back page

ONİKİ İMAM

Şimdiye kadar olan bahsimizde hem akli hem de nakli delillerin yeryüzünün ilahi önderden boş kalamayacağını iktiza ettiğini ve Kur'an-ı Kerim ayetleriyle, Hz. Resulullah (s.a.a)'tan gelen mütevatir hadislerin genel olarak Ehl-i Beyt'in önderliğini, özel olarak da Hz. Ali (a.s)'ın imamet ve velayetini ispat ettiğini gördük.

Fakat hem Ehl-i Beyt, hem de Ehl-i Sünnet kaynaklarına baktığımızda, Hz. Resulullah (s.a.a)'in sadece bununla iktifa etmediğini ve kendinden sonra kıyamet gününe kadar olacak ilahi önderlerin sayısını, hatta isimlerini bile beyan buyurduğunu görmekteyiz. Buna dair hadisler Ehl-i Beyt kaynaklarında fazlasıyla geldiği gibi, Ehl-i Sünnet kaynaklarında da yeterli bir şekilde yer almıştır. Biz bu hadislerden bazılarına burada işaret etmeyi uygun görüyoruz. Ancak, "bunlar sizin uydurma hadislerinizdir" şeklinde bir itirazla karşılaşmamak için, bu hadisleri de öncekilerde olduğu gibi, Ehl-i Sünnet kaynaklarından nakledeceğiz.

Cabir bin Semure diyor: "peygamberden işittim şöyle buyurdular: "İslam, on iki halifenin varlığıyla daima aziz kalacaktır. Sonra bir şey buyurdular, anlayamadığımdan babamdan sordum, babam: "Resulullah, imamların hepsinin Kureyş'ten olacağını beyan ettiler" (160) dedi."

Cabir bin Semure'nin bu hadisi çeşitli şekilde ve çeşitli tabirlerle nakledilmiştir. İsteyenler hadis kitaplarına müracaat ederek onun çeşitli tabirlerini görebilirler. Biz hadisin dipnotunda ilgili adreslerden bazılarına işaret etmişiz.

Abdullah bin Mesud şöyle diyor: İslam Peygamberi'nden kendisinden sonraki halifeleri hakkında sorulduğunda şöyle buyurdular: "Benim halifelerim on iki kişidirler, aynen Beni İsrail'in reisleri gibi ki, onlar da on iki kişi idiler." (161)

Yine Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetin Kureyş'ten olan on iki önderi vardır. Yalnız bırakıp, yardım etmemek onlara zarar vermez." (162)

Enes Hz. Resulullah (s.a.a)'dan şöyle rivayet ediyor: "Kureyş'ten olan on iki kişinin bu ümmete velayeti devam ettiği sürece, İslam dini sabit kalır. Bunlardan sonra dünya ve insanların hali perişan ve altüst olur." (163)

Yukarıdaki hadis farklı bir senetle şöyle nakledilmiştir: "Kureyş'ten olan on iki halifenin velayeti olduğu sürece bu ümmetin durumu aydınlık olur, şan ve şöhreti de dünyaya yayılır." (164)

 Ehl-i Sünnet ulemasından Süleyman bin İbrahim Hanefi, "Yenabi-ül Meveddet" kitabında şöyle naklediyor: Nasel isminde bir Yahudi Peygamber (s.a.a)'in huzuruna geldi ve bazı bilgiler aldıktan sonra, Hazret'ten kendisinden sonraki halifeler hakkında sordu. Hazret cevaben şöyle buyurdu: "Benim vasi ve halifem Ali bin Ebu Talib ve ondan sonra iki oğlum Hasan ve Hüseyin'dir. Hüseyin'den sonra, dokuz imam onun neslinden gelecektir." Yahudi onların isimlerinin açıklanmasını isteyince, Hazret on iki imamın isimlerini teker-teker beyan buyurdu." (165)

 İşaret ettiğimiz bu hadisler, bu anlamı ifade eden hadislerden sadece birkaç örnekti. İlgili hadis, tarih ve tefsir kitaplarına müracaat edildiği taktirde, bu kabil hadislerin çok fazla olduğu ve hatta mana açısından mütevatir olduğu görülecektir. Öyle ki, Ehl-i Sünnet ulemasından hiçbir kimse onları inkar etme yoluna gitmeyip, ileride göreceğimiz üzere, bir takım zorlamayla da olsa, onları kendi inançları doğrultusunda tevcih etmeye çalışmışlardır. Söz konusu hadislerden şu sonuçlar elde ediliyor:

a) Peygamberimizden sonraki emir sahipleri ve halifeler bizzat Peygamber'in diliyle ümmete açıklanmıştır.

b) Hazret, onların hepsinin Kureyş'ten olacağını ve sayılarının on iki olduğunu da bildirmiştir.

c) İslam dininin bekası bu ilahi önderlerin bekasıyla sınırlıdır. Onların dünyadan göçmelerinden sonra insanlar başsız kalıp kargaşa ve bozgunluğa uğrayacak ve nihayet kıyamet kopacaktır.

Nitekim, Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan Hz. Resulullah'ın: "Zamanının imamını tanımadan ölen bir kimse cahiliye ölümüyle dünyadan gitmiş sayılır"(166) mealindeki hadisi şerifi de her asırda masum imamın varlığını, onu tanımanın ve velayetini kabul etmenin gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira sıradan bir önderi tanımamanın insanın imanına bir halel getirmeyeceği açıktır.

Görüldüğü üzere, Hazret kendinden sonra on iki halife veya bazı rivayetlerde geldiği üzere, on iki amir olacağını ve onların tamamının Kureyş'ten olup İslam dininin onların varlığıyla izzet bulacağını belirtmiştir.

Ehl-i Sünnet uleması, Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu buyruklarında geçen on iki halifeyi tevcih etmekte gerçekten bir hayret ve şaşkınlık içindeler. Bir taraftan onları kendi mekteplerinin onayladığı şekilde kendi liderlerine tatbik etmeye çalışıyorlar. Diğer taraftan da bunun, ne halife diye kabul ettiklerinin sayısı bakımından, ne de bu liderlerin bir çoğunun sahip oldukları vasıflar açısından mümkün olmadığını görüyorlar. Faraza Hülefai Raşidinin tartışmasız olarak Peygamber-i Ekrem'in hadisinde geçen on iki halifeden dördü olduğu kabul edilse bile, peki Hz. Ali ile savaşarak haksız yere onca Müslüman kanı akmasına vesile olan Muaviye, nasıl Peygamber-i Ekrem'in ümmeti müjdelercesine beyan buyurduğu ve İslam'ın izzet vesilesi olacağını bildirdiği on iki halife safına katılabilir?

Oysa, kendi kitaplarında Hz. Resulullah (s.a.a)'in; "Eğer Muaviye'yi benim minberime çıktığını görürseniz, karnını yırtın veya onu katledin" (167) buyurduğunu da naklediyorlar. Hiç Hz. Resulullah (s.a.a), iftiharla sunduğu kendi halifesinin karnını yırtmasını ümmetine emreder mi?

Bundan da geçilse, açıkça bütün İslami değerleri ayak altına alan, açıktan şarap içen, köpek oynatan, zina yapan ve daha kötüsü Peygamber-i Ekrem'in namaz esnasında secdede iken boynuna çıktığında incinmesin diye kendiliğinden boynundan ininceye kadar secdeyi uzatacak kadar itina gösterdiği, ağladığını gördüğünde sözünü keserek minberden inip, bağrına basarak minbere götürüp konuşmasına devam ettiği, devamlı olarak bağrına basıp boğazından dudaklarından ve sinesinden öptüğü ve cennet gençlerinin efendisi olarak tanıttığı biricik torunu İmam Hüseyin ve yaranını tarihe yüz karası olacak nitelikte Kerbela denen yerde susuz olarak fecicesine şehid ettiği ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'ini esir edip zillet içerisinde şehir-şehir köy-köy dolaştırıp, bu yaptığından dolayı iftihar edip: "Haşimoğulları padişahlıkla oynadılar, yoksa ne bir haber gelmiştir, ne de bir vahiy inmiştir, keşke bedirde öldürülen dedelerim olsaydı da, nasıl onların kanını Muhammed'den aldığımı görseydiler" (168) diyerek açıkça kafirliğini ortaya koyma cüretini gösteren, üç gün boyunca Medine'de Peygamber'in ashabının ve tabiinin can, mal ve namusunu kendi askerlerine helal eden ve Allah'ın evi Kabe'yi taşa tutan ve daha nice cinayetler işleyen (169) Yezit gibi melun birini nasıl bu on iki halifeden sayacaklar?!

Yahut Kur'an-ı Kerim'in onun durumunu nasıl gösterdiğini bilmek amacıyla bir gün Kur'an'ı açtığında, karşısına Allah Teala'nın "Peygamberler yardım istediler ve her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardında cehennem vardır; orada kendisine irinli su içirilecektir" (170) ayeti çıktığını görünce, Kur'an-ı Kerim'i okuna hedef kılıp: "Beni inatçı zorbalıkla mı tehdit ediyorsun? İşte ben inatçı zorbayım. Kıyamet günü Rabbine gittiğinde; de ki: "Ey Rabbim! Velid beni parçaladı" diyerek Kur'an-ı Kerim'i ok yağmuruna tutan ve Yezit gibi: "Haşimi Muhammed hilafetle oynadı. Yoksa ona ne bir vahiy gelmişti ne de bir kitap. Allah'a de ki, benim yemeğimi engellesin. Allah'a de ki, benim şarabımı engellesin" diyerek, açıkça inancı olmadığını gözler önüne seren (171) Emevi halifelerinden Velid bin Yezit bin Abdulmelik'i nasıl Peygamber-i Ekrem'in kendi halifeleri olarak niteleyip İslam'ın izzet kaynağı olacaklarını belirttiği on iki halife safına katacaklar?!

Bunlar İslam'ın izzeti değil, İslam'ın yüzkarası olmuşlardır. Hiç, Allah'ın o en kutsal nuru Hz. Resulullah, bu gibi pislik insanları kendine atfederek iftiharla İslam'ın izzet vesilesi olarak tanıtır mı? Bu gibi pislikler sadece bunlarla sınırlı değildir. Emevi ve Abbasi halifelerinin bir çoğu bu kabildendir.

Evet gerçekten Ehl-i Sünnet, Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu buyruğunu kendi inançlarına uygun olarak tevcih etmek açısından büyük bir şaşkınlık içindedirler. Biri, bir takım zorlamalarla on iki halifeyi düzeltiyor, diğeri gelip onu yalanlıyor.

Ehl-i Sünnet alimlerinin önde gelenlerinden olan İbn-i Arabi Sahih-i Tirmizi'nin şerhinde şöyle yazıyor: "Biz Resulullah (s.a.a)'tan sonra hilafeti üstlenen kimselerden aşağıda isimleri zikredilen on iki kişiyi saymaktayız:

Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Muaviye, Yezit, Muaviye bin Yezit, Mervan, Abdulmelik, bin Mervan, Velid, Süleyman, Ömer bin Abdulaziz, Yezit bin Abdulmelik, Mervan bin Muhammed, Saffah..."

Böylece İbn-i Arabi kendi zamanına kadar gelen yirmi yedi Abbasi halifesini de saydıktan sonra şöyle der: "Eğer bunlardan birbiri ardına gelen on ikisini Resulullah (s.a.a)'in belirttiği halifeler olarak kabul edersek, sonuncusu Emevi halifelerinden Süleyman olur. Ama onların içinden sadece beş kişi Resulullah (s.a.a)'in gerçek hilafetinin ölçülerini taşımıştır. Onlar da ilk dört halife ve Ömer bin Abdulaziz'dir." Sonra İbn-i Arabi şöyle devam ediyor: "Doğrusu ben bu hadislerin anlamını çıkaramadım." (172)

Ehl-i Sünnet ulemasının önde gelenlerinden olan Suyuti ise, Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu hadislerini şöyle tevcih ediyor: "Resulullah (s.a.a)'in on iki halifesinden şimdiye kadar şu sekizi gelmiştir: "Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Muaviye, Abdullah bin Zübeyr ve Ömer bin Abdulaziz. Bunlara Abbasi halifelerinden Mehdi'yi de ekleyebiliriz. Zira o da Emevi halifelerinden Ömer bin Abdulaziz gibi adil idi. Onuncusu olarak da adaletiyle tanınan Tahir-i Abbasi'yi sayabiliriz. Geriye kalan ve gelmesi beklenen son ikisi ise, Ehl-i Beyt'ten olan Mehdi'dir." (173)

Ehl-i Sünnet ulemasından "Feth-ül Bari" kitabının yazarı ise şöyle yazıyor: "On iki halifeden ilk dört halife hilafete ulaşmıştır. Diğerleriyse kıyamet kopmadan önce bu makama ulaşacaktır." (174)

Böylece Ehl-i Sünnet uleması Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu buyruğunu yorumlamak hususunda her biri ayrı bir yol tutmuş ve tam bir çıkmaza girmişlerdir. Ancak onların içinde hakkı anlayanlar da vardır.

Ehl-i Sünnet'in meşhur alimlerinden Süleyman bin İbrahim Kunduzi "Yenabi-ül Meveddet" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Tahkik ehli olanların görüşü şudur: "Peygamberimizden sonraki halifelerin on iki kişi olduğunu içeren hadisler meşhurdur ve bir çok kaynaklarda nakledilmiştir. Zamanın geçmesi ve kevn-i mekanın tanıtımıyla Hz. Resulullah (s.a.a)'in hadisinde geçen on iki halife ve imamdan maksadın Ehl-i Beyt İmamları olduğu açıklık kazanmıştır. Çünkü bu hususta gelen hadisler Hülefa-i Raşidin'e sayıları dört olduğu için; Emevi ve Abbasi halifelerine de, sayıları on ikiden fazla olması ve Ömer bin Abdulaziz müstesna, hepsinin zalim olduklarından tatbik etmemektedir. Dolayısıyla bu hadisler ancak ve ancak Ehl-i Beyt İmamlarına tatbik etmektedir. Çünkü onlar ilim, takva, hasep ve nesep bakımından herkesten üstün olup, ilimleri babaları aracılığıyla ilm-i ledünni sahibi olan büyük babaları Hz. Resulullah'a varmaktadır. İlim ve tahkik, keşif ve tevfik ehli onları böyle tanımıştır." (175)

Görüldüğü üzere, Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu hadisleri iyice değerlendirildiği taktirde, biz Ehl-i Beyt dostlarının inandığı on iki imamdan başka hiç kimseye tatbik etmemektedir.

Nitekim, Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a)'in on iki halifesinin Kureyş soyundan olacağı buyruğuna açıklık getirerek, Hz. Resulullah'ın maksadının Kureyş'in Haşimi boyu olduğunu şöyle açıklamıştır: "İmamların Kureyş'ten olacaklarından maksat, Kureyş'in Haşimoğulları boyundan olmalarıdır. Çünkü diğer boyların imam olmaya liyakatleri yoktur." (176)

Ayrıca Ehl-i Beyt İmamları'nın; siyasi, ibadi, ahlaki ve ilmi yaşantıları, sahip oldukları fiziksel ve manevi kemal ve üstünlükleri, gösterdikleri mucize ve kerametler onların hak imamlar olduklarını, diğerlerinin ise hak üzere olmadıklarını kanıtlayan ayrı bir delildir.

 Ehl-i Beyt İmamları, yaşadıkları asırlarda ömürlerinin zindanlarda geçmesi veya şehadeti istikbal etme pahasına bile olsa, zalimler karşısında İslam dinini korumuşlardır. İlmi konularda her dalda sorulan sorulara cevap verip bilginleri kendi ilmi üstünlüklerine hayran bırakmışlardır.

Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'nin: "İmam Cafer Sadık (a.s)'dan iki yıllık ilmi istifadem olmasaydı, helak olurdum" şeklindeki meşhur sözü bunun en güzel kanıtlarından biridir. O, bu sözüyle, İmam Cafer Sadık (a.s)'ın öğrencisi olduğunu ve sahip olduğu kemal sayılan özellikleri o Hazret'ten kesbettiğini itiraf etmekle birlikte, kimlerin gerçek kemal sahibi olduğunu en güzel şekilde ortaya koymuştur.

Allah bizleri insanlar için feyz, bereket ve nimet vasıtası olan Ehl-i Beyt İmamları'nın yüce şan ve makamlarını tanıyıp buyruklarına amel etmede muvaffak eylesin. Allah'ın salat ve selamı Hz. Muhammet ve Ehl-i Beyti'ne olsun. 

İmamın Sıfatları

Peygamber-i Ekrem ( s.a.a)'in vasi ve halifesi olmak, halkın zahiri ve batini hidayetini üzerinde taşımak ve Kur'an-ı Kerim'in gerçek müfessiri olmak çok önemli ve ağır vazifelerdendir. Bu vazifeleri yürütebilecek kişinin görevine oranla çok önemli ve farklı sıfatlara sahip olması kaçınılmaz bir husustur. Halkın tefrikadan korunmasında ve ilahi hükümlerin uygulanmasında merci olacak makamın (imamın), her yönden zamanının fazilette en üstünü olması gerekir. Her hususta üstün olmayanın, üstün olana imamlık yapması, kabul edilemeyecek bir gerçektir.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisi hidayet olunmadıkça doğru yolu bulamayan mı? Öyle ise ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" (177)

Bu ayet-i kerimenin bu açık ve net hükmü ortadayken soruyoruz: Acaba, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'den sonra ümmetin önderliğini ve halkın hidayetini, ilmi ve adli hükümlerde sıkışıp da ilim şehrinin kapısı olan Ali Murtaza'ya baş vuran kişiler mi yürütmeliydi? Yoksa, Peygamberimizin; "Ali sizin hüküm vermede en üstününüzdür" ve "Ben ilmin şehriyim Ali de onun kapısıdır" övgülerine ve benzeri nice övgülere mazhar olan Hz. Ali ve onun aynı kaynaktan ilim alan on bir evladı mı yürütmeliydi?! Bu hususta hüküm vermeyi sağ duyulu kimselere havale ediyoruz.

Sonra üstünlük üç şeydedir: 1- Hasep ve nesep 2- İlim 3- Takva. Biz sadece bu üç sıfatı göz önüne alırsak, Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'inin ümmet içerisinde herkesten üstün oldukları apaçık meydandadır.

Hz. İmam Caferi Sadık (a.s) imamın sıfatlarını şöyle sıralıyor:

1- Masun olmalıdır,

2- Nas sahibi olmalıdır, (Allah'ın emri, resulünün açıklamasıyla tayin edilmeli)

3- Zamanın halkının ilimde en üstünü olmalıdır,

4- İnsanların en takvalısı olmalıdır,

5- Allah'ın kitabına herkesten çok alim ve arif olmalıdır,

6- Açık vasiyet sahibi olmalıdır,

7- Mucize ve delil sahibi olmalıdır,

8- Onun gözü yatsa da kalbi yatmamalıdır,

9- Gölgesi olmamalıdır,

10- Önünü gördüğü gibi arkasını da görmelidir." (178)

İmam Rıza (a.s) da şöyle buyurmuştur: İmam, ilim, hüküm, takva, hilim, cesaret dirayet, ibadet, ihsan, vb. sıfatlarda halkın en üstünü olanıdır." (179)

İmamların Gaybı Bilmeleri

Nübüvvet konusunda belirttiğimiz gibi, gaybı bilmek mutlak surette ve bizzat Cenab-ı Allah'a aittir.

Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur."(180)

Ama peygamberlerin, ilahi talimatla ve imamların Peygamber'in talimatıyla, gaybi ilimden haberdar olmalarının, yukarıda zikredilen ve benzeri ayetlerle bağdaşmayacak bir tarafı olmadığı gibi, halkın zahiri ve batini hidayetleri için gerek duyulan bir özelliktir.

Biz, kitabımızın nübüvvet bölümünde Allah Teala'nın seçtiği peygamberine gaybe dair ilim verdiği ile ilgili ayete işaret etmiş ve peygamber olmadığı halde gaybi ilim olarak nitelenen ilim sahibi olan zatların olduğunu Kur'an-ı Kerim'den örnekler vererek açıklamışız. İsteyenler oraya müracaat edebilir.

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Hiç Allah Teala'nın, yer yüzünde insanlar için imam ve hüccet karar verdiği kişiye onların ihtiyaç duyduğu konuları gizli koyması mümkün müdür?" (181)

Yine Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İmam bir şeyi bilmeyi irade ettiği zaman Allah Teala o şey hakkında onu haberdar eder." (182)

Hz. Ali (a.s) halka yaptığı bazı konuşmalarında gelecekte meydana gelecek olan olaylardan haber veriyor ve: "Bu müstakil bir gayb ilmi değildir" (183) buyuruyorlardı.

Yine o Hazret şöyle buyuruyorlardı: "Hz. Resulullah, helal ve haramdan ve kıyamete kadar olacaklardan bana bin bab ilim öğretti ve her bir babdan da bin bab ayrılmaktadır." (184)

İşte bu ilmin sahibi Hz. Ali idi ki, halka yaptığı konuşmasında: "Beni kaybetmeden önce soracağınız ne varsa sorunuz. Ben göklerin yollarını yerin yollarından daha iyi bilirim" buyuruyordu.

 Hz. Ali (a.s)'ın kendisinden sonra meydana geleceğini haber verdiği olaylardan biri de Meysem-i Temmar'ın başına gelecek olaylardan haber vermesidir. Bu olay özet olarak şöyledir:

Hz. Ali Aşığı Meysem-i Temmar

Meysem Hz. Ali'nin kölelikten kurtardığı bir kişidir. O, Hz. Ali'nin mektebinde yetişip, o Hazret'e aşık olan, eti kanı Ali sevgisiyle dolu bir şahsiyet idi.

Bir gün Hz. Ali (a.s) ona şöyle buyurdu: "Benden sonra dar ağacına asılacaksın, kılıçla vücudunu yaralayacaklar, üçüncü gün sakalın, ağız ve burnunun kanıyla kırmızıya boyanacaktır. Seni Amr bin Harisin evinin yanında dokuz kişi ile birlikte asacaklar. Senin asılacağın ağaç hepsininkinden kısa olacak. Hadi gel dalına asılacağın o hurma ağacını sana göstereyim." Hz. Ali (a.s) o ağacı Meysem'e gösterir.

İmam şehid olduktan sonra Emeviler halka musallat olurlar. Meysem şehid edileceği yıl Allah'ın evine müşerref olur ve Ümmü Seleme'yle görüşür. Ona Hz. İmam Hüseyin (a.s)'ı sorar. Meysem Hazret'in şehir dışına çıktığını öğrenince: "İmam gelince selamımı kendine ilet ve çok geçmeden onunla öbür dünyada Allah'ın huzurunda buluşacağımızı söyle" der.

Ümmü Seleme, Meysem'in sakalının muattar edilmesi için güzel kokular getirilmesini emreder. Nihayet yakında Peygamber ve Ehl-i Beyt'i uğruna kana boyanacak Meysem Kufe'ye gelir. İbn-i Ziyad'ın askerleri onu yakalayıp, İbn-i Ziyad'ın yanına götürürler. Meysem ile İbn-i Ziyad arasında şu konuşma geçer:

İbn-i Ziyad: "Allah'ın nerededir?"

 Meysem: "Zalimlerin pususunda ve sen de onlardan birisisin.

İbn-i Ziyad: "Mevlan Ali benim sana yapacaklarımla ilgili ne demişti?"

Meysem: "Asılacağımı ve asıldığım ağacın kısa olacağını haber vermiştir."

 İbn-i Ziyad: "Ben mevlan ile muhalefet olsun diye seni başka şekilde öldüreceğim."

Meysem: "Nasıl bunu yapabilirsin? Halbuki mevlam Peygamber'den, o da Allah tarafından vermiş bu haberi, Allah ile muhalefet edebilir misin? Ben şehadet yerimi daha iyi biliyorum ve ağzına dizgin vurulacak ilk Müslüman benim."

Bunun üzerine, İbn-i Ziyad çok öfkelenir ve "Şimdilik onu zindana götürün" der.

Meysem zindanda, Muhtar Sakafi'nin kurtulacağı müjdesini ona verip: "Sen Hz. İmam Hüseyin'in intikamı uğrunda İbn-i Ziyad'ı öldüreceksin" der. (Meysem'in bu haberi onun bildirdiği gibi gerçekleşmiştir.)

Nihayet Meysem'i zindandan çıkarıp, Amr bin Haris'in evinin yanındaki "önceden tanıttığı" ağaca asarlar. Halk etrafına toplanır. O asıldığı halde fırsatı münasip bilip mevlası Ali (a.s)'ın faziletlerini anlatmaya başlar.

İbn-i Ziyad'a Meysem'in, onu rezil ettiğini söylenir. O da Meysem'i susturmak için ağzına dizgin takmalarını emreder. Böylece, Hz. Ali (a.s)'ın haber verdiği gibi o Ehl-i Beyt aşığı şehadete erişir. Allah'ın selamı ona olsun." (185)

Netice olarak inanıyoruz ki, on iki imam bir şeyi bilmeyi irade ettikleri zaman, ilahi talim, ilham ve teyit yoluyla biliyorlardı ve gayb alemiyle olan irtibat Masum İmam vasıtasıyla devam edecektir.

Sadr-ül Müteallihin (Molla Sadra) "Gaybın Kilitleri" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Gerçekte vahiy, yani meleğin görevi gereği hükümleri peygambere getirmek kastiyle inmesi kesilmiştir. Ama ilham ve işrak kapısı asla kapanmamıştır ve kapanmayacaktır. Bu kapının kapanması mümkün değildir."

Ayrıca Masum İmamlar'ın vazife alanları toplumun zahir ve batınına dönük olduğundan, bir takım sırlara, hassa ve hayatî meselelere diğerleriyle mukayese olunmayacak derecede, alim ve arif olmaları, akıl ve mantık yoluyla ispat olunan konulardandır.

İmamın Masum Olması

İmamlarımızın önemli sıfatlarından birisi de, peygamberlerde olduğu gibi ismet sıfatıdır.

Masum sözlükte korunmuş ve muhafaza edilmiş anlamındadır. Istılahta ise masum, ilahi teyitle hata, yanlışlık ve günahtan korunan bir kimseye denir. Masum, basiret gözü açık olan, yaratılış dünyasının hakikatlerini görebilen, gayb alemiyle irtibatlı olan, ilahi teyitlerle günah ve Allah'a muhalefetten kaçınan kimsedir.

Biz Ehl-i Beyt dostları, peygamberler gibi, on iki imamın da masum olmaları gerektiği inancındayız.

Elbette nübüvvet bölümünde de işaret ettiğimiz gibi, masumiyetin anlamı, masum olan kişinin Allah'a muhalefet etmeye kadir olmaması ve gayri ihtiyari itaat zorunluluğu değildir. Zira bu bir fazilet ve üstünlük olmadığı gibi, masum olan kişiyi, insanı üstün kılan en önemli özellik olan ihtiyar sıfatından yoksun saymak olur ki bu, çok büyük bir eksikliği Allah'ın hücceti olan peygamber ve imama yakıştırmak olur. Peygamber ve imamın masumiyeti, onların basiret gözlerinin açık olması sayesinde her şeyin hakikatini görmekte ve sahip oldukları ilahi ilim ve teyitte yatmaktadır.  

Nübüvvet bölümünde masumiyet konusuna tafsilatlı olarak değindiğimiz için burada kısaca üzerinde duracağız.

İmamların da peygamberler gibi masum oldukları ilgili kitaplarda geniş olarak ele alınmış ve bir çok akli ve nakli deliller zikredilmiştir. Bizim maksadımız ihtisar olduğundan bütün bu delillere değinmemiz mümkün değildir. Ancak özet olarak şu delillere işaret edebiliriz:

a) İmameti zorunlu kılan deliller bölümünde de işaret ettiğimiz üzere, Allah Teala Hz. İbrahim'e imamet makamını verdiğinde, Hz. İbrahim'in bu makamı kendi zürriyeti için de isteyince, Allah Teala bu makamın kendi ahdi olduğunu buyurmuş ve zalim olanlara ulaşamayacağını bildirmiştir. Bu ayet-i kerimeden imamet makamına gelen kişinin zalim olmaması, yani masum olması gerektiği anlaşılmaktadır. Zira zulüm Kur'an-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır.

1- Allah'a şirk koşmak zulüm sayılmıştır. "...Şüphesiz şirk çok büyük bir zulümdür..." (186)

2- Kullara zulmetmek, "Asıl kınama yolu, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere azgınlık yapanlara karşı vardır..." (187)

3- İnsanın kendi hakkında zulmetmesi, "...Onlardan (insanlardan) kimi kendi nefsine zulmeder..." (188)

Zulmün sözlük anlamı, haddi aşmak ve bir şeyi layık olmadığı yer ve konuma getirmektir. (189)

Dolayısıyla ister kasti, ister sehvi olsun her türlü hata, günah ve haddi aşmayı kapsamı altına alır. Sehvi olan hata ve günahlara cezai müeyyidelerin verilmemesi, makam itibariyle zalim olmamanın şart olduğu hususlarda, sehvi hatalar açısından bile zalim olmamalarının şart koşulmasına bir halel getirmez. O halde imam olacak kimsenin sehvi hata ve günahlardan bile masum olması gerektiği bu ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır.

b) Hz. Ali (a.s)'ın imametinin ispatı bölümünde de gördüğümüz üzere, Allah Teala Ulü'l Emr olarak isimlendirdiği kimselere de, Allah Teala ve Resulü gibi mutlak itaati farz kılınmıştır. (190)

Ulü'l Emirlerin de Hz. Resulullah (s.a.a)'in hadisleriyle Hz. Ali ve on bir evladı olduğu açıklandığına göre, on iki imamın masum oldukları ortaya çıkıyor. Zira, Allah Teala'nın masum olmayan kimselere mutlak itaati farz kıldığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey Allah'ın hikmet ve şefkatiyle bağdaşmamakla birlikte, kendi ve Resulü'ne farz kıldığı mutlak itaat emriyle de çelişmektir. Allah Teala çelişkiye emretmekten ve sonsuz hikmet ve şefkatine aykırı davranmaktan münezzehtir. O halde, bu ayet de imamların masum olduklarını ispatlamaktadır.

c) Allah Teala şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah her çeşit pislik ve noksanlığı siz Ehl-i Beyt'ten gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur."(191)

Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda hadisler, zikredilen ayetin Peygamber-i Ekrem, Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyin (Allah'ın selamı onlara olsun) hakkında nazil olduğunu beyan etmektedir.

Ömer bin Ebu Selme şöyle rivayet ediyor: "Zikredilen ayet Ümmü Seleme'nin evinde nazil oldu. Sonra Hz. Resul (s.a.a) Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyin'i yanına çağırdı ve mübarek abasını onların üzerine atarak şöyle buyurdu: "Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Her çeşit pislik ve noksanlığı onlardan gider ve onları tertemiz kıl." Ümmü Seleme: "Ey Resulullah! Ben de onlardan mıyım?" deyince de, Hazret: "Hayır, ama sen hayır üzeresin" buyurdu. (192)

Tathir ayeti nazil olduktan sonra, Hz. Resul, altı aya kadar, bazı rivayetlere göre de sekiz aya kadar, sabah vakitleri, sabah namazına gittiğinde Hz. Fatime'nin evinin önünden geçer, mezkur ayeti okur, Ehl-i Beyt'ini tanıtır, onlar için dua ederdi.(193)

Tathir ayeti olarak bilinen bu ayet-i kerime açık bir şekilde Ehl-i Beyt'in masumiyetini (günah ve hatadan uzak olmalarını) ifade etmektedir.

Şöyle ki; ayette geçen rics (pislik-kir) kelimesinden maksat zahiri, pislik değildir. Çünkü herkesin pislik ve necasetten kaçınması gerekmektedir. Üstelik eğer maksat zahiri necaset olsaydı, artık o kadar teşrifat, tanıtmak ve Peygamber'in duasına da gerek duyulmazdı. Ümmü Seleme o ayetin kapsamında olmayı arzu edince de, hayır cevabıyla karşılaşmazdı. Demek ki ayetin maksadı zahiri necaset ve pislik değildir, maksat batini pislik, yani alemlerin Rabbine karşı günah ve isyanda bulunmaktır.

Dolayısıyla ayetin manası şöyle olur: "Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günah ve isyanı gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur. Bu iradeden maksat, tekvini irade olmalıdır. Zira, teşrii iradeyle Allah herkesin pak olmasını irade etmektedir. Bu ayette Ehl-i Beyt özel olarak ele alındığına ve Ümmü Seleme'nin onun kapsamı dışında bırakıldığına göre, bu teşrii irade değil, tekvini iradedir. Allah Teala'nın tekvini iradesinin gerçekleşmemesinin mümkün olmadığı da nazara alınınca, Ehl-i Beyt'in masumiyetinin Allah'ın tekvini iradesi gereğince muhakkak olduğu ortaya çıkıyor.

İşte bunun içindir ki, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ve Ehl-i Beyt'im günah ve isyandan masumuz."(194)

İbn-i Abbas şöyle rivayet ediyor: Resulullah'tan duydum şöyle buyuruyordu: " Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in soyundan gelecek olan dokuz imam tertemiz ve masumuz." (195)

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah Teala Peygamberi'ne itaati vacip kılmıştır. Çünkü o masumdur ve hiçbir zaman halkı Allah'a isyana götüren yöne yöneltmez. Emir sahipleri olan imamlar da öyledir. Onlara itaat Allah ve Resul'ü tarafından vacip kılınmıştır. Onlardan başka kimseye itaat kayıtsız ve şartsız vacip değildir." (196)

d) Ehl-i Beyt İmamları'nın masumiyetini ispatlayan diğer bir delil de, önceki bahislerimizde işaret ettiğimiz, Sakaleyn hadisi olarak meşhur olan Hz. Resulullah'ın Ehl-i Beyti'nin kıyamet gününe kadar Kur'an'dan ayrılmayacağını belirttiği ve benzeri hadislerdir.

Açıktır ki, Cenab-ı Hakk'ın ilminin tecellisi olan Kur'an masumdur. Ona ne önünden ne de arkasından batıl gelemez. Bunu bizzat Allah Teala Kur'an'da beyan buyurmuştur. (197) O halde kıyamet gününe kadar asla Kur'an'dan ayrılmayacak olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt İmamları'nın da masum olduğu ortaya çıkıyor. Zira aksi taktirde bilerek veya bilmeyerek onların Kur'an'dan ayrılmaları söz konusu olabilir. Oysa Hz. Resulullah'ın bu sahih hadisi böyle bir şeyin olmayacağını garantilemiştir.

e) İmamın uhdesine aldığı vazifesi onun masum olmasını zorunlu kılmaktadır. Nitekim resulün uhdesine aldığı vazife onun masum olmasını gerektiriyordur. Geçen bahislerimizden anlaşıldı ki, imam peygamberden sonra İslam toplumunun hidayet, terbiye ve idaresi yanı sıra, Allah'ın dininin koruyucuları ve müfessirleridir. Böyle ağır bir mükellefiyet altında olan kişinin masum olması aklen gereklidir. Zira aksi taktirde bu önemli görevini yerine getiremeyeceği açıktır. O halde imamlar masum olmalıdır.

Büyük Ehl-i Beyt alimi Seyyid Mürtaza şöyle diyor: "İster hata ve isyan kasten olsun, ister sehven olsun, hata ve isyan etme ihtimali olan bir kişinin sözlerinin bir imamdan beklenen etkide olmayacağı açıktır. Zira terbiye üzerinde her iki çeşit hata ve isyanın etkisinin olumsuz yönde olduğu açıktır."

Durum böyle olunca, Allah Teala'nın hikmet ve şefkati, insanların talim, terbiye ve hidayetiyle görevli kıldığı kimsenin önünden her türlü engeli götürmesini icap etmektedir. O halde insanların hidayet, talim ve terbiyesiyle görevli kılınan imamların masum olması gerekir.

Allah Teala bizleri dünyada o mukaddes önderlerin izinden, ahirette de refakatlerinden a yırmasın. 

 

 

(160)- Sahih-i Buhari hadis no: 6682, Sahih-i Müslim hadis no: 3393, 3394, 3395, 3396, 3397, 3398, Sünen-i Tirmizi hadis no: 2149, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 3731, 3732, Müsned-i Ahmet hadis no: 19875, 19901, 19920, 19963, 20017, 20019, 20032, 20125

(161)- Musned-i Ahmed c.1 s. 398 hadis no: 3593, 3665

(162)- Kenz-ül Ümmal c. 13 s. 27

(163)- Aynı kaynak

(164)- Aynı kaynak

(165)- Yenabi-ül Meveddet s. 441

(166)- Bihar-ül Envar c. 6 s. 16

(167)- Tehzib-üt Tehzib İbn-i Hacer'in c. 7 s. 324, Tarih-üt Taberi c. 10 s. 85, Tarih-ül Hatib c. 12 s. 181, Künuz-ül Hakaik s. 10 Menavi'nin, Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebu-l Hadid'in c. 1 s. 348, Tarih-ül Kebir Belazuri'nin ve ayrıca bkz. El-Ğadir c. 10 s. 142

(168)- Tarih-i Taberi c. 10 s. 60

(169)- Bkz. El-Bidaye ven Nihaye İbn-i Esir'in c. 8 s. 142, Tezkiret-ül Havvas s. 235, Tarih-i Taberi c. 10 s. 60, 63. yıl olayları

(170)- İbrahim: 15

(171)- Müruc-üz Zeheb c. 3 s. 216

(172)- İbn-i Arabi'nin Sahih-i Tirmizi'ye yazmış olduğu şerhi c. 9 s. 69 ve 88

(173)- Tarih-ül Hülefa s. 12

(174)- Feth-ül Bari c. 16 s. 321

(175)- Yenabi-ül Meveddet s. 447

(176)- Nehc-ül Belağa: 242. hutbe

(177)-Yunus: 35

(178)- Bihar-ül Envar c.25 s.140

(179)- Bihar-ül Envar c.25 s.116

(180)- Yunus: 20

(181)- Bihar-ül Envar c.26 s.138

(182)- Usul-u Kafi c.1 s. 258

(183)- Nehc-ül Belağa Hutbe: 128

(184)- Bihar-ül Envar c. 40 s.130

(185)- İrşad-ı Mufid, s.152-154

(186)- Lokman: 13

(187)- Şûrâ: 42

(188)- Fâtır: 42

(189)- Lisan-ül Arap c. 12 s. 373

(190)- Nisa: 59

(191)- Ahzab: 33

(192)- Yenabi-ül Meveddet s.125

(193)- Ed-Dürr-ül Mensur, c.5 s.199

(194)- Dürr-ül Mensur c.5 s.199

(195)- Yenabi-ül Meveddet, s.445

(196)- Bahr-ül Menakıb, s.100

(197)- Fussilet: 42

 

back page