next page

back page

DÖRDÜNCÜ DELİL

Ulü'l Emr Ayeti

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'a, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e götürün; eğer Allah'a ve ahiret gününe imanınız varsa, bu sizin için daha hayırlı ve yorum olarak daha güzeldir." (59)

 Bu ayette emir sahipleri de Allah ve Resulü sırasında zikredilmiş ve onlara da Allah ve Resulü gibi mutlak itaat farz kılınmıştır. Dolayısıyla ayette geçen emir sahiplerinden maksadın masum olan emir sahipleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira aksi taktirde, emir sahibine mutlak itaati farz kılmak, Allah ve Resulü'ne de mutlak itaat farz olduğuna göre, insanları çelişkiye emretmek olur ki, bu Cenab-ı Hakk'a yakışmaz.

Çünkü masum olmayan bir emir sahibinin Allah ve Resulü'nün emirlerine ters olan emirleri de olabilir. Bu durumda hem Allah ve Resulü'ne itaat etmek gerekecektir, hem de onların emrinin aksine emreden emir sahiplerinin emrine. Bu ise çelişkiye düşmek demektir.

Nitekim Hz. Resulullah'a bu ayette geçen emir sahiplerinden hangi emir sahiplerinin kastedildiği sorulduğunda, Hazret ayette geçen emir sahiplerinin kimler olduğunu net olarak açıklayarak, insanları böyle bir şüpheye kapılmaktan kurtarmıştır.

Kısacası, Hazret ayette geçen emir sahiplerinden maksadın mutlak emir sahipleri olmadığını ve maksadın kendi halifeleri ve vasileri olarak belirttiği on iki imamın olduğunu beyan buyurmuştur. Bu konudaki hadisler, biz Ehl-i Beyt dostlarının kaynaklarında mütevatir olarak nakledilmesine ilaveten, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarında da yeterli miktarda rivayet edilmiştir.

Buna bir örnek olarak, Hz. Resulullah'ın sahabelerinden Abdullah bin Cabir'in hadisini zikredebiliriz. Abdullah bin Cabir şöyle diyor: "Allah'a, Resulü'ne ve emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu bildiren ayet indiği gün Peygamber'e sordum: "Allah ve Resulü'nü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?"

Hazret şöyle buyurdular: Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebu Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin, sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan Muhammed bin Ali'dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa bin Cafer, sonra Ali bin Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki saklantısı olan, benim isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali'nin oğludur." (60)

Hz. Resulullah'ın bu hadisinin de tanıklık ettiği üzere, mezkur ayette geçen emir sahiplerinden bütün emir sahipleri kastedilmemiştir. Aksine, ayette geçen emir sahipleri, Cenab-ı Hak ve Hz. Resulullah gibi mutlak itaatin farz olduğu emir sahipleridirler. Böyle emir sahipleri masum olan emir sahiplerinden gayrisi olamaz.

Nitekim, Hz. İbrahim'in imamet makamına getirilmesinde de Hazret, kendi zürriyeti için aynı makamı arzulayınca, Cenab-ı Hak zalim kimselerin, yani Hz. İbrahim gibi masum olmayanların böyle bir makama sahip olamayacaklarını belirttiğini daha önce görmüştük. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de, biz Ehl-i Beyt dostlarının inancını doğrulayan ayrı bir delildir. Bu ayete, Hz. Resulullah'ın konuyla ilgili hadislerini de eklediğimizde, Hz. Resulullah'tan sonra Hz. Ali ve onun on bir evladının Allah'ın imamet makamına getirdiği imamlar olduğuna delil olmaktadır.

BEŞİNCİ DELİL

Mubahele Ayeti

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Sana (İsa'nın Allah'ın kulu olduğu hususunda) ilim geldikten sonra, seninle tartışan olursa söyle: "Gelin evlatlarımızı ve evlatlarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, canlarımızı ve canlarınızı çağıralım, sonra da dua edip; Allah'ın lanetini yalancıların üzerine koyalım." (61)

Bu ayetin nazil olma hadisesi kısaca şöyle gelişmiştir: Necran Hıristiyanlar'ından bir grup Medine'de Hz. Resul (s.a.a)'in huzuruna gelip Hz. İsa (a.s) ve diğer bazı konularda, İslam Peygamberi (s.a.a)'e sorular sorarlar. Hazret kendi kitaplarından mantıklı yollarla, onları ikna etmeye çalışır. Ama onlar hakikati kabul etmezler. Bunun üzerine, Allah Teala yukarıda zikrettiğimiz ayeti nazil ederek Hz. Resulullah'a onları lanetleşmeye çağırmasını ve böylece kimin hakikat üzere olduğunun belirlenmesini emreder.

Bu emri alan Aziz İslam Peygamberi, ikna olmayan Necran Hıristiyanlar'ını mubaheleye ve lanetleşmeye davet eder. Onlar da kabul edip, tayin olunan gün ve mekanda mubahaleye hazır olurlar. Ancak mubahele edilmeden önce Hıristiyanlar'ın büyüğü yanındaki gruba şöyle der: "Eğer Muhammed (s.a.a) en yakın öz akrabalarıyla lanetleşmeye gelirse, onunla lanetleşmeye yanaşmayın. Zira bu durumda ondan korkulur. Ama eğer bütün ashabını toplar bir padişah havası içerisinde gelirse, onunla lanetleşmekten hiç korkmayın. Çünkü onun bu davranışı doğru olmadığını ve sadece saltanat peşinde olan şöhret sever biri olduğunu kanıtlamaktadır."

Kendi aralarında böyle bir karar alan Necran Hıristiyanlar'ı bir de görürler ki; Hz. Muhammed (s.a.a) sadece beş kişilik bir grupla mubaheleye hazır oldu. Bunu gören Hıristiyanlar'ın büyüğü, Hazret'in yanındakilerin kimler olduğunu sorar. Ona; Hazret'in yanı başında olan gencin amcası oğlu ve damadı, arkalarından gelen kadının biricik sevgili kızı Hz. Fatime, iki taraflarında bulunan çocukların da torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğu cevabı verilir.

Bu cevabı işiten Hıristiyanlar'ın büyüğü, o nurlu yüzlere iyice baktıktan sonra: "Andolsun Allah'a, öyle yüzler görüyorum ki, eğer Allah'tan isterlerse dağları yerinden oynatır. En iyisi, ey Hıristiyan topluluğu! Eğer yok olmanızı istemiyorsanız, bu yüzlerle lanetleşmeye yanaşmayın ve İslam hükümetine vergi vermeyi kabul ederek Muhammed ile barışın" der.

Böylece Hıristiyan büyükleri mubahele etmeden, vergi vermeyi kabul ederek oradan ayrılırlar.

Mubahele olayında, Hz. Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyin (a.s)'dan başka kimsenin Hz. Resulullah ile birlikte olmadığı hususunda bütün İslam ümmeti ittifak etmiştir.

Gazi Nurullah Şuşteri "İhkak-ül Hak" adlı kitabında şöyle yazıyor: "İslam müfessirleri, ayette geçen, oğullarımızdan maksadın Hz. Hasan ve Hüseyin, kadınlarımızdan maksadın Hz. Fatime ve canlarımızdan maksadın da Hz. Resulullah ve Hz. Ali olduğu hususunda ittifak etmişlerdir." (62)

Bu ayetin Hz. Ali (a.s)'ın imametine delil oluşu şu açıdandır ki, Allah Teala bu ayeti kerimede Hz. Ali'yi Resulullah'ın nefsi (kendisi) makamında saymıştır.

Nitekim, İbn-i Abbas'ın Hz. Resulullah (s.a.a)'tan naklettiği hadiste de İslam Peygamberi (s.a.a) Ümmü Seleme'ye hitaben: "Ali bendendir, ben de Ali'denim. Onun eti kanı bendendir. Onun bana olan nispeti, Harun'un Musa'ya olan nispeti gibidir" buyurmaktadır. Bu durumda Hz. Ali, nübüvvet hariç her konuda Hz. Resulullah'ın konumuna sahip olur. Bu ayet bu manayı ima etmektedir. Dolayısıyla Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra Hz. Ali Hazret'le aynı konum ve makamda olduğundan, bütün Müslümanlar'ın o Hazret'e itaat etmesi gerekir. Zaten imamet makamı bundan gayri bir şey değildir.

ALTINCI DELİL

İbn-i Abbas'ın Hadisi

Ebu Belec şöyle der: "Amr bin Meymun dedi ki; ben İbn-i Abbas'ın yanında oturuyordum. Bu sırada dokuz kişi geldi ve ona şöyle dediler: "Ya bizimle gelirsin ya da meclisi boşaltır bizimle yalnız konuşursun." İbn-i Abbas onlara: "Hayır ben sizinle gelirim" dedi ve onlarla birlikte bizden uzaklaşıp, biraz konuştular. O zamanlar henüz Abbas'ın gözleri kör olmamıştı. Onların konuşması bir süre çekti ve biz onların ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ancak İbn-i Abbas onlardan ayrılıp bize dönünce yakasını silkerek ufluyor ve şöyle konuşuyordu:

 "Onlar öyle bir kişi aleyhinde konuşuyorlardı ki, o hiçbir kimseye nasip olmayan ondan fazla fazilet sahibidir.

Onlar öyle bir kişinin aleyhinde konuşuyorlardı ki, Hz. Resulullah (Hayber savaşında) onun hakkında: "Öyle bir kişiyi göndereceğim ki, Allah onu hiçbir zaman mağlup etmez. Allah ve Resulü'nü sever, Allah ve Resulü de onu severler" buyurdu. O zaman herkes o kişinin kendisi olmasını arzuladı. Ama Resulullah: "Ali nerededir?" dedi. Bunun üzerine Ali geldi, fakat gözlerinin ağrımasından dolayı göremez durumdaydı. Resulullah onu böyle görünce, ağzının suyuyla Ali'nin gözüne sürdü ve sancağı üç kere sallayarak ona verdi. Böylece Ali (Hayber kalesini fethetti ve esirlerle birlikte sonradan Hz. Resulullah'ın zevcelerinden olan) Safiye bint-i Huyey'i de alarak geri döndü.

Yine Hz. Resulullah (Mekke'de okunmak üzere) Tevbe Sûresi'ni falanla (Ebu Bekir'le) gönderdi sonra da Ali'yi onun peşinden göndererek ondan almasını emretti. Ali de Tevbe Sûresi'ni ondan aldı. Hz. Resulullah bu konuda şöyle buyurdu: "Bu sûreyi ancak benden olan ve benim de ondan olduğum bir kimse götürebilir."

Yine Hz. Resulullah (s.a.a) (İnzar ayeti indiği zaman) kendi amca çocuklarına: "Hanginiz dünyada ve ahirette benim yardımcım olmaya hazırsınız?" buyurdu. Bu sırada Ali de onunla beraber oturmaktaydı. Onların hepsi bunu reddettiler ve yalnızca Ali: "Ben dünya ve ahirette senin yardımcınım" dedi. Hz. Resulullah da ona: "Sen dünya ve ahirette benim velimsin" dedi. Hz. Resulullah yine onlara: "Hanginiz dünya ve ahirette benim yardımcım olmaya hazırsınız?" buyurdu. Onlar yine bunu reddettiler ve yalnızca Ali: "Ben dünya ve ahirette sana yardım etmeye hazırım" dedi. Hz. Resulullah da ona: "Sen dünya ve ahirette benim velimsin" dedi.

Yine Ali, Hatice'den sonra ilk iman eden şahıstır.

Yine Hz. Resulullah (s.a.a) abasını alıp Hz. Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyin'in üzerine atarak: "Ey Ehl-i Beyt'im Allah sizden her türlü ricsi (kirliliği) giderip tertemiz kılmak ister" buyurmuştur.

Yine Ali, Hz. Peygamber (s.a.a)'in elbisesini giyerek, müşriklerin kendini taşladığı bir durumda onun yatağında yatarak kendi canını feda eden bir kimsedir."

Yine İbn-i Abbas devam ederek şöyle dedi: "Hz. Resulullah (s.a.a) "Tebük" savaşına gittiğinde insanlar da Hazret'le birlikte hareket ettiler. Ali Hazret'e: "Ben de sizinle beraber gelmek istiyorum" dedi. Hz. Resulullah (s.a.a): "Hayır" dedi. Bunun üzerine Ali ağladı. Bunu gören Hz. Resulullah ona: "Mevki açısından bana oranla Harun'un Musa'ya olan mevkisine sahip olmak istemiyor musun? Ancak benden sonra peygamber olmayacaktır. Seni kendi yerime halife kılmadan gitmem doğru olmaz" buyurdu.

Yine Hz. Resulullah (s.a.a) ona: "Sen benden sonra her mü'min erkek ve kadının velisisin" buyurmuştur.

Yine İbn-i Abbas şöyle dedi: "Hz. Resulullah (s.a.a) Ali'nin evinden mescide açılan kapı dışında bütün ashabın evlerinden mescide açılan kapıları kapattırdı ve böylece yalnızca Ali cünüp olarak bile mescide girebiliyor ve Ali'nin ondan başka yolu yoktu.

Yine Hz. Resulullah (s.a.a) onun hakkında: "Ben kimin mevlası -efendisi- isem Ali de onun mevlasıdır..." buyurmuştur. (63)

Hakim bu hadisi, "Müstedrek-üs Sahiheyn" kitabında naklettikten sonra şöyle yazmıştır: "Bu hadis sahih senetle bize ulaşan bir hadistir. Ancak Buhari ve Müslim bu hadisi naklettiğimiz ibare ile nakletmemişlerdir. Bu hadisi Zehebi de "Et-Talhis" adlı kitabında nakletmiş ve sonra da onun sahih bir hadis olduğunu kaydetmiştir.

Şimdi bu hadisi nakleden Ehl-i Sünnet kaynaklarından bazılarını zikredelim:

Hakim, "Müstedrek-üs Sahiheyn" adlı kitabının 3. cildinin 132. sayfasında, Ahmed bin Hanbel, "Müsned" adlı kitabının 5. cildinin 25. sayfasında, Nesai Şafii, "Hasaisi Emir-ül Mü'minin" adlı kitabının 61 ve 64. sayfalarında, Genci Şafii, "Kifayet-üt Talibin" kitabının 240. sayfasında, Harezmi Hanefi, "El-Menakıb" adlı kitabının 72. sayfasında, İbn-i Hacer, "El-İsabe" adlı kitabının 2. cildinin 509. sayfasında, Kunduzi Hanefi, "Yenabi-ül Meveddet" adlı kitabının 34. sayfasında, İbn-i Asakir, "Tarihi Dimeşk" adlı kitabının Hz. Ali'ye ait bölümünün 1. cildinin 183, 243, 250 ve 251. sayfalarında, Muhibbiddin Taberi Şafii, "Riyaz-ün Nazre" adlı kitabının 2. cildinin 269 ve 270. sayfalarında, Belazuri, "Ensab-ül Eşraf" adlı kitabının 2. cildinin 106. sayfasında vs.

Bu hadis, Hz. Ali (a.s)'ın Hz. Resulullah'ın veliahdı ve halifesi olduğunu gösteren kesin kanıtlardan bir diğeridir. Sizce Hz. Resulullah'ın Hz. Ali'ye hitaben buyurduğu: "Sen dünya ve ahirette benim velimsin" sözünü o Hazret'in veliahdı ve hilafetinden başka bir anlama yorumlamak mümkün müdür? Doğrusu biz başka bir anlam veremiyoruz.

 Yine Hz. Resulullah Hz. Ali'nin kendine oranla Hz. Harun'un Hz. Musa (a.s)'a oranla taşıdığı mevkie sahip olduğunu belirtmiş ve bundan sadece nübüvvet makamını istisna etmiştir. Demek ki, nübüvvet makamı hariç, Hz. Ali Hz. Harun'un Hz. Musa'ya nispet taşıdığı mevkiin tamamına sahiptir.

Şimdi Hz. Harun'un hangi mevkie sahip olduğunu görelim. Kur'an-ı Kerim Hz. Harun'un Hz. Musa'nın veziri, yardımcısı, işlerinin ortağı ve halifesi olduğunu belirterek, Hz. Musa'nın ümmetine Hz. Musa'ya itaat etmenin farz olduğu gibi, Hz. Harun'a da itaat etmenin farz olduğunu açıklamış ve her ikisinin de itaatlerinin farz olması açısından aynı konuma sahip olduklarını vurgulamıştır.

Bakınız; Allah Teala Tur-i Sina'da Hz. Musa (a.s)'a: "Firavun'a git, doğrusu o azmıştır" (64) diye emir verdiğinde, o Hazret Hak Teala'dan: "Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun'u bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl ki, Seni daha çok tesbih edelim ve çokça analım. Şüphesiz Sen bizi görmektesin" (65) isteğinde bulunuyor. Hak Teala da: "Ey Musa! İstediğin sana verildi" (66) buyurarak Hz. Musa (a.s)'ın duasına icabet ettiğini belirtmiştir. O halde Hz. Harun Hz. Musa (a.s)'ın veziri, görev arkadaşı ve yardımcısıdır. Hz. Resulullah da peygamberlik hariç Hz. Ali (a.s)'ın aynı mevkie sahip olduğunu beyan buyurduğuna göre, Hz. Ali de o Hazret'in veziri, görev arkadaşı, halifesi ve yardımcısı olur.

Bu durumda acaba bu hadisten, Hz. Ali'nin Hz. Nebiyy-i Ekrem'e oranla ümmetinin en hayırlısı, hayatında ve ölümünde ona en layık olanı, onun işlerini yürüten veziri ve sağlığında bile itaatinin farz olduğu vezir ve halifesi olduğu ortaya çıkmıyor mu? Özellikle de Hz. Resulullah kimseye bir şüphe yeri bırakmamak için Hz. Ali (a.s)'a hitaben: "Seni kendi yerimde halifem olarak bırakmadan gitmem doğru olmaz" buyurmuştur.

O halde Hz. Ali, Hz. Resulullah'ın hayatında bile o Hazret'in halifesi ve veziri olup, Cenab-ı Nebi'nin hayatında bile o Hazret'e itaat etmek farzdı.

Hatta daha ötesi, bu hadisten anlaşılıyor ki, eğer Hz. Resulullah Hz. Ali'yi kendi yerinde halife olarak tayin etmeden gitmiş olsaydı, doğru olmayan bir davranışta bulunmuş olurdu. Hazret'in "Seni kendi yerime halife kılmadan gitmem doğru olmaz" buyruğu bunu göstermektedir. Bu ise, Ali'yi halife tayin etme emrinin, Allah Teala tarafından gelmiş olduğunu göstermektedir. Çünkü aksi taktirde, Hazret doğru olmaz tabirini kullanmazdı.

Yine hadiste geçen: "Sen benden sonra bütün mü'min erkek ve kadınların velisisin" ibaresini başka bir anlama yorumlamak mümkün müdür? Biz ona hilafet makamından başka bir anlam veremiyoruz. Ey akıl sahibi kardeşler, siz söyleyin, başka bir anlama yorumlamak mümkün müdür?

Menzilet Hadisi'nin İncelenmesi

Ancak burada üzerinde duracağımız husus, İbn-i Abbas'ın işbu hadisinde geçen, Menzilet hadisi olarak meşhur olan, Hz. Resulullah (s.a.a)'in Hz. Ali'ye hitaben buyurduğu: "Sen bana oranla Harun'un Musa'ya oranla olan mevkiine sahipsin. Ancak benden sonra peygamber olmayacaktır" sözüdür.

Bu hadis Ehl-i Sünnet'in Tebük savaşına değinen bütün hadis, tarih ve tefsir kitaplarında çeşitli tariklerle nakledilmiş olan en güvenilir ve sağlam hadislerden biridir.

Hatta bu hadisin sahih bir hadis oluşunda bütün Müslümanlar'ın ittifak ettiğini bile söyleyebiliriz. Bu hadisi Buhari de dahil olmak üzere, Ehl-i Sünnet'in bütün muteber hadis yazarları kendi hadis kitaplarında zikretmişlerdir.

İbn-i Hacer El Haysemi, "Sevaik-ül Muhrika" adlı kitabının 12. şüphesinde bu hadisi naklettikten sonra, hadis konusunda merci olan imamların bu hadisin sahih olduğunu kaydettiklerini nakletmiştir. (67)

Hatta Hz. Ali (a.s)'a düşmanlığında şüphe edilmeyen isyan taifesinin imamı Muaviye, o Hazret'le savaşmasına ve minberlerde o Hazret'e sövüp ve sövdürme küstahlığını göstermesine rağmen, bu hadisi inkar etmemiş ve Sa'd bin Ebu Vakkas'ı Hz. Ali'ye sövmeye emrettiğinde Sa'd'in Muaviye'nin bu teklifini yerine getiremeyeceğine gerekçe olarak bu hadisi gösterince, onunla bu konuda tartışmaya girmeyerek Sa'd'i, Hazret'e sövmekten muaf tutmuştur.

Bakınız, bu olayı Sahih-i Müslim nasıl naklediyor: "Muaviye bin Ebu Süfyan Sa'd'a: "Seni Ebu Turab'a (Ali'ye) sövmekten alıkoyan nedir?" dedi.

Bunun üzerine Sa'd şu cevabı verdi: "Resulullah'ın onun hakkında söylediği üç şeyi hatırlıyorum ve asla ona sövemem. Ben kırmızı develer yerine, onlardan birinin benim için olmasını daha çok severdim. Ben, Hz. Resulullah'ın savaşlarının birinde onu kendi yerinde bıraktığında Ali'nin O'na: "Ey Resulullah! Beni kadın ve çocuklara mı terk ediyorsun?" demesi üzerine Resulullah'ın ona: "Bana oranla Harun'un Musa'ya oranla olan mevkiinde olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamberlik yoktur" dediğini duydum.

Yine Hayber günü Resulullah: "Yarın bayrağı öyle bir kişiye vereceğim ki, o Allah'ı ve Resulü'nü sever, Allah ve Resulü de onu sever" buyurdu. Bunun üzerine hepimiz o kişi olmayı arzuladık. Ama Resulullah: "Bana Ali'yi çağırın" dedi ve Ali'yi ona getirdiler. Ali'nin gözleri ağrıyordu. Resulullah ağzının suyuyla onun gözüne sürüp bayrağı onun eline verdi. Böylece Allah, zaferi onun eliyle kazandırdı.

Yine: "Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışacak olursa, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lânetinin yalancılara olmasını dileyelim" (68) ayeti nazil olduğu sırada, Resulullah Ali'yi, Fatime'yi, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı ve: "Allah'ım! Benim Ehl-i Beyt'im bunlardır" buyurdu." (69)

Sa'd'in bu sözlerini duyan Muaviye, artık onunla tartışmaya girmedi ve Sa'd'i bu tekliften muaf tuttu.

 Bundan daha önemlisi, Muaviye'nin kendisi bile Menzilet hadisini nakledenlerden biridir.

İbn-i Hacer, "Sevaik-ül Muhrika" adlı kitabının 107. sayfasında şöyle yazıyor: "Ahmet tahriç etmiştir ki; adamın biri Muaviye'den bir soru sordu. Muaviye: "Bunu Ali'ye sor, o daha bilgilidir" dedi. O adam: "Senin bu konuda vereceğin cevap bana Ali'nin cevabından daha sevimlidir" dedi.

Bunun üzerine Muaviye ona: "Ne kötü konuştun. Sen öyle bir kişiyi istemedin ki, Resulullah onu ilimle dolduruyordu. Gerçekten Resulullah ona: "Sen bana oranla Harun'un Musa'ya oranla olan mevkiine sahipsin. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir" buyurmuştur. Ömer de bir zor meseleyle karşılaştığında onun çözümünü ondan alırdı..." dedi. (70)

İkinci halife Ömer bin Hattab da bu hadisi rivayet edenlerden biridir. Ebu Bekir Bağdadî "Tarih-i Bağdat" adlı kitabında İkinci halife Ömer bin Hattab'dan şöyle naklediyor: Bir gün Ömer, birinin Hz. Ali'ye küfrettiğini görünce, ona: "Zannedersem sen münafık birisin" dedi. Zira ben Peygamber (s.a.a)'in Hz. Ali hakkında şöyle buyurduğunu işittim: "Ali bana nispet Harun'un Musa'ya nispet sahip olduğu mevkie sahiptir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." (71)

Evet Menzilet hadisi o kadar meşhur bir hadistir ki, Ehl-i Beyt tarikinden gelen rivayetleri bir yana bıraksak bile, Ehl-i Sünnet ulemasının hemen-hemen tamamı onu nakletmiş ve sahih bir hadis olduğunda ittifak etmişlerdir.

Biz, aziz okurların araştırmalarına kolaylık olması gayesiyle bu hadisi nakleden Ehl-i Sünnet hadis yazarlarının bazılarının kitap ve hadis numaralarını aşağıda zikretmeyi uygun görüyoruz:

Sahih-i Buhari'nin 3430 ve 4066 numaralı hadisleri, Sahih-i Müslim'in 4418, 4419, 4420 ve 4421 numaralı hadisleri, Sahih-i Tirmizi'nin 2658 ve 2666 numaralı hadisleri, Sünen-i İbn-i Mace'nin 112 ve 118 numaralı hadisleri, Müsned-i Ahmet bin Hanbel'in 1384, 1408, 1423, 1427, 1450, 1465, 1498, 1514, 1522, 10842, 14111, 25834 ve 26195 numaralı hadisleri.

Ayrıca bu hadisi Hakim, "Müstedrek-us Sahiheyn" adlı kitabının 2. cildinin 337 ve 3. cildinin 109. sayfalarında, Taberi, "Tarih-ut Taberi"nin 3. cildinin 104. sayfasında nakletmişlerdir.

Yine İbn-i Asakir, "Tarih-i Dimeşk" adlı kitabının Hz. Ali'ye ait bölümünde bu konuda yüzü aşkın hadis nakletmiştir. Bu cümleden 30, 125, 148, 149, 150, 251, 272, 273, 274, 276, 277, 278, 279 vs. numaralı hadisleri zikredebiliriz.

Yine Belazuri, "Ensab-ül Eşraf" adlı kitabının 2. cildinin 106. sayfasında, İbn-i Hacer, "El-İsabe" adlı kitabının 2. cildinin 507 ve 509. sayfalarında, Nesai, "Hasais-i Emir-ül Mü'minin" adlı kitabının 76,77, 78, 79, 80, 81, 82, 83, 84 ve 85. sayfalarında, İbn-i Meğazili, "Menakıb-i Ali bin Ebu Talib" adlı kitabının 27. sayfasında, Harezmi Hanefi, "El-Menakıb" adlı kitabının 60, 74, 83, 84 ve... sayfalarında, Suyuti, "Tarih-ül Hülefa" adlı kitabının 168. sayfasında, Kunduzi El-Hanefi, "Yenabi-ül Meveddet" adlı kitabının 35, 44, 49, 50 vs. sayfalarında, Genci Şafii, "Kifayet-üt Talib" adlı kitabının 281, 282, 283 vs.. sayfalarında, Teberani, "Mucem-us Sağır" adlı kitabının 2. cildinin 22 ve 54. sayfalarında, Bağavi, "Mesabih-üs Sünnet" adlı kitabının 2. cildinin 275. sayfasında, İbn-i Esir, "Cami-ül Usul" adlı kitabının 9. cildinin 468 ve 469. sayfalarında, Suyuti, "Cami-üs Sağır" adlı kitabının 2. cildinin 56. sayfasında bu hadisi nakletmişlerdir.

Ayrıca "Kenz-ül Ümmal" kitabı c. 15 s. 139, "Riyaz-ün Nezre" kitabı c. 2 s. 214, 215, 216 ve 248, "Mişkat-ül Mesabih" kitabı c. 3. s. 242, "Feraid-üs Simteyn" c. 1 s. 122, 123, 124 ve bunlar gibi onlarca Ehl-i Sünnet'in temel hadis, tarih ve tefsir kaynak kitaplarını örnek olarak zikredebiliriz.

O halde bu hadisin sahih bir hadis oluşunda ve hatta mütevatiren nakledilen bir hadis oluşunda kimse şüphe edemez.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu hadis, Hz. Ali (a.s)'ı Nebiyy-i Ekrem (s.a.a)'e oranla Hz. Harun'un Hz. Musa (a.s)'a nispet olan mevkiinde gördüğüne göre, bundan Hz. Ali'nin Hz. Resulullah'ın veziri, görev arkadaşı, yardımcı ve halifesi olduğu ortaya çıkar. Çünkü Hz. Harun da aynı konuma sahipti. Zaten biz Ehl-i Beyt dostlarının söylediği ve inancı da budur.

Hadiste Hz. Harun'un sahip olduğu konumlardan sadece peygamberlik makamı istisna edilmiştir. Yani, Cenab-ı Nebiyy-i Ekrem: "Ancak benden sonra peygamber olmayacaktır" kaydıyla Hz. Ali'nin kendinden sonra peygamberlik makamına sahip olamayacağını belirtmiştir. Oysa Hz. Harun Hz. Musa'nın halifesi, yardımcısı ve görev arkadaşı olması yanı sıra peygamberlik makamına da sahipti.

Biz Ehl-i Beyt dostlarının inancı da budur. Biz Hz. Ali (a.s)'ın sadece Peygamber'in vasisi, halifesi, yardımcısı ve görev arkadaşı olduğuna inanıyoruz.

Bu hadisten istifade edeceğimiz diğer bir husus da, Hz. Ali'ye itaatin hatta Hz. Resulullah'ın kendi hayatında bile bütün İslam ümmetine farz olduğu konusudur. Çünkü Hz. Harun da aynı konuma sahipti. Elbette ki Hz. Ali'ye itaat etmek, ancak Hz. Resulullah'ın kendilerinin huzur şerefi olmadığı konumlarda söz konusudur. Nitekim Hz. Harun da aynı durumda idi. Yani Hz. Musa olduğu yerde Hz. Harun'a itaat söz konusu değildi ve Hz. Musa'nın bulunmadığı konumlarda Hz. Harun'a itaat etmek gerekiyordu.

Bu hadisten istifade edeceğimiz bir başka husus da Hz. Ali (a.s)'ın bu konumunun sadece Hz. Resulullah'ın hayatı dönemi veya bizimle aynı inanca sahip olmayanların Hz. Resulullah'ın bu buyruğuna muhalefet etmelerinde kendilerine bir mazeret bulmak gayesiyle yorumladıkları gibi, sadece Tebük savaşı dönemiyle sınırlı olmadığıdır.

Çünkü, Hz. Resulullah'ın "Ancak benden sonra peygamber olmayacak" tabiri, peygamberlik hariç Hz. Ali için beyan buyurduğu mevkiin kendinden sonra da devam ettiğini göstermektedir. Zira "Benden sonra" tabiri özellikle kendi vücud-i şeriflerinin hayatta bulunmadığı duruma işaret etmektedir. O halde Nebiyy-i Ekrem'in hayata veda etmesinden sonra Hz. Ali, Cenab-ı Nebi'nin istisna ettiği peygamberlik makamı hariç, Resulullah'ın buyurduğu makamların tamamına haiz idi. Biz Ehl-i Beyt dostlarının inancı da budur.

Ancak buna rağmen, bu hadisin kendilerinin önceden şartlandıkları inançlarıyla çeliştiğini gören bazıları, bu hadise ayrı yorumlar getirmek çabasına girmişlerdir.

Örneğin, bazıları bu hadisin genel olmadığını ve sadece varit olduğu zaman olan Tebük savaşı dönemine has olduğunu iddia ederek, bunun hadisteki söz gelişinden anlaşıldığını ortaya atmışlardır.

Şöyle ki; Hz. Resulullah, Tebük savaşına giderken Medine'de kendi yerinde halifesi olarak Hz. Ali'yi bıraktığında, Hz. Ali üzülerek Hazret'e: "Beni kadın ve çocuklarla beraber mi terk edip gidiyorsun?" demiş. Hz. Resulullah da ona: "Sen bana oranla Harun'un Musa'ya oranla olan mevkiine sahip olmak istemiyor musun?" buyurmuştur.

Bundan ancak şu çıkıyor ki; nasıl ki, Hz. Harun, Hz. Musa'nın sadece Tur dağına gittiğinde halifesi idi, Hz. Ali de Hz. Resulullah'ın Tebük savaşına gittiği zamanda onun halifesi idi. Artık bunu genelleştirmek mümkün değildir. Oysa siz bundan genel anlamda hilafet manasını çıkarmak istiyorsunuz.

Bunlara cevabımız şudur ki; evvela, Hz. Harun Hz. Musa'nın sadece Tur dağına gittiğinde veziri, yardımcısı ve görev arkadaşı değildi. Yukarıda zikrettiğimiz ayetten de anlaşılacağı üzere, Hz. Harun her halükarda Hz. Musa'nın veziri, yardımcısı ve görev arkadaşı idi. Hz. Resulullah da Hz. Ali'yi aynı konumda gördüğüne göre, bundan Hz. Ali'nin peygamberlik hariç, her halükarda o Hazret'in yardımcısı, görev arkadaşı ve veziri, yani halifesi olduğu ortaya çıkıyor.

Buna göre, Hz. Ali'nin hilafetini sadece Hz. Resulullah'ın Tebük savaşına gittiği zamanla sınırlandırmak hadisin ifade ettiği anlamla çelişmektedir. Yani her ne kadar, Hz. Resulullah Hz. Ali'nin bu makamını Tebük savaşına giderken açıklamışsa da bu, o Hazret'in sadece Tebük savaşı esnasında bu makama sahip olduğunu göstermez.

Çünkü Hz. Resulullah bu makamı açıklarken bir benzetme yapmıştır. Yani, Hz. Ali ile Hz. Harun arasında bir benzerlik kurmuştur. Hz. Harun da Hz. Musa'nın her halükarda yardımcı, görev arkadaşı ve veziri olduğuna göre, Hz. Ali de aynı konumda olur. O halde Hz. Ali de her halükarda Hz. Resulullah'ın yardımcısı, görev arkadaşı ve veziridir.

Evet, Hz. Resulullah bu benzetmeyi yapmadan, sadece Hz. Ali'ye: "Seni Medine'de kendi yerimde bırakıyorum" demiş olsaydı, o zaman böyle bir şey söylemek mümkün olurdu. Ama bu benzetmeyi yaptığına göre, Hz. Ali benzetilen şahsın -Hz. Harun'un- sahip olduğu bütün mevkie, onun sahip olduğu şekilde sahip olur. Hz. Harun'un mevkii ise genel olduğuna göre, Hz. Ali'nin de mevkii genel olur.

Nitekim Hz. Resulullah bir çok ashabı da Medine'de kendi yerinde bırakmıştır. Ama onlar hakkında böyle bir benzetme yapmamış veya böyle bir anlamı akla getirecek bir şey söylememiş ve sadece Hz. Ali hakkında böyle bir benzetme yapmıştır.

Acaba bu, Hz. Ali'nin hilafetinin normal anlamda bir kişiyi kendi yerinde bırakıp gitmek olmadığını göstermiyor mu? Özellikle de Hz. Resulullah'ın sadece peygamberlik makamını istisna etmesi, Hz. Ali'nin peygamberlik makamı dışında Hz. Harun'un sahip olduğu bütün makamlara sahip olduğunu açıkça ortaya koymakta ve pekiştirmektedir.

Hatta yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Hz. Resulullah'ın: "Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir" tabirini kullanması, Hz. Ali'nin bu makamının o Hazret'ten sonra devam ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu durumda hadisin özel bir zaman ve yerde açıklanmış olmasını bahane ederek, onun yalnızca belli zaman ve mekana has olduğunu iddia etmek açıkça bir yanılgıdan başka bir şey değildir.

Bundan başka, bütün usul alimlerinin de beyan ettikleri gibi, genel bir anlam ifade eden bir hadisin has bir konumda beyan edilmesi onu genellikten çıkarmaz.

Örneğin, eğer siz bir kimsenin cünüplü iken Ayet-el Kürsi'ye dokunduğunu gördüğünüzde ona: "Cünüplü insanın Kur'an ayetlerine dokunması caiz değildir" derseniz, hiçbir kimse bu hükmün has bir konumda beyan edilmiş olduğunu bahane ederek, bu hükmü sadece beyan edildiği duruma, yani Ayet-el Kürsi'ye tahsis edemez.

Yahut bir doktor, hastasının meselâ hurma yediğini gördüğünde: "Sana tatlı şeyleri yemek zararlıdır" derse, kimse sözün söylendiği özel durumu bahane ederek, sadece bunun hurmaya ait olduğunu iddia edemez. Aksine, bu sözden ona bütün tatlı şeylerin zararlı olduğunu anlar. İşte bizim bahis konusu yaptığımız hadis de bu türdendir. Yani her ne kadar bu hadis, özel bir durumda açıklanmışsa da, anlamı genel olduğu için bütün durumlara şamildir.

Daha ötesi, bahis konusu hadis, meşhur olduğu gibi sadece Tebük savaşı esnasında açıklanmamıştır. Aksine, Hz. Resulullah mükerrer olarak Hz. Ali'nin kendine oranla Hz. Harun'un Hz. Musa'ya oranla olan mevkiine sahip olduğunu beyan buyurmuştur. O halde hadisin ifade ettiği anlamı sadece Tebük savaşı dönemine tahsis etmek mümkün değildir.

 

 

(59)- Nisa:59

(60)- Muntahab-ül Eser s.101, Yenabi-ül Meveddet s.114, 117, 494, Şevahit-üt Tenzil Hakim el- Haskani el- Hanefi'nin c. 1 s. 148, Tefsir-ir Razı c. 3 s. 357, Feraid-üs Simteyn c. 1 s. 314

(61)- Al-i İmran: 61

(62)- Bkz. Sahih-i Müslim c. 2 s. 360, 4420 numaralı hadis, Sahih-i Tirmizi c. 4 s. 293 ve c. 5 s. 301, 2925 ve2658 numaralı hadis, Şevahit-üt Tenzil Hakim Haskani'nin c. S. 120, 129, El- Müstedrek c. 3 s. 150, Müsned-i Ahmet bin Hanbel c. 1 s. 185, 1522 numaralı hadis ve konuya değinen bütün tefsir, hadis ve tarih kitapları...

(63)- Müsned-i Ahmet bin Hanbel 2903 numaralı hadis

(64)- Tâhâ: 24

(65)- Tâhâ: 24. ayetten 35. ayete kadar

(66)- Tâhâ: 36

(67)- Sevaik-ül Muhrika s. 47

(68)- Al-i İmran sûresi: 61

(69)- Sahih-i Müslim 4420 numaralı hadis, Sahih-i Tirmizi 2658 numaralı hadis, Sünen-i İbn-i Mace 118 numaralı hadis, Müstedrek-us Sahiheyn c. 2 s. 109

(70)- Ayrıca bakınız: Haskani El Hanefi'nin Şevahit-ut Tenzil adlı kitabı c. 2 s. 21, İbn-i Meğazili Eş-Şafii'nin Menakıb-i Ali bin Ebu Talib adlı kitabı s. 34, İbn-i Ebu-l Hadid'in Şerh-i Nehc-ül Belağa adlı kitabı c. 18 s. 24, İbn-i Hacer'in Sevaik-ül Muhrika adlı kitabı s. 177, İbn-i Asakir'in Tarih-i Dimeşk adlı kitabı c. 1 s. 339, 369 ve Feraid-us Simteyn kitabı c. 1 s. 371

(71)- Tarih-i Bağdat c. 7 s. 452

next page

back page