next page

back page

Kıyamet Alametleri

Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt İmamları'nın sözlerinden elde edilen şudur ki, kıyamet koptuğu zaman insanlar yeniden dirilecek, bu dünyaya ait olan nizam değişikliğe uğrayacak ve ayrı bir alem söz konusu olacaktır.

Biz karşılaşacağımız o alem hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Kur'an-ı Kerim kıyamet koptuğu zaman meydana gelecek bazı olaylara şöyle değinmektedir:

"Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Şüphe yok ki, o kıyamet saatinin sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her süt veren anne emzirdiğini unutup geçecek, her hamile karnındaki çocuğunu düşürecektir. O gün insanları da sarhoş olmuş görürsün; oysa onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (197)

"Yer, şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı; yer, içindekileri dışarı çıkardığı ve insan: "Ona ne oluyor?" dediği zaman..." (198)

"Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından da tek bir çarpma ile birbirlerine çarpışıp parça parça olacağı zaman..." (199)

"Denizler fışkırtılıp taşırıldığı zaman..." (200)

Göklerin Ve Yıldızların Durumu

"Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulanıklaşıp döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman..."(201)

"Ay karardığı, güneş ve ay birleştirildiği zaman, o gün insan der ki: "Kaçacak yer nerede?" (202)

"Gök, erimiş maden gibi olacağı gün; dağlar atılmış rengarenk yün gibi olduğu zaman...." (203)

"Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle; o duman insanları sarıp kuşatıverir. İşte bu acıklı bir azaptır" (204)

Sûr'a Üfleme

Kur'an-ı Kerim iki Sur'a üfleme olayından bahsediyor. Birincisi Allah Teala'nın istisna ettiği kimseler dışında bütün canlıları öldürecektir. Ansızın meydana gelecek olan bu korkunç olayın ilki kıyamet koptuğu an olacaktır. İkincisi ise, ölen canlıları dirilterek mahşere toplama özelliğine sahiptir ve mahşer günü gerçekleşecektir.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde ve yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar." (205)

Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Onlar çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar. O zaman, artık ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine dönebilirler. Sur'a (ikinci defa) üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. Vay halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "İşte Rahman olan Allah'ın va'dettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir." (206)

Zikredilen bu ayetlerden ve Ehl-i Beyt İmamları'nın sözlerinden anlaşılan şudur ki: Sûr'a üfleme olayı bir gerçek olmakla beraber, öldürücü ve diriltici olmak üzere iki özelliğe sahiptir.

Bilindiği gibi ses dalgaları şiddetli olduğu taktirde, bir anda karşısındaki her türlü engeli aradan kaldırabilir. Dolayısıyla İsrafil ismindeki meleğin Allah'ın emriyle Sûr'a üfürmesi sonucu ondan çıkan ses dalgalarının az bir zaman içerisinde bütün canlıların ölümüne sebep olması kesinlikle hayret edilecek bir şey değildir.

Hz. Ali (a.s) Sûr'dan çıkan sesin gücünü şöyle beyan buyurmuştur: "Sûr'a üfürüldüğü zaman, kalpler durur, diller tutulur, yüksek dağlar ve kayalar öyle birbirine çarpar ki toz duman olur. Yerleri sanki önceden orda dağ ve kaya yokmuş gibi düzgün olur." (207)

Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) bu korkunç olayı açıklayan uzunca bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah (c.c) İsrafil'e Sûr'u ile yeryüzüne inmesi için emir verir. O da Beyt-ül Mukaddes'e iner, kıbleye doğru yönelip, bir defa Sûr'a üfler, İsrafil'in kendi dışında göklerde ve yerde olan canlılar; büyük bir ıstırap yaşadıktan sonra ölürler. Sonra Allah'ın dilediği bir süreden sonra hesap günü tekrar dirilirler." Ravi diyor, İmamın sözleri buraya varınca baktım ki, İmam ağlıyor. (208)

Meadın Niteliği

Tarih boyunca insanlık alemi mead hususunda meadın gerçekleşeceğini kabul edenler, meadı reddedenler ve mead konusunda tereddüt ve şüphe içinde olanlar olmak üzere üç gruba ayrılmıştır.

Meadı reddedenler, insan ruhunu maddenin bir çeşit kimyasal ürünü olarak görmekle birlikte, herhangi bir ilahi dini de kabul etmeyen materyalist düşünceli filozoflardır. Bu düşünceye sahip olan filozoflar, insan ruhunun madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğunu kabul etmediklerinden, tabii olarak insanın ölmekle yok olup gittiğine de inanmaktalar. Öte yandan evrenin ve insanın ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısının olduğuna da inanmadıklarından ve herhangi bir ilahi dini de kabul etmediklerinden, öldükten sonra çürüyerek yok olup giden insanın tekrar iade edilmesini de kabul etmemekteler. Sonuç olarak meadın olacağını da kabul etmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle onların mantığı şudur ki: "Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz." (209) "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; za­manın geçişinden başka bizi yokluğa sürükleyen başka bir şey yoktur." (210)

Meadın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda tereddüt ve şüphe içinde olanlar ise, insan ruhunun hakikatinin ne olduğunda tereddüt içinde olan filozoflardır. Onlar, ne bir takım ilahiyatçı filozoflar gibi insan ruhunun ölüm ile yok olmayan madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğunu söyleyebiliyorlar, ne de materyalist filozoflar gibi, insan ruhunun yalnızca maddenin bir çeşit kimyasal ürünü olduğunu ileri sürebiliyorlar. Aksine, bu konuda tereddüt ve şüphe içinde olduklarını ve insan ruhunun hakikatinin ne olduğunu bilmediklerini açıklıyorlar. Dolayısıyla da insanın öldükten sonra bedeninin çürüyüp dağılmasıyla tamamıyla yok olup gittiği, yoksa çürüyüp gidenin sadece insanın bedeni olup, ruhunun varlığını sürdürdüğünü kestiremiyorlar. Öte yandan herhangi bir ilahi dine de mensup olmadıklarından, onları meadın olacağına inandıran bir dini inanç da söz konusu olmadığı için bu konuda şüphe ve tereddüt içinde olmaktan başka bir yolları kalmıyor. Eski Yunan filozoflarından Calinos'un bu görüşte olduğu kaydedilmektedir.

Meadın gerçekleşeceğine inanlar ise, bu konuda üç ayrı görüş ortaya atmışlardır:

1- Mead sadece insan nefsi ve ruhu içindir. Yani, insan ruhu öldükten sonra herhangi bir bedeni olmaksızın varlığını sürdürecek, dünya hayatında ihsan ehli olan iyi ruhlardan olursa, bedensel olmayan akli mükafatlar alacak, dünya hayatında kötülük ehli olan bedbaht ruhlardan olursa da, bedensel olmayan cezalarla cezalandırılacaktır.

Bu görüşü savunanlar, insan ruhunun ölmekle yok olmayan madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğuna inanan herhangi bir ilahi din mensubu olmayan ilahiyatçı filozoflarla, herhangi bir ilahi din mensubu olmakla birlikte, aynı felsefi görüşü paylaşan bazı dindar filozoflardır.

Ancak bir ilahi dini kabul etmekle birlikte felsefi düşüncelerini öne çıkaran bu tip filozoflar, Kur'an-ı Kerim gibi ilahi kitaplarda ve ilahi din önderlerinin açıklamalarında yer alan kıyametteki cismani mükafat ve cezaların da, bizlere anlaşılır olması için o tabirlerle açıklandığını, yoksa maksadın akli mükafatlar ve cezalar olduğunu kaydediyorlar. İslam dünyasından Meşşai felsefesini savunan bazı filozof ile bazı kelamcılar da bu görüşü kabul edenler arasındadır.

2- Mead sadece insanın bu dünyada olan bedeni içindir. Bu görüşü, insan nefsinin mücerret oluşunu kabul etmeyen ilahi din mensubu bazı kelamcılar ortaya atmıştır.

Bu kelamcılara göre, insan ruhu, öldükten sonra bedensiz olarak varlığını sürdürebilecek mücerret bir varlık değildir. Dolayısıyla da insan ruhunun bedensiz olarak varlığını sürdürdüğünü ileri süren filozofların akli mükafat ve cezalandırmaya dair olan görüşleri doğru değildir. Öte yandan ilahi din, kıyamet gününün geleceğini ve o günde insanların tekrar diriltilip hesaba çekilerek, iyi ve kötülerin hak ettikleri mükafat veya cezanın kendilerine verileceğini bildirdiğine göre, kesinlikle bu bedensel bir diriliş şeklinde olacaktır. Yani onlar: "İnsanın öldükten sonra dağılıp giden bedeni, tekrar dizilip eski haline getirilerek, kıyamet gününde va'dedilen hadiseler gerçekleşecektir" diyorlar.

3- Mead, insanın hem nefsi hem de bedeni içindir. Herhangi bir ilahi dine mensup olup olmadığı bilinmeyen eski Yunan felsefesinin bazı ilahiyatçı filozoflarıyla, İslam dini mensubu olan filozof ve kelamcılarının büyük bir çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir.

Büyük filozof Sadr-ül Müteallihin şöyle diyor: "Tahkik ehli filozoflarla şeriat ehli meadın hak oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak meadın niteliği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

a) Müslümanlar'ın büyük bir çoğunluğu ile, fakihlerin ve hadisçilerin geneli meadın sadece cismani (bedensel) olacağını kabul etmişlerdir. Zira onlara göre ruh, daha ince bir madde olup, suyun çiçek içerisinde ve zeytin yağının zeytin içerisinde yayıldığı gibi beden içerisinde yayılmıştır. Dolayısıyla da mead sadece bedensel olacaktır. Zira insanın hakikatinde cisim ve madde dışında başka bir şey yoktur ki, kıyamet günü onun da iade edilmesi söz konusu edilsin.

b) Filozofların büyük bir çoğunluğu ile, Meşşai felsefesinin takipçileri meadın sadece ruhani yani, akli olacağını benimsemişlerdir. Onlara göre beden, cevher ve ilinekleriyle birlikte ruhun ondan ilişkisini kesmesinden sonra yok olup gidiyor. Bu yüzden artık bedenin kendi bizzat iade olunamaz. Çünkü yok olanının iade edilmesi imkansızdır. Ruha gelince, ruh mücerret bir varlıktır. Onun yok olması veya fani olması imkansızdır. O halde ruh, ölüm ile bedenden ilişkisi kesilince tecerrüt alemine döner. Dolayısıyla da mead sadece mücerret olan ruh içindir.

c) Filozofların büyüklerinden büyük bir çoğunluk, irfan büyükleri ve Hüccet-ül İslam Gazali, Ka'bi, Halimi, Rağib İsfahani gibi kelam ehlinin büyükleriyle, Şeyh Müfit, Ebu Cafer Tusi, Seyit Murtaza, Allame Hilli ve Muhakkik Tusi gibi, Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen uleması meadın hem cismani, hem de ruhani olacağına kail olmuşlardır. Zira ruh mücerret bir varlıktır ve onun tekrar bedene dönmesinde hiçbir mahzur görülmemektedir.

Sonra meadın hem cismani hem de ruhani olacağını kabul eden bu grup, kıyamet günü ruhun taalluk bulacağı bedenin, işbu dünyadaki bedenin kendisi mi, yoksa misli mi olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Yine bedenin dünyadaki bedenin kendisi veya misli olacağını savunanlar, o bedenin dünyadaki bedenin bütün organ, şekil ve çizgiler açısından aynı veya misli olup olmayacağı hususunda da ihtilafa düşmüşlerdir.

Zahir olan şudur ki; hiçbir kimse, ahiretteki bedenin dünyadaki bedenin her açıdan aynı veya misli olacağını gerekli görmemiştir. Hatta Müslümanlar'ın büyük bir çoğunluğunun sözü, kıyametteki bedenin şekil açısından dünyadaki bedenden farklı olacağı doğrultusundadır. Bazıları buna, cennet ve cehennem ehlinin sıfatlarıyla ilgili olarak; cennet ehlinin on sekiz yaşında gençler olacağı, cehennem ehlinin ise Uhud dağı gibi kocaman dişleri olacağına dair olan hadisleri ve Allah Teala'nın; "...Derileri kızardıkça, azabı tatsınlar diye derilerini tazeleriz" (211) ayeti ile, "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya muktedir olmaz mı?" (212) ayetini de delil getirmişlerdir.

Eğer; "Bu durumda kıyamet günü cismi lezzetlerle mükafatlanan ve cismi acılarla cezalandırılan bedenin itaat veya isyan eden bedenin kendisi olmaması gerekir" derseniz; cevabında denir ki; bu hususta önemli olan idraktir. İdrak ise araç aracılığıyla olsa bile ruha aittir. Ruh ise bakidir. İşte bunun içindir ki, çocukluk döneminden ihtiyarlık dönemine kadar kişinin şekli, miktarı, ilineği, organ ve güçlerinin bir çoğu değişmesine rağmen, onun aynı şahıs olduğunda tereddüt edilmez. Keza gençlik döneminde bir suç işleyen kimse, ihtiyarlık döneminde cezalandırılırsa, bu suçsuz olanı cezalandırmak sayılmaz.

Mead konusundaki görüşler bundan ibarettir. Ancak ileride de göreceğiniz üzere, hak görüş; kıyamet günü hem ruh, hem de beden açısından kişinin kendisinin geleceğidir. Nefsi işbu dünyadaki nefsinin kendisi, bedeni de işbu dünyadaki bedeninin aynı olacaktır. Öyle ki, eğer onu görürsen, (gerçi birine demir diğerine altın denecek kadar, bir çok değişimler ve evrimlerden geçmiş olsa bile), dünyadaki o kişinin kendisini gördüğünü söylersin. Kim bunu inkar ederse, şeriatı ve Kur'an-ı Kerim'in bir çok nas olan ayetlerini inkar etmekle birlikte, hikmet açısından da eksik olduğu anlaşılır." (213)

Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki, ruhani meadı savunan Müslüman Meşşai filozoflar cismani meadı da inkar etmiyorlar. Aksine, cismanî meadın olacağına da inanıyorlar. Ancak onların sözü şudur ki; şimdilik biz hikmet ilkeleri ile ancak ruhani meadı ispat edebiliyoruz. Cismani meada gelince, her ne kadar onu hikmet ilkeleriyle ispatlayamazsak bile, hak şeriat onun olacağını bildirdiği için ona da inanıyoruz.

Meşşai felsefesinin en büyük liderlerinden olan İbn-i Sina, en büyük eserlerinden biri olan "Eş-Şifa" kitabında şöyle yazıyor: "Şu bilinmelidir ki, meadın bir kısmı ancak şeriatın bildirmesiyle kabul edilen meaddır. Onun ispatı için şeriat ve nübüvvet haberini tasdik etmekten başka bir yol yoktur. O, kıyamet günü bedenin haşrine dair olan meaddır. Bedene ait hayır ve şerler açıktır. Onların açıklanmasına bir gerek yoktur. Zaten efendimiz Hz. Muhammed (s.a.a)'in getirdiği hak şeriat, bedenin saadet ve bedbahtlığı hususunda yeterli açıklamada bulunmuştur.

Meadın diğer bir kısmı ise, akli burhanlarla idrak edilen ve nübüvvetin tasdik ettiği kısmıdır. O ise burhanı metotlarla ispatlanan ruhların saadet ve bedbahtlığıdır. Gerçi şimdilik bizim aklımız bunun niteliğini idrak etmekten de acizdir. İlahi filozofların bu tür saadete ulaşma arzuları bedeni saadete ulaşmaktan daha fazladır. Hatta onlar bedeni saadete, kendilerine verilse bile, iltifat etmez ve Hak Teala'nın kurbundan ibaret olan bu saadet karşısında onu büyüksemezler. Öyleyse, bu saadet ve karşıtı olan bedbahtlığının açıklamasını yapalım. Çünkü bedeni saadet ve bedbahtlık şeriat açısından kesin olup fazla bir açıklamayı gerektirmez." (214)

Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, mead hususunda, onu mutlaka inkar eden, onun olup olmayacağında şüphe eden, meadın sadece cismani olacağına inanan, meadın sadece ruhani olacağını savunan ve meadın hem cismani hem de ruhani olacağına inanan olmak üzere beş görüş mevcuttur. Şimdi bu görüşleri özet olarak gözden geçirelim.

Meadı mutlak olarak inkar eden materyalistlere gelince, biz hem kitabımızın tevhid bölümünde bu evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğunu ispatlamakla onların materyalist dünya görüşlerinin batıl olduğunu ispatladık, hem de kitabımızın mead bölümünün başlangıcında insan ruhunun ölmekle yok olmadığını ve meadın mümkün olduğunu, hatta daha ötesi meadın zorunlu olduğunu ispatlamakla onların büyük bir yanılgı içinde olduklarını açıkça ortaya koyduk. O halde bu görüş devreden çıkmıştır.

Meadın vuku bulup bulmayacağı konusunda şüphe içinde olan bazı Yunan filozoflarına gelince, kitabımızın başlangıcında ortaya koyduğumuz meadın mümkün ve daha ötesi zorunlu olduğunu gösteren delillerimiz, aynı zamanda onların da cevabıdır.

Ayrıca ilgili felsefe kitaplarında insan ruhunun madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğu kesin felsefi ve ilmi kanıtlarla ispatlandığına göre, onların bu görüşlerinin temelsiz bir görüş olduğu ve şüphelerinin de yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır.

Meadın sadece cismani olacağına inanlara gelince, onlar insan ruhunu mücerret (soyut) bir varlık olarak görmediklerinden bu görüşü benimsemişlerdir. İlgili felsefe kitaplarında kesin burhanlarla ruhun mücerret olduğu ispatlandığına göre, bu görüşü savunmanın da bir dayanağı kalmıyor.

Meadın sadece ruhani (akli) olacağını savunanlar ise, bu görüşlerine, insan ruhunun madde ötesi (mücerret) bir varlık olmasına karşın, bedeninin öldükten sonra tamamıyla yok olup gittiğini, yok olup giden bir şeyin de aynen iade edilmesinin imkansız olduğunu, insan ruhunun başka bir bedene taalluk bulmasının ise, tenasüh (reankarnasyon) olacağını, onun da muhal olduğunu gerekçe göstermişlerdir.

Bu görüşün de cevabı şudur ki; insan ruhu, ne dünya hayatında, ne de öldükten sonra hiçbir zaman bedensiz kalmıyor ki, öldükten sonraki hayatı yalnızca akli bir hayat olsun. İnsan ruhu öldükten sonra bulunduğu berzah aleminde de kendi bedeniyle birliktedir. Kıyamet aleminde de yine kendi bedeniyle birlikte olacaktır. Ancak her alemdeki bedeni o aleme uygun bir bedendir. O halde insan ruhu kıyamette başka bir bedene taalluk bulmuyor ki, bu reankarnasyon sayılsın veya kıyamet günü iade edilen insanın zaman süreci içerisinde tahlil olup giden ve insan bedeni olmaktan çıkarak başka bir varlığın bedeni olan madde parçaları değildir ki, bunun bir takım mahzurları olduğu iddia edilsin. Kıyamet günü insan ruhu bizzat kendi bedeniyle haşrolunacaktır.

 Ancak açıktır ki, insanın kıyamet günündeki bedeni kıyamet alemine uygun olacaktır. Nitekim insanın kıyametteki beden özelliğini açıklayan ilahi açıklamalar da bunu göstermektedir. Keza insanın berzah alemindeki beden özelliklerini belirten ilahi açıklamalar da bunu kanıtlıyor.

Kısacası, Kur'an-ı Kerim'de geçen meadla ilgili ayetler, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın mead hususundaki sözleri ışığında elde edilen şudur: Allah Teala insanı bizzat kendi bedeniyle haşredip, ona yaptığının karşılığını verecektir.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: " İnsan, bizim onun kemiklerini kesin olarak bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip ( yeniden) düzene koymaya gücümüz yeter." (215)

 Yine şöyle buyurmuştur: "Kendi yaratılışını unutarak bizim için misal biçti. "Çürümüş, bozulmuşken bu kemikleri kim diriltecekmiş?" dedi. Ey Resulüm! De ki: "Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecek. O, her yaratılanı bilendir." (216)

Allah Teala'nın çürüyen kemiklere tekrar hayat vermesini, insanların kıyamette kabirlerinden kalkmalarını, insanın topraktan yaratılıp toprağa dönüşmesini ve özellikle insanların uzuvlarının, yaptıklarına şahitlik edeceklerini içeren ayetleri göz önüne aldığımızda, insanın bizzat kendi bedeniyle haşrolunacağı kesinlik kazanır.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala ölüleri kabirlerinden, kuşların, yırtıcı hayvanların yuvalarından ve savaş meydanlarından (onlara yem oldukları taktirde) aktarıp yeniden hayat verecektir." (217)

Yine Hazret başka bir hutbede şöyle buyurmuştur: "Allah yerde gömülü olanları dışarı aktaracaktır. Onları çürüyüp dağınık oldukları halde yeniden bir araya getirip hayat verecektir." (218)

Demek ki, hak görüş insanın hem ruhani hem de cismani meadı olacağıdır. Ancak insanın berzahtaki bedeni bulunduğu o aleme uygun bir beden olduğu gibi, ahiretteki bedeni de o aleme uygun bir beden olacaktır.

İbn-i Sina'nın "Felsefi ilkelerle cismani meadı ispatlayamadığı" sözüne gelince, bu husus İbn-i Sina için zor gelmiştir. Ama İslam aleminde öyle filozoflar olagelmiştir ki, hem meadı ruhaniyi, hem de mead-ı cismaniyi felsefi ve akli ilkelerle ispatlamıştır. Bu filozoflardan biri Ehl-i Beyt mektebinin büyük filozoflarından Sadr-ül Müteallihin'dir.

Sadr-ül Müteallihin, hem en büyük felsefi eseri olan "Esfar-ül Erbaa" adlı kitabının mead bahsine ayırdığı dokuzuncu cildinde, hem de diğer bir çok eserlerinde, hem meadı cismaniyi, hem de meadı ruhaniyi felsefi metotlarla ispatlamıştır. Biz Sadr-ül Müteallihin'in "Şevahid-ür Rübubiyye" kitabında takrir ettiği mead-ı cismani ve mead-ı ruhaniyi ispat metodunu özetleyerek buraya aktarıyoruz.

Sadr-ül Müteallihin mead-ı cismaniyi ispatlamak için bir takım ilkeler beyan etmiştir. Onlardan bazıları şöyledir:

1. İlke: Her tabii varlığın asıl içeriği ve hakikatini oluşturan onun sureti ve en son faslının menşeidir. Cinsleri ve yüksek ve orta fasıllarına gelince, onlar ancak o şeyin levazımından (zorunlu sıfatlarından) olur.

Keza her tabii bileşimin varlığı, onun kemal yönünü oluşturan suretinin varlığıyla tahakkuk bulur. Onun maddeye (güce) muhtaç olması ise, sadece varlığını bizatihi tek başına sürdürmekten aciz kalmasından kaynaklanır. Yoksa varlığının hakikati tabii bileşime bağlı değildir. Çünkü madde bir şeyin hakikatini taşıyan güçten ibarettir. Madde (kuvve) ve madde yerinde olan şeyler ise, maddi varlıklarda müphem olarak (belirsiz olarak) muteberdir. Kişinin organları ve bedeni devamlı olarak değişim halinde olup her gün yenilendiği halde, suretinin tamamı olan nefsi baki olup bedeninin hüviyetini koruduğu için, ömrünün başından sonuna kadar kişi hem beden, hem de ruh açısından aynen bakidir. (Yani, bedendeki birliği ve bağlantıyı koruyan ruh, insan ömrünün başlangıcından sonuna kadar baki kaldığı için, bedenin maddesinde meydana gelen değişim ve yenilenme onun ayniyetini ortadan kaldırmamaktadır.)

2. İlke: Her şeyin teşahhus bulması, ister maddi bir varlık olsun, ister mücerret (soyut) varlık olsun ona ait olan varlıkla gerçekleşir. Şeyin (nesnenin) ilineklerine gelince, o kişinin levazımındandır. Hakikatini teşkil eden içeriklerinden değil. Dolayısıyla da ilineklerin hem nicelik hem de niteliğinin değişmesi mümkündür. Bu değişim kişinin ayniyetini değiştirmez.

3. İlke: Cevheri varlığa sahip olan bir şahsın varlığının tekamül ederek daha üstün bir varlık niteliğini alması mümkündür. Bu değişim ve tekamül onun birlik ve şahsiyetinin bekasına bir halel getirmez. Onu başka bir şahıs kılmaz.

Bu ilkeler bilindikten sonra anlaşılıyor ki, kıyamet günü mahşere gelecek olan şahıs, hem ruh, hem de beden açısından kişinin kendisidir. Bedeninde meydana gelen miktar ve benzeri açıdan değişikler ise, onun şahsiyetinin baki olmasına bir halel getirmemektedir. Çünkü bedenin teşahhusu (bireyselleşmesi) bir maddeye bağlı olan ruh iledir. Ruh ise, bedenin özellikleri değişse bile bakidir. Dolayısıyla kişinin şahsiyeti ve ayniyeti bakidir. Meselâ, sen önceden gördüğün bir insanı uzun bir aradan sonra gördüğünde mutlaka onun cismi özellikleri değişip yenilenmiş olacaktır. Buna rağmen sen o insanın önce gördüğün insanın aynı olduğundan şüphe etmezsin. Bunun sırrı şudur ki, ruh baki kaldığı sürece bedenin bir takım değişimlere uğraması, hatta yenilenmesi o insanın birliğine ve ayniyetine bir zarar getirmemektedir.

İşte kıyamet günü haşrolunacak insanın hali de böyledir. Onun bedeninde bir takım değişim ve tekamülün olması onun ayniyetini ne beden, ne ruh açısından bozmamaktadır. O kişi işbu dünyadaki kişinin kendisidir. Ruhu da o ruhtur, bedeni de o bedendir. Yani, her ne kadar meydana gelen değişim, dünyadaki beden demir ise altın olacak kadar bir yönden farklılık doğurmuşsa de, hem ruh, hem de beden o kişinin kendi ruh ve bedenidir. Bu farklılık onun ayniyetini bozmamaktadır. Söz gelimi altına dönüşen, işbu dünyadaki demirin kendisi, ruh da o ruhun kendisidir." (219)

Ebedi Hayata Doğru

Kur'an-ı Kerim ebedi hayatın başlangıcını şöyle beyan etmektedir: "O gün ki, yer başka bir yere gökler de başka göklere çevrilecek, insanlar kabirlerinden her şeye hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (220) "Sur'a (ikinci defa) üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "İşte Rahman olan Allah'ın va'dettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir." (221)

"O sizi çağıracağı gün, tam bir hürmetle onun emrine koşacaksınız ve zannedeceksiniz ki, kabirlerinizde pek az bir müddet kaldınız." (222)

Mahşer Aleminde İnsanların Durumu

Kur'an-ı Kerim mahşer günü ve o günde insanların durumu hakkında şöyle buyurmaktadır: "O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buy­ruk, yalnız Allah'ındır." (223)

"O gün, hiçbir tarafa sapmadan bir dâvetçiye uyarlar. Sesler Rahman'ın heybetinden kısıl­mıştır; artık bir hırıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin." (224)

"O gün kişi kendi kardeşinden, anasından ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır, ancak kendi derdi ile ilgilenir."(225)

"O gün öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır. Güler sevinç içindedir. Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür." (226)

"O gün, muttakiler hariç bütün dostlar birbirlerine düşmandır." (227)

"Allah'ın huzuruna çıkacaklarını inkar edenler gerçekten hüsrana uğramışlardır. Nihayet kendilerine kıyamet ansızın geldiği zaman, ağırlıklarını sırtlarında taşıyarak: "Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı vah bize yazıklar olsun!" derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür." (228)  

Hz. Ali (a.s) kıyamet gününde meydana gelen dehşet verici olayları şöyle beyan buyurmaktadır: "O gün insanlar niyaz ve huşu içerisinde aceleyle mahşere doğru yol alacak, sessiz olarak saflara dizilecek. Hepsi göz önünde olup nida eden sesini onlara duyuracaktır. Hepsi teslim olup zilletini kabul edecektir. O günde hile ve bahane kapıları kapalıdır. Ümitler kesilir, kalpler gamlı sesler kısılır, yüzlerinden ter dökülür, ıstırap ve korku onları sarar. Hak ve batılın bir birinden ayırt edilmesi ve amellerin karşılığının verilmesi için bir nida eden tarafından yükselen sesin azametinden kulaklar çınlar." (229)

Amel Dosyasının Sahibine Verilmesi

Kur'an-ı Kerim kıyamet günü herkes mahşerde toplanınca, amel defterlerinin dağıtılarak herkesin amel defterinin kendine verileceğini belirtiyor. "Amel defterleri dağıtıldığı zaman..." (230) Ancak bu amel defterleri bazılarına sağ tarafından, bazılarına ise sol tarafından verilecektir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her insanın işlediklerini boynuna dolamışız. Kıyamet günü de onun için, önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (231)

"Her kişinin yaptığı iyiliği ve yaptığı kötülüğü, ki kendisiyle o kötülük arasında uzun bir mesafe olmasını diler, hazır bulacağı günü bir düşünün. Kullarına karşı şefkatli olan Allah size kendinden korkmanızı emreder." (232)

"Amel defteri ortaya konur, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, "Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bı­rakmadan hepsini saymış!" derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez." (233)

"Kitabı sağından verilen "Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum" der. (234)

"Kitabı sol eline verilmiş olan ise der ki: "Eyvahlar bana keşke kitabım bana verilmeseydi."(235)

Hz. İmam Caferi Sadık (a.s) şöyle buyurdular: "Kıyamet koptuğu zaman insanın amel defteri kendine verilecek ve okuması için emir olunacaktır. Ravi diyor: İmam'a: "Acaba o insan amel defterinde bulunanları (dünyadaki yaptıklarını) tanıyabilecek midir?" dedim. İmam: "Allah ona sanki şimdi yapmış gibi her an konuştuğunu, attığı her adımı, yaptığı her şeyi hatırlatacaktır. Dolayısıyla amel defterini alanlar: "Eyvah halimize bu nasıl bir amel defteridir ki, büyük küçük ne varsa sayıp tespit etmiştir" diyecektir." (236)

İlahi Adalet Mahkemesi

Bütün canlıların mahşer alanına toplanıp amel defterleri insanlara dağıtıldıktan sonra ilahi mahkeme kurulacaktır. Herkesin amel defteri açılıp okunacak ve hakkında hak ettiği hüküm verilecektir. Kıyamette kurulacak ilahi mahkeme bir açıdan dünya mahkemelerine benzemektedir. O büyük mahkemenin de hakimi, amellerin ölçüleceği ölçeği, dinlenecek şahidleri vardır. Ancak o mahkemenin dünya mahkemelerinden farkı şudur ki, o mahkemenin hakiminin yanılması, taraf tutması veya birine haksızlık etmesini söz konusu olmadığı gibi, şahidlerinin de hata etmesi imkansızdır.

Ayrıca o mahkemede kullanılacak ölçeğin dakik olduğu gibi, verilen hüküm kesin, hükmü uygulayanlar da kararlıdır. O mahkemede Allah'ın kendilerine konuşma izni verdiği doğru konuşanlar hariç, kimsenin konuşma hakkı olmayacak ve her şeyden haberdar olan sonsuz adalet sahibi Hak Teala ile insanın kendi vicdanı hakimliğini yapacaktır.

 

 

(197)- Hac: 1, 2

(198)- Zelzele: 1, 3

(199)- Hakka: 14

(200)- İnfitar: 3

(201)- Tekvir: 1, 3

(202)- Kıyamet: 8, 10

(203)- Mearic: 8, 9

(204)- Duhan: 10, 11

(205)- Zümer: 68

(206)- Yasin: 49. ayetten 52. ayete kadar

(207)- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 195

(208)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 324

(209)- Mü'minun: 37

(210)- Câsiye: 24

(211)- Nisa: 56

(212)- Yasin: 81

(213)- Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 165, 166

(214)- Eş-Şifa İbn-i Sina'nın İlâhiyat bölümü s. 423

(215)- Kıyamet: 3, 4

(216)- Yasin: 78, 79

(217)- Nehc-ül Belağa: Hutbe: 83

(218)- Nehc-ül Belağa Hutbe: 109

(219)- Şevahid-ür Rübubiyye s. 261, 262..

(220)- İbrahim: 48

(221)- Yasin: 49. ayetten 52. ayete kadar

(222)- İsrâ: 52

(223)- İnfitar: 119

(224)- Taha: 108

(225)- Abese: 34, 35, 36, 37

(226)- Abese: 34, 40

(227)- Zuhruf: 67

(228)- En'am: 31

(229)- Nehc-ül Belağa hutbe: 83

(230)- Tekvir: 10

(231)- İsra: 13

(232)- Al-i İmran: 30

(233)- Kehf: 49

(234)- Hakka: 19,20

(235)- Hakka: 25

(236)- Nur-us Sakaleyn Tefsiri c. 3 s. 267

next page

back page