next page

back page

İnsan Toplumsal Bir Varlıktır

İnsan yaratılışı itibarıyla toplumsal yaşama sahiptir. Ancak sosyal yaşam ile layık olduğu kemale ulaşabilir ve gerekli ihtiyaçlarını ancak toplumsal hayat sayesinde giderebilir. Zira insan, yaşamı için gerekli olan şeyleri çalışarak kendi çabalarıyla kazanmak zorundadır.

Öte yandan; insanın yaşamı için zorunlu ihtiyaçları o kadar geniş ve detaylıdır ki, bireysel olarak bu ihtiyaçların tamamını giderebilmesi olanaksızdır. Dolayısıyla bu doğrultuda diğer insan bireyleriyle yardımlaşmak, onların güç ve bilgi birikiminden yararlanmak zorundadır.

Bundan gayri; insanın bir takım ihtiyaçları vardır ki, onlar ancak toplumsal yaşamla giderilebilir. Bir çok kemali de böyledir. İnsan onlara, ancak toplumsal yaşantıda ulaşabilir. İşte bunun için insanoğlu ailesel yaşantıdan başlamak üzere, köy, kent ve ülke oluşturmak suretiyle toplumsal yaşama girmek zorundadır. İnsanoğlunun ilk varoluşundan itibaren devamlı olarak bir toplum içerisinde hayatını sürdürmesi bunun en kesin kanıtıdır.

Toplumsal Yaşam Kanunsuz Olamaz

 Toplumsal yaşam kanunsuz olamaz. Zira, sosyal yaşamda zorunlu olarak bireyler arasında menfaat sürtüşmesi meydana gelir. Öte yandan insan bireyleri, kendi doğalarında bulunan kendini isteme ve kendi çıkarını düşünme içgüdüleri gereği olarak, her biri mümkün olduğu kadar kendi yararına gördüğü her şeyin en iyisine sahip olmak ister. Bu uğurda elinden gelen çabayı göstermekten kaçınmadığı gibi, önüne çıkacak engelleri aşmak ve isteğine en layıkıyla ve en kolay yoldan sahip olmak uğruna başkalarını da kullanmaktan, onların hak ve hukuklarına tecavüz etmekten çekinmez. Bu ise, toplumda kargaşa ve bozgunluğun meydana gelmesine ve sonuçta da toplumsal yaşantının yıkılmasına sebep olur. İşte bunun için insan aklı, toplumsal yaşantıyı düzenleyerek, bireylerin hak ve hürriyetlerini teminat altına alacak, zorbaların tecavüz ve sitemlerinin önüne geçecek kural ve kanunların ve bunları uygulayacak bir yönetimin var olması gerektiğine hükmeder.

Nasıl Bir Kanun İnsanın Saadetini Temin Edebilir?

Yukarıdaki açıklamamız, toplumsal yaşam kanunsuz olamayacağını gözler önüne serdi. Ancak iş bununla bitmiyor. Şimdi sorun, beşerin layık olduğu asıl kemal ve saadetine nasıl bir kanununun ulaştırabileceğidir. Nasıl bir kanun, insan toplumunu gerçek anlamda insan toplumu yapıp, her şahsın hak ve hukukunu koruyabilir? Nasıl bir kanun, toplumdan zulmü, tecavüzü ve sömürüyü giderip hakiki anlamda medeni bir toplum oluşmasını sağlayabilir?

Açıktır ki, her kanun bunun uhdesinden gelemez. Böyle medeni bir toplum yaratabilecek bir kanunun en azından aşağıda sayacağımız şartlara haiz olması gerekir:

1- İnsanoğlunun gerçek ihtiyaçları temeli üzere hazırlanmış olup, insanın bütün toplumsal, hukuki, siyasi ve ahlaki gereksinimlerini temin etmekte yeterli olmalı,

2- O kanunlarda insanın manevi yaşantısı ihmal edilmiş olmamalı, aksine insanın manevi hayatını geliştirip ilerletmesinde ve bu hususta elde edebilecek bütün kemallerine yardımcı olabilecek şekilde hazırlanmış olmalıdır.

3- Her türlü bireysel ve toplumsal baskı, sömürü, zülüm ve sitemi önleyecek şekilde kapsamlı ve kamil olmalıdır.

4- Belli bir grup veya tabakanın yarar ve çıkarlarını koruyacak şekilde değil, toplumun bütün fertlerinin yarar ve çıkarını koruyup, saadetlerini temin edebilecek şekilde hazırlanmış olmalıdır.

Açıktır ki, böyle bir kanunu, ancak evrenin ve insanın yaratıcısı Cenab-ı Hak koyabilir. Zira, Cenab-ı Hak'tan gayri hiçbir kimse, tam anlamıyla evrenin ve insanın bütün inceliklerini, sırlarını bilemez. Yalnızca Cenab-ı Hak'tır ki, insanın bütün içgüdü ve duygularına, hakiki ruh ve beden saadetine vakıftır. Sadece Cenab-ı Hak'tır ki, dünya ve ahiret yaşantısı arasındaki derin irtibatı tam anlamıyla ve bütün detaylarıyla bilmektedir. Sadece Cenab-ı Hak'tır ki, bütün yaratıklar O'na aynı nispete sahiptir ve kimseye karşı bir taraftarlık ve kayırması söz konusu değildir. Sadece Cenab-ı Hak'tır ki, her türlü taassup ve dar görüşlülükten münezzeh olup, kanunlar arasındaki ilişki ve çatışmalardan en iyi şekilde haberdardır. O nasıl bilmeyebilir? Her şeyin yaratanı O'dur. Her şeyin başlangıcını da, sonunu da, şimdiki halini de en güzeliyle O bilmektedir. Hiçbir şey O'na gizli kalamaz. "Evet, yaratan bilir. O, latiftir (madde değil ki, engellere takılsın), habirdir. (sonsuz ilim sahibidir)" (22) "O göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah her şeye kadirdir." (23)

Buna ilaveten; O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve rahmet sahibidir. "...Muhakkak Allah insanlara karşı çok şefkat eden ve çok rahmedendir." (24) "O, çok bağışlayıcı ve çok sevendir." (25) Zaten bütün yaratıklarının ihtiyarına koyduğu bu sonsuz nimetler ve onları muhtaç oldukları her türlü araç ve gereçlerle donatması bunun en bariz kanıtıdır.

Şimdi böyle yüksek ilim, hikmet, şefkat ve rahmet sahibi bir yaratıcının yaratıklarının en eşrefi olan insan türünü, kemalinin en zorunlu ihtiyacı olan hidayetten esirger mi? Onun bu ihtiyacını görmezlikten gelip ihmal eder mi? Böyle bir Rabbin, bütün yaratıklardan üstün yarattığı ve bütün yaratıkları ihtiyarına sunduğu bir varlığın yaratılış gayesi olan kemaline ermekte onu kendi başına bırakıp, ihmal etmesi mümkün müdür? Bu O'nun sonsuz şefkat, hikmet, ilim ve kudreti ile bağdaşır mı?

Açıktır ki, cevap hayırdır. O'nun sonsuz lütfü, beşerin bu en zorunlu ihtiyacını da karşılamasını iktiza eder. İşte bunun için, seçtiği kamil insanlar aracılığıyla ona yol göstermiş ve saadet yolunu açmıştır. Onlara saadet ve kemallerinin ne olduğunu ve nelerin onu bedbahtlığa sürükleyeceğini bildirmiştir. İşte bunun için, seçilmiş ilahi elçilerin beşere yol göstermesi zorunludur. Zaten hep böyle ola gelmiştir.

Büyük İslam filozofu İbn-i Sina, en büyük eseri olan "Şifa" adlı kitabının ilahiyat bölümünde şöyle der: ""İnsanın bekası ve olgunlaşması için peygamberlerin gönderilmesine olan ihtiyaç, kirpiğin ve kaşın çıkmasına, ayakların içinin içeri doğru eğik olmasına ve benzeri zorunlu olmayan yararların teminine olan ihtiyaçtan kesinlikle daha çoktur. O halde ilahi ezeli inayet ve lütfün insanın vücudundaki bu incelikleri ve faydaları göz önüne alıp ta insanlığın bekasında esas olan peygamberleri göndermek gibi bir ihtiyacı düşünmemesi mümkün değildir." (26)

Yine, İbn-i Sina, "El-İşarat vet Tenbihat" adlı eserinde şöyle yazıyor: "İnsan, tek başına yaşantısında gerekli olan ihtiyaçlarını karşılayamadığından, kendi türünden diğer insanların bu ihtiyaçları karşılamakta onunla ortaklık yapmalı, aralarında bir takım konularda alış veriş olmalı, her biri diğerinin tek başına çözmeye kalkıştığı taktirde, fazlalığı yüzünden halletmesi olanaksız olan veya olanaklı olsa bile zor olan ihtiyaçlarından birini karşılamayı uhdesine almalıdır. Bu ise, onların arasında alış verişin ve iş birliğinin olmasını zorunlu kılıyor. Bireyler arasındaki alış veriş ve iş birliği ise, bunu koruyacak bir adalet yönetiminin ve kanunun ve Allah katından mahsus kılındığı belirtilerle itaat edilme hakkıyla ayrıcalık kazanan bir kanuncunun varlığını zorunlu kılmaktadır..."(27)

Büyük düşünür Hace Nasiruddin, İbn-i Sina'nın bu sözlerinin açıklamasında şunları yazıyor: "İnsan tek başına yaşantısının gereksinmelerini karşılamaktan acizdir. Zira, insanın hem kendi, hem de ailesini oluşturan kişilerin yemeğe, elbiseye, oturacağı meskene ve koruma aletlerine ihtiyacı vardır. Bunların tamamı sanat mahsulü olup, bir kişi bunların tamamını bizzat kendisi yapmaya kalkışırsa, onları ancak onlar olmadan yaşantıyı sürdürmesi mümkün olmayan veya mümkün olsa bile zor olan, uzun bir müddet içerisinde temin edebilir. Fakat birbirleriyle yardımlaşma ve ortaklık içerisinde bulunan bir grup için, bunları temin etmek pekala kolay olur. Onlardan her biri, arkadaşını yaşantı için gerekli olan bir ihtiyacın temininde yardım edip rahatlatabilir. Örneğin, her biri, bir yönde tahassüs kazanıp, diğerine, kendi uzmanlığı kolunda yardım eder, diğerinden de aynı şekilde yardım alabilir. Dolayısıyla insan doğası gereği yaşantısında topluma muhtaçtır. İşte bilginlerin: "İnsan doğal olarak medenidir" sözlerinin anlamı budur. Medeniyetten maksatları toplumsal yaşantıdır.

Sonra, insanlar arasında toplumsal işbirliği, aralarında vuku bulacak, bir alış veriş ve adalet mekanizmi olmaksızın düzene giremez. Zira onlardan her biri, kendi ihtiyacının peşinde olacak ve bu konuda kendine engel teşkil edene karşı buğzedecektir. Onun bu istek ve buğzu ise, onu diğerlerinin hakkına tecavüz etmeye itecektir. Böylece de arada kargaşa doğup toplumsal yaşantıyı tehlikeye düşürecektir. Fakat eğer toplumda bir adalet mekanizmi bulunursa, böyle bir sorun ortaya çıkmaz. O halde toplumsal yaşantı kanunu gerektirir.

Sonra her kanun, bir kanun koyucuyu gerektirir. Eğer bu kanunu onların kendileri koymaya kalkışırlarsa, yine aynı sorun ortaya çıkıp, onların birbirleriyle niza etmelerine ve toplumda kargaşa doğmasına sebebiyet verecektir. O halde kanun koyan kimse, itaat hakkı olma ayrıcalığına sahip olmalıdır ki, diğer insanlar ona itaat etsinler ve koyduğu kanunlara boyun eğsinler. Böyle bir itaat hakkı ise, ancak onun yaratıcı tarafından olduğunu belirten ayet ve belirtilere sahip olmasıyla doğar. Dolayısıyla, onun yaratıcı tarafından ve O'nun adına konuştuğunu belirten, alametlere ve ayetlere sahip olması zorunludur. İşte bu belirti ve ayetler mucizedir. Bu mucizeler sözlü ve fiili olabilir. Has insanlar sözlü mucizelere, avam halk ise, fiili mucizelere daha eğilimlidir. Fiili mucizeler, sözlü mucizeler olmaksızın olamaz. Zira, hayra davet olmaksızın, nübüvvet ve mucize gerçekleşemez. O halde toplumsal yaşam mucize sahibi olan bir peygamberin varlığını zorunlu kılmaktadır." (28) 

Büyük kelamcı ve filozof Hace Nasiruddin Tusi, "Tecrit" adlı kitabında da şöyle yazıyor: "Peygamber gönderilmesi, hayırlı ve güzel bir şeydir. Zira, onda bir çok fayda mevcuttur. Akla, kestirdiği konularda yardımcı olur, aklın bir hükmü bulunmadığı konularda hükmü beyan eder, korkuyu giderir, haseni ve kabihi, menfaat ve yararları açıklar, insan türünü korur, insan bireylerini sahip oldukları çeşitli istidatlara göre kemale ulaştırır, onlara bilmedikleri sanatları, ahlak ve siyaseti öğretir, öteki yaşamlarındaki (ahiret hayatındaki) ceza ve mükafatları haber verir ve böylece mükellef insanlara bir lütuf olur."(29)

Hişam bin Hakem şöyle rivayet ediyor: "İmam Cafer Sadık (a.s), Allah'ın varlığına inanmayan birisinin: "Peygamberlerin gönderilmesinin gerekliğini ve peygamberlerin doğruluğunu nasıl ispat edebilirsiniz?" şeklindeki sorusuna şu cevabı verdi:

"Bütün yaratıkların sıfatlarından yüce -yaratıkların her türlü niteliğinden münezzeh- hikmet sahibi olan, halkın göremeyeceği, dokunamayacağı, kendisiyle konuşamayacağı ve görevlerini kendisinden soramayacağı bir yaratıcımız olduğunu ispatladıktan sonra, onunla kulları arasında aracı olan, kulların maslahat ve yararlarına olan bekalarını sağlayan şeyleri onlara öğretecek ve helak olmalarına sebep olan şeyler hakkında onları uyaracak olan elçi ve temsilcilerin bulunmasının gerekliliği kendiliğinden ispat olur. O halde halk arasında ilim ve hikmet sahibi, Allah tarafından tayin edilmiş, müjdeleyen ve uyaran aracıların varolmasının gerekliliği kesin ve açıktır. Onlar, Allah'ın kendi hikmetiyle terbiye ettiği ve hikmetle gönderdiği peygamberlerdir ki, yaratılış ve fiziksel açıdan diğer insanlarla ortak olmalarına rağmen, ruhsal özellikler bakımından onlarla hiçbir ortak yönleri yoktur.

Hekim ve alim olan Cenab-ı Hak, onları hikmetiyle desteklemiş ve her türlü hata ve günahtan korumuştur. Sonra yer yüzü gerçek hüccetten (ilahi önderden) boş kalmasın diye her asırda gönderilen peygamberler, bunu getirdikleri deliller, burhanlar, doğruluk alametleri ve mucizelerle ispatlamışlardır." (30)

Allah Teala peygamberlerin gönderiliş nedenini şöyle beyan ediyor: "Müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerin gelişinden sonra, insanların Allah'a karşı bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah azizdir, hikmet sahibidir."(31)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Andolsun! Biz peygamberlerimizi belgelerle gönderdik ve onlarla birlikte kitap ve ölçek indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar..." (32)

O halde insanlığın hedefine uygun bir şekilde hidayete ermesinde ve sosyal adaleti kökleştirecek kanunların koyulmasında peygamberlere olan ihtiyaç açıklığa kavuşmuştur.

Elbette ilahi peygamberlerin yarar ve hedefleri sadece bu saydıklarımızla sınırlı olmayıp, aşağıda işaret edeceğimiz konular da peygamberlerin gönderilmesinin yarar ve hedefleri arasında yer almaktadır.

PEYGAMBERLERİN HEDEFLERİ

1-Tevhid ve İbadet

Tüm peygamberlerin asıl hedefleri halkı, tevhid inancına, Allah'tan başka bir ilah olmadığına davet etmektir.

Kur'an-ı Kerim peygamberlerin hedeflerinde esas olan çağrıyı şöyle beyan etmiştir: "Resulüm! De ki: Ey Kitap Ehli! Aramızda müşterek olan bir söze gelelim: Allah'tan başka hiçbir şeye kulluk etmeyelim. Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da bir birimizi rabler (mabudlar) edinmeyelim. Eğer onlar (bu kelimeden) yüz çevirirlerse; "Şahid olun, gerçek Müslümanlar biziz" deyin." (33)

 Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerimede tüm insanlığı, her zaman için gerekli olan bir hakikate çağırmaktadır. Bu hakikat, yaratıcıdan gayrisine ibadet ve kulluk etmeme hakikatidir. Bu öyle bir hakikat ve esastır ki, geçmiş zamanda esas olduğu gibi, bugün de beşer için yegane kurtuluş yolu sadece odur.

Peygamberler, yalnızca Allah'a ibadet esasına dayalı bir toplum kurmak için mücadele vermişlerdir. Onlar, insanları sömürü ve cehaletten kurtarmak ve tağutun çeşitli görünümleri olarak ortaya çıkan isimlere ibadet etmekten kurtarmak için kıyam etmişlerdir.

2- İlim ve Ahlaki Değerler

Peygamberler, insanları cehalet ve her türlü zulümden kurtararak, ahlaki değerler çerçevesinde uygarlık ve ilim ışığına kavuşturan ilahi önderlerdir. Peygamberimizin (s.a.a) Allah tarafından risalete seçildiğinde ilk aldığı emrin "oku" olması sözümüzün şahididir.

 Peygamberler eğitim ve öğretime önem vermekle beraber, başta kendileri amelleriyle örnek olarak, halkı ahlaki değerlere davet etmişlerdir.

İslam Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ahlaki değerleri tamamlamak için, peygamberliğe seçildim."(34)

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Okuma yazma bilmeyenlere içlerinden bir peygamber gönderen O'dur. Peygamber, Allah'ın ayetlerini onlara okur, onları temizler, kendilerine kitap ve hikmet öğretir. Halbuki, onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."(35)

3- İnsanları Her Türlü Esaretten Kurtarmak

Peygamberin hedeflerinden biri de, insanları batıl inançlar, hurafe ve yanlış gelenek ve göreneklerin zulmet ve karanlığından kurtararak, Allah'ın gösterdiği nurlu yol ve aydınlığa yönlendirmektir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "... Onlara iyiliği emreder, kötülüklerden sakındırır. Hoş, güzel şeylerin onlara helal olduğunu, pis şeylerin de haram olduğunu beyan eder, omuzlarında olan ağır yükleri ve zincirleri omuzlarından indirir. İşte ona iman edip onu düşmandan koruyanlar, ona yardım edip onunla gelen nura tabi olanlar asıl kurtuluşa erenlerdir."(36)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Bu Kur'an, öyle bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve bütün övgülere layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." (37)

4- Tağut ve Müstekbirlere Karşı Mücadele

İlahi elçilerin en büyük vazife ve hedeflerinden biri de, insanları köleleştirerek, kendi hizmetine alan müstekbirlerle savaşıp, onların zulmü altında inleyen insanları kurtarmak ve onları layık oldukları insani makama ulaştırmaktır. İşte bu yüzdendir ki, tarih boyunca peygamberlere karşı amansız savaş açanların hep müstekbirler olduğunu görmekteyiz.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Biz hangi memlekete uyarıcı bir peygamber gönderdiysek, muhakkak o memleketin ileri gelen refah düşkünleri: "Biz sizinle gönderilen mesajları inkar edenleriz" dediler." (38)

Her Musa'nın bir Firavun'u olagelmiş ve her zaman hakla batılın mücadelesi olmuştur, olacaktır da. Genelde hakkın hakimiyetine engel olanlar; dünya düşkünü, refahını gayr-ı meşru bir şekilde temin etmeye alışmış, başkalarının elinin emeğine göz diken, her zaman kendilerinin egemen olmasını isteyen müstekbirlerdir. Bu tür insanlar tağut ve evliya-uş şeytandırlar.

Peygamberler, her zaman mustazafların (zayıf bırakılmışların) safında yer alıp, zalim ve müstekbirlerin aleyhine mücadele etmişlerdir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Andolsun; biz her ümmete: "Allah'a ibadet edin ve tağuttan kaçının" diye bir peygamber gönderdik. Böylelikle onlardan bir kısmına Allah hidayet verdi, bir kısmı da delalet ve sapıklıkta kalmaya müstahak oldu. Şimdi yer yüzünü bir gezip dolaşın da yalanlayıcıların uğradıkları sonucu görün."(39)

5- İhtilaf ve Bölünmeleri Ortadan Kaldırmak

Peygamberlerin hedeflerinden biri de, insanlar arasında çıkan yerli yersiz ihtilafları giderip, hak ve hakikat esası üzere kurulu olan, birlik ve beraberliğe sahip bir toplum yaratmaktır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnsanlar tek bir ümmet idiler. (Sonra ayrılığa düştüler de) Allah uyarıcı ve müjdeleyici olarak peygamberleri gönderdi. Onlarla birlikte, insanların aralarında ayrılığa düştükleri şeyde hükmetmek için hak üzere kitap indirdi. Fakat kendilerine açık deliller geldikten sonra, aralarındaki zulüm ve hasetlerinden ötürü onda ayrılığa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildi. Böylece onların ayrılığa düştükleri konularda Allah kendi izni ile iman edenleri hakka hidayet etti. Allah dilediğini doğru yola iletir."(40)

6- Aklı Teyit Etmek

İslam bilginlerinin, peygamberlerin gönderilme nedenlerini açıklarken, peygamberlerin gönderilme hikmetlerinden birinin de, akla, kestirdiği konularda yardımcı olmak, aklın bir hükmü bulunmadığı konularda ise, hükmü beyan etmek olduğunu vurguladıklarına yukarıda işaret etmiştik. O halde peygamberlerin görevlerinden biri de aklı teyit etmektir.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah, unutulan nimetleri hatırlatsınlar, aklın gizli kalmış kabiliyet ve yeteneklerini ortaya çıkarsınlar diye peygamberleri gönderdi."(41)

Hz. İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: "Ey Hişam! Allah Teala'nın zahir ve batın olmak üzere iki hücceti vardır. Zahir hüccet, peygamberler ve imamlardır. Batıni hüccet ise akıllardır." (42)

7- Ruhsal Hastalıkları Tedavi Etmek

Peygamberler insanların ruhsal hastalıklarını tedavi eden en büyük doktorlardır.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Peygamber tıbbıyla gezen bir doktordur. Merhemlerini tam itinayla hazırlamış, araç gereçlerini kızartıp sterilize  etmiştir. Körleşmiş kalplerden, sağırlaşmış kulaklardan ve lâl olmuş dillerden nerede bir ihtiyaç görürse, ilacını orada kullanır. Peygamber, ilaçlarıyla birlikte, hikmet nuruyla aydınlanmış, ilim çakmağıyla ateşlenmiş bir doktor olarak, gaflet ve şaşkınlık yerlerini aramaktadır..." (43)

8- Ölen Ruhları Tekrar Diriltmek

Peygamberler, günah ve isyan etmek sonucu kararak ölen kalplere hayat vermek için gönderilmişlerdir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı za­man icabet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında toplanacağınızı bilin." (44)

9- Güzel Bir Örnek Oluşturmak

Peygamberler, ahlak ve sireleriyle insanlık için uyulması gereken en güzel örneklerdir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir." (45)

Elbette peygamberlerin hedef ve görevlerinin bu saydıklarımızla sınırlı olduğunu söylemek istemiyoruz. Biz sadece peygamberlerin hedef ve görevlerinden bazılarına işaret ettik.

 

 

(22)- Mülk: 14

(23)- Al-i İmran: 29

(24)- Hac: 65

(25)- Burûc: 14

(26)- Şifa Kitabı İlâhiyat Bölümü s. 557, En-Necat s. 304

(27)- Şerh-i El- İşarat vet Tenbihat c. 3 s. 371

(28)- Şerh-i El- İşarat vet Tenbihat c. 3 s. 372

(29)- Şerh-i Tecrit, Nübüvvet bölümü

(30)- Usul-u Kafi c. 1 s. 168

(31)- Nisa: 165

(32)- Hadid: 25

(33)- Al-i İmran/64.

(34)- Tebekat-ı İbn-i Sad c.1 s.192

(35)- Cuma: 2

(36)- A'râf: 157

(37)- İbrahim: 1

(38)- Sebe: 34

(39)- Nahl: 36

(40)- Bakara: 213

(41)- Nehc-ül Belağa. Hutbe:1

(42)- Usul-u Kafi c. 1 s. 16

(43)- Nehc-ül Belağa: 107. hutbe

(44)- Enfal: 24

(45)- Ahzab: 21

next page

back page