitne nereden geldi size, düşünmüyorsunuz? Gerçeğe uymakta şaşırıp kalan, onu bir türlü görmeyen, zulme sarılan, ondan ayrılmayan, kitabın hükmünü anlamayan, doğru yoldan çıkıp sapan topluluğa karşı yürümeye hazırlanın. Fakat siz, ne güvenilir, ne dayanılır kişilersiniz, ne yoldaşlık edilecek dostlar. Savaş ateşini yalımlayacak ne kötü kişilersiniz siz, Yuf olsun size; dertlere düştüm, belâlara uğradım sizinle. Birgün savaşa çağırıyorum sizi; birgün gönlümdeki dertleri söylüyorum size, danışıyorum sizinle; fakat ne çağırdığım zaman doğru özlü, vefâlı kişilersiniz siz, ne sır söylenecek, güvenilecek kardeşler.

127

(Hâricilere karşı buyurmuşlardı ki:)

Tutalım, benim yanıldığımı, doğru yoldan saptığımı sandınız; benim bu hareketim yüzünden neden bütün Muhammed ümmetini de sapık sayıyorsunuz? Neden benim yanılmam yüzünden onları da yanılmış biliyor, benim suçum yüzünden onları da kâfir sanıyorsunuz?

Kılıçlarınız omuzlarınızda; onları suçsuzlara sallıyorsu-nuz; suçluları suçsuzlara katıyorsunuz. Oysa siz de bilirsiniz ki; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah evli olarak zina edeni recm etmiş, sonra ona namaz kılmıştır, mirasını da, miras düşenlerine vermiştir. Adam öldüreni öldürtmüş, mirasını ehline pay etmiştir. Hırsızlık edenin elini kestirmiş, evli olmadığı halde zina edeni dövdürmüş fakat sonra Müslümanların haklarından onlara düşen hakkı da kendilerine teslîm eylemiştir; onlar da Müslüman kadınları nikâhlamışlar, onlarla evlenmişlerdir.

Demek ki, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah onlara, suçlarının cezalarını vermiş, Allah'ın hükmünü tatbik etmiş, fakat Müslümanlıkta haklarını onlardan men etmemiş, adlarını Müslümanlıktan çıkarmamıştır. Sizse insanların en kötülerisiniz; Şeytanın azgınlığa, isyana sevk ettiği, şaşkın bir halde sapıklığa sürdüğü kişilersiniz.

Yakındır, benim yüzümden iki bölük helâk olur gider: Bir bölüğü, beni fazlasıyla sevendir; sevgi, gerçek olmayan inanca yürütür onu; öbürü, bana buğuz edendir; buğuz, gerçek olmayan yola salar onu. İnsanların hayırlıları, hak-kımda ne ileri gidenleridir, ne geri kalanları. Onlar, orta yolu seçerler. Bu yolu seçin; Müslümanların çoğunluğunun inancına sâhip olun; çünkü Allah'ın (Kudret) eli, topluluktadır. Sakının ayrılıktan; insanlardan ayrılan, Şeytana kul olur; sürüden ayrılan koyunun kurda lokma olması gibi.

Bilin, duyun; onların bu inancını güden kişiyi, imamemin altında bile olsa, öldürün.

Tayin edilen iki hakem, Kur'ân'ın dirilttiğini diriltmek, Kur'ân'ın öldürdüğünü öldürmek için tâyîn edilmişti; onların bir araya gelmeleri ayrılığı yok etmek içindi. Kur'ân, bizi onlara uymayı çekerse uyacaktık onlara; Kur'ân bize uymayı emrederse, onlara değil, bize uyacaktınız. Sizi kötü bir işe salmadım; işlerinize ait bir hususta aldatmadım; şüphelere düşürmedim. Seçtiğiniz iki kişiyi, Kur'ân'ın hükmünden çıkmamalarını şart koşarak tâyîn etmiştik, göndermiştik. Onlarsa gerçeği, göz göre göre terk ettiler; cevr olduğunu bile bile kendi kendilerine uydular; cefâ yoluna gittiler. Oysa ki hükümde adaleti, gerçeğe uymalarını, kendi kötü reylerine uymamalarını şart koşmuştuk önceden.

19

(Kufe'de, minberde hutbe okurlarken ve hakemlere ait beyanda bulunurlarken birisi, önce bizi bundan men etmiştin, sonra da bunu kabûl ettin; bilmeyiz hangisi daha gerçek dedi. Hazret, elini alnına vurarak, biati bozan toplumun cezâsıdır bu buyurdu. Kays oğlu Eş'as, Ey Emir'el-Mü'minin, bu söz, senin lehine değil, aleyhinedir deyince de ona hitap ederek buyurdular ki:)

Hangisi aleyhimde, hangisi lehimde, ne bilirsin sen? Allah'ın ve lânet edenlerin lâneti sana ey çulha oğlu çulha, ey kâfir oğlu münâfık. Andolsun Allah'a ki O, seni iki kere tutsak etti; bir keresinde kâfirdin, bir keresinde Müslüman. İkisinden de ne malın kurtardı seni, ne soyun-sopun, ne devletin, ne şerefin, izzetin. Kavmini kılıca götüren, onları ölüme sevk eden kişiye, en yakınının düşman olması, en uzak olanınsa ondan emin bulunması, yerindedir, gerçektir.(57)

184

Haricî şâirlerinden Burc b. Müshir'it-Tâî'nin "Hüküm ancak Allah'ındır" dediğini duydukları vakit ona buyurdular ki:

Sus bre ön dişleri düşmüş adam, Allah çirkinleştirsin seni; Andolsun Allah'a ki hak açığa çıktığı zaman arıktın sen, hor hakirdin sen; sesin bile çıkmazdı; çıksa bile duyulmazdı, o söze uyulmazdı. Ama batıl nâra atınca erkek keçinin boynuzu gibi hemencecik fırladın da başı aştın, söz etmeye düştün.

44

(Maskala b. Hubayrat'iş-Şeybânî, kaçıp Muâviye'ye gittiği zaman buyurdular ki:)

Allah Maskala'yı çirkinleştirsin, rezil etsin, cezâsını versin. Uluların işini yapmıştı, aşağılık kişilerin kaçışı gibi kaçtı. Onu övecek kişiye fırsat vermeden susturdu onu; yaptığını söyleyecek kişiyi gerçeklemedi, pusturdu onu. Kaçmasaydı kolayına gelini alırdık ondan, kalanı için de mal-mülk sâhibi olmasını beklerdik onun.(58)

181

(Kufelilerden olup Haricîlere katılmak isteyen ve kendisinden korkan bir bölüğün ahvalini anlamak için ashabından birini göndermişti. Dönüp gelince, emin olup yatıştılar mı, yoksa kötü bir düşünceye kapılıp gittiler mi diye sordu. Gelen kişi, Yâ Emir'el-Müminin gittiler deyince buyurdular ki:)

Uzaklaşıp helâk olsunlar, Semud kavminin helâk olduğu gibi.(59) Ama mızraklar onlara uzandı, kılıçlar tepelerine indi mi, yaptıklarına pişman olurlar. Bugün, onları bozgunluğa düşüren Şeytan, yarın, onlardan olmadığını söyler, onları kendi hâllerine bırakır gider.(60) Doğru yoldan sapmaları, azgınlığa, körlüğe uymaları, gerçekten ayrılmaları, sapıklık çölüne düşüp serkeşlik etmeleri, belâ olarak yeter onlara.

58

(Hakemeyn'den sonra Nehrivan'da toplanan Hâricilere buyurdular ki:)

Kasırga kökünüzü silip süpürsün; sizden söz söyleyen bir tek kişi bile kalmasın, gitsin. Allah'a inancımdan, Râsulullah'la, sallallahu aleyhi ve âlihi, uyup onunla beraber savaşımdan sonra kâfir olduğuma mı şehâdet edeyim? Böyle bir şey yaparsam sapıklığa düşmüş olurum; doğru yoldan şaşmış olurum. Yıkılın gidin en kötü yere; topuklarınız üstünde dönün gerisin geriye. Bilin ki benden sonra sizi kaplayan bir alçalışa düşeceksiniz: keskin kılıca uğrayacaksınız; zâlimler mallarınızı alacak; bu, size yapılıp duran bir âdet olacak.

59

(Nehrivan'a Hâricilerle savaşa giderlerken buyurdular ki:)

Öldürülecekleri yer, suyun bu yüzü; andolsun Allah'a, onlardan on kişi kurtulmaz; sizden de on kişi helâk olmaz.(61)

60

(Hâricilerle savaş bittikten sonra, Yâ Emir'el-Müminin bu kavim tamamıyla öldürüldü denince buyurdular ki:)

Olamaz; vAllahi onlar daha babalarının bellerindeler, analarının rahimlerindeler. Onlardan biri, bir dal gibi taş gösterdi mi, kesilir, öldürülür; sonuncuları hırsızlığa başlar, adam soymaya koyulur.

61

(Hâricilerle savaştıktan sonra buyurdular ki:)

Benden sonra Hâricileri öldürmeyin; gerçeği dileyip hata eden, batılı dileyip elde edene benzemez.(62)

Nehrivan'dan sonra

56

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Rasûlullah'la beraberdik, babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi, amcalarımızı öldürüyorduk. Bu, doğru yolda yürüyerek, mihnetlere sabrederek, düşmanla savaşa sarılarak ancak inancımızı arttırmada; teslimiyetimizi çoğaltmadaydık. Gerçekten de bizim her birimiz, düşmanımızdan birine saldırmada, iki esrik deve gibi boğuşmada, dövüşmedeydik. Dövüşenlerin ikisi de birbirinin canına susamıştı. Kim, ömrüne ölümü sunacak, hangisi hangisini ölümle suvaracak, onu gözetmedeydi; ona bakmadaydı. Kimi olurdu, biz düşmanımıza üst olurduk, kimi de düşmanımız bize üs olurdu. Allah, doğruluğumuzu görünce düşmanımızı alçalttı; bize yardım etti; sonra Müslümanlık yerleşti; üst olup karar kıldı. Ömrüm hakkı için ki bu işe, sizin sarıldığınız gibi sarılsaydık dinin bir direği bile dikilmezdi; iman bağında bir dal bile yeşermezdi. Allah hakkı için yaptığınız işten dolayı kan sağmanız gerek; nâdim olmanız gerek.

93

(Nehrivan savaşından sonraki hutbelerinden:)

Sonra ey insanlar, bilin ki ben fitnenin gözünü kör ettim; dalga-dalga yayılan karanlığına benden başka kimse dalamaz; coşup duran kudurganlığına kimse atılamaz. Sorun bana, beni yitirmeden sorun. Canım kudret elinde olana andolsun, sizinle kıyâmet arasında neler olacaksa, sorarsanız haber veririm size. Yüzlerce kişiyi doğru yola götürecek, yüzlerce kişiyi sapıklığa atacak topluluklardan hangisini öğrenmek isterseniz, o fitneye halkı kim çağırır, kim yürütür; yüklerini çeken develeri nerelerde ıhlatıp yaratırlar; yüklerini nerelerden alıp yüklerler; onlardan kim öldürülür, kim ölümüyle ölür; hepsini bir bir bildiririm size.

Ama beni yitirdiniz mi, size hoşlanmadığınız işler, sıkıntılı çetin olaylar gelip çatınca, soranların çoğu, şaşırıp başlarını önlerine eğecekler, soru sorulanların çoğu da cevap veremeyip acze düşürecekler. Bu da, giriştiğiniz savaş kızışıp sürdükçe sürdüğü, halkın paçalarını sıvayıp işe giriştiği, dünyanın sizi dara düşürdüğü, ortalığı kararttığı zaman olacak; sonunda Allah, sizin hayırlılarınızdan geriye kalanlardan bu belâ günlerini giderinceye dek bu, böyle gidecek.

Bilin ki fitneler gelip çattı mı, hak mıdır, batıl mı, bilinmeyecek, şüphe edilecek. Geçip gitti mi, halk uyanacak, bilecek, Gelip çatınca inkâra düşülecek, geçip gidince anlaşılıp bilinecek. Bu fitneler, kasırgalar gibi esip dönecek, tozup duracak, bir şehirden gelecek, bir şehri alıp verecek.

Bilin ki size gelip çatacak fitneler içinde en korktuğum fitne, Ümeyyeoğulları'nın fitnesidir; çünkü o, hiçbir şey görmeyen kör, hiçbir şey göstermeyen karanlık bir fitnedir. Bu  fitneye karşı tedbir yolu görünmez, belâsı herkesi kaplar; can gözü açık olana gelir çatar; körleşip onu görmeyendense geçer gider. Allah'a and olsun ki Ümeyyeoğulları, benden sonra sataşacağınız en kötü buyruk sahipleridir; kocamış, kötü huylu deveye benzerler onlar; sütünü sağarken sağanı dişiyle ısırır; ayağıyla başına vurur; onu tekmeler durur; sütünü vermez olur. Sizden, kendilerine yarayandan, yahut da hiç olmazsa onlara zararı dokunmayandan başkasını bırakmaz onlar. İçinizden birinin, onlardan öç alması, ancak kulun efendisinden, birinin hizmetinde bulunan kişinin, o kişiden öç almasından başka bir şey olamaz ve o zamana dek de onların belâsı sizin üstünüzden kalkmaz. Görünüşü çirkin, korkunç, câhiliye devrinin karanlıkları gibi kapkaranlık fitneleri gelip çatarsa size; o fitnede ne bir hidayet alâmeti vardır, ne bir yol gösteren bilgi.

Biz Ehlibeyt, ondan kurtulmuşuz; o fitne için de halkı, kendisine çağıranlardan değiliz biz. Sonra Allah onları alçaltan, zorla, zorlukla sürüp götüren, onlara zehirden daha acı ağı ile dopdolu kadehi sunan, onlara ancak kılıç veren, onlara ancak korku ve dehşet elbisesi giydiren kişinin eliyle sizden o belâyı, o fitneyi, hayvanın derisini yüzer gibi yüzüp sıyıran kişinin eliyle giderir. O zaman Kureyş, bütün dünya ellerinde olsa, dünyada ne varsa hepsine sahip bulunsa, pek az bir müddet için bile olsa beni görmek için fedâ etmeye hazırdır. Ama ne fayda. Bugün, onlardan bir kısmını istiyorum da gene vermiyorlar bana.(63)

180

Ashabını yererken buyurdular ki:

Överim Allah'ı, takdirini yerine getirmesi, dileğini izhâr eylemesi dolayısıyla; beni sizinle mübtelâ etmesi dolayısıyla; ey buyurduğum zaman itâat etmeyen, çağırdığım zaman gelmeyen topluluk. Sizi kendi başınıza bıraksam lafa dalarsınız; savaşa soksam yorulur bırakırsınız. Halk imâmın emrine uysa kınarsınız; size uyarsa arkanızı dönersiniz. Hay olmayasıcılar, kendi kendinize yardım için neyi bekliyorsunuz; hakkınızı almak için savaşa girmiyor da ne umuyorsunuz? Ölümünüzü mü, yoksa alçalıp gitmenizi mi?

Vallahi ölüm günü gelip çatsa ki elbette gelecektir, sizinle aramı ayırsa, sizinle konuşmayı istemeden, sizden yardım ummadan ayrılacağım sizden. Allah için söyleyin, savaşınız kendiniz için mi, Allah için mi? Dininiz yok mu ki sizi bir araya toplasın; hamiyetiniz yok mu ki size bir gayret versin? Şaşılacak şey mi değil ki Muâviye, aşağılık zâlimleri çağırıyor, onlara bir şey vermeden onlar, ona itâat ediyorlar. Ben, İslâm olanların soyundan gelen, onların yerlerini tutan sizleri çağırıyorum yardıma, yahut da savaş için bir bölüğünüzü çağırıyorum bir şey vermeye, benim yanımdan dağılıyorsunuz, benim aleyhime dönüyorsunuz. Ne bana yardım ve itâat husûsunda rıza gösteriyorsunuz, ne beni kınamada, aleyhime dönmede birleşiyorsunuz. Sizden kurtulmam için ölümümden başka bir şey istemiyorum; ölüm bana en sevimli bir şey oldu. Size kitabı okudum, anlattım; delil getirdim belirttim; tanımadığınız şeyleri bildirdim; ağzınızdan attığınız şeyleri sindirttim; anlamadıklarınızı anlatmaya çalıştım; ama kör görmezse, uyuyan uyanmazsa ben ne yapabilirim?

Kılavuzları Muâviye olan, terbiye edenleri Nâbıga oğlu bulunan toplum, bilgisizliğe ne de yakındır.

108

Yarattıklarına yarattıklarıyla, yaratmak, var etmek kudretiyle tecelli eden, onların gönüllerine delilleriyle görünen, onların delillerini gösteren Allah'a hamdolsun. Halkı düşünüp taşınmadan yarattı; düşünüp taşınmak ancak düşünceye, tasarlanmaya sâhip olanlara yaraşır; oysa Allah bundan münezzehtir. Bilgisi, her çeşit gizlilikleri kavramış, her türlü gizli inançları kaplamıştır.

(Bu hutbede, Hazreti Peygamber'i, (s.a.a), anarlarken buyurdular ki:)

Onu peygamberler ağacından, ışıklar saçan kandil konan yerden, en yüce yerden, Mekke'nin göbeğinden, karanlıkları ışıtan nurlardan, hikmet kaynaklarından seçmiştir.

İmam bir hekimdir ki devâsıyla hastalarını dolaşır durur; yaralarına merhem sarar; gereken yaraları dağlayıp yakar; bereleri onarır; hastalara ilâç sunar kör gönülleri, sağır kulakları, söylemez dilleri iyileştirir; sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, karanlıkları aydınlatan bilgi yalımlarıyla tutuşup yalımlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara benzeyen, katı taşları kayaları andıran, gaflete düşmüş, hayrete uğramış kişileri ilâcıyla iyileştirmek için arar, bulur.

Can gözü açık olanlara gizli şeyler açıklanmıştır; doğru yolda şüpheye kapılanlara gerçek, apaçık meydana çıkmıştır. Kıyâmet, yüzündeki örtüyü açmıştır; gelip çattığına dair alâmetler belirmiştir.

Fakat ne oldu da ben cansız bedenler, cesetsiz canlar görüyorum sizi; ne oldu da düzene girmemiş, doğru yolu bulmamış ibâdet edenler, kâr elde etmeyen tâcirler gibi görüyorum sizi? Uykuya dalmış uyanıklarsınız; burada bulunmayan, fakat bedenleriyle önümde durup duran kişilersiniz; körler gibi bakmadasınız; sağır gibi dinlemedesiniz; dilsizler gibi konuşmadasınız.

Ümeyyeoğulları devleti, bir sapıklık bayrağıdır ki miline oturtulmuş değirmen taşı gibi yerine dikilmiştir; gölgesi her yana yayılmıştır. Sunduğu kadehle sizi döndürüp duruyor; ayakları altında sizi ezip un-ufak ediyor. O bayrağı diken, dinden çıkmıştır; sapıklığa ayak basmış, direnmiştir. Üst olduğu gün, yenmiş yemeğin kapta kalan artığı, yahut boşaldıktan sonra zâhire çuvalında kalan kırıntı kadarınız kalır ancak. O sapıklık bayrağı, sizi deri tabaklayan kişi gibi ovalar; hasat edilmiş ekin gibi ezer, öğütür; kuşun küçük taneler içinden büyüğünü seçip yediği gibi, içinizden, ancak zarar vermek için inanan kişiyi seçer, çıkarıp alır.

Hangi yola gidiyorsunuz, bu yollar nereye götürüyor sizi? Karanlıklar sizi şaşırtmada, yalanlar sizi aldatmada; nereden geldi bu âfet başınıza, ne vakit bu yoldan döneceksiniz siz?

Her şeyin bir zamanı var, her gidişin bir gelişi var. Rabbin lütfuyla bunları bilenden dinleyin; gönüllerinizde yer etsin sözleri; size söylerse uyanmaya bakın. Çölde, toplumuna su ve yiyecek arayan, elbette doğru söyler; yapacağını tasarlar; zihnini derleyip zorlar; size işin aslını açıklar; hiçbir şüpheli şey bırakmaz; bildirir.

Ama o sapıklık bayrağı dikilince batıl yerleşir yeryüzünde; bilgisizlik binek atlarına biner; azgınlık büyüdükçe büyür; gerçeğe çağıran azalır; zaman saldırıp yaralayan, salıp ısıran canavar gibi saldırır; susan, sinen erkek deveye benzeyen batıl, seslenmeye başlar, esrir kuvvetlenir; insanlar, kötülük yolunda kardeş olurlar; birbirlerinden dini gidermeye başlarlar; yalanı severler, gerçeğe düşman kesilirler. İş bu kerteye gelince de oğul, dert olur babaya; yağmur ıssıyı artırır; kötüler çoğaldıkça çoğalır; iyiler azaldıkça azalır.

Bu zamanda yaşayanlar kurt kesilirler, buyruk sahipleri yırtıcı canavara dönerler, orta halliler yiyici olurlar; yoksullarsa ölüp giderler. Doğruluk bulunmaz olur; yalan çoğaldıkça çoğalır durur; sevgi dillerde kalır; insanlar gönülleriyle birbirlerine karşı dururlar; kötülükte bulunmak soy-boy olur; namus ve temizlik, şaşılacak bir şey haline gelir; İslâm ters giyilen elbiseye döner.

29

Ey bedenleriyle bir araya gelip toplanmış dilekleriyle, istekleriyle darmadağın olmuş insanlar, sözünüzle sert kayalar erir gider; yaptığınız işle düşmanlar size tamah eder. Meclislerde dersiniz: Var mı bize yan bakacak; savaş gelip çattı mı, dersiniz: Bizden uzak ol, uzak. Çağıranın çağırışı, size bir şeref, bir gayret vermedi; yüreğini sıktığınız kişi, huzur rahat görmedi. Bunların hepsi de sapıklıktan doğma bahaneler; hani borçlunun bugün, yarın diye borcunu vermemesine benzer. Alçalmış kişi, horluğu gideremez; hak, çabadan, savaşmaktan başka bir şeyle elde edilemez. Yurdunuzdan başka hangi yurttan düşmanı kovacaksınız; benden sonra hangi imâma uyup savaşacaksınız? Andolsun Allah'a aldanmış kişi, o kişidir ki, size aldanır; sizinle bir şey elde etmeyi uman, en isâbet etmeyecek kumar okunu atar; utulur kalır; sizinle ok atan, yaya dayanağı olmayan, temreni bulunmayan oku atar, perişan olur. Andolsun Allah'a, sözünüze inanmadan sabahladım; yardımınızı ummadım; düşmanı sizinle korkutmadım.

Nedir hâliniz, nedir ilâcınız, nedir tedbiriniz? Onlar da sizin gibi adam. Bütün sözlerinizi bilgisiz mi söylüyorsunuz; çekinmeden gaflete mi düşüyorsunuz; hakkınız olmayan bir şey mi umuyorsunuz?

166

Küçüğünüzün, büyüğünüzün yolunu tutması gerek. İslâm'dan önceki câhiliyye devrinin cefacıları gibi olmayın; onlar da ne dinden bir hüküm bilirlerdi, ne Allah'ın varlığını akıl ederlerdi.

(Aynı Hutbeden:)

İslâm'la birbirlerine dost olduktan sonra gene dağıldılar, asıllarından ayrıldılar; içlerinden öylesine bir dala yapışanlar oldu ki dal nereye eğilirse, onunla beraber o yana eğildiler. Fakat Allah onları, son baharda bulutlar nasıl bir araya toplanırsa, daha beter bir gün için, Ümeyyeoğulları için bir araya toplayacaktır. Allah aralarını uzaklaştıracak, sonra onları birbiri üstüne yığılan bulutlar gibi bir araya getirecek; sonra onlara kapılar açacak; toplandıkları yerlerden, Seba ehlinin iki bahçeye gelen seli gibi akıp gidecekler. O selden bir tek tepe bile kurtulmayacak; bir yüksek yer bile tutunamayacak; o selin yolunu ne bir tümsek tutabilecek, ne bir yüksek, önüne geçebilecek. Allah, onları, vâdîlerinde kol kol ayıracak; yeryüzündeki kaynakları meydana getirecek. Onlarla başka bir toplumun hakları alınacak; onları ayrı bir toplumun yerine yerleştirecek. Andolsun Allah'a ki yücelikten, yerleşip pekiştikten sonra onların ellerinde ne varsa, yağın ateşte erimesi gibi eriyip bitecek.

Ey insanlar, hakka yardım etmede birbirinizden ayrılmasaydınız, batılı gidermede gevşek davranmasaydınız, size eşit olmayanlar, sizi alt etmeye kalkışmazlardı; kendilerine üst olduğunuz kişiler, kuvvet elde etmezlerdi. Fakat siz, İsrailoğulları gibi çöle düştünüz; ömrüm hakkı için benden sonra bu çöldeki şaşkınlığınız, İsrailoğulları'nın şaşkınlığından kat kat artacaktır. Ne diye hakkı ardınıza attınız, yakından kesildiniz, en uzağa sarıldınız? Bilin ki, sizi gerçeğe çağırana uysaydınız, o, sizi Peygamber'in gittiği yola götürürdü; insafsızlığa düşmezdiniz; boyunlarınızdaki ağır yükleri atardınız.(64)

97

(Kufelilere Hutbeleri:)

Allah mühlet verse bile zâlimi, eninde sonunda kahreder, cezâsız bırakmaz. Onu görmededir, onun geçtiği yolu bilmededir, sonra onun boğazını sıkar; tükürüğünü yutmasına bile meydan vermez. Canım kudret elinde olana andolsun, bu topluluk, size üst olacaktır; ama bu, onların, sizden daha haklı olduklarından değil, batıl iş bile buyrulsa hemencecik itâat edişlerinden ve sizin, benim buyruğuma itâat etmeyişinizden. Ümmetler, buyrukları altındakilerin zulmünden korkarak sabahlarlar; bense buyruğum altındakilerin zulmünden ürkerek sabahlamadayım. Düşmanla savaşmanızı istedim, gitmediniz. Size öğüt verdim, tutmadınız. Gizli, açık bağırdım, gelmediniz. Öğüdümü duymadınız. Buradasınız ama yok musunuz? Kullarsınız ama baş mı kesildiniz? Size gerçek sözler söylüyorum, kaçıyorsunuz. Adamakıllı öğüt  veriyorum,  sözüm  bitmeden dağılıyorsunuz. İsyan edenlerle savaşa teşvik ediyorum sizi, daha sözüm bitmeden Sebe' kavmi gibi dağılıveriyorsunuz; toplandığınız yerlere gidiyor, birbirinizi öğütlerle kandırıyor, aldatıyorsunuz. Sizi sabahleyin doğru yola sevk ediyorum; akşamleyin yanıma yay gibi eğrilmiş dönüyorsunuz. Sizi doğrultan da usandı gitti, duyup dinleyenin de işi sarpa sardı.

A bedenleriyle karşımda duran, akıllarını yitirmiş, dilekleriyle burada bulunmayan, istekleri çeşit çeşit olan kişiler, a emirlerini derde uğratan belâlara düşüren adamlar, emiriniz Allah'a itaat ediyor, siz onun emrini tutmuyorsunuz: Şamlıların emiri Allah'a isyan ediyor, onlarsa onun emrini tutuyorlar. Andolsun Allah'a ki Muâviye sizin için benimle sarraflar gibi alış verişe girse, onlardan birini, bir altın verir alırdım, bir gümüş dirheme de onunuzu satardım.

Ey Kufeliler, sizde bulunan üç şeyle, sizde bulunmayan iki şey yüzünden dertlere düştüm; gamlara battım: Kulaklarınız var, sağırsınız; konuşuyorsunuz, söz söylüyorsunuz, dilsizsiniz; gözleriniz var, körsünüz(65). Savaşta hür erler gibi direnmeniz yok; belâ çağında güvenilir adamlar değilsiniz siz.

Ellerine toz toprak giresiceler, siz, haydayanı uzakta kalmış develere benziyorsunuz; bir yandan bir yana dağılmış, gitmişsiniz. Allah'a andolsun, savaş kızışsa, ateş bacayı sarsa Ebû-Tâlib oğlunun yanından dağılır gidersiniz, doğan çocuk nasıl bir daha ana rahmine girmezse sizi de bir daha derleyip toplamak mümkün olmaz.

Rabbimin yolundayım ben, gerçeğim ve Peygamberinin emrine uymuşum; doğru yoldayım; apaçık, o yolda gitmedeydim. Peygamberinizin Ehlibeytine dikkat edin; onların yolundan ayrılmayın; onlara uyun. Onlar, sizi aslâ doğru yoldan çıkarmazlar; sapıklığa sevk etmezler. Onlar oturdular mı siz de oturun; onlar kalktılar mı siz de kalkın; onların önüne geçmeyin. Böyle hareket etmezseniz yollarınızı yitirirsiniz; sersemleşir, sapıtır gidersiniz. Onlardan geride kalmayın, yoksa helâk olur bitersiniz.(66)

Ben, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in ashabını gördüm; içinizde onlara benzer bir kişi bile göremiyorum. Onlar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde sabahlarlar, gecelerini namazla geçirirlerdi. Kimi alınlarını toprağa koyarlardı, kimi yüzlerini. Kıyâmeti andılar mı, köz gibi yanarlardı. Alınları, secdeden, âdetâ keçinin dizlerine dönmüştü, kabuk bağlamıştı. Allah anıldı mı, azap korkusundan, sevap ümidinden gözyaşı dökerlerdi; hem de öylesine ki yenleri yakaları ıslanırdı; yel eserken ağaç nasıl sallanırsa öyle titrerlerdi.(67)

131

Ey bedenleriyle burada bulunan, akıllarıyla yetip giden, çeşitli dileklere dalan, gönülleriyle başka başka yerlere yelip yortan kişiler, ben sizi gerçeğe sevk etmedeyim, sizse aslanın kükremesinden korkup kaçan keçi gibi sözlerimden kaçmaktasınız, gerçekten yan çizmedesiniz. Size, ayın son gecesine benzeyen adaleti göstermeme, ışıyacağını söylememe rağmen beni dinlemiyorsunuz; sizi o ışıkla aydınlatmama, yahut eğrilmiş gerçeği doğrultmama, ne çâre ki imkân yok.

Allah'ım, sen de bilirsin ki bizim savaşa sarılmamız, dünya mülküne rağbetimizden, bakası olmayan dünya malını elde etmek istediğimizden değildir. Allah'ım, ilk olarak mâbuduna yönelen, çağrıyı duyup icâbet eden kişiyim ben; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Resûlullah'tan başka hiçbir kimse, benden önce namaz kılmamıştır; ilk namaz kılan kişiyim ben.

Siz de bilirsiniz ki buyruk sâhibinin, insanların namuslarına, kanlarına, ganimetle elde edilen şeylere, dilediği gibi hüküm etmeye kalkışması doğru olmadığı gibi nekes kişinin bilgisizlik, cefâ ve zulmedenin buyruk sâhibi olması da doğru değildir; nekes, halkın mallarına göz diker; bilgisiz, onları doğru yoldan  saptırır; zulmedense onları canlarından eder. Devletin elden gideceğinden korkan, bir bölüğü tutar, öbürlerini bir yana atar. Hükümde rüşvete kapılan, bir bölüğü, hakkından mahrum eder; sünneti terk edense ümmeti helâk eder gider.

35

(Hakemeynden sonra bir hutbeleri:)

Zaman, ağırlığından kırıp geçiren, çetinliğinden ezip gideren bir iş etse, bir olay çıkarsa bile Hamd Allah'a. Bilirim bildiririm ki, Allah'tan başka yoktur tapacak; Onunla, O'ndan başka yoktur bir kulluk edilecek mâbud ve gerçekten de Muhammed, kuludur, elçisidir; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun.

Bundan sonra derim ki: Gerçekten de esirgeyen, bilen, tecrübe sâhibi olan öğütçünün öğüdüne isyan, insanı şaşkınlığa düşürür; sonunda da nedâmete sürer götürür. Bu hakem tayin etmek husûsunda emir verdim, gizlediğim reyimi süzdüm, tertemiz ettim, size söyledim. Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi.(68)

Cefâ edici muhâlifler gibi, isyancı düşmanlar gibi baş çektiniz; dinlemediniz beni; hem de öylesine dinlemediniz ki sonunda öğüt veren bile öğüdünden şüpheye düştü; her yanı ışıtan reyini kınamaya kalkıştı.

Ben de, siz de Hevâzin boyundan olan kardeşin söyledi-ğine döndük.

Mün'arac'ül-Levâda(69) reyimi bildirdim, emrettim size;

Ertesi günün kuşluğu oluncaya dek doğruluğu anlaşılmadı sizce.

36

(Nehrivan'da Hâricilere hitapları:)

Bu nehrin kıyılarında öldürüleceksiniz; bu yörenin çukurlarında yerlere serileceksiniz; hem de Rabbinizden apaçık bir delile sâhip olmadan; yaptığınızın doğru olduğuna dâir elinizde bir hüccet bulunmadan; ben bu hâlden önce sizi korkutmadayım; size  öğüt vermedeyim. Dünya sizi şaşırtmada; kader sizi helâk etmede. Sizi şu hakem işinden men etmiştim; düşmanlık edercesine karşı geldiniz bana; reyimi dileğinize bıraktım. Kafasız bir topluluksunuz; aklı kıt bir kalabalıksınız. Bense sizin bir kötü işe düşmemenizi istiyordum; size bir zarar gelmemesini diliyordum.

39

(Nu'man bin Beşir, Muâviye'nin emriyle Irak'a yürümüş, Ayn'et-Temr denen yere yaklaşmıştı. Orda Emir'ül-Müminin'in (a.s) tarafından memur olan ve yanında yüz kişi kadar asker bulunan Mâlik bin Kâ'b hâli bildirdi. Hazret, minbere çıkıp Hamd ve salâvattan sonra Mâlik'e yardım etmelerini buyurdu. Iraklılardan ancak üç yüz kişi toplandı Hazret me'yus olup buyurdular ki:)

Bir topluma düştüm ki emrettim mi, tutmazlar; çağırdın mı gelmezler. A babaları geberesiceler, ne diye beklersiniz Rabbinizin yardımını? Dininiz mi yok ki sizi bir araya toplasın, gayretiniz mi yok ki sizi kızdırsın, kızıştırsın. Aranızdan kalkmışım, bağırıyorum, yardım istiyorum; içinizde dinelmişim, çağırıyorum; gelin diyorum size. Ne sözümü duyuyorsunuz, ne emrimi dinliyorsunuz. Sonunda işleri örten perde kalkacak; kötü sonunuz meydana çıkacak; ama sizin bu haliniz de o zamana dek sürüp gidecek. Size kasteden, size yardım etmez; onlar sizi merâmınıza eriştirmez. Sizi kardeşinizin yardımına çağırdım; göbek ağrısına tutulmuş deve gibi sızlandınız; yükten sırtı yaralanmış deve gibi ağır davrandınız. Sonra sizden per-perişan zayıf mı zayıf bir bölük çıkageldi; sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlardı.

47

(Kufe'ye Hitapları:)

Ey Kufe, seni Ukâz(70) pazarında serilen tabaklanmış deri gibi çekilmiş, ezilmiş görüyorum ben. Hâdiseler, ayakları altında seni ezecek; sırtına binecek. Ama hiçbir zorbayı bilmem ki sana kötülük etmeyi dilesin de Allah onu, kendi derdiyle uğraştırmasın; bir öldüren gelmesin de onu oklayıp gebertmesin.

57

(Muâviye hakkında buyurmuşlardır ki:)

Benden sonra size, boğazı geniş, karnı şiş mi şiş, göbekli biri musallat olacak O, bulduğunu yer, bulmadığını ister. Hadi öldürün onu, ama öldüremezsiniz.

Duyun, bilin ki O, beni sövmenizi emredecek size, benden teberrî etmenizi isteyecek sizden. Sövmeye gelince: Sövün, çünkü bu, benim temizliğimi arttırır, sizi de ölümden kurtarır. Benden teberriye gelince: Sakının bundan; çünkü ben, İslâm dininde olarak doğdum; îmanda, hicrette en önde bulundum.(71)

68

(Mısır'ı zaptedip oraya Vâli tayin buyurdukları Muhammed bin Ebubekir'i şehit ettiklerini duyunca buyurmuşlardır ki:)

Hişâm bin Utbe'yi tayin etmek istemiştim, onu tayin etseydim bu alanı boş bırakmazdı,  onlara  fırsat  vermezdi. Ama bu sözü, Muhammed bin Ebubekir'i kınama yollu  söylemiyorum; O, bana sevgiliydi; ben yetiştirmiştim onu, benim oğulluğumdu o.(72)

69

Niceye bir sırtları ağır yükler altında ezilmiş genç develeri yola getirip uğraşır gibi sizinle uğraşayım? Niceye bir eski elbiseyi yenilemeye çalışayım; her yanı, öbür yanı yırtılmaya çağırır; bir yanı dikilse öbür yanı sökülür. Şam askerinden, sayısı az bile olsa, bir bölük geldi mi, her biriniz, evinin kapısı yüzüne kapar, keler gibi, sırtlan gibi deliğine sokulur, dalar. Andolsun Allah'a ki sizin yardım ettiğiniz her kişi alçalmıştır; kim sizinle ok atarsa, ok dayanacak yeri kırık yayla, temrensiz ok atmıştır. Andolsun Allah'a ki siz, evlerinizin alanlarında çokluksunuz; bayrakların altında azlıksınız. Gerçekten de sizi düzene sokacak nedir? Eğriliğinizi doğrultacak nedir? Ben bunu biliyorum ama kendimi bozgunluğa düşürüp sizi düzene sokmayı uygun görmüyorum. Allah yüzlerinizi karartsın, nasibinizi azaltsın. Batılı tanıdığınız, bildiğiniz gibi hakkı tanımıyor, bilmiyorsunuz; hakkı batıl saydığınız gibi batılı iptâl etmiyorsunuz.

158

(Ümeyyeoğulları'nı bildiren bir hutbeleri:)

O'nu, Peygamberlerin yollanmasının arası kesildiği, insanların gaflet uykusuna daldığı, uykularının uzayıp gittiği, hüküm iplerinin yıpranıp koptuğu bir zamanda gönderdi. İnsanlara kendisinden önceki hükümleri gerçekleyen haberle, uyulması gereken ışıkla geldi: Bu da Kur'an'dır. Onu konuşturmaya çalışın. O, söz söylemez görünüşte, fakat ben haber vereyim ondan size:

Bilin ki olacak şeylerin bilgisi, geçmişlere ait sözler, derdinizin devâsı, aranızdaki düzenin müktezâsı ondadır.

(Bu hutbeden:)

Bu sırada kerpiçten yapılmış, yahut kilimden kurulmuş hiçbir ev, hiçbir otağ kalmaz ki oraya, zâlimlerin derdi, gussası girmesin; orada onların kötülüğü, zahmeti olmasın. O gün, zâlimler için ne gökte bir yardımcı kalır, ne yeryüzünde.

İşe ehil olmayanı seçtiniz, o işi, su içilmesi gereken yerden başka bir yere götürdünüz. Pek yakındır Allah'ın, bir lokmaya karşılık bir lokmayla, bir yudum suya karşılık bir yudum suyla zulmedenden öç alması. O zâlimler bana zehir yedirdiler, zehir içirdiler; buna karşılıkta bulunacak ve onlara üst libâsı olarak korkuyu giydirecek, alt libâsı olarak azâba bürüyecek onları. Onlar, suçları yüklenmiş merkepler, günahları taşıyan hayvanlardır. And içerim, gene de and içerim ki Umeyyeoğulları, bu devleti benden sonra balgam gibi ağızlarından atacaklardır; geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovaladıkça da bir daha onu tadamayacaklardır.

25

(Muâviye ordusunun, şehirleri aldığı ve Büsr bin Ebi-Ertât'ın gelmesi üzerine, Yemen'de, memurları bulunan Abbasoğlu Ubeydullah'la Nümran oğlu Said'in ülkeyi bırakıp Kufe'ye gelmeleri üzerine minbere çıkıp buyurdular ki:)

Elimde Kufe kaldı ancak; onu sıkıyorum avcumda, onu gevşetiyorum. Ey Kufe, yalnız sen kaldın, sen. Senden de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta Allah çirkinleştirsin seni.

(Sonra şâirin şu beytini okudular:)

Baban Hayr'ın ömrü hakkı için ey Amr, ancak

Bana şu kabın dibinde birazcık artık kaldı mutlak.

(Sonra buyurdular ki:)

Haber geldi bana; Büsr Yemen'e gelmiş, Vallahi bu topluluk, sanıyorum ki yakın bir zamanda devletinizi alacak; buna sebep de batıl da toplanmanızdır; haktan ayrılmanızdır; imâmınız hak üzereyken ona isyan etmenizdir; onlarınsa imamları batıla  uymuşken itâatte bulunmalarıdır. Onlar emaneti sâhibine veriyorlar; sizse hâinlik ediyorsunuz. Onlar şehirlerinde düzgün hareketlerde bulunuyorlar; sizse bozgunculuk ediyorsunuz. Size bir sağrağı bile emanet etsem, korkuyorum, denge bağlanacak halkasını koparırsınız.

Allah'ım, ben onlardan bezdim; onlar da benden bezdiler. Benim gönlüm onlardan daraldı; onların gönülleri de benden daraldı. Onların yerine, onlardan hayırlısını ver bana; benim yerime de benden daha şerrini musallat et onlara.(73) Allah'ım, gönüllerini, suda tuzun eridiği gibi erit. Andolsun Allah'a ki Ganm oğlu Firâs oğullarından(74) bin atlı olsaydı sizin yerinizde, daha da sevgiliydi bana, daha da sevindirirdi beni.

(Sonra şâirin şu beytini okudular:)

Orda çağırsaydın onları eğer, Gelirdi sana yaz bulutları gibi yer yer.(75)

34

(Şamlılarla savaştan çekinenlere hitapları:)

Yuf olsun size; yazıklâr olsun size; sizi azarlamaktan usandım artık. Âhirete karşılık dünyâ yaşayışına mı razı oldunuz; yüceliğe karşılık alçalmayı mı hoş buldunuz? Sizi, düşmanınızla savaşa çağırdığım zaman korkudan gözleriniz dönüyor; sanki ölüm gelip çatmış da sizi belâlara uğratmış; gaflete dalıp gitmişsiniz de o gaflet sizi sarhoşluğa atmış. Bana bir söz bile söyleyemiyorsunuz; bir cevap bile veremiyorsunuz. Gönülleriniz perîşan; aklınız gitmiş başınızdan; hiçbir şeyi akıl edemiyorsunuz. Size güvencim yok bu böyle gittikçe, bu karartı devam ettikçe. Dayanağım desteğim değilsiniz  ki dayanayım size; kolum kanadım olmuyorsunuz ki sığınayım size. Siz sanki sürüp haydayanları yitmiş develersiniz; bir yandan sürülüp bir yana getirilirler; öbür yandan da dağılıp giderler. Andolsun Allah'a ki siz, savaş ateşini ne de kötü yakıp tutuşturanlarsınız. Onlar size düzen kurmadalar; siz kurmuyorsunuz; onlar yörenizi kaplıyorlar; şehirlerinizi alıyorlar; siz tınmıyorsunuz. Onlar sizden gözlerini yummuyorlar; siz gaflet içindesiniz; onları unutuyorsunuz. Vallahi birbirlerine yardım etmeyenler alt olup giderler. Vallahi sanıyorum ki savaş kızıştı, ölüm yalımlandı mı, bedenden kopan, bir daha da yerine konmayan baş gibi Ebu-Tâlib oğlundan ayrılıp gideceksiniz. Andolsun Allah'a ki düşmanın kaldırışını bekleyen kişiye saldırır düşman, etini kemiğinden sıyırır, kemiğini kırar, ufalar; derisini yüzer gider. O kişinin aczi büyük mü, büyüktür elbet. Gönlündeki azim zayıf mı, zayıftır, yoktur ona bir medet. İstersen böyle ol sen; fakat ben, andolsun Allah'a, düşmanın saldırısından önce ona öyle saldırırım ki, Meşârif'de(76) yapılmış kılıçlarla öylesine vururum ki kellelerdeki küçücük kemikler havaya uçar; kollar, bilekler, ayaklar yerlere düşer; bundan sonra da Allah, dilediğini yapar, işler.

Ey insanlar, benim sizin üzerinizde hakkım var; sizin de benim üzerimde hakkınız var:

Bana vâcip olan hak, size öğüt vermektir; ganimetleri size bölüştürmektir; bilmediğinizi öğretmektir; sizi edebe sokmaktır; böylece nasıl hareket edeceğinizi bilirsiniz; öğrenirsiniz. Size vâcip olan hak da, biate vefâ etmenizdir; ben varken de, yokken de birbirinize öğüt vermenizdir; çağırdığım zaman gelmenizdir; buyurduğum zaman itâat etmenizdir.

27

(Muâviye orduları Anbar'ı yağma ettikten sonraki hutbeleri:)

(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salâvattan)

Sonra derim  ki: Gerçekten savaş cennet kapılarından bir kapıdır; Allah onu, dostlarının seçkinlerine açmıştır. O'dur çekinme elbisesi, Allah'ın koruyucu çukalı, cevşeni; onun sağlam kalkanı. Kim ondan çekinir de onu bırakırsa Allah ona aşağılık elbisesi giydirir, onu belâlar kavrar, bürür, bayağı bir hâle girer. Hak yoldan sapar, zebûn olur; savaşı bıraktığından dolayı batıla kapılır; horlanır kalır. Horluklara düşer, insâf edilmez ona; adaletten, insâftan şaşar.

Duyun, bilin ki ben sizi bu toplumla, gece gündüz, gizli âşikâr savaşa çağırdım; onlar size saldırmadan siz savaşın onlarla dedim. Artık andolsun Allah'a ki kendi ülkelerinde kendileriyle savaşılan toplum, ancak aşağılık bir hale düşer. Sizse gevşek davrandınız, birbirinize yardım etmediniz, sonunda da her yandan saldırıp yağmaya koyuldular; yurdunuzda size üst oldular.

İşte şuracıkta Gaamid oğulları; orduları Anbar'a(77) gitmiş, Hassan b. Hassan'ıl-Bekrî'yi öldürmüş, askerinizi sınırlarından sürmüş, çıkarmış. Haber verdiler bana: Onlardan bir er, bir Müslüman  kadının, başkası da Müslümanların amânında bulunan bir başka kadının evine girmiş; halhallarını, bileziklerini, gerdanlıklarını, küpelerini almış. Onlarsa ancak Allah'a sığınmışlar, kadere bağlanmışlar, düşmana yalvarmışlar, ağlayıp sızlanmışlar. Gelenler, sonra çekilip gitmişler. Onlardan hiçbirine bir zarar gelmemiş; onların hiçbirinin kanı dökülmemiş. Bundan sonra bir Müslüman, kederinden ölse kınanmaz; hattâ yerinde bir şeydir bence.

Şaşılacak şeylerin en şaşılacağı da, bu toplumun batılda birleşmesi, sizinse haktan ayrılmanız. Bu hâl, kalbi sıkar, öldürür, adamı kederlere karar, kahreder. Yüzleriniz kara olsun, gönülleriniz gamla dolsun düşman oklarına bu çeşit amaç oluşunuz yüzünden. Size saldırıyorlar, mallarınızı yağmalıyorlar; siz saldırmıyor, yağmalammıyorsunuz; sizinle savaşıyorlar; siz savaşmıyorsunuz; Allah'a isyân ediliyor da siz razı oluyorsunuz. Yaz günlerinde onların üstüne yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi; şu sıcak günler geçsin dediniz. Kışın yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi, şu soğuklar geçsin dediniz. Bütün bunlar, sıcaktan, soğuktan kaçış; sıcaktan, soğuktan kaçarsanız, andolsun Allah'a kılıçtan, daha fazla kaçarsınız siz.

Ey erkeğe benzeyenler, fakat erkek olmayanlar, çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi akılları fikirleri tam olmayanlar, ey daldan dala konanlar, keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi tanımasaydım ben. Bir tanıyış ki bu, sonu nedâmete dayandı; acıklanmayla sonuçlandı. Allah gebertsin sizi, kalbimi yaraladınız; gönlümü gamla, öfkeyle doldurdunuz; soluktan soluğa bana yudum yudum dert içirdiniz; bana isyân ederek reyimi bozdunuz, altüst ettiniz. Sonunda Kureyş, Ebû-Tâliboğlu yiğit bir er ama savaşta bilgisi yok dedi. Allah atalarını bağışlasın, onlardan bir tek kişi var mı ki savaşta benden daha tecrübeli olsun, benden daha fazla ayak direyip dursun? Yirmi yaşıma gelmemiştim ki savaşa giriştim; halâ da savaştayım işte; altmışı aştım, fakat itâatte  bulunmayana ne reyim olabilir, ne emrim, ne tedbirim?

119

(Halkı toplayıp savaşa sevk etmek için sözler söyle-dikleri vakit onlar, susup bir şey demeyince buyurdular ki.)

Ne  oluyor size, dilsiz mi oldunuz?

(İçlerinden bir bölüğü, Yâ Emir'el-Müminin, sen gidersen biz de seninle gideriz dedi. Bunun üzerine buyurdular ki:)

Ne oluyor size, nedir hâliniz? Ne doğru yola girebildiniz, ne dilediğinizi elde ettiniz. Bu kadarcık bir askerle savaşa gitmem mi gerek? Bu kadar askerle ancak yiğitlerinizden, kuvvetlilerinizden razı olduğum birisi çıkabilir. Benim orduyu, şehri, beytülmâli, yeryüzünün toplanacak haracını, Müslümanlar arasında hüküm vermeyi isteyenlerin haklarına bakıp gözetmeyi bırakıp azlık bir askerle öbür bölüğün ardına düşmem, içinde başka ok bulunmayan okluktaki ok gibi ses çıkarmam doğru olamaz. Çünkü ben, değirmenin miliyim, taş benim çevremde döner, bense durduğum yerde dururum. Yerimden ayrıldım mı, taş, boşuna ve yamru yamru döner, altındaki post ırgalanır, un etrafa saçılıp dökülür; buysa, andolsun Allah'ın bekasını kötü bir reydir. Andolsun Allah'a ki düşmanla karşılaşınca şehit olacağımı umsaydım, bunun bana mukadder olduğunu bilseydim bineğimi yaklaştırır, biner, sizden ayrılır, kuzey ve güney yelleri estikçe sizi aramaz, istemezdim.

Siz kınayanlarsınız, ayıplayanlarsınız; doğru yoldan, birlikten, dirlikten sapanlarsınız, tilki gibi düzenle münâfıklık yolunu tutanlarsınız; gönüllerinizin birliği az olduktan sonra sayıda çok olmanızın da bir faydası yok zâten.

182

(Nevf'ül-Bekâlî rivâyet eder, der ki: Emir'ül-Mü'mi-nin aleyhisselâm, Kufe'de Hubayrat'ül-Mahzûmî oğlu Ca'de'nin, hutbe okumaları için koyduğu taşın üstüne çıkarak bu hutbeyi inşâd buyurdular. Sırtlarında softan bir aba vardı; kılıçlarının bağı hurma lifindendi; ayaklarına gene liften örülmüş na'leyn giymişlerdi. Alınları fazla secdeden, devenin dizlerine ve göğsüne dönmüştü. Buyurdular ki:)

Hamdolsun Allah'a ki, halkın dönüp gidişi O'nadır; işlerin sonları O'na varır ulaşır.(78) Pek büyük ihsanı, pek aydın burhanı, artıp duran lütfü yüzünden ona hamdederiz; öyle bir hamdle ki hakkını ödesin, şükrünü edâ etsin; sevâbınâ nâil olarak ona yaklaşalım; güzel bir surette de lütfunun artmasına vesile olsun. Lütfunu dileyerek umarak ondan dilekte bulunan, ümit eden kişi gibi biz de yardım diler, umarız; faydalar vermesini, kötülükleri gidermesini isteriz; ihsanını itiraf ederiz; işte ve sözde ona uyarız. İmânında şüphe olmayan, îmâm sâhibi olarak ona dönen, birliğini ihlâs ile bilen, söyleyen, onu överek ululayan, onun rızasını dileyip çalışan, ona sığınan kişiler olarak ona inanırız. Bir varlıktan meydana gelmemiştir ki o noksan sıfatlardan münezzeh olan mâbuda, o varlık, ortak olsun; ondan da bir varlık meydana çıkmamıştır ki onun mirâsını alsın da yokolsun. Vakti, zamanı o yaratmıştır; ona bir an bile tekaddüm edemez; ziyâdelik, noksan, kulun hallerindendir; bu haller ona ârız olamaz. Bize, tam yerinde olan tedbir alâmetleriyle, olması mutlaka gereken takdir belirtileriyle yaratışını göstermiş, bunları akıllara izhâr etmiştir. Yaratışının tanıklarındandır göklerin direksiz, dayaksız duruşu. Onları bu sûretle durmaya çağırmıştır, onlara emretmiştir; onlar da durmadan, duraksamadan emrine uymuşlardır, hem de dileyerek, isteyerek. Onlar, onun yaratıp geliştirmesine ikrar etmeselerdi, onun itâatine boyun eğmeselerdi, ne arşına yer ederdi onları, ne meleklerine mesken; ne halkının tertemiz sözlerinin ağdığı yer ederdi onları, ne temiz amellerin ağdığı yer.(79)

Gökteki yıldızları, yeryüzü ovalarında yol alırken şaşırıp kalanlara yol bulmaları için kılavuz kıldı. Gecenin kapkaranlık perdeleri, yıldızların aydınlığını örtmediği gibi Ay'ın, gönüllerde parıltısına da engel olamaz. Tenzîh ederiz noksan sıfatlardan o mâbûdu ki ne gecenin kızıllığa bürünmüş karanlığı ona gizlidir, ne yerlere çöken karanlığında kalanlar, ne birbirine ulanmış kapkara dağlar. Göğün ufkunda gürleyen gök gürültüsü de ondan gizli değildir, bulutlardan parlayıp çakan şimşekler de; yere düşen, yelden uçuşan yaprakları da bilir, gökten yağan yağmur katrelerini de. Her katrenin nereye düşeceğini, nerede karar kılacağını, karıncanın neyi, nereden çekip götüreceğini, sineğe yetecek gıdâyı, karına düşen çocuğun neyle rızıklanacağını bilir. Kürsî, yahut arş yokken de var olana, yeryüzü, cin, yahut insan bulunmadan da bulunana, vehimle anlaşılmayana anlayışla bilinmeyene hamd olsun.(80)

Ondan isteyen, onu oyalayamaz; lütfunu elde eden, lütfuna bir noksan veremez; gözle görülemez, hadden, mekândan münezzehtir, sınırlanamaz; eşitleri yoktur, benzerleri bulunamaz ki onlarla anlatılsın. Bir aletle yaratmaz, duygulara sığmaz ki duygularla idrâk edilsin, insanlarla kıyaslansın.

Bir mâbuddur ki Mûsâ'ya söylemiştir, ona ulu delillerini göstermiştir; fakat ne sözü dille dudakladır, ne uzuvla, o söz, ne bildiğimiz söyleyişledir, ne uzuvlarla ses verip anlatışla.(81)

Ey bunu anlatmayı iş edinen, ona uğraşan kişi, ey rabbini vasfetmeye kalkışan kişi, kutluluk mekânlarında mânevî başlarını önlerine eğmiş heybetinden kendilerinden geçmiş olan ve mânen ona yakın bulunan melekleri, Cebrâîl'i anlat; tek ve en güzel sıfatlara sâhip olan yaratıcı mâbûdun vasfında kendilerinden geçmiş olanları bildir gerçeksen, gerçekten bildirebileceksen.(82)

Sıfatlarla ancak şekil ve sûret sâhibi olanlar, âzâya sahip bulunanlar idrâk edilebilir. Oysa varlığı, sonunda yokluğa erişip biten, O, bunlardan münezzehtir; O'ndan başka mâbud yoktur. O'nun ışığıyla aydınlanır bütün karanlıklar; O'nun ışığıyla kararır bütün ışıklar.(83)

Allah kulları, sizi güzel libâslara bürüyen, size yaşayış sebeplerini lütfeden Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim. Bir kişi, ebedi yaşayışa ağmaya bir merdiven bulsaydı, yahut ölümü gidermeye bir yol elde etseydi, cinlerle insanların saltanatı, Peygamberlikle, Tanrı'ya yakınlıkla beraber kendisine ihsan edilen Davud oğlu Süleyman bunu bulur, bunu elde ederdi; esenlik ikisine de. Fakat o, dünyâda rızkını tamamlayınca, müddetini yitirince yokluk yayları, ölüm oklarıyla okladı onu; dünya onun varlığından hâlî kaldı; yurtlar bomboş oldu; onları başka toplumlar miras olarak aldı.(84)

Gelip geçmiş devirlerdekiler size ibrettir. Nerede Amâlika, nerde Amâlika'nın oğulları, nerede firavunlar, nerede firavunların oğulları; nerede Peygamberleri öldüren, nerede Peygamberlerin yollarının yordamlarının nurlarını söndüren Res şehirlerinin halkı? Nerede zorbaların yollarını yordamlarını diriltenler? Nerede ordularla yürüyenler, binlerce orduyu bozanlar, kıranlar; nerede askerler, nerede şehirler yapanlar?.(85)

(Bu hutbeden:)

Onların sırlarını hikmet yönünden gizlemiştir; O'nun bütün yoluyla anlamayı, O'nu idrâk etmeyi O'nunla uğraş-mayı örtmüştür; oysa ki o, dileyen kişinin yitik malıdır; boyuna sorup öğrenmek istediği dileğidir, hâlidir. O, İslâm garip olunca gurbete düşer; boynu üstüne yere ıhlar; kuyruğunu yere vurur; bir daha da kalkmaz yerden. O, tanrı hüccetlerinin kalanlarındandır, Peygamberlerinin bıraktıklarındandır; onun zuhuruyla bilinir, âşikâr olur o sırlar.(86)

Ey insanlar, ben, Peygamberlerin ümmetlerine verdikleri öğütleri verdim size; onlardan sonraki vasîlerin bildirdiklerini bildirdim size; kamçımla terbiye etmek istedim sizi; doğru yola gelmediniz; zorlayıp yola sokmak istedim sizi, doğru yola girmediniz.

Allah için söyleyin, benden başka sizi doğru yola sokmak isteyen bir imam mı bekliyorsunuz; benden başka size gerçek yolu gösteren bir muktedâ mı bekliyorsunuz?

Bilin ki dünya, yüz gösterdi, fakat ardını döndü, ardında olanlar yüz çevirdi, hayırları yüz göstermişken ardını döndü. Hayırlı kişiler, dünyadan göçmeyi kurdular; dünyanın kalan az nimetini sattılar, yok olmayan âhiretin nimetlerini aldılar. Sıffin'de kanlarını döken, bugün artık hayatta bulunmayan kardeşlerimiz zarar etmediler; bugün onlar ne gussa yemedeler, ne bu bulanık suyu içmedeler. Andolsun Allah'a ki ecirlerini tam olarak aldılar; korkudan, sıkıntıdan sonra esenlik yurduna vardılar.

Nerede din yolunda yürüyüp giden, gerçek uğruna can verip göçen kardeşlerim benim? Nerede Ammâr, nerede Teyyihânoğlu, nerede Zü'ş-Şehâdeteyn? Nerede ölüm için birbirleriyle ahitleşenler, nerede şehâdetlerinden sonra zâlimlere başları gidenler?(87)

(Sonra eliyle mübarek sakallarını tutup uzun bir müddet ağladılar; sonra da buyurdular ki:)

Eyvah Kur'ân'ı okuyup hükmünü tutan, yerine getiren, farzı düşünüp icrâ eden, sünneti dirilten, bidati öldüren, savaşa çağrılınca koşup gelen, kendilerine emredene uyan kardeşlerim benim.

(Sonra yüce sesle buyurdular ki.)

Savaş, savaş ey Allah kulları. Bilin ki ben bugün orduyu toplamadayım, tertibe sokmadayım; kim Allah yoluna gitmeyi dilerse çıkıp gelsin.

(Nevf der ki: İmâm Huseyn'in (a.s) kumandasına on bin,  Kays b. Sa'd b. Abâde'ye on bin, Ebu-Eyyüb'il-Ansârî'ye on bin kişi, bunlardan başkalarına da muayyen kişiler verildi. Yeniden Sıffin'e gitmek, Şamlılarla savaşmak üzereydi ki Cumua geçmeden melun İbn-i Mülcem, Hazreti yaraladı. Asker dağıldı; çobanları yitmiş, her yandan kurtların saldırısına uğramış sürülere döndük.)

(88)

70

(İbn-i Mülcem tarafından yaralanacakları gecenin sonunda buyurmuşlardır ki:)

Oturmuştum, uyku bastırdı, gözlerim kapandı. Birden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihiyi gördüm. Dedim ki: Yâ Rasûlallah, ümmetinden ne dertlere uğradım, ne düşmanlıklar gördüm. Buyurdu ki: Bed-duâ et onlara, ben de Allah dedim, onlardan daha hayırlısını versin bana; benden daha kötüsünü musallat etsin onlara.

149

(Yaralandıktan sonraki sözleri:)

Ey insanlar, herkes, ondan alabildiğine kaçtığına tutulur; yaşayış, ömrü ecele doğru sürüp koşturur. Ölümden kaçmak, ona varıp tutulmaktır. bu işin gizli kalan yönünden haber almak için günlerce koştum; fakat Allah onun gizli kalmasını murâd etti. Heyhât; o, gizlenmiş bir bilgi. Şimdi vasiyetim şu; Allah'a inanın, O'na hiçbir şeyi ortak etmeyin; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Muhammed'e inanın; sünnetini yitirmeyin. Şu iki direği dikin; şu iki ışığı yakın; bunlardan kaçıp dağılmazsanız sizi kınayış olamaz.

Herkese gücü yeterinceye dek yük yükletilmiştir; bilgisizlerin yükleri de hafifletilmiştir.(89) Müminlere rahmet eden bir Rab, doğru bir din, bilen bir İmâm var.

Ben dün sizinle eştim, dostum, bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Allah beni de yargılasın sizi de. Ayağımı şu kaygan yerde dirersem sözüm budur ancak. Ama ayağım kayarsa derim ki, dalların gölgesindeydik; yellerin estiği yerlerdeydik; bulutların altındaydık; o bulutlar havada dağıldı gitti; o yellerden yer yüzünde kalan belirtiler silindi süpürüldü. Ben size komşuydum; bedenim, birkaç günceğiz komşuluk etti sizinle; pek yakında da benden size, cansız bir beden kalacak ancak. Hareketten sonra sâkin olup kalakalmış; sözler söyledikten sonra susup gitmiş. Benim şu cansız kalan bedenim, yumulmuş gözlerim, hareket edemez âzâm size öğüt verecek. bu hâl, ibret alanlara en iyi öğüt verendir; öğüdü, sözden daha tesirlidir; sözü, duyulan sözden daha geçkindir. Size, dostlarla buluşmaya giden kişi gibi vedâ etmedeydim. Yarın, sizinle geçirdiğim günleri göreceksiniz, sırlarım açılacak size; yerim boşaldıktan sonra ve yerime benden başkası geçtikten sonra tanıyacaksınız beni.(90)

23

(İbn-i Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki vasiyetleri:)

Size vasiyetim Allah'a hiç bir şeyi ortak etmemeniz; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasulullah'ın sünnetini yitirmemenizdir. Bu iki direği dikin; bundan öte kınanmak yok size.

Ben dün sizin dostunuz, yoldaşınızdım; bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Yaşarsam kanımın sâhibi benim, göçüp gidersem ölüm, zâten vaad edilmiş bana. Bağışlasanız, bu bağışlamak, benim için Allah'a bir yakınlıktır, sizin içinse bir sevap; bağışlayın; bilin şunu; "Sevmez misiniz Allah'ın sizi bağışlamasını?"(91)

Vallahi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği gibi onun geldiğini görünce de tanımadığım, hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murâda ermek isteyenin murâdına ulaştığı hâldeyim şimdi. Allah'ın katındaki lütuf, iyi kişilere daha da hayırlıdır.(92)

47

(Şehâdetlerinden sonra, vefatlarından önce, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn aleyhimesselâma vasiyyetleri:)

İkinize de Allah'tan çekinmeyi, dünya sizi arasa, istese bile onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini yitirdiğiniz için de hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; âhiret ecri için iş görün; zâlime düşman olun, mazlûma yardımcı kesilin.

İkinize, bütün evladıma, ehlibeytime ve bu yazım kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koy-mayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak, bütün (nâfile) namazlardan, oruçlardan üstündür.

Allah için, Allah için yetimleri koruyun, bâzı kere aç, bâzı kere tok bırakmayın onları; size tapşırılan haklarını yitirmeyin onların. Allah için komşularınızı görün, gözetin bu, Peygamberinizin vasiyetidir; komşular hakkında öylesine tavsiyede bulundu ki onlar da mîrâsa girecekler sandık. Allah için, Allah için Kur'ân'a riâyet edin; onunla amel etmekte başkaları sizi geçmesin. Allah için, Allah için namazı bırakmayın; çünkü o, dininizin direğidir. Allah için, Allah için Rabbinizin evini ziyâreti, haccetmeyi bırakmayın; siz hayatta bulundukça boşlamayın o evi; çünkü o ev, terkedilirse mühlet bile verilmez sizlere; azap gelir çatar. Allah için, Allah için mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle Allah yolunda savaşın; birbirinizi dolaşmanızı görüp gözetmenizi, birbirinizin ihtiyâcını gidermenizi, birbirinizden yüz çevirmemenizi, birbirinizden ayrılmamanızı vasiyet ediyorum. İyiliği buyurmayı, kötülükten nehyetmeyi bırakmayın; sonra kötüleriniz başınıza geçer; sonra da duâ edersiniz, icâbet edilmez size.

Ey Abdülmuttalib oğulları, Emir'ül-Mü'minin katledildi deyip Müslümanların kanlarına girmenizi, öç almaya kalkmanızı istemem, sakının bundan. Benim için yalnız beni öldüreni öldürün. Bekleyin hele, onun şu vuruşundan ölürsem, onun bana bir tek vuruşuna karşı siz de ona bir kere vurun; şurasını, burasını keserek eziyete kalkışmayın; çünkü ben, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlul-lah'tan duydum, derdi ki:

Sakının eziyetten, işkenceden, öldüreceğiniz kuduz köpek bile olsa.(93)

Birinci kısmın sonu

9 Zilhccet'ül-Harâm 1389 Salı gecesi

 

 

(1) - Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem pazartesi günü öğle üstü dünyaya gözlerini yumdu. Vefatları, hicretin on birinci yılı Saferinin yirmi sekizinci, yahut rabiulv-velinin birinci, yahut da on ikinci günüdür. İlk rivayet, Ehlibeytin rivayetidir.

Hazreti Rasul-i Ekrem'i (s.a.a), vasiyeti mucibince Hz. Ali yıkamaya koyuldular. Yıkadıkları yere bir perde gerilmişti. Perdenin iç tarafında Abbas'ın oğlu Fazl ve ashaptan Üsâme su döküyorlar, Hz. Ali'ye yardım ediyorlardı. Ansar, arka taraftan, Yâ Ali, Rasûlullah'a hizmetten bizi mahrûm etme dedi. Bu söz üzerine Ali, Evs b. Havli'yi içeriye aldı. Zühre oğulları da biz Rasûlullah'ın ana tarafından yakınlarıyız dediler. Onlardan da Avf oğlu Abdurrahman içeriye alındı. Abbas'ın diğer oğlu Kusem de Hz. Ali'ye yardım edenlerdendi; Üsame'nin kölesi Sâlih de içerideydi.

Hz. Ali, Resûlullah'ı (s.a.a), yıkarken, anam, babam sana fedâ olsun, diriyken de tertemizdin, vefatından sonra da tertemizsin deyip ağlıyordu. Yıkanma işi bitince Hz. Ali (a.s), Rasûlullah'ın (s.a.a), mübarek bedenini kuruladı, göz çukurlarında kalan suyu eğilip içti.

Bu sırada Ebubekir, Medîne'nin doğusunda, şehre bir mil mesafede olan ve ansardan Benî'l-Hâris'in oturduğu Sunh denen yerdeydi. Âişe diyor ki: Ömer ve Muğiyra b. Şa'ba, Hz. Rasûl (s.a.a), yıkanmadan, izin alarak hücreye girdiler; mübarek yüzlerine örtülen bezi kaldırdılar. Ömer, bağırarak, Rasûlullah şiddetli bir baygınlığa düşmüş dedi. Sonra hücreden çıktılar. Muğiyra Ömer'e  Ömer dedi, Allah'a andolsun ki Rasûlullah dünyadan gitmiş. Ömer yalan söyledin dedi, Rasûlullah aslâ ölmedi, sen fitneci bir adamsın, onun için böyle söylüyorsun; Rasûlullah, münâfıkları yok etmedikçe dünyadan gitmeyecek. Bu sözleri de yeter bulmayıp kim Rasûlullah öldü derse onu ölümle tehdide başladı ve Mûsâ Peygamber, nasıl kırk gün halkın gözünden kaybolduysa ve sonra da geldiyse, Rasûlullah da Rabbinin katına gitti; andolsun ki gene dönecek; bu şüpheye düşenlerin, ellerini, ayaklarını kesecek demeye başladı. Bu sırada İbn-i Ümmü Mektûm

"Muhammed Ancak bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir, O vefât eder, yahut öldürülürse topuklarınızın üstünde gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a bir ziyan vermez; fakat Allah, kendisine hamd edenlere ihsanda bulunur" âyet-i kerîmesini okudu (3, Âl-i İmran, 144). Hz. Peygamber'-in amcası Hz. Abbas da, ben Abdül-Muttalib oğullarının vefatlarında yüzlerinde beliren alâmetleri Hz. Rasul'ün yüzünde de gördüm, Rasûlullah vefat etmiştir dedi. Fakat Ömer, bir türlü sözünden vazgeçmedi.

Sâlim b. Ubeyde, Ebubekir'i çağırmak üzere Sunh'a gitti; bâzılarına göreyse H. Âişe Ebûbekir de, Ömer'e, İbn-i Ümmü Mektûm'un okuduğu âyeti okumuştu; Abbâs'ın beyânâtına, İbn-i Ümmü Mektûm'un bu âyeti okumasına rağmen sözlerinden dönmeyen, tehditlerine devam eden Ömer, Ebubekir'in ihtarı üzerine kendine gelmişti (Siyer-i İbn-i Hişâm'a, c.4, s.331-334, Taberî'ye, 2, s.442, Târih'ul-Hemis'e, 1, 185, Tebakat-u İbn-i Sa'de, c.2, k.54, Müttaki'nin Kenz'ul-Ummâl'ine, 4, 50, 53, Zehebî'ye, 1, s.37, Zeyni Dahlân'ın Hâşiyet'ül-Halebiyye'sine, 3, 389-390, Nihâyet'ül Edeb'e 18, 386, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'ine, 6, 219, Ya'kubî'ye, 2, 95, İbn-i Kesir'in El-Bidâyetü ve'n-Nihâye'sine, 5, 243-244, Teysir'ül-Vusûl'e, 2, 41, Ebu'l-Fidâ'ya, 1, 164, Târih-u İbn-i Şahne'ye "El-Kâmil hâşiyesinde", s.112, Bâkılânî'nin Temhid'ine, s.192-193 bakınız).

Bu sırada Ebubekir ve Ömer'e Ansârın Benî-Sâide Sakıyfesinde, hilâfet için toplandıkları haberi geldi. Ömer, Ebûbekir'e, gel de dedi, kardeşlerimizin yanlarına varalım; bakalım, ne yapıyorlar. Giderlerken yolda Ebu-Ubeyde'ye rastladılar; onu da alıp beraberce yola düştüler; Ansâr, orada toplanmış, Muhâcirlerin bir kısmı da onlara katılmıştı. Gasil, tekfin ve teçhiz işi, Hz. Ali'ye ve söylediğimiz kişilere kalmıştı (Tabarî, 2, 456, Er-Riyâd'un-Nadıra, El-Bed'u ve't-Târih, 5, 65, İbn-i Hişâm, 4, 336, Mûsned, 4, 104-105, İbn-i Kesîr, 5, 260, Sıfvet'us-Safve, 1, 85, Târih'ul-Hamîs, 1, 189 v.s.).

Abbas, Ali'ye, elini uzat, sana biat edeyim de halk da biat etsin dedi. Ebû-Süfyan, H. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtında Medine'de değildi. Mekke fethine dek Müslüman olmayan, Mekke fethinden önce Medine'ye gelip Abbas'ın şefâatiyle bağışlanan, fetihten sonra Müellefet'ül-Kulûb'dan sayılan, Tulakaa'dan, yâni azad edilenlerden bulunan bu zat, Medine'ye gelirken yolda, H. Rasûl'ün (s.a.a), vefatını duymuş, yerine Ebûbekir'in seçildiğini öğrenince Ali'yle  Abbas'ın ne yaptığını sormuş, evlerine kapanıp oturduklarını öğrenince, andolsun Allah'a demişti, sağ kalırsam onların başlarını en yüce mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu-dumanı kandan başka bir şey yatıştıramaz sözünü de sözlerine eklemiştir. Medine'ye gelince "Ey Hâşimoğulları, hükmetmek hususunda insanların tamahını kökünden sökün; hele Teyim, yahut Adiyy boyunun bu tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin; bu işe Eb'ül-Hasan'dan başka hiç kimse lâyık değildir" meâlindeki beyitleri okumaya başladı. Ya'kubî rivayetinde, bu iki beyte iki beyit daha eklenmektedir; Tabarî'de de buna benzer rivayetler vardır. Fakat H. Ali (a.s), Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), cenazesini bırakıp Abbâs'ın teklifini kabûl etmediği gibi Ebu-Süfyan'ın bu teklifi, kabile gayretine dayanmaktaydı. Araplarda meşhur bir söz vardır: Ben kardeşime düşman olabilirim; fakat amcamın oğlu aleyhine de ona yardım ederim; ama mücadeleye girişen, yabancı bir soydan olursa kardeşimle, amcamın oğluyla el ele tutuşur, onun aleyhine yürürüm. Bu hüküm gereğince o gün, Ebu-Süfyân'ın Ali'ye taraftarlık gütmesi ve Ebubekir'in aleyhine kalkışması yerindeydi. Hâşimoğullarıyla Ümeyye riyaset için çekişmişlerdi; fakat her iki boy da Abdumenaf soyundandı. Riyasetin bu soydan çıkması tehlikesi, onları birleştirebilirdi. Ebubekir'in mensup olduğu Teyim boyu, en az adama sahip ve Kureyş'in en zebun boyu sayılırdı. Ömer'in mensup olduğu Adiyy boyu da böyleydi. Bu boyların ikisi de Kureyş kabilelerinin en yüce ve büyüğü olan Kusay'dan gelmiyordu. Abdumenaf oğullarıysa Kusay'dan türemişti; bu bakımdandır ki bu boydan olanlar, Ali'nin tarafını tutuyorlardı. Ebu-Süfyân'ın, Hz. Peygamber'in amcası Abbas'la ayni iddiaya kalkışması, ancak kabile taassubu yüzündendi; başka bir düşünceyle değildi. Bu düşüncelere kapılmayan tek kişi Ali idi; bundan dolayı da, zâhiren onlara üst olamadı.

Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtından sonra ansârın Sakife'de, Şa'd b. Abâde'ye taraftarlığı da kabile gayretinden doğmuştu; nitekim ansârın, Evs boyunun Ebubekir'e biat etmesi de, Sa'd'in, Evs boyuna karşı olan Hazreç boyundan olmasındandı. İslâm'ın kaldırdığı soy-boy gayreti, cahiliye devrinde Evs'le Hazreç boyları arasındaki savaş ve münasebetin  hatırası, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), muhteceb olma-sıyla birden alevlenmişti. Ali'nin fikriyse böyle şâibelerden arınmıştı; o, riyâseti, Kur'ân'ın hükmünü, dînin emirlerini yerine getirmek için istiyordu. O, Selman, Ebû-Zerr ve Ammâr (r.a) gibi soy-boy gayretinden arınmış kişilere dayanıyor, Ebu-Süfyan gibi dünya ve soy-boy taassubu güdenleriyse yanından uzaklaştırıyordu. Bir yandan soy-boy taassubu güden, bir yandan da Müslümanlıkta fitne ve fesat çıkarmayı dileyen Ebu-Süfyan, Ali'ye, ne diye bu işi, kureyş kabilesinin en küçük ve ehemmiyetsiz boyuna teslîm ediyorsun? Müsâade edersen, Medine'yi atlılarla, yayalarla doldururum demişti. Fakat Ali, böyle bir şeye âlet olacak yaratılışta değildi. Ebu-Süfyan'a yüz vermeyince Ebu-Süfyan, hilâfeti alanların da kendisinden kuşkulandıklarını anlamıştı. Ömer, Ebube-kir'e gitti; bu adamcağız geldi dedi; şerrinden emin olunmaz bunun. Rasulullah da onu hoş tutmuştu. Sadakadan, beytülmaldan ona bir şeyler vermek gerek. Ebubekir, Ömer'in sözünü tuttu; onu razı etti; o da Ebubekir'e biat etmekten çekinmedi (El-İkd'ül-Ferid, 3, 113 İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi, 2, 212; Mu'te gazvesinin şerhi; El-İkd'ûl-Frid, 3, 62). Tabarî'nin rivayetine göreyse Ebu-Süfyan, Suriye'ye gönderilen orduya, oğlu Yezid'in kumandan tayin edildiğini haber alıncaya dek Ebubekir'e biat etmemişti(11, 449).

Pazartesi günü öğleyin vefât eden H. Resul-i Ekrem (s.a.a), çarşamba gecesi defnedildi. Hz. Ali, kabirlerine indirdi; Abbas'ın oğulları, Hz. Peygamber'in kölesi Şukran ve bir rivayette Üsâme de yardım etmişlerdi (Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, 4, 54 ve 60, El-Ikd'ül-Ferid, 3, 61, Zehebî, 1, 324, 326; İbn-i Hişan, 4, 342, Tabarî, 2, 452, 455 İbn-i Kesîr, 4, 270, Müsned, 6, 62, 242, 274, Tabakaat, 2, k.2, 78).

(2) - Ansar, Sa'd b. Ebâde'nin halîfe olmasını istiyordu. Benî-Sâide Sakifesine toplanmışlar, hasta olduğu halde onu da götürmüşlerdi. Sa'd, orada Allah'a hamd-ü senâdan sonra Ansarın dine yardımını, İslâm'daki üstünlüğünü anlattı. Peygamber'e ve ashabına saygı gösterdiklerini, düşman-larıyla savaştıklarını, sonra Arabın İslam'ı kabûl ettiğini,Hz. Peygamber'in, Ansardan razı olarak dünyadan gittiğini söyle-di; sonra, bu işi dedi, başkalarının değil, sizin düşünmeniz gerek. Ansar, bir ağızdan evet dediler, senin fikrindeyiz; bu işi sana vereceğiz. Sonra tartışmaya başladılar. Muhâcirler, biz Rasûl'ün ilk dostlarıyız, onun boyundanız derlerse ne diyeceğiz dediler. Bir kısmı, böyle bir itirazda bulunulursa, sizden bir emir olsun, bizden bir emir deriz fikrini ortaya attı. Sa'd b. Abâde, işte dedi, bu, ilk mağlubiyet (Tabarî, Hicrî 11. yıl vukuatı, 11, 45, İbn-i Esîr, 11, 222, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 5; İbn-i Ebi'l-Hedid 6. cüzü'de "Ansârın sözleri hakkındaki beyanatının şerhine ve ondan naklen Cevhevî'de Sakife olayına bakınız).

Sakife'de ansârın toplandığını duyan Ebubekir ve Ömer yolda rastladıkları Ebu-Ubeyde'yi alarak Sakife'ye koştular. Üseyyid b. Uveym b. Sâide, Ansârın Benî'l-Aclan boyundan Âsım b. Adiyy, Mugıyra b. Şa'be ve Abdurrahman b. Avf da onlara katıldılar. Bu topluluk o gün, Ebubekir'e biat için çok faâliyet gösterdi; bu yüzden Ebubekir ve Ömer, daima onların hizmetlerini göz önünde tuttular. Ebubekir ansardan hiçbir kimseyi Useyyid b. Hudayr'dan üstün görmemiştir; Ömer de ona kardeşim demiştir; ölümünden sonra bile hakkını gözetmiştir. Ebu-Ubeyde, Roma'yla savaşa giden orduya kumandan tayin edilmiştir. Ömer, kendisinden sonra birisini halîfe yapmak istediği zaman, Ebu-Ubeyde'nin ölümüne hayıflanmış, ölmeseydi onu halife yapardım demiştir. Mugayra b. Şa'be, Ömer zamanında zina ettiği halde kendisine had vurulmamıştı; adı daima Ömer'in kumandanları arasında geçmiştir. Abdurrahman b. Avf da Ömer tarafından, kendisinden sonra halife tayini için seçtiği şûrâya reis tayin edilmiştir. Sakife'de Ebubekir, Ömer'i teskin ettikten sonra Allah'a hamd-ü senâ ederek Muhacirlerin, Arap boylarından önce îmân ettiklerini söyledi ve onlar dedi, yeryüzünde Allah'a ilk ibadet edenler, Rasulullah'ın çevresinde ilk toplananlardır; Rasûl-i Ekrem'den sonra da hilâfete hakları daha üstündür meâlinde sözler söyledi ve biz emir olalım, siz bizim vezîrimiz olun dedi. Hubâb b. Münzir, bu söz üzerine ayağa kalkıp dedi ki, ey ansâr, işe iyi sarılın; bu işlere başkaları el atmasın. Bu iş sizin gölgenizde kararlaşsın; yoksa düşmanlarınız bundan faydalanırlar; sonunda alt olur gidersiniz. Biz kendimize bir emir tayin edelim, onlar da bir emir tayin etsinler.

Ömer, bir ülkede iki emir olamaz; andolsun, Arap, onlara hükmetmenize aslâ razı olmaz; çünkü Peygamberimiz sizden değildir. Ama peygamber'in mensup olduğu boyun hükmüne Arap razı olur dedi. Ömer'le Hubâb ağız kavgasına giriştiler. Bu sırada Ebu-Ubeyde, ey ansar dedi, Peygamber'in ilk dostları, ona ilk yardım edenler sizsiniz. Şimdi onun dînini ilk bozanlar siz olmayın. Bu sırada ansârın Hazreç boyundan Beşir b. Sa'd, Ebubekir ve Ömer'in sözlerini tasdik eder sözler söyledi. Ebubekir, işte Ömer'le Ebu-Ubeyde buracıkta; hangisine isterseniz biat edin dedi. Ömer'le Ebu-Ubeyde, sen dururken biz aslâ bu işe girişmeyiz dediler. Bu sırada Abdurrahman b. Avf ayağa kalkıp sizin de bir çok fazîletleriniz var dedi ansâra, fakat şu da muhakkak ki içinizde Ebubekir, Ömer ve Ali gibi birisi yok. Münzir b. Arkam, biz dedi, adlarını andığın kişilerin üstünlüğünü inkâr etmiyoruz, hele bu üç kişiden biri, bize hükmetmeye kalkarsa bir kişi bile ona muhâlefet etmeye kalkmaz. Bu sözden maksadı da Ali idi. Ansar, bu söz üzerine hep birden biz dediler, Ali'den başkasına biat etmeyiz. Zübeyr b. Bekkâr da hilâfetin ansâra verilmiyeceğini anlayınca ansârın, biz ancak Ali'ye biat ederiz dediğini anlatır.

Bu sırada Ömer ve Ebu-Ubeyde, Ebubekir'e biat etmek isterken Beşir b. Sa'd, daha atik davrandı, koşup Ebubekir'e biat etti. Derken Evs boyu ve bilhassa Üseyyid b. Hudayr, Hazreç bu işi ele alırsa bu üstünlük onlarda kalır, bir daha da size nasip olmaz, kalkın Ebubekir'e bey'at edin dediler. Üseyyid de biat edince oradaki topluluk her yandan koşup Ebubekir'e biate başladı. Bir derecede ki Sa'd, ayaklar altında ezilecekti neredeyse. Bu sırada Kays b. Sa'd'le Ömer kavgaya tutuştu; Sa'd, Ebubekir'e, Ömer'e türlü sözler söyledi. Nihayet dostları, onu omuzlayıp evine götürdüler. Bu sırada Ali ve Abbas henüz Peygamber'i (s.a.a), yıkamakla meşguldüler. Mescitten tekbîr sesi duyulunca Ali, bu gürültü nedir diye sordu; Abbas, hiç böyle bir şey olmamıştı dedikten sonra Ali'ye dönüp sana ne demiştim ben dedi (İbn-i Ebi'l-Hedid'in şerhi, 6, 291 Ya'kubî, 2, 103, Tabarî, 2, 443, İbn'ül-Esir, 2, 220; Kitâb'ül-Muvaffakıyyat'tan naklen İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 122, İbn-i Hişâm, 4, 336, İbn-i Kesir, 5, 246. Bütün tarihçiler Ebubekir'e biatin, Ömer tarafından, bir oldu bitti diye anlatıldığını söylerler).

Hazreti Emir, "Şecereyle delil getirdiler; meyveyi yitirdiler" sözleriyle ansâra karşı, Rasûlullah'ın, Muhâcirlerden olduğunu delil getirdiklerini, fakat asıl şecerenin meyvesini, yâni kendilerini yitirdiklerini söylemiş oluyorlar.

(3) - Hazreti Fatımet'üz-Zehrâ' selâmullahi aleyhâ Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin doğumlarından kırk beş yıl sonra, bi'setlerinin beşinci senesi Cumâdel-âhırasının yirminci günü, Hadîcet'ül-Kübrâ (r.a) dan doğmuş-lardır. Hz. Rasûl (s.a.a), Cenab-ı Fâtıma'yı pek severler, geldiği zaman ayağa kalkarlar, elini öperlerdi. Sekiz yıl Mekke'de kaldılar; Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a), hicret buyurduktan sonra Ali (a.s), Fatümet'üz-Zehrâ'yı, kendi Annesi Esed kızı Fâtıma'yı, Ümmü Eymen'le Ebu-Vâkıd'i alıp Kâbe'yi tavaf ettikten sonra Medine yolunda, Kubâ'da Rasul-i Ekrem'e (s.a.a), ulaştılar. Hicretin ikinci yılında Emir'ül-Müminin'le (a.s) evlendiler. Fâtıma (a.s), Medine'de on küsur yıl yaşadılar.

Hazreti Emir'in (a.s) "Ümmetinden çektiklerimizi" diye başlayan sözleri hilâfet olayından sonraki hallere işarettir: Ebubekir'e biatten haberdar olan Ehlibeyt, başta, Emir'ül-Mü'minin (a.s), olduğu halde biat etmemişlerdi; ashâptan da onlara uyanlar olmuştur. Abbas, Fazl b. Abbas, Zübeyr b. Avvâm, Halid b. Sâid, Mıkdâd b. Esved, Selmân-ı Fârisi, Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Berâ' b. Âzib, Ubeyy b. Kâ'b bunlardandı. Ebubekir-i Cevheri'nin "Sakife"sine göre bunlar, geceleyin toplandılar, hilâfet işinin yeniden ve muhâcirlerle ansârın meşveretiyle halledilmesini istiyorlardı. Abâde b. Sâmit, Ebü'l-Heysem'it-Teyyihan ve Huzeyfe de bunlardandı (Bu rivâyet İbn-i Ebi'l-Hadid'in şerhinin, 13. sahifesinde de geçer; tafsili de aynı cildin 74. sahifesindedir).

Bundan önce Ebubekir'in, bir rivayette Mugıyra'nın tensibiyle Ebubekir ve Ömer, Ebu-Ubeyde ve Mugıyra'yla Abbas'ın evine gitmişler, Ehlibeytin, biatini istemişler, fakat Abbas, Ömer'e, "Rasûlullah bir ağaçtan ki biz, o ağacın dalları budaklarıyız, sizse o ağacın gölgesinde oturmaktasınız" demişti; böylece de iş bir sonuca varmıştı.

Abbas b. Abdül-Müttalib, Utbe b. Ebi-Leheb, Selman-ı Fârisi, Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr, Mıkdâd b. Ubeydullah, Haşimoğulları'nın bir kısmı muhacir ve ansârdan bir topluluk H. Fâtıma'nın (a.s) evinde toplanmışlardı (Müsned, 1, 55, Tabarî, 2, 466, İbn-i Esir, 2, 221, İbn-i Kesir, 5, 264, Sıfvet'üs - Safve, 1, 97, İbn-i Ebi'l-Hadid, 1, 123, Suyûti'nin Târih'ul-Hulfâ'sında Ebubekir'e biat bahsinde, 45. İbn-i Hişam, 4, 336, Teysir'ül-Vusûl, 2, 41, E'r-Riyâd'un Nadıra, 1, 167. Târih'ul-Hamis, 1, 188, El-Ikd'-ül-Ferid, 3, 64, Târih-u Eb'il-Fidâ' 1, 156, İbn-i Şahne (Târîh'ul-Kâmil hâşiyesinde), 112, Cevheri, İbn-i Ebîl Hadid'den rivayet yoluyla, 2, 130-134, Siret'ül-Halebiyye, 3, 394, 397).

Ali ile ona uyup Ebubekir'e biat etmeyenler ve H. Fâtıma'-nın evinde toplananlar hakkında tarih, siyer, sihâh ve müsnedlerle edebî ve kelâmî kitaplardaki rivayetler tevatür haddine varmıştır. Ali, Ebubekir'e biat etmeyince Ebubekir, Ömer'e gidip Ali'yi nasıl olursa olsun getirmesini buyurdu. Ömer, Ali'nin yanına varınca aralarında tartışmalar oldu ve bir netice çıkmadı. Bunun üzerine Ömer, Halid b. Velid, Abdurrahman b. Avf, Sabit b. Şemmâs, Ziyad b. Lebid, Muhammed b. Mesleme, Selme b. Sâlim, Selme b. Eslem, Üseyyid b. Hudayr, Zeyd b. Sâbit, Hazreti Fâtıma'nın (a.s) evine yürüdüler. Ömer, eline bir meş'ale almıştı. İçerdekilerin dışarıya çıkmalarını söyledi. Hiç kimse çıkmayınca, Allah'a andolsun ki dedi, çıkmazsanız evi, içindekilerle beraber yakarım. Ömer'e, ey Ebâ-Hafs dendi, Fâtıma da bu evde, olsun dedi Ömer. Fâtıma, kapıda Ömer'le yüzyüze geldi ve ona, Ey Hattâboğlu dedi, evimde beni yakmaya mı geldin?  Ömer, evet dedi, bu iş, babanın getirdiğini sağlamlaştırır. Rasûlullah'-ın hiç kimseyi senin kadar sevmediğini biliyorum, fakat bu, yapacağım işten beni alıkoyamaz (Tabarî, 3, 198-199, Cevherî, İbn-i Ebi'l-Hadid'den rivâyetle, 1, 167, 2, 131-134, 6, 285, 293, 17, ciltte, Kaadil-Kudât'ın cevâbında da bu toplumdan bahseder. Er-Riyâd'un-Nadıra, 1, 167, Târîh'ul- Hamîs 1, 188, İbn-i Şahne, 112. İbn-i Ebul-Hadid, 2, 134, El-Ikd'ül-Ferîd, 3, 64, Ebü'l-Fidâ, 1, 156, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 12, Ensâb'ül-Eşrâf, 1, 586, Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, Mürûc'uz-Zeheb, 2, 100).

Ya'kubî, eve girdiklerini, Ali'nin kılıcının kırıldığını (2, 105), Tabarî, Zübeyr'in kınsız bir kılıçla çıkıp Ömer'e saldırdığını, ayağı kayıp kılıcının elinden düştüğünü, Ömer'le gelenlerin onu tuttuklarını bildirir (2, 443-444, 446, Mühibbüddin Tabarî: Riyâd'un-Nadıra, 167. Târih'ul-Hamîs, 1, 188, İbn-i Ebil'-Hadid, 2, 122, 132, 134, 6, 2, Kenz'ül-Ummâl, 3, 128). Evin içinde Fâtıma, Ali, Hasan ve Huseyn'den başka kimse kalmadığı halde, evi içindekilerle beraber yakın demekteydi. Hazreti Fâtıma, kapı önüne gelmişti; karnına gelen bir sadme sonucunda altı aylık çocuğu Muhsin, düşmüştü; Fâtıma, evimden çıkmazsanız saçlarımı döker, Allah'a sığınır, sizi şikâyet ederim diyordu. Bunun üzerine eve girenler çıkıp gittiler (İbn-i Ebi'l-Hâdid, 2, 134, 6, 285-286, Ebubekir-i Cevherî, İbn-i Ebi'l Hadid'den naklen, Ya'kubi, 2, 105, Şehristânî. Milel u Nihal, İran basması, 1, 26, Londra, 40). Sakife'deki biatten sonra salı günü de biat devam etmişti. Ali gelip Ebubekir'e, bizimle müşaverede bulunmadın, hakkımıza riayet etmedin demiş, Ebubekir de, evet fakat fitneden, kargaşalıktan korktum diye mâzeretini bildirmiştir (Murûc'uz-Zeheb, 1, 414, El-İmâmetu ve's-Siyâse, 1, 12-14). Ya'kubî, bir topluluğun Ali b. Ebû-Tâlib'e geldiğini, ona biat etmek istediğini, Ali'nin, yarın sabah başlarınızı tıraş edip (ölüme hazırlanıp) yanıma gelin buyurduğunu, fakat ertesi sabah ancak üç kişinin geldiğini söyler (2, 105, İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 4). Cevheri, İbn-i Ebi'l-Hadid'in rivayetiyle, bu olaylardan sonra Ali'nin, Fâtıma'yı bir merkebe bindirerek geceleyin ansârın kapılarını çalıp yardım istediğini, onların da Fâtıma'ya, Ebubekir'den önce bizden biat isteseydi onunla hiçbir kimseyi bir tutmazdık, onu kabûl ederdik dediklerini, Ali'nin, bu söze karşılık, şaşılacak şey, demek Rasûlullah'ın cenazesini yıkanmadan, kefenlenmeden evinde bırakıp riyâset için savaşmaya kalkışmamı istiyordunuz dediğini, Fâtıma'nın, Ebü'l-Hasan gerekli vazifesini yaptı; onlar da yapacaklarını yaptılar, Allah bunu onlardan soracaktır buyurduğunu kaydeder (6, 28): El-İmâmet-u ve's-Siyâse'de de bu olay geçer (1, 12). Sonradan Muâviye, Hz. Ali'ye yazdığı bir mektupta, "Daha dün, evindeki kadınını geceleri bir merkebe bindiriyor, oğullarının ellerini tutuyor, kapıları çalıyor, halkı yardıma çağırıyordun, unutkan olsam bile Ebû-Süfyân'a, seni bu işe tahrik ettiği zaman söylediğin sözü unutmam; azim ve irâde sâhibi kırk kişi bulsaydım hakkımı dilerdim demiştin" sözle-riyle bu olaya işaret etmiştir (İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 67, Kitâb-u Sıffin, 182); Sıffin savaşında da, Amr İbn'il-Âs, Muâviye'ye ayni şeyi hatırlatmıştı.

Bu sıralarda "Fedek" hurmalığı da Hz. Fâtıma'dan zapte-dildi. H. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem, Hayber fethinden sonra kendi hisselerine düşen bu hurmalığı, 17. sûrenin (İsra'),

"Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver" meâlindeki âyet-i kerîmesiyle 30. sûrenin (Rum),

"Artık yakınlara, yoksula ve yolda kalana hakkını ver" meâlindeki 38. âyet-i kerimesi hükmünce H. Fâtıma'ya (a.s) vermişlerdi. Ebubekir, bu hurmalığı miras saymış, "Biz peygamberlerin mirasımız yoktur, bıraktığımız şeyler sadakadır" meâlindeki hadise dayanarak hurmalıkta çalışan adamları oradan çıkartmış, Fedek'i beytülmal hesabına zaptetmiştir. Hz. Ali'ye ve Fâtıma'ya, bilhassa kendilerine taalluk eden bir hususun, hele

"En yakın akrabanı korkut, emirleri onlara bildir" meâlindeki âyet-i kerime (26, Şuarâ', 214) varken bildirilmemesi mümkün değildi; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a), vahyin tebliğinde emin ve sâdıktı. Ayrıca miras âyetlerinde Hz. Peygamber'in hasâisinden olarak böyle bir şey yoktu. Kur'an-ı Mecid'de de Zekeriyye Peygamber'in (a.s), kendine ve Ya'kub (a.s) soyuna vâris olacak bir evlat istemesi (19, Meryem, 5-6), Süleyman Peygamber'in (a.s) Dâvud Peygamber'e vâris olduğunun bildirilmesi (27, 16), Peygamberliğin miras yoluyla elde edilemeyişi, H. Ali ile Abbas'ın miras istemeleri bir yana dursun, Fedek, miras da değildi; H. Rasûl (s.a.a) , tarafından, hayatlarında verilmişti. Hz. Fatıma (a.s) halîfeye başvurdu, Ali, Ümmi Eymen ve Rebâh şehâdette bulundular; şehâdet-leri reddedildi; oysa Rasûlullah (s.a.a), Ali'nin dâimâ hak ve gerçekle beraber bulunduğunu, gerçekten ayrılmayacağını bildirmişlerdi (Fedâil'ül-Hamse; 2, s.108; Tirmizî, Müstedrek, Mecma'uz-Zevâid, Kenz'ül-Ummâl v.s.den naklen). Onuncu İmâm Aliyy'ün-Nakıy'nin (a.s) zilhiccenin on sekizinci günü, Hz. Ali'yi (a.s) ziyaretindeki sözlerinden anlaşıldığına göre İmâm Hasan ve İmam Huseyn de (a.s) şâhitler arasındaydı (Hâcc Şeyh Abbâs-ı Kummi: Mefâtih'ul - Cinan Tehran-1340, s.37). H. Fâtıma, müracaatından bir netice alamayınca Ebubekir ve Ömer'e darılmış, vefâtına dek onlarla konuşmamış, vefat etmeden de H. Ali'ye (a.s), geceleyin defnedilmesini, cenazesinde onların bulunmamasını vasiyet buyurmuştur (Fedek olayı için Buhârî'ye, 5, Farz'ul-Humüs bölümü, 7. 38, Müslim'e, 2, 72. 5, 151, 156, Müsned'e, 1, 69, Tabarî'ye, 3, 202, El-İmâmetu ve's-Siyâse'ye bakınız; 14).

Hz. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a), sonra kırk gün, üç ay, yahut sekiz ay yaşadıkları hakkında rivayet varsa da Ehlibeyt'-ten gelen rivayete göre yetmiş beş gün yaşamışlardır. Hz. Resûl (s.a.a), Saferin yirmi sekizinde vefât etmişlerdir. Hz. Rasûl'ül (s.a.a) Rabiülevvelin on ikisinde vefât ettiği rivayetine nazaransa Cumâdelûlâ sonlarında, yahut meşhur rivayete göre Cumâdelâhıranın üçünde intikal eylemişlerdir. Yaşları on sekizi aşmıştı (muhtelif rivayetler için Muhammed Bâkır-ı Meclisi'nin "Bihâr'ul-Envâr"ına bakınız, 10, Tehran, 1384, s.214-216).

Burada, Fedek'in yıllar boyunca elden ele geçtiğini, bu hususta buyruk sâhiplerinin tek bir reye uyamadıklarını da söylemek zorundayız: Osman, bu hurmalığı Mervan'a bağışladı. Muâviye, H. Ali'nin şehâdetinden sonra hurmalığı üçe bölmüş, bir kısmını Osman'ın oğluna, bir kısmını Mervan'a, bir kısmını da oğlu Yezid'e vermişti. Emevîlerden Ömer b. Abülazîz, Fâtıma evlâdına iâde etmiş, Abbas oğullarının ilk halifesi Seffâh, İmam Hasan oğlu Hasan'ın oğlu Abdullah'a ait olduğuna hükmetmiş, Mansûr, İmam Hasan evlâdından almış, oğlu Mehdî, gene Fâtıma evlâdına vermiş, onun oğlu Mûsâ ve kardeşi Fedek'i temellük etmişler. Me'mun, hicrî 210 da gene Fâtıma evlâdına vermiş, bu hususta Medine âmeline emir göndermiş, Mütevekkil'se Me'mun'dan evvelki haline getirmiştir.

(4) - Hutbenin baş tarafında geçen "filân"dan maksat birinci halife Ebubekir'dir.

(5) - Buradaki falan"da ikinci halife Ömer'dir.

(6) - A'şâ, Ebu-Basir Meymûn b. Kays'tır. Cahiliyye şâir-lerinden olan, sesi de gayet güzel bulunan bu zat, İmri'ül-Kays ve Nâbıga gibi ünlü şâirlerden sayılmıştır. Vakt-i Saâdete erişmiş, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) methiyeler yazmış; onları, huzurunda okumaya giderken Ebu-Süyfan mâni' olmuş, avdetinde, Menfuha denen yerde deveden düşüp ölmüştür. Heyyan, boyunun ulusu olan bir zattı; İran  şâhıyla dostluğu vardı, A'şâ ile de dosttu; sohbet arkadaşıydı. Bâzı sebeplerle ondan uzaklaşmıştı; o münasebetle söylediği kasîdede bu beyit geçer.

Emir'ül-Mümi'nin (a.s), bu beyti inşad ederek Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki haliyle ondan sonraki haline işaret buyurmaktadır.

(7) - Ebubekir'in biatten sonra "Bırakın beni, ben sizin en hayırlınız değilim" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözü, "Sizin en hayırlınız olmadığım halde beni, başınıza getirdiniz; siz beni veliyy-i emr ettiniz" tarzında söylediği de rivayetler arasında-dır (Muhammed Abduh Şerhi, s.32, 3. not). Hz. Emir'i, Ebubekir'e götürdükleri zaman, Ömer, biat etmedikçe senden el çekmeyiz deyince Ömer'e, "İyi sağ bu sütü, yarısı senin olacak; bugün onun faydası için düzüp koştuğun bir iş yarın sana dönecek" dediği rivayet edilmiştir.

(8) - Ömer'in, zâtı içtihatlarına işarettir. Meselâ, 9. sûrenin (Tevbe) 60. âyet-i kerîmesinde zekâtın,

yoksullara, hiçbir varlığı olmayanlara, zekât toplayan memurlara, müellefet'ül-kulûb'a (gönülleri Müslümanlığa malla, servetle ısındırılmak istenenlere),

kölelere, tutsaklara, borçlulara, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara verilmesi buyrulmuşken, Ebubekir'in zamanında Ömer, artık müellefet'ül-kulûba vermeye lüzum kalmadı demiş, onlara zekât verdirmemişti. 8. sûrenin (Enfâl) 41. âyet-i kerimesinde ganimetin beşte biri Allah yolunda sarfedilecek, Peygamber'e ve yakınlarına, yetimlerine, hiçbir şeyi olmayanlarına ve bu yolda savaşanlarına verilecekken bu payı kaldırmış, Mâlik b. Nüveyre'yi, Müslüman olduğu halde öldürten ve şer'i süresini beklemeden zevcesini alan Halid b. Velid'i, evvelce onun şiddetle aleyhinde bulunduğu halde, kendi zamanında bağışlamış, hac töreninden umreyi, törenden nisâ tavafını kaldırmış, Müslim'in rivâyetine göre kendi zamanında bile yapıla gelen muvakkat nikâhı yasak etmişti. Ezandan, "Hayye alâ hayr'il-amel-haydin en hayırlı işe" sözünü, halk ibâdete koyulur da savaşı boşlar diye okutmamış, bir kerede üç talak vermeyi, kadın boşamaktan halkı çekindirmek için câiz görmüş, sünnet ve nâfile namazlarda cemâat olmadığı halde terâvih namazını cemaatla kıldırmış, su bulunmadığı vakit teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiş, miras ve iddet meselelerinde içtihatlarda bulunmuştu. Daha bu çeşit birçok içtihatları olmuş, sabah ezanına "namaz uykudan hayırlıdır" sözünü katmıştı (Ali kuşçı'nın "Şerh-u Tecrid"inde, "imâmet" bahsinîn sonlarında;  "En-Nass-u ve'l-İçtihâd"a da bakınız, 1383-1943, s. 199-220). Mâlik'in "El-Muvatta"ı ve Zerkaanî'nin Şerhi, cüz' 1, s.25.Abdül-Huseyn Ahmed'il-Emini'nin "El-Gadir-u fi'l-Kitâbı ve's-Sünneti ve'l-Edeb"inin 7. cüz'üne de bakınız; 2. basım, Tehran-1372, s.63-64).

(9) - Ömer yaralanınca vefat edeceğini anlayıp yanında-kilere Ebu-Ubeyde sağ olsaydı onu halife yapardım; Huzeyfe'nin kölesi Sâlim  sağ olsaydı bu işi ona verirdim demiş, sonra yedi kişinin adını söylemiş, bunlardan Sâid b. Zeyd'i kendi soyundan olması dolayısıyla öbürlerine katmamış, Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali'den meydana gelen bir şûrâ kurulma-sını, şûrâya Abdurrahman'ın riyâset etmesini söylemişti. Ancak bunlardan Sa'd'i serttir, Abdurrahman b. Avf'ı, bu ümmetin Karûn'udur diye yerdi. Talha'nın kibirli, Zübeyr'in nekes olduğunu, Osman'ın boyunu sevdiğini, Ali'nin de halifeliğe haris bulunduğunu söyledi. Sonra Suheyb'e, üç gün halka namaz kıldırmasını emretti. Ebu-Talha'yı, elli kişiyle, şûrâ erkânının topladığı evi kuşatmaya memur edip bunların beşi birleşir, birisi ayrılırsa onun öldürülmesini, üçü birini üçü de başka birini tutarsa Abdurrahman'ın bulunduğu tarafın kabûl edilmesini söyledi. Abdurrahman kendisini ve Sa'd'i bu işten ayırdı. Sa'd ise ona; Osman sana biat ederse üçüncü biat eden ben olurum; fakat Osman'ı tayin edersen Ali tarafını tutarım dedi. Nihayet Abdurrahman, Ali'ye, Ebubekir ve Ömer'in yolunu tutup tutmayacağını sordu. Ali, ben Allah'ın kitabı, Peygamber'in sünneti üzere ve kendi içtihadımla hareket ederim cevabını verdi. Aynı suali üç kere Osman'a sordu; Osman her üçüne de müspet cevap verince ona biat etti. Bir de şu var:

Şûrâda riyaset eden Abdurrahman'ın zevcesi ana tarafından Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman'ın amca oğullarındandı, ikisi de Zühre oğulları boyundandı; ayrıca Hazreti Emir'le de arası açıktı. Sa'd'in anası, Süfyan b. Ümeyye b. Abdüşşem'in kızıydı; Ali, bu boydan bir çoğunu savaşlarda öldürmüştü. Talha Teyim boyundandı; bu boyun Hâşim oğullarıyla arası açıktı. Nitekim sonradan, Osman'ın kanını almak bahanesiyle isyanı da, gizlediği fikri açığa vurdu. Zübeyr, Ebubekir'in hilâfetinden beri Ali'ye taraftar görünmekteydi, fakat halifeliğe özendiği sonraki isyanıyla meydana çıktı.

Şûrâdan sonra Mikdâd b. Esved'in, Abdurrahman'a, "andolsun Allah'a ki Ali'yi terk ettin ama o, hak üzere hüküm veren ve gerçek olarak adalete riayet edenlerdendi" demiş, "Kureyş'e bakıyorum, en doğru söyleyen, en gerçek olarak hükmeden kişiyi bırakıyor" sözlerini de sözüne eklemişti. Abdurrahman, korkuyorum fitneye kapılmandan, Allah'tan çekin sözüyle Mikdâd'a cevap vermişti. Sonra Osman'ın zamanındaki ayaklanma sırasında Abdurrahman'a, bu, ellerinle hazırladığın şey demiş, o da, ben böyle sanmıyordum, fakat Allah'a and olsun, onunla konuşmayacağım artık demiş, sözünü de tutmuş, ölüm hastalığında kendisini dolaşmaya gelen Osman'dan yüzünü duvara çevirmiş, ona bir söz bile söylememişti (Muhammed Abduh Şerhi, s.34-35, 1. not).

(10) - Osman, Abdüşşems oğlu Ümeyye oğlu Ebi'l-Âs'ın oğlu Affan'ın oğludur. Yetmiş beş, yetmiş altı, diğer rivayette seksen, yahut seksen sekiz yıl yaşamış, hicretin yirmi dördüncü yılında halifelik makamına gelmiş, on iki yıldan on iki, yahut sekiz gün eksik bir müddet hilafet makamında kalmış, hicretin otuz beşinci yılı zilhiccesinin  on sekizinci günü öldürülmüştü. Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), Rukayye, sonra da Ümmü Külsûm adlı iki kızını aldığından Zü'n-Nûreyn, yâni iki nur sâhibi diye anılmıştır. Kavmin üçüncüsünden maksatları Osman'dır.

Osman, ana tarafından kardeşi Velîd b. Ukbe'yi Kûfe'ye tayin etmiş, beytülmâli, sıla-i rahimde bulunuyorum diye Ümeyye oğullarına pay etmiş, Hazreti Rasûl'ün (s.a.a) Medîne'den sürdüğü Hakem'i ve oğlu Mervan'ı Medine'ye getirtmiş, kızını Mervan'a vermiş beytülmâlden ona yüz bin dirhem verdiğinden başka Fedek'i de demlik etmiş, Hakem'e yüz bin, Abdullah b. Hâlid b. Üseyyid'e dört yüz bin dirhem ihsanda bulunmuş, diğer kızını Hâris b. Hakem'e verip ona da beytülmâlden yüz bin dirhem bağışlamıştır. Ebu-Süfyân'a iki yüz bin dirhem vermiş, Medine yaylaklarını Ümeyye oğullarının hayvanlarına tahsîs edip Trablus'tan Tanca'ya dek bütün Afrika gelirini Abdullah b. Sa'd b. Ebi-Serh'a bağışla-mıştır. Bütün bunlar, Velid b. Ukbe'nin, Kûfe'de beytülmâli istediği gibi harcaması, şarap içtiği sabit olduğu halde kendisine had vurulmaması, Abdullah b. Mes'ud'un, Ammâr'ın dövülmesi, bunlarla beraber Ebû-Zer'in ve diğer birçok sahâbinin sürülmesi, ehliyle buluşana, kendisinden inzâl olmadıkça gusûl  icâb etmediği hakkındaki fetvâsı, 46. sûrenin (Ahkaaf) 15. âyetinde haml müddetiyle çocuğun sütten kesilmesinin otuz ay, 2. sûrenin (Bakara) 233. âyetinde süt verme müddetinin tamamının iki yıl olduğu bildirilmesine göre haml müddetinin en azının altı ay olduğu anlaşıldığı halde evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadını recmettirmesi, bayram namazını dört rek'at kıldırması, seferde namazları kasretmemesi, umreyi men etmesi, bayram hutbelerinin namazdan önce okunması gibi şeyler de ashabın, Osman aleyhine dönmesine sebep oldu. Başta Âişe, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr olmak üzere bir çok kimseler, şiddetle aleyhinde bulunmaya başladılar. Sonunda isyan başladı ve Osman öldürüldü (Osman'ın icrââtı ve içtihatları için Şeyh Zebihullâh'ı Mahallâti'nin, ana kaynaklara dayanarak meydana getirdiği "Keşf'ül-bunyân der zindegânî-î Cenâb-ı Osmân b. Affân" adlı kitabına bakınız, Tehran 1382, 430 sahife).

(11) - Osman'ın öldürülmesinden sonra kendilerine biat etmek hususunda halkın tehaccümünü anlatıyorlar. (9) Biatten dönenler anlamında "Nâkisin" denmiştir. Bu sözde, 48. sûrenin (Feth),

"Şüphe yok ki seninle biatleşenler, ancak Allah'la biatleşmişlerdir; Allah'ın (kudret) eli, onların ellerinin üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedir ve kim Allah'la ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir vardır" meâlindeki 10. âyetine işaret vardır. "Ok yaydan fırlar gibi fırlayanlar" "Mârıkun" diye anılırlar; bunlara ait 4. bölüm olan "İçtimâî-İktisadi hutbeleri"nde, 26. hutbenin şerhindeki 11. notta gereken izâhât verilmiştir. "İtâatten çıkanlar", "Kaasitûn" diye anılmıştır. Kur'ân-ı Mecid'-in 72. sûresinin (Cinn),

"Ve gerçekten de bizden, Müslüman olanlar da var, doğruluk yoluna itâatten sapıp zulmedenler de; artık kimler Müslüman olurlarsa onlardır doğruluk yolunu arayıp bulanlar. Fakat gerçekten sapıp  zulmedenlere gelince,onlar da cehenneme odun olurlar" meâlindeki 14-15. âyet-i kerimelerinde "İtâatten çıkanlar, sapıp zulmedenler", "Kaasitûn" diye anılmışlardır. "Müstedrek'üs-Sahihayn"de, Ömer'in zamanında, Ebû-Eyyüb'ül Ansâri'nin (r.a), Rasûlullah (s.a.a) Ali b. Ebû-Tâlib'e Nâkisin Kaasitûn ve Mârikin ile savaşmasını buyurdu" dediği rivâyet edilmiştir. Buna dair "Müstedrek"te, "Tarihu Bağdad"-da, "Üsd'ül Gaabe"de, Suyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr'unda, Kenz'ül-Ummâl'de Mecma'uz-Zevâid'de, bundan başka daha on sekiz hadis vardır. "Kaasıtûn" Muâviye ve ona uyanlardır (Fedâil'ül-Hamse, 2, s.358-363).

Bu bahse son verirken şunu da söylememiz gerekir:

Emir'ül-Müminin Ali (a.s), hilâfeti kendi hakkı olarak görü-yordu; fakat bu görüş Hz. Peygamber'in (s.a.a), tebliğine dayanıyordu; Peygamber'in tebliğiyse vahye istinâd etmekteydi;

çünkü o, kendi dileğine göre söz söylemezdi (53, Necm, 3-4). Rasûlullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) kendilerine, Mûsâ'ya Hârun ne menziledeyse o menzilede olduğunu bildirmişler, ancak kendilerinden sonra peygamber gelme-yeceğini beyan buyurmuşlardı; onu kendilerine kardeş edinmişlerdi; zürriyetinin ondan geleceğini bildirmişlerdi;  daha  ilk  tebliğlerinde onu kendilerinin veziri olarak tanıtmışlardı, halifemdir demişlerdi; kendileriyle aynı yaratılışta olduklarını, kendilerinden sonra her inananın velisi  bulunduklarını  söylemişlerdi; ona sövenin, kendilerine sövmüş olacağını bildirerek ileride olacakları anlatmışlardı; bütün bunlara ilâveten, Veda haccından  avdet  ederlerken,  5. sûre-i celilenin (Mâide) 67. âyet-i kerimesine ittibaen Cuhfe denen yerdeki Gadiru Humm'da ashabı toplayıp 33. sûrenin (Ahzâb) 6. âyet-i kerîmesini hatırlatarak, Müminler üzerindeki mutlak vilâyetini tasdik ettirdikten sonra Ali'yi Müminlere veliyy-i emr tayin buyurmuşlardı ve ashab, onu kutlamış, ona biat etmişti (Bütün medrekleriyle bu hadisler için "Fedâil'ül-Hamse'ye 1, s.299-406, merhum Âyetullah Abdül-Huseyn Şerefüddin'in "El Murâcaât"ına, Necef 1383, s.202-222, Âyetullah Ahmed Emini'nin "El-Gadir" adlı muhalled kitabına ve "Hz. Muhammed ve İslâm" adlı eserimize bk. (Milliyet kültür kulübü yayınları, İst. 1969 s.168-174).

Bu hutbenin Şerif Radi tarafından uydurulduğunu söyle-yenlerde olmuştur. Ancak, Seyyid Radi, hicri 359 da (969-970) doğmuş, 406 Muharreminde (1015) Bağdad'da ebediyete intikal etmiştir. Halbuki ondan 176 yıl önce vefât eden Hafız Yahyâ b. Abdülhamid-i Himmânî, 246 da (860) vefat eden  Ebu  Câ'fer  Ahmed  b. Mehmed'ül-Barkî, 303'te vefât eden (915) Ebu-Aliyy'ül-Cubbâî, 312 de vefât eden (924) Ebü'l-Hasan Ali b. Furât, 317 de vefât eden (929) Ebü'l-Kaasım'ül-Belhî, 332 de vefât eden (943) Ebû-Ahmed Abdül'aziz'ül-Celûdiyy'il-Bışrî, 360 da vefât eden (970) Hâfız Süeyman b. Almed'üt-Taberânî, 381 de vefât eden (991) Ebû-Ca'fer İbn-i Bâbıveyh'il Kummî, 382 de vefât  eden (992) Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâ'il-Askerî, 412 de vefât eden (1021) Ebû-Abdullah Mufid, 415'te vefat eden (1024) Kaadi Abdülcebbâr'ül-Mu'tezili, çeşitli yollarla kitaplarında bu hutbeyi anmışlar, yazmışlar, kendisinden sonra da "Lisân'ül-Arab" sahibi Ebü'l-Fadl Cemalüddin (711 H. 1311) ve Kaamûs sâhibi Firûzâbadi'ye kadar (816-817 H. 1413-1414) on beş bilgin bu hutbeden bahsetmiştir (El-Gadîr, 7, ikinci basım, s.82-85). Kaldı ki söz, üslûptan anlaşılır ve hutbenin uslûbu tamamıyla Emir'ül-Müminin'in (a.s) üslûbudur.

(12) - 3, 14.

(13) - İbn-i Abbas, Vallahi demiştir, bu sözün yarım kalma-sına eseflendiğim gibi hiçbir söze eseflenmedim; Emir'ül-Müminin (a.s) ne olurdu, dilediği gibi söyleseydi.

(14) - Ömer, İran seferine bizzat katılmak istediği zaman Hazreti Ali (a.s) bunu doğru bulmamış, ona bu hususta yukarıdaki sözleri söylemiş, fikrinden caydırmıştı.

(15) - Osman'ın babası Affan, Abdu Menaf oğlu Abdüşems'in oğlu Umeyye'nin oğlu, Ebi'l-Âs'ın oğludur. Abdüşşems, Hâşim'in kardeşidir; Haşim'se Hz. Rasul-i Ekrem'in (s.a.a), babaları Abdullah'ın babası, Abdül-Muttalib'in babasıdır. Bu bakımdan soy yakınlığını anmakta-dırlar. Aynı zamanda, evvelce de zikredildiği gibi Osman, Rasûlullah'ın (s.a.a), damatlık şerefine de nâil olmuştur.

(16) - Bu sözleri Tabarî, Tarihinde, Belâzüri "Ensâb"ında, İbn-i Esir "Kâmil"inde  ve "Târih"inde zikreder (Keşf'ül-Bünyan'dan naklen, s.351). Başta Ümm'ül-Müminin Âişe (r.a) olmak üzere ashabın  ileri gelenleri, Osman'ın hareketlerini, boyuna karşı gösterdiği sınırsız müsâmahayı hoş görmüyor-lardı, aleyhinde bulunuyorlardı. Mâlik'ül-Eşter, Kûfe'den Kûfelilerle, Hukeym b. Cebelet'il-Abdi, Basra'dan yüz elli kişiyle Medine'ye hareket ettiler; Mısır'dan da dört yüz, bir rivayette beş yüz, hattâ yedi yüz, İbn-i Ebi'l-Hadid'in rivayetine göreyse, yolda katılanlarla iki bin kişiyi bulan bir topluluk Medine'ye yöneldi; Medine'de Osman'ın evini kuşatmaya baş-ladılar. Osman, Ömer'in oğlu Abdullah'ın tavsiyesi üzerine Hz. Ali'yi çağırdı; bu işe bir çare bulmasını rica etti. Hz. Ali, gelenlere nasihatte bulundu; Osman da, zulmeden valileri azledeceğine, yerlerine her  taraf ehlinin istediğini tayin edeceğine dair yazı yazdı; gene Ali'nin tavsiyesiyle minbere çıkıp özür diledi. Dönünce Mervan yaptığı hareketi şiddetle tenkit etti; bu sırada kapı önünde toplananlara da dışarı çıkıp kötü sözler söyledi. Halk, bunun üzerine ikinci defa Osman'ın evini kuşattılar. Tekrar Hz. Ali'ye müracaat edildi; Hz. Ali, Osman'a öğütler verdi. Osman, üç gün mühlet istedi; Hazret "Medine'de olanlar için mühlet istemeye hâcet yok, fakat etrafta bulunanların haberi sana ulaşıncaya dek mühlet isteyeyim" buyurdular" buyurdular ve çıkıp halkı teskine çalıştılar; halk sükûnet buldu. Osman, bu müddet içinde Şam'dan, Basra'dan kendisine yardımcılar geleceğini umuyordu. Muâviye, Şamlılara, Basralılara, Mekkelilere Mısır'da Abdullah b. Sa'd Ebi-Serh'a mektuplar gönderdi. Muâviye'nin kılı bile kıpırdamadı; O, bir bahane bulabilmek ve Hz. Ali'yi töhmet altına almak için zâten böyle bir şeyi dört gözle bekliyordu. Mekkeliler de mektuba aldırış etmediler. Şamlıların bir kısmı, Yezid b. Esed'e gönderdiği mektup üzerine Medine'ye hareket etti; Basra ve Mısır'dan da imdatçılar harekete geçmişlerdi; fakat bunlar yoldayken Osman takdir edilen âkıbete ulaşmıştı.

(17) - Mugıyra b. Ahnes, Osman'ın taraftarlarındandı. Osman'ın evine girmek isteyenlere beş yüz kölesiyle karşı durmaya çalışıyordu; başları Mervan'dı. Mugıyra, Saîd b. Âs'la gelenlere saldırdı. Mervan da hücum edenler arasındaydı. Bedir'de, yahut Handak'ta bulunan, ondan sonraki gazvelerin hepsinde hazır olan Rıfâa b. Râfi'il-Ansârî, Mervan'ın boynuna bir kılıç vurdu; Mervan yere düştü; öldü sanıp bıraktı. Kadının biri alıp onu götürdü. Bu kılıç yarası yüzünden Mervan'ın boynu, ölünceye dek eğri kalmıştır. Mugıyra b. Ahnes de hücum edenlerle beraber saldırmıştı. Rıfâa, onu bir kılıçla dâr-ı mücâazata gönderdi. Osman'ın evine girilinceye dek o gün şiddetli bir savaş olmuştu ki o güne, "Ev günü" anlamına, "Yevm'üd-Dâr" dendi ve çetin savaşlar, o günkü savaşa benzetilir oldu (Keşf'ül-Bünyan; s.418 ve devamı Rıfâa için "Tenkıh'ul-Mukaal"e bakınız, 1, 432).

(18) - Ebu-Zerri Gıfâri'nin ismi Cündeb b. Cunâde'dir. İslâm'dan önce Allah'ın birliğine inanmıştı; kendince namaz kılar, Allah'a kullukta bulunurdu. H. Peygamber (s.a.a), İslâm'ı tebliğe başlayınca Ebû-Zerr, Medine'ye gelmiş, Müslüman olmuştu. Dördüncü olarak Müslüman olandır. H. Peygamber (s.a.a) boyuna gitmesini; İslâm kuvvetlenince gelmesini buyurmuş, emre uyan Ebû-Zerr, hicreti duyunca Medine'ye gelmiştir. Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Allah bana dört kişiyi sevmemi emretti ve bana onları sevdiğini bildirdi; Ali onlardandır, öbürleri de Ebu-Zerr, Mikdâd ve Selman'dır" buyurmuşlar (Câmi', 1, s.57), gök yüzünde de, yeryüzünde de Ebû-Zerr'den daha doğru sözlü kimse bulunmadığını bildirmişlerdi (aynı, 2, s.121). Rasûlullah (s.a.a), onu, zâhitliğinde Meryem oğlu İsâ Peygamber'e (a.s), benzetmişler, yalnız olarak gideceğini, yalnız olarak vefât edeceğini, tek başına ba'sedileceğini, cennetin üç kişiyi, Ali'yi, Ammâr'ı ve Ebû-Zerr'i özlediğini beyan buyurmuşlardır. Hz. Ali (a.s),

"Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onların yüzünden rızıklanır, onların yüzünden yağmur yağar; Selmân-ı Fârsî, Ammâr, Mikdad, Ebû-Zerr ve Huzeyfe onlardandır" demişlerdir.

Osman, Ebu-Zerr'i kendisini kınaması yüzünden dövdür-dükten sonra, dâimî gözaltında bulundurabilmek için Muâviye'nin vali bulunduğu Şam'a göndermişti. Ebû-Zerr, Şam'da Muaviye'nin bir Kisrâ gibi yaşamasını kınamış, 9. sûrenin (Tövbe),

"Ey insanlar, o bilginlerin, o rahiplerin çoğu, boş sebeplerle insanların mallarını yerler ve Allah yolundan men ederler halkı; altını, gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları elemli bir azapla müjdele. O gün, cehennem, o altını, o gümüşü alevleyecek ve on-lar, cehennem ateşinde kızdırılacak, alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak, onlarla dağlanacaklar ve işte bun-lardır kendiniz için biriktirdikleriniz denecek, tadın biriktirdiklerinizin azâbını" meâlindeki 34-35. âyetlerini okumaya başlamıştır. Muâviye, Ebû-Zerr'in Şam'da, Mısır ve Irak'ta kalmasının doğru olmadığını bildirdi. Osman, Muâviye'ye, mektubumu alır almaz Ebû-Zerr'i, sert bir deveye bindirip, sert bir adamla Medine'ye gönder; onu getiren, devesini gece-gündüz sürsün. Ebu-Zerr, her şeyi unutup kendi derdine düşsün; yolda hiçbir yerde konaklatmasın onu meâlinde bir mektup gönderdi. Ebû-Zerr'in baldırları çürümüştü. Medine'ye varıp Osman'ın yanına gidince Osman ona pek sert davrandı; onu yalancılıkla töhmetledi; Hz. Ali'ye de kötü sözler söyledi. Sonunda, Medine'den çıkıp Rebeze'ye gitmesini söyledi ve onu hiçbir kimsenin uğurlamamasını emretti. Hz. Ali, Akıyl, Abbas oğlu Abdullah, İmam Hasan ve İmam Huseyn'le Ammâr, Ebû-Zerr'i uğurladılar. Hz. Ali (a.s), Ebû-Zerr'i uğurlarken bu sözleri buyurdu. Akıyl, Ne diyeyim ey Eb-û-Zerr dedi, sen de bilirsin ki biz seni severiz, sen de bizi seversin. Allah'tan çekin, çünkü çekinmek, kurtuluştur; sabret, sabır büyüklüktür meâlinde sözler söyledi. İmam Hasan, Amca dedi, bu toplumdan başına neler geldi, gördün; dünyayı bırak, ondan sonrasını um; Peygamberine, O, senden razı olduğu halde kavuş dedi. İmâm Huseyn ve Ammâr da bu meâlde sözler söylediler. Ebû-Zerr, Ey Ehlibeyt-i Rahmet dedi, Allah rahmet etsin size; sizi görünce Rasûlullah'ı anmadayım, onu hatırlamadayım; Medine'de sizden başka eşim-dostum yok. Şam'da Muâviye'ye nasıl ağır geldimse Hicaz'da da Osman'a ağır geldim. Mısır ve Basra'da yerleşmemi de istemedi. Beni öyle bir yere yolluyor ki orada bana yardımcı olacak, benden kötülüğü giderecek, Allah'tan başka kimsem yok; ben de vAllahi Allah'tan başka bir enis istemiyorum; Allah benimle oldukça da hiçbir şeyden korkum yok buyurdu. Mervan, uğurlayanlara, halifenin buyruğunu tutmadıkları için söylendi; Hz. Ali şiddetle onu susturdu. Sonra Osman da Hz. Ali'ye ileri-geri laflar söyledi. Ebû-Zerr, hicretin otuz ikinci yılında Rebeze'de vefat etti. Namazını Abdullah b. Mes'ud kıldı. Ebû-Zerr, Hz. Peygamber'in (s.a.a), vefatlarından sonra Ali'ye mütâbaattan hiç ayrılmayan Selmân, Mikdâd ve Ammâr'ın dördüncüsüdür ve bunlara "Erkân-ı Erbaa" denir (Tenkih'ul-Makaal, 1, s. 234-236, Bihâr'ul-Envâr, 8, s.29-386, Keşf'ül-Bünyân, s.167-192, Molla Sâlihi Kazvini'nin Şerhi, 1, s. 459-461).

(19) - Halk, Hz. Ali'ye, Emir'ül-Müminin diye hitap ediyordu; Osman'sa o sırada evi kuşatılmış bir haldeydi. Abdullah b. Abbas'la, Hazretin Yenbu'a gitmesi için haber gönderdi. Hazret gittikten sonra, kendisine yardım etmesi için gelmesini reca etti. Hazret geldikten sonra tekrar gitmesini emretti. Bu söz, o münasebetle söylenmiştir (Muhammed Abduh Şerhi, 2. s.232-233, 1. not, Kazvinî Şerhi, 3. s.41).

(20) - "Daha iyi bildiğine uyar giderim ben" sözüyle, 39. sûrenin (Zümre)

"Müjdele kullarımı ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar; onlar, öyle kişilerdir ki Allah, doğru yola sevk etmiştir onları ve onlardır aklı başında olanların, gerçeği anlayanların ta kendileri" meâlindeki 17-18. âyet-i kerîmelerine işaret vardır.

(21) - Emir'ül-Müminin'in (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a), ebediyete intikallerinden sonra kendisine verilmediği halde hilâfetin, kendi hakkı olduğunda direnmesi, kendine teklif edildiği zamansa kabûl etmemeye çalışması, şaşılacak bir şey değildir. Kendisine hilâfet teklif edildiği zaman, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefatlarından, yirmi beş yıl geçmişti. Bu müddet zarfında ülkeler alınmıştı, şehirler zaptedilmişti. İslâm, çeşitli düşüncelerle, çeşitli dinlerin kalıntılarıyla bulan-mıştı. Zenginlik, almış yürümüştü. Rey ve içtihatlar, temel inançlara kadar tesirini göstermişti. Osman'ın, Ümeyyeoğul-larına beytülmâlden ihsanı, o zamanın parasıyla yüz yirmi altı milyon yedi yüz yetmiş beş bin dirhemi tutmaktaydı (El-Gadîr, 5, s.286); beytülmâl, istenildiği gibi sarfedilir olmuştu. Toplum şartlarının değişmesi, ahlâkı da değiştirmişti. Yoksul-lar zengin olmuşlar, köleler çoğalmışlardı. Saraylar kurul-muştu, tahtlar düzülmüştü. Perdeciler, kapıcılar, hizmet eden hadımağaları türemişti. Aba, kabâ olmuş, yiyim, ihtiyaç halinden zevk merhalesine ulaşmıştı.

Emir'ül-Müminin, İslâm'ın temel inançlarına sâdıktı; idâresi de öyle olacaktı; fakat buyurdukları gibi artık, "Gönüller bu işte bir kararda duramaz, akıllar bu işi yüklenip dayanamaz" bir hâle gelmişti; "Tanyerini boydan boya dolaylı kara bulut kaplamış, apaydın yol  görünmez" olmuştu. Emir'ül-Müminin (a.s), bu yüzdendir ki hilâfeti kabûl etmek istemiyordu; fakat kabûl etmese de biliyordu ki hilâfet, halkın değil, Hakk'ın bir tevcihiydi; ama halk, artık kendi idâresine tâbi olacak halden çıkmıştı; nitekim de öyle oldu.

(22) - Bunu İbn-i Abbas'tan Sâlih vasıtasiyle Kelbî, merfû olarak rivâyet eder. Ömer'in zamânındaki mukataalara dokunmamışlar, Osman'ın mukataalarını iptâl etmişlerdir.

(23) - "İsrafta haddi aşmak" sözüyle, 17. sûrenin (İsrâ),

"Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri giderek boş yere, haksız yere malını saçıp dökme; gerçekten de malını boş yere saçıp savuranlar, israfta haddi aşanlar, şeytanlara kardeş olurlar ve şeytan, Rabbine karşı nankördür" meâlindeki 26-27. âyetlerine işaret vardır.

(24) - Zem'a, Zemaa tarzında da söylenegelmiştir. Bu adam, Osman'ın emriyle Abdullah b. Mes'ûd'u (r.a) kavrayıp ayakları omuzlarının hizasına gelinceye dek kaldırarak yere vurmuştu da İbn-i Mes'ûd'un kaburgalarından biri kırılmıştı (Tenkih, 2, s.183).

(25) - Yâni, ona yardım edenlerden hiç biri, benden hayırlı olan ona yardım etmedi diyemeyeceği gibi, aleyhinde yürüyenlerden hiçbiri de benden hayırlı olan, ona yardım etti diyemez; ona yardım edenler, aleyhinde bulunanlardan hayırlı kişiler değillerdi; benimse her iki bölükle ilgim yok buyuruyorlar. Osman'a, sonuna dek verdiği öğütler mâlûmdur.

(26) - Öldürülmüş bidati diriltmek, kan dâvâsı gütmektir. Hz. Peygamber (s.a.a), Veda' Haccının Arefe hutbesinde, "Câhiliyye devrinde dökülmüş olan bütün kanlar geçmiş gitmiş, unutulmuştur. Bu kanların ilki, Abdül-Muttalib'in torunu Hâris oğlu Rabîa'nın oğlunun kanıdır; ben ondan geçtim; kan davaları, câhiliyye  gelenekleri ayaklarımın altındadır" buyur-muşlardır (Sahih-u Müslîm, İst. Mat. Âmire; 1329-1334 c.4, s.41).

(27) - Bu sözlerin ilk hilâfetlerinde biati anlatmakla beraber son cümlelere nazaran Cemel ve Sıffin'den sonra söylendi-ğini sanıyoruz.

(28) - Ömer, Ebubekir'e biati bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti kabûl ediyordu. "Birisi diyebilir ki Hattâboğlu Ömer ölünce de filan kişiye biat ederim; fakat hiç kimse bunu doğru düzen bir yol-yordam saymamalı; çünkü Ebubekir'e biat ayak sürçmesiydi; geldi çattı. Evet böyleydi bu; ama Allah insanları o sürçmeden korudu" demişti (Tabarî, İbn-i Esir ve İbn-i Kesir'de "Sakife" tafsilâtına bakınız).

Hz. Emir (a.s), bu sözlerle Ömer'in sözlerini hatırlatmak-tadır.

(29) - 35. surenin (Fâtır). 32. âyet-i kerimesinde,

"Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık; derken onlardan nefsine zulmeden var ve onlardan ortalama hareket eden var ve onlardan, hayırlarda herkesten ileri giden var Allah'ın izniyle; işte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır" buyurulmaktadır. 56. sûre-i celilede (Vâkıa),ileri geçenlerin Rablerine yaklaşanlar olduğu, öncekilerden çoğunun, sonra gelenlerden azının bölükten bulunacağı bildirilmekte, iyilere "Sağ taraf ehli", kötülereyse "Sol taraf ehli" adı verilmektedir (3-55).

(30) - "Gaybin anahtarları, onun katındadır, onları  ancak o bilir; karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta (ilminde) tespit edilmemiş olsun." (En'âm, 59)

"O, hıyânetle gizlice bakışı da bilir, gönüllerde gizlenen şeyleri de." (Mümin, 19).

(31) - "Bu, ellerinizle hazırladığınızdan; gerçekten de Allah kullara zulmedici değildir." 3, Âl-i İmrân 182. Enfâl, 22. Hac, 41. Fussilet, 50. Kaaf sûrelerinin 182, 51, 10, 46 ve 29. âyetleri de aynı meâldedir.

(32) - 5. sûre-i celilenin (Mâide) 95. âyet-i kerîmesine işaret edilmektedir.

(33) - Müslüman, Müslümanların elinden, dilinden selâmette oldukları kişidir (Hadis, Câmi', 2, s.172). Müslümanların, elinden, dilinden selâmette oldukları kişi Müslüman'dır. Mümin de insanların, kendisinden canlarını, mallarını emin gördükleri adamdır (aynı sahife).

(34) - Haksız yere bir serçeyi bile öldüren, kıyamet günü Allah tarafından soruya çekilir (Hadis, Câmi', 2, s.162). Ağaç keseni Allah tepesi üstü cehenneme atar (aynı, s.164).

(35) - Sırtlanı avlamak için önce ininin ağzına gelip içeriye bir taş atarlar, bir ses meydana getirirler. Sırtlan uyanır, her yana bakınır, kimseyi göremez, tekrar uyuklamaya koyulur. Derken bir taş daha atarlar ve böylece sırtlan taş sesine alışır, aldırış etmemeye başlar, uykuya dalar. Bunun üzerine inin ağzını genişletirler, onu tutup bağlarlar. Bu sırada sırtlan, duyduğu sesleri evvelki sesler gibi sanır, uykusundan uyanmaz.

(36) - Hazreti Emir'ül-Müminin (a.s) biat edilince, beytülmâle Ammar'ı (r.a) memur etti ve hiçbir kimsenin başka bir kimseden üstün olmadığını bildirip herkese üç dînar vermesini emretti, bana da üç dînâr getir buyurdu. Ammâr, beytülmâle, Ebu'l-Heysem ve birkaç kişiyle gitti. Beytülmâlde üç yüz bin dînâr bulundu; yüz bin kişiye dağıtıldı; hiçbir kimsenin öbüründen üstün tutulmaması bâzılarına ağır geldi. Hattâ Sehl b. Huneyf bile, yâ Emir'el-Müminin, bu, dün benim kölemdi, bugün azad ettim onu; ona ne verdiysen bana da onu verdin dedi. Hz. Ali (a.s), evet buyurdu, sana ne kadar verdiysem ona da o kadar verdim. Talha, Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Said b. Âs ve Mervan'la Kureyş'ten bâzı kimseler de buna razı olmadılar; Velid b. Utbe de bunlardandı. Osman'ın verdiği gibi vermezsen, seni bırakır, Şam'a gider, Muaviye'ye katılırız dedi. Talha, Zübeyr ve Abdullah memurlara bunu siz mi yapıyorsunuz, Emir'ül-Müminin mi? diye sordular. Memurlar, biz dediler, onun emri olmadan bir şey yapamayız ki. Bunun üzerine Ali'yi aradılar. Güneş altında, tuttuğu bir işçiyle çalışmakta olduğunu gördüler. Hava çok sıcak, şuraya gidelim dediler, bir gölgeliği gösterdiler, Âli, peki dedi; gölgeliğe sığındılar; konuşmaya başladılar. Bizim Rasûlullâh'a yakınlığımız var, savaşlarda bulunduk; ne Ömer böyle verirdi, ne Osman. Sen bizi herkesle bir tutuyorsun dediler. Hz. Ali (a.s), benden önce mi Müslüman oldunuz diye sordu. Hayır dediler, sen ilk Müslüman olansın. Benden daha mı yakınsınız dedi; hayır dediler, onun senden daha yakını yok; fakat biz de ona uyduk, müşriklerle savaştık. Benim kadar mı savaştınız dedi. Hayır dediler, senin gibi savaşan yoktur. Bunun üzerine, Ali, andolsun Allah'a dedi, benimle işçim arasında bile bir fark gözetmem ben. Ertesi günü Talha'yla Zübeyr, mescitte bir bucağa oturdular; yanlarına Said b. Âs ve Zübeyr'in oğlu Abdullah da geldi; Ali'yi kınamaya koyuldular; bunlar, kendilerine verilen parayı da almamışlardı. Ammâr, yanlarına gidip öğüt vermek istedi. Zübeyr'in oğlu Abdullah, Ammâr'a ağır sözler söyledi. Ammâr, Âli'ye karşı bütün insanlar birleşseler, ben gene elimi ona veririm; şehâdet ederim ki, Peygamber'in, Allah'ın emriyle gönderildiği günden beri, ondan üstün tuttuğu kimseyi bilmiyorum dedi. Bu hâli duyan Âli, 17. hutbeyi minberde okudu; inip iki rek'at namaz kıldı. Ammâr'la Zübeyr'i ve Talha'yı çağırttı. Konuştular; her ikisi de, bizimle danışmadan bu işi yaptın dediler; bunun üzerine onlara bu sözleri söyledi; sonra da Yenbu'da malım var, isterseniz size onları vereyim buyurdu. Onu da kabûl etmediler, Kûfe ve Basra vâliliklerini istediler. Âli, reyinize başvurmam gerekebilir; benimle kalmanız daha doğru buyurdu. Bu söz üzerine umre etmek üzere Mekke'ye gideceklerini söylediler; Hz. Ali (a.s), siz buyurdu; umre etmeyi değil, hıyânette bulunmayı kuruyorsunuz, biatten dönmeyin, Müslümanların birliğini bozmayın. İkisi de dönmeyeceklerine dâir söz verip yanından ayrıldılar.

(37) - Zübeyr'in anası Safiyye, Ebû-Tâlib'in kız kardeşidir ve Hz. Alinin (a.s) halasıdır.

(38) - "İstiâb" ve "Üsd'ül-Gaabe"de, Talha'nın şiddetle Osman'ın aleyhinde bulunanlardan olduğu ve Cemel savaşında Mervan tarafından oklanıp öldürüldüğü bildirilmekte ve Mervan'ın, Talha'yı vurduktan sonra, bundan sonra artık Osman'ın kanını istemem ben dediği nakledilmektedir. İbn-i Ebil-Hadid, Talha'nın, Osman aleyhinde en ileri gidenlerden olduğunu, hattâ Osman'ın, ben buna nice ihsanlarda bulundum, altınlar, gümüşler verdim, oysa benim kanımı dökmeye çalışıyor; İlâhî, sen onu dileğine kavuşturma ve zulmünün cezâsını ver dediğini, Yevm'üd-Dâr'da başını ve yüzünü ört-müş olarak Osman'ın evine ok attığını, topluma, komşula-rının damlarından aşmak suretiyle evine girmek için yol gösterdiğini bildirmektedir. Medâinî, "maktel-u Osman"da Talha'nın Osman'ın defnine üç gün mâni' olduğu, cenâzeyi taşlattığı kayıtlıdır; Vâkidî de bunu bildirmektedir. Belâzürî, Osman'ın evine su götürmeye bile engel olduğunu, Hz. Ali'nin buna pek öfkelenip birkaç tulum su yolladığını kaydeder ki "El-İmâmet-u ve's-Siyâse"de de bu, teyit edilir. Belâzürî, Tabarî, Müruc'üz-Zeheb, İbn-i Esir, El-İmâmet-u vs's-Siyâse, Zübeyr'in de Osman'ın ölümünü istediğini, hattâ oğlu Abdullah'ın, Osman'ı koruyanlardan olduğu söylendiği zaman, tek Osman'ı öldürsünler de oğlum da ölsün, ne çıkar dediğini söylerler (Keşf'ül-Bünyan'dan naklen; s.359-361).

(39) - Hemencecik erilecek üstünlük, dünyadaki zafer, iler-de erilecek üstünlükse âhiret mükâfatıdır.

(40) - Bu kısımda Emir'ül-Müminin (a.s), Hazreti Peygam-ber'den (s.a.a) sonraki olayları anlatmaktadır.

(41) - Ümm'ül-Müminîn Âişe, Osman'ın şiddetle aleyhinde bulunanlardandı. Abdullah b. Mes'ud dövüldüğü, kaburga kemiği kırıldığı zaman Osman'a, Rasûlullah'ın sahâbisine nasıl kötü sözler söylersin diye bağırmış ve Osman'ın emriyle mescitten çıkarılmıştı. Fakat o, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ayakkabılarını, elbisesini halka gösteriyor, bunlar daha eskimeden, onun dinini yıprattı diyor, "Na'sel'i Allah öldürsün, öldürün Na'sel'i" diye halkı coşturuyordu. Na'sel, erkek sırtlan demekti; aynı zamanda Medine Yahudilerinden uzun sakallı birinin de adıydı; Hz. Âişe, Osman'a bu adı takmıştı (İbn-i Sa'd, 5, Leiden basımı, 25; Ensab-ı Belâzürî, 5, s.70, 75, 91; el-İmâmet-u ve's-Siyâse 1, s.267, 272; İbn-i Asâkir, 7, 319; İstiâb, Ebü'l-Fidâ'; Usd'ül-Gaabe ve İbn'ül-Esir).

Osman'ın ölümünde Mekke'de bulunan Âişe, Medine'ye gelirken yolda, onun  öldürüldüğünü Übeyd adlı birisinden duydu ve "Allah onu uzaklaştırsın; bu, kendi eliyle kendisine hazırladığı sonuç" dedi. Sonra Hz. Ali'nin halife olduğunu duyunca, keşke dedi; gökler yere inseydi de bunu duymasay-dım; Osman'ı zulümle öldürdüler; vAllahi onun kanını isteyeceğim. Ubeyd, bu sözü duyunca şaşırdı; ona Na'sel diyen sen değil miydin dedi. Ümm'ül-Müminin, evet ama o tövbe etti; gümüş gibi arındı; onu zulümle öldürdüler dedi. Ubeyd dayanamadı, bu iş senden başladı, seninle bu hâle geldi. Yel de senden esti, yağmur da senden yağdı; imâmın öldürülmesini sen emrettin bize; onu öldürürken sana uyduk; onu öldüren, bize bunu emredendir meâlinde bir şiir okudu (El-Kâmil, 3, s.80).

Âişe'nin kini, ifk olayıyla başlamıştı. Talha ve Zübeyr'e uyup Basra'ya giderken bir su kıyısındaki köpekler, bindiği deveye saldırıp ürümeye başladılar.  Âişe, suyun adını sordu, Hav'eb dediler. Bu adı duyunca ağlamaya başladı, döndürün beni dedi. Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem ona Ali'ye karşı koyacağını, Hav'eb suyunun köpekleri üzerine ürüyeceğini, haksız kız kardeşinin ve Zübeyr'in oğlu Abdullah, kırk-elli şâhit getirerek kılavuzun yanlış söylediğine şehâdet ettirdi; bir yandan da Ali'nin ordusu geliyor diye adamlar koşturdu. Bunun üzerine kafile Basra'ya yöneldi.

Hz. Ali tarafından Basra vâlisi olan Osman b. Huneyf karşı koymak istedi; iki taraftan birçok kişi öldü; Osman hapsedildi.

(42) - Burundan gelen kan pıhtısı, kandan sonra gelir; bir işten sonra aynı işi yürütmek üzere, aynı yoldan gelenler, aynı töreyi yürütenler hakkında kullanılan bir atasözüdür. Aynı zamanda bu sözde, "Söz budur ancak, ameller niyetlere göre ölçülür; herkes, neyi niyet ederse o niyete göre hayır, yahut şer kazanır. Allah'a ve Rasûlüne göçmeye niyet eden göçerse, Allah'a ve Resûlüne göçmüş olur; dünyâya göçmek, dünyayı elde etmek isteyen, onu elde eder; bir kadını nikâhlamayı niyet eden, ona erer; herkes niyet ettiğini bulur" (Câmi', 1, s. 2-3) ve "Ali'nin Şiası'dır kurtulanlar, onlardır muratlarına erenler" meâllerindeki hadislere işaret vardır (Künûz'ul-Hakaak, 2, s.94).

(43) - Mervan'ın halifeliği dört ay on gün sürmüştü. Dört oğlu vardı. Birincisi Abdülmelik'di ki halifeliğe geçti. İkincisi Abdülaziz'di, Mısır valisi oldu. Üçüncüsü Irak valisi olan Beşir, dördüncüsü de Cezire vâlisi Muhammed'di. Bu dört kişinin, Abdülmelik'in oğulları Yezid, Süleyman, Velid ve Hişâm'a işaret olduğunu da söyleyenler olmuştur ki dördü de halifelik makamına gelmiştir.

(44) - Kadından maksatları, Âişe'dir; onu, "Asker" adını taktıkları kızıl donlu bir deveye bindirmişlerdi ve en şiddetli savaş, devenin çevresinde oluyordu.

(45) - Basra'yı bir kere, Abbasoğulları'ndan El-Kaadir-billâh zamanında (381-422 H. 991-1031), bir kere de El-Kaaim bi-emrillâh zamanında (422-467 H. 1031-1074) su bastı; bütün şehir sulara gark oldu; ancak yüksek bir yerde bulunan câmi, suyun ortasında kaldı. Bu su basma keyfiyeti, Fars denizinin kabarıp coşmasından ve dağlardan sel gelmesi yüzünden oldu. Şimdiki Basra, bir başka yere kuruldu. Rivâyet ederler ki bu sözlerden sonra, maksadım öğüt almanızdır buyurup gönüllerini almışlardır.

(46) - Amr, Muâviye'ye, kendisine Mısır'a vâli tayinini şart koşarak biat etmiştir; ona işaret buyuruyorlar.

(47) - Muâviye, Cerir b. Abdullah'a hüsn-i kabûl göstermiş, fakat kesin bir cevap vermemişti. Hazreti Emir (a.s) dört ay kadar bekledikten sonra Cerir'e, kesin bir cevap alması hakkında mektup gönderdiler. Muâviye, Amr b. Âs'la danıştı. Amr, Mısır hükümetinin kaydi hayat şartıyla kendisine verilmesini şart koştuktan sonra Osman'ın kanlı gömleğinin mescitte teşhirini, Osman'ı, Ali'nin öldürttüğüne halkı kandırma-sını tavsiye etti. Bir yandan da Ömer'in oğlu  Abdullah'ı, Sa'd b. Ebi-Vakkas'ı, Mahammed b. Selme'yi isyâna teşvike başladı. Medineliler, gönderdiği mektuba, Muâviye'nin, tulekaadan, yâni Mekke'nin fethinde bağışlanıp azad edilenlerden olduğunu, bu yüzden de hilâfete lâyık olmadığını bildirmek sûretiyle cevap verdiler. İsyana teşvik için çağrılan Abâde b. Sâmit'se, Muâviy'eyle Amr otururlarken gelmiş, ikisinin arasına oturmuştu. Muâviye, Osman'ın şehâdetinden bahsedip Abâdeyi kendi tarafına imâle için sözler söylerken Abâde, neden aranıza girdim, anladınız mı dedi. Muâviye, neden deyince Abâde, siz dedi, Tebük gazasından gelirken yanyana yürüyordunuz; Hz. Rasûl (s.a.a) bunların ikisini bir arada gördünüz mü, aralarını ayırın; çünkü bunlar, ebediyen hayır üzere birleşmezler buyurmuştu; onun için aranıza girdim.

Cerir dört ay kadar bekledikten sonra Kûfe'ye gelip Muâviye'nin savaşa hazırlandığını bildirdi. Mâlik'ül-Eşter, vaktin ziyânına sebep olduğundan Cerir'e çıkıştı; O da Fırat kıyısındaki Karsisâ şehrine gitti; sonradan da Muâviye'ye iltihak etti; fakat savaşa katılmadı. Hz. Emir, bu zâtın Kûfe'deki evini yıktırmıştı. Hicretin elli birinci, yahut elli dördüncü yılında ölen Cerir b. Abdullah, Hz. Rasûl'ül (s.a.a) vefâtından kırk gün önce Müslüman olmuştu (Tenkih, 1, s.210; Fetret'ül-İslâm, s.107-111).

(48) - Enbiyâ', 107.

(49) - Nâbıga, Amr'ın anasının adıdır. Bu hanım, bir gece Ebû-Leheb, Ümeyye, Ebû-Süfyan ve Âs b. Vâil'le buluşmuş, çocuk doğunca bunların her biri benim oğlumdur iddiâsına girişmiş, sonunda Nâbıgıyı hakem yapmışlar, kendisine Âs baktığı için ondan olduğunu söylemiş, bu sûretle Amr b. Âs diye anılmıştır; fakat Amr, Ebû-Süfyân'a daha fazla benzerdi (Meşâhir'ün-Nisâ'dan naklen Fetret'ül İslâm, s.77, 5. not.)

(50) - Sıffîn savaşında H. Emir (a.s), Muâviye'ye kendisiyle savaşmasını teklif etmiş, ikimizden biri ortadan kalkarsa iş biter, kan dökülmesinin önüne geçilir buyurmuştu. Amr, Âli doğru söylüyor, namusunu korumak için karşısına çık dedi. Muâviye, sen benim namusumu korumuyor, mevkiimi istiyorsun, sen çık dedi ve çıkmazsa onunla barışmayacağına da yemin etti. Amr, bunun üzerine çıkmak zorunda kaldı ve meydanda, "Ey Küfeliler, ey fitneciler, size bunu haber veriyorum ama Ebü'l-Hasan'ı görmüyorum" meâlinde bir beyit okudu. Emir'ül-Mü'minin aleyhisselâm meydana çıkıp "Evet, Ebü'l-Huseyn de benim, bunu bil, Ebü'l-Hasan da. İşte karşındayım" meâlinde bir beyit okuyup Amr'a hücum etti. Amr, yere düşünce, ardını açtı; Hazreti Emir bunun üzerine geri döndü (Nûr'ül-Ebsâr ve El-Kâmil'den naklen Fetret'ül-İslâm, s.133 ve aynı sahifenin 1 ve 2. notları).

(51) - Amr Muâviye'ye, kendisine kaydı hayat şartıyla Mısır eyâletinin emaretinin verilmesini istemiş, bunun üzerine biat etmişti.

(52) - "Öyle bir mâbuddur ki yaratmıştır ölümü ve dirimi, hanginiz daha iyi işte bulunacak, sınamak için sizi ve odur üstün olan ve suçları örten." (67, Mülk, 2).

(53) - Hz. Rasûl-i Ekrem'in, sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem, kendilerinden sonra on iki halifesi bulunacağı, bunların hepsinin Kureyş'ten olacağı, Buharî, Müslim, Tirmizî, Müsned ve Kenz'ül-Ummâl hadislerindendir. Yenâbî-ül-Mevedde'de, Câbir b. Sümre'nin rivâyeti, hepsinin de Hâşimî olacağıdır; Hâfız Ebu-Nuaym, "Hılye"sinde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a), kim benim yaşayışımla yaşamak, öldüğüm gibi ölmek, Rabbimin adn cennetinde yerleşmek dilerse benden sonra Ali'yi sevsin, onun vilâyetini kabûl etsin; onu sevene dost olsun, benden sonra İmamlara uysun; çünkü onlar benim Ehlibeytimdir, benim toprağımdan yaratılmışlardır, onlara anlayış ve bilgi rizkedilmiştir; ümmetimden olup da onların üstünlüğünü yalanlayanlara yazıklar olsun; onlar, benim onlarla olan yakınlığımı inkâr ederler; şefâatime da nâil olmazlar buyurduğunu İbn-i Abbas'tan rivâyet etmiştir (Fedâil'ül-Hamse, 2, s. 23-26).

(54) - "Hayır, siz geçip gideni seversiniz ve âhireti bırakırsınız." (75, Kıyâme, 20-21).

(55) - "Her gadredenin bir bayrağı vardır; kıyâmet günü onunla tanınır, bilinir." (Hadis, Câmi', 2, s.104).

(56) - Abdullah ibn-i kays, Ebu-Mûsâ'l-Aş'arî'dir. Daha Cemel savaşından önce halka, haklı kimdir, haksız kim, bilen yok; onun için Ali'nin dâvetine uymayın, ona uyup savaşa girişmeyin diyordu. Bu zat, Osman zamanında Basra vâlisiydi. Emir'ül-Müminin (a.s),onu azletmişti. Bu yüzden de Emir'ül-Mü'minin'e kin beslemekteydi. Hâriciler, bilhassa bu zâtın hakem olmasını istediler, ısrâr ettiler; Hazreti Emir'in tayin etmek istediği Abdullah b. Abbas'ı kabûl etmediler.

Ebû-Mûsâ'l-Aş'arî, Muaviye'ye uyup Hz. Emir'e, Hâşâ, lânet edenlerden ve Hz. Emir tarafından lânet edilenlerdendir. Hicretin kırk dördüncü yılında ölmüştü (Tenkihe, 2, s.203).

(57) - Bu sözde, 2. sûrenin (Bakara) 159. âyetine işaret vardır. Bu âyet-i kerîmede

"İndirdiğimiz apaçık delilleri, bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kur'an'da tama-mıyla anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince: Allah da onlara lânet eder, lânet edenler de" buyurulmaktadır. Eş'as, Emir'ül-Müminin'in (a.s) ashabı arasında, sahâbe içindeki münâfıkların başı Abdullah ibn-i Ebi-Ubeyy ibn-i Selûl'e benzerdi.

Hakem tayininde H. Emir'e (a.s) muhâlefet edip Abdullah ibn-i Abbas, yahut Malik'ül-Eşter'in tayin edilmemesine, Ebu-Mûsâ'l Aş'arî'nin tayinine sebep olanların başındaydı; sonradan Hâricilere katıldı. Câhiliyye devrinde, babasının öldürül-mesi yüzünden, öldüren kabileye karşı savaşa girişmiş, savaşta kendisine yardım eden iki kişi öldürülmüş, kendi de tutsak olmuş, ağır bir fidyeyle kurtulmuştu. İslâm devrinde, birinci halifenin zamânında dinden dönenlerin bir kısmı, üzerlerine ordu sevk edildiği zaman bu adama sığınmıştı. Eş'as, beni padişah tanırsanız size yardım ederim dedi, bunun üzerine kendisine taç giydirmişler, padişahlığını kabûl etmişlerdi. Kendisi de dinden dönerek onların başına geçmiş, fakat savaşta, onlara hıyanet ederek sığındıkları kalenin fethine yardımda bulunmuştu. Kavminden sekiz yüz kişi öldürülmüş, kendisi de tutsak olarak Ebubekir'e gönderil-mişti. Ebubekir, Eş'as'ı bağışlamış, kardeşi Ümmü Ferve'yi ona vermişti. Eş'as, bu hareketleri yüzünden hem Müslümanlar, hem müşrikler tarafından kınanırdı. Kavminin kadınları ona, "Örf'in-Nâr" adını takmışlardı. Araplarda birisi, bu çeşit bir hıyânette bulunursa, yüksek bir tepeye ateş yakarlar, münâdilere o adamın hâin olduğunu ilân ettirirlerdi. Bu söz, gadreden, hâinlikte bulunan anlamına gelirdi ve bu gelenekle, ona inananın, kendisine ateşe atacağın anlatılmış olurdu. Eş'as, Hz. Emir'ül-Müminin'in (a.s) şehâdetinde de katillerine yardım etmiştir. Hz. Emir'in şehâdetinden kırk gün sonra dar-ı mücâzâta gitmiştir. İmam Hasan Aleyhisselâm'ı Muâviye'nin gönderdiği zehirle zehirleyen zevcesi Cu'de, Eş'as'ın kızıydı (Tenkih, 1, s.149, Muhammed Abduh şerhi, s.56-57, 1-4 notlar, kazvinî, 1, s.95-96).

(58) - Ardşir-i Hurra'da Hazreti Emir'in âmili olan Maskala, Sıffin'de Emir'ül-Müminin'le (a.s) beraber olup sonradan Hâricilere katılarak Medayin'e giden Harrit b. Râşid'in-Nâcî üzerine iki bin altıyla gönderilmişti. Arkadan yollanan müfrezelerle de kuvvet bulan Maskala, onlarla savaştı. Harrit ve ona uyanların çoğu öldürüldü. Önce Hıristiyanken sonra Müslüman olan, sonra da dinden dönen beş yüz bin erkek ve kadın tutsak oldu. Yolda bunlar, Maskala'ya sızlandılar. Maskala bunları beş yüz dirheme satın aldı. Kufe'ye gelince iki yüz, yahut yüz bin dirhemini beytülmâle verdi; geri kalanını vermedi, Şam'a kaçtı. Kardeşi Nuaym b. Hubayra, Hazretin ashabının ileri gelenlerindendi. Maskala'yı hıcveden şiirinde,

Muhammed'den sonra insanların en hayırlısından ayrıldın

Az bir mal için; o da mutlaka eriyip gidecek.

beytini söylemişti. Hazret, Maskala'nın evini aratmış, yeri kazdırmış, yerde gömülü silahlar bulunmuştu (Harrit için Tenkih'in 1. cildine; s. 397, Maskala için 2. cildinin 219. sahifesine, Nehc'ül Belâga Şerhi'ne, s.94-95; 95, 1. nok, Kazvinî ye bakınız; 1, s.171-172).

(59) - "Sanki yurtlarında hiç yaşamamışlar, hiç oturmamışlardı. Bilin ki uzaklık Medyen ehline, nitekim Semûd da öyle uzaklaşıp gitti." (10, Hûd a.s., 95).

(60) - "Şeytan gibi; hani kâfir ol der de insana, kâfir oldu mu da şüphe yok ki der, ben senden tamamıyla uzağım; şüphe yok ki ben; âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım; derken ikisinin de sonları şu olur; Şüphe yok ki ikisi de ebedi olarak ateşe girerler ve budur zulmedenlerin cezâsı." (59, Haşr, 16-17)

(61) - Hâricilerle savaşa giderlerken birisi, nehri geçtiklerini söylemişti; bir başkası da bu sözü teyid etmişti; onun üzerine bu sözleri buyurdular. Asker arasından bir genç, bu sözü duyunca, gaybî bildiğini iddia ediyor; varayım da göreyim, nehri geçmişlerse dönüp mızrağı gözüne saplayayım düşüncesine kapılmıştı. Nehrivan'a varıp suyu geçmediklerini görünce Hazrete giderek içinden geçeni bildirdi; bağışlanmasını diledi. Hazret, Allah bütün suçları bağışlar, istiğfâr et buyurdular. Savaşta Hâricilerden dokuz kişi kurtulmuştu; Hazretin ashabından da sekiz kişi şehit olmuştu (Muhamed Abduh Şerhi, s.107; 1. not; Kazvini, 1, 197-199).

(62) - Batılı, batıl olduğunu bildiği halde ısrâr ederek zulümle ona nâil olan, Sıffin ehlidir.

(63) - Gerçekten de böyle olmuştur. Ümeyyeoğulları'nın son hükümdarı Mervan, Abdullah bin Ali bin Abdullah bin Abbâs'ın kumandasındaki Horasan askerini görünce ne olurdu demişti; bu gencin yerine Ebu-Tâlip oğlu Ali olsaydı.

(64) - Kur'an-ı Mecîd'in 34. sûresinin (Sebe'),

"And olsun ki Sebe' kavmine, oturdukları yerde bile bir delil vardı; sağda solda iki bahçe bulunmadaydı; yiyin Rabbinizin rızkından ve şükredin ona; tertemiz bir şehir ve suçları örten bir Rab. Derken yüz çevirdiler de onlara seddin suyunu gönderdik ve o bahçelerini, açık böğürtlen ve birazcık da köknar yetiştiren iki çorak tarlaya çevirdik. İşte nankörlükleri yüzünden böyle cezalandırdık onları ve biz, nankör olandan başkasına ceza verir miyiz? Onların şehirleriyle kutladığımız şehirler arasında, âdetâ birbirine bitişik nice şehirler halk etmiştik ve şehirlere gidip gelmeyi kolay bir hale getirmiştik; demiştik ki: Geceleri, gündüzleri emniyet içinde gezin, dolaşın oralarda. Rabbimiz dediler, gidip geldiğimiz yerlerin aralarını uzak-laştır ve kendilerine zulmettiler, derken onları masala çevirdik, paramparça ettik onları; şüphe yok ki bunda, adamakıllı sabreden ve iyiden iyiye şükreden her kişiye deliller var elbet. Ve andolsun ki, İblis'in, onlar hakkın-daki zannı doğru çıktı; derken inananlardan bir bölükten başka hepsi de ona uydu. Ve onlar üzerinde hiçbir kudreti yoktu onun; âhirete inananla o hususta şüphe içinde kalanı ayırdedip kendilerine bildirmek için  yaptık bunu; Rabbin, her şeyi adamakıllı korur, hiçbir şey bilgisinden dışarı değil" meâlindeki 15-21. ayetlerine işaret edilmektedir. Sebe'liler, Kahtan boyundan Sebe' evlâdındandır. Şehirleri Yemen civarındaydı; pek mâmurdu. İki dağ arasına yaptıkları seddi açarlar, bahçelerini sularlardı. Nankörlükleri yüzünden sed yıkıldı ve şehirler yerle bir oldu (Mecma'ul-Beyan, 8, s.384-387).

"Ey kavmim, Allah'ın size vermeyi takdir ettiği kutlu yere girin ve gerisin geriye dönmeyin, yoksa ziyankâr olursunuz, ancak ziyana düşersiniz. Onlarsa Yâ Musâ demişlerdi, orda zorlu erler var, onlar orda oldukça biz, kesin olarak giremeyiz, ama oradan çıkarlarsa gireriz. İçlerinde, korkan ve Allah tarafından nimetlere mazhar olmuş bulunan iki kişi, kapıdan girip saldırın üstlerine demişti; oraya girerseniz şüphe yok ki üst olursunuz siz ve ancak Allah'a dayanın inanmışsanız. Yâ Mûsâ demişlerdi, onlar orda bulundukça biz, oraya ebediyen giremeyiz. Sen, Rabbinle git, ikiniz çarpışın onlarla, biz burada oturup duracağız. Mûsâ, Yârabbi demişti, benim hükmüm ancak kendime, bir de kardeşime geçiyor. Şu kötülük eden kavimle aramızı sen ayır. Tanrı demişti ki: Orası, tam kırk yıl onlara haram edildi. Çölde sersemcesine dolaşacaklar, tasalanma o kötülükte bulunanlar için." (Mâide 21-26)

İsrâiloğulları'nı örnek getirmekte olan bu âyetlere işaret buyurarak uğrayacakları halleri anlatmaktadırlar. Bu olaylar, (Ahd-ı Atik"de, "A'dâd" bölümünde de vardır (14. bab).

(65) - "Andolsun ki, cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık, onların kalpleri vardır; düşün-mezler onlarla; onların gözleri vardır, görmezler onlarla, onların kulakları vardır, duymazlar onlarla; onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler; hattâ daha da sapıktır onlar; onlardır gaflette kalanların ta kendileri." (A'râf, 179) Bu âyet-i kerimede, hayvanların düşünceleri olmadığı, gerçeği göremedikleri, gerçek sözü duyup anlamadıkları, bu yüzden de mâzur oldukları, mükellef ve sorumlu bulunmadıkları, fakat insanlara idrâk verildiği, gerçeği görebilecekleri, gerçek sözü duyup anlayabilecekleri, böyle olduğu halde gerçeği idrâk etmeyen, etmemekte ısrar eden, gerçeği görmeyen, duymayan, görmemek ve duymamakta ısrar eden kişilerin, hayvanlardan beter oldukları, fakat idrâk etmek, gerçeği görmek ve duymak kabiliyetine sahip oldukları ve mükellef bulundukları halde batıla saptıklarından dolayı azâbı hak ettikleri beyan buyrulmaktadır. Emir'ül-Müminin (a.s), bu âyet-i kerimeye işaret buyurmaktadır.

(66) - Müsned, Sahih-u Tirmizi, Müstedrek'us-Sahilayn, Hilyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz-Zevâid, Savâik'-ul-Muhrıka. Hz. Rasul-i Ekrem'in (s.a.a), ümmeti arasında iki değer biçilmez şey bıraktıklarını, bunların da Kur'ân-ı Mecid ve Ehlibeyt olduğunu beyan buyurdukları, Ehlibeyt'in, Nuh Peygamber'in gemisine benzediğini, ona binenin, yâni onlara uyanın kurtulacağını, onlara karşı duranların boğulup gideceklerini bildirdikleri, Ehlibeyt'in ümmet için aman bulunduğunu söyledikleri sâbittir (Fadâil'ül-Hamse, 2, s.43-60).

(67) - "İnananlar, ancak onlardır ki Allah anılınca yürekleri titrer; onlara âyetleri okununca da inançlarını arttırır ve Rablerine dayanırlar. Onlardır ki, namaz kılarlar ve rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını harcarlar. Onlardır gerçek inananlar, onlarındır Rableri katında dereceler, yarlıganma ve dâimî bitmez tükenmez rızık." (8, 2-4)

(68) - Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi. Bu, bir atasözü-dür. Hıyre padişahı Cüzeyme, Cezire padişahının babasını öldürtmüştü. Kızı, babasının yerine geçince Cüzeyme'ye, ben bir kadınım, kadına padişahlık yaraşmaz; seninle evlenmek istiyorum; halk kınamasa ben gelirdim; sen gel de aradaki düzensizlik kalksın, birleşelim diye haber gönderdi. Cüzeyme, bu söze inandı. Kölelerinden Kasir'in öğüdünü dinlemeyip bin kişiyle gitti ve tuzağa düşürülüp öldürüldü. Bundan sonra da "Ne olurdu Kasir'in emri dinlenseydi" sözü bir atasözü olarak söylenmeye başlandı.

(69) - Mün'arac'ül-Levâ bir konak yeridir. Beyit, Düreyd'in bir kasidesindendir. Kardeşi Abdullah'la Hevâzin oğlu Bekroğullarının savaşından dönerken kardeşine orda konaklamamasını söylemiş, fakat sözünü dinletememişti. Kuşluk çağında, orda tuzağa düştüler; Abdullah öldürüldü; Düreyd, yaralı olarak kurtuldu ve bu münâsebetle bu beytin bulunduğu kasîdeyi söyledi.

(70) - Ukâz, Nahle'yle Tâif arasında bir pazar yeriydi. Câhiliyye devrinde, Zilka'de ayının başından itibaren orada toplanırlar, şâirler şiirlerini okurlar, soylarını boylarını över-lerdi. Alış verişlerde bulunurlardı. Bu pazarda en fazla tabaklanmış Tâif derisi satılırdı.

Kufe'ye kastedenlerin hemen hepsi bir derde uğramıştır. Ziyad bin Ebih; Küfelileri, Emir'ül-Müminin'e (a.s), hâşâ, sebb için mescitte toplatmışken perdecisi mescide gelip kendisine inme indiğini haber vermiş, oğlu Ubeydullah, cüzam hasta-lığına tutulmuş, sonunda öldürülmüş, Haccac, karnının derdinden gebermiş, Amr b. Hubayra ve oğlu Yûsuf, baras illetine uğramışlar, Hâlid, hapiste açlıktan ölmüş, Muhtâr, Yezid b. Mühelleb ve Mıs'ab da öldürülmüşlerdir.

(71) - Muâviye'nin sırkâtibi, vahiy kâtibi olduğunu söyle-yenler, düzme rivâyeti nakledegilmişlerdir. O, yalnız birkaç kere ganimetleri yazmıştır. Abdullah bin Abbas rivâyet eder, der ki:

Bir kere Hazreti Resûlullah'ın (s.a.a) yanındaydım; bir şey yazdırmak üzere Muâviye'yi çağırmamı emir buyurdular. Gidip söyledim. Yemek yiyorum, şimdi gelemem dedi. Hazret, ikinci defa çağırmamı emir buyurdu. Bu defa da gittim, aynı sözlerle gelemeyeceğini söyledi. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) bunu anlattım. Müteessir olup Allah'ım buyurdular, sen karnını doyurma onun. Ondan sonra da, Rabbime de şart koştum ve dedim ki buyurdular, ben de insanım; insanlar gibi razı olurum, kızarım. Ümmetimden birini çağırdım mı hemen gelsin; bu, onun için arınmadır, yakınlıktır; kıyâmet günü bu hareketiyle Hakk'a yakınlaşır (Siyer-i Halebi'den, Beyhakiy'den ve diğer eserlerden naklen "Fetret'ül-İslâm, s.25-26). Doymayan obur kişilere, bu vakıadan sonra "karnında Muâviye gizli" denmeye başlanmıştı (aynı, s.26).

Muâviye, Emir'ül-Müminin'e lânetin, Resûlullâh'a ve Allah'a sebbetmek olduğuna dâir buyurulan hadisi bile bile bu kötü âdeti koymuş, bunda ısrar etmiş, Ömer bin Abdülaziz'e kadar da Emeviler, bu fazihayı devam ettirmişlerdir.

(72) - Hicretin otuz sekizinci yılında Muâviye, Mısır'ı elde etmek için asker göndermiş, Mısır'da Hz. Emir (a.s) tarafından vâli olan Muhammed bin Ebibekr, bu hâli bildirmiş, bunun üzerine Hazreti Emir (a.s) Mâlik'ül-Eşter'i Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, yolda Mâlik'ül-Eşter'i zehirli bal şerbeti ile zehirleterek şehit ettirmiş, maiyetindeki ordu dağılmıştı. Muâviye, Amr b. Âs'ı Mısır'a vâli tayin etmişti. Amr, Muâviye b. Hadic'e, Muhammed b. Ebibekr'i şehit ettir-mişti. Muhammed bin Ebibekr, gizlendiği yerde tutulmuş, ölü bir merkebin karnı yarılarak içine sokulmuş, mübârek başı orada kesilmiş, cesedi, merkeple beraber yakılmıştı. Başları Şam'a gönderilerek Osman'ın katillerinden birinin başı diye günlerce teşhir edilmişti ki, İslâm'da ilk teşhir edilen baş buydu ve bu bidat-ı seyyieyi Muâviye kurdu.

Muhammed bin Ebubekir'in anneleri Esmâ, önce Ca'fer-i Tayyar'ın (a.s) zevcesiydi; sonra Ebubekir almıştı ve Muhammed, ondan olmuştu. Sonra da Emir'ül-Müminin aldı-lar ve Muhammed'i, kendi terbiyeleri altında büyüttüler. Bu bakımdan rabibleri, yani kendi yetiştirdikleri üvey oğullarıydı (Radıya'llahu anhu ve ırdâh; "Tenkih'ul-Makaal'in 2. cildinin 2. kısmına bk. s.57-58).

(73) - Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Kufelilere beddua ettiği gün Haccâc'ın doğduğu rivâyet edilmiştir.

(74) - Ganm oğlu Firâs oğulları, yiğitlikleriyle meşhur olan bir boydur.

(75) - Abbas'ın oğlu Ubeydullah, Yemen'de H. Emir'in (a.s) vâlisiydi Büsr, Muâviye'nin emriyle Mekke'ye gitmiş, onun emriyle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere eşyâ'-î Murtazaviyyeden birçok kişiyi şehit etmiş, oradan Yemen'e geçmiş, Ubeydullah'ın, kendi yerinde bıraktığı kaynatası Abdullah'ı ve oğlunu şehit etmiş, Ubeydullah'ın biri altı, öbürü beş yaşında bulunan, Abdurrahman ve Kasüm adlı iki oğlunu, analarının gözü önünde, boğazlarını kesmek suretiyle şehit eylemişti.  Anneleri, bu yüzden şuûruna halel getir-mişti; oğullarına mersiye okuyup gezer, hiçbir yerde karar kılamazdı (Fetret'ül-İslâm, s.165 ve devâmı; notlarıyla; Muhammed Abduh Şerhi s.63-66 ve notları).

(76) - Arabistan'da Meşârif denen köylerde çok iyi kılıç yapanlar bulunur, orada yapılan kılıçlara "Meşârif kılıcı"denirdi.

(77) - Anbar, Bağdat'ın on fersah batısında, Fırat nehri kıyısında bir şehirdi. Abbas oğullarının birinci halifesi Seffah zamanında hükümet merkezi olmuştu.

(78) - Nevf.  b. Fedâlet'il-Bekâlî, Emir'ül-Müminin aleyhis-selâmın ashabındandır. Nevf, Nuf şeklinde, Bekâlî, Bikâlî tarzında da rivâyet edilmiştir; Bekkâlî tarzında zaptedenler de vardır. Cu'de, Emir'ül-Mü'minin (a.s) kız kardeşleri, Ebû-Tâlib kızı Ümmühânî'nin oğludur. Bekâl, yahut Bekâl Hemdan kabilesinin bir boyudur. Nevf der ki: Kûfe'de, Rahbe mescidinde Hazreti Emir'ül-Mü'minin'in huzurlarını girdim, selâm verdim; selâmımı aldılar. Yâ Emir'el-Müminin dedim, bana öğüt ver. Hazret, Yâ Nevf buyurdular, iyilik et de Allah da sana iyilik etsin. Yâ Emir'el-Müminin dedim, biraz daha söyle. Yâ Nevh buyurdular, acı da sana da acısınlar. Daha söyle Yâ Emir'el-Mü'minin dedim. Hayır söyle de buyurdular, hayırla ansınlar seni. Biraz daha söyle dedim; yâ Nevf buyurdular, gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin üremesidir. Sonra ey Nevf buyurdular, kim helâl nutfeden doğduğunu sanır da gıybetle insanların etlerini yerse yalan söyler. Kim helâl nutfeden olduğunu sanır da bana buğzederse, benden sonra evlâdımdan gelen imamlara buğzederse yalan söyler. Kim üstün ve ulular ulusu Allah'ı tanıdığını sanır da her gün, her gece Allah'a isyânda bulunursa yalan söyler; yâ Nevf vasiyetimi dinle, tut, ne bir toplumun kötülüğünü araştır, ne gaipten haber vermeye kalk, ne haberci ol, kovuculuk et; yakınlarından kesilme, onları gör gözet de Allah ömrünü uzatsın; ahlâkını güzelleştir de Allah sorunu hafifletsin. Ey Nevf, kıyâmet günü benimle olmaktan sevineceksen zâlimlere yardımcı olma. Yâ Nevf, kim bizi severse bizimle olur, insan bir taşı bile sevse Allah, onu o taşla haşreder. Yâ Nevf, insanlara karşı bezenme, Allah'a isyâna kalkışma; yoksa, Allah'a ulaştığın gün gazabına uğrarsın. Yâ Nevf, sana dediklerimi belle, dünya ve âhiret hayırlarını elde et (Tankih 3, s.276-277; Muhammed Abduh şerhi, 2. s.103, not. 1).

Cu'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından, Sıffin harbinden önce Horasen'a vali tayin edilmişti. Fakih ve yiğit bir erdi. Mekke'nin fethedildiği gün, annesiyle Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) gelmişler, İslâm olmuşlardı. Babası Hubeyra b. Ebi-Veheb, Necran'a kaçmıştı. Mekke'nin fethi günü, Ümmülhânî, evindeyken Emir'ül-Mü'minin (a.s) ellerinde bir kılıç olduğu halde Hubeyra'nın ardına düşmüştü, Hubeyra, Ümmühânî'nin evine sığınmış, Ümmühânî, Hazreti Emir'in (a.s) önünü keserek elini tutmuş, Hubeyra, yanındaki bir adamla kaçmıştı. Ümmühânî, Hz. Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) huzûruyla müşerref olunca Hazret, iltifat buyurmuşlar, o da olayı anlatmıştı. Bu sırada Hazret-i Emir (a.s) huzûra girmiş Cenab-ı Rasûl (s.a.a) gülerek, Ümmühânî'ye ne yaptın buyurmuştu. Emir (a.s), kendisine sor yâ Rasûlulallah, bana neler etti? Seni hak üzere gönderen Allah'a andolsun, elimi öylesine tuttu ki kurtaramadım; onlar da kaçtılar demişti. Hz. Rasûl (s.a.a) bütün insanlar, Ebû-Tâlib'in sulbünden gelselerdi, hepsi de yiğit olurlardı; Ümmühânî kime amân verdiyse bizim de amânımızdadır buyurmuştu (Tenkih, 1, s.211, Muhammed Abdul, 2, s.103, 1. not, Kazvini, 2, s.215-216).

"Halkın dönüp gidişi onadır; işlerin sonları ona varır ulaşır" sözlerinde 2. sûrenin (Bakara) 54. âyet-i kerîmesinin sonundaki

"İyice bil ki yaratış da onun, emir de; âlemlerin rabbi Allah'ın şanı ne de yücedir" cümle-i celilesine ve

"Varaca-ğımız yer tapındır senin" cümle-i celilesiyle geçen âyet-i kerimeye  işaret vardır (2, Bakara, 285). Kur'ân-ı Mecid'de 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 28. âyet-i kerîmesinde ve diğer sûrelerde bu meâlde âyetler vardır. Aynı zamanda 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 109. âyet-i kerîmesi de bu meâldedir.

(79) - 35. sûre-i celilenin (Fâtır),

"Kim yücelik, üstünlük dilerse bilsin ki bütün yücelik, üstünlük Allah'ındır. Güzel sözler, ona ağar, iyi işler de o sözleri yüceltir..." meâlin-deki 10. âyet-i kerimesine işarettir.

(80) - "Gaybin anahtarları, onun yanındadır; onları ancak o bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir; bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane dahi yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta, Tanrı bilgisinde tespit edilmemiş olsun." (6, En'âm 59).

(81) - Mûsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın Tanrı kelâmına mazhar olduğu 2. sûrenin 253., 4. sûrenin (Nisâ') 164. bilhassa 7. sûrenin (A'râf) 143. âyetlerinde beyân buyrulur.

(82) - "Ve görürsün ki melekler Rablerine hamd ederek onu tenzih edip arşın çevresinde dönmedeler ve arala-rında, gerçek bir adaletle  hükmedilmiştir ve denilmiştir ki: Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a..." (39, Zümer, 75).

(83) - "Işıklanmıştır yeryüzü rabbinin nûruyla ve yaptıklarının yazıldığı kitap ellerine verilmiştir ve Peygamberlerle tanıklar getirilmiş ve aralarında gerçek bir hükümle hükmedilmiştir ve onlara zulmedilmemiştir." (39, 69)

(84) - "Ey Âdem oğulları, ayıbınızı örtecek elbise ve bezeneceğiniz elbise indirdik size. Tanrıdan çekinme elbisesine gelince: O daha da hayırlıdır ve bunlar; insanların anıp öğüt almaları için indirilen Allah âyetle-rindendir." (7, A'raf, 26).

Süleyman alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm, rabbinden, kendisinden başka kimsenin nâil olmayacağı bir saltanat istemişti; Allah, yeli, cinleri ona müsehhar etmişti (38, 35-40). Süleyman'ın (a.s) kıssaları. 2. sûrenin 102, 21 sûrenin 78-79. âyetleriyle, 79-81 âyetlerinde, 27. sûrenin 16-44. ve gene 38. sûrenin 30-34. âyet-i kerimelerinde geçer.

(85) - Amâlika Yemen'de hüküm sürenlerdir. Firavunlar, bilindiği gibi Mısr-ı kadîm hükümdarlarıdır. Ress ashabı 25. sûrenin (Furkan) 38. âyet-i kerimesiyle 50. sûrenin 12. âyet-i kerimesinde geçer. Bunlar bazılarına göre Şuayb alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın gönderildiği kavimdir. Bazılarına göreyse Ress bir kuyunun adıdır. O kuyunun bulunduğu yerde oturan kavim kendilerine gönderilen Peygamberleri bu kuyuya atmıştır. Ress Yemen'de bir şehirdir. Oraya Hanzala adında bir Peygamber gönderilmiş, kavmi onu öldürmüştür diyenler de vardır. Ress'in Antakya'da bir kuyu olduğunu İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm'a Habib-i Neccâr'ın orada öldürüldüğü de rivâyetler arasındadır.

(86) - "İslâm garip olarak başladı, garip olarak avdet eder, ne mutlu gariplere" mealindeki hâdise işarettir ki son zamanlarda İslâm'ın zayıflayacağını, bu sırada Mehdi'nin, accel'allah-u fereceh, zuhûrunu müjdelemektedirler. (Sefi-net'ül-Bihâr, 1, s.644. Mehdî hakkında "Fedail'ül-Hamse"ye bakınız, 3, s. 322-338).

(87) - Ammâr b. Yâsir'ül-Yakzân, Şia-i İmâmiyye indinde Erkân'ı Erbaa'dan biridir; diğer üçü Selman, Ebû-Zerr ve Makdâd'dır. babaları Yâsir, anneleri Sümeyye'dir. Sümeyye, Ebû-Huzeyfet ibni'l-Mugiygıyrat'il-Mahzûmî'nin cariyesiydi. Onu Yâsir'le evlendirmiş, Ammâr doğunca da azad etmişti. Ammâr, İslâm'ını izhâr eden yedinci kişidir. Babasıyla anası da ilk Müslüman olanlardandır. Sumeyye ve Yâsir'e müşrikler eziyet ederlerken Hazreti Rasûl (s.a.a) görmüş ve sabredin ey Yâsir soyu, size vaad edilen yer, cennettir buyurmuştu. Sumeyye de eziyet edilirken oradan geçen Ebû-Cehl, bir mızrakla şehit etmişti İslâm'ın ilk şehididir; sonra babası da müşrikler tarafından şehit edilmiş, Ammâr, müşriklerin söylemesini teklif ettikleri sözleri söyleyip kurtulmuştu. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a), Ammâr irtidâd etti diye haber verdikleri zaman, Ammâr, imanla yoğrulmuştur; başından ayağına dek iman doludur; îman, onun etiyle, kanıyla karışmış, kaynaşmıştır buyurmuşlar, Ammâr, ağlaya ağlaya huzûra gelince de kendilerine vahyedilen "Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan söylerler, iftirâda bulunurlar, onlardır yalancıların ta kendileri. Canla, gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken zorla, cebirle istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka inandıktan sonra Allah'ı inkar eden, kâfirlikle yüreği genişleyen, hoşlanan kişiye gelince. Bu çeşit kişileredir Allah-ın gazabı ve onlara pek büyük bir azap var" âyet-i kerimelerini okumuşlar (16, 105-106), zorla söylenen sözden dolayı dinden çıkılmayacağını tebşir buyurarak Ammârı memnun etmişlerdi. Ammâr, Medine'ye, hicretten sonra Bedr, Ulud savaşlarıyla bütün savaşlarda bulunmuş. Biat'ür-Rıdvan'da hazır olmuş, hakkında "Ammâr'a düşman olana Allah da düşman olur, Ammâr'a buğzedene Allah da buğzeder", Ammâr'a iki iş arzedilse O, onların en doğrusunu, insanı en doğru yola, gerçeğe götüreni seçer", "Cennet üç kişiyi özler; onların ilki sensin Yâ Ali, öbürleriyse Selman ve Ammâr'dır" gibi hadisler vârid olmuştur. Medine'de mescit yapılırken sahâbe de yapım işinde çalışırlarken Ammâr'a fazlaca yük yüklemişler, Ammâr, latife yollu Hz. Rasûl'e (s.a.a) ashabın beni öldürecek Yâ Rasûlallah demiş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.a) mübârek elleriyle Ammâr'ın yüzündeki teri silerek "Yazık sana ey Sumeyye'nin oğlu, seni benim sahâbem öldürmez; seni doğru yoldan çıkan, isyân eden bir toplum öldürecek, dünyâdan son içimin de suyla karışık süt olacak" buyurmuşlardı. Bir kere de huzûra gelince, Rasûlullah (s.a.a) "Merhaba tertemiz oğlu tertemiz kişiye" sözleriyle Ammâr'a iltifatta bulunmuşlardı. Ammâr, Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül Müminin'in (a.s) maiyyetlerinde bulunmuş, hicretin otuz yedinci yılı Safer'inde yahut Rabiulevvel veya âhırında şehit olmuş, vefâtından önce su istemiş, kendisine suyla karışık süt sunulmuştu. Şamlılar Ammâr'ın şehadetini "Feth'ül-Fütûh" diye anmışlardı. Muâviye, Ammâr'ı, Osman'ın kölesi için bile öldürmekten çekinmem derdi. Mübârek başı kesilip Muâviye'ye götürülünce Amr İbn'il-Âs bile dayanamamış, başını getiren iki kişiye, ikiniz de cehennemliksiniz demek zorunda kalmış, Muâviye'nin itâbına mazhar olmuştur. Üsd'ül-Gaabe, Ammâr'ın kaatili olan Ebü'l-Gaadiye'nin, "Ammâr'ın kaatili cehennemliktir" hadisinin râvilerinden olduğunu kaydeder. Emir'ül-Mü'minin, Ammâr'ın namazını bizzat kılmışlar, şehâdetinden dilhûn olmayanın imandan behresi yoktur buyurmuşlar, gusül vermeden elbisesiyle defnetmişlerdir (Tenkih, 2, s. 320-322; Buhârî, Sahih-u Müslim, İbn-i Mâce, Tirmizi, Üsd'ül-Gaabe, Tabarî, Mürûc'üz-Zeheb, İbn-i Esir El-İsâbe, Belâzürî, Câmi'us-Sagir'in 2. cildinde 55. s, Künûz'ül-Hakaik'ın 2. cildinin 117. sahifesi ve Fetret'ül-İslâm, s.125-132)

Mâlik b. Teyyiham Ebû'l-Heysem'il-Ansâriyy'il-Evsi, Rasûlullah'a (s.a.a) ilk mülâyık olan, birinci Akabe biatinde bulunan altı kişiden biridir; ikinci Akabe biatinde de bulunmuştur. Bedir, Uhud savaşlarıyla diğer savaşlara da katılmışlardır. Hazreti Rasûlullah'ın vefâtlarından sonra Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücu eden on iki kişiden biridir. Sıffin'de Ammâr'ın şehâdetine kadar tereddüt içindeyken onun şehâdetinden sonra kılıcını çekip, bâgıy topluluk olduğunuz artık sâbit oldu diyerek Muâviye tarafına hücûm etmiş, şehit oluncaya dek savaşmıştır (Tenkih, 2, s.48, Fetret'ül-İslâm, Ammâr'ın hâl tercemesi).

Huzeyme b. Sâbit, Ansârdandır. Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.a) onun tanıklığını iki tanık olarak kabûl buyurduklarından "Zü'ş-Şehâdeteyn" lakabıyla anılmıştır. Hazreti Rasûl'den (s.a.a) sonra Emir'ül-Müminin'e rücû edenlerdendir. Bedir'de ve diğer savaşlarda bulunmuşlar, Rahbe'de Gadiru Humm hadisine şahâdet etmişlerdir. Ammâr'ın şehâdetinden sonra kılıcını çekip Ammâr'ı fie-i bâgıyyenin şehit edeceğini Rasûlullah'tan duydum diyerek savaşa girmişler ve şehit olmuşlardı (Tenkih, 1, s.397-398).

(88) - Kays b. Sa'd b. Abâdet'il-Ansârî, Hazrec boyundandır. Üçüncü Akabe biatinde bulunan on iki kişiden biridir. Bedir ashabındandır ve Ebubekir'e ilk zamanlarında biat etmeyenlerdendir. Hattâ biatten sonra da aralarında bir ağız dalaşı olmuş, ona, ben sana elimle biat ettim, kalbimle değil; Gadir-u Humm'deki biatten sonra Ali'ye  karşı bir delilin olamaz demişti. Hz. Emir'in (a.s) bütün savaşlarında bulunmuş, Medine'de hicretin altmışıncı yılında vefât etmiştir. Hz. Emir, Kays'ı Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, kendisine kaydı hayat şartıyla Irak Vâliliğini vermeyi vaad ederek kendi tarafına almaya çalışmış, muvaffak olamayınca Kays bizimledir diye şâyialar uydurmuştu. Aralarında birbirlerini kötüleyen mektuplar da, taâti edilmişti. Hz. Emir (a.s), Kays'i yanında bulundurmak için Mısır'da azletmişti. Pek güzel olmakla beraber köseydi; hattâ bu yüzden ansâr, mümkün olsaydı derlerdi, bütün malımızı verir, Kays'e bir sakal satın alırdık (Tenkıyh, 2, s.31-33; Muâviye'nin Kays'e mektubu ve onun Muâviye'ye pek  şiddetli cevabı için Câhız'ın "El-Beyânu ve't-Tebyin"inden naklen "Fetretü'ül-İslâm"da hâl tercemesine bakınız; s.70-73)

Halid b. Zeyd Ebû-Eyyüb'ül-Ansâri, Hazrec boyundandır. Akabe biatinde, Bedir'de ve diğer gazalarda bulunanlardan-dır. Emir'ül-Mü'minin'e rücû edenlerden olup Ebubekir'e ilk Cuma günü minberdeyken karşı duran muhâcirlerden altı, Ansârdan altı kişinin altıncısıdır. Sâdık-ı Âli Muhammed aleyhi ve aleyhimüsselâmdan, Ebû-Eyyûb'a, sen kılıcınla müşriklere karşı durdun, savaştın; şimdiyse Müslümanlarla savaşıyorsun denince, bana Rasûlullah (s.a.a), Nâkisin, Kaasıtin ve Mârıkinle savaşmamı emretti. Nâkisin ve Kaasitin'le savaştım; şimdi Mârıkıyn'le savaşacağım dediğini rivâyet etmiştir. Muâviye'nin zamanında İstanbul'a gelen orduya katılması, İslâm'ı takviye maksadıyladır; bazı kimselerin onu, bu hareketinden dolayı kınamaları tamamıyla yersizdir. Üsküdar yakasında, hicri elli, yahut elli birde vefat etmiş, vasiyeti mûcibinde İstanbul yakasında sur haricine defnedil-miştir. Merkadi İstanbul fethine kadar malûmdur; bu bakımdan Ak Şemseddin'e atfedilen kerametin aslı yoktur. Vefatlarını elli ikinci yılda kaydedenler de vardır (Tenkıyh, 1, s.390-391).

(89) - "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı sevap kendisine aittir; elde ettiği suç gene kendisine ait, Rabbimiz, bizi muâheze etme unuttuysak, yahut yanıldıysak. Rabbimiz, bize ağır yük yükleme bizden öncekilere yüklediğin gibi. Rabbimiz, yükleme gücümüzün yetmeyeceği şeyi. Bağışla bizi, yarlığa bizi, acı bize; sensin yardımcımız; artık yardım et bize inanmayanlara karşı." (2, Bakara, 286) İlk kısımda, mugayyabât-ı hams'e yânı, beş bilinmeyen şeye, kıyâmetin zamanına, yağmurun yağacağına, rahme düşenin erkek, yahut kız olacağına, yarınki maddi, manevî kazanca ve insanın nerede öleceğine bunları ancak Allah'ın bildiğine işaret vardır (31, 34). Ancak, Peygamber ve İmâmın ne vakit, nerede ve nasıl vefât edeceğini bildiğine dâir, "Kâfi" deki haberlere nazaran "gizlenmiş bilgi"den muratları, kendilerinden değil, halktan gizlenmiş olmasını beyan olsa gerekir (Kazvinî, 2, s. 38, 1. not). Nitekim kendileri de vefatların-dan önce şehâdetlerini haber vermişler, şehit olacakları günden evvelki gece ve o sabahı, bunu açıklamışlardı.

(90) - Emir'ül-Mü'minin'i (a.s), sevenlerin onunla haşredi-leceği hakkında müteaddit hadisler vardır ki "Ali'nin Şiası olanlardır kurtulanlar, muratlarına erenlerin ta kendileri" meâlindeki hadis, bu cümledendir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.94).

(91) - "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi terketmesinler ve bağışlasınlar; Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah suçları örtücüdür, rahîmdir." (24, Nûr, 22).

(92) - "Fakat Rablerinden çekinenleredir kıyılarından ırmaklar akan cennetler, orda ebedi kalış, Allah katında ziyafetler ve Allah katında, iyi kişilere daha da hayırlı şeyler var." (3, Âl-i İmrân, 198).

(93) - Son iki vasiyet, "Nehc'ül-Belâga"da, 3. kısımdadır; ancak târihî seyri takip için biz, birinci kitaba aldık.