www.islamkutuphanesi.com

ŞİA İNANÇLARI

Orjinal adı: Akaaid'ül-İmamiyye
Yazan: Ayetullah Muhammed Riza MUZAFFER (r.a)


Yayına Hazırlayanın Önsözü

Bismillahirrahmanirrahim

Bütün hamdlar alemlerin rabbi Allah'a mahsustur. Salat ve Selam, O'nun yaratıklarının en hayırlısı Hz. Muhammed'e (s.a.v) ve Allah Teala'nın kendilerinden her türlü kötülüğü giderdiği ve tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt'ine olsun.

Elinizdeki bu kitap, büyük Şia yazarı Merhum Ayetullah Şeyh Muhammed Rıza MUZAFFER tarafından 1370 h.k. yılında Arapça olarak kaleme alınmıştır ve 1398 h.k. (1978 miladi) yılında merhum Profösör Abdulbaki GÖLPINARLI tarafından Türkçe'ye çevirilmiştir. Fakat kitabın birinci baskısından 16 yıl kadar uzun bir zaman geçmiş ve birinci baskısı bitmiştir.

Bu kitabın hedefı Şia inançlarını olduğu gibi kısa ve öz olarak açıklamak ve böylece Şia'ya edilen iftiraların insafsız kimselere ait olduğu açıklık kazanır. İslam mezheplerine mensup müslümanlar birbirlerinin inanç ve mekteplerinden haberdar olurlarsa İslam düşmanları kesinlikle müslümanları birbirlerine düşüremez.

îlahiyyat.............................................................5

Oysa müslümanların elele vermeleri gerekirken, günümüzde birbirlerinden uzaklaşmış hatta birbirlerine karşı cephe almaya başlamışlardır.

Şia, tüm müslümanları iman, emanet, doğruluk, ihsan, güzel muaşeret, varlığını dine ve dindaşlarına ayırmaya, kendisinin sahip olmasını dilediği ve sevdiği şeye kardeşinin de sahip olmasını istemeye, İslam'ın bekası, yücelmesi, müslümanların birliği, kardeşliyi uğruna çaba göstermeye davet ediyor.

Şia, müslümanların uyanmaları, dinlerinin esasına sarılmaları, aralarındaki nifakı kaldırmalarını emrediyor ve dünyayı, zulüm ve sitemle dolduğu gibi adaletle dolduracak olan İmam'ın zuhuru için hazırlanmak uğruna mümkün olduğu kadar zulüm ve haksızlığı ortadan kaldırmaya emrediyor. (Allah o İmam'ın zuhurunu çabuklaştırsın ve çıkışını kolaylaştırsın.)

Maalesef günümüzde bazı yazarlar Şia'yı gizli ve yıkıcı bir toplum, isyancı ve öc alıcı bir kavim olarak göstermekteler. Evet, Ehl-i Beyt'in talimlerine uyan müslüman zulümden ve zalimden nefret eder, kötülük yapmayı hoş görmez. Ama Şia hiç bir zaman hangi mezhebe mensup olursa olsun bir müslümana karşı kötü düşünce tasarlamaz ve müslümanların kanı, malı ve ırzını her müslümana haram bilmektedir. Şia bütün müslümanları kardeşliğe çağırmaktadır. Evet, müslümanların arasında bu kardeşlik düşüncesi yerleşir ve buna riayet edilirse, düşmanlık ve tefrika müslüman toplumlardan uzaklaşır ve bu toplumlann olgunlaşma ve tekamül yolundaki hareketi kolaylaşır ve böylece üzerinde

îlahiyyat.............................................................6

yaşadığımız yeryüzü bambaşka bir yeryüzüne, nimetlerle dolu bir cennet yurduna dönüşebilir.

Kitabın yeni baskısının özellikleri:

1-  Bu kitap daha iyi ve gelişmiş şekilde yeniden dizgiye verildi.

2-  Kitabta yeralan ayet ve hadis maallerini belirgin olması için siyah yazıyla yazdık.

3-  Kitabın asıl tercümesine sadık kaldık ve Merhum Üstad GÖLPINARLI'nın tercümesine dokunulmadı ve sadece dizgi ve baskı hataları düzetildi.

4-  Okuyucularımızın Merhum GÖLPINARLI'yı daha iyi tanımaları için o Merhumun biyografısini de ekledik.

5- Bu kitaptaki kısatmalar şunlardan ibarettir: (s.a.v): Sallallah-u aleyhi ve âlihi ve sellem. (a.s): Aleyhisselam.

(a.f): Accelellah-u Teala Fereceh (Allah zuhurunu yakın eylesin).

(r.a): rahmetullah-i aleyh.

Yüce Allah'tan Merhum Ayetullah Şeyh Muhammed Rıza MUZAFFER ve Merhum Profösör Abdulbaki. GÖLPINARLI'ya rahmet ve mağfiret diler, aziz Peygamberimiz (s.a.v) ve Ehl-i Beyt ile mahşur olmalarını niyaz ederiz.

Muhammed MUCAHÎDÎ 1415H.K./1994M.

îlahiyyat............................................................. 7

 

AYETULLAH SÜBHANİ'NİN ÖNSÖZÜ

Bismillahirrahmanirrahim

Şia mezhebi İslam dininin ta kendisidir. Bu mezhebi öteki mezheplerden ayıran şey ise şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) kendi irtihallerinden sonra müslümanları kendi başlarına bırakmamış ve kendisinden sonraki halifesini tayin etmiştir; işte bu inanca sahip olan herkes şiidir. Buna göre, İslam hem usulda ve hem de furuda teşeyyü ile eşit olup diğer fırkalardan tek ayrılığı hilafet ve önderlik meselesindedir.

Şia mezhebinde hilafet hususunda özel bir hassasiyet vardır. Şia inanıyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v) hem hilafetin özelliklerini bildirmiş ve hem de halifeyi tayin etmiş ve tanıtmıştır. Şia'nın bu konudaki hassasiyetinin sebebi ise şundan kaynaklanmaktadır: İslam'ın bekası ve tahriften korunması için Hz. Peygamber'den (s.a.v) sonra halifelerinin bu ümmeti doğru bir şekilde yönetmeleri gerekir; aksi takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.v) bütün zahmetleri boşa gider.

Esasen halka, "Müslüman, öldükten sonra mirasçılarının         hayran         kalmamaları         için

vasiyyetnamesini başı altında bulunduran kimsedir" diye buyuran Hz. Peygamber'in (s.a.v) kendisi bu sözüne amel etmeyerek hilafet ve halifesi hakkında bir şey söylemeden irtihal etmesi nasıl düşünülebilir?!

Bu akli tahlile ilaveten Resulullah'tan (s.a.v) rivayet edilen hadisler Şia'yı Hz. Peygamber'in (s.a.v) hilafet şivesini bildirdiğine ve halifesini tayin ettiğine inandırmaktadır.

îlahiyyat.............................................................8

Burada hatırlatıolması gereken başka bir husus da şudur ki, Hz. Peygamber (s.a.v) irtihal ettiğinde uğursuz bir üçgen, genç İslam'ın pususunda dump onu yok etmeyi planlıyordu. O üçgenin bir yanı Mekke ve Medine münafıklarıydı; zahirde İslam elbisesini giymiş ama gerçekte İslam'ın en büyük düşmanlarıydı. Bunların tehlikesi o kadar önemliydi ki, Kur'an-ı Kerim bir çok ayet-i kerimede onlar hakkında bahsetmiştir. Ve bellidir ki, gizli düşmanın tehlikesi açık düşmandan daha fazladır.

Üçkenin ikinci yanı ise, doğudaki İran İmparatorluğuydu. Bu imparatorluk güçlü ordusuyla, müstakil ve bağımsız olduğunu iddia eden genç İslam'ı yok etmeye kararlıydı.

İran İmparatoru Husrov Perviz, İslam'a karşı tasarladığı bu çirkin tavrı sonucu Hz. Peygamber'in (s.a.v) davetnamesini yırtarak Yemen valisine Peygamber'i öldürmesini ve başını kendisine göndermesini emretmişti.

Bu üçkenin yanı açısı da Bizans İmparatorluğu'nu tamsilen iş başına gelen ve o zaman Şam, Filistin ve Ürdün'e hükümet eden Doğu Roma idi. Bu yönün tehlikesi o kadar fazlaydı ki, Resulullah (s.a.v) hicretin dokuzuncu yılında Roma İmparatorluğu'ndan gelebilecek tehlike ve tehdidi etkisiz hale getirmek için otuz bin mücahid ile Medine'den Tebuk'a geldiler ve bu meselenin taşıdığı hassasiyetten olacak ki, kendisi ölüm yatağında iken Usame'nin komutanlığında muhacir ve ensardan oluşan bir orduyu o bölgeye sevketti ve neticede Rumlar o büyük komutanı orada şehit ettiler.

Böyle bir ortamda Hz. Peygamber irtihal etmek üzereyken en önemli mesele hakkında bir şey

îlahiyyat.............................................................9

söylememesi ve herkesin hilafeti kendi tarafına çekmesine müsade etmesi düşünülebilir mi?! Ensar, biz peygamberi desteklediğimiz ve gençlerimizi onun hedefı uğruna feda ettiğimiz için halife bizden olmalıdır diyordu ve muhacirler ise, Peygamber bizim kavmimizden olduğuna göre halife de bizden olmalıdır diyordu!

Acaba Resulullah (s.a.v) müslümanları kendi başlanna terkederek onlara görevlerini bildirmemesi doğru olur muydu?

Elinizdeki bu kitap büyük Şia alimi Ayetullah Muhammed Rıza MUZAFFER'in (r.a) kalemiyle yazılmış ve güçlü yazar Profösör Abdulbaki GÖLPINARLI (r.a) tarafından Arapça'dan Türkçe'ye çevirilmiştir. İlk baskısı 1978 yılında yapılmış olan bu tercümenin yeniden gözden geçirilerek daha mükemmel bir şekilde yayınlamak gerekli bir hizmet olduğu hissediliyordu İslam'ın hizmetçisi değerli kardeşim Muhammed Mucahidi bu zahmeti üstlenerek eski baskıda bulunan bazı dizgi hatalarını ıslah ederek bu kitabı yeniden baskıya hazırlamıştır.

Yeri gelmişken hatırlatalım ki, Merhum Muzaffer'in önemli eserlerinden biri Necefteki Munted-en Neşr Üniversitesi'dir ki, şimdi ilahiyyat fakültesi olarak faaliyetini sürdürmektedir.

Ben kendi payıma düştüğü kadarıyla bu değerli kitabı yazan, faydalanmaları için halka sunan muhterem yazar, mütercim ve yeniden yayına hazırlayan kardeşlerimden teşekkür ediyorum.

İmam Sadık (a.s) Müessesesi

Cafer SUBHANÎ
 

1415 H.K.
 

İlahiyyat.............................................................10

 

Mütercimin Önsözü

İstanbul'da Şia-i İmâmiyye câmiasının mümessili, gerçek dost ve mücahid bilgin, Allah ifazasını daimi, ömrünü uzun etsin, Ali Ekber MehdiPur, Allame Şeyh Hacı Muhammed Rıza Muzaffer'in "Akaid'ül-İmamiyye" adlı kitabının türkçeye çevrilmesini, bu işin gerçekten de hem islami birlik, hem imamiyye (Ca'feriyye) inançlarının, ana kaynaklardan aktarılmış olmasi bakimindan gerekli ve yerinde bir hizmet olacağını fakıyre bildirdiler. Ben de o sırada, Şia İmamiyye inançları ve bu mezhebin tarihi seyri hakkında "Tarih boyunca Şia-i İmamiyye (Ca'feriyye) ve islam Mezhebleri" adlı kitabımı yeni bitirmiştim. Kitabı kendilerinden aldım, okudum; bu hacmi küçük, fakat muhtevasi geniş kitabın, gerçekten de yepyeni bir tarzda, nakılle aklı, inançla düşünceyi birleştiren, "nev'i şahsına münhasır" sözüne örnek bir kitap olduğunu gördüm; zevkle, şevkle tercemeyi bitirdim. Bu çeviriye bir sunuş yazısı yazacaktım ki gene aziz dost, aynı kitabın, Murtaza-Seyyid Muhammed-Razavi tarafından Kahire'de 1381 H. yılında basılmış nüshasını getirdiler. Bu nüshaya, basımı ve yayımı uhdesine alan Muhammed Razavi'nin isteğiyle üstad Dr. Hamid Hafni Davud, kitabın muhtevasını inceleyen, İmamiyye inançlarını Ehl-i Sünnet inançlanyla

îlahiyyat.............................................................11

karşılaştırıp te'lif eden, gerçekten de pek değerli bir Önsöz yazmışlar.

Bu önsözde, kitaptaki konular, veciz, fakat hiçbir noktası ihmal edilmeden o kadar güzel eleştirilmiş, en ince noktalarına dek o kadar faydalı ve tam bir sürette izah edilmişti ki bizim bir Sunuş yazmamıza hiçbir gerek kalmamıştı.

Merhum üstad Muhammed Rıza Muzaffer'in, -Allah derecatını ali etsin,- bu eseri, Şia-i İmamiyye inançlarını, beş belirgin yönüyle ayet ve hadislere dayanmada; nakli deliller, akli delillerle pekiştirilmede; veciz, fakat esaslı bir sürette, hiçbir noktası ihmal edilmeksizin göz önüne serilmede; bilhassa Ehl-i Sünnet inancıyla İmamiyye (Ca'feriyye) inançları te'lif edilmede.

Üstad Dr. Hamid Hafni Davud'un Önsöz'üne biz, bir söz katacak değiliz. Biz bir başka yöne yöneleceğiz:

Bugün artık bu gerçek anlaşılmalıdır ki, maal-esef, haçlı seferleri, ve bu seferleri hazırlayan zihniyet, hala devam etmektedir. Dün bu seferleri hazırlayan dini taassup, bugün, iktisadi tahakküm taassubuna dönüşmüştür. Sömürge siyaseti, el değiştirse bile amaç aynıdır. Bir yandan istişrak mektebinin gayretiyle, yayımladığı kitaplarla, kendi görüşüne göre araştırmalarıyla, eleştirmeleriyle, buluşlarıyla eski bölüntüler uyarılmakta, bir yandan, yeniden yeniye satin alınan, yahut aldatılan kişilerle islam'ı bölmek, fırkalara fırkalar katmak, hatta yeni mezhebler, hatta İslam adına, Bahailik, Kaadıyânilik... gibi dinler kurdurmak, çeşitli teşekküllerle, İslami reform görüntüsüyle İslam'ı temelinden yıkmak çabası sürdürülmektedir. Vaktiyle bu

îlahiyyat.............................................................12

ayrımı, Ümeyyeoğulları; Abbasoğulları, Safaviler ve Osmanoğulları siyaseti, tahakküm, ezmek, yaşamak, fakat yaşatmamak, din kisvesine bürünüp dünyayı elde etmek hırsı körüklemiş, bu aynmı güçlendirmek için yalanlar uydurulmuş, iftiralar icad edilmiş, fetvalar çıkartılmış, kanlar dökülmüş, hanümanlar mahvedilmişti. Şimdiyse içtimai bütünüyle iktisadı yıkıntıyı sağlamak, böylece Müslümanları birbirlerine düşman etmek ve dilediklerine erişmek amacı, Batılılann ellerine düşmüş bir siyaset silahı olmuştur.

Artık Müslümanlann birleşmeleri, İslam dininin emrettiği gerçek kardeşliğe yönelmeleri, birbirlerini sevmeleri, saymalan gerektir; yoksa sonuç, çok vahimdir.

İşte Üstad Muhammed Rıza Muzaffer'in bu hacmi küçük, fakat muhtevası pek büyük ve önemli eseri, bu kardeşlik amacını gütmektedir; bütün Müslümanları bu vecibeye, bu dini vazifeye davet etmektedir.

Biz fazla söz söylemeyeceğiz; okuyucu, kitabı okuyunca hükmünü verecektir. Bu eseri türkçeye çevirmekle Islam'a, haddimizce ve acizane yardım ettiğimize inanıyoruz. Rasul-i Ekrem'iyle Ehl-i Beytine (s.a.v) tevessül ederek Allahu Teala'dan başarı dilemekteyiz.

15 Şa'ban'ül-Muazzam 1398 Abdülbakıy GÖLPINARLI


 

MÜTERCİMİM BİYOGRAFİSİ

Babası rahmetli Ahmet Midhat Efendi'inin maiyetinde yetişen ve muhbirlerin en kıdemlisi olduğundan, zamanında "Şeyh'ul- Muhabirin" diye anılan Ahmed Âgâh Efendi, Gence'nin Gölbulağ köyünde doğmuş, Rus savaşında Bursa'ya, ordan da İstanbul'a göçmüş olan, sonra Rusçuk'a Eytam Müdürü atanan İzzet Mustafa'nın oğludur. Annesi Âliye Şöhret Hanım, Kafkasya'lıdır. Gölpınarlı, ikinci Rus savaşında Rusçuk'tan İstanbul'a göçen, İstanbulda evlenen Ahmed Âgâh'ın sulbünden, hicri 1317 yılı Ramazan ayının onuncu gecesi doğmuştur. İlk tahsili, Bâbıâli yokuşunda, şimdi, Basma eserleri Derleme Müdürlüğü olan Tahsin Efendi İlkokulu'nda, orta tahsilini, hususi "Menba'ul-İrfan" mektebinde bitirmiş, Gelenbevi idadisine devam etmiş, babasının, hicri 1333'de vefatı üzerine tahsilini bırakmak zorunda kalmıştır. Bir müddet "Menba'ül-İrfan"ın orta kısmında Türkçe ve Tarih muallimliğinde bulunan Gölpınarlı, Milli Mücadelede Anadolu'ya gitmiş, Çorum'a bağlı Alaca'da "Kenz'ül-İrfan" ilkokulunda başmuavin, sonra

İlahiyyat.............................................................15

başmuallim olmuştur. İstanbul'a dönünce Muallim mektebi'nin son sınıfına girmiş, Muallim Mektebi'ni bitirdikten sonra Kanlıca, sonra Pertevniyal İlkokulunda muallimlik ederken, biryandan da Istanbul Üniversitesi Edebiyat bölümünü bitirmiş, sonra Konya, Kayseri, Kastamonu ve Balikesir liselerinde Edebiyat öğretmenliği hizmetini ifa etmiştir. Ankara, Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi'ne Turk Edebiyat Tarihi ve Metinler Şerhi derslerini okutmak üzere imtihanla atanan Gölpınarlı, üç yıl bu hizmeti ifa etmiş, rahatsızlığı yüzünden Istanbul üniversitesi'ne nakledilmiş, orada da İslam - Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersini tedris etmiştir, 1949'da, emekliye ayrılmıştır. Soyadı kanunu çıkınca "Gölbulağı" sözü, Istanbul lehcesine garip geleceği düşüncesiyle "Gölpınarlı" soyadını alan Abdulbakiy, Fatih camii derslerinde de devam etmiştir, Tikveşli Yusuf Efendi'den faydalanmıştır. "Afzal'ul-Mutahhirin" diye andığı İsmail Sâib, Ferid Kam, Ahmed Nairn, Bahariye Mevlevi-hanesi şeyhi Huseyn Fahruddin, Hoy'lu Hacı Şeyh Ali merhumları, en fazla faydalandığı üstadlarındandır. Gölpınarlı'nın "Kur'an-ı Kerim ve Meâli, Nehc'ül Belağa terceme ve şerhi", üniversite mazuniyet tezi olan "Melamilik ve Memamiler", "Mesnevi Tercemesi ve Şerhi" gibi eserleri, "Mevlana Celaleddin, Mevlana'dan sonra Mevlevilik, Mevlevi Adab ve Erkanı" gibi değerli incelemeleri, Mevlana'dan çevirileri, "Ca'feri Mezhebi ve Esasları, Caferiier Kimlerdir, Şia İnançları..." gibi tercemeleri, Vakit, Yeni Tan ve Millliyet gazetelerinde terfikaları ve makaleleri

îlahiyyat.............................................................16

yayınlanmıştır. Şimdiye kadar Üstad GÖLPINARLI'dan yüzden fazla eser yayınlanmıştır.

îlahiyyat.............................................................17

 

TAKRİZ

Kahire Üniversitesi, Diller Bölümü, Arab Edebiyatı Profesörü büyük üstad, gerçek dost Dr. Hamid Hafni Davud'dan, -Allah kendilerini te'yid etsin- Üstadımız Muzaffer'in bu değerli kitabına bir sunuş yazısı yazmalarını, bu yazıda, eser hakkındaki düşüncelerini bildirmelerini reca ettik; bu değerli yazıyı lutf ettiler. İslam'a hizmetleri dolayısıyla Allah, kendilerine hayırla mükafatta bulunsun.

Eseri yayımlayan: Kahire "Rabıtat'ül-Edeb'il-Hadis" azasından Murtaza-Seyyid Muhammed Razavi.

Şia-i İmamiyye'nin inançları ve bu mezheb erbabının bilgileri, edebleri hakkında, düşmanları tarafından yazılan yazılarda pek çok hatalar vardır. Ben, Doğuda, Batıda, Müslümanların mühim bir kısmının mezhebi olan İmamiyye hakkında, uzun müddet, ancak bu mezhebe karşı olanların, bu mezheb hakkında intikadda bulunanların kitaplarını araştırarak bilgi edinmeye çalıştım; fakat gerek İsna-Aşeri inançlan ve gerek umumi Şia inançları hakkındaki tedrisatımda, Ehl-i Sünnet tarafından yazılan kitaplara dayanmak zorunda kaldım.

İlahiyyat.............................................................18

"Hikmet, mü'minin yitik malıdır" hadis-i şerifıne istinaden gerçeği aramaya, İsna - Aşeriyye hakkındaki tedrisatımda, bu mezhebin bilginleri tarafından yazılan kitaplara baş vurmaya mecbur oldum. Çünkü elbette bir mezheb erbabı, o mezhebi, düşmanlarından daha iyi bilir; inançlarını daha iyi inceler. Hele hadis bilgisine ait bir bölümün kurulmasından itibaren, bilhassa buna gayret ettim; Şia ve Teşeyyü' hakkında söz söyleyen kişinin, onlann ana kaynaklarına baş vurmadan söyleyecekleri sözlerin ilmi bir mahiyet alamayacağı ve sağlam bir temele dayanamayacağı meydandaydı; bu çeşit sözlerde, yazilarda ne ilmi bir esas bulunabilirdi, ne doğru bir bilgi. Sözgelimi, bilgin ve Doktor Ahmed Emin'in, eserlerinde, Şia hakkındaki asm saldinlannin, Şiilikte Yahudiliğin te'siri, yahud Şia'nın Abdullah b. Sebe'e uyduğu hakkındaki hükümlerinin, ilmi bir temele dayanmadığı, Şia'nın bu çeşit şeylerle bir ilgisi bulunmadığı meydandaydı; nitekim Şia bilginleri de bunları, kökünden reddettiler; meselâ Allame Muhammed Hiiseyn Alii Kaşifil-Gıta, "Asl-üş-Şiati ve Usuliha" adlı kitabında bu çeşit iddialara gereken cevabı verdi.

Ben, Şia-i İmamiyye'nin ana kaynaklarını araştırıp bulurken eski dostum, Irak'lı yayımcı Seyyid Murtaza-Razavi, Kahire'de, Şia'ya dair bazi Miihim kitaplari basim alemine sunmaya başladı ve bu, beni çok sevindirdi. Esasen, "Asl'üş-Şiati ve Usuliha" yi, "Abdullah b. Sebe" kitabını1 "Vesaü'üş-Şia" nın bazi ciizii'lerini ve

l- "Asl'üş-Şiati ve Usuliha", "Hudud" bölümü müstesna, tarafımızdan, "Ca'feri Mezhebi ve Esaslan" adıyla türkçeye

îlahiyyat.............................................................19

bunlardan başka Şia inançlarına ve fıkhına ait kitaplan da bana, kendileri vermişlerdi.

Bu sefer de, Necef-i Eşref de Fıkıh profesörü bulunan üstad Muhammed Rıza Muzaffer'in, İmamiyye inançlanna dâir yazdıkları bir eseri bana sundular, bu eseri yayıma arzedeceklerini bildirdiler ve esere bir sunuş yazısı yazmamı istediler.

Müellifın, en ince teferrüatına dek İmamiyye inançlarını, pek güzel bir tertible bölümlere ayırması, onları en faydalı bir tarzda, fakat en veciz bir sürette okuyuculara sunması, gerçekten de beni hayretle karışık bir sevince düşürdü. Bu kitap, gerçekten de bu konuyu, her yanıyla kavrayan, aynı zamanda en kısa, fakat özlü bir sürette bildiren bir kitap. Ben, burda, kitabın yazarını, aşırı bir övgüyle övmüyorum; ancak bu küçük, fakat her bahsi ilmı bir tarzda, gerçekleriyle inceleyip gereken bilgiyi veren kitabı, insafla anlatmak istiyorum; değerli okuyucuya, hacım bakımından küçük, fakat fıkir ve anlam bakımından pek büyük olan bu kitap hakkında bilgi veriyorum ancak. Müellif, bu küçük kitapta, önce Kur'an'dan, sonra hadisten, -Allah hepsinden razı olsun,-Oniki İmam'ın sözlerinden deliller getirmede. Okuyanların, önceden edinilmiş kanaatleri bir yana bırakıp, taassubu bir yana atıp akıllarıyla, insaflarıyla hüküm vermelerini diliyorum.

çevrilmiş, 1st. Minnetoğlu Kitabevi tarafından 1966 da yayımlanmıştır; "Abdullah b. Sebe", Murtaza-Askeri'nindir; bu kitap da tarafımızdan türkçeye çevrilmiş, "Abdullah b. Sabâ Masalı. Bir Yalancının Düzmeleri" adıyla 1st. da Baha Matbaasında 1974'tebasılmıştır.

îlahiyyat.............................................................20

Mesela, okuyucunun, İmamiyye'nin, ictihad hakkındaki kanaati üzerinde durmasını isterim. Malüm olduğu gibi, Ehl-i Sünnet'e göre, dört fıkıh imamından, yani Ebu-Hanife, Malik, Şafii ve İbn Hanbel'den sonra ictihad kapısı kilitlenmiştir; fakat bundan sonra fakıyhler, mezhebde, yahud fürü'da cüz'i ictihadlara yöneldiler. Beşinci Yüzyılda Gazali, altıncı yüzyılda Ebu-Tahir'üs-Selefı, yedinci yüzyılda İzzüddin b. Abd'üs-Selam ve İbn Dakıyk, sekizinci yüzyılda Takıyy'üd-din'is-Sübki ve Ehl-i Sünnet bilginlerinin bir kısmıyla Süfıyye tarafından bid'atla töhmetlenen ibn Teymiyye, dokuzuncu yüzyılda Celal'üd-din Abd'ür-Rahman b. Ebu-Bekr'is-Süyüti... bunlardandır; ancak bunlar da, Hadis Bilgisi metoduyla eleştirilirlerse, tam bir ictihad sahibi sayılamazlar ve görüşleri, fetvadan ileri gidemez ki bu husus, "Mısır'da İslami Teşri Tarihi" adlı kitabımızda, mümkin olduğu kadar açıklanmıştır.

İmamiyye bilginleriyse, her hususta ictihadı gerekli bilmişler, hangi çağda olursa olsun, ictihad kapısının, günümüze dek kapanmadığında ittifak etmişlerdir. Bu bilginlerin çoğu, her devirde, müctehidin bulunması, Şia'nın, vefat etmiş müctehidi değil, sağ olan bir müctehidi taklid etmesi lüzümunu bildirmişlerdir. Bu, yaşayışın seyrine bir uyuş olduğu gibi şer'i hükümlerin daima diri, hareketli, gelişir, zamana ve mekana uyar hükümler olduğunu, onların donup kalmayacağını, din ile dünyanın, inançla ilmi inkişafın, aralarının açılmayacağını sağlamaktadır ve İmamiyye'ye muhalif olan mezheblerin çağunda da, muhalefetlerine ragmen bunu görmekteyiz.

îlahiyyat.............................................................21

İkinci mes'ele, yapılan işlerde "Hüsn" ve "Kubh"un, yani güzel ve iyi, hayırlı oluşla, çirkin, kötü ve şer oluşun, zati mevcüdiyetine inanmalandır. İmamiyye'ye göre, Allah'ın emrettiği, yahut mübah kıldığı şeylerde hüsn, haram ettiği, mekruh olduğunu bildirdiği şeylerde kubh, zati olarak mevcuttur; o işler, Allah'ın emri, yahut nehyi dolayısıyla hüsn, yahut kubh değildir; Allah, iyi, gerekli ve güzel olduğu için onların yapılmasını emretmiştir; zati ve tabii olarak kötü olanlardan da kullarını nehyetmiştir. Şia-i İmamiyye, dini hükümlerin çoğunda aklı delil tutmuş, nakle dayandığı kadar akla da dayanmıştır. Hüsn ve kubh hakkındaki re'y, Mu'tezile'nin re'yidir; ancak burda bir soru sormamız gerek: Bu hususta Şia mi Mu'tezile'nin te'siri altında kalmıştır; Mu'tezile mi Şia'ya uymuştur? Bundan bahsedenlerin çoğu, Şia'nın Mu'tezile'nin te'siri altında kaldığını söyler; fakat ben, Mu'tezile'nin Şia'dan müteessir olduğunu sanıyorum; çünkü Teşeyyu İ'tizal'den öncedir ve Şia'nın uluları Mu'tezile'den önce mevcuttur; bu hususta tarihi gerçeklere uymak zorundayız. Şia, ilk halifeler devrinde mevcuttu; Imam Ali'nin hilafeti zamamndaysa tam anlamiyla teessiis etmişti; İmam Ali (a.s.), zuliimlere, düşmanlıklara mariiz kalıp ahirete intikaal ettiği zaman Şia, biitiin siyasi ve ictimai firkalardan ayn, miistakil bir İslam mezhebiydi.

Okuyucunun, bundan anlaması gerektir ki Şia, gerçeği tahrif eden, Siifyanilere uyan kişilerin sandıkları gibi hurafatla, vehimlerle, İsrailiyatla dolu, yahut tarihte hayah olarak yaşatılmış olan Abdullah b. Sebe' ve benzeri kişiler tarafından uydurulmuş bir mezheb değildir; düşmanların zanlarının aksine, hadis bilgisi yoluyla da anladığımız gibi

îlahiyyat.............................................................22

bu mezheb, İslam mezhebleri arasında, akla ve nakle dayanarak fıkhi mes'elelerde, zamanı ve mekânı düşünerek ictihada önem vermekle mümtaz olan, hükmü ebedi bulunan İslam şeriatinin ruhuna uyan, görüşü geniş bir İslami mezhebdir.

Şimdi müsaadenizle üçüncü mes'eleye değineceğim: Şia'nın kabirleri ziyareti, Ehl-i Beyt İmamlarının medfun bulundukları yerlerde farz namazları kılmaları, onlann hayat hikayelerini anmaları, oralarda ilim meclisleri kurmalan, çağdaş Müslümanlar nazannda batıl sayılmakta, bunlar, hurafattan sayılmakta. Bu çeşit hareketleri, bilhassa Ahmed b. Abdülhalim b. Teymiyye ve onun tarih bakımından talebesi sayılan ve Vehhabi mezhebini kuran Muhammed b. Abdülvehhab-ı Necidi ve adlarını yazmaya lüzum görmediğimiz çağdaşlarımızdan bir topluluk, küfür saymakta; bu işleri, dinden çıkış bilmekte.

Fakat Ehl-i Sünnetin ekseriyeti, inançta aşırı olmayanlar, bu hususta Şia-i İmamiyye'yle aynı inancı gütmekteler; her iki fırka da evliyanın, İmamların ve yeryüzünde mevcud olan herşey'in, ancak Allah'ın iradesiyle insana faydalar verebileceğine, Allah'ın iradesiyle zarar getirebileceğine inanmaktalar; hiçbir varlık, Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir vara, hiçbir varlığa, ne bir fayda verebilir, ne bir zarar. Bu bakımdan, din büyüklerinin kabirlerini ziyaret, ancak onların huylanyla huylanmayı, onların yollanna gitmeyi, onların tertemiz yaşayışlarını anmak ve andırmak süretiyle ziyaretçinin azmini, inancını, ibretini sağlar ki bu da her iki fırka tarafından da mübah sayılmaktadır.

îlahiyyat.............................................................23

Dördüncü nokta da şu: Kardeşimin te'lif ettiği bu kitabı okurken İmamiyye inançlannı en güzel bir üslubla ve akil yoluyla belirtmesine hayran oldum doğrusu. Bunun sebebini de Şia'nın, İmamlarından rivayet ettiklerini, yani nakli, akil yoluyla inceleyip derinleştirmesinde buldum. Esasen Teşeyyu'la İ'tizal ve Şia ulularıyla Mu'tezile büyükleri arasındaki bağlantılar da buna delalet etmektedir. Hatta Şia'nın ulularından olanlar, Mu'tezile'nin büyüklerinden, Mu'tezile'nin büyüklerinden olanlar da Şia ulularındandır; "Es-Sahib b. Abbad" kitabımıza müracaat eden, bunu anlar. Bihassa hicri dördüncü yüzyıl ortalarında bu bağlantı, bu te'sir ve teessür, pek kuvvetlidir; ben, bu çağın ikinci yarısında Sahib b. Abbad'ın şahsiyetinde bunu buldum.

Değerli müellif, "Tevhid-i Sıfat" bahsinde, Allahü Taala'yı Mu'tezile inancına göre anmakta; esasen İmamiyye ve Mu'tezile, sıfatların, zatın aynı olduğunda birleşmekteler ve kendilerine de bu yüzden "Ehl-i Tevhid" demekteler. Yani Allahu Teala, onlarca, zatiyle görendir, zatiyle duyandır, zatiyle gücü yetendir ve böylece zatı ve sifatlari birbirinden ayirmamaktalar. Bence iki mezheb de, zat'la sifatlari ayırmada, iltibastan, bunun sonucu da şirkten kaçınmada; bu da şüphe yok ki tevhiddeki tenzihi düşüncelerinin tabii bir sonucu. Gene İmamiyye'yle Mu'tezile arasındaki sağlam bağlantı, müellifın, Adl inancını anlatışından da belirmekte; mesela güzel, doğru işin Allahu Taala'ya zulmü nisbet etmekten çekinmeleri sebebiyle; aksi halde böyle bir inanca saplanmaktan çekiniyorlar.

İlahiyyat.............................................................24

Hasılı bu hususta her iki fırka, yani Şia-i imamiyye ve Mu'tezile, bir yanda; Ehl-i Sünnet ve Sufıyye, öte yanda, Imamiyye ve Mu'tezile, İlahi adli savunuyorlar, Ehl-i Stinnet ve Sufıyye İlahi hürriyeti, yani Allah'ın, ef alinde fail-i muhtar oluşunu. Ancak her iki firka da, hadis yoluyla gerçeğe yönelmede.

Müellifın kaza ve kader hakkındaki sözleri de bu konunun bir bölümü. Yani insan, yaptığı işlerde muhayyer mi, mecbur mu; yahud İmamiyye'nin tabirince insan, fi'linde mecbur mudur, yoksa dilediğini yapabilir mi? Cebir mi var, Tafviz mi? Bu bahis, ilahi Adi felsefesiyle bağlantılı; ancak burda imamiyye, Mu'tezile'den ayrilmada ve orta bir yol tutmada, imamiyye, "Ciihemiyye" denen ve mutlak cebri kabul eden fırkadan olmadığı gibi "Kaderiyye" denen ve işlerin yapılışını, mutlak olarak kulun ihtiyarına bağlayan "Mufavvıza" dan, yani Mu'tezile'den de değildir.

Mutlak cebri, insanin irade ve hürriyetini selb ettiği için kabul etmiyorlar, bunu kabul etmek, insani, yele uymaya mecbur bir tiiy halinde kabul etmektir, bu takdirde, onların örfünce, insanin, yaptığı işler dolayısıyla soruya çekilmesi, bir zulümdür; bu cebri kabul etmiyorlar; çünkü Allah'ın Adl sıfatına aykırı. Şair, bu inancı şu beyitle dile getirmede:

Eli-kolu bağlı birini denize atmak:

Sonra da aman ha, aman, ıslanma demek!

Mutlak ihtiyar ve Tafvizi kabiil etmemeleriyse, bu inancın, insanı, işlerinde, sözlerinde, Allah'ın irade ve

İlahiyyat.............................................................25

kudretinden müstakıl saymakla sonuçlanmadadır; çünkü Tafviza inananlar, İnsanın, yaptığı işleri, kendisinin yarattığına, bunlarda Allah'ın kudretinin, irade ve takdirinin hiçbir dahli bulunmadığına inanmaktalar; inançları intikad edenler, bunları yeren bazı hadisler de rivayet ederler ki "kaderiyye, bu ümmetin Mecus'udur" hadisi bunlardandır.

Bundan anlıyoruz ki Ceberiler, Allahu Taala'dan Adl sıfatını nefyetmek suretiyle hataya düşüyorlar; onlarca Allah, kullarını, onlarda kendisinin icad ettiği işler yüzünden soruya çekmekte. Kaderilerse, yaratıklardan Allah'ın kudretinin, tedbirini ve tasarrufunu nefyetmekle yanılıyorlar; her iki fırka da, inançta gerçekten pek uzak düşmede.

Bu yüzden İmamiyye, bu hususta İmam Ca'fer'üs-Sadık'ın (a.s.) sözünü söylemekte:

"Cebir de yoktur, Tafviz de; fakat iş, iki işin (cebirle tafvizin) arasında." Bu suretle onlar, kardeşleri Ehl-i Sünnet'le aynı inançtalar; çünkü Ehl-i Sünnet de onların söylediğini söylemekte; insanda cüz'i ihtiyar olduğuna inanmakta. Buysa tam cebr olmadığı gibi insanın, yaptığı işlerin halikı (yaratıcısı) olduğu kanaatini de vermemekte. Bu hususta İmam Ebu'l-Hasan'il-Aş'arı de aynı kanaati izhar etmiş, Fahruddin-i Razi ise, "İnsan, batında mecbur, zahirde muhayyerdir" diyerek bu inancın felsefesini dile getirmiştir ki bu sözün derin bir anlamı vardır ve İslam inancında rüsuh sahibi olanlara, irfan erbabına gizli değildir.

Şimdi önsüzümüzü, beşinci mes'eleyle tamamlayalım; o da İmamiyye'deki "Beda" inancıdır. Bu sözün açık

İlahiyyat.............................................................26

anlamı, bir işi yapmak, sonra o işten vazgeçmektir, buysa, yaratiklarin vasiflarindandir ancak. Bir işi yaptıktan sonra düşünüp taşınarak ondan vazgeçmek, yaptığı işin yanlış olduğunu anlayıp bilgisizlik yüzünden yaptığı işten dönmek, doğruya yönelmek, ancak kula âit bir şeydir. Düşünürlerin çoğu, Beda husüsunda Şia'nın yanıldığını, Allahu Taâlâ'nın, bir işi yanlış olarak yapıp sonra doğruyu anlamasının ve o işten vazgeçmesinin düşünülemeyeceğini söylerler. Oysa ki Şia ve Ehl-i Sünnet alimleri, Allah'ın bilgisinin kadım olduğuna inanmaktadır; her iki fırka da, yaratiklarin sıfatı bulunan bu çeşit şeyden Allah'i tenzih eder. Beda: "Bir şeyin isbatından sonra mahvidir." ki, esasen ilm-i ilahide böyle takdir edilmiştir; nitekim (Ra'd, 39'da) "Allah dilediğini bozar, dilediğiniyse isbat eder" buyurulmaktadır. İmamiyye'deki "Beda" inancına dair şu örneği arzedelim: Birisinin kötülüğü takdir edilmiştir; o kişi, kırk yaşına gelince Allah'a tevbe eder, iyilere katılır. Burada Beda, o adamın adının, kötülerden silinip iyilere yazılması, o adamın kutlulara katılmasıdır; fakat bu tevbesi ve sonra saidlere katılması, ona tevbenin ilham edileceği vakit, Allah'ın bilgisinde sabittir.

İmamiyye'de Beda, Allah'ın hikmetine binaen meydana gelen bir mahv ve isbat'dır. İmamiyye'nin, Allah'ın, bir şey'i sonradan bilip değiştirdiğine inandığını sananlar, yanılmışlardır. Beda, Kur'an'daki Nasih ve Mensuh ile tefsir edilir. Mesela, içkinin haram edilişi, tedrici bir sürette olmuştur. Birden haram edilseydi, alışanlara güç gelirdi; bu yüzden merhale-merhale içki yerilmiş, içilmemesi buyurulmuş, sonra tümden haram

îlahiyyat.............................................................27

edilmiştir; İmamiyye'nin Beda' hakkındaki inancı da bundan ibarettir.

Burada, şunu da söyliyeyim ki, İslam mezheblerinin, füru'da, yol-yordamda ihtilaflarına rağmen temelde ve amaçta bir oluşları, beni gerçekten de sevindirmiştir. Allah'ın başarısıyla İslam mezheblerini birbirlerine yaklaştırmak için ayrı bir kitap yazmak isterim.

Bütün bu sözlerden sonra kitabın müellifı olan üstadı, nakledilenle ma'kulü birleştirek İmamiyye inançlarını bildirmek hüsüsündaki başarısından dolayı tebrik ederim. İnsaf ve düşünce erbabına da bu kadar söz yeter.

Dr. Hamid Hafni Davud

Diller Üniv. Arab Edebiyatı

ve Hindis tan, Aliker Camiası,

İslanıı Bilgiler Müderrisi-Kahire

17.66.1381 H.25.11.1961 M.

îlahiyyat.............................................................28
 

Müellifin Önsözü

RAHMAN VE RAHİM ALLAH'IN ADIYLA

Hamd ve şükür, Allâh'a; salatü selam, insanların en hayırlısı Muhammed'e ve insanlra doğru yolu gösteren evladına, soyuna.

İnançlara âit olan bu kitabı, Ehl-i Beyt (a.s) yoluna uygun olan İslami inançlann özünü, özetini anlatmak için, etraflıca delil ve huccet getirmeden, çok def a Ehl-i Beyt imamlarından gelen nassları zikretmeden, tam bir özet halinde yazarak adını, "Şia İnançları" koydum; Şia'dan maksadım da, bilhassa "İmamiyye-i İsna Aşeriyye"dir.

1363 yılında, dini yaymak için kurulmuş olan medresede Kelam bilgisine dair bazi mübahaseleri yazmaya koyulmuştum; bunlar çoğaldıkça çoğalı; sonra da öylece kaldı. Aradan sekiz yıl geçti. Allah kendisine hayırlar versin, üstün ve edib Muhammed Kazım E'l-Ketabi, bu yazıları bir daha gözden geçirmemi ve bunları özetleyerek bir risale haline getirmemi istedi; isteğine uydum, bu muhtasar kitab meydana geldi.

îlahiyyat.............................................................29

Bu kitabı yayım alemine sunmakla "İmamiyye" hakkındaki kınayışların önünü almak, bu mezhebin inançlarını, okuyuculara, olduğu gibi sunmak istedim. Bihassa çağımızda, Ehl-i Beyt yolunu bilerek, bilmeyerek, yahud da bilmezlikten gelerek bir çok kişi, kaleme sarılıp Şia'ya, Şia inançlarına, dini mesleklerine göre, hücumlarda bulunuyorlar; böylece de gerçeğe zulm ediyorlar, okuyanlara, bilgiyi değil, bilgisizliği yayıyorlar, İslam birliğini bölüyorlar, gönüllerinde gizledikleri hasedi, garezi izhar etmiş oluyorlar. Oysa ki bu gün, Müslüman toplumunun saflarını düzüp koşmak, bölüklerini birleştirmek, bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak imkanı bulunması bile onların aralarını bulmak, onlan birbirlerine yakınlaştırmak, hasedlerini köreltmek, garezlerini gömmek zorundayız ve bunu, bu gerçeği bilmeyen de yoktur, kalmamıştır.

Bu sözleri söylüyoruz ama, maalesef, bazı kişiler, Müslümanları hala bölmeye, birbirlerini yermeye, Islam birliğini bozmaya, Müslümanları ayrılığa, aykınlığa çağırmaya uğraşıyorlar ve biz, bu kitap gibi bir çok kitapla bunun önüne geçemiyoruz, birliği sağlayamıyoruz; "İmamiyye"nin inançlannı açıklamak, olduğu gibi bildirmek, bu çeşit kişilerin inadlarını arttırıyor; uyarmalarımız, onların tuttukları yanlış yoldaki ısrarlarını güçlendiriyor.

Ancak bunların ve benzerlerinin inadlannda ısrar etmeleri, bizce önemli değil. Biz, bu kitabı sunmakla, yayımlamakla, ancak gerçeği arayanlara faydalı olmak, İslama faydalı bir hizmette bulunmak, hatta bütün insanlığa hizmet etmek maksadını gütmekteyiz.

îlahiyyat.............................................................30

Kitabı bir başlangıçla beş bölüme ayırdık; şeriki-naziri olmayan Allahu Taala'dan başarı dilemekteyiz.

Muhammed Rıza MUZAFFER 27 Cumadelahır 1370
 

BAŞLANGIÇ

1- NAZAR VE MA'RİFET HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Allahü Taala'nın, bize düşünmek kabiliyetini verdiğine, bize akıl-fikir ihsan ettiğine, sonra da yaratışını, yarattıklarına bakıp düşünmemizi, sun'unun eserlerine dikkat edip teemmül etmemizi, hikmetini düşünüp çevremizdeki ve bizzat nefsimizdeki tedbir ve tasarrufunu anlamamızı emir buyurduğuna inanmaktayız; nitekim, "Onıın, onlarca da gerçek olduğunun apaçık meydana

îlahiyyat.............................................................31

çıkması için onlara, delillerimizi yakında, çevrede de göstereceğiz, nefislerinde de" buyurmaktadır.2

"Biz, atalarımız neye uyduysa ona uyarız dediler; ama atalarının aklı bir şey'e ermiyor"3 ayet-i kerimesiyle atalarını taklid ederek onların yollarını tutanları kınamaktadır; hayallerine kapılıp zanlara düşenleri de, "Onlar, ancak zanlarına uyarlar"4 hükmüyle yermektedir. Gerçekten akıllanmız, bize, yaratışa, yaratılışa bakıp varlığı yaratanı tanımamızı farz etmiştir; nitekim Peygamberin (s.a.v) risalet davasına ve mücizelerine de bakıp gerçeği anlamamız, gene aklen farzdır bize. Bu bakımdan bu hususta bir başkasına uymak, bizce doğru değildir; isterse kendisine uyulanın derecesi ve mevkii yüksek olsun. Kur'ân-ı Kerim'de de düşünüp bilgiye, tanıyışa sahip olmaktan başka bir şey emredilmemiştir ve ancak, insanın yaratılışındaki bu düşünce hürriyetinden bahsolunmuştur; akıl-fıkir sahipleri de ancak bunu kabul ederler.

Hasılı, inanca aid hususlarda, insanın kendisini ihmal etmesi, düşünceyi, anlayışı bir yana atması, atalarının, yahud kendilerini yetiştirenlerin yollarını tutması doğru değildir; aksine, Kur'an-ı Kerim'in nasslarında da te'yid edildiği gibi insanın yaratılışındaki akıl fıkir sahibi oluşu bakımından en ehemmiyetlileri tevhid, nübüvvet ve mead olan usül-i dinde, düşünüp aklıyla gerçeği bulması

2-Fussilet, 53. 3-Bakara,171. 4- En'am, 116; Yunus, 66; Necm, 23,28.

îlahiyyat.............................................................32

gerektir; bu esaslarda atalarına, yahud onlar gibi saydıkları kişilere uyanlar, yanılırlar, doğru yoldan saparlar, hatta edindikleri inanç doğru bile olsa, bu hususta mazur sayılamazlar.

Bizce, önce inançların esasında düşünüp anlamak, insana vacibtir ve bu hususta başkasını taklid caiz değildir. İkincisi, bu akli vücüb, şer'i vücübdan da evvel gelir; yani bu hususlarda dini nasslara uymak suretiyle bir inanca vans, sahih olsa bile mutlaka bu inancın, akli delaletle te'yid edilmesi gerektir.

îlahiyyat.............................................................33

2- FÜRU'DA TAKLİDİN LÜZUMU

Füru-ı dine gelince: Bunlar, a'male ait şer'i hükümlerdir; bunlar da nazar, tefekkür vacib değildir. Orucun, namazın vacib oluşu gibi kesin olarak bilinen şeyler müstesna, bunlarda mükellefe üç şey gerektir:

Ehil olan kişi, hükümlerin delillerinde ictihada başvurur ve hükmünü verir.

Ehil değilse ihtiyatla amel eder.

Yahud dinini korumak, kendi dileğine uymamak ve Mevlasına itaat etmek için içtihad şartlarını kendisinde toplamış olan ve hayatta bulunan adil bir müctehidi taklid eder.

Müctehid olmadığı, ihtiyata riayeti de bilmediği halde, ictihad şartlarını haiz olan bir müctehidi taklid etmeyen kişi, ömrü boyunca namaz kılsa, ibadette bulunsa, gene de ameli, taklid edilen bir müctehidin re'yine uygun değilse batıldır, kabul edilmez.

3- İCTİHAT İNANCIMIZ

Fer'i hükümlerde ictihadın, bütün müslümanlara kifai vacib olduğuna inanınz; yani her çağda, ictihad mertebesine yücelmek için çalışmak, bütün müslümanlara vacibdir, ancak içlerinden biri, bu mertebeye ulaşırsa vücub öbürlerinden sakıt olur. Her çağda, müslümanların içinden ictihad merbetesine erişip şartlarını nefsinde toplayan ve öbür müslümanlar tarafından taklıd edilmeye, hükmüne uyulmaya ehil bulunan birisinin yetişmesi

îlahiyyat.............................................................34

gerektir. Böyle biri yetişti mi, öbürleri, dini hükümlerde ona baş vururlar. Fakat içlerinden böyle biri yetişmemişse, bu mertebeye ulaşmak güç olsa bile, gene de hepsine bu mertebeye ulaşmak için çalışmak vacibdir ve vefat etmiş bir müctehidi taklid etmeleri caiz değildir.

İctihad, Hz "Muhammed'in (s.a.v) helalı, kıyamet günündeke helaldır, haramı, kıyamet gününe dek haram" muktezasınca, zamanın ve ahvalin değişmesiyle değişmesine imkan bulunmayan ve Hazret-i Rasul-i Ekrem (s.a.v) tarafından, Allah'ın emriyle iblâğ buyurulan hükümleri, şer'i delilleriyle bilmek, bu hükümleri, şer'i delillerden istinbat etmek gücüne sahip olmaktır. Şer'i deliller, Kitab; yani kur'an-ı Mecid, Sünnet, İcma' ve Akıldır ki bunlar, fıkıh usülünü bildiren kitaplarda etrafıyla anlatılmıştır.

İctihad mertebesine yücelebilmek, bu dört şer'i delilden hüküm çıkarabilmek için, bir çok bilgiyi elde etmek, bunun için de kendini tamamıyle bu yola verip hakkıyla çalışmak gerektir.5

4- MÜÇTEHİDE İNANCIMIZ

İctihad şartlarını kendisinde toplamış müctehid, gaybet zamanında, inancımızca, İmam aleyhisselam'ın
------------------

5- Mesela müctehidin, mutlaka riyaziyeyi, hendeseyi hakkıyle bilmesi icabeder; aksi takdirde, mıras ve sefer hükümlerinde yanılabilir. (Mütercim)

 

îlahiyyat.............................................................35

naibidir, mutlak olarak hakim ve reisdir; hüküm vermekte, halka hükmetmekte İmamın salahiyetine sahiptir. Onun hükmünü kabul etmemek, İmam'ın hükmünü kabul etmemektir; İmam'ın hükmünün kabul etmemek ise, Allah'ın hükmünü kabul etmemektir ki bu, sadık-ı al-i Muhammed'den aleyhi ve aleyhimüsselam, rivayet edilen hadise göre, Allah'a şirk koşmakla birdir.

İctihad şartlarını nefsinde toplamış olan müctehid, yalnız fetva almak için kendisine müracaat edilmesi gereken şahıs değildir; o, aynı zamanda, ümmetin umumi vilayetine de sahiptir; hükümde, kazada, bir işi hall-ü fasl etmede de ancak ona müracaat edilir ve bu hususlarda, ondan başkasına baş vurmak, ancak onun emriyle caiz olabilir; nitekim hadler ve diğer cezalar da ancak onun emriyle ve hükmüyle icra edilebilir.

İmamın haklarına ait hususlarda da başvurulması gereken makam, ancak odur ve bu derece ve umumi riyaset ve vilayet gaybet zamanında, İmam aleyhisselamın niyabeti dolayısıyla ve imam aleyhisselam tarafindan kendisine verilmiştir.

Ilahiyyat.............................................................36

BİRİNCİ BÖLÜM

İLAHİYYAT
 

5- ALLAHU TAALA'YA INANCIMIZ

Allahü Taâlâ'nın var ve bir olduğuna, hiç bir eşibenzeri bulunmadığına inanmaktayız. Kadim'dir, zevali yoktur, ona zeval erişemez. Evveldir, ahırdır, bilendir, hükmedendir; adalet sahibi daimi diridir; gücü yetendir, ganidir, duyan-bilendir; yaratıkların vasfedildikleri şeylerle tavsif edilemez. Cismi, süreti yoktur, cevher ve araz değildir6 ağırlığı, hafıfliği yoktur; hareketi, sükunu olamaz; zamanı ve mekanı bulunamaz; kendisine işaret edilemez. Eşi, eşiti, benzeri, zıddı, zevcesi, oğlu, ortağı olmadığı gibi ondan başka bu vasıfları haiz biri de yoktur; "Gözler onu idrak edemez ve o, gözleri idrak eder."7 Onu, yaratıklarından birine benzeten ve yüzü, eli, gözü olduğunu söyleyen, yahud dünya göğüne indiğini, cennet ehline, ay'ın göründüğü gibi görüneceğini söyleyen, bu
----------------------

6- Cevher: bizatihi, yani kendi varlığıyla var olan. Araz: var olabilmek için cevhere muhtaç olan şeydir. Renk, cisime nazaran arazdır, şekil ve heyet de öyle. Cisim, renk, şekil, heyete nazaran cevher sayılır. (Müretcim)

7-En'am, 103.
 

çeşit inançlara sapan, her türlü noksandan münezzeh olan yaratıcıyı bilmeyen kişidir ki o, kafır menzilesindedir. Vehimlerimizle, en ince anlamlara dek, hakkında düşünebildiklerimiz; İmam Muhammed Bakır aleyhisselamın buyurdukları gibi, ancak bizim mislimiz bir mahluk olabilir.

Kıyamet günü, halka görüneceğini söyleyen, Onun cisim olmadığına inansa, onu teşbihden tenzih etse bile bu sözü, bir dil tekerlemesinden ibarettir ve küfre ulaşır; çünkü bu çeşit iddialarda bulunanlar, Kur'ân-ı Kerim'in, yahud hadisin zahiri anlamlarına kapılanlar, akıllarını, düşüncelerini bırakanlar, onları artlarına atanlar, o sözlerdeki istiare ve mecazlan anlamakta acze düşüp nazara, delile önem verenlerdir.

6- TEVHİDE DAİR İNANCIMIZ

Her hususta Allahü Tala'yı bir bilmenin vücübuna inanmaktayız. Zatı itibariyle varlığına, birliğine, bunun vücübuna inanmamız nasıl gerekse aynı tarzda sıfatlarında tevhid de vacibdir ve bu, ileride anlatacağımız gibi, sıfatlarının, zatının aynı olduğuna inanmak, zati sıfatlarında da benzeri bulunmadığına iman etmektir. O'nun, ilimde, kudrette naziri bulunmadığı gibi yaratmakta, rızık vermekte de şeriki, naziri yoktur ve bütün kemal sıfatlarında eşi bulunamaz.

İbadette de O'na tevhid, aynı tarzda gerekmektedir; hiç bir vechiyle O'ndan başkasına kullukda bulunmak caiz değildir. Kullukların hiç bir nev'inde, vacib olsun,

îlahiyyat.............................................................39

olmasın, namazlarda ve diğer ibadetlerde, ne suretle olursa olsun, O'ndan başkasını katmak caiz olamaz. İbadette, bir başka van, varlığı, O'na katan, müşriktir; kullukta O'ndan başkasına yaklaşmayı kasdeden, putlara tapan kişi hükmündedir.

Yalnız, bazı kimselerin, zanlarına, vehimlerine uyup kabirleri ziyaret, yahud taziye meclisleri tertib etmek gibi hususlarda İmamiyyeyi kınamaları doğru değildir; çünkü bunlar, bu işler, ibadette Allah'dan gaynya yaklaşmak nev'inden olamaz. Bunlar, hastayı dolaşıp halini - hatırını sormak, gönlünü almak, cenazeyi teşyi etmek, mü'min kardeşleri ziyarette bulunmak, yoksula yardım etmek gibi temiz ve güzel işlerle Allahü Taala'ya manen yaklaşmayı kasdetmeye benzer, o çeşit işlerdendir. Hastanın halini -hatınnı sormak, hadd-i zatında, kulun Allahü Taala'ya manevi yakınlığını, Allahü Taala'nın razılığını sağlayan bir iştir; hastaya yakınlık kasdı yoktur ki Allah'dan başkasına kulluk etmeye benzesin; yahud da kullukta şirk koşmaya benzetilsin. Kabirleri ziyaret ve taziye meclisleri tertib etmek de bunlardandir.

Kabirleri ziyaret ve taziye meclisleri, şer'i olan giizel ve temiz işlerdendir; fıkıh bilgisinde de bunların hükmü böyledir. Bunlarla, bazı kimselerin zannettikleri gibi ne ibadette bir şirk kasdedilmektedir, ne İmamlara kullukta bulunmak. Bu ziyaretlerle, bu meclislerle onlann adlan anilmakta, yaptıkları işler zikredilmektedir; bunlar, Allahii Taala'nın şeairini ululamaktır; "Ve kim Allah dininin

İlahiyyat.............................................................40

hükümlerini ulularsa şüphe yok ki bu hareket, gönüllerdeki çekinme duygusundandır."8

7- ALLAH'IN SIFATLARINA İNANCIMIZ

Cemal ve kemal sifatlannin, yani ilim, kudret, gina, irade, hayat gibi sübuti sıfatlann tümünün, zatına muzaf sifatlar olmayip zatının aynı olduğuna inanmaktayız. Vücüdu, ancak zati vücüddur; kudreti, hayati dolayısıyladır ve hayati, kudretidir. Daimi diri olduğundan gücü yetendir, gücü yeten olması dolayısıyla da daimidir. Sıfatlarında ve varlığında bir ikilik olamaz; öbür kemal sifatlannda da hal, böyledir.

Sifatlar, mefhumlan bakimindan muhtelif görünmekle beraber hakikatleri ve varliklan bakimindan birdir; çünkü bu sifatlann varhklannda bir aynhk farz edilse, viicudda da teaddiid icabeder; bu ise tevhid inancına zıttır.

Yaratmak, nzık vermek, evveli olmamak, yücelik gibi izafi olan siibuti sifatlar da, gerçekte bir tek sifata, yaratiklanna her an kayyum oluş sıfatına racıdir, sıfat, eserlerinin, hükümlerinin ihtilafına ragmen bir tek sifattan ibarettir.

Celal sıfatları dediğimiz selbi sıfatlarsa, O'nda bulunmasına imkan olmayan sıfatlardır. Cisim oluş, hareket ve sükunda bulunuş, ağırlığa, hafıfliğe sahip olmak ve saire gibi sifatlar, O'nda bulunamaz; bütün noksan sıfatları, Zat-ı Bari'den selbetmek vacibdir; hatta

8- Hacc, 32

îlahiyyat.............................................................41

bunların varlığındaki imkan dahi zat-ı Bari'den selb edilmelidir. Böylece selbi sıfatlar, kemal sıfatlarına, sübutı sıfatlara racı olur. Allahü Taala, her hususta, zatı bakımından birdir, vahid ve samed olması dolayısıyla da terkibden ve bütün selbi sıfatlardan münezzehtir.

Sübuti sıfatların selbi sıfatlara ircai dolayısıyla zatın mahz-ı vücud oluşu, sıfatlarının ayn-ı zat olması ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunuşu, vücüdla ademin aynı kıyasını uyandırmamalıdır. Sübuti sıfatların, zatdan ayrı mülahazası, kadim varlıkların taaddüdü ve vacib'ül-Vücudun şerikleri bulunduğu sonucuna varır. Emir'ül-Mü'minin ve Seyyid'ül-Muvahhidin aleyhisselam buyururlar ki:

"Öz doğmluğunun kemali, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmektir; çünkü bilmek gerektir ki ne sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her sıfat, vasfedilenden gayrıdır; onunla bilinemez. Onu vasfetmeye kalkışan, onu bir başkasına eşit etmiş sayılır. Başkasını O'na eşit sayan, ikiliğe düşmüş olıır. İkiliğe düşen, tecezzisini kaail olıır; tecezzisini kaail olan, O'nu tanımamış olur..."

8- ADL HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Allahü Taala'nın kemale ait bütün sıfatlarının birinin de adl olduğudur; Allahü Taala'nın adil olduğuna, zalim bulunmadığına inanmaktayız. Kazasında cevretmez; hükümüne hayıflanmaz. İtaat edenlere sevab verir, isyan

îlahiyyat.............................................................42

edenleri cezalandırır. Kullarına, güçlerinden fazla bir teklifde bulunmaz; onlara, hak ettikleri cezadan fazla da ceza vermez. Çünkü inanmaktayız ki Allahü Taala, herhangi bir vesile ile güzeli, iyiyi terk edip kötü işi işlemez; çünkü Allahü Taala, güzelin, güzel ve iyi oluşu, çirkin ve kötünün çirkin ve kötü oluşunu bilir. Bu bilgisiyle de güzel ve iyi işi yapmaya, kötüyü terk etmeye gücü yeter. İyiyi işlemekle bir ziyana düşmez ki onu terke muhtaç olsun, nitekim kötüyü de işlemeye bir ihtiyacı yoktur. Bütün bunlarla beraber O, hüküm ve hikmet sahibidir; işlediği şey, hikmete uygundur; en mükemmel düzene göredir.

Zulmü ve kötüyü işleseydi, -ki şanı bundan yücedir-, iş, dört şekle dönerdi:

1)  O işi, haşa, bilmiyor, kötü olduğunu bilmediğinden yapıyor;

2)   Kötü olduğunu biliyor, fakat yapmaya mecbur; terketmeye gücü yetmiyor;

3)  Kötü olduğunu bilmekte, onu yapmaya mecbur da değil, ama yapmaya muhtaç;

4) Kötülüğünü biliyor; yapmaya mecbur değil, ihtiyacı da yok; fakat abes olduğundan yapıyor ve bununla, haşa, kendini tatmin ediyor.

Bu mülahazaların hepsi de, mahz-ı kemal olan Allahü Taala'ya noksan iras eder; bu yüzden de O'nun zulümden, kötü ve abes iş işlemekten münezzeh olduğuna inanmamız vaciptir.

Ama müslümanların bazıları, haşa, Allahü Taala'nın kötü işi yapmasını, itaat edenleri cezalandırmasını, hatta asıleri, kafırleri cennete sokmasını caiz bilmekteler;

îlahiyyat.............................................................43

onlarca kullara, güçlerinin yetmeyeceği işleri de, dilerse, emredeceğine, bunları terk edenleri cezalandıracağına, kendisinden zulüm ve cevir gibi şeylerin sudur edebileceğine, hikmete, maslahata uymayan, faydası bulunmayan işi yapabileceğine, "Yaptığından sorulmaz; onlardır sorumlu olanlar"9 ayet-i kerımesini delil getirerek inanmaktalar. Oysa ki Allahü Taala'nın şanı, bütün bunlardan yücedir ve kitabının muhkem ayetlerinde, "Ve Allah, kullarına zıılnıü irade etmez"10, "Ve Allah, fesadı sevmez"11, "Ve biz, gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık"12 ve "Biz, cinni ve insanları, ancak kulluk etsinler diye yarattık"13 buyurarak zulümden, bozgundan münezzeh bulunduğunu, boş, abes bir şey yapmayacağını beyan buyurmaktadır. "Tenzih ederiz seni, bunu boş yere yaratmadın."14

9- TEKLİF HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Allahü Taala'nın kullanna delil ve huccet ikaame ettikten sonra ve ancak güçleri kadar teklifte bulunduğuna, güçleri yetmeyen, bilgileri kavramayan şey'i teklif etmediğine inanmaktayız; çünkü acize, inadına

9-Enbiya, 23. 10-Gaafir, 31. U-Bakara, 205. 12-Dühan, 38. 13- Zariyat, 56. 14-Âl-i İmran, 191.

îlahiyyat.............................................................44

öğrenmeyene değil de bilmeyene, anlamayana teklifte bulunmak, zulme ait işlerden sayılır. Aynı zamanda, hükümleri, teklifleri öğrenebileceği halde oğrenmeyen cahilin de Allah katında sorumlu olduğuna, bu taksiri yüzünden cezalanacağına inanırız. Çünkü aklı başında ve hür insana, şer'i hükümlerden ihtiyacı olanları öğrenmek vacibtir.

Allahü Taala'nın, düzene kavuşmaları, hayırlara ulaşmaları, daimi kutluluğa ermeleri için kullarını doğru yola irşad buyurduğuna, şer'i hükümleri buna gore teklif ettiğine, onları, kendilerine zarar verecek, bozguna uğratacak, sonlarını kötü kılacak şeylerden nehy ettiğine de inanmaktayız; itaat etmeyeceklerini bilse bile emir ve nehiylerini onlara iblağ buyurmuştur; çünkü bu, kullarına lutuftur, rahmettir. Kullar, işledikleri şeylerin çoğunu bilmezler, dünyadaki ve ahiretteki hayır yollannı, tam olarak tasarlayamazlar; kendilerini zarara, mahrumiyete uğratacak şeylerin çoğundan gaaflet edebilirler. Zatı itibariyle Rahman ve Rahim olan Allahu Taala'nın bu lutfu, bu rahmeti, mutlak kemalinin icabıdır ve zatından aynlmaz; kullar O'na itaat etmemekte, emirlerine, nehiylerine uymamakta ayak direseler, ısrar etseler bile bu lutfu, bu rahmeti onlardan esirgemez.

10- KAZA VE KADER HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İlahiyyat.............................................................45

Mücebbire15 diye adlandırılan toplum, yaratıkların fıilleri olmadığı, bütün fıillerin failinin, Allahii Taala olduğu kanaatine sapmıştır. Onlara göre Allah, haşa, insanlara cebren isyana dair işler işletmekte, böyle olduğu halde de onları cezalandırmadadır; itaata dair işlere cebretmekte, aynı zamanda da onları sevaba nail eylemektedir. Onlarca kulların fıilleri, gerçekte, Allah'ın fıilleridir; fakat şu var ki bu hususta kullar, o fıillere mahal olmaktadır.16

Bu inanç, eşyadaki sebebiyyeti inkarın sonucuna varır; gerçek sebebi yaratan ise şeriki olmayan Allahii Taala'dir. Bu inanca sapan, Allahii Taala'ya zulmii nisbet etmektedir, oysa bundan münezzehtir.

Bir başka toplumsa "Mufavvıza" diye anılmaktadır. Onlara göre Allahü Taala, bütün fîilleri yaratıklarına tefviz etmiş, gücünü, takdirini, kaza ve kaderini onlardan kaldırmıştır. Bu inancı güdenlerce efali, Allahii Taala'ya nisbet etmek, ona noksanı nisbet etmektir. Varlıkların sebebleri vardır ve bütün sebebler, sebebleri meydana getirene, ilk sebebe, Allahii Taala'ya irca edilirse, bu,

15-   Bu söz yerine daha ziyade "cebriyye" sözü kullanılır ve bu inancı güdenlere "cebri" denir. (Mütercim).

16-   Vahdet-i vücud inancında aşırı gidenler ve her şey'i Allah'ın zuhuru, varlıklan, mezahiri sayan sufiler, vahdetin ilk merhalesi olarak "tevhid-i ef'al"i kabul ederler. Bütün fiillerin, gerçek faili, onlarca Allah'dır; iyi kötü, hayır, şer, nisbet ve itibardan meydana gelir; hadd-i zatında her iş, failinin mazhariyetine, istidadına göre doğrudur ve gerçek fail, Allah'dır; görülüyor ki bunlar, daha da ileri gidiyorlar. (Mütercim).

İlahiyyat.............................................................46

Allah'ın gücünü iptal sonucuna vanr ki bu da, yaratışta, ona, ondan gaynyi da şerik koşmaktır.

Bizim inancımız ise, tertemiz İmamlarımız (aleyhimüsselam)dan gelmektedir. O inanç da bu iki inancın ortasındadır, yani gerçek, bu ikisinin arasındadır. Bu iki inancin kelamcilannin delillerindeki çelişkiler, insanı hayrete düşürür. Bir toplum, ileri gitmiştir, öbürü ise geri kalmıştır. İmamımız Cafer Sadik aleyhisselam, bu orta yolu, meşhur "Cebir de yoktur, tefviz de; fakat iş, iki işin arasındadır" buyruklarıyla bildirmişlerdir.

Bu sözün etraflıca anlamı ve özet yoluyla ifadesi şudur:

İşlerimiz, bir bakıma bizim işlediğimiz işlerdir; bunları işlemeye gücümüz, ihtiyarımız vardır. Fakat bir başka bakımdan da bu işler, Allah'ın takdirine bağlıdır, kudretine dahildir. Allahü Taala, bize, işlediğimiz işleri zorla işletmemektedir; aksi halde yaptığımız kötülüklere karşı bizi cezalandırması zulm olurdu. Bunları işlemekte bizim gücümüz, ihtiyarımız vardır; ama işlerimizi, ancak kendimizin işlememiz hususunda da bizi başı boş bırakmamıştır; yaptıklarımızı, O'nun kudretiyle yapmaktayız. Gerçekte yaratış da O'nundur, hüküm de O'nun; emir de O'nun ve O, her şey'e gücü yetendir, kullarını gücüyle kavrayandır.

Hasih Kaza ve Kader, Allahü Taala'nın sırlarından bir sırdır. Kim bunu, ileri varmadan, geri kalmadan anlarsa, hüküm budur; bu hususta fazla incelemeye kalkışırsa sapıklığa düşebilir, inancı bozulur; çünkü bu, öyle güç ve ince felsefı bir bahisdir ki ancak binde bir kişi kavrayabilir. İnsanın, Eimme-i Etharın, (aleyhimüsselam),

îlahiyyat.............................................................47

buyurdukları gibi, gerçeğin, ikisi arasında olduğuna mutlak olarak cebir ve tefvizin bulunmadığına inanması yeter. Esasen bu, mutlaka etraflıca, inceden inceye araştırılıp inanca varılması gereken itikaadi asıllardan da değildir.

11- BEDÂ HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İnsana göre beda, bir şeyde, bir işde, gerçek olmayan bir re'ye sahip olması, kendi re'yine, kendi kararına göre o işi işlemeye kalkıştıktan sonra da re'yinde yanıldığını, gerçeğin başka türlü olduğunu anlaması, o işi yapmaktan vazgeçmesidir. Bu, işi layıkıyla bilmeyişten, anlamayıştan meydana gelir ve insan, bundan dolayı pişmanlığa düşer.

Bu anlamda beda, Allahü Taala hakkında düşünülemez; çünkü bu, bilgisizlikten ve noksandan meydana gelir. İmam Cafer-i Sadık aleyhisselam, "Kim, bir işin, Allah tarafından, başka türlü olduğunun anlaşıldığına ve bu yüzden Allah'ın nedamete düştüğüne inanırsa, bizce o kişi, ulular ulusu Allah'a kafirdir" buyurmuşlardır. Yine, "Kim, dün bilmediği bir şey bu gün Allah'ca bilindi sanırsa, ben, o kişiden beriyim" demişlerdir.

İmam Ca'fer'üs-Sadık'ın, aleyhisselam, "Allah'ın oğlıını İsmail hakkında ızhar ettiğini hiç bir şeyde ızhar etmemiştir" buyurması, adeta birinci anlamı okşadığı cihetle İslam fırkaları hakkında eserler yazanların bir kısmı, İmamiyyeyi kınamaya, Ehl-i Beyt yolunu yermeye koyulmuşlardır. Oysa ki bizim inancımız, Allahü

îlahiyyat.............................................................48

Taala'nın, kitabının muhkem ayetinde, "Allah dilediğini bozar, dilediğiniyse isbat eder; kitabın aslı, O'nıın katındadır"17 buyurduğu hükme uymaktadır. Bunun anlamı da şudur: Allahü Taala, bir şey'i, peygamberinin, yahud velisinin diliyle, maslahata uygun bir tarzda ızhar eder; sonra bunu imha edip ayrı bir tarzda ızhar eyler. İbrahim (alanebiyyina ve alihi ve aleyhisselam)a oğlu İsmail'i (a.s.) kurban etmesini emir buyurmuş, sonra onun yerine bir koçun kurban edilmesiyle İsmail kurtulmuştur. İmam aleyhisselam'ın, "Allah'ın, oğlıını İsmail hakkında ızhar ettiğini hiç bir şeyde ızhar etmemiştir" buyurmakla İsmail'in imam olmadığını bildirmişlerdir; halbuki İsmail, büyük oğulları olduğundan kendilerinden sonra onun imam olacağı sanılmaktaydı.

Beda, peygamberimizin (s.a.v.) şeriatleriyle önceki şeriatlerin hükümlerinin nesh edilmesine, hatta Hazret-i Peygambere (s.a.v.) vahyedilen bazı hükümlerin, sonradan neshedilmesine benzer.

12-DİN HÜKÜMLERİ HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Allahü Taala'nın, vacib ve haram ettiği hükümlerle diğer hükümlerin hepsini de, kulların, onları icra veya terk etmelerinde, kendi hayırları, kutlulukları bulunduğu için vacib, yahud haram ettiğine inanmaktayız. Vacib ettiği şeylerde hayırlar, menfaatlar vardır; nehyettiklerinde de zarar ve kötülük mevcuttur. Yapmamız, daha iyi ve uygun

İlahiyyat.............................................................49

olan şeyleriyse bize müstehab kılmıştır. Öbür hükümlerde de hikmet vardır ve bu, kullarına lutfundandır, zatı adaletindendir. Biz bilmesek bile mutlaka her işde hikmetler gizlidir ve hikmetsiz hiçbir şey yoktur.

Bizim dinimizi, dünyamızı bozan, yapmamamızda hayır bulunan şeyleri de kötü olduğu için nehyetmiştir; bizim inancımız budur. Fakat müslümanlardan bazı fırkalar, hiç bir şey'in hadd-i zatında güzel, yahud çirkin olmadığını, Allah'ın nehyettiği şey'in, nehyi dolayısıyla kötü ve çirkin olduğunu, emrettiğinin de, emri dolayısıyla güzel ve iyi olduğunu söylerler; fakat bu, akli zarurete aykırıdır. Allah-u Taala'nın kötü olan ve yapılmasında kötülük bulunan şey'i emredebileceğini, yapılmasında hayır bulunan şey'i de nehy edebileceğini söyleyenler de olmuştur. Fakat bu, Allahü Taala'ya bilgisizlik, yahud acz isnadını intaç eder; oysa şanı, "bundan pek büyüktür, yücedir" (İsra, 43, ayet-i kerimesinden ıktibas).

Hasılı gerçek inanç şudur: Biz, Allahü Taala'nın bize vacib kıldığı, yahud haram ettiği şeylerde, zatına ait bir maslahat, bir fayda olduğunu kabul etmiyoruz; O'nun zatı, bundan yücedir; tekliflerin tümünde de fayda bize aittir; çünkü Allahü Taala, abes şey'i emretmez, herhangi bir şey'i de nehyetmiş olmak için nehyeylemez; O, kullarından ganidir; bizim faydamız için emir ve nehyetmiştir; bunlarda zat-ı ilahisine raci' bir garez yoktur.

Ilahiyyat.............................................................50
 

İKİNCİ BÖLÜM:

NÜBÜVVET

13- NÜBÜVVET'E DAİR İNANCIMIZ

Nübüvvetin İlahi bir vazife ve Rabbani bir sefırlik olduğuna inanmaktayız. Allahü Taala, kullarına doğru yolu göstermek, dünyada, ahırette, faydalarını mucib olacak, mutluluklarını sağlayacak hükümleri bildirmek, onlan kötü huylardan, bozguncu gelenek ve göreneklerden antmak, onları hikmet ve marifet sahibi kılmak için, lutfuyla seçtiği, insanlığın en olgun ve yüce mertebesine ulaştırdığını kullarına gönderir; onların vasıtalarıyla öbür kullanna kutluluk ve hayır yollarını bildirir; insanlığa layık sıfatları anlatır, derecelerini dünyada da yüceltir, ahirette de.

Nübüvvet, biraz sonra da arzedeceğimiz gibi, İlahi bir lutuftur. Yaratan, insanları hidayete eriştirmek, onları düzene sokmak için peygamberlerini, zat-ı İlahisinin sefırleri ve yeryüzünde halifeleri olarak göndermek lutfunda bulunmuştur. Aynı zamanda, Allahü Taala'nın, peygamber olarak seçtiği kişilerde, kullann bir seçim, bir ihtiyar hakkına malik olmadıklarına da inanmaktayız; bu seçim, ancak O'nun elindedir ve "Peygamberliğini kime

îlahiyyat.............................................................52

vereceğini Allah, daha iyi bilir"18; kulların bu hususta hakları olmadığı gibi peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümlerde, diledikleri tasarrufda bulunmaya, onları değiştirmmeye de salahiyetleri yoktur.

14- PEYGAMBERLİK LÜTUFDUR

Gerçekten de insan, pek şaşılacak bir yaratıkdır; görülmemiş tavırlara sahibdir; yaratılışında, tabiatında, özünde ve aklında, çeşitli ve karışık özellikler vardır; bir yandan bütün bozgunculuk huylan insanda toplanmıştır, öte yandan bütün hayır ve düzen sıfatları onda mevcuttur ve insanların her ferdi böyledir. İnsan, bir yandan yalnız kendini sever, kendini düşünür; dileğine uyar, istediklerine boyun eğer, herkesten üstün olmayı, her şey'i elde etmeyi ister; dünya yaşayışına bağlanır; dünyanın süsüne-püsüne, meta'larına kapılır. Nitekim Allahü Taala, "Gerçekten de insan mahrumiyet içindedir elbette"19, "Gerçekten de insan, kendisini ihtiyacı yok görünce elbette azar"20 ve "Gerçekten nefis, kötülüğü pek fazla buyurur"21 ayet-i kerimeleriyle insanın bu zaif yönünü beyan buyurmuştur; nefsi bakımından insanın, dileklerine, şehvetlerine, yaratılışı itibariyle düşkünlüğü bir çok ayet-i kerimede açıkça bildirilmiştir.
-----------------------

18-En'am, 124.
19- Asr, 2.
20- Alak, 6-7.
21-Yusuf, 53.

îlahiyyat.............................................................53

Öbür yandan ise Allahü Taala, insana, doğru yolu gösteren, onu düzenli ve hayırlı işlere sevkeden akıl vermiştir; kötülüklere, zulme karşı duran bir kabiliyet, kötü ve pis şeylerden çekinmesini sağlayan bir yaratılış ihsan eylemiştir. İnsanın özünde, bu hırs ve şehvetle akıl, boyuna çarpışıp durmaktadır. Kimin aklı şehvetine üst olursa o, insanlık bakımından yüce bir makama yücelir, maneviyat bakımından olgunlara kanşır; kimin şehveti aklına üst gelirse o, insanlıktan uzaklaşır, alçalır, hayvanlar derekesine düşer.

Bu iki kuvvetin çarpışması sonucunda, insanların çoğu şehvetlerine uyar, hidayetten uzaklaşır; "Sen ne kadar üstlerine düşsen de gene insanların çoğu imana gelmez"22 hükmünce sapıklığa dalar. İnsan, kendi özünde ve çevresinde bulunan gerçeklerin çoğunu bilmez; başlı başına, kendisine zarar vereni, faydalı olanı, kendisini kutluluğa ulaştıracak, yahud azgınlığa sürükleyecek şey'i anlayamaz. Tabii şeylerde, madde aleminde, bilgi bakımından ne kadar ilerlerse ilerlesin, kendine, toplumuna, insanlığa faydalı şeyleri, tarn bir bilgiyle idrak edemez. Bu yüzden insan, kendisini kutluluk yoluna ulaştıracak, hidayete irşad edecek, akli melekelerini güçlendirecek, şehvetiyle aklının savaşmasında aklına yardımcı olacak, bu savaşta, elini tutup onu düzene götürecek, ona, güzeli, hayrı kötü göstermiyecek, kötüyü, çirkini güzel belletmiyecek bir uyancıya, bir öndere muhtaçtır. Allah'ın koruduğu kullar müstesna, hepimiz de

22-Yusuf, 103.

îlahiyyat.............................................................54

bu savaşta, hayrı, şerri, gerektiği gibi bilemeyiz, anlayamayız.

İşte bütün bu sebeblerle, ibtidai olanı şöyle dursun, medeni insan bile, kendisini tümden hayır ve salah yoluna yönelten, dünyasına, ahiretine faydalı ve zararlı şeyleri açığa vuran, kendisine ve toplumuna gereken ve tümden hayır olan yolu, kendi cinsiyle kurullar kursa, oturumlar yapsa, danışmalarda bulunsa bile, gereği gibi bilemez, göremez.

Şu halde Allahü Taala'ya, kullanna rahmet ve lutuf olarak "Onların içinden, onlara ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten"23 hangi işlerde bozguna düşeceklerini anlatan, düzenlerini, kutluluklannı gösterip onları, bunlarla müjdeleyen bir peygamber göndermesi, vücub-ı zati ile, lutfu ve rahmeti dolayısıyla vacibdir; bu, Allah'ın lutfu ve rahmeti dolayısıyladır; çünkü kullarına bol-bol hayırlar veren kerem ve mutlak kemal sahibi olması bakımından, zati bir vücübdur; cömertliği, lutfunu kabule müsteid olarak yarattığı insanlara, elbette cömertliğini, lutfunu bezleder; çünkü O'nun rahmet alanında buhl yoktur; cömertliğinde, kereminde noksan olamaz.

15- PEYGAMBERLERİN MU'CİZELERİNE DAİR İNANCIMIZ

Allahü Taala'nın, halkını hidayete sevk edecek bir peygamber gönderince, onu şahsan tanıtması, insanları
-----------------------

23- Cuma, 2.

İlahiyyat.............................................................55

ona yöneltmesi için, risaletine seçtiği kişiye delil ve huccet verdiğine de inanmaktayız. Bu, lutfun itmamı, rahmetin kemalidir. Bu delilin de, insan gücünün üstünde, ancak kainatı yaratanın, varlık alemini tedbir edenin ızhar edebileceği bir şey olması gerektir ki o peygamber, bununla tanınsın, bilinsin. İşte bu delile, öbür insanlar, onun eşini - benzerini yapamayacaklan, bundan aciz kalacaklan için "mu'ciz - Halkı acze düşüren", yahud "mu'cize - Halkı acze düşüren şey"e denir.

İnsanlara delil olarak ızhar edilen mu'cizenin, o peygamberin çağındaki bilginleri, fen ehlini acze düşürecek, şaşırtacak bir şey olması gerektir. Mu'cize, peygambere, nübüvvet davasının bir delilidir. Başkaları buna benzer bir şey ızhar edemedikleri ve bu, olağanüstü bir şey olduğu cihetle bunun, Allah tarafından ızhar edildiği, ızhar edenin de, kainatı tedbir ve tasarruf edenle ruhi bir yakınlığı bulunduğu anlaşılır. Peygamber, peygamberlik iddiasıyla beraber böyle olağanüstü bir mu'cize de ızhar edince halk, ona karşı eğilir, inanan inanır, inkar eden ise eder.

Bu yüzdendir ki her peygamberin mu'cizesini, çağında ilerlemiş bilgilerin, fenlerin üstünde bulmaktayız. Musa peygamberin (a.s.) zamamnda sihir pek yaygindi; ondan dolayi ona Asa mu'cizesi verildi; sihirbazlar, bunun mislini gösteremediler, yaptıkları büyüler batıl oldu. İsa peygamberin (a.s.) çağında tıb pek ilerlemişti; bu sebeble ona körlerin gözlerini açmak, baras illetine uğramışları iyileştirmek, ölüyü diriltmek mu'cizesi verildi; tabibler bunları görüp acze düştüler.

îlahiyyat.............................................................56

Bizim peygamberimizin (s.a.v.) mu'cizesi ise, balağatiyle, fasahatiyle gerçekten insanları acze düşüren ve ebedi olarak kalan ve kalacak olan Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü asırlannda belağat, fasahat pek ilerlemişti; belağat erbabı, insanlar arasında, fasahatla, belağatla hitabelerde bulunmak ve şiirler söylemek suretiyle ün kazanmışlardı. Kur'an, bir yıldırım gibi indi, onları per-perişan etti, dehşete düşürdü; akılları tarumar oldu. Kur'an, ona benzer on sure getirmelerini, bir sure söylemelerini buyurdu; dille karşı koyamayacaklarını anladılar, kılıçla karşı durmaya kalkıştılar. Muhammed bin Abdullah'ın (sallallahü aleyhi ve alihi ve sellem), getirdiği Kur'an'ın mu'ciz olduğunu, hak üzere indiğini anlayıp onun risaletini tasdıyk etmişiz.

16- PEYGAMBERLERİN MA'SUM OLDUĞUNA DAİR İNANCIMIZ

Peygamberlerin, mutlak olarak masum bulunduklarına inanmaktayız; nitekim İmamlar da öyledir; hepsine de tertemiz selam ve övgüler. Bu hususta bazı müslümanlar, bizim inancımızda değillerdir; hatta İmamlar şöyle dursun, peygamberlerin bile masum olmadıklarına inanırlar.

İsmet, yani masum oluş, küçük-büyük bütün günahlardan, yanılmaktan, unutmaktan münezzeh olmaktır. Akıl, bunun, peygamber hakkında, olmayacak bir şey bulunduğuna hükmetmez; hatta peygamberin, yolda yemek yemek, yüce sesle gülmek, halkın örfünce kötü görülebilecek bir işi işlemek gibi mürüvvete aykırı

îlahiyyat.............................................................57

olan şeylerden birini bile yapmaması gerektiğine hükmeder.

İsmetin varlığına delil şudur: Peygamber suç işleyebilir, yanılır, yahud unutursa, ondan bu çeşit şeyler sudur ederse, ona inananlar, uyanlar, elbette şupheye düşerler; düşmemeleri, din ve akıl bakımından mümkün değildir. Bu takdirde halkın ona uyması güçleşir; bu ise nübüvvet vazifesine karşıdır; sözlerinde, işlerinde bir değer kalmaz, mutlak olarak buyruklarına uyulamaz; hareketleri bir örnek olamaz ve peygamberlerin gönderilmelerindeki faide ve lüzum abes olur.

îlahiyyat.............................................................55

17- PEYGAMBERİN SIFATLARI HAKKINDA İNANCIMIZ

Peygamberin masum olmasının, yaratılış ve akıl bakımından en olgun ve üstün sıfatlara sahip bulunmasının, yiğitlik, siyaset,, tedbir, sabır, anlayış, zeka gibi sıfatlarda, öbür insanların ona yaklaşamamasının vücübuna inanmadayız; çünkü böyle olmazsa, bütün halka riyaset etmesi, bütün alemi idaresi mümkün olamaz.

Doğumu, ana-baba ve ataları bakımından soyunun tertemiz olması, emin ve gerçek bulunması, peygamber olarak gönderilmeden önce de bütün kötü ve adi sıfatlardan münezzeh bulunması icab eder; halkın gönüllerinin ona karşı tam bir inanca ulaşması ve kendisinin bu ilahi rütbeye tam anlamıyla müstehak bulunması, bunu icab ettirir.

18- PEYGAMBERLER VE KİTAPLARI HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İcmalen, bütün peygamberlerin hak ve gerçek olduklanna, hepsinin de masum bulunduklarına inanmaktayız. Peygamberliklerini inkar, yahud onlarla alay etmek küfürdür, zındıklıktır; çünkü bu, onlardan, onlann gerçekliğinden haber veren peygamberimizi de inkardır.

Onların, Adem, Nuh, İbrahim, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve diğerleri (a.s.) gibi adlan, şeriatleri, Kur'an-ı Kerim'de anılanlarına bilhassa inanmak vacibdir; onların

İlahiyyat.............................................................59

birini inkar, hepsini ve hassatan peygamberimizin (s.a.v.) peygamberliğini inkardır.

Böylece onların kitaplanna, onlara inenlere de inanmak vacibdir. Ancak bugiin, insanlann ellerinde bulunan Tevrat ve İncil'in indirildiği gibi olmayıp değiştirildiği, Musa ve İsa aleyhimesselam'ın zamanlanndan sonra, dileklerine uyan, istediklerini yapan kişiler tarafından bu kitaplara bir çok şeyler eklendiği sabittir.

19 - İSLAM HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

"Allah'in katında, dinin, İslam olduğuna inanmaktayız"24. İslam, ilahi şeriattir; şeriatlerin sonuncusu, en olgunu ve insan kutluluğuna, insan mutluluğuna en uygunudur; insanların dünya ve ahiret işlerinin hepsini de toplayan, kavrayan bir dindir; zamanlar, yüzyıllar geçtikçe, dünyanın sonuna dek, değişmesine imkan yoktur. İnsanlann, insanlığın, ferdi bakımdan, toplum ve siyaset bakımından, bütün ihtiyaçlarına cevap verecek kudrettedir. Şeriatların sonuncusu bulunduğu, zulm ve fesadla bozulan insanlığı ıslah edecek bir başka şeriat beklenmediği için, şüphe yok ki İslam dini, güç-kuvvet kazanacak, adaletiyle, kanunlarıyla dünyayı düzene sokacaktır.

İslam şeriatı, bütün kanunlarıyla, yeryüzünde tam ve gerçek olarak tatbik edilse, bütün insanların esenliği sağlanmış olur; insanlar, yücelik, üstünlük, genişlik, güzel

24- Al-i İmran, 19.

İlahiyyat.............................................................60

huylar bakımından en yüce dereceye ulaşır, yeryüzünden zulüm kalkar, insanlar arasında sevgi hakim olur, yokluk-yoksulluk yok olur gider. Fakat maalesef İslam, kiinhiiyle anlaşılamadığından bu hallere düşmüşüz. "Bu da şundandır ki gerçekten de Allah bir toplum, ahlakim bozmadıkça onlara verdiği ni'meti değiştirmez."25 Bu, adetullahtır, "Gerçekten de mücrimler kurtuluşa erişemezler."26 "Ve Rabbin, ehli diizene riayet eden yerleri, zuliimle helak etmez."27 "Rabbinin, halki zalim olan yerleri helak edişi böyledir; onun azabı, helaki de pek elemli, çetindir."28 İman, emanet, gerçeklik, ihlas, güzel muamele, varlığını dine ve dindaşlarına veriş, kendisinin sahip olmasini dilediği, sevdiği şey'e kardeşinin de sahip olmasini dileyiş, İslamın esaslarından iken biz, zanlara, vehimlere kapılmış, bölük-bölük olmuşuz; birbirimizi tekfır ile uğraşıyoruz; uyanan Batı ise Islam ülkelerini sömürmek için bu düşmanlıkları daha da kızıştırmada.

Müslümanların uyanmaları, dinlerinin esasına sanlmalan, aralarındaki nifakı, zulmü kaldırmaları gerek; ancak bundan sonradir ki alem, zuliimle, cevirle dolduğu gibi adaletle, eşitlikle dolar; Allahii Taala ve Rasulii de, dinlerin sonu olan Islam da bunu va'detmektedir; bu dinden sonra bir din yoktur. Bir Imam gerek ki İslamdaki evhamı, sapıklıkları gidersin; insanlan zuliimden,

25-Enfal, 53. 26- Yunus, 17. 27-Hud, 117. 28-Hud, 102.

İlahiyyat.............................................................61

düşmanlıktan kurtarsın; huylarını arıtsın, ruhlarını tasfıye etsin. Allah, O'nun zuhurunu tezleştirsin, çıkışını kolaylaştırsın.

20-İSLAM ŞERİATİNİ İBLAĞ EDEN HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İslam dinini kullara iblağa, Allahü Taala tarafından Muhammed bin Abdullah (Sallallahü aleyhi ve alihi ve sellem) me'mür edilmiştir. O, peygamberlerin sonuncusudur; Rasullerin en ulusudur ve mutlak olarak en üstünüdür. Aynı zamanda o, bütün insanların da ulusu olup hiç bir kimse, üstünlük ve yücelik bakımından ona yaklaşamaz; hiç bir akıl-fıkir sahibi ve hiçbir akıl-fikir, O'nun kemaline yakınlaşamaz. Yaradılışta, maddi -manevi, her yönden, O'nun benzeri yoktur ve O, "Hiç şüphe yok ki en büyük bir ahlak sahibidir."29 ve bu, insanların yaratıldığı andan kiyamete dek de böyledir.

21-KUR'AN-I KERİM HAKKINNDAKİ İNANCIMIZ

Kur'an-ı Kerim'in, Allahü Taala tarafından, peygamber-i ekrem'e (s.a.v.) vahy edilen ilahi kitap olduğuna, o kitabın, (İnsanların ihtiyaçlan olan) her şey'i bildirdiğine, belağat ve fasahatte eşi bulunmayan, bulunmasina da imkan tasavvur edilemeyen, ayni zamanda

29- Kalem, 4.

İlahiyyat.............................................................62

en yüce gerçekleri ihtiva eden, bütün insanları acze düşüren ebedi bir mu'cize bulunduğuna inanmaktayız; tebdil, tahrif ve tağyır gibi şeylerden korunmuştur, bugün elimizde bulunan ve okunan Kur'an-i Kerim, Hazret-i Peygambere (s.a.v) vahyedilen Kur'an-ı Kerim'in aynıdır; bu hususta başka iddiada bulunan, mugalataya girişen, buna benzer bir davaya kalkışan kişilerin hepsi de hidayetten sapmıştır; çünkü "Ne önceden onun hükümlerini ibtal eden bir kitap gelmiştir, ne de ondan sonra gelir ve batil, ona zarar veremez."30

İ'cazının delillerinden biri şudur ki: Bunca zaman geçmiş, ilimler, fenler ilerlemiş olduğu halde Kur'an, bütün yüceliğiyle, kudretiyle, bizlere telkıyn ettiği fıkirlerle, insanlığı yönelttiği maksatlarla aynı kudreti korumaktadir; onda ilmi bir hata, felsefi bir tenakuz yoktur. Halbuki nice bilginlerin, filozoflarin, zaman geçtikçe serdettikleri nazariyelerde hatalar meydana çıkmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'e hiirmet etmek, onu hem sözle, hem fiil ve hareketlerle ululamak vacibdir; onun bir tek kelimesine bile hiirmetsizlik etmemek gerektir. Cenabet, hayiz, nifas ve benzerleri hallerde ve hades-i asgar halinde, yani abdestsiz olarak onun kelimelerine, harflerine dokunulamaz; hatta uyuyup kendinden geçen kişi bile, ancak abdest aldiktan sonra Kur'an-i Kerim'e dokunabilir; "Ona ancak temiz kişiler dokunabilirler" buyurulmuştur.31

30- Fussilet, 42. 31-Vakia, 79.

îlahiyyat.............................................................63

Kur'ân'ı yakmak, kaldırıp bir yere atmak, ona ayakla basmak, yahud onu aşağı bir yere koymak da caiz değildir; bu çeşit şeylerden birini kasidle yapan, Rabb'ül-alemiyne kafır olmuştur, dinden çıkmıştır.

22- İSLAM VE ONDAN ÖNCEKİ ŞERİATLAR HAKKINDA İNANCIMIZ

İslamın sıhhatı hakkında bizimle mücadeleye, münakaşaya girişen kişiye, her şeyden önce, Rasul-i Ekrem'in (s.a.v.) daimi, ebedi mu'cizesi olan Kur'an-ı Kerim ile cevab veririz. Allah saklasın, insanın kendisinde de bir şüphe belirse hür kişi, aklı-fıkri yerinde olan adam, gene aynı yolla imanını pekiştirir, şüphesinden kurtulur.

Ama eski şeriatlara, mesela Yahudiliğe, Hristiyanlığa gelince: Kur'an-ı Kerım'i tasdıykten önce; yahud İslamı inançtan kendimizi, Allah saklasın, tecridden sonra, onlann sihhatine kendimizi kandiracak bir delile gene de sahip değiliz; çünkü bu dinlerin mensupalannin ellerinde Kur'an gibi ebedi bir mu'cize yoktur. Fakat Kur'an-i Kerim'i tasdiyk edince, Kur'an-i Kerim'de mevcud olan adları, kıssaları geçen peygamberleri de tasdiyk gerektir; müslümana farz olan budur ve bu, yeter; artik onlann şeriatlarını incelemeye liizum yoktur. İslamı tasdiyk etmeyen kişi, ondan önceki dini, Nasraniliği, o da kendisini kandıramazsa Museviliği incelemek, sonunda, dinlerden birini kabul etmek, yahud da hepsini inkar etmek zorundadir. Bunun aksine, Yahudi, veya Nasrani muhitinde yetişen kişinin de, Yahudi ise Nasraniliği, Müslümanlığı, Nasrani ise İslamı incelemesi, akil

îlahiyyat.............................................................64

bakımından gereklidir; çünkü gerek Musa (a.s.), gerek İsa (a.s.) benden sonra artık peygamber yok" dememiştir. "Benden sonra peygamber yok" diyen, Hazret-i Muhammed'dir (s.a.v.); sadıkdır, emindir, her sözü vahye dayanmaktadır. Müslümana, bu yüzden, ancak Müslüman mezheblerinin hangisinin gerçek olduğunu incelemek icab eder; bundan dolayı biz de artık İmamet mes'elesine geçiyoruz.

İlahiyyat.............................................................65

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:

İMAMET

23- İMAMET HAKKINDAKI İNANCIMIZ

İmametin, usul-i dinden olup imanın, ona inanmakla tamamlanacağına itikaad etmekteyiz. İmamette, insanın, atalarını, çevresindeki kişileri, onları yetiştirdikleri sayılan adamları, bunlar ulu sayılsalar, dereceleri, rütbeleri yüksek olsa bile, taklid etmesi caiz değildir. Tevhid ve Nübüvette nasıl zati araştırıp bulmak ve yakıyne ermek gerekse İmamette de gerektir.

Nübüvvetin, Allahü Taala'dan bir lutuf olduğuna inandığımız gibi, her asırda da, peygamberin vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların her iki alemde de salah ve saadetlerini tekeffül etmiş, hidayet ve irşadlarını uhdesine almış bir İmamın bulunması icab ettiğine inanırız. Bu İmam, insanların din ve dünya işlerini tedbir etmek, aralarından zulmü, düşmanlığı gidermek, adaleti yaymak hususunda peygamberin umumi vilayetini haizdir ve bu bakımdan İmamet, nübüvvetin devamıdır Peygamberleri göndermek, nasıl bir lutuf ise, peygamberden sonra, onun yerine İmamı nasbetmek de

İlahiyyat.............................................................67

lutufdur ve vücub-ı zati ile Allahii Teala'ya vacibdir; bu bakımdan İmamet, ancak Allahii Teala'dan nass ile, yahud o İmamdan önceki İmamın, onun İmametini beyaniyle tahakkuk eder; insanların seçmesiyle, istemesiyle olmaz; insanlar dilediklerini Imam olarak tayin, yahud dilediklerini azl hakkina da sahip değillerdir. Aynı zamanda insanlar, İmamsız da kalamazlar; çünkü Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem, "Kim zamammn İmamını bilmeden, tammadan ölürse, cahiliyyet ölünıü iizere ölmüştür" buyurmuşlardır.

Aynı zamanda asirlardan bir asnn, halkin kendisine itaatı farz edilmiş bir İmamsız geçmesi de mümkün değildir. insanlar, onu kabul etseler de, etmeseler de, ona yardimda bulunsalar da, bulunmasalar da, ona muti olsalar da, olmasalar da, her asirda, her zaman, Allah tarafindan nasbedilmiş bir İmam mevcuttur. İmamın, halk tarafindan tanınıp bilinmesi, yahud bilinmemesi, Hazret-i Peygamberin (s.a.v.) mağarada, Ebu-Talib şı'bında gizlenmeleri gibi halktan gizlenmesi aynıdır; nitekim aklen, bu gizleniş zamammn uzun, yahud kısa olması arasinda da bir fark yokdur. Allahii Taala, "Her topluma bir hidayet veren vardir"32 ve "Hie bir iimmet yoktur ki içlerinden bir korkutucu çıkmasın"33 buyurmaktadir

------------------

32- Ra'd, 7. 33-Fatir, 24.

İlahiyyat.............................................................68

 

24- İMAM'IN İSMETİ


İmamın da, peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizlilikte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumundan vefatına dek masum olduğuna inanıyoruz; İmam, imametten önce, sonra, soy-boy şerefı bakımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılmadan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masumdur. İmamlar, şeriati koruyan, onun hükümlerini halk arasında icra eden kişiler bulunduklarından, onların da peygamberler gibi masum olmalari ve ismet hususunda peygamberle imam arasında bir fark bulunmaması gerektir.

25- IMAM'IN SIFATLARI VE BİLGİSİ

İmamın, peygamber gibi yiğitlik, kerem, temizlik, gerçeklik, adalet, tedbir, hikmet ve bütün üstünlükle ve iyi huylar bakımından halkın en seçkini olması gerektir ve buna inanmaktayız; peygamberde bu sıfatların bulunmasına ait delil, aynen İmamda da tatbıyk edilir.

İmamın, ilahi hükümlere, ilahi maarife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahud kendisinden önceki İmam vasıtasıyladır. Yepyeni bir şey hakkında da İmam, Allahü Taala'nın, ona ihsan ettiği kudsi kuvvetle, ilham yoluyla gereği gibi hükmeder, o şeyi, künhüyle anlar, bilir. Bir şeye yönelirse, onu bilmek dilerse, o şey hakkında, ancak gerçeği bilir; yanılmaz, şüpheye düşmez; bu hususta aklı delillere, yahud belletenlerin belletmesine ihtiyaci yoktur; bilgisi, ıktiza edince daha da derinleşir, daha da

îlahiyyat.............................................................69

ziyadeleşir ve bu yüzdendir ki Rasul-i Ekrem'e (s.a.v.) "Rabbim, bilgimi ziyade et"34 demesi emir buyurulmuştur.

İnsan, hayatında bazı şeyleri, bazı anlarda hads yoluyla kavrar; bu da ilhamın bir nev'idir. İnsandaki bu kudret, bazı kere çoğalır, bazı kere ise azalır ve bunda, önceden çalışıp uğraşmasına, yahud öğretmenlerin belletmesine lüzum yoktur. İşte bu kabiliyet, Allah tarafından İmam'a, en üstün bir tarzda ihsan edilmiştir! İmam, herhangi bir şeyi bilmek dilerse, o işin bütün gerçeği, tozdan-pasdan arınmış, yapımı güzel bir aynaya, karşısındaki şeyler, nasıl akseder, olduğu gibi görünürse, İmamın gönlüne de böyle aks eder, görünür.

Bu, Hazret-i Peygamberin, (sallallahu aleyhi ve alihi), ve İmamların hayatlarında, her an görülmektedir. Hiç biri, bir muallime gitmemiş, bir mürebbiden bir şey öğrenmemiştir; hatta okumayı, yazmayı bile talim yoluyla elde ettiklerine dair bir rivayet mevcut değildir. Hiç biri, bir hocadan ders görmemiş, hiç biri bir mektebe, bir medreseye gitmemiştir. Böyle olduğu halde, kendilerine bir şey sorulunca, ona derhal ve en doğru cevabı vermedeler, dillerine, bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için düşünmeleri, yahud cevabı bir müddet sonraya te'hirleri de vaki değildir. Diğer bilginlere, bilgide ileri gidenlere bakınca görüyoruz ki, bilgi elde etmek için bir, yahud bir çok üstada baş vuruyorlar, onlann tedris meclislerine devam ediyorlar, sonunda, onların birinden, yahud bir kaçından, rivayet için icazet alıyorlar; böyle

34-Taha, 114.

îlahiyyat............................................................. 70

olduğu halde gene de bir çok mes'elede, bildiklerinin çoğunda şüpheleri var ve bunu kendileri de itiraf ediyorlar.

26- İMAMLARA İTAAT

İmamların, (aleyhimüsselam), Allahu Taala'nın bize, emirlerine itaat etmeyi emir buyurduğu "Ülülemr-emredenler, emretmek salahiyetine sahip olanlar"35 olduklarına, "İnsanlara tanıklık edeceklerine"36,

Allah'ın kapıları, O'na varan yollar ve O'nun delilleri bulunduklarına inanıyoruz. Bu yüzden de onlar, Allah'ın bilgi hazineleri, vahyinin tercemanları, tevhidinin direkleri, marifetin hazinedarlarıdır ve yıldızlar, nasıl gök ehline amansa, onlar da yer ehline amandır. Onlar, bu ümmetin içinde, Nuh peygamberin (a.s.) gemisine benzerler; binen kurtulur, binmeyen helak olur-gider ve onlar, Kur'an-ı Mecid'de buyurulduğu gibi "Kadirleri yüceltilmiş kullardır ki Allah'ın buyruğuna muhalefette bulunmazlar ve O'nun emrini tutarlar"37; ve "Onlar Allahu Taala'nin her çeşit kötülükten, suçtan arıttığı, tertemiz ettiği kişilerdir"38.

Onların buyrukları, Allahü Taala'nın buyruklarıdır; nehiyleri O'nun nehyidir; onlara itaat, Allah'a itaattir; onlara isyan, Allah'a isyandır. Onları seven, Allah'ı sever; onlara düşman olan, Allah'a da düşman olur. Onların
--------------------------

35- Nisa, 59.
36-Bakara, 1143.
37- Enbiya, 27.
38-Ahzab, 33.

îlahiyyat............................................................. 71

emirlerini reddetmek caiz değildir; reddeden, Rasulullah'in (s.a.v) emrini reddetmiş gibidir; Rasulullah'in emrini reddeden ise, Allahu Taala'nm emrini reddetmiş sayılır. Onlann emirlerine inkıyad ve itaat, sözlerini kabul gerektir ve gene bundan dolayıdır ki şer'i hükümleri, ancak onlardan alabileceğimize, başkalarından almamızın sahih olmayacağına inanırız; farz olan teklifleri, ancak onlann yoluyla ahzedebiliriz; çünkü arzettiğimiz gibi, Rasulullah'in (s.a.v.) sahih hadisinin hükmünce onlar, Nuh peygambenn (a.s.) gemisine benzerler; o gemiye giren kişi kurtulmuştur; girmeyense bu dalgalanıp duran, çoşup köpüren denizin şüphe ve sapıklık dalgalarına kapılır, boğulup gider.

Diinyevi ve dini işlerimizde, Rasulullah'in (s.a.v.) Ehl-i Beytine (a.s.) miiracaat etmemizin gerekli olduğuna en kesin delilimiz, Rasul-i Ekrem'in (s.a.v.), "Ben, gerçekten de sizin içinizde iki paha biçilmez şey bırakıyorum, birisi, öbüründen daha da biiyiik: Allah'ın kitabı, gökten yere uzatılmış ip ve benim Ehl-i Beytim. İkisine yapışırsanız, benden sonra ebedi olarak dalalete düşmezsiniz" buyurmuş olmalarıdır. Bu hadis-i serif, Ehl-i Siinnet ve Şia yollarından rivayet edilen ve iki firka tarafindan da kabul edilen hadis-i şeriftir. Aynı hadis, "Bu ikisi, Havz kıyısında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrilmaz" hiikmiinii de ihtiva etmektedir. Bundan, açıkça anlaşılmaktadır ki Kur'an-ı Kerim ile Ehl-i Beyti ayıran, hidayete erişmez; Ehl-i Beyt "Kurtuluş gemisi"dir ve Ehl-i Beyt'ten aynlan, helakden kurtulamaz.

îlahiyyat............................................................. 72

27- EHL-İ BEYT'İ SEVMEK

Allahu Taala, "De ki: Sizden ecir olarak ancak yakınlara sevgi istemekteyim"39 buyurmuştur. Bu sevgi, inancımızca, Ehl-i Beyte temessükten ileri bir vücubdur; çünkü Allahü Taala, Ehl-i Beyti sevmeyi emir buyurmakta, insanlan bu emir dolayısiyle, bu sevgiden sorumlu tutmaktadır.

Hazret-i Peygamberden de (s.a.v.), onları sevmenin iman alameti, onlara buğzetmenin nifak nişanesi bulunduğu, onlan sevenin, Allah ve Rasulünü seveceği, onlara buğzedenin, Allah ve Rasulüne buğzetmiş olacağı hakkında mütevatir hadisler tahric edilmiştir.

Onları sevmek farzdır, İslam dininin zaruri şiarındandır; bu hususta şüpheye, tartışmaya imkan yoktur. Bütün müslümanlar, mezheplerinde, re'ylerinde ayrılık bulunsa bile, bunda ittifak etmişlerdir; ancak azınlık bir fırka, bu hususta öbür müslümanlardan aynlmıştır ve bunlar, Al-i Muhammed'e (s.a.v.) düşman olmuşlar, Ehl-i Beyt düşmanlığı diktikleri cihetle de "Navasıb - düşmanlığı dikenler" diye anılmışlardır; bu yüzden de kesin bir gerçeği inkar etmişlerdir ki namazı, zekatı, şehadet getirseler bile risaleti inkar etmiş sayılırlar ve nifak alametiyle tanınırlar; çünkü arzettiğimiz gibi Ehl-i Beyti sevmek, iman alametidir; onlara buğzetmek ise nifak alameti.

Hiç şüphe yok ki, Allah-u Taala, Ehl-i Beyti sevmeyi, sevilmeye layık olduklarından, noksan sıfatlardan

39- Şura, 23.

İlahiyyat............................................................. 73

münezzeh bulunan Allahü Taala'ya manevi yakınlıklarından, şirkden, isyanlardan, Allah'in lutfundan, kereminden, razılığından uzak düşmekten, her çeşit kötülükten tamamiyle arınmış bulunduklanndan dolayı kullanna emir buyurmuştur. Yoksa Allahii Taala, isyani mucib olan şeyleri irtikab edeni, yahud O'na, gereği gibi itaat etmeyeni sevmeyi emretmez; bu, tasavvur bile edilemez; çünkü yaratıkların hepsi de, zatina nisbetle kuldur ve ayni kulluk derecesindedir; O, ancak zatindan en ziyade çekinenleri, kendi katında yüceltmiştir; insanlara, sevmelerini emir buyurduğu kişiler, hiç şüphe yok ki insanların, kendisinden en fazla çekinenleridir, katında en üstün derecede bulunanlarıdır, bunlarda bu vasıflar bulunmasaydı, bunlardan başkaları o sevgiye mazhar olmakta daha ileri olsalardı, bunları sevmeyi emir buyurması, abes olurdu.

28- İMAMLAR HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İmamlar hakkında aşırı inanç besleyenlerin, yahud hulule inananların inançlarını beslemeyiz; "O söz, onların ağızlarından çıkan ne de büyük bir söz"40; ne de büyük bir küfür. Bizim inancımız şudur: Onlar da bizim gibi insandır; bize emredilenler, onlara da emredilmiştir; bizim nehyedildiğimiz şeylerden, onlar da nehyedilmiştir. Bize olan tebşirde, tenzirde onlar da dahildir Ancak onlar, Allahü Taala'nın yüceltmesiyle, vilayetine mazhar kılmasıyla yüceltilen, lutfa nail olan kullardır. Onlar, bilgi,
-------------------------

40-Kehf, 5.

îlahiyyat............................................................. 74

takva, yiğitlik, kerem, temizlik ve bütün üstün huylar, güzel ve övülmesi gereken sıfatlar bakımından, insanlığın en yüce derecelerine ulaşmışlar, bu yüzden de İmamet makaamına yüceltilmişlerdir; hükmetmek, hakim olmak bakımından, Peygamberden (s.a.v.) sonra din ve dünya işlerinde insanların baş vuracakları kişiler olmuşlardır; Kur'an-ı Kerim'in tenzilini, te'vilini, tefsirini, hakkıyla onlar bilirler. Nitekim İmamımız Cafer Sadık (aleyhisselam), "Bizim hakkımızda yaratıklara caiz olan şeyler, bizden size bildirilir de onları anlayamazsanız, onlar hakkında ayak diremeyin, onları inkar etmeyin, bu hususta bize müracaat edin; fakat hakkımızda, yaratıklarda olmasına imkan bulunmayan şeyler nakledilirse reddedin, onlar hakkında bize baş vurmayın" buyurmuşlardır.

29- İMAMET NASS İLEDİR

İmametin de nübüvvet gibi, Allahü Taala tarafından nass ile ve Rasulünün iblağıyle, yahud nass ile İmam olanın, kendisinden sonraki İmamı bildirmesiyle sabit olacağına inanmaktayız ve bu husustaki hüküm, nübüvvetteki hükmün aynıdır; yani insanlann, bütün insanları hidayete eriştirmek ve irşad etmek için tayin buyurduğu zata hükmetmeye hak ve salahiyetleri olmadığı gibi böyle birisini tayin etmeye, secmeğe de hakları yoktur; bu tayin ve secmek, ancak Allahii Taala'ya aittir.

Peygamber-i Ekrem'in (s.a.v.) kendilerinden sonra halifelerini, halkın imamını bildirdiklerine, mü'minlere

îlahiyyat............................................................. 75

emir, vahye emin ve halka imam olarak amcalarının oğulları Ebu-Talib oğlu Ali'yi (a.s.) Allahü Taala'nın emriyle bildirdiklerine inanmaktayız. Bunu, bir çok yerde bildirmişlerdir; O cümleden olarak GADİR günü, "Bilin ki ben kimin mevlası isem, bu Ali, onıın mevlasıdır. Allah'ım, onu seveni sev, düşmanına, düşman ol; ona yardım edene yardım et, onu horlayanı hor-hakıyr eyle; nereye yönelirse hakkı onıınla beraber kıl" buyurarak mü'minlere emir olduklannı bildirdiklerine, onu hilafetlerine tayin buyurduklarına, halktan onun için bey'at aldıklarına inanmaktayız.

İmametlerine nass olarak önce, Allah-u Taala tarafından, "Kendilerine en yakın olanları korkut"41 emri buyurulunca, toplantıda bulunan Haşim oğullarına, o sıralarda henüz pek genç olan Ali'yi (a.s.) gösterip, "Bu, benim kardeşimdir, vasımdir, benden sonra halifemdir; onu dinleyin ve ona itaat edin" buyurmuşlardı. "Sen bana, Harun, Musa'ya ne menziledeyse o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yok" hadislerini ise bir çok kere, çeşitli münasebetle halka duyurmuşlardı. Bunlardan başka, "Söz ancak bııdıır ki sizin veliniz Allah'dır ve Rasulüdür ve inananlar ve rükü halinde zekat verenlerdir"42 ayet-i kerimesi de bunu isbat ve te'yid etmekte, Hazret-i Ali'nin (a.s.) vilayet-i ammesini bildirmektedir; bu ayet-i kerime, Hazret-i Ali'nin (a.s.) namaz kılarlarken rüku'da, yüzüklerini yoksula vermeleri üzerine nazil olmuştur. Bu

41- Şuara, 214.

42- Maide, 60.

îlahiyyat............................................................. 76

kitap, Emir'ül-Mü'minin'in (a.s.) İmametleri hakkındaki bütün ayetleri, hadisleri ve rivayetleri zikir ve tafsile müsait olmadığından bu kadannı yeter buluyoruz.

Hazret-i Peygamberden (s.a.v.) sonra Emir'ül-Müminin (a.s.) oğulları Hasan ve Huseyn'in (a.s.) İmametlerini bildirmişler, Huseyn (a.s.), oğulları Zeynülabidin Ali'nin (a.s.) İmametini ve böylece de sonuncu İmama dek her İmam, kendisinden sonra kimin İmam olacağını beyan buyurmuştur; tarih sırasıyla İmamlar, bundan sonraki bölümde bildirilmiştir.

30- İMAMLARIN SAYILARI

Gerçek olarak İmamların, dini-dünyevi işlerde müslümanların baş vuracağı oniki olduğuna inanmaktayız; Rasülüllah (sallallahü aleyhi ve alihi ve sellem) de bunlann hepsini adlarıyla beyan buyurmuşlardır; her İmam da kendisinden sonraki İmamı bildirmiştir. İmamlar, sırasıyla şunlardır:

1)  Eb'ül-Hasan Ali bin Ebi-Talib (El-Mürtaza). Hicretten yirmi üç yıl önce doğmuşlar, Hicri kırkıncı

yılda şehid edilmişlerdir.

2)  Ebu-Muhammed Hasan bin Ali (Ezzeki) 2-50.

3)   Ebu-Abdullah Huseyn bin Ali (Seyyid'üş-Şüheda) 3-61.

4)    Ebu-Muhammed Ali bin Huseyn (Zeyniilabidin) 38-85.

5)  Ebu-Ca'fer Muhammed bin Ali (El-Bakir). 57-114.

îlahiyyat............................................................. 77

6)    Ebu-Abdullah Ca'fer bin Muhammed (Es-Sadık) 93-148.

7)  Ebu-İbrahim Musa bin Ca'fer (El-Kazım) 128-193.

8)  Eb'ül-Hasan Ali bin Musa (Er-Rıza) 148-203.

9)    Ebu-Ca'fer Muhammed bin Ali (El-Cevad) 195-220.

10)  Eb'ül-Hasan Ali bin Muhammed (El-Hadi) 212-254.

11)  Ebu-Muhammed Hasan bin Ali (El-Askeri) 232-260.

12) Eb'ul-Kasim M H M D bin Hasan (El-Mehdi) 265. Onikinci İmam, asrımızda beklenen gaaib huccettir;

Allahü Taala, yeryüzünü, zulüm ve cevr ile dolduktan sonra, adaletle, eşitlikle doldurmak iizere, zuhurunu tezleştirip yakınlaştırsın, çıkmasını kolaylaştırsın.

31- MEHDİ HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Yeryüzünü, zulümle, cevirle dolduktan sonra adaletle, eşitlikle dolduracak olan ve Hazret-i Fatıma (aleyha selamın) evladından bulunan Mehdi'nin zuhur edeceği müjdesi, Rasul-i Ekrem'den (s.a.v.) Tevatürle sabittir ve meşreblerinin ayrılıklarına rağmen bütün müslümanlar, buna dair hadisleri rivayet etmişlerdir.

Bu inanç, bazı mugalatacıların sandıkları ve yaydıkları gibi, Şia'nın icad ettiği bir düşüncenin ifadesi değildir. Mehdi fıkri, Rasülüllah'dan (s.a.v.) gelmeseydi ve bütün müslümanlar, buna inanmasalardı, ta eski çağlardan beri Kisanilerden, Abbasoğullarından, Alevilerden ve diğer

îlahiyyat............................................................. 78

taifelerden, bu inanca dayanarak, yalan yere Mehdilik davasına kalkışanlar, bu iddia ile nüfuzlarını kuvvetlendirmeye çalışanlar, böylece de iktidara sahip olmaya, saltanat kurmaya uğraşanlar çıkmazdı.

Biz İslam dininin gerçekliğine, ilahi ve son din olduğuna inandığımız, insanları ve insanlığı düzene sokmak için başka bir dinin meydana çıkmayacağına, buna imkan bulunmadığına iman ettiğimiz için İslam dıninin tam anlamıyla yayılacağına, İslamın tam olarak kuvvetleneceğine, alemin de bu suretle zulümden, bozgundan arınacağına ve Mehdi'nin zuhur edeceğine iman etmekteyiz. İslam'a bir çok bid'atler girmiş, İslam namına bir çok sapıklıklar meydana çıkmıştır. Dinin kuvvet bulması, bid'atlerin, sapıklıkların tümden kalkması için ilahi bir lütuf, rabbani bir inayet gerektir. Allahü Taala tarafından kulları böyle bir hidayete sevk edenin, olağanüstü bir kudretle zuhur ederek yeryüzünü, zulüm ve cevirle dolduktan sonra adaletle, eşitlikle doldurması gerekir. Hasılı İslam dininin son din olduğuna ve gerçek bulunduğuna, Allah-ü Taala'nın va'dettiği gibi aleme yayılacağına inandığımız gibi, insanları fesaddan, zulümden kurtaracak bir ıslah edenin, Mehdi'nin zuhur edeceğine de iman etmek icabeder. Bu yüzdendir ki İmamiyye ve diğer İslam mezheblerinin hepsi, böyle bir zatın zuhuruna inanmışlardır; ancak aramızdaki fark şudur:

İmamiyye, Mehdi'nin, 256 Hicride doğan ve İmam Hasan'ül-Askeri'nin oğlu olup cedleri Rasulüllah'ın (s.a.v.) adaşı bulunan onikinci imam olduğuna inanmaktadır; bu da peygamber-i Ekrem'den (s.a.v.) ve Ehl-i Beytinden

îlahiyyat............................................................. 79

gelen mütevatir haberlere dayanmaktadır. Doğumu ve gizlenmesi, mütevatir olarak nakil ve rivayet edilmiştir; esasen çağlardan hiç bir çağda İmametin kesilmesi caiz değildir. İmam gizli olsa da, Allahü Taala tarafından takdir edilen günde, elbette zuhur edecektir ve bu, ilahi sırlardan bir sırdır ki ancak Allahü Taala'ya ma'lumdur.

Mehdi'nin, bu kadar uzun bir müddet hayatta kalması, Allahü Taala'nın bir i'cazıdır; babalarının vefatlarında beş yaşında olmaları ve bu yaşda ümmetin imametini tekeffül etmeleri, Hazret-i İsa'nın (a.s.) beşikte iken insanlarla konuşmasından, peygamber olarak gönderildiğini söylemesinden daha büyük bir mu'cize değildir.

Tıb, tabii ömrün uzatılabileceğini söylese de, buna inansa da, inanmasa da, Allahü Taala'nın her şey'e gücü yeter; nitekim Nuh peygamber (a.s.) pek uzun bir ömür sürmüştür; İsa peygamber (a.s.), Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre hala sağdır. Birisi, hem müslüman olduğunu iddia eder, hem de Kur'an-ı Kerim'in verdiği haberde şüpheye düşer, artık esenlik İslama. İman sahibi olduğunu iddia ettiği, Kur'an'a inandığını söylediği halde böyle bir şey'in olabileceğinde şüphe eden kişiye şaşılır doğrusu.

Ancak şunu da söylememiz gerek:

İslamı düzene sokacak, adaleti yayacak böyle bir zatın geleceğini bekleyip dinin ahkamını o zaman aktarmak, marufu buyurmaktan, münkeri nehy etmekten vaz geçmek, hiç bir vakit caiz olamaz. Müslüman, her an, şer'i hükümlerle amel etmeye me'murdur; kendisini gerçeğe götürecek yolları aramak, ona vacibdir; marufu, elinden geldiği kadar emretmesi, halkı münkerden nehy eylemesi

îlahiyyat.............................................................80

gerektir; çünkü peygamberimiz (s.a.v.) "Hepiniz de çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur"

buyurmuşlardır. Alemi düzene sokacak Mehdi'nin, bu kutluluğu, bu müjdeyi sağlayıp tatbik sahasına koyacak hidayet sahibinin gelmesini bekleyip vacib olan şeyleri o zamana bırakmak caiz değildir. Bu zuhur müjdesi, kuldan teklifı ıskaat etmez, şer'i hükümleri o zamana birakmasini icab ettirmez.

32- RİC'AT HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İmamiyye'nin, Ehl-i Beytden gelen rivayetlere göre Allahü Taala'nın, ölenlerin bir bölümünü, öldükleri surette dünyaya getireceğine, böylece de bir bölüğün yüceltileceğine, bir bölüğünün alçaltılacağına, gerçeklerin haklı olduklarının, zalimlerin haksız bulunduklarının meydana çıkacağına inançları vardır ve bu, Al-i Muhammed'in Mehdisi, (aleyhi ve aleyhim efzalüssalati vesselam), zuhurunda olacaktır.

Dünyaya döndürülecek kişiler, imanda en üstün olanlarla fesadda en aşağı derecede bulunanlardır. Bunlar sonra tekrar ölecekler, kıyamet koptuktan sonra sevaba nail olacaklar ve azaba uğrayacaklardır. Allahü Taala, bunu Kur'an-ı Kerim'inde "Rabbimiz dediler, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; artık suçlarımızı da söyledin; çıkmamıza bir yol yok mu"43 ayet-i kerimesinde bu ric'at ettirilenlerden hallerini düzene
-------------------------

43-Gaafir, 11.

îlahiyyat.............................................................81

sokmayanların, bir kere daha dünyaya döndürülmelerini isteyeceklerini bildirmektedir.

Evet, Kur'an-ı Kerim, dünyaya ric'atin vuku bulacağını bildirmekte, Ehl-i Beytden gelen rivayetler de bunu te'yid etmektedir. İmamiyyenin çoğu, bu ric'ati kabul etmektedir; ancak pek azı, ric'ati, zuhuru beklenen İmamın zamanında, devletin, emir ve nehyin Ehl-i Beyte rücu edeceği tarzında yorumlamış, şahısların, ölenlerin ric'ati olmadığını söylemiştir.

Ehl-i Sünnet, ric'ati kabul etmez; hatta bu yüzden Şia'yı kınamaya kalkar. Fakat şu muhakkakdır ki ric'ate inanmak, ne tevhid inancına zıddır, ne nübüvvet inancına; hatta bu iki inancı kuvvetlendirir. Çünkü ric'at inancı, ölenlerin kıyamette dirileceği, Hazret-i Peygamber'den (s.a.v.) ve Ehl-i Beytinden zuhur eden mu'cizelere iman etmeyi pekiştirir. Bu inanç, İsa peygamberin (a.s.) ölüyü diriltmesi mu'cizesinin aynıdır; hatta ondan da üstündür. Allahü Taala Kuran-ı Kerim'inde buyurur: "Dedi ki, Çürümüş-gitmiş, dağılmış kemikleri kim diriltir? De ki, onları ilk defa düzüp koşan, meydana getiren diriltir ve O, her çeşit yaratmayı bilendir."44 ric'at inancı, bu ayet-i kerimeyi izah eder.

Ric'at inancını kınayıp onu, batıl tenasuh inancı sayanlara gelince:

Bunlar, tenasuhla cismanı meadı birbirinden ayırt etmeyenlerdir. Ric'at, cismanı meadın bir nevidir; tenasuh ise, ruhun bir bedenden tamamiyle aynlıp bir başka bedene girmesi inancıdır; bunda cismanı mead inancı
----------------------

44- Yasın, 78-79.

İlahiyyat.............................................................82

yoktur. Ric'at, ruhun, bütün hususiyetleriyle ilk bedene girmesidir. Ric'at, tenasuh olarak kabul edilirse, İsa peygamberin (a.s.) ölüyü diriltmesi, hatta cismani mead da tenasuh sayihr.

Ric'at hususunda iki yönden tartışma olabilir: Birincisi, bunun mümkün olmayışı, ikincisi, bu husustaki haberlerin doğru bulunmayışı, fakat iki yönden de kınayış doğru değildir. Çünkü İslam mezheblerinde sarih nassa dayanmayan nice inançlar vardır ki bu inançları güdenler, tekfır edilemez; bu inançların erbabı, İslamdan çıkmış sayılamaz; peygamberin (s.a.v.) yanıldığına, haşa, isyan etmesinin cevazına, şeytanın, vahiy sırasında kendilerine bazı sözler ilka ettiğine, bunları da vahiy sanarak okuduklarına, vaid hususundaki telakkiye, cenab-ı Peygamberin (s.a.v.) kendilerine halife tayin buyurmadığına; yahud Kur'an'ın mahluk olmadığına inanmak gibi, kaldı ki bu iki yönde de gerçeklik yoktur; tartışılmaya değmez. Çünkü ric'at inancı, bir nevi ba'se inanmaktır ve ba'se iman, İslami zarurettir. Ric'at da, dünyaya, vakti belirli bir ba'sden başka bir şey değildir. Ölülerin dirilmeleri, nasıl mümkün ise, bu da mümkündür. Ric'ati, olmayacak bir şey sanmak, dünya yaşayışına alışmanın sonucu, "Çürümüş-gitmiş, dağılıp yok olnııış kemikleri kim diriltir"45 diyenin zannina, sözüne benzer. Halbuki ona "De ki: Onları ilk def a düzüp koşan, meydana getiren diriltir ve O, her çeşit yaratmayı bilendir"46 cevabı verilmiştir.

45- Yasın, 78.

46- Yasin, 79.

İlahiyyat.............................................................83

Evet, bu mes'ele gibi tasdıkı, yahud inkan hususunda bizce bir akli delil bulunmayan şeylerde, vahy-i ilahi masdanndan gelen dini naslara müracaatımız icab eder. Kur'an-i Kerim'de bazı ölülerin dünyaya ric'ati sabittir; Al-i İmran suresinin, 49 ayet-i kerimesinde, İsa aleyhisselamın ölüyü diriltmesi ve Bakara suresinde, bu dünyada öldürdüğü ve yüzyıl sonra dirilttiği beyan edilmektedir; "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin derler..."47 ayet-i kerimesini zikretmiştir; bazı müfessirlerin yorumlarına ragmen bu ayetlerin anlamlarındaki açıklık meydandadır.

Şaşılacak şey şudur ki bazı yazarlar, Teşeyyudaki ric'at inancinin, Yahudiliğin te'siriyle meydana geldiğini söylemişlerdir. Bu iddiaya inanmak, ancak, İslami inançların bazılarında da bu te'siri görmekle sonuçlanır. Kaldı ki ric'at inancı, imanın usulünden olmadığı gibi bu hususta nazara, incelemeye de liizum yoktur. Bizim ric'ate inancımız, Ehl-i Beytten (aleyhimiisselam), gelen sahih hadislere dayanmaktadir ve biz, Ehl-i Beytin ismetine iman etmişiz; gaybe ait şeylerde, onların haberlerine inanmışız ve ric'atin vukuunu gayr-i miimkiin görmüyoruz.

33- TAKIYYE HUSUSUNDAKİ İNANCIMIZ

Sadık-ı Al-i Muhammed'in, (aleyhi ve aleyhimiüsselam), "Takiyye benim dinimdir ve

47- Bakara, 259.

îlahiyyat.............................................................84

babalarımın dinidir" ve "Takiyyesi olmayanın dini de yoktur" buyurdukları gerçek olarak rivayet edilmiştir.

"Veky" kökünden gelen "Takıyye"nin anlamı, bir toplumdan, yahud birinden, çeşitli suretlerle korunmak, mensub olduğu zümreyi, zümrenin malını canını, inancını zarardan emin etmektir.

Bu, kendilerinden ve kendilerine uyanlardan zararı uzaklaştırmak, canlarını korumak, müslümanların düzenini ve birliklerini sağlamak için Ehl-i Beyt'in şiarıdır.

Her insan, canına, yahud malına, yahud da yakınlarına bir zarar geleceğini anlayınca, tabii olarak bu zararı giderebilmek için inancını gizlemek zorundadır; Ehl-i Beyt İmamları ve onlara uyanlar da, hemen her an, düşmanlarının çeşitli saldırılarına karşı bu zarureti duymuşlar, inançlarını, ibadetlerini gizlemişler, bu yüzden de öbür insanlardan, başka mezheb ehlinden ziyade "Takıyye" ile ün kazanmışlardır.

Takiyye'nin gerekli ve gereksiz yerleri vardır ve her hususta, herhalde vacib değildir; hatta sırasında, gerçeği belirtmek, dine yardım etmek, Allah yolunda savaşmak gibi hallerde Takıyye'yi terk etmek vacibdir; bu gibi hallerde mala-cana bakılmaz. Kanlarının dökülmesi haram olan kişilerin öldürülmesi ihtimali, yahut batılı tervic, yahud da dinin esasının bozulması, müslümanların sapıklığa sevki, zulüm ve cevrin açıkça icra edilmesi gibi hallerde, hasılı temeli sarsan hususlarda Takıyye haram olur. Takıyye, bazılarının sandıkları gibi "İmamiyye"yi gizli bir yeraltı toplumu haline getirmeyi amaçlamaz; dini ve din hükümlerini bir sir haline getirmeye yönelmez. Bu, nasıl düşünülebilir ki İmamiyyenin kitapları, fıkha,

İlahiyyat.............................................................55

ahkama, kelama, inançlara ait te'lifleri haddi aşkındır ve her yanda mevcuttur. Fakat, ancak İmamiyyeyi kınamayı kuranlar, asirlar boyunca Emeviler, Abbas oğulları, ıktidarı ele geçiren başkalan, kılıçla yaptıklarını yeter bulmamışlar, bir de kınayışa koyulmuşlar, Takıyyeyi de bir kınayış vesilesi olarak kullanmışlardır.

Takıyye'nin, dinde olmadığını söyleyip İmamiyye'yi kınayanlara, önce İmam Sadık'ın (a.s.) "Takıyyesi olmayanin dini yoktur" buyruğunu hatırlatır, Takiyye'nin, insanhk aleminde bir zaruret olduğunu bildiririrz; sonra Takiyye'nin Kur'an-i Kerim'de de mevcut olduğunu, bilhassa söyleriz. Mesala, "Gönlü imanla yatışmış, gönlüyle imam tam benimsemiş olduğıı halde zorla, istemeksizin Allah'a kâfir olandan başka"48 buyurulmaktadır ki, bu ayet-i kerime, Islam düşmanlarından korkarak kafırlerin söylemek istedikleri sözleri söyleyen Ammar bin Yasir hakkinda nazil olmuştur. Al-i İmran surenin 28. ayet-i kerimesinde de, mealen, "İnananlar, iman edenleri bırakıp da kafirleri dost edinmesinler; bunu yapan, Allah'dan hiç bir şey'e nail olamaz; ancak kafirlerden çekinmeniz miistesna" buyurulmaktadir. Mii'min suresinin 28 ayet-i kerimesinde ise Fir'avn soyundan gelen bir mü'minin, imanını gizlediği bildirilmektedir ki, Takiyyedir ancak.

48- Nahl, 106.

Ilahiyyat.............................................................86

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:

EHL-İ BEYT, ŞİASINI NASIL BİR EDEBLE TERBİYE EDER?

Ehl-i Beyt İmamları, (aleyhimüsselam), hayatlarında, zahiri iktidara sahip olamayacaklannı, taraftarlarının, başka ıktidar sahiplerinin hükümleri altında, onların zorlanna, mümkün olduğu kadar karşı durarak yaşayacaklarını bildiklerinden kendilerinin ve taraftarlarının canlannı korumak, dünyalarına ve dinlerine bir zarar, bir kötülük gelmemesini sağlamak için Takıyyeyi gerekli bulmuşlardır. Fakat aynı zamanda kendilerine uyanlara İslam şeriatinin hükümlerini belletmek, onları topluma faydalı bir tarzda yetiştirmek, onların gerçek ve adalet sahibi müslüman olmalarını sağlamak yolunu tutmuşlardır.

Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s.) talim ve terbiye yollarını izaha bu risalenin hacmi yetmez; bu hususta hadis kitaplarına müracaat gerektir. Şia'yı kötülüklerden korumak, onları topluma faydalı ferdler haline getirmek için koydukları esaslardan biri "Takıyye" dir. Biz, bu

îlahiyyat.............................................................88

kitapta, onlarin bizlere telkiyn ettikleri edeblerden ancak bir kismini özet olarak vermekle yetineceğiz:

34- DUA'YA DAİR İNANCIMIZ

Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve alihi), "Dua, mü'minin silahıdır, dinin direğidir, göklerin ve yeryüzünün ışığıdır" buyurmuşlardır; gerçekten de öyledir ve dua Şia'nın mümtaz olduğu hususiyetlerden biridir. Ehl-i Beytten gerçek olarak nakil ve rivayet edilen dualardan, bir çok kitap tedvin edilmiştir ki bunlarda, Hazret-i Rasul-i Ekrem'in (s.a.v.) ve Ehl-i Beytinin hedefleri, kendilerine uyanlan bu dualan okumaya teşviklerindeki maksadları meydana çıkar. Bir dereceye dek Şia'yı duaya yöneltmişlerdir ki, "Kulluğun en üstünü duadır" "Yeryüzünde, iistiin ve ulular ulusu Allah'a en sevgili amel duadir", "Dua, kaza ve belayi def eder" ve "Dua, bütün kötülüklerin şiafsıdır" buyurmuşlardır

Emir'ül-Mü'minin (salavatullahi aleyh) en fazla dua eden kişi olduğu rivayet edilmiştir; muvahhidlerin ulusu, ilahi kişilerin imamı olan Ali'nin (a.s.) KUMEYL duası diye şöhret kazanan duaları, Arap edebiyatının belağatine en üstün bir delil olduğu gibi ihtiva ettiği ilahi maarif ve gerçek müslümana gereken dini özellikleri talim bakımından pek değerlidir.

Gerçekten de, Hazret-i Peygamberden (s.a.v.) ve Ehl-i Beytinden (a.s.) varid olan duaların mazmunları düşünülürse bunlar, insana iman kuvveti, gerçek yolda inanç ve ruh temizliği veren, ibadetin sırrını bildiren,

îlahiyyat.............................................................89

Allah ile münacatın lezzetini bağışlayan, insanın, manen Allah'a yakınlığını sağlayan, insanı batıl kötülüklerden, heveslerden, bid'atlerden alıkoyan, insana gerçek İslamı inancı veren, ilahı ve ahlaki esasları belleten sözlerle dopdolu oldukları görülür. İnsan, bunların anlamlarıyla yeryüzündeki bozgunluklardan kurtulur, ahlaki arılığa ulaşır; "Nefis, gerçekten de kötülüğü fazlasıyla emreder"49 ve "Ne kadar üstlerine düşsen de insanların çoğu imana gelmez"50 ayeti kerimelerinin sırları, bunlarla açıklanır.

İnsan, kendisine güvenir; yaptığı kötülükleri küçümser, kötülük saymaz, iyi sanır, zulm edebilir, yalan söyleyebilir, nefsine uyup şehvetine alet olur; bütün bunlarla beraber bir de yaptıklarını, yapılması gereken şeyler sayabilir; kötülüklerine göz yumar. Rivayetleri gerçek, ravileri doğru kişiler olan bu dualar, insanı nefsine mağlub olmaktan kurtarmaya, kendini Allahü Taala'ya vermeye, suçlarını itiraf edip tevbe etmeye, yarlığanma dilemeye sevk eder. Mesela, Kumeyl bin Ziyad'dan rivayet edilen duada buyuruluyor ki:

"Ey benim Allah'ım ve yardımcım, nefsime uyduğum, düşmanımı bezemekten çekinmediğim şeyler ve yaptığım suçların beni aldatması yüzünden bana ceza vermek hususundaki hükmünü icra edecek misin; bunlardan dolayı beni suçlayacak mısın? Ben, yaptığım şeylerde, sınırlarının bazılannı aştım ve bazı emirlerine karşı durdum."

49-Yusuf, 53. 50-Yusuf; 103.

îlahiyyat.............................................................90

Hiç şüphe yoktur ki insan, halka karşı söyleyemiyeceği bu çeşit sözleri, yalnızken Rabbine karşı itiraf edebilir ve bu itiraf, onun nefsine uymasim engeller, hayn dilemesini fazlalaştırır. Kendisini antmak isteyen kişinin, bu suretle yalnız kaldığı anda düşünmesi, nefsini muhasebeye çekmesi gerektir; bunun en hayirh yolu da halvette, gerçek rivayetlerle gelen bu dualan okuyup anlamlanna dikkat etmesi icab eder. Mesela, Ebu-Hamzat'üs-Sümali'nin rivayet ettiği duadaki şu sözlere dikkat buyurun:

"Ey Rabbim, beni, günahlarımı örterek ant, zati kereminle bana ceza vermeyerek bağışla beni."

Bu duadaki "ant beni" tazarru'unu bir düşünelim: İnsan, kötülüklerinin, hatta kendisinden bile gizli kalmasini ister; gizli kahrsa, insan uyanabilir ve bir daha bu suçu işlemekten çekinir; ama bir başkası da bu suçu duyarsa, ondan büsbütün çekinmeye uğraşır. Bu ruhi halet, bundan sonra şu suretle dile getirilmektedir:

"Bugün yaptığım suçu, günahı senden başkası duyarsa ve o suç yüzünden cezamı hemen bulacagimdan korkarsam, artık elbette çekinirim o suçu işlemekten."

Bu itirafla dua eden, suçlarının gizli kalmasini istemekte, Allahu Taala'nın, dünyada, ahirette onu cezalandırmayı murad etseydi, suçlarını halka duyuracağını, böylece de halkın içinde rezil-rüsvay olacağını anmakta. İnsan, Allahu Taala ile bu münacattan lezzet ahp kendisini Allah'a vermekte; onu halk içinde; kimsenin yüzüne bakamayacak bir hale getirmeye gücü yetmekle beraber hilmiyle bağışlayıp bu hale

îlahiyyat.............................................................91

düşürmediğine hamd etmekte ve sonra duasında; bunu da şu suretle bildirmede:

"Bana karşı hilminle muamelen, beni isyana yöneltti; suçlarımı örtmen, utancımı azalttı; sınırsız rahmetini, pek büyük bağışlamanı bilmem, beni, haram ettiğin şeylere koşturdu."

Bu münacat ve dua, bu itiraf, elbette insanı, nefsini arıtmaya, itaata rağbete, suçları terke sevk edecektir. Derken, özür getirmeye başlayıp suçlarını, inkar yoluyla yapmadığını, inancının gücünü, suçlu olmakla beraber Rabbinin hakkında iyi zan beslediğini, insanı şaşırtacak bir üslüpla şöyle anlatmada:

"Ey seyyidim ve sahibim benim, ululuğuna karşı secdeye kapanan yüzlere, gerçek olarak seni tevhid eden, ni'metlerini sayıp dökerek sana şükreden, seni öven dillere, Allah'lığını tam bir inançla itiraf eden gönüllere, seni kendi haddine göre bilip itaatla sana eğilen, yarlıgamanı uman uzuvlara ateşi musallat edecek misin, bir bunu bilseydim. Ama sana karşı zannımız böyle değil bizim; üstünlüğünü, lutfunu da böyle haber vermediler bize."

Bu sözlerle Allahu Taala'nın lutfuna, rahmetine bağışlamasına inancını nasıl anlatmada. Bunu defalarca okumak, belağatini, beyandaki icazını düşünmek gerek. Bu sözler, insanın suçunu itirafdan, kulluğunu arzettikten sonra Allahu Taala'nın rahmetinden, kereminden ümid kesmemeyi telkıyn eder insana; ilahı vecibeleri ifayı, ondan sonra da Allah'ın mağfiretine sığınmayı bildiriyor; bu sözler, insanı suça değil, vacib olanlan, kemaliyle eda edemese bile onları elinden geldiği kadar edaya teşvik

îlahiyyat.............................................................92

ediyor. Sonra Allahu Taala'ya münacat, bir başka üsluba dönüyor:

"Diyelim ki ey benim Allah'ım, efendim ve rabbim, bana güç kuvvet verdin de azabına dayandım; senden (senin lutfundan, rahmetinden) ayrılmaya nasıl dayanabilirim? Tutalım ey benim Rabbim, ateşin ısısına dayandım; luftundan, kereminden ayrı düşmeye nasıl dayanırım?"

Bu, nefse, Allah'a manevi yakınlık tadını, O'nun keremini, kudretini müşahede zevkini telkıyn etmede, Allah'ın lutfundan, rahmetinden mahrum oluşun, O'nun azabından, cehennem ateşinden de daha çetin olduğunu hatırlatmada. Allah'a manevi yakınlığın verdiği bu tad, bu sevgi, bize, Allah'ın katında, suçlara en büyük şefaatçi; afvine, rahmetine mazhar olabilirsek, bununla olabileceğiz ancak. Meydanda ki kerem ve hilim sahibi olan, tevbeleri kabul eden, suçları bağışlayan Rabb'e karşı bu yalvarış, sevginin bir başka tezahürü.

Bu bahsimizi, güzel huylan, bir arada ifade eden, övülmesi gereken sıfatları bildiren şu muhtasar dualarla bitirelim:

" Allah'ım, bize, sana itaatte, isyandan uzaklaşmada başarı ihsan et, niyyet gerçekliği ver, haramları tanıyış kaabiliyeti ihsan et."

"Bizi hidayette, doğru yolda sebatla yücelt; dillerimizi doğrulukla, hikmetle güçlendir; gönüllerimizi bilgiyle, tanıyışla doldur; karınlarımızı haramdan, şüpheli şeylerden arıt; ellerimizi zulümden, haksızlıktan çekindir;

îlahiyyat.............................................................93

gözlerimizi kötülüklerden, hainlikten ört; kulaklarımızı, boş sözlere, gıybete kapat."

"Bilginlerimize, şüpheli şeylerden kaçınmakla, halka öğüt vermekle lutfet, bilgi belleyenlere bilgiye çalışmakla, rağbet etmekle güç ver; dinleyenlere öğüt almak, öğütlere uymak kaabiliyeti ihsan et."

"Müslümanların hastalarına şifa ve huzur vererek lutufta bıılıın; ölenlerimize esirgeyişle, rahmetle muamele et."

"İhtiyarlarımıza ağır başlılık ve tam inanç, gençlere kötülükten vaz geçiş ve tevbe, kadınlara utanç ve iffet, zenginlere alçak gönüllülük ve genişlik, yoksullara sabır ve yeter bıılıış lutfet."

"Gaazilere yardım ederek üst olmayı, tutsaklara kurtulup huzura ermeyi, emir sahiplerine, adaletle, şefakatle muameleyi, emir altındakilere insafla, güzel huyla davranmayı nasib et.

"Hacılara, ziyaretçilere yol azıklarını, bolluğu mübarek et ve onlara vacib ettiğin hac ve umreyi eda etmelerini mukadder kıl. Ey merhametlilerin en merhametlisi, üstünlüğünle, rahmetinle sen dualarımızı kabul eyle."

Kardeşlerimize, bu duaları, anlamlannı düşünerek, ifadelerdeki maksadlan, gönüllerinden geçirerek, Allahu Taala'ya huzu ve huşu ile yönelerek, Ehl-i Beyt yolundaki edeblere riayet ederek okumalarını, yalnız dille değil, gönülleriyle de dua etmelerini tavsiye ederim; çünkü dil

İlahiyyat.............................................................94

ile edilen dua, insanın ne anlayışını arttinr, ne yakınlığını sağlar; ne sıkıntısını giderir; ne de kabul edilir.

"Gerçekten de üstün ve ulu Allah, unutan gönül sahibinin duasini kabul etmez; dua ederken gönülle dua et de sonra icabeti bekle."51

35- "SAHİFE-İ SECCADİYYE" DEKİ DUALAR

Mii'minleri hiiziinlere gark eden Kerbela faciasindan, Ümeyye oğullarının, İslam iktidarını ele geçirmelerinden, şiddetli bir istibdadı hakim kilmalanndan, dini terbiyeyi adeta kaldirmalanndan sonra imam Zeyniilabidin ve seyyid'iis-sacidin aleyhisselam, musiybetlere uğramış, yaslara batmış bir halde evlerinde oturmakta, kendilerini ziyaret etmek isteyenler, yanlanna varamamakta, kendileri de insanlan, dini vecibelere davet edememekte, gereken şeyleri onlara bildirememekteydiler.

Bu halde, talim ve terbiye, nefsi antma yollanndan bir yol olan dualarla Kur'an-i Kerim'i belletmeye, Islam adabını ve Ehl-i Beyt yolunu bu suretle talim etmeye mecbur oldular; ancak bu yolla insanlara dinin öziinii, zahidliği, onların huylarını arıtmayı, kendilerini göz altında tutanların şüphelerine rağmen, telkıyne başladılar. Belağat örnekleri olan ve "Zebur'i Al'i Muhammed" diye anilan bu duaların bazıları "Sahife'i Seccadiyye" adi altında toplandı. Bunlarda dinin gerçekleri, tevhidin ve niibiivvetin sırları, İslamı edebler ve Muhammedi ahlak, en yiice ve beliyğ bir iisliipla ifade edilmiştir. Çeşitli

51- İmam Sadik a.s. Kafi; Duaya Yöneliş Babı.

îlahiyyat.............................................................95

mevzuları ait olan bu dualar, adeta dua yoluyla din ve ahlak talimidir; yahud da bunlar, din ve ahlak talimi yoluyla duadır ve gerçekten de Kur'an-ı Mecid'den ve Nehc'ül-Belağa'dan sonra Arap dilinin en güzel ve fasiyh, en yüce ve beliyği üslübiyle bir çok ilahi, felsefı, ahlaki hikmetleri ihtiva eder.

Bu dualarda Allahu Taala'yı takdis ve temcid, O'na inabe ve tevbe, hamd ve şükür yolları, Hazret'i Peygambere (s.a.v.) ve diğer peygamberlerle vasiylere salat ve selamın gerçek anlamları, anaya-babaya hürmet ve yardım, babanın oğul üzerindeki, oğlun baba üzerindeki hakları, komşuların, yakınların, tüm müslümanların hakları, yoksulların zenginlere nazaran, zenginlerin yoksullara karşı hukuku, iktisadı, mali hususlar, insanlarla geçim ve saire ahlaki umdeler, bütün özellikleriyle bildirildiği gibi sıkıntıya düşülünce, yahud hastalığa uğranınca sağ-esenken teemmül edilecek şeyler, İslam askerlerine gereken işler, insanların onlara karşı vecibeleri, hasılı Muhammedi ahlak ve ilahi şeriatin bütün incelikleri belirtilmiştir.

İlahiyyat.............................................................96

Bazı Hususlardaki Dualarından Örnekler Verelim:

BİRİNCİSİ: Önce Allahu Taala'nın ululuğunu, kudretini, tevhidini ve tenzihini en ilmi tabirlerle ve çeşitli üslupla anlatırken, mesela ilk duada buyurulur ki:

"Hamd Allah'a ki evveldir, kendinden önce bir evvel olmaksizin. Ahırdır, kendinden sonra bir ahır bulunmaksızın. Öyle bir mabuddur ki bakanların görüşleri ona erişemez; onların vehimleri aciz kahr, sifatlarim vasfedemez. Halki, kudretiyle eşsiz-örneksiz yarattı; yaratıkları dileğiyle yoktan var etti."

Dikkat edilirse anlaşılır ki evvelin, ahırın, yaratışın en ince anlamlan bu suretle belirtilmekte, gözlerin, vehimlerin O'nu kavrayamayacağı bildirilerek Allahu Taala, bu suretle tenzih edilmektedir.

6. duada, bir başka tarzda kudret ve tedbinni şu suretle beyan buyururlar:

"Hamd Allah'a kuvvetiyle geceyi, gündüzü yarattı; kudretiyle ikisinin arasını ayırdı. ikisinden her birine sınırlanmış bir sinir tayin etti; ikisinden her biri, öbürüne nisbetle uzar; o da, diğerine göre uzanir; gecenin bir kısmı giindiiz, gündüzün bir kısmı gece olur. Birinde, kullarimn gelişmeleri, beslenmeleri takdir edilir, öbürünü, siikun bulsunlar, kendilerini yoran, güçsüz kılan hareketlerden kalsınlar diye istirahatleri için adeta bir libas kilar da bu huzur, onlara yeniden

îlahiyyat.............................................................97

güç-kuvvet verir, böylece tad aldıkları, diledikleri şeylere yönelirler, onları elde ederler."

Böylece gündüzü, geceyi halk etmekteki faydaları bildirerek insanın, bu ni'metlere şükretmesi gerektiğini anlatırlar.

7. Duada: bütün işlerin, Allah'ın kudret elinde olduğunu beyan ederlerken buyururlar ki:

"Ey istenmeyen şeylerin düğümleri kudret eliyle çözülen, ey çetin işlerin sınırını örtüp kapatan, ey darlıktan kurtuluş ferahlığına çıkarma gücü ancak kendisinden istenen, güçlükler, senin kudretinle aşağılanır, yok olıır-gider; sebebler, senin lutfunla düzülüp koşulur, olur-biter; her şeyin olıışıı, gücünle yürür; her şey iradenle meydana gelir..."

İKİNCİSİ: Allahu Taala'nın kuluna ihsanını, kulun, bu ihsana karşı, ne kadar ibadet ve taatta bulunursa bulunsun, ne kadar kendini Allah'a verirse versin, aczini bildirir. O cümleden olarak 37. duada buyururlar ki:

"Allah'ım, bir kişi, sana şükretmekte ne kadar ileri giderse gitsin, ancak ihsanına karşı, gene de şükr etmek zorunda kalır; hakkıyla şükürde aciz olur. Bir kul, ne kadar kulluk ederse etsin, gene de sana, layık olduğun kullukta bulunamaz, bunalır-kalır. Kullarının en fazla şükredeni, şükründen acizdir; en fazla kullukta bulunanı, itaatinde noksana düşenidir."

Allahu Taala'nın kula sonsuz ni'metler vermesine karşılık kul, şükürden aciz kalırsa, isyana cür'et edenin hali ne olabilir? Bir tek suçunun bağışlanması için ne yapabilir? Bunu da 16. duada şu suretle beyan etmekteler:

îlahiyyat.............................................................98

"Ey benim Allah'ım, manevi huzumnda ağlasam-ağlasam da gözlerimin kirpikleri düşse, sızlansam-sızlansam da sesim-soluğum kesilse, huzumnda dursam da ayaklarımın bağı sökülse, sana rükü etsem de belim dağılsa, sana secde etsem de gözlerim yere düşse, uzun ömrün boyunca toz-toprak yesem, ecelime dek kül-gübür içsem, bütün bu zaman içinde seni ansam da dilim tutulsa, gene de senden utancımdan başımı göğüm çevrelerine kaldıramam; bütün bunlarla beraber, suçlarımdan bir suçun bile bağışlanmasına layık olamam."

ÜÇÜNCÜSÜ: Sevabın, azabın, cennetin, cehennemin, hepsinin de Allah'ın lutfu olduğunu, kulun küçük bir suç işlese bile, azaba müstehak olacağını, Allah'a karşı bir özrü olamayacağını bildirirler. Seyyid'üs-sacidin'in (a.s.) bütün duaları, kulları Allah'ın azabından korkmaya, sevabını ummaya teşvik eder; hepsi de düşünen kişilere, çeşitli belıyğ üslüpla, suça adım atmamalarını anlatır; onları uyarır. Mesela 466. duada buyumrlar ki:

"Huccetin daimidir, zeval bulmaz. Vay sana isyan edenin haline; hem de boyuna eyvahlar olsun o kişiye. Senden, senin lutfundan mahmm kalan, en aşağılık mahmmiyettedir. Sana karşı duran, kötülüklerin en kötüsüne uğramış-kalmıştır. Ne azabını gidermeye bir gücü vardır, ne ıkaabını savuşturmaya takati vardir. Böyle olmakla beraber bu darliktan kurtulup genişliğe çıkması da uzun sürmez. Takdirindeki adalet, bu hususta cevre dönmez; hükmündeki merhamet, onu hayıflanmaya süremez. Gerçekten de kesin deliller meydana çıkmıştır; özürler denenmiştir."

îlahiyyat.............................................................99

31. duada, "Allah'ım, Kudret ellerinin arasındaki yalnızlığıma, korkundan yüreğimin çarpıntısına, elimin, kolumun titremesine acı; ya rabbi, suçlarım, beni senin kapında horluk durağına dike kodu; susarsam, benim yerime kimse söz söylemez; şefaat dilersem, zati şefaat edilmeye ehil değilim ben." buyururlar.

39. duada, "Bana, hak ettiğimi verirsen, beni helak edersin; lutf edersen, rahmetine garkeylersin... Beni altında çökerten ağır suçlanmı çekmekte de senden yardım isterim; sen Muhammed'e ve al-i Muhammed'e rahmet et de zulme karşı bana bir ihsanda bulun; yükümü çekmeme acı da rahmetini ihsan et, bağışla beni" buyururlar.

DÖRDÜNCÜSÜ: Bu dualarla dua edeni, özünü arıtarak, içini temizleyerek kötü işlerden, aşağılık, pis sıfatlardan yüceltmeyi amaç edinmişlerdir. Mesela 20. duada, "Allah'ım, Lutfunla niyyetimi düzelt, sana karşı yakıynimi düzene sok; benim bozduğum şeyleri, kudretinle ıslah etmeni dilemekteyim." buyururlar.

"Allah'ım, Muhammed'e ve al-i Muhammed'e salavat ver ve beni en giizel ve uygun tarzda hidayete eriştir de artık onu değiştirmeye yeltenmiyeyim; beni gerçek yola sevket de o yoldan ayağım kaymasın, sürçmeyeyim; dosdoğru niyyete ulaştır da o niyyette bir şüphe kalmasın."

"Allah'ım, bende bulunan ve o yiizden bana itabda bulunacağın huyu ıslah et; bende, utanacağım bir şey bırakma da güzelleştir onu ve bende noksan bir şey bırakma da tamamla."

BEŞİNCİSİ: Dua edeni, insanlara baş vurmaktan, onlara karşı alçalmaktan alıkor; Allah'dan başkasından bir

İlahiyyat.............................................................100

hacet istetmeye, insanların sahip oldukları şeylere tama etmemeye, insanı bu aşağılık huydan kurtarmaya sevk eder. Mesela 20. duada, "Zora düşersem, bana, senden başkasından yardım istetme; yoksulluğa uğrarsam, senden başkasından bir şey dileterek beni alçaltma; korkarsam, senden başkasına yalvartma; çünkü bunları yaparsam, beni mahrum etmene, benden lutfunu esirgemene miistehak olurum" buyururlar.

28. duada, "Allah'im, Senden başkasından vaz geçerek ihlasa nail oldum; sana muhtaç olanlara baş vurmaktan yüz çevirdim; senin ihsanından müstağnı olmayana dileğimi arzetmiyorum; çünkü muhtaç olanın, muhtaç olandan bir şey istemesini, re'yindeki sapikhktan, aklındaki noksandan meydana geldiğini gördüm." buyururlar.

13. duada, "Kim ihtiyacını, senin halkindan birisine yönelip de arzederse, kurtuluşunu senden başkasından umarsa, mutlaka mahrumiyete düşer, ihsanını yitirmeye miistehak olur" buyururlar.

ALTINCISI: Bu dualarda, başkalarının haklarına riayet etmeyi, onlara yardimda bulunmayi, insanlann birbirini esirgemelerini, gözetmelerini, İslami kardeşlik bakımından mallarını, canlarını, birbirlerinin uğruna sarfetmelerini ihtar ederler.

Mesela 38. duada, "Allah'im, Zuliim gören bir kişiye yardım etmediysem, bir hayırlı işde bulunmadıysam, bir suçlu, bana öziir getirdi de özrünii kabul etmediysem, bir yoksul, benden bir şey istedi de vermediysem, bir hak sahibi, bir miiminin hakkını diledi de ona yardımı esirgediysem, birisi, bir miimini ayıpladı, aybını bana açtı

îlahiyyat.............................................................101

da onu örtmediysem, lutf et, özrümü kabul ederek beni bağışlamanı niyaz ediyorum" buyururlar. Bu özür getiriş, insanın ilahi ve yüce ahlaka yönelmesini amaçlamaktadır.

39. duada, bunu daha da fazla açıklarlar. Sana kötülükte bulunandan öç almamanı, onu bağışlamanı, kendini kutlu kişilerin durağına ulaştırmanı tenbih ederek buyururlar ki:

"Allah'ım, hangi kul, benim hürmetimi yerine getirmemişse, bana bir zulümde bulunmuşsa, ölmüşse de, diriyse de, beni incitmesinden dolayı bağışla onu; bana yaptığı suçtan dolayı onu afvet; bana yapmadığını sorma, benim yüzümden kazandığı suçu açma; onları bağışlamamı, onlara sadaka say ve bu sadakayı, sadaka verenlerin en temiz sadakası ve sana manen yakınlaşanların en yüce vesilesi kıl. Benim onları bağışlamama karşılık sen de beni bağışla; onlara ettiğim duama karşılık merhamette bulun bana; böylece de onların her biri, senin lutfuna, senin ihsanına mazhar olsun."

Duadaki bu son cümlelerden daha güzel, insanlara hayır dileyen daha veciz, bütün insanların esenliğini, mutluluğunu dileyen daha özlü, hatta kendisine zulmedenlerin bile mutluluğunu isteyen daha yüce bir dilek olabilir mi? İmam Seccad'ın (a.s.) dualarında, bunlara benzer sözler pek çoktur; bu duaların hepsi de insanları hidayete sevk etmeyi, güzel huylarla huylanmalarını, özlerini arıtmalarını sağlamayı amaç edinmiş semavi talimlerdir.

îlahiyyat.............................................................102

36- KABİRLERİ ZİYARET HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İmamiyye'nin mümtaz olduğu hasletlerden biri de, Hazret-i Peygamberin (s.a.v.) ve İmamlann (a.s.) kabirlerini ziyaret etmek, oralan onarmak, oralara yüce ve güzel yapılar yapmak, bu suretle imanlarını sağlamlaştırmak, gönüllerini hoş bir hale getirmektir.

Oraları ziyaretleri, İmamlann vasiyyetlerini yerine getirmek, şialarını ziyarete teşvik, bu yüzden sevaba nail olacaklarını, Allah katında bunun üstün taatlardan olup vacib ibadetlerden sonra Allahu Taala'ya manen yaklaşmaya vesile bulunduğunu tebşir dolayısıyladır. Oralan ziyaret, kulun, kendisini Allah'a vermesine, dualarının kabulüne en hayırlı vesiledir. Bu yüzden şia, İmamlann ahidlerine vefayı itmam için buraları onarmışlardır. İmam Rıza (a.s.) "Her İmamın, dostlarının, şiasının boyunlarında ahdi vardır; onların kabirlerini ziyaret, vefanın, ahdin tamamlanmasından ve güzel bir surette eda edilmesinden sayılır. Onları, ziyaretlerine rağbet ederek, yönelttikleri şeyleri gerçekleyerek ziyaret edenlere, İmamları, kıyamet gününde şefaatçidir"52 buyurmuşlardır.

Kabirleri ziyarette, İmamlarımızın inayetiyle dini ve içtimai faydalar vardır. Bu ziyaretler, İmamlarla dostları arasındaki bağlantıyı ve sevgiyi çoğaltır; onların güzel işlerini, huylarını, gerçek yolunda savaşlarını andırır; dağınık yerlerdeki müslümanları birbirleriyle tanıştınr,

52- İbn-i Kuleveyh, Hamil,üz-Ziyarat, s.122.

İlahiyyat.............................................................103

seviştirir; kalblerini Allahu Taala'ya bağlamalarını, kendilerini O'nun itaatine vermelerini, emirlerine uymalanni sağlar. Ehl-i Beytten gelen beliyğ ziyaret ibareleriyle, tevhidin hakiykatini, İslamın ve risaletin kutsallığını talim eder; müslümana kainatı tedbir edene karşı huzu'da bulunmayı, O'na dayanmayı, ni'metlerine, lutuflanna şükretmeyi pekiştirir. İmamlardan rivayet edilen "Emin'ullah" ziyareti gibi ziyaretlerdeki dualar, ziyaret edenlerin bu huylarla huylanmalarina sebeb olur.

Aym zamanda en veciz iisliibiyle, en yiice fesahatle bezenmiş olan bu ziyaretlerde, tevhidin en ali anlamlan, Allahu Taala'ya dua ve miinacattaki incelikler mevcuttur ki gerçekten de bunlar, Kur'an-i Kerim ve Nehc'iil-Belağa'dan sonra dini edebiyatta en yiiksek eserlerdir; imamlann ilahi maarifini ihtiva eden, dine ve ahlaka dair en giizel örneklerdir.

Sonra, ziyaret edeblerinde de bu dini anlamlar, talim ve irşad yönünden önemlidir; yoksula yardım, insanlarla iyi geçim, iyi muamele, sevişip kaynaşmak gibi özellikleri vardır.

Merkad-i Mutahhara girmeden, girdikten sonra ziyaret esnasinda ve sonrra riayet edilmesi gereken bir çok edebler vardır ki bunları şu suretle anlatacağız:

1) Ziyaretçi, ziyaretten önce gusleder, temizlenir. Bu temizlik, insanı bir çok hastalıklardan, yorgunluktan kurtanr; insan kötii kokulardan arınır. Gusliin sonunda, rivayet edildiği gibi, "Allah'ım, bunu bana nur, temizlik ve her tüıiü dertten, kötülükten korunuş, her pislikten arınış vesilesi kıl; bununla kalbimi, organlarimi, kemiklerimi, etimi kanimi, saçlarımı, derimi, içimi ve

îlahiyyat.............................................................104

yeryüzünün kirlettiği her şey'imi temizle, hacet, yoklıık, yoksulluk günümde de bu gııslü, bana tanık

et" der.

2)  Yanındaki en güzel ve temiz elbiseyi giyer. Bunda imkan şarttır; herkes, kendisince mümkün olan temiz ve güzel elbiseyi giyinir.

3)  Neye kudreti varsa ve ne mümkünse, o suretle güzel koku sürünür.

4)  Gücü yettiği kadar, yoksullara sadaka verir. Böyle yerlerde sadakanın faydası meydandadır; yoksulun gönlünü hoş ederek insanlara ve insanlığa faydası dokunur.

5)  Ağır ve yavaş adımlarla yürür; o yana bu yana bakmaktan çekinir; gelip giderken insanlara sıkıntı vermez, kimseyi rahatsız etmez; çünkü bu ziyaretle, ancak Allahu Taala'ya manen yaklaşmak kasdındadır.

6)  Tekbir getirir ve bunu tekrarlar. Bazı ziyaretlerde yüz tekbir getirmesi rivayet edilmiştir. Bununla da, Allah'ın ululuğunu, O'ndan büyük bir varın bulunmadığını hatırlar; zaten ziyaret, ancak Allah'a ibadettir; O'nu ululamaktır; O'nun şiarlarını diriltmek ve dinini te'yid etmektir.

7)  Peygamber'i (s.a.v.) yahud İmamı (a.s.) ziyaretten sonra iki rek'at müstehab namaz kılar; bu başanya nail olduğundan dolayı Allah'a şükreder ve namazın sevabını, ziyaret ettiğine hediye eyler. Ziyaret edenlerin, kıldıkları namazın, icra ettikleri amellerin, ancak Allah'a olduğunu, O'ndan başka kimseye ibadet edilemiyeceğini, ziyaretten maksadın, Allah'a bir çeşit manevi yaklaşmak olduğunu

îlahiyyat.............................................................105

anlamaları için namazdan sonra şu duayı okumaları gerektir:

"Allah'ım, sana namaz kıldım, sana rükü ettim, sana secde eyledim; sen birsin, şerikin yok senin. Çünkü namaz, rükü, secde, ancak sanadır; sen, bir Allah'sın ki senden başka tapacak yok. Allah'ım, Muhammed'e ve al-i Muhammed'e salavat ver ve ziyaretimi benden kabul et. Muhammed ve tertemiz soyu hakkı için dileğimi ihsan eyle."

Ziyaretteki bu edebler, İmamların ve onlara uyanların, kabirleri ziyaretteki maksadlarını açıkça anlatmaktadır ve gerçeği bildikleri halde bilmezlikten gelerek kabirleri ziyaretin, bir çeşit, oralara kulluk etmek, Allah'a, haşa, şirk koşmak sayanların yanıldıklarını, garezlerine uyduklarını göstermektedir. Bu çeşit kişilerin maksadları, bilmeyen kişileri İmamiyye'den ayırmak, ziyaret mevsimlerinde al-i Muhammedin (a.s.) ihlas ve şevketini onlara göstermemek, içtimai faydalara engel olmakdır; yoksa onlar da, Ehli Beytin, bu ziyaretlerle ne maksat güttüklerini bilirler. İmamiyye, niyyetini ihlasa bağlamış, kulluğun ancak Allahu Taala'ya olacağına gerçekten inanmış, canlarını-mallarını Allah uğruna koymuştur; İmamiyye, hiç bir vakit insanları, haşa, şirke davet etmemiştir ve etmez.

8) Ziyaret edeblerinden biri de, ziyaretçinin, öbür ziyaretçilerle hoş geçinmesi, onlara iyi muamelede bulunması, hayra ait sözler müstesna, az konuşması, Allahu Taala'yı çok anması, huzu ve huşu içinde olup Muhammed ve al-i Muhammed'e (s.a.v.) çok salatü selam

îlahiyyat.............................................................106

vermesi, olmayacak, bakılmayacak şeyleri görürse, göz yumması, din kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermesi fazla yemin etmekten çekinmesi, huysuzluğu terk etmesi ve takvayı gözetmesidir.

Allahu Taala'yı çok zikretmekten maksad, tesbih ve tekbiri boyuna tekrar etmek değildir; İmam Cafer Sadık (aleyhisselam), Allah'ı zikir hususunda buyurmuşlardır, "Ben, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, Allah'a hamdolsun, yokdur Allah'dan başka tapacak, Allah uludur sözlerini söylemem; fakat her konduğum yerde, ibadete yöneldiğim, yahud bir isyana kalkışacağım zaman, O'nu anarım; gerçekzikir budur."53

Ziyaretten gerçek maksad, Hazret-i Peygamber'e (s.a.v.) yahud İmama selam vermektir; çünkü "Onlar dirilerdir; Rablerinin katında rızıklanırlar."54 onlar, söylenen sözü duyarlar, cevabını verirler. Bu bakımdan, "Selam sana ya Resulullah" sözünü söylemek de yeter; ancak Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen ziyaretlerde, arzettiğimiz gibi yüce maksadlar, dini faydalar bulunduğundan, ayrıca onlar, fesahat ve belağati de ihtiva ettiklerinden, insanı, Allahu Taala'ya yöneltmek bakımından elbette daha iyidir ve onları okumak, elbette daha doğrudur.

37- EHL-İ BEYTE GÖRE TEŞEYYÜ'ÜN ANLAMINA DAİR İNANCIMIZ

53-Kamil'üz-Ziyaratbakınız; s. 131. 54- Al-i İmran, 169.

İlahiyyat.............................................................707

Ehl-i Beyt İmamları, (aleyhimüsselam), ümmetin riyasetini üstlenememelerine rağmen, müslümanlardan kendilerine uyanları, Allahu Taala'nin dilediği tarzda temiz ve düzgün yetiştirmeye, onlara, Hazret-i Muhammed'in (s.a.v.) maarifini belletmeye, müslümanları antmaya, onlara gerçek İslamı bildirmeye, zıdlarını öğretmeye, onları yetiştirmeye gayret etmişlerdir.

İnsanın, Ehl-i Beyte uydum demesi, bir şey ifade etmez. Onlara uymak, Allah'in emirlerine itaat etmekle, nefsinin isteklerinden kaçınmakla olur; Ehl-i Beyte uymak, onlann talimlerine, irşadlarına tabi olmaktir. Nefsin isteklerine uyup özürler, bahaneler serd ederek Allah'a itaatten baş çekmek, böyle olduğu halde gene de onları sevdiğini iddia etmek, gerçek sevgi sayilmaz. Onları sevmek ve onlara uymak, ancak iyi işlerde bulunmakla, gerçeklikle, emin olmakla, takvaya sarılmakla mümkündür.

"Ey Hayseme, dostlarımıza bildir: İnsanı Allah'ın azabından, ancak, anıel, iyi işlerde bulunmak, Allah'ın emirlerine itaat etmek kurtarır; onlar, bizim dostluğumuzu, takvadan başka bir şeyle elde edemezler. Kıyamet gününde insanların en fazla hasrete düşeni, tam adalet sahibi olarak vasfedilen uyup sonra ondan yüz çevirerek başkasına yönelenidir"55 buyurulmuştur

Ehl-i Beyt, kendilerine uyanların, gerçeğe davetçi, hayra ve doğru yola kılavuz olmalarını istemektedir, onlar, halkı, yaptıkları işlerle gerçeğe çağırmayı, dil ile

55- Usul'ül-Kafi; İman Kitabı, Kardeşleri Ziyaret Bölümü.

îlahiyyat.............................................................108

çağırmaktan daha üstün görmüşler, "İnsanları, dillerinizden gayrı şeylerle hayra çağırıcı olun; onlar, sizin ibadet ve taatinizi, gerçekliğinizi, çekinmenizi görsünler"56 buyurmuşlardır.

Ehl-i Beytin, insanların ahlakını antmaya gayretleri hususunda, kendilerine uyan bazı kişilerle konuşmaklarını anlatalım:

Ebu-Ca'fer Muhammed Bakır (aleyhisselam)ın Cabir'ül-Cu'fı ile konuşmaları:57

"Ya Cabir, teşeyyü davasını görüp biz Ehl-i Beyti sevdiğini söylemek, insana yeter mi? And olsıın Allah'a, bizim şiamız, ancak Allah'dan çekinen ve O'na itaat eden kişilerdir. Onlar, gönül alçaklığıyla, Allah'dan korkmakla ve O'na itaat etmekle, emin olmakla, Allah'ı çok anmakla, oruçla, namazla, anaya-babaya saygı gösterip yardım etmekle, komşularından yoksul, borçlu ve yetim olanları görüp gözetmekle, gerçek söz söylemekle, Kur'an okumakla, insanların ancak hayrından bahsedip kimsenin aleyhinde bulunmamakla tanınırlar. Onlar, boydaşlarının içinde en emin kişilerdir.

Allah'dan çekinin, Allah katından ne emredilirse yerine getirin. Allah ile hiç bir kimsenin arasında yakınlık

56- Usul'ül-Kafı, Vera babı.

57- Usul'ül-Kafi, Taat ve Takva babı.

îlahiyyat.............................................................109

olmaz; üstün ve ulular ulusu Allah'a kulların en sevgilisi, en fazla çekineni ve O'na itaatte en ileri gidenidir."58

"Ya Cabir, Vallahi kutlu ve yüce Allah'a, ancak itaatla yaklaşabiliriz. Ne bizde cehennemden kurtuluşa dair bir şey var, ne bir kişide, Allah"a karşı getirecek bir delil. Kim Allah'a itaat ediyorsa o, bizim dostumuzdur; kim Allah'a isyan ediyorsa, düşmanımız. Bizim dostluğumuz, ancak ibadetle, itaatle ve Allah'dan çekinmekle elde edilebilir.59

Ebu-Ca'fer (aleyhisselam)ın Said bin Hasan'la konuşmaları:

Ebu-Cafer (a.s.) buyuruyorlar: "Biriniz, kardeşinin yanına gelir de elini onun kesesine daldırır, ihtiyacı olanı alır, sonra da o aldığını geri vermez; aranızda böyle bir şey varmı?"60

Said: Bizde böyle bir şey olduğunu bilmiyorum.

Ebu: Ca'fer (a.s.): Peki, o halde ne olmak gerek?

Said: Helak olmak gerek.

58-     Emirü'l-Müminin aleyhisselam, Hutbe-i Kaasıa"da, "Gerçekten de gökyüzü ehline de hükmü birdi yeryüzü ehline de, alemler haram ettiği sahayı bir kula helal ettiğine dair hiçbir kulla, arasında bir uzlaşma yoktur" buyururlar ki, bu anlamı ifade eder. (Mütercim).

59- Usul'ü-Kafi, Taat ve Takva babı.

60-  Mü'min, mü'minin kardeşinin malında dahi tasarrufa hak sahibidir diyorlar. (Mütercim)

îlahiyyat.............................................................110

Ebu Abdullah Ca'fer'üs-Sadık'ın (a.s.) Ebu'üs-Sabbah'ul-Kinani ile konuşmaları:

Kinanı: Senin yüzünden insanlardan neler çekiyoruz?

Ebu Abdullah: Neler diyor size halk?

Kinanı: Birisiyle konuşmaya başladık mı, hemen bize habis Ca'feri diyor.

Ebu Abdullah: Halk, benim yüzümden mi sizi ayıplıyor, kınıyor?

Kinanı: Evet.

Ebu Abdullah: Vallahi sizin içinizde Ca'fer'e uyan, ne kadar da az; gerçekten de benim ashabım, ancak takvada en çetin davranan, yaratıcısına ibadetde bulunan, sevabını uman kişidir; bunlardır benim ashabım.61

Yine Ebu-Abdullah (aleyhisselam) bu hususta buyurmuşlardır ki:

"Bir şehirde yüz bin kişi, hatta daha da fazla adam olsa bizden değildir onlar ve bir üstünlükleri yoktur; bu şehirde kendisinden daha ileri çekinen birisi bulunmazsa o tek kişidir bizden olan."

"Biz, bütün emirlerimize uymadıkça, bize tam bir irade ile bağlanmadıkça hiç kimseyi mü'min saymayız; mü'min saydığımız kişiyi, emirlerimize uyması ve takva ile amel etmesi yüzünden mü'min sayarız. Allah size acısın, bununla bezenin, süslenin."

"Kadınlar bile, örtülerinin altında, birisinin çekinmesinden bahsetmezlerse, o kişi, bizden değildir. Bir şehirde onbinlerce kişi olsa, gene de

61

- Usul'ül Kafi; Vera babı.

îlahiyyat.............................................................Ill

dostlarımızdan sayılmazlar; orada, kendisinden daha fazla Allah'dan çekinen, sakınan bir kişi bulunmayandır bizim dostunıuz."

"Cafer'in şiası, ancak karnını ve belini haramdan koruyan, savaşı ve ibadeti, yaratıcısının uğrunda en üstün olan, O'nun sevabını uman, ıkaabından korkan kişidir; böyle kişileri gördüm mü, işte onlardır Ca'fer'in şiası."

38- CEVİR VE ZULÜM HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İmamlar (aleyhimüsselam), insanın işleyeceği en büyük suçun, başkasına düşmanlık ve zulüm olduğunu bildirmişlerdir ki bu, Kur'an-ı Kerim'e uymaktadır; Kur'an-ı Kerim'de, "Zalimlerin yaptıklarından gafil sanma Allah'ı sakın; ancak onların cezasını, gözlerin dikilip kalacağı güne te'hir etmede"62 buyurulmaktadır

Emir'ül- Mü'minin (aleyhisselam), zulmü anlatmakta, halkı ondan sakındırmakta son derece ileri gitmişlerdir ki, sözlerinin meali şudur:

"And olsun Allah'a, bir arpa kabuğunu taşıyan kanncaya zulm ederek Allah'a isyan etmem için bana yedi iklim ve bunlarin altinda ne varsa hepsi verilse, gene bunu yapmam."63

Bu söz, insanın zulümden çekinmesi, cevirden kacinmasi hususunda, tasavvur edilebilecek en son haddin ifadesidir. Emir'ül-Mü'minin (a.s.) bir arpa kabuğunu
-----------------------

62- Ibrahim, 42.

63- "Nehc'ül Belağa", Hikmetli sözler: 2119.

îlahiyyat.............................................................112

taşıyan bir karıncaya, yedi iklim ve altındakiler, kendilerine verilse bile zulm etmeyeceklerini bildiriyorlar; buna karşılık, müslümanların kanlarını döken, mallarını zorla alan, ırzlarına ihanette bulunan kişinin hali nicedir? Bu kişinin hareketleri Emir'ül-Mü'minin'in (a.s.) bu çekinmeleriyle nasıl kiyaslanabilir; bu kişinin irfanı, Emir'ül-Mü'minin'in (a.s.) irfanıyla nasıl ölçülebilir? İşte dinin, insandan beklediği, istediği ilahi ve yiice edeb, budur ancak.

Evet, zulüm, Allahu Taala'nın haram ettiği şeylerin en büyüğüdür; bu yüzden de Ehl-i Beytten gel en hadislerde, dualarda ilk olarak zulüm yerilmekte, zulme uyanlann, bundan şiddetle çekinmeleri buyurulmaktadır.

İmamların siyaseti budur; onlann kendilerine zulmedenlere karşı güttükleri hareket, gene budur. imam Hasan (aleyhisselam)ın kendilerini, yüzlerine karşı, haşa, sövmeye kalkışan Şamlı'ya lütufda, ihsanda bulundukları, onun da yaptığı kötülüğü anlaması meşhurdur. Seyyid'üs-Sacidinin (a.s.) zulmedenlerin de bağışlanmalarına dair dualarını zikretmiştik. Bu, insanlıkta, olgunluğun en yüce mertebesidir. Zalime, yaptığı zulüm dolayısıyla bedduada bulunmak caizdir; aleyhine ilenmek mübahdır; fakat caiz oluş başka bir şeydir, yüce huylardan olan bağışlamak, başka bir şey. İmamlarımıza göre zalime bedduada bulunmak bile zulüm sayılabilir. İmam Cafer Sadık (aleyhisselam), "Bir kul mazlum olur, fakat zalime boyuna bedduada bulunursa, zalim olur gider" buyurmuşlar, zalime bedduada ısrarın da zalim olmaya sebeb olacağını bildirmişlerdir. Sübhanallah! Demek ki zalime bedduada haddi aşmak da zulüm oluyor. O halde

îlahiyyat.............................................................113

ilk olarak zulme, cevre başlayan, insanlara kötülük eden, mallarını gasbeden, kanlarını döken, ırzlarını ayaklarının altına alan, yahud zalimle birlik olan, onu helak çukuruna düşüren, zulümde ona güç veren, teşvik edip kışkırtan, insanların hallerini tecessüse kalkışan kişinin hali, İmamların (aleyhimüsselam), fıkhında nicedir? Gerçekten de bu çeşit kişiler, Allahu Taala'nın rahmetinden, lutfundan en uzak olan, suçlan ve azablan en çetin, yaptıkları işler en kötü, huyları en çirkin kişilerdir.

39- ZALİMLERE YARDIM HUSUSUNDAKİ İNANCIMIZ

Zulmün en büyüklerinden biri de zalimlere yardımda bulunmak, onlara destek olmaktır ki Allahu Taala, "Zulmedenlere meyletmeyin; sonra ateşle azaba uğrarsınız ve Allah'dan başka bir dostunuz yoktur; sonra yardım da görmezsiniz"64 buyurmaktadır. İşte bu, Kur'an-ı Kerim'in edeblerindendir ki aynı zamanda Ehl-i Beyt (aleyhimüsselam)ın edebidir, onlardan, zalimlere meyletmemek hususunda, haddinden fazla emirler gelmiştir; zalimlerle birlik olmamayı, hatta bir hurma parçasıyla bile onlara yardımda bulunmamayı emretmişlerdir.

Şüphe yok ki İslamın ve müslümanların uğradığı musıybetlerin en büyüğü, zulümde, cevirde bulunanlara aldırış etmemek, onların kötülüklerine göz yummak, onlarla birlik olmak, bundan da ileri giderek onlara,

64-Hud, 113.

îlahiyyat.............................................................114

zulümde, cevirde yardım etmektir. İslam toplumuna en büyük zarar, gerçek yoldan sapmaktır; bu yüzden din, zayıflamış, güçsüzlenmiş, bugünkü hale gelmiş, garip düşmüştür. Müslümanlar, yahud müslümanım diyenler, Allah'dan başka yardımcıları bulunmadığından, güçlü düşmanları bir yana, en aşağılık düşmanlarına bile boyun eğmek zorunda kalmışlardır.

İmamlar (aleyhimüsselam), kendilerine uyanları, boyuna zalimlere yardımdan uzaklaştırmışlar, dostlarını, zulüm ve cevir erbabıyla uzlaşmaktan şiddetle çekindirmişlerdir; bu hususta kendilerinden sayısız hadisler gelmiştir, Bunlardan biri, İmam Zeyn'ül-abidin'in (aleyhisselam), Muhammed bin Müslim'üz-Züheri'ye yazdıkları şu yazıdır:

"Onlara dua etmekle, çevrende dönüp duran zulüm-lerine meyl etmiş olmuyor musun; belalarının geçtiği köprü, yahud sapıklıklarının yüceldiği merdiven, azgın-lıklanna davetçi, yollarında yolcu haline gelmiyor musun? Senin yüzünden bilginler şüpheye düşmede, cahillerin gönülleri onlara uymada, Vezirlerinin en yakınları, yardımcılarının en güçlüleri, bozgunlarını düzeltmekte, ileri gidenler de, geri kalanlar da ihtilafa düşmekte. Sana verdikleri, senden aldıklarından ne kadar da az. Senin yüzünden tahrib ettikleri, senin için onardıklarından ne kadar da önemsiz. Kendine dikkat et; cünkü sana, senden başkası dikkat edemez; nefsini, sorumlu bir kişi gibi soruyaçek..."65

65

- Tuhefül-Ukul; s.66.

îlahiyyat.............................................................115

"Nefsini, sorunılu bir kişi gibi soruya çek" sözü, anlamı bakımından pek derin ve geniş. İnsan, heva ve hevesine uyunca, gizli kalan şeylerini mühimsemez, kendine bir yücelik verir; yaptıklarından sorumlu görmez kendini; yaptıklarından - ettiklerinden hiç kimse bir şey sormaz sanır. Bu, kötülüğü fazlasıyla emreden nefsin sırlarındandır. İmam (a.s.) Züheriyi, nefsin bu gizli özelliğine karşı uyarmakta; çünkü hevasına uyarak sorum-luluğunu unutuverir.

İmam Musa Kazım (aleyhisselam)ın deveci Safvan'a buyurdukları, bundan da şümüllü ve derindir. Safvan, İmam'ın şiasındandır ve sözüne inanılır ravilerindendir. Keşşi, "Rical" inde şöyle anlatıyor:

Safvan, İmam'ın (a.s.) huzuruna girmiş, İmam (a.s.) ona, şöyle buyurmuşlardır, "Senin her şeyin güzel, ancak bir şeyin müstesna."

Safvan diyor ki:

Sana feda olayım, o şey nedir dedim. İmam, "Deveni bu adama (Harun'ur-Reşid'e) kiraya verdin değil mi" buyurdular. Ben, Allah'a and olsun ki dedim, bir kötülük, bir fenalık için vermedim; avlansın, oyalansın diye de değil; bu yolla (Mekke'ye) gitsin diye kiraladı; ben de beraber gitmedim; onunla kölemi yolladım. İmam, "Safvan" buyurdular, "Kiranı alacaksın elbette." Sana feda olayım, evet dedim. "Kiranı vermesi için hayatta kalmasını istiyor musun" diye sordular. Evet, dedim. "Ya Safvan" buyurdular. "Onların hayatta kalmalarını dileyen de onlardandır; kim onlardansa cehennemdedir."

îlahiyyat.............................................................116

Safvan, hemen gittim diyor, devemi bir başkasına sattım.

Zalimlerin yaşamalarını, mevkilerinde kalmalarını isteyen bile böyle olursa, zulümde, onlara yardım etmeyi isteyen, cevirde onları güçlendiren, hele onlara katılan, onların yaptıklannı yapan, kervanlarına uyan, emirlerini yerine getiren kişinin hali nice olur?

40- ZALİMİN HÜKMÜ ALTINDA VAZİFE GÖRMEK HUSUSUNDAKİ İNANCIMIZ

Zalimlere, bir hurmanın bir parçasıyla bile yardım edene, onların yaşayışını dileyene karşı, İmamlarımız (aleyhimüsselam), bu hükmü verirler, bu sözleri söylerlerse, hükümde onlara katılan, onlann buyruğu altında vazife gören, hele onların hakimiyetlerini kuran, o hakimiyetin rüknü kesilen, hükümlerini güçlendiren kişinin hali ne olur? "Tuhefül Ukuul" da, İmam Sadık'dan (aleyhisselam) gelen hadise göre, "Zalimin, hüküm ve kudret sahibi olnıası, tümden halkın yok olmasıdır; tümden batılı diriltmektir; zulmün, cevrin ve bozgunun izharıdır."

Ama gene İmamlardan (aleyhimüsselam) gelen riva-yetlere göre, adaleti koruması, Allah'ın sınırlarına riayet etmesi, inananlara ihsanda bulunması, marufu buyurması, münkeri nehyetmesi takdirinde, cevreden kişinin vilayeti de caizdir. İmam Musa b. Ca'fer (aleyhimesselam), "Zalimlerin kapılarında, Allah'ın kendisiyle delili aydınlattığı, vücüdiyle şehirleri güçlendirdiği,

îlahiyyat.............................................................117

dostlarından         kötülüğü         onlarla         giderdiği,

müslümanların işlerini, onlarla düzene soktuğu kişiler vardır... Onlar, gerçekten de inanmış kişilerdir; onlar, Allah'ın yeryüzündeki alametleridir; onlar, kullarının içinde Allah'ın nurlarıdır..." buyurmuşlardır. Zalim olan ıktidann hükmünde vazife almış kişilerin tutacakları yol hakkında bir çok hadisler vardır; İmam Cafer Sadık (aleyhisselam)ın Ehvaz emiri Abdullah En-Necaşi'ye yazdıkları yazı da bunlardandır.66

41- İSLAMI BİRLİĞE ÇAGIRI HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Ehl-i Beytin (aleyhimüsselam), yolu yordamı, herkesi, İslamın bekaasına, yücelmesine, müslümanların birliğine, aralarındaki kardeşliğe, gönüllerinde bir kırgınlık varsa, birbirlerine kinlenmişseler, bütün bunların giderilmesine çağırmaktır.

Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselam), "İslama ve müslümanlara yardım etmeyeceğimden, İslamda bir gedik açılacağından ürktüm" buyurmuşlar, ancak hilafet makaamını ihraz etmelerinden sonra "Rahbe"de, Gadir hadisinden bahis buyurmuşlar ve sahabeden hayatta kalanların tanıklıklarını istemişlerdir.67

66- El- Vesail'de Bey' kitabına bakınız, S.78.

67- Hutbe-i Şıkşıkıyye, üçüncü halifenin zamanından sonra irad

buyurulmuştur. (Mütercim).

îlahiyyat.............................................................118

Ömer bin Hattab, defalarca kendilerine başvurmuş, defalarca, "Eb'ül-Hasan'ın bulunmadığı zamanda mükil bir işe düşmeyeyim, Allah böyle bir şey vermesin" ve "Ali olmasaydı Ömer helak olurdu" demiştir.

İmam Hasan bin Ali (aleyhimesselam), savaşa ısrarın sonuçlarını görüp şeriati ve İslamı korumak için uzlaşma yolunu tutmuşlar, kendilerinin ve kendilerine uyanların, zulme, hatta zillete uğramalarını gözlerine almışlar, İslamın akıbeti için bu yolu tercih buyurmuşlardır. Cenab-ı İmam Huseyn-i şehid (a.s.) ise, Ümeyye oğullarına karşı durup onların kötü niyyetlerini ortaya koymazsa, İslamın yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya geldiğini görmüşler, onların zulmünü, düşmanlığını tarihte tesbit etmek, Resülullah'a (s.a.v.) ihanetlerini bildirmek, seriate karşı durumlarını beyan etmek için kıyam etmişler ve dileklerini elde etmişlerdir. İmam Hüseyn'in (a.s.) kıyamı olmasaydı İslam, tarihte eski dinler arasında anılacaktı. Şia da O'nun kıyamını, zulüm ve cevre karşı durmasını, O'nun ve O'na uyanların şehadetini, O'ndan sonraki İmamların emirleriyle tecdid ve ihya edip şehametini anarak, andırarak her yıl ve her an, İslamın ve Ehl-i Beytin fedakarlığını, Ümeyye oğullarının İslam karşısındaki durumlarını yenilemeyi, gerçek İslamı izharı şiar edinmiştir.

Ehl-i Beyt (aleyhimüsselam), İslamın yüceliğini, ençetin düşmanlarına karşı bile bu vazifeyi yüklendiklerini, İmam Zeynülabidin (aleyhisselam)ın duaları, tam anlamıyla canlandırır. Saltanat Ümeyye oğullarının elindedir; İmam'ın hürmeti gözetilmemektedir; babalarına, Ehl-i Beytlerine reva görülen zulümler,

İlahiyyat.............................................................119

Kerbela faciası hatırlardadır; kendileri yapayalnızdırlar; bütün bunlara ragmen gene de Islam askerine yardim etmesi, müslümanların yücelmeleri, sağ-esen kalmaları için Allahu Taala'ya dua etmektedirler. İmam'ın (a.s.) bir tek silahı kalmıştır; o da dua ile ilahi maarifi yaymaktir. Şiasına, İslam askerine ve müslümanlara nasıl dua etmek gerektiğini, "sınırlardakilere dua" adıyla tanınan dualarında telkıyn buyurmaktadırlar; buyuruyorlar ki: "Allah'im, Muhammed'e ve al-i Muhammed'e salavat ver. Sen onların (sınırları koruyan müslüman askerlerinin) sayilarim çoğalt, silahlarını keskinleştir, bulunduklan yerleri koru, topluluklanni diizene koy, işlerini düzüp koşarak ihtiyaçlarını gider; onlara yardım ederek güçlendir onları; onlara sabır ihsan ederek yardım et, hilelerden koru onları." Ve dua, kafırlerin bozguna uğramalarını diledikten sonra şöyle devam eder: " Allah'ım, böylece müslümanların bulunduklan yerleri güçlü bir hale getir, ülkelerini koru; mallarını çoğalt onları savaştan kurtarıp kulluğuna yönelt; düşmanlarla uğraşmaktan kurtar da seninle münacata koyult; sonucu, yeryüzünde senden başkasına kulluk edilmesin, senden başkasına secde edilerek yere baş konulmasın." Bundan başka, dualarının en önlerinde savaşın amacını, faydasını bildirmedeler, savaşta gereken şeyleri anlatmadalar, düşmandan korunmayı belletmedeler ve bütün bunlarla beraber Allahu Taala'nın haramlarından sakınmalarını, ancak O'nun rızası için ihlasla savaşa sarılmayı dilemedeler.

îlahiyyat.............................................................120

Öbür İmamlar da, zamanlarındaki kudret sahiplerinden çeşitli zulümlere uğradıkları halde, kendilerine uyanlara dini hükümleri bildirmeye çalışmışlardır. Zamanlarında Aleviler'in ve başkalarının kıyamlarında, onların hiç bir rolled yoktur; aksine bu ayaklanmalar, emirlerine ve uyanlanna da aykırıdır. Çünkü onlar, ancak İslam devletinin bekasını ve korunmasını amaç edinmişler ve bunda herkesten, hatta Abbas oğullan halifelerinden daha fazla, daha ileri bir gayret göstermişlerdir.

Bu hususta İmam Musa Kazım'ın (a.s.) şiasına vasiyyetlerini okumak yeter:68

İşte böyle olmakla beraber çağımızdaki bazı yazarlar, şia'yı gizli ve yıkıcı bir toplum, isyancı ve öc alıcı bir taife olarak göstermedeler. Evet, Ehl-i Beytin talimlerine uyan müslüman, zulümden ve zalimlerden nefret eder; kötülükte bulunanları hoş görmez; onlara yardım edenleri aşağılık sayar; bu, soydan soya, onlarda mevcut olan bir haslettir; fakat şia'nın şiarı hiç bir vakit gadr ve hile değildir; yolları-yordamları, hiç bir zaman, İslam adını taşıyan ıktidara karşı, gizli-açık isyan etmeye yönelmemiştir; Şia, hiç bir vakit, yolu, hareketi ne olursa olsun, müslümana karşı kötülük düşüncesine kapılmamıştır ve bu gerçek yolu, İmamlannın talimiyle seçmiştir. Allah'ın birliğine, Rasülüllah'ın (s.a.v.) risaletine inanan müslümanın kanı, malı, ırzı, "Müslümanın malı, ancak onıın razılığıyla helal olur" hükmünce,

68- El-Vesail; Marufu Buyurmak, Münkerden Nehyetmek babı:

27.

îlahiyyat.............................................................121

müslümana haramdır; müslüman, müslümanın kardeşidir; aşağıdaki bahiste, bu kardeşlik hakları izah edilecektir.

42- MÜSLÜMANIN, MÜSLÜMAN ÜZERİNDEKİ HAKKI, BUNA DAİR İNANCIMIZ

İslam dininin en güzel ve en yüce çağrısı, rütbeleri, mevkileri, nisbetleri, vazife ve dereceleri, birbirinden ayrı da olsa, bütün müslümanları kardeşliğe çağırmasıdır; maal'esef müslümanların da bugün ve bundan önceki çağlarda, en fazla önem vermedikleri şey, bu İslam kardeşliğidir.

Bu kardeşliğin icab ettirdiği şeylerin en basit özeti, İmam Sadık'ın (a.s.) "Müslüman, kendisi için sevdiği, dilediği şey'i, müslüman kardeşi için de sever ve diler; kendisi için istemediği şey'i, onun için de istemez" buyruğuyla ifade edilmiştir.

Ehl-i Beytin (aleyhimüsselam), istediği bu basit görünen huy, ne yazık ki bugün müslümanlar için en ağır bir teklif mahiyetini almıştır; çünkü müslümanlar, bugünkü huylarıyla İslam ruhundan uzaklaşmışlardır. Bu buyruğa dikkat edilirse, bu sözün anlamı düşünülürse, müslümanlardan hiç birinin, başka bir müslümana zulmetmesi, kötülükte bulunması, yalan söylemesi, malını çalması, aleyhinde bulunması, kötülüğünü söylemesi, onu, kötü bir töhmet altına alması, olmayacak şeylerle kınaması, onu alçaltması, ona karşı ululanması gerekmiyecektir.

İlahiyyat.............................................................122

Evet, bu kardeşlik huyu, aralarında bütünleşse, buna riayet edilse, yeryüzünden zulüm ve düşmanlık kalkacak, insanlar, birbirlerini kardeş bilecekler, toplumun en yiice ve kutlu derecelerinde, karşı karşıya oturacaklar, eski filzoflann tahayyiil ettikleri "Medine-i fazila" yeryüzünde gerçekleşecektir. Bu takdirde, aralanndaki sevgi ve esirgeyiş yüzünden, ne hakimlere, ne mahkemelere, ne polise ihtiyaç duyulacaktır; ne hapishanelere gerek kalacaktir, ne cezai kanunlara, ne cezalara ve kisasa. Ne sömürgeciye eğilecektir insan, ne zorbaya alçalacaktır; ne de insanlara azginlar, diledikleri gibi hükmedebileceklerdir. Yer yüzü, başka bir yeryüzüne dönecek, ni'metlerle dolu bir cennet, bir kutluluk yurdu kesilecektir.

Fazla olarak şunu da söyleyelim:

insanlar arasinda sevgi kanunu hüküm siirse, dinin bellettiği kardeşlik tekamül etse, lugatlerimizden "Adi" kelimesini de silmemiz gerekecektir; çünkü adalete ve kanunlarına ihtiyaç kalmayacakdır ki sözüne muhtaç olalım. Hayrı yaymak için sevgi kanunu, kutluluk ve huzur, yetecektir bize. Insan, ancak sevgiyi yitirince adalet sözünü söylemeye, onun kanununu dilemeye muhtaç olur. Ama herkes, birbirini baba-oğul ve kardeş gibi sever, birbirine böyle muamele ederse, bu sevgi yeter-gider, adalete başvurmaya lüzum kalmaz.

Alemdeki kötülüklerin sırrı şu: İnsan ancak kendisini sever, kendisine yarayanı ister, dilediğini elde etmeye çalışır; başkasının buna sahip olmasim da istemez. Ama adaletin, ihsanin en güzel tarzı, bütün insanlar arasinda yayilsa, herkes, karşısındakini kendisi gibi sever,

îlahiyyat.............................................................123

İnsanda bu gerçek kardeşlik duygusu meydana gelince din, bu duyguyu yaymayı üstlenir; İslami irşad, insanı bu yöne yöneltir. Bundan, bu duygudan mahrum kalan insan, ancak ad bakımından müslümandır; gerçekte ise, Allah'dan bir nasıybi yoktur onun.

İşte bu yüzdendir ki kardeşlik hakları, dinin tatbiki en güç talimlerindendir ve bundan dolayıdır ki Ebu-Abdullah Ca'fer-üs-Sadık (aleyhisselam), ashabından Mualla bin Huneys'in sorularına şu suretle cevab vermişlerdir; Mualla diyor ki:

İmam'a, "Müslümanın, müslümandaki hakkı nedir?" diye sordum. Ebu-Abdullah (a.s.) "yedi vacib hakkı var; onlardan bir tanesi bile yok ki ona vacib olmasın; o haklardan birini yitiren, Allah'ın vilayetinden, itaatinden çıkmıştır; Allah'dan bir nasıybi yoktur onun" buyurdular.

Feda olayım sana dedim, onlar nelerdir?

Buyurdular ki: "Ya Mualla, ben seni esirgedim; yitirirsin, koruyamazsın; belletirim, tutmazsın diye korkuyorum."

-Güç-kuvvet ancak Allah'ın dedim. Bunun üzerine İmam, yedi hakkı söylemeye başladılar; ve şöyle buyurdular:

1-  En basit hakkı, kendin için sevdiğini, onun içinde sevip istemen; kendine istemediğini, hoş görmediğini, onun için de istememen, hoş görmemen.

2-  Onun öfkesinden çekinmen, razılığını elde etmen, emrine itaat eylemen.

3-   Ona, canınla, malınla, dilinle, elinle, ayağınla yardım etmen.

4- 0nun, gözü, dili, aynası olman.

îlahiyyat.............................................................124

5-   O açken doymaman, sususzken su içmemen, çıplakken giyinmemen. Senin bir hizmetçin var da onun yoksa, hizmetçini, onun elbisesini yıkaması, yemeğini hazırlaması, döşeğini yayması için ona göndermen.

6-   Ona hayırda bulunman, davetine icabet etmen, hastasını dolaşıp hatırını sorman, cenazesine gitmen. Bir ihtiyacı varsa gidermen, onun istemesini beklememen, ondan önce davranman.

Ondan sonra İmam, şu cümleyle sözlerini bitirdiler:

7-   Bunları yaparsan, dostluğunu, onun dostluğuna ulaştırdın, onun dostluğunu da kendi dostluğuna kavuşturdun."

Bu hadisin mazmununa uygun olarak İmamlarımızdan bir çok hadisler rivayet edilmiştir ki bunlar, "Kitab'ül-Vesail" in çeşitli bablarında mevcuttur.

Ehl-i Beyt'ten (aleyhimüsselam), gelen hadislerdeki kardeşliğin, onlann Şiasına mahsus ve münhasır bir kardeşlik olduğu zannı uyanabilir; fakat gelen rivayetlere müracaat, bu zannı ortadan kaldırır; Muaviye bin Veheb'in rivayet ettiği şu haber, bu hususta yeter:

"İmam Cafer Sadık (aleyhisselam)a dedim ki: Bizimle toplumumuz arasında, insanlardan bize karışanlarla bizim inancımızda olmayanlarla nasıl geçinmemiz gerek?

İmam (a.s.) buyurdular ki: "Uyduğunuz İmamlara bakın; onların yaptıklarını yapın. And olsun ki onlar (İmamlarınız), onların (kendi inançlarında olmayan müslümanların) hastalarını dolaşıyorlar; cenazelerine

îlahiyyat.............................................................125

gidiyorlar; onların lehinde, aleyhinde tanıklıkta bulunuyorlar, emanetlerini onlara veriyorlar."69

Ama İmamların (a.s.) kendilerine uyanlardan diledikleri, bu kardeşlikten de üstün. Şia'nın tarif ve tavsifıne dair bazı hadisler naklettik; İmam Sadık (aleyhisselam) ile Eban bin Tağlib'in şu konuşması, bunu daha da aydınlatır. Eban diyor ki:

"Ebu-Abdullah ile beraber (a.s.) tavaf etmedeydim; ashabımızdan birisi geldi; bir ihtiyacı için gelmemi istedi; bana işaret etti. Ebu-Abdullah (a.s.) bunu gördüler, ya Eban, buyurdular, bu zat, seni mi çağırıyor? Evet dedim. O da senin gibi değil mi dediler (yani tavaf etmekte, değil mi diye sordular); evet dedim. Git buyurdular, tavafı kes. Farz tavaf dedim; evet buyurdular (farz ise de kes ve git).

Eban, gittim diyor, sonra gelip huzurlarına varınca kendilerine mü'minin hakkını sordum; buyurdular ki. Bırak, sorma bunu. Israr ettim; sonra buyurdular ki:

"Ya Eban, malının yarısını onunla bölüş". Sonra bana baktılar, ne hale geldiğimi görmek istediler ve buyurdular ki: "Ya Eban, ihtiyaçları olduğu halde ihtiyaç sahiplerini kendilerinden üstün tutanlari Allah'in andığını biliyorsun değil mi: Evet dedim; malını bölüşürsen buyurdular, onu kendinden üstün tutmuş olmazsın; öbür yarısını da verirsen, o vakit onu, kendinden üstün tutmuş olursun.70
-------------------------

69- Usul'ül-Kafi; Kitab'ül-Işra, birinci bab.

70-  "Vesail'üş-Şia; Kitab'ül-Hacc; Ebvab'ül-Işra, bab: 22; 166. hadis.


 

BEŞİNCİ BÖLÜM:

MEAD

43- BA'S VE MEAD HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Allahu Taala'nın, ölümlerinden sonra, insanları, va'd ettiği günde, yeni bir yaratışla yaratacağına, dirilteceğine, itaat etmiş olanlara, va'd ettiği sevabı, mükafatı vereceğine, isyan edenleri, gene bildirdiği gibi cezalandıracağına inanıyoruz. Bu, semavi dinlerin ittifak ettikleri inancın, özetle ifadesidir. Hiç bir müslümanın, Rasul-i Ekrem'e (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), indirilen Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki beyanlanna muhalefet etmesine imkan yoktur. Allahu Taala'ya tarn ve gerçek bir inançla inanan, Hazret-i Muhammed'in (s.a.v.) hak dinle ve hidayet iizere gönderildiğine iman eden kişi, Kur'an-ı Kerim'in tekrar diriliş, sevab, ıkaab, cennet ve cehenneme dair verdiği haberlere de inanir. Kur'an-i Kerim'de bin'e yakın ayet-i kerime, ahıreti, tekrar dirilmeyi, miikafat ve miicazati bildirmektedir, Bu hususta şüpheye diişen, risalet sahibine, yahud kainatin yaratıcısına, onun kudretine hatta yalnız bunlara değil, biitiin dinlere ve şeriatlerin tümiine şiiphe ediyor demektir.

İlahiyyat.............................................................128

îlahiyyat.............................................................129

44- CİSMANİ MEAD HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Ayrıca, Mead'ın cismani olduğuna inanmak da İslamı zaruretlerdendir. Kur'an-ı Kerim, şöyle buyuruyor: "İnsan, kemiklerini hiç toplayamayız mı sanıyor? Evet, değil kemiklerini, parmak uçlarını bile düzüp koşmaya gücü yeteniz"71, "Şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey, toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız diyenlerin sözü. Oyle kişlilerdir onlar ki, Rablerine kafır olmuşlardır"72, "İlk yaratışta aciz mi kaldık ki: Hayır, ama onlar, yeni bir yaratışda şüphe içindeler"73 Kuranı Kerim Allah'ın sonsuz kudretini beyan etmekte, insana dünyada, bu varlıkla mevcut değilken yaratıldığını hatırlatmaktadır.

Cismanı mead, özetle, insanın, çürüyüp giden bedeniyle, toz olup biten kemikleriyle, kıyamet gününde,, eski şekliyle, eski hey'etiyle diriltilmesidir; buna, hesap, sırat, mizan, cennet, cehennem, sevab ve ıkaaba, yani Kur'an'da zikredilen hususların hepsine inanmaktan ibarettir. Bunlar, eski cüz'leriyle mi, yoksa ona benzer başka bir cesedle mi diriltilecek; ruhlar, bedenler gibi yok mu olup gider, yoksa mead'da, bedenlerine girinciyedek bakıy mi kalır; mead, yalnız insanlara mı mahsustur, yoksa bütün canlılar da mi diriltilecek; bu diriliş, birden mi olacak, yavaş-yavaş mi, cennet ve cehennem şimdi de var mı, gökte mi, yerde mi; mizan, manevi midir, yoksa iki kefesi olan cismani bir terazi mi; sırat, incecik bir cismani
----------------------

71-Kıyame, 344.
72-Ra'd,5.
73-Kaaf, 15.

îlahiyyat.............................................................130

yol mu, yoksa manevi doğruluk mu: Bunları inceleyip inanmaya lüzum yoktur; hepsine icmalen iman kafıdir. Esasen bunları incelemek, kelamcılara, felsefeci geçinenlere ait bir şeydir ve bu da, ne dini bir zarurettir, ne ictimai bir zaruret. Bunlarla uğraşmak, abes yere sahifeleri karalamak, kitapları doldurmaktır; çalışanların vaktini boş yere bitirir, tüketir-gider.

İnsan, gaybe ait, çevresinden hariç şeyleri idrakte aciz sahibidir. Ancak biz, Allahu Taala'nın her şey'i bilen, her şey'e gücü yeten bir mabud olduğuna inanıyoruz; O, bize meadın olacağını haber vermiştir ve biz, ölümden, bu duygu, tecrübe ve mübahase aleminden göçtükten sonra bütün bunları göreceğiz, anlayacağız. Bu alemde, duyguya, tahmine kapılıp hayale düşerek "Çürüyüp dağılmış kemikleri kim diriltir"74diyen kişinin sözünü söylemeyiz; zati bu şaşkınlığın bir dayanağı da yoktur; çünkü bu sözü söyleyen, önce nasıl yaratıldığını unutan kişidir. O, yoktu, bedenin bütün cüz'leri darmadağındı; yeryüzünden derlenip toplandı; sonunda akla, söz söyleme kaabiliyetine sahip bir insan oldu. "İnsan, kendisini, hiç şüphesiz bir katre sııdan yarattığımızı görmedi mi de şimdi o, apaçık bir düşman kesilmeye kalkışmada. Ve bize bir örnek getirmede ve yaratılışını da unutmada."75 Bu sözü söyleyen, ilk yaratılışını unutan kişiye, "Onu ilk def a yapıp meydana getiren, diriltir onu ve O, her çeşit yaratmayı bilendir"76 denir Ona,
----------------------

74- Yasin, 78.

75- Yasin, 77-78.

76- Yasin, 79.

îlahiyyat.............................................................131

şeh, kainatı bir yaratan olduğunu, ne biçim meydana getirildiğini bile idrak edemezken, şuuru, iradesi, aklı olmayan, birbirinden apayrı, birbirinden uzak zerrelerin nasıl birleşip nutfe olduğunu, sonra da o nutfenin, tedbir ve şuur sahibi, duygulu bir insan haline gelişini anlayamazken, çürümüş, dağılmış kemiklerin nasıl yeniden bir yaratılışa erişeceğine, ne diye şaşmaktasın denir.

Bugün, kainatı tedbir ve tasairuf eden, her şey'i bilen, her şey'e gücü yeten ve seni yoktan var eden, sana, yeniden seni yaratacağını haber vermede, bunu, bugünkü bilginle, bugünkü duygunla anlamana, keşfetmene imkan yok; bu hususta konuşmak da boş; çölde koşmaya, karanlıkta görmeye çalışmaya benziyor.

İnsan, son zamanlarda elektriği, atomu keşfetti, evvelce bunlardan bahsedilseydi, yahud biri, bunları gösterseydi, gören bunlara ya hayal derdi, ya büyü. Böyle olmakla beraber gene de hala, ne elektiriğin sırrı bilindi, ne atomun sırrı; hatta bu ikisinin özelliklerinden bin bile anlatılamadı; yaratışın, var edişin sırrı nasıl anlaşılabilir ki? Sonra da meadın, yeniden dirilişin sırrından bahse, bunu anlatmaya kalkışıyoruz!

Evet, insana, İslama inandıktan sonra, nefsine uymaması, bunun aksine, ahıretini ve dünyasını düzene sokacak şeylerle uğraşması, kadrini, derecesini, Allah katında yüceltecek şeyleri düşünüp nefsini ıslah etmesi, ölümden sonra kabir ve hesap çetinliğini müteakıp, her şey'i iyiden iyiye bilen Allahu Taala'nın manevi huzuruna nasıl çıkacağını teemmül etmesi, "Kimseden bir karşılık kabııl edilmez, kimsenin kimseye şefaati fayda vermez;

İlahiyyat.............................................................132

onlara yardim da edilmez"77 ayet-i kerimesiyle anlatilan günden çekinmesi gerektir.
-------------------------

77-Bakara, 123.

 

27 Recep 1398 H.K.

KAYNAKLARIN EN ÖNEMLİLERİ

1- Kur'an-i Mecid.

2-  Nehc'ül-Belağa.

3- E's-Sahifet'üs-Seccadiyye.

4- Usul'iil-Kafi; Muhammed b. Yakub Kiileyni vefat 328 H.

5- Tuhaf iil-Ukuul; Hasan b.Ali 4. yüzyıl. H.

6- Kamil'iiz-Ziyarat; Cafer b. Kiileyni 369. H.

7- El-İ'tikaadat;          Şeyh Saduk 369. H.

8- Evail'ül-Makaalat; Şeyh Miifid 413. H.

9- Şerhu Akaaid'is-Saduk; Şeyh Müfıd 413 H

10- E't-Tecrid; Hace Nasiriiddin -i Tusi 672. H

11- Şerh'ut-Tecrid; Allame-i Hilli 762. H.

12-  Şerh'ul-Bab'il-Hadi aşer; Fazil'ül Mıkdad 326 H.

13- El-Vesail; Hurr'ül Amili 1104 H.

14- İ'tikaadat; Meclisi, 1110 H.

15-  Usul'ül-Akaaid Min Kitabu Keşfil-Gıta; Şeyh Cafer'ül Kebir, 1227 H.

16-   Asl'uş-Şiati ve Usuliha; Şeyh Muhammed HüseynKaşif 'ül Gıta 1373 H.

İlahiyyat.............................................................133

17- Delail'us-Sıdk; Muhammed Hasan'il Muzaffer 1375 H.

-SON-