Index İleri

Şia Mezhebini Tanıyalım

Dr. Muhammed Ali ŞİMÂLİ

Tercüme: Akın Caba

Tashih - Tatbik: Turgut Atam

Önsöz

Bu kitap aynı yazar tarafından kaleme alınmış (2004, Londra’da ICAS yayın evi) tarafından basılan Şiî İslam’ı yani; Şia’nın doğuşunu, inanç ve amellerini içeren kitabın özetidir. Bu kitapta İslam’a ve Şia’ya ait temel konular kısaca ele alınmıştır. Gerçekte bu iki kitap genel anlamda İngilizce kaynaklarda, İslami araştırmalarda ve özellikle de Şia’yı tanımada görülen boşlukları doldurmak amacıyla yazılmıştır. Bu iki eser, sade ve açık bir dille yazılması ile birlikte, İngilizce bilenler için iki dönem yazar tarafından Şia’yı tanıma derslerinin neticesidir.

İlk olarak Camiatü’z-Zehra üniversitesinde 1995–1996 yılları arasında bayanlar için verilen ellinin üzerinde derslerin ve ikinci olarak İngiltere’de 1998–1999 yılları arasında Manchester İslam Merkezi ve Manchester Şiî Refah Merkezinde otuzdan fazla dersin özetidir. Elbette bu konuların bir kısmı daha kısa dönemler için ders olarak verilmiştir, Şia’nın doğuşu ile ilgili konu ise 1995 yılında Tahran Tımes dergisinin ilk on sayısında yayınlanmıştır.

Kitabın birinci bölümü; “Şia” kelimesinin sözlük ve ıstılah manası ile başlamaktadır. Bu konuda bazı araştırmacıların sözlerine yer verilmiştir. Daha sonra İslamî rivayetler ve tarihi kaynaklara göre Şia’lığın doğuşu ve ilk Şiîlerden bazılarının isimleri üzerinde durulup incelenmiştir.

İkinci bölüm; Şia’nın düşünce kaynakları yani; Kurân, Sünnet, akıl ve icmâ konuları ele alınmıştır. Kurân’ın ve onun Şiîler nezdinde ki önemi üzerinde durulmuş, aynı zamanda günümüzde Müslümanların elinde bulunan Kurân’ın Allah tarafından Hz. Muhammed’e (s.a.a) gönderilen kitabın aynısı olduğu kanıtlanmıştır. Şia’nın ikinci düşünce kaynağı olan Sünnet; Peygamber efendimizin (s.a.a) söz ve davranışlarına şamil olmaktadır. Yine bu bölümde ele alınmıştır. Kurâ-ı Kerim Peygamber’in (s.a.a) Müslümanlar tarafından ölçü ve örnek olarak kabul edilmesini, kavga ve anlaşmazlıklarında O’na müracaat etmelerini ve O’nun buyurduğuna itaat etmelerini emretmiştir. Kurâ-ı Kerim Peygamber’i (s.a.a) Kurân’ı tilavet eden, okuyan, öğreten, açıklayan, müfessir olarak tanıtmaktadır. Buna ilave Peygamber (s.a.a) Ehl-i Beyt’i ve nebevî sünnetin anlaşılmasında ki rolü ele alınmıştır. Daha sonra aklın önemi ve inançların, değerlerin, ameli hükümlerin anlaşılmasında ki rolü üzerinde durulmuştur. Bu bölümün sonunda Şia mezhebinin, icmâ ve icmânın sünnet ile olan ilişkisi üzerindeki görüşüne yer verilmiştir.

Üçüncü bölüm; Şia’nın temel öğretilerini ele alınmaktadır. Bütün dinlerin ortak olduğu tevhit, nübüvvet ve ahiret inancı anlatılmış, ilahi adalet ve imamet konuları kısaca incelenmiştir. Diğer İslam mezhepleri de bu öğretileri az veya çok bir biçimde kabul edebilirler. Ancak sadece bu öğretilerin hepsine inanan kimse Şiî olarak kabul edilmektedir.

Dördüncü bölüm;  en önemli ameli hükümler ve onların bırakılmasının felsefesi kısaca işlenmiştir. Bütün Müslümanlar bu ameller hususunda ortak görüşe sahiptirler. Ancak İslam mezhepleri arasında bu amellerin ayrıntıları hakkında görüş farklılığı olması mümkündür.

Beşinci bölüm; dünyadaki Şiîlerin durum ve konumlarını kısaca işlemektedir. Bu bölüm Müslüman nüfusun genel ve Şiî nüfusunun özel bir şekilde en son istatistik sonuçlarının beyanıyla başlamaktadır. Uzun bir Şia tarihine sahip olan bazı İslam ülkelerindeki Şia nüfusunun yüzdesi beyan edilmektedir. Ne yazık ki günümüzde Şia nüfusu hakkında net ve onaylanmış istatistikler bulunmamaktadır. Ama en azından yeni kaynaklar üzerinde büyük bir çalışma yapılarak, sağlam sonuçlar sunulmaya çalışılmıştır.

Burada bu kitabın yazarı olarak bütün vücudumla İslam birliğinin korunmasına samimice inandığımı vurgulamak istiyor ve kitabın İslam kardeşliğine giden yolda küçük bir adım olmasını temenni ediyorum. Aslında birlik ve beraberliğe ulaşmanın en önemli yollarından birisi de Müslümanların birbirlerini doğru bir şekilde tanımaları ve tarih boyunca birbirlerini anlayıp, idrak etmelerine engel olan ön yargılarını bir kenara bırakmalarıdır. Meşhur bir sözde bu noktaya şöyle değinilmiştir:

“Halk bilmediği şeyin düşmanıdır.”

İslam mezhepleri dikkatlice incelendiğinde, ortak konuların ihtilaflı konulardan ne kadar çok olduğu görülecektir. Bütün Müslümanlar bir Allah’a, bir peygambere, bir Kurân’a, kıyamet gününe, sevap ve ilahi cezaya inanmaktadırlar. Bir kıbleye doğru namaz kılmakta, Ramazan orucu tutmakta ve aynı zamanda hep birlikte Hac’ca gitmektedirler. Zekâtın verilmesine, iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın farz olduğuna, inançlı ve iyi insanlar ile dost ve Allah’ın düşmanlarından uzak olmanın gerekliliğine inanmaktadırlar. Bütün Müslümanlar ortak ahlakî değerler ve faziletlere bağlıdırlar. Kurân-ı Kerim’in buyruğuyla “Müminler birbirleriyle kardeştirler.” Bütün imanlı kadın ve erkeklerin, renk, ırk, millet ve mezhep göz önünde bulundurmadan birbirlerine olan görevlerini yerine getirmeleri gerekmektedir.

Bir gün Mualla b. Huneys imam Sadık’tan (a.s) Müslümanların birbirleri üzerinde olan hakların ne olduğunu sordu. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:

“Her bir Müslüman için boynunda yedi vacip hak vardır. Eğer insan bunlardan birisini yerine getirmezse, Allah’ın velayet ve kulluğunun dışına çıkar. Allah onun yaptığı hiçbir ameli hesaba katmaz.”

İmam önce Mualla’nın bu haklara amel etmeyeceğinden korktuğu için açıklamaktan kaçındı. Ama Mualla’nın ısrarı üzerine bu yedi hakkı şöyle beyan etti:

1-        Kendin için istediğin şeyleri Müslüman kardeşin içinde iste, kendin için istemediğin şeyleri Müslüman kardeşin için de isteme.

2-        Müslüman kardeşini sinirlendirme, sözünü dinlemeye ve onu sevindirmeye çalış.

3-        Ona malınla, canınla, dilinle ve elinle yardımcı ol.

4-        Onun gözü, kulağı, yol göstericisi ve aynası ol.

5-        Hiçbir zaman sen tok o aç, sen suya tok o susuz, sen giyimli kuşamlı o ise çıplak olmasın.

6-        Eğer senin hizmetçin olur ve kardeşinin olmazsa, mutlaka hizmetçini ona elbisesini yıkaması, yemeğini pişirmesi ve yatağını hazır etmesi için göndermelisin.

7-        Onun yemini ve davetini kabul et, hastalandığı zaman onu ziyaret et ve öldüğü zaman cenazesinde hazır bulun. Ne zaman bir ihtiyacı olsa, ihtiyacını bir an önce karşıla. O senden istemeden önce isteğini yerine getir.

Sonra imam şöyle devam etti: “Bu şekilde davrandığın zaman senin velayetin onun velayetine, onun velayeti de senin velayetine bağlanır.”[1]

Ne yazık ki! Her zaman bütün mezhepler ve cemaatler arasında dar görüşlü insanlar olmuştur. Bu tip insanlar küçük farklılıkları büyük göstererek aradaki birlik ve beraberliği ihtilaf ve anlaşmazlığa dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Bu tür insanlar bir takım bahaneleri öne sürerek kendi fikirlerine aykırı olanları kâfir veya müşrik; beğenmedikleri amel ve davranışları da bidat (dinden olmayan bir şeyi dine sokmak) diye adlandırmaktadırlar. Hiç kuşkusuz kâfir ve bidat ehli kişiler mevcuttur. Ancak bu unvanlar çok dikkatli bir şekilde kullanılmalıdır.

Büyük Müslüman liderleri ve âlimleri (Şia ve Sünnî) bu tür yakıştırmaları hiçbir zaman birbirleri hakkında kullanmamışlardır. Ve bu yolla kendi fetva, söz ve davranışlarında İslam’ın ruhunu, evrensel barışı, adaleti, birlik ve merhameti ortaya koymuşlardır.

İslam, düşmanlık ve anlaşmazlıklardan acı çekenler için birlik ve beraberliği getirmiştir. (Al-i İmran.(3), 103), Kurâ-ı Kerim’de birlik ve muhabbeti oluşturmak büyük ve ilahi bir davranış olarak adlandırılmıştır. (Enfal.(8), 63). Bunun karşısında halk arasında ayrılık ve ihtilaf oluşturmayı da Firavun’un işlerinden saymıştır. (Kasas.(4), 28). Kurân müminleri birbirleriyle savaştıkları takdirde zayıf ve yenik düşecekleri hususunda uyarmaktadır. (Enfal.(8), 46). Gerçek olan şu ki bu beraberlik çağrısı sadece Müslümanlara özgü değildir. Kurâ-ı Kerim dünyada Allah’a inanan bütün herkesi, Yahudi ve Hıristiyanlar da dâhil olmak üzere, ortak noktaları vurgulayarak tek bir safta birleşmek için çaba sarf etmelerini istemektedir. (Al-i İmran.(3), 64)

Gelin hep beraber ellerimizi kaldırarak ümitli bir şekilde, bu birlik ve beraberlik hissinin günden güne artması için dua edelim.

Son olarak bu kitabın yazılmasında yardımcı olan herkese ve bütün kuruluşlara özellikle Ayetullah Muhsin Erâki’ye, Londra İslam Koleji’ne, İngiltere ve İrlanda Ehl-i Beyt Cemiyeti’ne teşekkür etmeyi kendime bir borç bilirim. Son olarak alnımı şükürle Allah’ın dergâhına koyarak, ondan kalplerimizi kendi nuruyla aydınlatmasını ve muhabbetinin tatlılığını bize tattırmasını diliyorum.

Doktor Muhammed Ali Şimâli

Ramazan.1323, Kasım. 2002

1. BÖLÜM

ŞİA’NIN ANLAMI

Şia’nın Terim Anlamı:

Şia kelimesi Arapçada izleyici bir kaç kişi veya izleyen topluluk anlamına gelmektedir. Şia kelimesi Kuran-ı Kerim’de de birkaç yerde bu anlamda kullanılmıştır. Örnek olarak;

“…orada iki adamın kavga etmekte olduğunu gördü; bu, kendi taraftarlarındandı (şialarındandı) öbürü, düşmanlarından. Derken, taraftarlarından (şialarından) olan, düşmanlarından olana karşı Mûsâ’dan yardım istedi”[2]

Bu ayette Hz. Musa’nın (a.s) izleyicilerinden biri hakkında, “Musa’nın Şiası” şeklinde söz edilmektedir.

Kurâ-ı Kerim’in başka bir yerinde ise Hz. İbrahim’i (a.s) Hz. Nuh’un (a.s) Şiası olarak tanıtmaktadır.

“Ve şüphe yok ki İbrâhim de onun taraftarlarındandı (Şia’larındandı) elbet.”[3]

İslam’ın başlangıcında Şia kelimesi sözlük anlamı olarak bir kişi ya da belirli bir grubun takipçisi anlamında kullanılıyordu. Örnek olarak; bazı rivayetlerde Ali b. Ebu Talib’in Şia’sından ve bazı rivayetlerde de Muaviye b. Ebu Süfyan’ın Şia’sından söz edilmektedir. Ama bu kelime daha sonraları sadece Hz. Ali’nin (a.s) imametine inananlar için kullanılmaya başlanmıştır.

Şehristanî (548 h.k) İslami mezhep ve fırkaları ile ilgili önemli kaynaklardan biri olan “el-Milel Ve’n-Nihel” adlı kitabında şöyle diyor:

“Şia, Hz. Ali’nin (a.s) has izleyicileri ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) açık istek ve öğretisi üzerine onun imamet ve hilafetine inanan kimselerdir.”[4]

Bu çok dakik bir tariftir. Çünkü Şiîler şahsi isteklerinden dolayı değil, Peygamber’in (s.a.a) isteği üzerine Ali’nin (a.s) imametine inanmaktadırlar. Ama Şia’nın dışındaki mezhepler Peygamber’in (s.a.a) hilafet meselesini halka bıraktığına ve Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da Sakife’de seçilen kimseyi izlediklerine inanmaktadırlar. Oysa Sakife’de bu şekilde seçilen ilk halife Ebu Bekir’in kendisi bu düşüncenin tersine, halifeyi kendisinin seçmesi gerektiğine inanıyordu. İkinci halife Ömer b. Hattab ise altı kişilik bir şura kurup özel emirler vererek, içlerinden birini kendi yerine halife seçmeleri için görevlendirdi.

İlginç olan ise; dördüncü halife olarak Ali b. Eb-u Talib’in takriben bütün Müslümanlar tarafından seçilmesidir. Üçüncü halife Osman b. Affan’ın öldürülmesinden sonra halkın baskıları sonucu, halifeliği kabul etmek zorunda kalmıştır.

Ünlü araştırmacı Hasan b. Musa Nevbahti (313 h.k) “Şia Fırkaları”[5] adlı kitabında şöyle diyor:

“Şia, Ali b. Eb-u Talib’in fırkası ve cemaatidir. Onlara hem Peygamber’in hayatında, hem de Peygamber’den sonra Şia deniliyordu. Ali’ın izleyicileri ve onun imametine inananlar diye tanınıyorlardı.”

Geçmiş dönemlerin seçkin âlimlerden Ş. Müfid (413 h.k) Şia’yı şu şekilde tanımlamaktadır:

“Ali’yi (a.s) izleyen ve onun Peygamber’in (s.a.a) ilk halifesi olduğuna inananlardır.”[6]

Ş. Müfid, Şia’nın “İmamiye” olarak adlandırılmasını şu şekilde açıklıyor:

“Bu unvan, imametin her zaman gerekli olduğuna, imamın Allah (c.c) tarafından seçilmesinin, masum ve kamil olmasının gerekliliğine inanan kimseler içindir.”[7]

Bu anlatılanlara dayanarak Şia’nın Peygamber (s.a.a)’in halifesi hakkında ki inançlarını şu şekilde sıralayabiliriz:

1-    Peygamber (s.a.a)’in halifesi olmak ilahî bir makamdır.

2-    Peygamber (s.a.a) nasıl Allah tarafından seçildiyse, halife veya imamda aynı şekilde Allah tarafından seçilir ve Peygamber (s.a.a)’in aracılığı ile halka tanıtılır.

3-    İslam Peygamber’inin (s.a.a) ilk halifesi Ali’dir.

ŞİA’NIN DOĞUŞU

Şia kavramı açıklandıktan sonra doğal olarak şia’nın ne zaman başladığı sorusu akıllara gelecektir. Şia ve Şia olmayan fırkaların güvenilir kabul ettikleri kaynaklarda nakledilen rivayetlerde, imamet meselesi hakkında birçok hadis göze çarpmaktadır. Bu hadisler Şia’nın inançları ile ilgili olan bölümde incelenecektir. Ama burada da konunun açıklığa kavuşması için Peygamber (s.a.a)’den nakledilen “Ali’nin Şia’sı” diye adlandırdığı topluluğu içeren hadisleri sunup, İslam tarihi ve hadislerden başka delillere de işaret edeceğiz. Burada sunulacak bütün hadisler Ehl-i Sünnet’in önemli kaynaklarında yer almaktadır.

Elbette burada bu konu ile ilgili sunulacak olan hadisler sadece seçilmiş birkaç örnekten ibarettir. Ve muteber olarak kabul edilen bu kaynak kitaplarda ise daha fazla hadis bulunmaktadır.

1-İbn-i Asakir (571 h.k), Cabir Abdullah el-Ensari’den şöyle naklediyor:

“Bir gün biz Peygamber’in (s.a.a) yanında iken Ali geldi. Bu sırada Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Canımı elinde bulunduran Allah’a (c.c) ant olsun ki mutlaka bu ve bunun Şiîleri, kıyamet günü kurtuluşa ereceklerdir.” Sonra Beyyine suresinin yedinci ayeti nazil oldu:

“İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.”

Bu olaydan sonra Peygamber (s.a.a)’in ashabı Ali’yi ne zaman görseler “İnsanların en hayırlısı geldi.” diyorlardı.[8]

2- İbn-i Hacer (974 h.k) İbn-i Abbas’tan şöyle naklediyor:

“Beyyine suresinin yedinci ayeti nazil olduktan sonra Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ali’ye şöyle buyurdu: “Onlar (en hayırlı insanlar), sen ve senin Şia’larındır. Sen ve senin Şia’ların kıyamet günü Allah’tan razı olmuş ve Allah da sizlerden razı olmuş ve senin düşmanların ise öfkeli ve boyunlarından tutulmuş bir halde hazır olacaklardır.”[9]

Aynı kitapta İbn-i Hacer, Ümmü Seleme’den şöyle naklediyor:

“Peygamber (s.a.a) Ümmü Seleme’nin evinde bulunduğu bir gece kızı Fatıma (s.a) ve arkasından da Ali (a.s) eve geldi. Sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ali! Sen ve senin ashabın ve Şia’ların cennet ehlidir.”

3- İbn-i Esir (606 h.k) Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ey Ali! Sen ve senin Şia’ların Allah (c.c)’ın huzuruna O’ndan razı olmuş ve O’da sizden razı olmuş bir halde çıkacaksınız ve düşmanların da öfkeli ve boyunlarından tutulmuş bir halde çıkacaklardır.” Sonra Peygamber (s.a.a) kendi boynunu elleriyle tutarak bu olayın nasıl gerçekleştiğini gösterdi.[10]

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ali’ye (a.s) “Bizim Şiamız” tabirini kullandığı başka hadislerde vardır. Bu tabir önceden işaret edilen konu ile de uyum içindedir. Yani Şia, şahsi görüşleri olarak değil, Peygamber’in (s.a.a) öğretileri doğrultusunda Ali’ye uyan kimselerdir. Aslında Ali’nin (a.s) Şia’sı Peygamber’in (s.a.a) Şia’sıdır. Buna örnek olarak İbn-i Asakir Peygamber’den (s.a.a) naklettiği şu rivayeti nakledebiliriz:

“Cennette çiçek balından daha tatlı, yağdan daha yumuşak ve buzdan daha serin bir kaynak vardır ve o kaynağın çok güzel bir kokusu vardır. Ben ve Ehl-i Beyt’im o kaynakta bulunan çamurdan yaratıldık ve bizim Şia’larımız da aynı çamurdan yaratıldılar.”[11]

Peygamber’in (s.a.a) Ali’ye (a.s) “Soyunun Şia’sı” tabirini kullandığı hadisler de vardır. Bu tabir de aynı şekilde önceden açıklanan Şia kavramını onaylamaktadır. Şia imamet meselesine temelde inandığı için Ali’yi (a.s) izlemektedir. Üçüncü bölümde daha geniş bir şekilde ele alınacağı gibi; Şialar Hz. Ali’nin (a.s) ilk imam olduğuna ve ondan sonra da onun ve Fatıma’nın (a.s) soyundan gelen kimselerin, Allah’ın (c.c) seçmesi ve Peygamber’in (s.a.a) bildirmesiyle, imameti devam ettireceklerine inanmaktadırlar. Buna örnek olarak Zamahşeri (528 h.k) Rebiü’l-Ebrar kitabında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder:

“Ey Ali! Kıyamet günü ben Allah’a (c.c) sen bana, senin evlatların sana ve Şia’lar da onlara bağlanacaklardır. O zaman bizi nereye götüreceklerini göreceksin.”[12]

Açıklanması gereken önemli noktalardan biri de, imametde olduğu gibi, nübüvvetin de peygamberlerin pak soylarına intikal ettiği gerçeğidir. Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Ant olsun ki, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyunda karar kıldık.”[13]

Ayetin anlatmak istediği; Allah (c.c) tarafından seçilebilmek için gerekli olan peygamberlik şartlarını ve özelliklerini taşıyan kimselerin Nuh (a.s) ve İbrahim’in (a.s) soyundan gelmeleridir.

Peygamber (s.a.a)’in hayatında, bir topluluğun Şia adıyla ortaya çıkışını ispatlayan, yukarıda ki ve sonradan işaret edilecek olan imamet ile ilgili hadislere ilave olarak başka deliller de vardır. Örnek olarak; Mekke’de Peygamber (s.a.a) Allah (c.c) tarafından gelen emir doğrultusunda, akraba ve yakınlarını İslam’a davet etmesi için görevlendirildiği zaman yemek hazırlayarak onları evine çağırdı. Yemekten sonra peygamberliğini ilan ederek onları İslam’a davet etti. Sonra peygamber (s.a.a) onların içinden kim İslam’ı kabul eder ve O’na yardım ederse vasisi ve halifesi olacağını açıkladı. Herkesin sessizliğe büründüğü o anda, daha çocuk yaşta olan Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in davetine icabet etti. Peygamber (s.a.a) Ali’nin oturmasını isteyerek davetini iki defa tekrarladı. Her defasında sadece Ali (a.s) olumlu cevap verdi. Sonunda Peygamber (s.a.a) Ali’nin hazır oluşunu ve Allah (c.c) karşısındaki teslimiyetini kabul edip, ilahî emre göre O’nu halifesi olarak tanıttı.[14]

Peygamber (s.a.a) önemli bir açıklamasında, Ali’nin (a.s) daima hak ile beraber olduğunu söylemiş, bütün yanlış davranış ve hatalı inançlardan uzak olduğunu ifade etmiştir. Aslında üstü kapalı olarak Müslümanlar ve hak peşinde olanlardan Ali’ye uymalarını istemiştir. Ümmü Seleme Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Ali her zaman hak ile Kuran-ı Kerim ve hak da Ali ile beraberdir ve kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır.”

Bu hadis İbn-i Abbas, Ebu Saidî Hudrî, Ebubekir, Aişe, Ebu Leyla ve Ebu Eyyübî Ensârî tarafından da nakledilmiştir.[15]

Aynı şekilde Peygamber’den (s.a.a) şöyle nakledilmiştir:

“Allah’ım Ali’ye rahmet et ve hakkı her zaman Ali ile beraber kıl.”[16]

Peygamber (s.a.a) birçok defa ashabı arasında Ali’yi (a.s) İslam-i Konuları en iyi bilen olarak ilan etmiştir. Örnek olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Hikmet on kısımdır; dokuz kısmı Ali’ye verilmiş ve diğer kalan bir kısmı da halk arasında paylaştırılmıştır.”[17]

Sonraları ikinci halife Peygamber (s.a.a)’in bu sözlerini şu itirafıyla onaylamıştır:

“Allah beni hiçbir güçlük ve zorlukta Ali’siz bırakmasın.”[18]

Bu sözlerimize ilave olarak bir insanın Hz. Ali’nin Müslümanlar arasında makamını anlaması için; O’nun İslam yolunda yaptığı fedakârlık ve hizmetleri bilmesi gerekmektedir. Örnek olarak; Mekke müşrikleri Peygamber (s.a.a)’i öldürmek için plan kurdukları zaman Allah (c.c) Peygamberini bu suikasttan haberdar etmişti. Peygamber de (s.a.a) emniyetli bir şekilde Mekke’den Medine’ye hicret edebilmek için Ali’den (a.s) kendi yatağında yatmasını istedi. Bu sayede müşrikler Peygamber’in (s.a.a) evde olduğunu zannedeceklerdi. Ali (a.s) bu görevi sevinçle kabul etti. Bu olayın arkasından şu ayet nazil oldu:

“İnsanlardan bazıları Allah’ın rızasını kazanmak için canlarını satarlar.”

Daha sonra da Peygamber’in (s.a.a) Mekke’den Medine’ye olan hicreti İslamî takvimin başlangıcı olarak kabul edildi.

Ali (a.s) İslam’ın hedeflerine hizmet etmek için Bedir, Uhut, Hayber, Hendek ve Huneyn savaşlarına katılarak önemli görevleri yerine getirdi. Bu olaylar tarih kitaplarında, Şia ve Ehl-i Sünnetin naklettiği rivayetlerde kayıtlıdır.

Bundan önce açıklandığı gibi imamet konusu ile ilgili genel ve Ali’nin (a.s) imameti ile ilgili özel nebevî hadislerin bağımsız olarak birer birer incelenmesi gerekmektedir. Ama burada konuyu Şia ve Ehl-i Sünnet’ten birçok insanın bildiği “Gadir Hum” hadisiyle sonuçlandırmak istiyorum. Peygamber (s.a.a) yaptığı en son hacdan (veda haccından) dönerken yanında bulunan binlerce Müslüman’dan, “Gadir-i Hum” denilen yerde durup, toplanmalarını istedi. Sonra Peygamber (s.a.a) deve semerlerinden oluşturulan minberin üzerine çıkarak şöyle buyurdu:

“Ben kimin mevlası-velisi isem Ali de onun mevlası-velisidir.”

Bunun ardından orada bulunan herkes özellikle birinci ve ikinci halife Ali’ye (a.s) bi’at ederek, onu kutladılar. Bu hadis, yüzden fazla kaynakta nakledilmiştir. Bu hadisin bulunduğu Ehl-i Sünnet kaynaklarının genel fihristini araştırmak için Mir Hamid Hüseyni Hindi’nin (1306 h.k) yazdığı “Abagatü’l-Envar” kitabına ve Allame Abdu’l-Hüseyin Emini’nin “el-Gadir” kitabına bakılabilir.

Bazı Ehl-i Sünnet yazarları bu hadisin gerçekliğini kabul etmelerine rağmen hadiste geçen “Mevla” kelimesini başka türlü yorumluyorlar. Onların görüşüne göre “Mevla” kelimesi, burada velî ve yönetici anlamında değil de, dost ve arkadaş anlamında kullanılmıştır. Bu yorumun doğru ve o zamanki olaylarla uyumlu olup olmadığını bir kenara bıraksak dahi, şüphe yok ki her iki durumda da bu hadis Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında Ali (a.s)’a özel ve ayrı bir makam kazandırmaktadır.

Yukarıda zikredilen tarihi deliller ve bir araya toplanmış çeşitli hadislere göre, Peygamber (s.a.a) zamanında ki Müslümanların birçoğunun Ali’yi (a.s) kalpten ve candan sevdikleri, her zaman onunla beraber olmayı istedikleri ve Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da ona uyma kararlarının olduğu konusunda hiç şüphe kalmıyor. Bu Müslümanlar genellikle “Ali’nin Şiası” diye anılıyorlardı. Sonraları bunlara sadece “Şia” denmeye başlandı. Bundan daha önemlisi Ali’nin (a.s) imamet ve hilafet konusunun Peygamber’in (s.a.a) zamanında gündeme gelmesidir. Doğal olarak Peygamber’in (s.a.a) vefat etmesi, insanların imamet ve hilafet konusuna yoğunlaşmalarına neden oldu. Böylece Ali’ye (a.s) uyma gerekliliğine inanan kimselerle, toplumun önderliği olan hilafet konusunu Peygamber’den (s.a.a) sonra ilahî bir makam olarak kabul etmeyenler birbirinden ayrıldılar.

Ehl-i Sünnet tarihçilerinden Mes’udi (345 h.k) Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra gerçekleşen olayları şöyle anlatıyor:

“Ali ve onun Şia’larından bir topluluğun, Ebu Bekir’in kendisine biât etmelerini istediği sırada, Ali’nin evinde bir araya toplandıkları kesin bir olaydır.”[19]

Sonraları Ali’nin (a.s) hilafeti zamanında çıkan savaşlar gibi bazı olaylar ve Şia’nın üçüncü imamı Hz. Hüseyin (a.s) ve yetmiş iki yaranının şehit olduğu Kerbela vakıası Ali’nin (a.s) Şia’larını daha belirgin ve Şiîlik kimliğini daha açık bir hale getirdi. Örnek olarak; çok eski kitaplardan birinde şöyle yazıyor: “Ali (a.s) Talha ve Zübeyir’i mahkum etmek için şöyle buyurdu: “Talha ve Zübeyir’in adamları Basra’da temsilcilerimi ve Şialarımı öldürmüşlerdir.”[20]

Ebu Mihnef  (158 h.k) şöyle bir açıklamada bulunuyor:

“Muaviye’nin ölümünden sonra Şia’lar Süleyman b. Sured’in evinde toplanmışlardı ve o onlara şöyle dedi: “Muaviye ölmüştür ve Hüseyin (a.s) Emeviler’e biat etmekten kaçınarak Mekke’ye doğru hareket etmiştir. Sizlerse onun ve onun babasının Şia’ları olduğunuzu iddia etmektesiniz.”[21]

İLK ŞİALAR

Şialık ilk olarak Hicaz’da Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında ortaya çıkmıştır. Tarih ve din âlimlerinin biyografisini inceleyen kitaplara baktığımızda, Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında ve Ben-i Haşim ailesinden (Haşim, Peygamber’in (s.a.a) büyük babası) aşağıdaki kişilerin Şia’ların tanınmış çehrelerinden olduğu anlaşılmaktadır:

Abdullah b. Abbas, Fazl b. Abbas, Übeydullah b. Abbas, Kısam b. Abbas, Abdurrahman b. Abbas, Temam b. Abbas, Akil b. Ebu Talip, Ebu Süfyan b. Hars b. Abdulmuttalip, Nufel b. Hars, Abdullah b. Cafer b. Ebu Talip, Avn b. Cafer, Muhammed b. Cafer, Rebi’et b. Hars b. Abdulmuttalip, el-Tufeyl b. Hars, el-Mugayre b. Nufeyl b. Hars, Abdullah b. Hars, b. Nufeyl, Abdullah b. Ebu Süfyan b. Hars, Abbas b. Rebie ‘t b. Hars, Abbas b. Utbe b. Ebu Leheb, Abdulmuttalip b. Rebie’t b. Hars ve Cafer b. Ebu Süfyan b. Hars.

Peygamber (s.a.a)’in ashabı arasında Haşimî ailesinden olmayan şu şahıslar da Şia’dır:

Salman, Mikdad, Ebuzer, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. Yeman, Huzeyme b. Sabit, Ebu Eyüp Ensarî, Ebu Heysem Malik b. Tihan, Ubeyy b. Ka’b, Kays b. Sa’d b. Ubade, Udeyy b. Hatem, Ubade b. Samit, Bilal Habeşî, Ebu Rafi’, Haşim b. Utbe, Osman b. Huneyf, Hekim b. Cebillah Abdi, Sahl b. Huneyf, Halid b. As, b. Huseyb el-Eslemi, Hind b. Ebi Hale el-Temimi, Cu’de b. Hubeyre, Hücr b. Adiyy Kendi, Amr b. Hemk Huza’i, Cabir b. Abdullah Ensari, Muhammed b. Ebu Bekir (birinci halifenin oğlu) Aban b. As ve Zeyd b. Suhan Zeydî.[22]

2. BÖLÜM

ŞİA’NIN DÜŞÜNCE KAYNAKLARI

Şia’nın inanç ve itikadını incelemeden önce, İslamî temel kaynaklarını, Şia’nın bakış açısıyla tanımamız gerekmektedir. Bu bölümde Şia’nın düşünce kaynaklarını, yani İslam hakkında her türlü araştırma ve incelemede Şia’ya göre başvurulması gereken temel kaynaklar ele alınacaktır.

  Index İleri